Sayfalar

18 Ağustos 2013 Pazar

BİR GARİP HÜZÜNLÜ HİKAYE...17 Ağustos 2013, İstanbul

Bir garib Bülbül ölmüş diye(ler)...
(Yunus’dan...)

İster istemez, “bülbül” ve “ölüm” kelimeleri bir araya gelince akla hemen “Bülbül’ü Öldürmek” gelir, 1930’larda geçen öyküsüyle, Harper Lee’nin Pulitzer Ödüllü 1960’da yayınlanmış o ünlü romanı...

70’lerde Türkiye’de yabancı dille eğitim verilen Maarif Kolejlerinde
İngilizce derslerinde de okutulan kitap...

“To Kill a Mockingbird”...


Hemen ardından 1962’de Alan J. Pakula tarafından filme çekilen,
Gregory Peck’in başrolünde yer aldığı 1963’te 8 dalda (En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Sinematografi, En İyi Yönetmen, En İyi Muzik ve En İyi Film dahil) Oscar’a aday gösterilmiş,
Gregory Peck’e En İyi Erkek Aktör ödülü, Alexander Golitzen, Henry Burnstead ve Oliver Emert ekibine En İyi Sanat Yönetmenliği,
Horton Foote’e de En İyi Senaryo ödülleri kazandırmış olan film...

“To Kill a Mockingbird”...



“Scout” Finch adında küçük bir kızın, ki o Harper Lee’nin kendisidir, ağzından anlatılan öyküde, Scout’un babası Atticus, asılsız bir iddia ile yargılanan ve yargılamanın sonucunda ölümle yüzyüze olma gerilimi yaşıyan ve yaşatan zenci Tom’un avukatıdır. Scout’un en yakın arkadaşı “Dill” ise, Harper Lee’nin çocukluk arkadaşı ve kapı komşusu Tiffany’de Kahvaltı’nın, Soğuk Kan’ın yazarı Truman (Persons) Capote’den başkası değildir. Ondan esinlenmiştir Harper Lee... Lee, Capote ilişkisi, 2005 yılı yapımı, 2006’da Philip Seymour Hoffman’a olağanüstü performansı nedeniyle haklı olarak bir Oscar ve Bafta kazandıran “Capote” filminde de işlenmiştir.


Kitabın ve filmin adı her ne kadar “bülbülü öldürmek” de olsa aslında öldürülen, ya da öldürülmeye çalışılanın “masumiyet” olduğu çok açıktır ve bu, öykü boyunca tekrarlanan bir lietmotiv*dir. Öykü boyunca masum birinin cinayete kurban gideceği veya öldürülecek olan kişinin masum olduğu tekrarlanır okura... Zaten öyküde “masumiyet”in altı Bayan Maudie’nin Scout’a

“İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın”

demesiyle kalın kalın çizilmektedir.


Tabii ki, burada şakrak kuşlarının günahı nedir? Bunu anlayabilmek pek mümkün değil, o da zararsız küçücük bir ötücü kuş nihayetinde... Kültürler arası farklılıktan olsa gerek, zira her nedense, bizim çok bayıldığımız, ve yine ne hikmetse sadece cami önlerinde gördüğümüzde aklımıza düşen, para verip satın aldığımız bir avuç yem ile beslemekle yetindiğimiz ve sevap yaptığımıza inandığımız güvercinler ve benzerliği nedeniyle bundan nasibini alan kumrular da, Amerikalılar tarafından pek sevilmez hatta “kanatlı sıçan” gibi kötü bir sıfat ile anılırlar...

 
bir garip “kuş”...

Dün, sıradan bir gündü, her zamanki günlere benzeyen...zaten son zamanlarda artık günlerin adlarının bir anlamı kalmadı benim için, her gün Pazar ya da Salı... ya da Cuma... ama dün olduğundan eminim.

Arkadaşım aradı, sana geliyorum dedi, ki zaten gelecekti, bir de misafirim var diye ekledi, geldi, elinde de küçük bir kutu...

Çalıştığı yerde bahçede bir kedi besliyor, işten fırsat bulduğu zamanlarda... Alican adı kedinin, sürekli peşinde... Dün ağzında bir kuş ile çıkmış karşısına Alican, bir yavru kuş, önce öldü sanmış, ağzından almış yavruyu ki bakmış kanat çırpıyor, canlı... Kanadı biraz zarar görmüş, zaten eline aldığında küçük bir kan damlamış eline...

Telefonda kısaca durumu anlatınca, zaten biliyor benim buna hazırlıklı olduğumu, evimde bu işler için bir boş kafes bulundurduğumu... Kalkıp hazırlık yaptım, uzun zamandır misafir olmadığından pek, kafes kirlenmişti, yıkadım... pakladım...

Rahmetli Pala pek yapmazdı ama Maya pek bir meraklıdır kuşlara, onları kovalamaya, özellikle de bahar aylarında uçuş talimi kazaları sonucu bahçeye mecburi iniş yapan yavru kuşları yakalamaya...
O yüzden o yavru kuşları Maya’nın ağzından kurtardıktan sonra yaşatmaya çalışıp tekrar doğaya salmak adına alınmış bir pansiyonum var epeydir. Yavrukuş pansiyonu... Epeyce de pansiyonerim oldu, ama giriş yapıp çıkış yapabilen bu güne kadar sadece bir tane oldu ne yazık ki...
Diğerleri Joseph Kesselring’in “Arsenic and the Old Lace” (1942) Ahududu piyesindeki Abby ve Martha Brewster kızkardeşlerin Ahududu liköründen tadıp bodrumu boylayan 12 erkek misafir misali, bahçede küçük birer tümsek altında yatar oldular. Neyse ki benim skorum henüz 12 lere çıkmadı, çıkmasın da...

Kutuyu açtım, önce göremedim, o kadar küçüktü ki korkmuş, bir köşeye sinmişti, daha öncekilere pek benzemiyordu, hepsine serçe yavrusu deyip geçme alışkanlığı ile buna da serçe dedik ve o an onu yaşatmaya çalışmanın ötesinde bir derdimiz olmadığı için gerisini düşünmedik... Kanadına biraz theramycin sürüp, temizleyip hazırladığım, kanadı yüzünden tüneğe çıkamayacağını hesab ederek de kafesin zeminine bir kavanoz kapağı su ve yine bir kavanoz kapağı arkadaşın gelirken kuşçudan aldığı yemi koyup, yerleştirdik miniği...
En son olarak da Maya’nın şerrinden korumak adına evde onun ulaşamıyacağı bir yere yerleştirdik. Beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu ve dua etmekten başka...

Ama olmadı, olamadı... üç saate yakın bir süre sonra kontrole gittiğimde o küçücük beden ne yazık ki kafesin zemininde garip, yapayalnız bir şekilde hareketsiz yatıyordu. Kapağı açıp elime aldığımda içimde bir yerlerde yine incecik bir tel koptu, cızz etti yüreğim, bu küçücük bedenle bir kez daha yitirdim “masumiyet”i...
Bu kadar ayrıntılı olmasa da dünyadan bir lokmacık dahi olsa bir canın, bir meleğin (ki ben tüm hayvanları birer melek olarak görüyorum, zira günah biz düşünen hayvanlar, insanlar için, onların bilinçle ve zevk alarak bir başka canlıya zarar vermeleri söz konusu bile değil), hayatı terkedişinin üzüntüsüyle, o küçücük, dokunsam kırılacakmış gibi narin vücudunda gezindi parmaklarım, yumuşacıktı ve henüz soğumamış, katılaşmamıştı... En son Pala’yı öpüp kokladığımda, toprağa vermeden önce duyduğum burnumun direğini sızlatan o tarif edilmez koku, koku da değil aslında bir yangı!.. avcumun içinde bahçeye çıktım, göz pınarlarımda bir kez daha biriken o acı gözyaşı taneleri...




Sonrasında bu hüzün ile girdiğimde yatağıma, O soru takıldı aklıma, bu küçüğüm bir serçe değildi, ince uzun gagası, neredeyse kafasının iki katı büyüklüklüğünde küçük ve küt bedeni ve hiç yok denecek kadar kısa kuyruğuyla bu bir serçe yavrusu değildi, olamazdı... Onlarla çok sık teşrik-i mesaimiz olmuştu ne de olsa... Neydi peki? O an ansızın, sanki bir gün bir yerlerde resmini görmüşüm, hafızamın derinliklerinde saklanmış da birden ceeee! diye fırlamış gibi... bül-bül... Bülbül mü yoksa? diye fısıldadım, kendi kendime... uykunun göz kapaklarıma yaptığı baskının etkisiyle o derinliklere dalmadan önce hatırladığım tek şey buydu...

Sabah kalkar kalkmaz, yüzümü yıkayıp, sütsüz neskahvemi hazırlar hazırlamaz bilgisayarın başına çöktüm ve Gugıl’ladım... b-ü-l-b-ü-l... tık tık tık... görseller... evet ilk gelen resim bana dün pansiyoner gelen,
garibim küçümen!..

Anasının fundalıklardan topladığı küçük dallar, kuru yaprak ve otlarla yaptığı yuvasında 13-14 günlük bir kuluçkadan sonra çatlatıp çıkmıştı 2 cm’e 1,5cm’lik yumurtasından, 4 ya da 5 kardeşi ile birlikte... Anne babanın mayıs ayında çifleştiklerini hesap edersek, kuluçka dönemi de hesaba katılırsa, henüz 1,5 ay kadar olmuştur gökyüzüne, bulutlara, güneşe... merhaba diyeli... Onu düşündüm, eğer becerebilseydi uçmayı, ve yaşamayı da, belki 5 seneye kadar yaşayabilecek, o da dünyanın güzelliklerini yaşayacak, ona kendinden güzellikler katacak, anne ya da baba olabilecekti diye... Bu güne kadar en uzun yaşayabilmiş bülbül bir kayıda göre 8 yıl 4 ay, bir diğerine göre ise
10 yıl 11 aymış... 


bir garib “bülbül”...


“Uyan garip bülbülüm, uyan,
Çöz tanrısal dilini,
Dök yüreğindeki acıları,
Anlat o kutsal ağıtlarınla
Oğlumuz Itys’in başına gelenleri,
Kızıl boynundan su gibi aksın
Oğlumuz adına inleyen sesin,
Sık fundalıklardan göklere yükselsin,
Apollon, altın saçlı tanrı
Duyup bu acı yankıları,
Alsın fildişi çalgısını,
Karşılık versin sana,
Tanrı koroları kursun yukarıda,
Ve ölümsüz dudaklarından çıkan ezgiler
Karışsın sesine mutlu yüceliklerde...

Aristophanes / Kuşlar Komedyası


Attic bir vazoda Aristophanes’in Kuşlar Komedyası

*

Bir Yunan (Atina) söylencesinde Atina kralı Pandion’un kızlarından Prokne, Thrakia (Trakya) kralı Tereus ile evlenir ve Itys adlı bir oğulları olur. Ancak Tereus Prokne’nin isteği üzerine ona hizmet etmesi için bir yardımcı ararken Prokne’nin kızkardeşi Philomela’ya rastlar, onu saraya getirirken, güzelliğine dayanamaz, sahip olur ve Prokne tanımasın diye saçlarını keser, çirkinleştirir ve olup biteni anlatmasın diye de dilini keser. Ancak Prokne kızkardeşini tanır ve olanları anlayınca da onunla birlik olup oğlu Itys’in başını kesip Tereus’a yedirerek öçlerini alırlar. Zeus olanlara çok öfkelenir ve Tereus’u Hüthüt kuşuna, Prokne’yi Kırlangıç’a, adı güzel sesli anlamına gelen Philomela’yı ise Bülbüle döndürür. Aristophanes işte Kuşlar Komedyasında bu dramı Hüthüt’ün (Tereus) ağzından bu şekilde anlatılır...

“Tereus oğlu Itys’un başı ile karşı karşıya” (1636-1638) Peter Paul Rubens
Panel üzerine yağlı boya, 195 x 267 cm. / Madrid Prado Müzesi


“Prokne ve Philomela’nın Itys’in başını Tereus’a getirmeleri”
Peter Paul Rubens’e atfedilmektedir.
Ahşap üzerine yağlı boya / Fransa, Bayonne / Bonnat-Heleu Müzesi
Peter Paul Rubens’ten sonra onun resminden
ilham alınarak yapılmış bir başka kompozisyon





Prokne ve Philomela kardeşler
Prokne ve Philomela Itys’in başını keserlerken

M.Ö. 490 tarihli bir şarap kupasında
Prokne ve Philomela Itys’i
öldürmeye hazırlanmakta.

Alttaki resimde Detay.
 


*

Bir lebi gonca yüzi gül-zâr dirsen işte sen...
Hâr-ı gamda andelîb-i zâr dirsen işte ben...

Bâkî / Gazel’den




Doğu söylencelerinde de güle aşık olan bülbül anlatılır... Memleketin birinde, güllerin hep renksiz ve sadece beyaz olduğu bir zamanda bir çoban, beyin kızına aşık olur, sadece onun aşkından yüreği yanan çoban dayanamaz gider beye kızını ister. Bey kızını çağırır ve sorar, “sen de istiyor musun bu çobanı” diye... Kız da “ne zaman ki bana kan kırmızı bir gül getirirsin, işte o vakit senin olurum” der çobana. Bunun imkansızlığı ile üzüntüye kapılan çoban çaresizlik içerisinde mecnun gibi dolaşırken, onu gören bülbül halini sorunca o da anlatır başına gelenleri, aşkını... Bu duruma üzülen bülbül çobana demir kapılar ardındaki bir gül bahçesini gösterir ve sabah gün doğanda oraya gelmesini söyler. Bülbül, çoban sabah gelene kadar bütün gece boyu bir güle aralıksız olarak şakır, sonra da sesi kesilir.  Bahçeye giren çoban bembeyaz güllerin arasında tek bir kırmızı gül görür, varıp gülü kopartmak istediğinde de gülün dikenlerinden birine göğsünü saplamış ve can vermiş bülbülü görür... Ve,
“ey bülbül sen kavuşmuşsun ya yârine
ben kavuşmasam da olur artık”

der...

*

Hayatında içki ve sigaraya karşı aşırı bir ilgisi ve tiryakiliği olmamış Babama...

Gayrıya açıldı ol gül-i râna
Beyhude ten açmaz oldu gülzare bülbül
Ağyare koklattı kendini hayfa
Durma bu gülşende bi-çare bülbül

Her seher alemi giryan edersin
Nalânla uşşakı hayran edersin
Gonca delirince figân edersin
Kim düşürdü seni bu zare bülbül

-Sarıkamış yöresinden bir türkü-
Sol başta koyu renk kaputlu olan babam Abdurrahim Civelekoğlu


1 Mayıs 1940, 31 Ekim 1941 tarihleri arasında 18 ay
Allahüekber Dağlarının eteklerinde, Sarıçam ormanları arasındaki
Sarıkamış’ta ve Kağızman’da yapmıştı (birinci) askerliğini babam...
İkincisi dediği ihtiyattı, II. Dünya Savaşı kapımıza dayandığında bir kez daha çağrılmıştı askere, ihtiyaten... 4 Şubat 1944’de, bu kez Balıkesir Kepsut’a... Orada da bir 18 ay hizmet etmişti, 1 Ağustos 1945’e kadar.

Babam ve asker arkadaşları

Rakı içerdi, ama tiryakisi değildi, Annem içinse tercihi kırmızı şaraptı.
Özellikle sigara ve rakıya fazlaca düşkün ağabeyim’in olduğu ortamlarda, karşı değilim ama “hiçbir şeyi ifrada kaçmadan yapmak gerekir” lafı döner dolaşır, rakıya, tiryakiliğe, bağımlılığa gelir dayanırdı, da işte o zaman
hep Sarıkamış’ta yaşadığı Rakı ile olan ilişkisini hatırlar, anlatırdı babam.

Kışla yakınlarından geçen bir dereden bahsederdi, adını vermeden;
Arkadaşları ile geceleri bülbül sesi dinlemeye gittiklerini söylerdi.
O bülbülün nağmeleri eşliğinde arkadaşlarla içilen rakının de keyfi bir başkaydı derdi. Rakıya karşı dayanılmaz bir arzu duyduğunu,
o dönemde, neredeyse müptelası olacak kadar ona alıştığını,
“akşam olunca dilim şişerdi, rakı içmeyince” diye gülerek
ve biraz da yüzü kızararak anlatırdı...

Sevgiliye hasret...

O “bülbül” ki disiplinli, her zaman kendisini kontrol etmesini bilen, hiç bir zaman aşırıya kaçmayan ve buna özellikle özen gösteren babamı bile baştan çıkartmıştı, zamanında o güzel içli nağmeleriyle...

Belki de o sırada çok sevdiği annemi ve küçücük sarı saçlı kızı Birand’ı
düşünüyor ve içinden o Sarıkamış türküsünü mırıldanıyordu,
kimbilir...

Kim düşürdü seni bu zâre bülbül”


*lietmotiv: Edebiyata müzik alanından geçmiş bir kavramdır ve bir müzik parçasında tekrarlanan nakaratı ifade eder. Edebiyatta, özellikle de romanlarda rağbet gören bir teknik unsurdur ve değişik bölümlerde, çeşitli vesilelerle tekrarlanan bir ifade kalıbıdır. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar romanında Olric‘in “efendim” ifadesi, Turgut’un “bat dünya bat” sözü, Peyami Sefa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda Nüzhet’in “kahkahaları”, bunun örnekleridir.


Hiç yorum yok: