Sayfalar

31 Ocak 2014 Cuma

BİR SALTANAT’IN AZAM-I ENKAZ’I: Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın Selamlığı, “Filizi Köşk”

Bir Saltanat’ın Azam-ı Enkaz’ı:
Mabeyn Başkatibi
Tahsin Paşa’nın Selamlığı,
“Filizi Köşk”
...
(azam: büyük, ulu)
enkaz: yıkıntı, bir devletin, bir yönetimin ya da bir devrin ardından, kalan olumsuz şeyler)

Büyük bir imparatorluğun ve onun 33 yıllık “Ulu” Saltanatı’nın yıkılışı ve o çöken enkazın altında kalan hayatlardan ve onun yaşanmış izlerinden arta kalan bir köşkün kaderi... 
Selamlıklar, konak, köşk ve saraylarda erkeklerin bulunduğu ve erkek konukların alındığı,
gelen ve gidenlerin, ağırlandığı ve uğurlandığı, diplomatik kabül ve görüşme için ayrılmış olan ve haremlik denilen esas köşkten bağımsız yapılardır.
Köşkün, restore edilmiş hali.


Feneryolu ile Göztepe istasyonları arasında hattın her iki tarafındaki düzlükte, 1887 yılında ülkede yayılmaya başlayan ve bağlara büyük zarar verdiği görülen filoksera(1) hastalığının önüne geçmek amacıyla yabancı bir uzmanın idaresinde kurulan “Amerikan Asma Fidanlığı, Numune Bağı ve Aşı Ameliyat Mektebi”nde ve özel olarak yetiştirilen bağlarda, bağ meraklılarına ve bağcılara, bağcılık ile ilgili uygulamalı bilgiler verilmiş, vilayetlerden seçilerek gönderilen gençler de bağcı ve fidancı olarak pratik yapmışlar ve yetiştirilmişlerdi. Bu numune bağ uzun yıllar Ziraat Vekaleti’ne bağlı olarak görevine devam etmişti. Aynı yeşil alan içerisinde 1929 yılından itibaren kurulan Göztepe Meteoroloji İstasyonu ile de klimatolojik gözlemler yapılmaya başlamıştı.


19. yüzyılda saray ileri gelenlerinin yazlık olarak kullandıkları bir yöre haline gelen Göztepe, Selamiçeşme mevkiindeki bu arazinin tren yolunun üzerinde kalan, bugün Mustafa Mazhar Bey Sokak, Perçem Sokak ve demiryolu hattı arasında kalan ve günümüzde Kadıköy Belediyesi Özgürlük Parkı olarak düzenlenmiş geniş ve üçgen şeklindeki alan içerisinde, Sultan II. Abdülhamid’in 1876-1909 yılları arasında Mabeyn-i Hümayun Başkatibi olarak hizmet vermiş, Şamlı Arab Tahsin Paşa’nın 1894 yılında inşa edilmiş olan Haremlik ve Selamlık Köşkleri ile, müştemilat binaları, inek ve at ahırları, uşak odaları, su kuyuları ve havuzlar, bostan, arabalıklar ve mutfağın yer aldığı büyük bir kompleks yer alırdı. Günümüze bu büyük kompleksten ve bahçelerinden sadece Selamlık Köşkü gelebilmiştir.
...
“Başkatib Tahsin Paşa da yolsuzlukla dört bin Lira’ya elde ettiği gayrımenkullerinin yanısıra, fiyatı bildirilmeyen bir hamama da sahipti.”

“Eski Yağmalar” Tanin, (27 Temmuz 1324) 9 Ağustos 1908, s.3
...


27 Nisan 1909’da Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilip Selanik’e sürgüne gönderilmesinden sonra, Tahsin Paşa da birçokları gibi gözaltına alınmış, tutuklanmış ve sürgüne gönderilmişti. Sürgün dönüşü büyük sıkıntılar içerisindeki Tahsin Paşa, son dönemlerini yokluklar içerisinde bu saray yavrusu köşkünde geçirmiş, hatta komşularından borç isteyecek kadar yokluğa düşmüş, borçlarını ödeyebilmek için de köşkteki değerli antikaları, vazoları birer ikişer satarak hayatını devam ettirmeye çalışmıştı. Tahsin Paşa’yı bunca yoksulluğu iten nedenlerden birisi de, kızı Fahire hanımın çok düşkün olduğu ve sevdiği, kocası Galip Paşa’nın oğlunun
hesapsız harcamalarıydı.
...
“...Sultan Hamid’in sarayında en önemli iki şahsiyetten biri olan Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın ancak bir kızı vardı. O hanım da kocasına pek düşkün bulunduğundan, delikanlının israfı bütün aileyi kötü duruma düşürmüştü.”

“Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar”, Nahid Sırrı Örik
...
Tahsin Paşa’nın ruhi bunalımlar geçiren ve yıkanmış hiçbir giysiyi giymemek gibi bir takıntısı olan hanımının giyip çıkarttığı çamaşırlar, köşkün bir köşesinde kümeler halinde biriktirilir ve kimselere verilmezmiş. Hanımı kendisinden önce vefat eden Tahsin Paşa, I. Dünya Savaşı’ndan sonra daha da büyük parasal sıkıntılara girince, sahip olduğu köşkü ve arazisini zengin bir Sivaslı Mühendis ve siyasetçi olan Abdurrahman Naci Bey’e satmak zorunda kalmıştı.

...
Abdurrahman Naci Bey (Demirağ)
(1890-3 Temmuz 1944), Hicaz Demir Yolu Mısır Şubesi Mühendis Muavinliği, Askerî Demiryolları Anadolu Şarki Hududu Samsun-Sivas İnşaat Mühendisliği, Defteri Hakani Emaneti Heyeti Fenniye Mühendisliği, İstanbul Tapu Müdüriyeti Heyeti Fenniye Başmühendisliği, İstanbul Umûru Tasarrufiye Müdüriyeti Başmühendisliği gibi görevlerde bulunmuş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne VI, ve VII. Dönem Sivas Milletvekili olarak katılmıştı.
Ahmet Nuri Demirağ (sağda), Sultan II. Abdülhamid döneminin ünlü muhalif şair ve filozof’u Rıza Tevfik Bölükbaşı(3) ile birlikte.

Abdurrahman Naci Bey, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları inşaatlarının ilk müteahhitlerinden, Türkiye’de ilk Uçak Fabrikasını kurmuş, ilk sigara kağıdı üretimini gerçekleştirmiş, ilk paraşüt üretimini de yapmış, İstanbul Boğazı üzerine köprü ve Keban’a büyük bir baraj yapılması gibi düşünceleri ilk kez gündeme getirmiş hatta projelendirmiş, 10.000 km’lik demiryolu ağının 1250 km’sini gerçekleştirdiği için kendisine bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından, “Demirağ” soyadı verilmiş, Cumhuriyet döneminin sayılı zenginlerinden, hayırseverliği ile de tanınmış Ahmet Nuri Demirağ’ın (1886-13 Kasım 1957) erkek kardeşiydi.

“Avrupa’dan, Amerika’dan lisanslar alıp uçak yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa’dan ve Amerika’nın son sistem tayyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir.” 

diyen Ahmet Nuri Demirağ, ordunun uçak ihtiyacının halktan ve zengin işadamlarından toplanan bağışlarla karşılandığı dönemde, uçak satın almak için başlatılan bir bağış kampanyasına katılması istendiğinde;

“Benden bu millet için bir șey istiyorsanız, en mükemmelini istemelisiniz. Mademki bir millet tayyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını yapmaya talibim.”

diyerek, karşılık vermiş ve 1936 yılında ilk uçak fabrikasına kurma girişimine başlamıştı.



Uçak Fabrikası macerası yaşanan bazı tatsız olaylar neticesinde sonlanmış ve X. Dönem Sivas Milletvekili olarak TBMM’ne de giren Ahmet Nuri Demirağ, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalafet partisi olan “Milli Kalkınma Partisi”nin de kurucusu olmuştu.
Ahmet Nuri Demirağ Sultantepe Korusu’nda ailesi ile birlikte.

Ahmet Nuri Demirağ, aynı zamanda 1920 Sivas doğumlu, ünlü sinema yönetmeni ve 1945’de kurulan AND Film (Ahmet Nuri Demirağ isimlerinin baş harfleri) şirketinin de sahibi olan Ömer Turgut Demirağ’ın babasıydı ve dolayısıyla da Turgut Demirağ’ın Rüçhan Çamay ile evliliğinden olan kızı 1956 doğumlu şarkıcı ve sinema oyuncusu Melike Demirağ’ın ve Turgut Demirağ’ın 1970 Türkiye Güzellik Kraliçesi Afet Tuğbay’dan olan ve Ali Koç ile evli olan 1974 doğumlu Nevbahar Demirağ’ın da dedeleriydi.
...
Hayırsever bir işadamı olan Abdurrahman Naci Demirağ, ekonomik sıkıntı içerisindeki Tahsin Paşa ve kızı Fahire hanım’ın ömürleri boyunca Selamlık köşkü’nde yaşamalarına izin vermişti. 1932 yılında büyük Haremlik Köşkü yıkılmaya başlanmış, Tahsin Paşa, karşı komşusunun bahçe duvarına dayanarak köşkün ahşapları tek tek sökülürken çivilerin çıkarttığı acı sesleri, hüzün ve üzüntüyle, ancak sonuna dek izlemişti. Zaten Haremlik köşkünün yıkımından yaklaşık bir sene kadar sonra da Selamlık Köşkü’nde vefat etmiş, tüberküloz teşhisi konan kızı Fahire hanım da bir süre daha köşkte yalnız başına yaşamış ve daha sonra o da vefat etmişti.
Köşkün yıkılmasından ve Tahsin Paşa’nın da ölmesinden sonra, ahırlar ve uşak odaları kiraya verilmiş, tren yolu ile köşk arasında bakımsız kalan bağlar, bostanlar ve bahçeler sökülerek 1927 yılında Feneryolu’nda kurulmuş olan Ümit Kulübü’nün futbol antreman sahası olarak kullanılmaya başlanmıştı. Fahire hanımın vefatından sonra Selamlık Köşkü, kimsesiz, bakımsız ve boş olarak durmuştu. 1938’de devlet tarafından satın alınan ve tekrar eskiden olduğu gibi Ziraat Bakanlığı tarafından asma fidanlığı ve üzüm türleri üzerine araştırmalar yapmak üzere kullanılmaya başlayan arazi, 1983 yılında kuruluşun çalışmalarına son verilmesiyle Kadıköy Belediyesi tarafından Özgürlük Parkı olarak düzenlenmiş, bir kısmına da Trafik Amirliği yerleşmişti.  

İnşaa edildiği ve Tahsin Paşa tarafından kullanıldığı dönemde sarı rengiyle tanınan Selamlık Köşkü, günümüzde renginden dolayı olsa gerek, “Filizi Köşk” ya da “Filizli Köşk” adıyla anılmaktadır. Genel olarak II. Abdülhamid dönemi beğenisine uygun olarak ve özellikle Göztepe ve Erenköy gibi aynı dönemin popüler sayfiye mekanlarında çokça rastlanan benzerleri gibi, eklektik ve biraz da Art-Nouveau özellikler taşımaktadır. Üç katlı ve orta sofaya açılan yan odalardan oluşan plan şemasıyla geleneksel Türk Evi Planı’na sahiptir.



Tahsin Paşa Köşkü’nden geriye tek kalan ve yıllar içerisinde bakımsızlıktan yıpranan Selamlık Köşkü, 1991 yılında, ÇEKÜL Vakfı Başkanı, Prof. Dr. Metin Sözen’in desteğiyle 825 milyon liraya malolan büyük bir restorasyon geçirmiş ve 1993 yılında Kadıköy Belediyesi tarafından 25 yıllığına Türk Parlementerler Birliği’ne tahsis edilerek Sosyal Tesis olarak kullanılmaya başlanmıştı.







Şamlı Arab Tahsin Paşa
Kimdir?

Sultan II. Abdülhamid’in Mabeyn-i Hümayun Başkatibi
Şam’lı Tahsin Bey (Arab Tahsin Paşa)
(?-1933)
Tahsin Paşa, Sultan II. Abdülhamid döneminin vezirlerinden ve Mâbeyn-i Hümayun Başkâtibi’dir.
Orta boylu, daima siyah elbise veya redingot giyen, fesli, teni esmer olduğu için Kara ya da Arab Tahsin Paşa olarak tanınan, ciddi ve son derece terbiyeli biri olan Tahsin Paşa, İstanbul’da doğmuş, gençliğinde Bâbıâli kalemlerinde çalışarak geçirmiş ve kendini yetiştirmişti. Dâhiliye Mektupçu Kaleminde önce muâvin, sonra başmuâvin olmuş, Bahriye Nezareti mektupçuluğuna tâyin edilmiş, oradan da Sultan II. Abdülhamid’in Mâbeyn-i Hümayun Başkâtipliğine getirilmiş, kendisine vezirlik ve paşa rütbesi de verilmişti.
...
“... Hicrî 1312 Ramazanıydı. Üvey oğlum Başçavuş Arif’den bir mektub aldım.
Benim sevgili ahbablarımdan Selim Paşazade Nazif Beyin yakın akrabalarından olan sabık Bahri Mektubcusu atûfetlû Tahsin Beyefendi Mâbeyn-i Hümayun Başkâtibi tâyin olunmuş...
Arif, “Nazif Bey’e bir tebriknâme ile sizin İstanbul’a aldırılmanız istirham olunursa seksiz (tereddütsüz) ve şüphesiz hakkımızda irâde-i seniyye (padişah emri) bile çıkartmaya kudreti vardır. Aman pederim, çabucak bir tebriknâme ile İstanbul’a gelmeniz hakkında istirhamnâme gönderin, çok rica ederim” diyordu. Ben de İstanbul’u çok özlemiştim. Harbiye kalemlerindeki hizmetim elli yılı bulmuştu. Bunun kırk yılını Dördüncü ve Beşinci Ordular hizmetinde taşrada geçirmiştim. Şam’ın âb-ı havası ile de imtizaç (uyum sağlama) edememiştim. Tahsin Bey’in Mabeyin Başkâtipliğinden ötürü Nazif Bey’e bir tebriknâme yazarak İstanbul’a nakl-i memuriyetime tavassutunu (aracılığını) istirham ettim. Kendisine takdim edilmek üzere oğlum Arife gönderdim...”


“Geçen asrı aydınlatan kıymetli vesikalardan bir eser; HATIRALAR”
Aşçıdede Halil İbrahim(2)
Reşat Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbaş, İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kollektif Şirketi, Sirkeci-İstanbul, 1959

(Aynı eser Aşçı Dede'nin Hatıraları (4 Kitap Takım) olarak
“Çok Yönlü Bir Sufinin Gözüyle Son Dönem Osmanlı Hayatı”, Aşçıdede Halil İbrahim, Kitabevi Yayınları Hatıra Dizisi’nden 2006 yılında da yayınlanmıştır.)
...

1876-1909 yılları arasında Mabeyn-i Hümayun Başkatibi olarak Sultan II. Abdülhamid’e sadakat ve hüsnüniyetle hizmet eden Tahsin Paşa, 1908’de II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte, memuriyetini ve rütbelerini kaybetmiş, Meşrutiyetçiler ve İttihatçılar tarafından horlanmıştı.

“... Abdülhamid'in yeni Kabineyi onaylamasından sonra, Hatt-ı Hümayun halka duyurulmak üzere
1 Ağustos gecesi Bab-ı Âli'ye gönderildi. Hatt-ı Hümayun’u Bab-ı Âli'ye getiren İkinci Mabeynci Nuri Paşa, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa sanılıp halk tarafından yuhalandı; daha sonra, Hatt-ı Hümayun’u getirenin Nuri Paşa olduğunu anlayan halk, Paşayı alkışlayarak, Hatt-ı Hümayun’u dinlemek üzere Bab-ı Âli’nin ana avlusuna doğru yürüyüşe geçti.”

Tanin, 3 Ağustos 1908, s.3 ve
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, Sf 1067

“4 Ağustos tarihli Tanin gazetesinde, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın, İzzet Paşa’nın kaçışından bizzat sorumlu olduğu ve Abdülhamid’in önceki hafta Cuma selamlığına çıkmasına mani olmak istediği biliniyorken, nasıl hala görevinde tutulduğu soruluyordu.”

Sadr-ı Azam Said Paşa hazretlerine, Tanin, 4 Ağustos 1908, s.3.

26 Temmuz 1908’de, ilk günkü coşkuyla, öğleden sonra Türk, Rum, Ermeni , Bulgar ve Musevilerden oluşan yaklaşık yüzbin kişilik bir topluluk Harbiye Nezareti önündeki Beyazit Meydanı’nda toplanmış, yeni anayasal yönetime bağlılık yemini etmiş ve daha sonra da Yıldız Sarayı’na doğru coşkuyla yürümüştü. Akşama doğru, Sultan Abdülhamid’i tüm siyasal mahkum ve sürgünlerin affına zorlamakta başarılı olmalarının heyecanıyla, bir grup devrimci, isteklerini Şey-ül İslam aracılığıyla Sultan’a iletmek istemişler, uzun süren ısrarlar sonucunda Sultan tarafından kabul edilmişler ve aralarında Ziraat, Orman ve Maadin Nazırı Selim Melhame Paşa, 2. Katib İzzet Paşa ve Mabeyn-i Hümayun Başkatibi Tahsin Paşa’nın da olduğu bir grup yüksek rütbeli Saray görevlisinin işten hemen el çektirilmesini istemişlerdi. Sultan II. Abdülhamid bazı saray görevlilerinin işten el çektirilmesi isteğini kabul etmemişti. Ancak 4 Ağustos, Salı günü Mabeyn-i Hümayun Başkatibi Tahsin Paşa görevinden alınmış ve yerine mabeyn katiplerinden Cevat Paşa, ikinci katip ünvanıyla vekaleten atanmıştı.

“...Bu baskıların sonucunda, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa, 4 Ağustos’ta görevden alınarak, yerine, olumlu eleştiriler alan Ali Cevad Bey atanıyor, eski rejim sayesinde büyük servet sahibi olmuş ve adı bu yüzden kötüye çıkmış Mabeynci Ragıb Paşa da azlediliyordu.”


“Başkatib ve Ragıb Paşa”, Tanin, 5 Ağustos 1908, s.3.

5 Ağustos tarihli “Tanin” gazetesi, her iki azil haberinin büyük bir memnuniyetle karşılandığını kamuoyuna hemen duyurmuştu.
Yine aynı gün ve yine “Tanin”de görevlerinden azledilen Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa ve
Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa'nın yurtdışına kaçmalarının önlenmesi için Zaptiye Nezareti’nden Üsküdar ve Beyoğlu Mutasarrıflıkları’na emir verildiği bildirilmişti.

Tanin, 5 Ağustos 1908, s.4



“2. Mabeynci İzzet Paşa, Devrim’den sonra 30 Temmuz’da, Tarabya’daki Alman Büyükelçiliği’nin Yazlık İkematgahı’na giderek Alman Büyükelçiliği’nin kendisinin gemiyle yurtdışına kaçmasına yardım etmesini istemiş, fakat bu isteği Büyükelçilik makamlarınca reddedilmişti. Paşa bunun üzerine Fransız Büyükelçiliği’ne başvurmuş oradan da olumsuz sonuç alınca evine dönmüştü.
1 Ağustos’ta ise beraberinde saray Başmabeyn katibi Tahsin Paşa tarafından imzalanmış ve resmi görevde olduğu belirtilen (dolayısıyla tutuklanıp gemiden indirilmesini engelleyen) bir belgeyle İngiliz Bayrağı taşıyan bir Mısır gemisine binmiş ve yanında milyonlarca Franklık nakit parayla Türkiye’den kaçmayı başarmıştı. ”

Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, 1888-1923, 2, ss.41-42


Halkın aleyhdeki gösterileri, 5 Ağustos gecesinde başkatib Tahsin Paşa ve Tophane-i Amire Müşiri Zeki Paşa’nın konaklarının önünde de sürdürülmüştü.



“... İstanbul’daki Bulgar Kilisesi’nin açılması için Baskatib Tahsin Paşa ve İzzet Paşa ile birlikte rüşvet almış olduğunu, Arif Paşa’nın Edirne Valiliği’nde bulunduğu sırada bir Bulgar komitesinden alınan kırk bin Fransız Frangından yine Tahsin ve İzzet Paşalarla birlikte usulsüz olarak kendisine hisse çıkartmış olduğunu, her yıl Bulgaristan’ın Müslüman halkından kişi başına toplanan ikişer-üçer Frank tutarındaki paraları, zimmetine geçirdiğini iddia ediyor.”

“Hırsız Çetesi”, Tanin, 7 Ağustos 1908, s.3

Karikatür: Kalem Dergisi, 3 Eylül 1908, Sayı 1, Sf 5,
“Feylozof Doktor Rıza Bey’in Tarih-i Tabii Dersi: Efendiler şu karşınızda gördüğünüz mahlukat, karbonifer devrinin en müthiş hayvanatındandır. Bunlar şimdiki fillerin yüz misli yerler yine doymazlardı. Çok şükür ki bugün bunların yalnız Enkaz-ı Azam’ı kalmıştır.”

Kalem Dergisi’nin 3 Eylül 1908 tarihli sayısında yayınlanan bu karikatürde, II. Abdülhamid döneminin muktedir yöneticileri hicvediliyordu. Camekan içerisindeki kişiler, Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa, Başkatip Tahsin Paşa, 2. Katip Arap İzzet Paşa ve Ser Hafiye Kabasakal Mehmet Paşa, Eleştirel sözleri söyleyen ise filozof Rıza Tevfik’ti.(3)

Hasan Rami Paşa (1842-1923): II Abdülhamid döneminde filo kumandanlığı ve Bahriye Nazırlığı yapmıştı ve kendisine Harami Paşa lakabı takılmıştı. Anılarını yayınlamıştı.

Tahsin Paşa (?-1933): II. Abdülhamid’in Mabeyn Başkatibiydi, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra tutuklanmış ve sürülmüştü. Uzun sure sefalet çekmiş, anılarını “Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları” adlı kitabında toplamıştı.

Arap İzzet Paşa (?-1924): II. Abdülhamid’in Mabeyn ikinci katibiydi, padişahın üzerinde büyük nüfuzu olduğu söylenirdi. II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine once Avrupa’ya kaçmış, sonra da Mısır’da yaşamıştı ve büyük bir servete sahipti.

Kabasakal Mehmet Paşa (?-1909):
II. Abdülhamid dönemi paşalarındandı ve ikinci yaverliğe kadar yükselmiş ve Sultan II. Abdülhamid’in Ser Hafiyeliği (Jurnalci) görevini yürütmüştü. Cahilliği yanında padişaha sadakatiyle tanınırdı. 31 Mart Vak’ası şuçlularından sayılıp, Örf-i İdare Mahkemesi kararıyla idam edilmişti.

Tahsin Paşa’nın, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi tarafından 1931 yılında yayınlanan “Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları” adlı eseri, Sultan II. Abdülhamid’in yanında bulunurken şahit olduğu hadiselerin toplanmasından meydana gelmişti. Tahsin Paşa, bu kitabında yakınen tanık olduğu pek çok olayı ve  hakikati anlatmakta, Sultan II. Abdülhamid’in şahsiyeti ve devrinin hâdiselerine ışık tutmaktaydı.

Mabeyn-i Hümayun başkatibi Tahsin Paşa hatıralarında Sultan II. Abdülhamid’in kendisine sıklıkla;
“Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfalık yazı ile ifade olunamayacak siyasi, hissi manaları telkin eder. Onun için ben tahrir-i derecatten (yazılı bilgilerden) ziyade, resimlerden istifade ederim.” dediğini yazmıştı.
Yıldız Albümlerinde, Dolmabahçe Sarayı önünde demirli İmparatorluk Yatı İzzeddin

19. yüzyılda dünya siyasi dengelerinin tamamen Osmanlıların aleyhine döndüğü bir zamanda tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasının dört bir cihetine gönderdiği fotoğrafçılara ülkedeki olayları ve müesseseleri fotoğraflarla tespit ve tescil ettirmişti.
Yıldız Albümlerinde,Topkapı Sarayı


Böylelikle Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı donanması ile askeri müesseselerin, fabrikaların, meşhur şahsiyetlerin, devlet tarafından yapılmış bütün binaların, mekteblerin, karakolların, camilerin, kulelerin, etnografik çevrenin, arkeolojik mekanların, tabiatın, resmi açılışların ve Osmanlı coğrafyasına ziyarete gelen devlet adamlarının fotoğraflarını çektirerek çok değerli ve seçkin bir fotoğraf koleksiyonu meydana getirmişti.

Yıldız Albümlerinde, Salacak


Çok iyi bir fizyonomist (insanların yüz çizgilerinden karekterleriyle ilgili ipucu çıkaran) olan Sultan II. Abdülhamid, Harbiye’ye girecek öğrencileri, fotoğraflarına bakarak seçermiş. Saltanatının 25. yılında bütün mahkumların tek tek veya üçerli gruplar halinde fotoğraflarını çektirmiş ve mahkumların isimleri, suçları ve mahkumiyet müddetleri de yazılı olan bu albümlere bakarak af kararlarını verirmiş.

Yıldız Albümlerinde, Tophane rıhtımı


Sultan II. Abdülhamid, bu benzersiz koleksiyon ile Ortadoğu’dan Balkanlar’a, Arabistan’dan Kafkaslar’a, Anadolu’dan Osmanlı Adalarına kadar geniş bir coğrafyayı tanıma ve buralardaki faaliyetleri fotoğraflardan takip etme imkanı bulmuştu.

Yıldız Albümlerinde, Tophane Topçu Kışlası, Tophane Camii ve Saat kulesi



Sultan II. Abdülhamid’in hazırlattığı 962 albüm içerisindeki 38.599 fotoğraflık koleksiyon, sadece Türkiye için değil, dünya için de çok önemli bir kaynak olarak önem taşımaktadır.
Yıldız Albümlerinde, Haliç’te kayıkçılar ve Eyüp



Sultan Abdülhamid’in 1880’li yıllara ait fotoğraflarla birlikte 38.599 kareden oluşan bu özel fotoğraf arşivi, Yıldız Albümleri koleksiyonu, İstanbul Üniversitesi’nin dışında British Museum ve Library of Congress ve Bibliotheque koleksiyonlarında da yer alıyor. Bunun da sebebi Osmanlı Devleti’ni tanıtmak için 1890’lı yıllarda ABD başkanı, İngiliz kraliçesi ve Fransız İmparatoruna çekilen bu fotoğraflar gönderilmesi olmuştur.

...


Fotoğrafları çekerken farketmemiştim, ancak eve gelip tek tek bakarken farkettim ki, saçakta dantel gibi olan süslemelerin arasında “Osman” yazmakta.
Büyük bir ihtimalle eski resimle karşılaştırdığımda eskisinde olmadığına göre, 1991’deki restorasyon sırasında değiştirilen parçaların aynısı yapılırken ahşap işleri ile ilgilenen usta belli ki kendisinden bir anı bırakmak istemiş.






...
Ne “Şam”lı Tahsin Bey’in şekeri,
    Ne “Arab” Tahsin Paşa’nın yüzü*...
Ben, Hürrem Bey ve biri bayan iki arkadaşı ile sohbet eşliğinde içilen bir bardak çayı,
başka hiçbir şeye değişmem
...
* Ne Şam'ın şekeri, Ne Arabın yüzü; bir fayda temin etse bile karşılaşılmak istenmeyen, kendisinden bir fayda gelecekse dahi, tercih edilmeyen kimseler için kullanılan bir deyimdir.



(1)Filoksera: Kökeni Amerika olan ve bağlarda görülen bir böcektir. 1863’te İngiltere’de 1868’de Fransa’da yayılarak büyük tahribat yapmıştır. 1873-1880 yılları arasında Fransa bağlarının harab olması yüzünden İzmir çevresinin bağları değerlenmişti. Filoksera, Osmanlı Devleti'nde önce İstanbul ve çevresinde görülmeye başlamış, ardından Edirne, Kırklareli, Bursa, Balıkesir, Bilecik, Manisa, İzmir, Aydın, Denizli ve Afyon da filokseradan zarar gören vilayetler olmuştu. 1875 yılında filokseralı yerlerden gelecek ağaçların Osmanlı Devleti’ne sokulması için sadaretten Rusumet Emaneti’ne yazılmış tebligatın faydası olmamış, 1880 yılında “Üzüm Bağlarına Arız Olan Filoksera Rahatsızlığına Dair Nizamname” yayımlanmıştı. Böylece hastalıklı yerlerden ürün ve bağ çesidi alınması yasaklanmıştı.

F. Reşit Unat, “Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi bir Bakış”, Milli Eğitim Basımevi, 1998, Ankara

(2) Aşçıdede Halil İbrahim: İbrahim Efendi (Aşçıdede), Erzincan velîlerindendir. İsmi İbrâhim bin Halil bin Muhammed Ali Bey’dir ve 1828 (H.1244) sene­sinde İstanbul’da Kandilli’de doğ­muştur. Bir hac seferinde Medine’de vefât ettiği ve orada defnedildiği nakledilir. Babası Muham­med Ali Ağadır. Dedesi de Kastamo­nulu Uzun Halil Ağa diye tanınan meşhûr bir kişidir ve yeniçeri devrinde Anadolu Hisarında köy ağa­sı gibi hatırı sayılırmış. Ba­bası beş yaşında iken yetim kalan Halil İbrahim, amcasının yanında büyü­müştür. Annesi Çerkeşoğulları denilen bir aileden Hasan Ağanın kızı Behiye Hanımdır. İbrâhim Efendiden önce bir kız çocukları doğmuş ve küçük yaşta vefat et­miştir.

“Babası yeniçeri başçavuşu olup, Rusya muhârebesinde iken İbrâhim Efendi doğmuş, babasına müjdelenmiştir. İbrahim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvuf­ta Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sona Erzincan’a gi­dip Hacı Fehmi Erzıncânî hazret­lerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun sohbetlerinde kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede rûznâmeci ola­rak vazîfe yaptıGeçen asrın ikinci yarısında kaleme alınmış olan Aşçı Dede ibrahim Beyin Hâtıraları, tarih ve cemiyet ilmi bakımından çok zengin ve kıymetli bir vesikadır. Herbiri dörder beşer yüz büyük sahifelik üc ciltten mürekkep olan bu hâtıralar, Üniversite Kütübhanesinin Türkce yazmaları arasında bulunmaktadır.

İstanbullu, orta halli, hattâ fakirce bir ailenin evlâdı olarak doğmuş, ilk rüşdiye mektebinde mahdud bir tahsil görmüş, sonra kâtiblikle memuriyet hayatına atılmış, evvelâ Mevlevi ve sonra Nakşibendi tarikatına intisâb etmiş olan ve hayatının sonlarında yine mevlevî olan, tarikatta Aşçı Dedeliğe kadar yükselen İbrahim Bey, kendisine mahsus zarif ve tatlı bir hikâye üslubuna sâhibdir. Hâtıralarında, kuvvetli bir müşahid olduğunu gösteriyor. Bu muazzam eserde yüz yıl evvelki Türk hayatı, İstanbul, Erzincan, Erzurum, Şam, Hicaz ve Edirne vilâyetleri arasında dolaşmış bir memurun hayatı, o memleketlerin hâli, resmî dâireler, kalemler, tekkeler, tekke hayatı, şeyh efendiler, bu şeyh efendilerin nüfuzu pek şirin bir lisanla anlatılmıştır.

Ben, bu zengin ve kıymetli eserden, tahsili mahdut olan muharririnin hikmet konuştuğu yerleri ayıklayıp atarak sizlere en şirin, en güzel taraflarını sunacağım. Aşçı Dede ibrahim Beyin bâzı garib hallerini ve aşırı derecede samimî itiraflarını hoş görünüz, Bu kitab ile kütüphanenize pek orijinal, inanın bana, pek kıymetli bir eser koyacaksınız. İbrahim Beyin hal tercemesi bu hatıralarının içindedir. Ölüm târihini maalesef tesbit edemedim, yaşı yüze yaklaşmış olarak meşrutiyetin ilk yıllarında İstanbulda vefat etmiş olacaktır. Hafızası çok zengin hâtıralarla dolu Edirneli Rakım Bey, memuriyetden Edirnede emekliye ayrılan Aşçı Dede İbrahim Beyin ak sakallı bir pîr olduğunu söylemiştir.

Nerede olduğunu bilmediğim kabri nûr ile dolsun.” 

Reşad Ekrem Koçu



(3)Rıza Tevfik (Bölükbaşı) (1869-1949): İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi, şair ve devlet adamı Rıza Tevfik, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İstanbul’un asayişinden sorumlu kişi olarak Selim Sırrı Tarcan Bey ile birlikte at üzerinde dolaşırdı. Bir sure sonra İttihat ve terakkicilerle anlaşmazlığa düşüp 1912’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girip Sultan II. Abdülhamid’e bir şiir yazarak ondan özür dilemişti.

Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör ........... bak günâhına. 

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına. 

'Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına. 

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına. 

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına! 

Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
........... pis külâhına. 

Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına. 

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına. 

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh'ına. 

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına. 

Rıza Tevfik Bölükbaşı 


1918’de son Osmanlı kabinesinde Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) olarak yer almış, 1919’da Şuray-ı Devlet (Danıştay) Reisliği’ne atanmış ve Şuray-ı Devlet Reisi olarak, Sadrazam Damat Ferit Paşa, Eski Maarif Vekili Bağdatlı Mehmet Hadi Paşa ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey ile birlikte, 10 Ağustos 1920’de (daha sonra 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Andlaşması ile geçerliliğini kaybeden) Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı sonrasında İtilaf Devletleri (Fransa, İtalya, İngiltere, Japonya, Ermenistan, Belçika, Çekoslovkya, yunanistan, Hicaz, Polonya, Portekiz, Romanya ve Yugoslavya) tarafından paylaşılmasına neden olacak, Sevr Andlaşması’nı imzalamış, 1922’de yurt dışına kaçmıştı. Af Kanunu’ndan yararlanarak, 1943’te “hesaplaşmak için değil, vedalaşmak için” Türkiye’ye dönmüş, 31 Aralık 1949 tarihinde felç tedavisi için yattığı İstanbul Vakıf Gureba Hastanesinde Zatürreden vefat etmişti.
Bazı hatıraları, İletişim Yayınları tarafından “Biraz da Ben Konuşayım” adı altında yayınlanmıştı.



Kaynaklar

“Geçen asrı aydınlatan kıymetli vesikalardan bir eser; HATIRALAR” Aşçıdede Halil İbrahim
Reşat Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbaş, İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kollektif Şirketi, Sirkeci-İstanbul, 1959

“Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar”, Nahid Sırrı Örik

Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar”İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Sf 1067

“Matbuat Hatıralarım”Ahmet İhsan Tokgöz,1888-1923, 2, ss.41-42

“GÖZTEPE”, Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu ,Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1969

“Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi bir Bakış”F. Reşit Unat,
Milli Eğitim Basımevi, 1998, Ankara

“Kapalı Hayat Kutusu-KADIKÖY KONAKLARI”, Dr. Müfid Ekdal, YKY, 2004, İstanbul

BÜYÜKADA’DA BÜYÜK TALAN...

1885 -1890 yılları arasında Büyükada’da, bugün bile adanın en büyük özel arazilerinden birinin üzerinde, Mimar Perikles Fotiadis’in tarafından tasarlanıp, planı çizilmiş, Yorgo Simota Kalfa tarafından inşaa edilmiş olan, Osmanlı Hariciyecilerinden Manuk Azaryan Efendi Köşkü ve arazisi yağmalanıyor...
Manuk Azaryan Efendi Köşkü’nün inşaa edildiği yıllardan, belki de en eski fotoğrafı.

1870 yılında Pera’da bir fotoğraf stüdyosu açıp İstanbul’un kırsal görünümlerinin fotoğraflarını çeken Gulmez Frères kardeşler, 1900’de stüdyolarını kapatmış ve bütün fotoğraflarını Aşil Samancı’ya satmışlardı.


Köşkün ve arazisinin yangından sonraki ve bugünkü hali.

Azaryan Efendi’den sonra, Tophane Müşiri Zeki Paşa’nın mülkiyetine geçen Köşk, daha sonra birçok sahip değiştirmiş, son sahiplerinden Karaman’lı bir Rum ailenin, Seferoğulları’nın adıyla anılır olmaya başlamış, 1972’den sonra da Büyükada Tenis ve Su Sporları Kulübünün yönetim binası olmuştu. 


Arazinin yangından sonraki hali

Köşkün arazisi içerisine yapılan site inşaatı.
Oldukça geniş bahçe içerisinde bulunan köşkün kıyısında bir de plaj bulunmaktaydı. Kâgir bir bodrum üzerinde iki katlı ve çatı katından oluşan köşkün eğimli araziden ötürü güney yönünde bodrum katı dayanak duvarlarına bitişikti. Denize yönelik kuzey cephesinde bir revak mevcuttu. Bodrum katında sarnıç, mutfak, kiler, çamaşırhane gibi servis birimleri bulunmaktaydı ve Birinci ve ikinci katları yapının merkezini dik açı ile kesen iki eksene göre simetrik olarak iç sofalı (karnıyarık) plan düzeninde yapılmıştı.

İnşaatın ve katledilen ağaçların havadan görünüşü.

Köşkün Zemin katı ve üst katında kuzey-güney doğrultusunda bir uçtan bir uca uzanan sofaları olan köşkün ana girişi zemin kattaydı ve güney cephesine geniş bir teras yerleştirilmişti. Terastan iki kollu mermer merdivenlerle bahçeye inilmekteydi. Bu terasları ve iki yandan kuşatan zemin kata ait mekânların köşeleri pahlanmış ve buraya yarım altıgen şeklinde kitleler oturtulmuştu. Köşkün kuzeydoğu köşesinde “Mehtabiye” de denilen Cihannüma vardı. Kulede çepeçevre balkonlarla kuşatılmış olan iki ayrı kat bulunmaktaydı ve bunların üzeri çinko kaplı konik bir külahla örtülmüştü. Genel olarak Sultan II. Abdülhamid döneminin eklektik zevkinin egemen olduğu köşkte, pencere üstlerindeki konsollu küçük saçaklardan ve diğer ayrıntılarda ampir üslubun etkileri görülmekteydi.
Köşkün yanmadan önceki hali ve havuz
Ne yazık ki bu emsalsiz Köşk,
25 Ağustos1999’da yanarak yokolmuştu.
Nizam, Çankaya Caddesi ve Köşkün ve arazisinin girişindeki kule.
O sırada, küçük kızım Defne ile beraber Bostancı’dan vapur ile Büyükada’ya yaklaştığımızda bu yangına şahit olmuş, çok üzülmüştük. Üzüntümüzün tek nedeni, bir tarihin daha acımasız alevlere teslim olup yokolması değildi sadece, esas nedeni bizim de aile anılarımızın içerisinde önemli bir yeri vardı zira Seferoğlu Köşkü’nün. 1992 yılında bir yazlık ev arayışına girmiş, epey bir düşündükten sonra, İstanbul’un bu çok yakınında olup da bir o kadar da şehrin yoğun trafiğinden ve karmaşasından uzak kalabilmiş noktasında ev arayışına başlamıştık. Epeyce bir arayışın sonunda hem kesemize hem de zevkimize uygun küçük ama sevimli bir ev sahibi olabilmiş, 17 Nisan 1993’te de taşınmış ve yaz aylarını artık Büyükada’da geçirir, işe oradan gidip gelir olmuştuk karı, koca. Çocuklar da okullar kapandıktan sonra gözümüzün arkada kalmadan bırakabileceğimiz bir sayfiyenin keyfini bolca çıkartmışlardı.
İşte o sıralarda yaz aylarında özellikle çocukların gün içerisinde deniz ve güneşten istifade edebilmeleri, bizlerin de en azından hafta sonu bir nebze deniz ve güneş keyfi çıkarabileceğimiz bir çözüm arayışında, karşımıza Seferoğlu Tenis ve Su Sporları Kulübü opsiyonu çıkmıştı, hem kolayca ulaşılabilecek bir yerde olması, ki çocuklar yürüyerek on dakikada, bisikletleri ile beş dakikada ulaşabilmekteydiler, hem de güvenli ve temiz bir yer olması tercihimizi etkilemişti. Giriş çok da kolay olmamış, araya bazı hatırlı dostlar sokularak üyeliğe kabul edilebilmiştik. Açıkcası ben çok fazla istifade etmesem de çocuklar fazlasıyla tadını çıkartmışlardı, Kulübün.
Bense az da olsa gidiş gelişlerimde Köşk’le daha fazla ilgilenmiş ve bahçesindeki 450 kadar ağacın yarattığı o temiz ve doyumsuz keyfi yaşamayı tercih etmiştim. İşte bu nedenle bir kat daha fazla üzüntü duymuştuk onun denizden yanışını izlerken, ertesinde gidip baktığımızda kâgir olan kısımlarını ve sadece üç ya da iki tane tuğla bacasını dikilmiş olarak ayakta görebilmiştik, bir saat kadar kısa bir süre içerisinde o ahşap güzelim köşkten geriye sadece külleri kalmıştı.
Köşk’te yanmadan kısa bir süre önce Yılmaz Karakoyunlu’nun aynı adı taşıyan kitabından uyarlanan “Salkım Hanımın Taneleri” isimli film çekilmiş, hatta film köşk yanıp yokolduktan 3 ay kadar sonra sinemalarda gösterime girmişti,
19 Kasım 1999’da.
Sonraki yıllarda arasıra yine Büyükada’ya gittiğimde uzaktan adaya yaklaştıkça köşkün yerinde kalan boşluğa bakar iç geçirirdim.
Köşk, yangından kalan kagir kısımlar üzerinde  yeniden yükseliyor!..
Şimdi öğreniyorum ki, Köşk onarılıyor, yeniden canlandırılıyormuş, ancak önce sevindiğim bu haberin ardından fotoğraflara baktığımda sevincim kursağımda kalıyor.
Zira o güzelim bahçeye köşkün restorasyonu karşılığında sanki, 15 tane ikiz villa inşaa ediliyor ve elbette tüm bunun karşılığında da o 450 kadar tescil edilmiş ağacın birçoğu da katlediliyor.
Köşkün arazisi içerisinde o zamanlar da doğu tarafındaki sınırında yapılmış iki üç tane kimliksiz küçük apartmanın yıkılıp yerine yapıldığı iddia edilse de yeni villaların kapladığı alan eski blokların alanından çok fazla, bununla da kalmayıp batı tarafındaki sınıra da eskiden bahçe olan kısma da yine villalar inşaa edilmekte.
Yoğun yapılaşma!..
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi sahile de denize sıfır, dört beş katlı büyük bir blok dikilmekte ki o da otel olsa gerek.

SON DURUM!..

İnşaatın ilk resimlerindeki temellere bakınca 13 adet olduğu görülebilen villa sayısı, satışlar iyi gitmiş ve iştah iyice kabarmış olacak ki arazinin güneybatı köşesinde kalmış küçücük köşe parça üzerine de son anda bir ikiz villa eklenerek, sığıştırılarak sayı 15’e çıkartılmış.



Ve 2018...