Sayfalar

30 Temmuz 2015 Perşembe

Güngörmemiş Kaba bir Taş’a Menkîbe (Övmece)...

Şu hayatta neler oluyor. 
Neler, nelerin olmasını sağlıyor. 
Yıldırım düşmüş, infilak etmiş, 
Parçalar dağılmış, 
Bir parça yüzünden semt ismi olmuş, 
Sonra, orada bir liman yapılmış, 
Taşlardan biri abide-kitabe olmuş, 
Sonra, ona yazılar yazılmış, 
Asırlarca kalmış,
ve sonunda yenilenmiş. 
Neler oluyor bu hayatta, Neler?




















Bu şiiri ile, aslında anlatmaya çalışacağım Menkîbe’nin özetini yapmış Gazeteci, Yazar Nazan Şara Şatana... 

Ben, O “neler oluyor hayatta dedirten” vak’a’ları biraz daha ayrıntılarına inerek aktarmaya çalışacağım, hepsi bu... 

Menkîbe, genellikle din büyüklerinin ve tarihe mal olmuş kişilerin yaşamları ve olağandışı davranışlarıyla veya olağanüstü olaylarla ilgili masalsı anlatılardır, çoğu zaman da insanlara çok inandırıcı gelmezler ama yine de dilden dile aktarılmaktan alıkoymaz bu durum onları... 

Menkîbe’miz İstanbul’un fetih yıllarına kadar götürecek bizi, hatta zaman zaman daha eskilere de gitmek gerekecek. 

Henüz 20. yaşını yeni bitirmiş, 21. yaşını süren Osmanlı’nın 7. Padişahı II. Mehmet’in, 1453 yılının 2 Nisan’ında kuşatma altına aldığı ve 57 gün sonra 29 Mayıs Salı günü, Ortaçağ’ın sonunu Yeniçağ’ın başlangıcını doğuran fethi ile Ortaçağ’ın en parlak ve zengin şehri olan Konstantinopolis, 1123 yıllık Doğu Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun başkentliği ünvanını da kaybetmişti. 

İstanbul, O zamanki adıyla Byzantion, Doğu ve Batı Roma ayrılmadan daha 65 yıl önce 330’da İmparator Büyük Konstantin’in isteği ile “Nova Roma” (YeniRoma) olarak Roma İmparatorluğu’nun başkenti olmuş, ismi İmparatorun ölümünden sonra onun anısına Konstantinopolis’e çevrilmiş, 395’te de Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu’nun ayrılmasından sonra, önce Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini, daha sonra da Batı Roma’nın yıkılmasıyla zamanla adı Bizans İmparatorluğuna dönüşen devletin başkentliğini yapmıştı. 

Ancak, 1204-1261 yılları arasında Dördüncü Haçlı Seferleri sırasında işgal edilip yağmalanan ve büyük hasar alan kent, bu 57 yıllık ara dönemde Latin İmparatorluğu’nun başkenti haline gelmişti. 

Şimdi, biraz daha eskilere döneceğiz, biraz dediğime bakmayın fetihten neredeyse
bir milenyum öncesine; 
Bizans İmparatoru Jüstinyen
(I. Iustinianos, 482-565) döneminde İstanbul’da yaşamış bir avukat’ın oğlu olan Yunan tarihçisi ve biyografi yazarı Milet’li (Hesykhios) Hesychius Illustrius, M.S. 196’da şehri işgal eden ve şehre zarar verilmesine izin veren, daha sonra da oğlu Antonius Caracalla aracılığıyla yeniden inşaa ettirten ve o kısa dönemde şehrin adını da oğlunun anısına “Augusta Antonina” olarak değiştirten Roma İmparatoru Septimius Severus’un Herakles’e adanmış olan koruluğun içerisinde bulunan ve büyük bir ihtimalle işgal sırasında hasar görüp yıkılan Zeus Hippios Sunağı’nın üzerine Zeuksippos Hamamı ve Gymnasium’unu inşaa ettirdiğinden bahseder. Ve, hamamın adını da üzerine inşaa edildiği Zeus Hippios Sunağı’ndan aldığına ilişkin söylencelerden bahseder ki, 10. Yüzyılda Suidas’ın kaleme aldığı Bizans’ta yazılmış 30.000’e yakın tanım içeren “Suda” ya da “Souda” olarak adlandırılan ve Antik Akdeniz Dünyası ile ilgili bilgiler veren Ansiklopedik Sözlükte de hamamın Septimius Severus tarafından Hipodrom ile birleştirdiğini ve buradaki kutsal alan içerisinde yapıldığını, o yüzden de Zeuksippos adının verildiğini yazılmıştır. 

Doğu Roma İmparatoru,
Dominus Noster Flavius ZENO Perpetuus Augustus (425-491)
Bunun yanında, M.S. 484’de İmparator Zeno’ya karşı ayaklanan ve 488’de yenilip kafası kesilerek öldürülen ve aynı zamanda da şair olan Doğu Roma İmparatorluk generallerinden Leontius’un kısa manzumesinde (epigram/nükte) Zeuksippos Hamamı ve Gymnasium’u, Hipodrom’la birleşik olarak değil ayrı bir yapı olarak ele alınmıştır. 

“Bir yanımda keyifli
Zeuksippos hamamı,
Diğer yanımda ödül kazanmış
atların meydanı.
Burada bedenlerini yıkayanları seyredip,
Huzurumuzdaki ziyafet için
burada soluklan;
Ve tekrar Stadionlara dönmek için,
Akşam yemeğine
gene vaktinde gelebilirsin,

Sanki, evinden
yanıbaşındaki komşuna gider gibi...” 

11. yüzyıl Bizanslı tarihçisi Georgius Cedrenus (George Kedrenos) ise “Dünya Tarihi’nin Özgeçmişi”nde, hamamın hem taş, hem de mermer işleme sanatları yönünden görkeminden ve tunçtan heykellerinin neredeyse canlanacak derecede başarıyla betimlendiğinden bahsetmektedir. Antikçağın önde gelen bilgelerinin, şairlerinin, hatiplerinin ve ünlü kahramanlarının (Platon, Sappho, Euripides, Hesiodos, Aristoteles, Julius Caesar, Vergilius vb.) 80 adet tunç heykeli arasında yer alan Homeros heykelini ise şu cümlelerle tasvir etmektedir; 

“Alnı kırışmış ve düşünceli br şekilde ellerini göğsünün altında birleştirmiştir. Sakalı kayıtsızca sarkıktır. Saçları iki yanda alnına doğru seyrelmiş; Yüzü, yaşlılıktan ve derin düşünceden dolayı asılmıştır. Burnu orta ölçüdedir. Gözleri, genellikle körlerin sergiledikleri gibi, göz kapaklarına doğru kaymıştır. Chiton* üstüne 
pelerin giymiştir. Ayaklarının altında bakırdan yapılmış ayakkabı kayışları vardır.” 
*Chiton: Antik çağda erkek ve kadınların giydikleri, 150-180 cm eninde iki dikdörtgen
ipek veya keten kumaş parçasının birbirine dikilmesi ya da (fibula) çengelli iğne ile birleştirilmesiyle oluşan tünik.

Mısır Luxor’un 43 km. Kuzeyindeki Qift (Coptos) kasabası doğumlu Yunan şair
Christodorus (491-518) ise, altı ayaklı dizelerden oluşan 416’lı satırlık şiirinde, Zeuksippos Hamamı ve Gymnasium’unu, çevresini, içindeki ve çevresindeki heykelleri detaylı bir şekilde tasvir etmişti.
Konstantinopolis, temsili resim
Hagia Sophia ve Hipodrom yakınlarında denize bakan yamaçlarda yer alan ve Bizanslılar tarafından Severus Hamamı olarak da adlandırılan Zeuksippos Hamamı ve Gymnasium’unun, 10 Ocak 532 Cuma günü Hipodrom’daki 22. Oyundan sonra başlayıp yayılan ve şehrin yakılıp yıkılması ile sonuçlanan büyük Nika (kazanan sen ol) Ayaklanması sırasında birçok bina gibi, Hagia Sophia ve Hipodrom ile hamam arasında kalan Khalke adlı Soylu Sarayın girişi ile birlikte yandığına dair notları, olaya bizzat tanıklık eden Filistin (Caesarensis) Kayseryalı tarihçi Procopius
(500-565) aktarır.
Hipodromdaki oyunlar, At yarışları


Nika Ayaklanması sonrasında Konstantinopolis 





















Pagan dönemi’nin en görkemli yapılarından biri olduğu söylenen ve daha sonra yıkılan Zeus Hippios Sunağı’nın üzerine yapılan Zeuksippos Hamamı ve Gymnasium’u da Nika Ayaklanması sırasında yanınca bir süre sonra İmparator Jüstinyen (I. Iustinianos) onu eskisinden daha yalın bir şekilde ve heykeller olmadan yeniden inşaa ettirmiş, ancak zamanla eski alışkanlıklarını ve lüksü terk eden halkın ilgisizliği yüzünden ancak 713 yılına kadar kullanılmıştı. Sonrasında Ayasofya’nın yanından başlayarak bugünkü Sultan Ahmet Camii’nin arkasını kaplayacak şekilde yapay teraslar üzerinde yayılmış Büyük Saray’ın (Mega Palation) Mahkemesi (tribunal), daha sonra da bir kısmı Noumera olarak adlandırılan hapishane olarak, başka bir bölümü ipek atölyesi ve Oktagonon adıyla anılan işlevi belirlenememiş bir yapı olarak kullanılmıştı.

10. yüzyılda ise yapılan restorasyonla
Soter Khristos tes Khalkes Kilisesi’ne dönüştürülmüştü. 


British Academy İngiltere Büyükelçiliği vasıtasıyla 17 Temmuz 1926’da Maarif Vekaleti’nden resmi başvuru ile Sultanahmet bölgesinde kazı yapmak için, kazı sırasında çıkabilecek eserlerin üçte birinin akademiye ait olmasını ve İngiltere’ye götürebilme için izin istemiş ancak Maarif Vekaleti bu isteği Âsâr-ı Âtîka Nizamnâmesi gereğince sakıncalı bulmuş, 26 Eylül 1926 tarihinde Bakanlar Kurulu'nda görüşülen konu üzerine British Academy adına Stanley Casson’a At Meydanı kazısı izni, Âsâr-ı Âtîka Nizamnâmesi’ne tamamen riayet etmek kaydıyla verilmişti. Oxford Üniversitesi Arkeoloji Profesörü David Talbot-Rice, Arkeolog Geoffrey Francis Hudson ve Mr. Johns’dan oluşan heyet, kazı komiseri Haydar Bey’in ve sık sık kazı yerine teftişe gelecek olan Müze Müdürü Halil Ethem Bey’in nezaretinde 27 Mart 1927’de başlamıştı. At Meydanı ve Ayasofya Hamamı önünde iki ayrı bölgede sürdürülen kazı çalışmalarında, Ayasofya Hamamı önündeki kazı çalışmaları ile ilgili Müze Müdür Halil Ethem Bey, “...Üç ay devam eden kazı sonucunda sadece Bizans Devri’ne ait pek çok pişmiş toprak kap, birçok bakır sikke ve mimarî özelliği olan taşlar, birkaç heykel ve toprak altında bulunan bazı yapılar, su yolları tespit edilmiştir. Ayasofya önlerinde yapılan kazılar sırasında Bizansa ait bazı duvarlar ve birbirine bakar vaziyette pilpayeler, bunların altı metre altında temel kısmında bir takım su yolları bulunmuştur. Mimarî tarzından bu yapının Bizans Devri’ne ait Zeuksip (Zeuxippos) hamamına ait olabileceği tahmin edilmiştir... Çalışmalara 19 Haziran 1927 tarihinde son verilmiş, açılan çukurlar kapatılmış ve çıkarılan eserler müzeye nakledilmiştir. Heyet, kazıya ait etütleri Oxford’da değerlendirmek üzere 25 Haziran’da İstanbul’dan ayrılmıştır.” diye bir değerlendirme yazmış, bir sonraki yıl 4 Nisan 1928’de tekrar başlatılan kazılarla ilgili olarak da, “...Devam eden çalışmalar sırasında yine Roma ve Bizans devirlerine ait taş ve tuğladan yapılmış sağlam enkaz kalıntılarına ve bina temellerine rastlanmıştır. Ortaya çıkarılan bu bina kalıntılarının çeşitli devirlerde farklı amaçlarda kullanıldığı anlaşılmıştır. Bir önceki yıl çıkarılan ve Bizans Devri’ne ait olan pilpayelerden biri daha bulunmuştur ki bunların görünüşüne bakarak bir kaya veya kemerlerin dayanağı olduğu anlaşılmıştır. Buna rağmen yapının bütününün niteliğini tayin etmeye yetecek kanıtlara ulaşılamamıştır. Daha sonraki çalışmalarda çeşme veya hamam kurnasına ait bir parça ile 1.55 m uzunluğunda mermerden yapılmış büyük bir mihrabî kemer bulunmuştur. Bu bulgularla, kalıntılarına bir önceki yıl rastlanan bu yapının Zeuksip (Zeuxippos) hamamı olduğu doğrulanmıştır.” diye Zeuxippos Hamamının keşfinden bahsetmiştir.

1928’den sonra İngiliz Sanat Tarihçisi ve Arkeoloji Profesörü David Talbot-Rice 1951-56 yılları arasında bölgede yaptığı kazılar sırasında bugün “Mozaik Müzesi” olarak sergilenen Büyük Bizans Sarayı’na ait olduğu sanılan döşeme mozaiklerini keşfetmişti. David Talbot-Rice İstanbul’da Ayasofya ve Sultan Ahmet Meydanı bölgesinde Zeuksippos Hamamı ve Gymnasium’u ile ilgili kazı çalışmalarını da belgelemişti. Yakın zaman önce Birmingham Üniversitesi Doğu Akdeniz Arşivinde bir çanta içerisinde bulunan bu fotoğraflar ve bazı çizimler İstanbul'un yeraltı tarihine ışık tutacak önemli belge ve bilgiler içermektedir. Bulunan bu 785 parça görsel, çizim ve notlar üzerinde bilimsel çalışmalar halen devam etmektedir.
Bu dört fotoğraf o kazı çalışmalarında çekilmiş olan ve
Zeuksippos Hamamı-Gymnasium’u olarak belirtilmiş olanlardır.


Soter Khristos tes Khalkes Kilisesi, büyük bir olasılıkla İstanbul’un Osmanlı’lar tarafından fethi sırasındaki 57 günlük kuşatmada, gerek karadan gerekse özellikle denizden yapılan top atışlarıyla hasar görmüş kullanılamaz hale gelmişti. 

Fetih’ten sonraki yıllarda, Sultan II. Mehmet İstanbul’un imarı işlerine özellikle önem vermiş, Haçlı seferleri’nin neden olduğu, Latin istilaları ve yağmaları ile harabeye dönmüş olan şehrin, kısa zamanda dünyanın önemli kentleri arasına katılmasına gayret etmişti. 

Romen Tarihçi, Akademisyen, Yazar, Şair ve Devlet Adamı Nicolae Iorga (1871-1940)
1908-12 yılları arasında kaleme aldığı 5 ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”nde (Geschichte des Osmanischen Reiches) Osmanlı Sultanı II. Mehmet’in portresini; 

“Fatih, her şeyi yok etmek ve sırf şeytanın eserinden başka bir şey olmayan yıkıntıları arkada bırakmakla kendine şöhret sağlamak istemiyordu; O, daha çok, her şeyi sistemli olarak yeniden kurmak ve devamlı bir eser yaratmak istiyordu… Zaten hükümranlık şerefine hakkıyla layık bulunan, ancak kapsamlı bir plan, sıkı ve tükenmez bir çalışma, kesin karar anında bile güven veren bir huzur, insan kudretinden yerinde yararlanma, kan akıtmama, yepyeni bir şekil içinde ahenkli bir devlet kurma sayesinde tasarıdan gerçeğe dönüşmesi mümkün olan böyle bir eseri meydana getirebilecek tek insan idi.”
diyerek çizmişti. 
Costanza de Ferrara tarafından yapılmış
bir Sultan II. Mehmed Madalyonu.

Sultan II. Mehmed (Fatih) madalyonları hakkında daha fazla bilgi için:

http://lcivelekoglu.blogspot.com.tr/2012/02/fatih-sultan-mehmet-ve-ronesans-sanat.html
Sultan II. Mehmet, 29 Mayıs günü vezirleri ve komutanlarıyla birlikte St. Romanos kapısından (Topkapı) şehre girmiş, Hagia Sophia’nın önüne gelerek secdeye kapanmış ve toprağı öpmüştü. Korkudan Kiliseye sığınan halka da onları sadece köle yapmakla yetineceğini söyleyerek dışarı çıkabileceklerini bildirmiş, canlarına dokundurtmamıştı. O sırada Hagia Sophia’nın mermerlerini sökmeye çalışan bir askeri görerek tepki göstermiş ve şehirdeki tüm binaların kendi mülkü olduğunu söyleyerek fetihten önce vermiş olduğu üç günlük yağma ve talan izninin derhal bitirilmesini ve itaat etmeyenlerin derhal idam edilmesini emretmişti. Bu arada tüm hıristiyanlara ve yahudilere şehirde kalabilecekleri, islam şer hukukuna göre yargılanmıyacakları, ibadetlerin özgürce sürdürebilecekleri, sadece ata binmelerinin, silah taşımalarının ve asker olmalarının yasak olduğu bildirilmişti.
Sultan II. Mehmed’in Konstantinopolis’e girişi
Benjamin Constant, 1876
Tuval üzerine yağlı boya, 536x697 cm.
Toulouse Augustins Güzel Sanatlar Müzesi Koleksiyonu
Sultan II. Mehmet’in himayesi sayesinde tahrip edilmeyen Hagia Sophia kısa sürede çan kulelerine dokunulmadan ahşap minareler eklenerek camiye dönüştürülmüş, içerisindeki mozaikler ise yine Sultan’ın emriyle sökülmeyerek kalın bir kireç tabakası ile sıvanmıştı. Hagia Sophia ile birlikte çok sayıda Kilise ve Manastır da bu sıralarda Cami veya Medrese olarak tadil edilmişlerdi.

İstanbul feth edildiğinde Hagia Sophia’nın durumunu Sultan II. Mehmed’in yanındaki Osmanlı tarihçisi Tûr-ı Sîna (Tursun veya Dursun) Bey’in “Târîh-i Ebü’l-Feth” adlı eserinde şöyle anlatır:

“Sultan, feth ettiği kalenin caddelerini, sokaklarını seyr ederek Ayasofya adı verilen kiliseyi görmeyi arzuladı. Beldelerde misli hasıl olmayan o Ayasofya ki, Kayzer'in devleti gibi harabe olmuş ve ülkede ona taş koyacak bir mimar kalmamış. Ondan mamur bir kubbe kalmış olup kemerler, taklar ve sütunlar üzerinde ve güzel sanat eserleri ile müzeyyendir. (...) Cihan padişahı (...) binanın her tarafını dolaşıp kubbeye çıktı. Binanın harap vaziyetini görüp hakikatına vakıf oldu, geri kalan teferruatla uğraşmadı. (...) Süleyman bey ki, -alim ve seçkin bir beydir- İstanbul’a vali tayin olunup şehrin imarı ona ısmarlandı.”

Târîh-i Ebü’l-Feth, ilk kez Hicri 1330’da (1914) yayınlanmıştır.

Sultan II. Mehmet’in uyguladığı imar politikası, bir Cami etrafında oluşturulan İmaret ve Mahalle şeklindeydi. Her Cami bir mahallenin çekirdeği sayılıyor ve beledî hizmetler bu camilerin vakıflarınca yerine getiriliyordu. Bu sistemin yürümesi için Sultan II. Mehmet başta kendisi olmak üzere, tüm vezirlerine birer vakıf kurmalarını emretmiş ve onlara İstanbul’un en kıymetli ve merkezi yerlerinde topraklar bağışlamıştı. Bu sayede de kurulan vakıf imaretlerinin getirdiği akar (gelirler) ile iskân edilen halkın ihtiyaçlarının hızla giderilmesi hedeflenmişti. Bu dönemde İstanbul’da
207 Cami ve Mescid, 24 Mekteb ve Medrese,
32 Hamam, 12 Han ve Bedesten inşa edilmişti. 

Ne yazık ki çok erken bir yaşta, henüz 49 yaşındayken, 1481 yılının 3 Mayıs Salı günü, Anadolu’ya doğru çıktığı sefer için gittiği Gebze yakınlarındaki Hünkar Çadırı mevkiindeki ordugâhında, şaibeli bir şekilde vefat etmişti. 



Sultan II. Mehmet’in vefatından 9 yıl sonra 1490 yılının 11 Temmuz Cuma günü (22 Şabân 895), İstanbul’da sıcak yaz günlerine hiç de uygun olmayan beklenmedik bir fırtına kopmuş, gün ortasında birdenbire hava kararmış, gün neredeyse geceye dönmüş, şiddetli sağanak yağmur ile birlikte yıldırımlar düşmeye başlamıştı. İşte o yıldırımlardan birisi, Soter Khristos tes Khalkes Kilisesi’nin tepesine isabet etmiş, çıkan yangın neticesinde büyük bir patlamaya neden olmuştu. Zira fetih sırasında hasar görerek kullanılmaz hale gelen kilisenin sağlam kalan mahzenleri ( ki bu bölgede günümüzde dahi halen yapılan arkeolojik çalışmalarda mevcut yapı bloklarının altlarında dahi bu tür büyük mahzenlere rastlanabilmektedir), fethin hemen ardından askeri amaçlarla, Atmeydanı Baruthânesi olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ancak burada barut yapılmayıp sadece başka yerlerde yapılan patlayıcı maddelerin depolandığı rivayet edilir.

Bu korkunç patlama sonucunda birçok insan ölmüş (5000’e yakın), çevredeki dört mahalle yerle bir olmuş, kilisenin kubbesinden kopan büyük taşlar havada uçuşarak çevreye, hatta epey uzaktaki mahallelere dahi ulaşmıştı. Onaltı parçasının Adalara, bir parçasının Kızkulesi yakınlarına, bazı parçaların Galata’ya hatta büyük bir parçanın da Sultan II. Mehmet’in yaptırdığı ve uzun yıllar top dökümünün gerçekleştirildiği Tophâne-i Âmire binasının, ki zaman içerisinde sonradan gelen padişahlar tarafından yapılan eklemeler, düzenlemeler ile günümüze kadar gelmiştir, kuzeydoğusunda bin-binikiyüz metre kadar ilerisinde, boğaz kıyılarında suya düşmüştü.

Tarihçi yazar Profesör Mustafa Cezar, Şeyhülislam, tarihçi Hoca Sâdeddin Efendi’nin (1536-1599) Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Kanûnî Sultan Süleyman dönemine kadar olan dönemini anlatan ve her Padişaha ait olmak üzere dokuz bölüm halinde düzenlediği
Tâcü’t-tevârîhinden (Hoca Tarihi de denir), Rüstem Paşa Tarihi’nden, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde yer alan bazı belgelerden, Muallim Cevdet Yazmalarından ve Nur-u Osmaniye Kütüphanesi’nde bulunan bir mecmuadan yararlanarak yazdığı
“Osmanlı Devri’nde İstanbul’da Yangınlar ve Tabii Afetler” kitabında,
“1489 veya 1490 yılındaki yıldırım hadisesi” başlığı altında bu patlamadan şu şekilde bahseder; 

“ … etrafında dört mahalle-i azim ki bir kasaba-i vasıa miktarı var idi,
zir-ü-zer ve sükkanına kayd-ı mevt rehber olub, etrafında olan ebniyenin bazısı tesakıt-ı ahcar ile ve bazısı harekat-ı atika naşi olan zelzele-i rustehiz-i asar ile münhedim
ve eseri mün’adim oldu.
azm-ı asüman eden kubbe-i deyr felek kahr-ı mukarribi seyr idüb kızıl ada kurbinde deryaya düştü.
Perran olan taşlar geçe-i galata ve geçe-i üsküdar’a düştü.” 
sükkan: ikamet edenler, oturanlar, mevt: ölüm, ahcar: taşlar, enbiye: binalar, yapılar
naşi: ötürü, dolayı, münhedim: yıkılmış, harab olmuş, mün’adim: yok olmak
asüman: gökyüzü, deyr: kilise, manastır, kahr: zorlama, cebir, mukarrib: tahrip eden
perran: uçan, uçucu, kurb: yakında olmak, geçe: yaka, karşılıklı iki yandan her biri

11 Temmuz 1490 Cuma günü meydana gelen bu olağanüstü fırtına, Batı’da da duyulmuş ve Alman doktor, tarihçi ve matbaayı kullanan ilk haritacı olan Nürnberg doğumlu Hartmann Schedel (1440- 1514) kaleme aldığı, matbaacılık tarihinin ilk basılı kitaplarından biri olan ve daha çok “Nürnberg Dünya Tarihi” olarak anılan (Liber Chronicarum: Das Buch der Croniken und Geschichten) kitabının “Secunda etas mundi” başlığını taşıyan 1493 tarihli ahşap oyma tekniğindeki gravüründe (harita) yer almış, yayınlanmıştı.

Matbaanın icadından sadece 40 yıl sonra basılan bu kitap ve haritalar Colomb’un yolculuğundan ve Portekizli kaşif Bartolomeu Dias’ın Afrika’nın Güney ucundaki Ümit Burnu’nu geçmesinden hemen önceki dünyayı ortaya koymuştu. Kitapta yer alan ve İstanbul’un yapılmış bu ikinci gravürü Alman haritacı Hartmann Schedel tarafından 1493 yılında yapılmıştı.
İstanbul üzerinde kopan fırtınayı ve Kilisenin çatısına yıldırım düşmesi anını gösteren gravür

Hartmann Schedel tarafından 1493 yılında çizilen, bilinen ikinci İstanbul Haritası









Bilinen ilk İstanbul haritası ise,
Floransalı ünlü gezgin ve haritacı
Cristoforo Boundelmonte (1385-1430)
tarafından 1422 tarihinde yapılmıştı.
Haritada kent içinde birkaç yapı ve kapılar gösterilmişti. Yunanca öğrenmek için gittiği Rodos Adası’nda sekiz yıl geçirdikten sonra, altı yıl boyunca Ege Adalarını dolaşmış, gezilerini anlattığı “Liber insularum archipelagi” başlıklı Latince seyahatnamesi dışında, gördüğü yerlerin kendi eliyle planlarını çizmişti. 15. yüzyıl ve sonrasında geniş çevrelerce okunan bu popüler eserin çok sayıda yazma nüshası bulunmaktadır. Seyahatnamenin 15. yüzyıl’a ait anonim bir Grekçe tercümesi de Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. 
Gezileri sırasında Konstantinopolis’e ve Galata-Pera’ya da uğrayan Buondelmonti,
ada olmamalarına rağmen bu yerleri de seyahatnamesine dahil etmiş, “çok talihsiz bir kent” sözleriyle tanımladığı Bizans başkentinin surlarını, Hipodrom'unu, bellibaşlı sütunlarını, saraylarını, kiliselerini ve sarnıçlarını seyahatnamesinde tarif etmişti.
Osmanlı, minyatürcü, hattat, tarihçi ve matematekçisi Nasuh bin Karagöz bin Abdullah el-Bosnavî, kısacası Matrakçı Nasuh’un 1533’te çizmiş olduğu İstanbul’u gösteren (harita) minyatürde ok ile işaretlenmiş olan cami büyük bir ihtimalle Kagnlı Mescidi’dir. Zira yapılan tanımlamalara ve bugünkü kalıntılarına bakılırsa Atmeydanının (yeşil alan olarak görülüyor) denize bakan yamaçlarında olması gerekir, ki haritada öyle, aradaki evlerin göründüğü alana da daha sonraki yıllarda (1609) Sultan Ahmet Camisi’nin temelleri atılmıştır.




Bu büyük şiddetli patlamanın ardından yıkılan kilisenin üzerine veya yanına yine aynı yıl içersinde kısa bir süre sonra, Sultan II. Mehmet’in arabacıbaşısı Beyazid Ağa tarafından bir mescid yaptırılmıştı. Hemen hemen tüm kaynaklarda dil birliği edilmişçesine mescid için, hatta daha öncesinde yıldırım düşerek yıkılan kilise için de, “Güngörmez” adı kullanılmaktadır ve neden Güngörmez dendiğine dair de bir açıklama yoktur. Hatta söz konusu mahallenin 1934 yılına kadar Güngörmez adıyla anıldığı daha sonra Sultan Ahmet Mahallesi olarak kullanılmaya başlandığı söylenir.


Gün görmez konusunda şu ana kadar bulabildiğim tek bilgi. D.G.S.A. Öğretim görevlilerinden Y. Mimar Naci Meltem’in “İstanbul’un Küçük Limanları” ile ilgili olarak 1948 yılında yazmış olduğu bir makaledir.

“Acem Şahı (Sasani Kralı) Hürmüz-ü Sani’nin (ikinci) oğlu olup Büyük Konstantin'in (324-337) zamanında İstanbula gelmiş olan Hürmüz, saray ileri gelenleri tarafından bir suikaste kurban olan babasının vefatı üzerine eğemenlik haklarından mahrum bırakılarak hapis edilmiş idi. Kendisinin hakikî varisi olduğu taht, sonradan doğan ve ikinci Şapur namile şöhret alan çocuğa tahsis edilmiştir. Hürmüz bir çok sene mahpus kaldıktan sonra. zevcesinin muavenetile Irandan firar ederek (323) İstanbula iltica etmiş ve imparator tarafından iyi karşılanmıştı. Burada hristiyanlığı kabul ederek kendisine himaye gösteren memlekete hizmetler ifa etmişti. Şehzade Hürmüz Julien'in 
(Justinyen olmalı) zamanında İran üzerine vuku bulan sefere iştirak etmiş, imperator onun ikametine kendi sarayı yakınında bir saray tahsis etmiş idi. Hürmüz sarayı küçük Ayasofya civarında mevcut olmuş bulunduğuna göre o isim ile anılan mersanın Çatladıkapı mevkiinin önüne doğru imtidat eden koyda bulunmuş olduğuna şüphe yoktur. Müverrih ‘Codin’ne nazaran ‘Sophiya’ limanı inşa edilmeden evvel gemilerin demirlediği küçük limanın ismi Ormızdas - Hürmüz imiş. Evliya Çelebi külliyatının birinci cildinde deryaya müteallik tılısımlı acibe bahsinde diyor ki: ‘Evvelâ Çatladıkapıda GÜN GÖRMEZ sarayı (Hürmüz sarayı olacak) canibinde bir tılısım vardır. Çarköşe bir dev suratı idi ki kaçanki Akdeniz tarafından düşman gemileri zahir olsa mezkûr tunç dev suratından bir ateş zuhur edüp keş-tiler ihrakı binnar olurlar' idi.’.”

diyerek, Güngörmez Sarayı’ndan bahsetmektedir. Bazı tarihçiler bu sarayın hem Boukoleon, hem Hürmüz (Hormisdas) hem de İustinianos Sarayı olduğunu belirtirler.

Boukoleon Sarayı 13.yüzyıl temsili resmi.


Boukoleon Sarayı 19.yüzyıl

Görülen harabeler, üç saraydan ve saray limanından zaman içinde ilaveler ve değişiklikler yapılarak oluşmuş son halinden arta kalanlardır.


Gerçekte, 18. Yüzyıl tarih ve biyografi alimi Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, 1768 yılına kadar İstanbul’da inşaa edilmiş bulunan 821 cami ve mescidi 15 yıl boyunca tek tek dolaşarak yaptığı araştırma sonucunda toparladığı bilgileri,
1768-69’da başlayıp, 1779’da temize çekip, 1781’de de tamamlayabildiği “Hadikatu’l-Cevami” (Camiler Bahçesi) adlı eserinin I. Cildi 173. sayfasında;

“Kanglı (Kağnılı) Mescidi Der Kurb-i Cami-i Sultan Ahmed Bânisi Fatih’in Arabacıbaşısıdır. Kanglı (Kağnı) tabiri arabanın türkîsidir (türkçesidir). Merkadi nâma’lumdur. Minberini Cebeciyan Çorbacılarından Hüseyin Ağa vaz’ eylemiştir. Ve karîbinde (yakınında) Arasta Hamamı ve mukabilinde (karşısında) İskender Paşa Mektebi vardır. Kendi dahi anda medfundur (defnedilmiştir). Hademesi ve vezaifi Ayasofya-yı Kebîr’den verilir. Mahallesi vardır.”

diyerek Mescidin adının “Kanglı” (Kağnılı) olduğunu kesin bir dille belirtir.

Kubbesine yıldırım düşmesi sonucunda çıkan yangında mahzeninde bulunan barutların infilak etmesiyle yerle bir olan kilisenin “Soter Khristos tes Khalkes” olan adının ne ifade ettiği konusunda elimizde bir bilgi yok, ancak kadersiz, güngörmez gibi yada o anlama gelecek özel bir anlamı yoksa, hikayenin tümüne bakacak olursak; Ve Zeus Sunağı’nın yıkılmasını, üzerine yapılan Zeuksippos Hamamı ve Gymnasium’unun Nika Ayaklanmasında yanmasını, tekrar yapıldıktan sonra yıkılmasını, daha sonra yapılan kilisenin yıldırım çarpması sonucu yanarak yıkılmasını, hatta tüm mahallenin yerle bir olmasını ve insanların ölmesini göz önüne alırsak, mahalleye, üzerinde inşaa edilmiş adı her ne olursa olsun ister kilise, ister mescid “Güngörmez” adından daha yakışan bir isim olamazdı herhalde diye düşünmeden edemiyorum. Ve bu ismi de muhakkak bu olayların kulaktan kulağa yıllarboyu anlatılagelmesi neticesinde halkın kendi kendine uydurduğunu...

















1609 yılının güneşli bir Ekim gününde
Sultan I. Ahmed, At Meydanı ile deniz arasında kalan büyük arazi üzerinde, büyük bir cami projesini bizzat temeline kazmayı kendi vurarak başlatmış, ameleler ile birlikte temelden toprak taşımıştı. İnşaat alanına uygun yer için uzunca süre düşünülmüş, Ayşe Sultan’a ait olan büyük Saray, Otuz yük dinar has altın ödenerek satın alınmış, yıktırılmış ve inşaata öyle başlanabilmişti.
Sultan Ahmet Camii’nin 1928 yılında uçaktan çekilmiş resmi. İşaretli nokta Kanglı Mescididir.















Projenin kapladığı alan, Ayasofya’yı ve Süleymaniye Camii’ni geçiyordu. Mimarbaşı Sedefkâr Mehmet Ağa’nın uzun çalışmalardan sonra planını çizdiği ve Sultan I. Ahmed’e sunduğu bu cami Sultan Ahmet Camii idi. Cami, Medreseler, Hünkar Kasrı, Arasta, Hamam, Çeşme, 3 adet Sebil, Türbe, Darüşşifa, Sıbyan Mektebi, İmarethane, Kütüphane ve kiralık odalardan müteşekkil Külliye 7 yılda tamamlanmış, 1616 yılının 2 Haziran’ında Cuma günü açılışı büyük bir merasim ile yapılmıştı.
Sultan Ahmet Camii’nin uçaktan çekilmiş başka resimleri. İşaretli noktalar Kanglı Mescididir.















Külliyenin birçok kapısından birisi de Meyyit (cenaze) kapısıydı ve Kanglı Mescidi de hemen bu kapının batısında yer alıyordu, hatta Mescid Külliyenin arka cephesinin duvarına bitişik bir haldeydi. Külliyenin 3 Sebilinden birisi de hemen Mescidin yanıbaşına isabet etmişti.



























Yapı Kredi Bankası’nın, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim üyelerinden Halûk Sezgin’e Kanglı (Kağnıcıbaşı veya Güngörmez) Mescidi için hazırlattığı ancak kullanılmayan Restorasyon ve Restitüsyon projesinden Vaziyet Planı ve Mescidin Restitüsyonu.

Ressam Ahmet Ziya Akbulut’un (1869-1928)
"İstanbul’un eski bir köşesi” adlı tablosunda

Meyyit (cenaze) Kapısı, Sebil ve Kanglı (Kağnıcıbaşı) Mescidi























Kanglı Mescidi’nin sadece temel duvarları ile minaresinin tuğla ve taş karışımı bir yapı tekniğiyle inşaa edilmiş kürsüsü ve pabucu, bazı duvar kalıntıları ve Sebil’den kalanlar, bugün Tavukhane sokak üzerinde görülebilmektedir.
Sultan Ahmet Camii’nin Sebilinden geriye kalan çeşmenin solunda arkada
Kanglı Mescidi’nin minaresinin kaidesi görülebilmekte.
Ayasofya-ı Kebir Vakfı’nda bulunan muhasebe bilanço kayıtlarından, Kanglı Mescidi’nin en son 1595 tarihinde faaliyette olduğuna, hatta o tarihlerde bazı onarımlar geçirdiğine rastlanmaktadır.
“Alman Mavisi” haritalarda Sultan Ahmet Camii ve Kagnlı Mescidi.
İstanbul’un kent planlamasına temel oluşturacak harita alımı için ilk adım İstanbul Şehremaneti’nce, Halil Edhem Bey’in (Eldem) şehreminliği döneminde (20 Temmuz 1909 - 6 Ocak 1910) atılmıştır. Bu haritaların oluşturulması için gereken “Nirengi sistemi kurma işi” Fransız Topoğrafya Cemiyeti’ne ihale edilmiş, Fransız plancılar Galata Kulesi merkezli bir nirengi sistemi kurarak, ölçümlerini 1911 yılında tamamlamışlardı. Nirengiye dayanan harita alma işi 1913 yılında “Deutsch Syindikat für Staebaliche Arbeiten” firmasına ihale edilmiş, bu firmanın ölçümlerinden elde edilen bilgiler Almanya’ya gönderilerek çizimleri Almanya’da gerçekleştirilmişti. Türkiye’ye geldikten sonra da Osmanlıca kopyaları yapılan bu haritalar “Alman Mavisi” adıyla anılırlar. 
Kanglı Mescidi’nin 1894 Büyük İstanbul Depremi sonrasında yıkılmış hali

Önde görülenler, İskender Mustafa Paşa Mescidi ve yanında büyük kubbeli olan
İskender Mustafa Paşa Mektebidir.


  10 Temmuz 1894 Salı günü, kayıtlara göre öğle üzeri 12:20-12:25’de, müezzinlerin ezan okuduğu saatlerde, rumi takvimle 1310 yılına rastladığı için “1310 Zelzelesi” diye anılan ve 1999 Depremi gibi merkez üssü İzmit Çınarcık’a yakın Marmara Denizi’nde olan, İstanbul’da çok büyük bir tahribata ve can kaybına yol açan “Büyük Hareket-i Arz”da, bir çok yapı hasar görürken Kanglı Mescidi’nin de minaresinin şerefesinden yukarısı yıkılmıştı.
10 Temmuz 1894, Büyük Hareket-i Arz



Sultan Ahmet Camii’nin 3 sebilinden Tavukhane sokak üzerindekinin
zaman içerisinde geçirdiği tahribatı yansıtan fotoğraflar.

Sebilden geriye kalan bugün sadece Çeşmesi, ona da çok iyi bakıldığı söylenemez
Kitabesinin yerine de ne iyi etmişler değil mi o betonu dökerek!..
   














Hicrî 895 yılı Şabân ayının 22’sine dönersek tekrar eğer,
11 Temmuz 1490 Cuma gününe;
O günü Ermeni asıllı Osmanlı tarihçi ve Balat Surp Agop Ermeni Okulu’nun o zamanki Müdürü, öğretmen
Sarkis Sarraf Hovhannesyan
(1740-1805) 1800 tarihli
“Payitaht İstanbul’un Tarihçesi”
adlı eserinde şu cümlelerle aktarır;

“…kara bir bulutun aniden yol açtığı kesif karanlıktan dolayı, İstanbul şehri görünmez olur. Sonra başlayan sağanak yağmur kapılardan geçerek yolları kaplar, peşpeşe çakan yıldırımlardan birçok yapı yanar ve çatlaklar meydana gelir. Bu ürkütücü olay, oradaki hemen herkesi korkudan titretir. Bu yıldırımlardan biri Atmeydanı civarındaki Güngörmez Kilisesi’ne düşer. Bu kilise çok sağlam bir yapı olduğu için, barut deposu haline getirilmişti. Kilisenin kubbesi ve duvarlarının bütün taşları dökülerek havaya uçar ve öyle bir dağılır ki, bu yapıdan hiçbir iz kalmaz. Oradan fırlayan taşlar tekrar yere düşer, bunların yol açtığı şiddetli sarsıntıdan, civardaki dört mahallede bulunan büyük yapılar da tamamen yıkılır. Oradan bazı taşlar koyu geçerek, bazıları Galata’ya, bazıları da Üsküdar’a düşer. Kilisenin dairevi kubbesi ise Kızıl Ada yakınında denize düşer. Bu olay nedeni ile büyük zarar meydana gelir, beş bin kadar insan ölür; bu sisli karanlık duman İstanbul binalarını öylesine sarar ki gün ortasından akşam saat dokuza kadar gece gibi olur.

Tarihçi Karaçelebizade’ye göre yapının Galata’ya düşen parçası halen, Tophane ye yakın, Fındıklı sahilinde, Çizmeciler Tekkesi denilen yerde, bir kısmı suyun altında, bir kısmı suyun üstünde durmaktadır. Bu parçaya özel olarak Kaba Taş adı verilir.”
 

...

İşte o gün, bugündür

O semte “Kabataş” denmesinin hikmeti de budur…
Nereden, Nereye…
Daha yazının başında demiştik,
 “Neler oluyor hayatta, Neler?” diye…

Aynı olayı, Ayvansarâyî Hüseyin Efendi de “Hadikatu’l-Cevami” (Camiler Bahçesi) adlı eserinde Kabataş Camii’nden bahsederken değinir ve benzer bir anlatımla;

“...bu cami’in pişgahında derya kenarında vaki’ kargir parçası, güngörmez kilisanın parçasıdır. Rivayet olunduğuna göre atmeydanı kurbünde vaki’ güngörmez nam kilisayı istanbul feth olundukdan sonra kemal-i metanetine bina’en barut mahzeni eylediklerinden, 895 senesi muharreminde bi-kazai’l-ilahi te’ala sa’ika isabeti sebebiyle kilisa-yı mezbûr berheva olub, on altı parçası adalar semtine ve bir parçası kızkulesi kurbüne düştüğü esnada, cümlesinden büyük bir parçası dahi bu mahalle düşmüşdür ve kubbesi dahi kızıl adalara düşmüşdür. Etrafında olan evler ve mahallat ve dekakin cümle hak ile yeksan olub, beş altı bin nüfus dahi helak olduğu mervidir. Ve kilisa-yı mezbûrun yeri hala Sultan Ahmed Cami-i şerifinin olduğu mahal imiş. Mezbûr taş evasıt-ı Sultan Selim Han-ı Salis vaktine kadar hali üzere durur idi. Sonra Rical-i Devlet-i Aliyye’den Köse Kethüda denmekle elsine-i nasda şehir çelebi efendi ki, ismi Mustafa Necib’dir, taş-ı mezbûrun kurbünde vaki’ sahilhanesini ta’mir etdiği sırada taş-ı mezkûrun etrafını yondırub bir iskele resmine koydurmağla, el-an sahil-i mezbûrda müstakil iskele olmuşdur.”
diyerek anlatır.

Sarkis Sarraf Hovhannesyan’da Hıcrî 1213, 1789-99 senesinde Çelebi Efendi denilen Köse Kâhya’nın bu taşın yakınında yalısını inşaa ettirirken, taşın pürüzlü yüzeyini traşlatıp, sıvatarak düzelttirdiğini ve Kara Bâlî adıyla bilinen bir iskele yaptırdığını ve hatta yanına da bir tatlı su çeşmesi inşaa ettirdiğinden bahseder.

Kaba Taş, Ayvansarâyî Hüseyin Efendi’nin de aktardığı gibi 299 yıl yarısı suyun içinde, yarısı dışında Sultan Selim Han-ı Salis (III. Selim) zamanına kadar (1789-1807) öylece kalmış, Köse Kethüdâ lakablı ve Sultan III. Selim’e yakın, hatta onun IV. Mustafa’nın emriyle boğdurulmasına şahit olmuş ve bu tanıklığını “Tarih-i Mustafa Necib” de denilen
“Selîm Hân-ı Sâlis Asri Vekâyiî Tarihçesi” adıyla kitaplaştırmış ve 118 sayfalık bu kitabını 1864 yılında Matbaa-i Amire’de bastırmış olan Mustafa Necib Efendi tarafından yontturulup, düzelttirilerek yalısına iskele yaptırılmıştı.

Tabii ki hikayemiz burada sonlanmıyor, sizi bu Kaba Taş’tan alıp ince zevkin ve zarif düşüncenin ürünü başka bir Taş’a götüreceğim, öyle çok uzağa değil ama, hemen O Kaba Taş’ın yanıbaşına, kimbilir belki de tam üzerine…

“HADİKA”
Osmanlıca, Etrafı duvarla çevrilmiş sulu, ağaçlı bahçe)



16. yüzyılda bugünkü Dolmabahçe Sarayı’nın yeri ile Beşiktaş Meydanı arasında kalan bölgedeki koyda, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa’nın Konağı ve bahçesi varmış, diğer tarafa doğru, Kabataş’a kadar olan bölgede ise Kanuni Sultan Süleyman devrinde Bektaşi tarikatından Kara abalı Mehmed Baba’nın kurduğu büyük bir bahçe varmış ve halk tarafından Karabâlî bahçesi diye anılırmış.
Bu bahçe daha sonraki yıllarda padişahlara geçmiş ve bakımı Karabâlî bostancıları tarafından yapılmaya başlanmış. Evliya Çelebi bahçelerin padişahlara geçtiğinde,
“ Bağ-ı irem haline geldiğini, kat kat avlular ve şahnişinlerle süslendiğini,
ama o kadar geniş olmadığını”
ifade eder.

Bahçe setler halinde kıyıdan Kabataş’ın topoğrafyasına uygun olarak tepelere doğru yükselirmiş. Sultan I. Ahmed zamanında bugün Dolmabahçe’nin bulunduğu koy doldurulup Dolmabağçe bostanları, Karabâlî bahçesiyle birleştirilmişti. Birleştirilen bahçeler zamanla padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir “hasbahçe”ye dönüştürülmüştü. Bu bahçelere önce Sultan I. Ahmed bir köşk yaptırmış, ancak köşk üç ay sonra bir fırtınada yıkılmıştı.

1679 senesinde 1046 kese masraf edilerek Sultan IV. Mehmed (Avcı) tarafından üzeri yedi kubbe ile örtülü içi ve dışı çinilerle bezeli olarak, Eski Beşiktaş Sahil Saraylarının belki de en güzel kısmı, iki yandan gerek limana, gerekse Boğaza nazır olarak denizin içerisine uzanan bir rıhtım üzerinde, salonları ve arka odalarının tavanları olağanüstü güzellikte, Türk üslubuyla süslenmiş, divanhanesinin ortasında büyük bir havuzu olan Çinili Köşk yaptırılmıştı.

22 ekim 1892 tarihinde İzmit yakınında bulunan ve Osmanlı Ermenileri tarafından hayli rağbet gören Bardizag’da (Bahçecik) doğmuş, 11 Eylül 1978’de tarihinde İstanbul Bakırköy’de vefat etmiş, 1945-71 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Ermenice, Fransızca ve İngilizce kaynak uzmanı olarak görev yapmış olan, Hrand D. Andreasyan tarafından Türkçeye kazandırılan
(Ğugios İnciciyan) Ghukas Inchichean’ın
(1758-1833)
“18. Asırda İstanbul”
adlı kitabında, Çinili Köşk’ten
“ bir saray-ı dilkûşa ve has oda önünde dahi leb-i deryada mücevvet ve sengin kemerler üzerinde fevkâni bir
kasr-ı zibâ*”
diyerek övgüyle bahsedilir.

zibâ: göze hoş gelen, hayranlık uyandıran.


 Yaptırılan saray, Sultan III. Ahmed tarafından genişletilmeye başlanmış, saray bahçelerinde lale yetiştirilip, çırağan eğlencelerine başlanmış, ancak padişahın 1730’da vefatı üzerine genişletme yarım kalmıştı.
Giovanni Francesco Gemelli Careri
(1651-1725)
1694 yılında yaptığı dünya seyahati sırasında İstanbul’a da uğrayan, maceraperest İtalyan gezgini Giovanni Francesco Gemelli Careri, Beşiktaş’da IV. Mehmed’in sarayının terk edilmiş ve harabe olmaya yüz tutmuş olduğunu söyleyerek;
“Sarayın, Boğaz sahilinde müteaddid daireleri vardı ki, bir kısmı ahşaptı. Birkaç adım ötede, duvarsız büyük bir bahçe, etrafında da, ortasında bir yazlık evi olduğu halde bir servi ormanı vardı”
diye anlatmıştı, ilk bölümünde Türkiye ve Ortadoğu’yu anlattığı 5 ciltlik, 6 bölümlük 1699 tarihli “Giro Del Mondo” (Dünya Turu) isimli kitabında.
Giro Del Mondo


Harabeye dönen saraylar I. Mahmud tarafından tamamlatılmış ve genişletilmişti.
22 Mayıs 1766 Perşembe sabahı Marmara Denizi’nin doğusunda 17 km. derinlikte meydana gelen 6,9 şiddetinde ve 50 saniye süren depremde ve depremin Galata ve Boğaziçi’nde meydana getirdiği deniz yükselmeleri sonucunda, kısmen hasar gören saraylar bu kez III. Mustafa zamanında onarım geçirmiş,
I. Abdülhamid zamanında ise Dolmabağçe sahilinin de bir kısmı dahil edilerek daha da büyütülmüştü.













Lodosa açık bir konumda bulunan Beşiktaş Sahil Sarayları lodos fırtınaları yüzünden sık sık hasara uğrar ve neredeyse her sene onarımdan geçirilirdi.
Lodos Balıkçıları











18. yüzyılın ikinci yarısına doğru Türk Mimarisi üzerinde batının etkisi kendini göstermeye başlamış, Türk Rokokosu denilen süslemecilik, batı etkisiyle yapılan Barok Köşk, Kasır ve Sebillerde kendisini göstermeye başlamıştı. Boğaziçi sahilinde Beşiktaş Sahil Sarayları içerisinde Batı tarzı ilk binaları Sultan III. Selim inşaa ettirmişti.
Antoine Ignace Melling’in Beşiktaş, Hatice Sultan Sarayı













O sıralar, Sultan III. Selim’in kızkardeşi Hatice Sultan, Danimarka Elçisinin Büyükdere’deki köşk ve bahçelerini görerek elçi Baron Hübsch’den Beşiktaş’ta yaptıracağı yeni sarayı için bir mimar tavsiye etmesini istemiş, O da İstanbul gravürleri ile ünlenmiş olan Antoine Ignace Melling’i tavsiye edince Melling saray mimarı olmuştu. Hatice Sultan’a Beşiktaş’ta bir saray inşaa ederken aynı zamanda Eski Beşiktaş Sahil Saraylarında ekler ve onarımlar yapmış, ilave bir kasr inşaa etmiş ve hasbahçede Avrupa Barok bahçelerinin tipik bir ögesi sayılan iki yanına leylak, akasya ve gül ağaçları dikili bir Labirent yapmıştı. III. Selim kızkardeşi Hatice Sultan ve cariyeleri kendisini saraya ziyarete geldiğinde cariyelerin labirentte dolaşırlarkenki şaşkınlıkları ile çok eğlenir ve keyiflenir olmuştu. 
Eski Beşiktaş Sahil Sarayları, Antoine Ignace Melling (1763-1831)
Sultan II. Mahmut zamanında Beylerbeyi ve Çırağan bahçelerinde batı tarzı iki büyük saray daha yaptırılmış, Topkapı Sarayı fiilen olmasa da artık terkedilmeye başlanmıştı. II. Mahmut Çırağan, Eski Beşiktaş Sahil Sarayları arasında mevsimlere göre ikamet etmeye başlamıştı.
Sultan Abdülmecid
(25 Nisan 1823 - 26 Haziran 1861)
Sultan Abdülmecid de babası gibi Topkapı Sarayı’na fazla itibar etmemiş, sadece kış mevsiminde birkaç ay kalmış, kırkı aşkın çocuğunun neredeyse tümü Boğaziçi Saraylarında dünyaya gelmişti.
Sultan Abdülmecid ve Dolmabahçe Sarayı desenli Yıldız Porselen Tabak



















Sultan Abdülmecid, eski Beşiktaş Sahil Sarayı’nda bir süre oturduktan sonra, ikamet, sayfiye, misafir kabul, ağırlama ve devlet işlerini yürütmek amacıyla, Avrupai plan ve üslupta bir sarayın inşaatına karar vermiş, 1859’da ahşap Beşiktaş Sahil Saraylarını yıktırtarak yeni bir saray yaptırılması işine girişmişti. Ancak,
26 Haziran 1861’de tüberküloz nedeniyle erken yaşta vefat edince yeni sarayın yapımı
yarım kalmıştı.
Sultan Abdülaziz
(8 Şubat 1830 - 4 Haziran 1876)
Sultan Abdülmecid'in hayali olan yeni sarayın yapımı, kardeşi Sultan Abdülaziz devrinde, 1863’te Sergis ve Agop Balian kardeşlerin planladıkları bir proje ile 4 milyon Osmanlı altınına mal olmuştu.
Kabataş Sırtlarından Dolmabahçe Sarayı



1871 yılında tamamlanan ve kıyı boyunca 300 metre kadar uzayan bu yeni sarayda, yani Dolmabahçe Sarayı’nda Sultan Abdülaziz de çok fazla oturamamış, 30 Mayıs 1876’da darbe ile tahttan indirilmiş, gözaltında bulundurulduğu Feriye Saraylarında 4 Haziran 1876’da bilekleri kesik bir halde ölü olarak bulunmuştu.
Dolmabahçe Sarayı İnşaatından
1900'ler öncesi Kabataş sahili, kıyıda Molla Çelebi Camii
ve yukarıda tüm cesametiyle Alman Sarayı
Kabataş sahili ve Dolmabahçe Sarayı







O tarihlerde kayıkların yanaştığı bir iskele olan Kabataş, Lodos’a açık ve fırtınalarından fazlaca etkilendiğinden, Sultan Abdülmecid 1850 yılında burada bir liman inşa ettirmiş, hatıra olarak da bir yüzü deniz cephesine, diğer yüzü de Küçük Liman’a bakan ve “Hadika” adı ile kayıtlara geçen bir taş abide diktirmişti.



Sultan II. Abdulhamid’in hazırlattığı Fotoğraf Arşivinden,
Abdullah Frères (kardeşler) imzalı iki fotoğraf;
Fındıklı ve Kabataş sahilleri


Limanın ve Hadika Taş Abidenin eski bir fotoğrafı

































Belki de 360 yıl önce bir yıldırımın sebep olduğu patlama ile bu kıyılara kadar fırlayarak gelmiş ve semte adını vermiş olan o Kaba Taş’ın üzerine denk gelmişti bu zarif abide Taş, “Hadika”...















Üzerinde Sultan Abdülmecid’in tuğrasının bulunduğu bu taş anıtın ön yüzündeki kitabesinde limanın faydaları, diğer yüzündeki kitabede ise Sultan Abdülmecid’e yapılan dualara yer verilmişti.
...
55 parçalık donanma ve 3500 asker ile işgal eden (13 Kasım 1918- 6 Ekim 1923) İngilizlerin  savaş gemisi
HMS Ajax zırhlısı Kabataş önlerinde, 1920.
Saltanat kaldırılıp son Osmanlı Padişahı sürgüne gönderildiğinde, Sultan VI. Mehmed Vahdettin 17 Kasım 1922 Cuma günü İngiliz donanmasının HMS Malaya adlı gemisi ile Malta’ya götürülmüş, 45 gün kaldığı Malta’dan Hicaz Kralı Hüseyin’den aldığı davet üzerine, 7 Ocak 1923'de HMS Ajax zırhlısı ile ayrılmıştı. HMS Ajax Mehmed Vahdettin’i 9 Ocak‘ta Por Said limanına bırakmış, oradan da sıradan bir yolcu vapuru olan Clematis ile Suveyş’e, oradan da Mansura adlı bir gemi ile Cidde’ye gönderilmişti.
 (Hadika, fotoğrafta kıyıda görünen büyük beyaz kapının sol tarafına düşmektedir.)


İtilaf Devletlerinin donanmaları yanısıra İstanbul’un işgali sırasında ABD donanmasına bağlı gemiler de İstanbul Boğazı’nda demirlemişlerdi. Onlardan biri olan USS Bainbridge (DD-246)
16 Aralık 1922 tarihinde Kabataş açıklarında

Aynı günün sabah erken saatlerinde İstanbul’a Fransız askerlerini taşıyan Fransız Vinh Long gemisi İstanbul yakınlarında Marmara Denizi’nin ortasında yanmıştı. Yardımına USS Bainbridge (DD-246) yetişmiş ve kazazedeleri kurtarmış, İstanbul’a getirmişti.
Yanan Fransız Vinh Long gemisinden kurtarılanlar USS Bainbridge (DD-246) in güvertesinde,
Dolmabahçe Sarayı önlerinde.
Fransız Vinh Long gemisi Birinci Dünya Savaşı sırasında Hastane gemisi olarak kullanılmış, İstanbul’a İşgal kuvvetlerine katılacak Fransız askerleri taşımakla görevli olarak gelmişti.




İngiliz Donanmasında görev alan ve güvertesindeki tehditkar görünen devasa 302 mm’lik topu ile HMS M1 denizaltısı da Şubat 1919’da İstanbul’a gelmişti. En üstteki resimde HMS M1’i Kabataş sahilinde, diğerlerinde de gövde gösterisi yapıp halka gösterilmek üzere Galata Köprüsünde görüyoruz. Denizaltının üzerine monte edilmiş olan devasa top ona ağır bir yük teşkil etmiş, hatta geri tepkimesi nedeniyle dengesini bozup denizaltıya zarar verebilecek hale gelmişti. Zaten 12 Kasım 1925’te bir eğitim dalışı sırasında, İngiliz Kanalı’nda (Manş Denizi) Vidar isimli bir İsveç gemisi denizaltıya suyun altındayken çarpmış, parçalanan topun açtığı delikten giren sular nedeniyle de batmıştı.







...



Hadika, Dalkakıran üzerinde, 1916




Kitabenin liman içine bakan yüzünde;

“Bu sulardan geçince furtuna
hengâmi kayıklar

Hatrı hufu ile
nasa gelürdu dehşeti uzma

Bu limanı O cevheriz ihsan edecek icad

Kabataş oldu
gevher pare-i emniyet derya

Reha buldukça tendbaddan zevrak çeler bunda

O şahı rüzgârın fitnesinden
saklasın rüzgâr” 

yazarken;

Kitabenin deniz tarafındaki yüzünde ise,
yapılara ve olaylara tarih düşürmesiyle ünlenmiş, Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid saltanatları döneminde idari ve hayır kurumlarının kitabelerinin büyük bir bölümünü kaleme alan, ayrıca 1854 yılında ABD, Osmanlı Devletlerinin dostluğunun simgesi olarak Washington Anıtı’na yerleştirilmiş olan Osmanlıca kitabenin üzerindeki beyiti de yazan Şair Ahmet Sadık Ziver Efendi (Paşa)
(1793- 1862) tarafından yazılmış şu manzume yer alır.

“Bu manzume ile Ziver
tam olursa nola tarihim
Kabataş oldu bu liman ile
bak cây-ı emniyet”

Hicri 1267
(Milâdi 1851)

cây: yer makam mevki





Hadika 1935

Kabataş Setüstünden Dolmabahçe Camiinin görünüşü
Aynı sokağın 70’lerdeki hali;
Arka planda Çam palas’ın çamı.
Aynı sokağın 80’lerdeki hali;
Arka planda Çam palas’ın çamı.


Kabataş sahili Odun depoları, arkada Molla Çelebii Camii
Sahilde Motor İskelesinin hemen önünde Hadika ve arkasında Çam Palas ve çam ağacı
Kabataş sahili Liman 1908, Arkada kırmızı işaretli olan bina bir sonraki resimde de var
Kabataş Sahili Liman 1950’lerden sonra, Kırmızı okla işaretli aynı bina, Mavi okla işaretli olan bina bugün de aynı yerde olan Çam Palas, önündeki çam ağacı da hala var.
Yol açılmadan önce Hadika’nın olduğu noktada Arabalı Vapur seferleri başlamış


Yol inşaatı sürerken
Hadika Taş Liman Abidesinin küçük liman mendireği üzerindeki konumunu gösteren
eski fotoğraflar.














Sözkonusu olan liman Eski Beşiktaş Sahil Sarayı için tesis edilmiş, ancak Dolmabahçe Sarayı yaptırılınca, gerekli olan saltanat kayıkları için çok küçük kalmış ve genişletilmiş, bu sırada bu küçük limana Hamlacılar* Dairesi ve Saltanat kayıkları için daire ve Hangar da inşaa edilmişti.
*Hamlacı: büyük sandal ve kayıklarda kıçtan birinci oturakta kürek çeken kimse.

Daha önce Kabataş’ta mevcut olan iki katlı bir depo binası tadil edilerek ve bazı ilavelerle İnhisarlar (Tekel) İdaresi Genel Müdürlük binası haline getirilerek 9 Haziran 1945’de hizmete sokulan yapı topluluğunun, ön kısmı Kabataş Araba Vapuru Meydanı'nın genişletilmesi sırasında yıkılmaya başlanmış ve bu 14 Kasım 1956’da sona ermişti.
Sol tarafta okla işaretli olarak görülebilmekte. Kasım 1956 öncesi.


Yol açılması için yıkımlar yapılmış ve Setüstü duvarı inşaa ediliyor.
İnhisarlar İdaresi Genel Müdürlük Binası’nın büyük bir kısmı yıkılmış.
Çam Palas ve önündeki çam ağacı bu resimde de görülebilmekte,
daha önceki fotoğraflarda kırmızı okla işaretli binalar da...
Tarih Kasım 1956 sonrası olmalı.
Yol çalışmaları sırasında hafriyat kamyonları,
Dolmabahçe Camii ve yanındaki küçük limancık



Yol inşaatı sürerken
Yol tümüyle asfaltlanmış, göründüğü kadarıyla çok yeni, Araba Vapuru İskelesi, taksiler sırada
Üstteki resmin hemen sağ tarafı refrüjün öteki tarafı, Araba Vapuru İskelesi ve yine taksiler
Kesme taşlardan yapılmış bu küçük ve güzel limancık, 1951 yılından sonraki dönemde Karaköyden başlayarak Beşiktaş’a kadar uzanan güzergah üzerinde yapılan yıkımlardan nasibini almış, yol genişletme çalışmaları sırasında şekil değiştirmiş, daha sonra da bir bölümüne araba vapuru iskeleleri yapılmıştı.
1965 yılında Kabataş Setüstü, Yüksek bina önündeki çam ağacıyla birlikte Çam Palas
Molla Çelebi Camii ve Deniz kenarı doldurulmadan önce,
Arkada uzak da olsa Çam Palas ve önündeki çam yine görülmekte.
İki Cami arasında görünen Çeşme de yol inşaatı sırasında setüstünden sahile taşınan,
1732 tarihli Hekimoğlu Ali Paşa Meydan Çeşmesidir.



Molla Çelebi Camii ve Park

“Hadika” taş liman abidesinin yerinin de bu çalışmalar sırasında değiştirildiği açık ve net bir şekilde görülebilmektedir.
1926 tarihli Pervitich Sigorta haritalarında küçük mendireğin üzerinde MO-LE yazmaktadır ve ortasında küçük bir leke daha vardır. Mole, dalgakıran anlamına gelir ve ortadaki MO ve LE harfleri arasındaki kırmızı ok ile işaretlenmiş olan küçük leke “Hadika” Taş Liman Abidesinin o yıllardaki konumunu göstermektedir. Noktalı işaretli yay şeklindeki ok ise “Hadika”nın bugün bulunduğu yeri göstermektedir. Mavi hatlar ile ise bugünkü kıyı hattı gösterilmiştir. 


Bugün Dolmabahçe Camii’nin hemen yanıbaşında kalabilmiş ve işlevini sürdürebilen küçük kayık barınağı ise o eski limandan yadigâr kalan son parçadır.


Küçük Limandan kalan
















Şirket-i Hayriye’nin ilk araba vapuru seferleri Kabataş Limanı’ndan yapılmış, şirket yöneticilerinden Hüseyin Haki Efendi’nin icat ettiği vapurla, atlı arabalar Boğaz’ın iki yakası arasında gidip gelebilmişlerdi.



















Haliç şirketi, bir borcuna karşılık olarak 13 numaralı küçük yolcu vapurunu Şirket-i Hayriye’ye devretmişti.
Kaynaklar, ilk Araba Vapuru’nun adının “Suhulet” olduğunu belirtir.
Şirket de bu tekneyi küçük bir araba vapuru haline sokmuş, kazanının ve buhar makinesinin yerine bir dizel motor yerleştirilerek araba vapuru haline getirilmişti.
77 baca numarasıyla işletmeye alınan bu vapur 7-8 araba ancak alabiliyordu.



















Kabataş Araba Vapuru bir yıla yakın bir süre Kabataş-Üsküdar arasında çalıştıktan sonra 1939’da denge bozukluğu nedeniyle kadro dışı bırakılmıştı.
Hadika hemen Araba Vapuru İskelesinin yanıbaşında.
Yeri değişmemiş belli ki zira mendireğin taşları
ve hattı hala belirgin olarak görülebilmekte.(üstte)

Arkada yol inşaatının sürdüğü görülebiliyor (altta)















Sonraki yıllarda Kabataş adını taşıyan, diğer bir Araba Vapuru 1956’da Haliç Tersanesi’nde inşa edilerek hizmete sokulmuş, ancak o da 1986’da kadro dışı bırakılarak satılmıştı.
Henüz liman doldurulup rıhtım yapılmadan önce,
Hadika hala dalgakıran’ın üzerinde orijinal yerinde


Restorasyon yapılırken altın kural, yapılan restorasyonun kendini belli etmesi,
gözle görünür olmasıdır.
Ancak bu “gözünü çıkart” demek değildir ki !..



Uzun yılların etkisiyle çatlayan ve yazıları silinmeye başlayan liman abidesi “Hadika”

1987-1988 yıllarında büyük bir olasılıkla, Dolmabahçe Sarayı’nın bir parçası olarak sayılmış ve Milli Sarayların bağlı bulunduğu TBMM Başkanlığı tarafından onarılarak
günümüzdeki şeklini almıştır.


...


Elbette bu öykünün bir de kendi içinde,
“Neler oluyor bu hayatta, Neler”i,
“Nereden, Nereye”si var...

O gün, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bir arkadaş ile sözleşilmeyeydi, buluşulmayaydı, çay içilmeyeydi, buluşmaya gidildiğinde araba bir otoparka bırakılıp, yıkansın denirken, motorunu da bir yıkayıverin denmeyeydi, karşıya geçmişken hazır, buluşma sonrasında uzun zamandır görüşülmeyen kızımla görüşevereyim de öyle eve gideyim denmeyeydi, kızımla buluşmak için sözleşilen saatte araba alınmaya gidildiğinde, yıkayıcılar arabanın motorunu yıkayalım derken, önlem almayıp bujilerine su kaçırmışız, araba çalışmıyor abi demeyeydi, araba çalışaydı, güç bela uğraşılardan sonra araba çalıştırılınca kızımı almaya yollara düşülmeyeydi, araba tekrar arıza vermeyeydi, Çukurcuma’da yolun ortasında kalınmayaydı, kızım da kalkıp oraya gelmeyeydi, oto servisin telefon danışmanlığıyla birşeyler yapılmaya çalışılıp, araba ite kaka çalıştırılmayaydı, birlikte tekrar yollara koyulunmayaydı, Dolmabahçe civarlarında araba tekrar su koymayaydı, saat geç olmayaydı, servis gelebileydi, araba Dolmabahçe Sarayı Müzesinin otoparkına bırakılıp, ertesi gün gelir bakar, çalışırsa alırım denmeyeydi, taksi ile yola koyulunmayaydı, gecenin geç vaktinde kedilerim aç kalır yazık, eve gitmeliyim denmeyeydi, çocuklar üşenmeyip beni taa karşılara eve bırakmayaydı, sabahın körü kalkıp araba almaya yollara düşülmeyeydi, Üsküdardan motora binilip Kabataş’a geçilmeyeydi, Kabataş’a yaklaşırken denizden, 
yazması düşünülen bir yazı için Ayaspaşa yamaçlarındaki ünlü Çam Palas’ın fotoğrafını çekeyim bari denmeyeydi, çantada fotoğraf makinesi olmayaydı, olsa da çantadan fotoğraf makinesi çıkarılmayaydı, fotoğraf çekilmeyeydi, iskelede inince acele edileydi, karşına dikilen O güzel Anıt Taş farkedilmeyeydi, sevilmeyeydi, makine elindeyken ne duruyorsun bari çekiver, sonra bakarsın denmeyeydi, araba alınıp eve dönünce bu taş da neyin nesi acaba diye merak edilmeyeydi, unutulaydı, düşünülmeyeydi, araştırılmayaydı, okunmayaydı, eski resimlerine rastlanmayaydı, ...dı, ...dı ...dı!

Tüm bunlar olmayaydı hiç, bu
“Hayatta neler oluyor, neler”
diye başlayıp,

“Güngörmemiş Kaba bir Taş’a Menkîbe” diye devam eden yazı ortaya çıkar mıydı?..

Çıkmayaydı mı?..
Kötü mü oldu şimdi?..

Şimdi, bazılarının boş işler bunlar, fuzuli uğraşlar dediğini duyar gibi oluyorum; Olsun...
Ben bu tesadüflere inanıyor, bu fuzuli uğraşları  seviyorum ve gücüm yettikçe de
devam etmek istiyorum...

Fuzuli işler deyince, ister istemez,
Divan Edebiyatımızın o büyük şairinden, Fuzûlî’den bir dörtlük geliveriyor;


“Hadîka-ı hilkatimde
bidâyet-i fıtratdan
tohm-ı meveddet ve mevzûniyyet
ekilmiş idi.”



“Yaradılışımın bahçesinde,
sevgi ile vezinli,
düzgün söyleyiş tohumu,
daha doğuştan ekilmişti.”




...





























Washington’da Capitol (Meclis) binasının karşısındaki parkın içerisinde bir meydanda yer alan 169,294 metre yüksekliğindeki Mısır Obelisklerinin taklidi Washington Anıtı’na ilk temel taşı 1848’de konmuş, iç savaş yüzünden açılışı ancak 1885’te gerçekleşebilmişti. Dışı tamamen dümdüz bırakılan anıtın içerisinden basamaklarla yukarıya çıkılabilir. Anıtın içerisine hem kendi eyaletlerinden hem de başka devletlerden birer taş veya kitabe koymak istemişler, 1853 yılında J.P.Brown isimli sefirleri vasıtasıyla bu isteklerini Osmanlı Hükümetine iletmişlerdi. 50 katlı ve 897 basamakla çıkılan anıtta 342 basamak çıktıktan sonra ulaşılan 17. Katta, 1854 yılında İstanbul’da Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış ve Arctic adlı yelkenli bir tekneyle Nisan ayında Amerika’ya ulaştırılmış bir kitabe yer alır. Marmara mermerinden kitabenin üzerine hattat Tosyalı Kazasker Mustafa İzzet Efendi, şair Ahmet Sadık Ziver Efendi’nin yazdığı üç şiirden Sultan Abdülmecid tarafından seçilen şiirini, Haşim Efendi de Abdülmecid’in tuğrasını kazımıştır. Kitabe toplam 3.750 kuruşa (10 bin TL) mal olmuştur. Diğer eyaletlerden ve Devletlerden gelen tüm taş ve kitabelerde Başkan George Washington’a methiyeler düzülürken, İstanbul’dan Osmanlı Devleti adına gönderilen kitabenin üzerinde, Şair Ahmet Sadık Ziver Efendi’ye ait şöyle bir beyit yer alır:


“Devâm-ı hulleti te’yid içün Abdülmecid Han’ın
Yazıldı nâm-ı pâki seng-i bâlâya Vaşinkton’da.”


Türkçesi: ABD ile dostluğun devamını temin için,
Washington’daki bu yüksek taşa Abdülmecid Han’ın temiz adı yazıldı.



...


Bu yazımı, ne yazık ki bugün acı haberini aldığım ve yarın toprağa vereceğimiz,
değerli insan, aydın bir Cumhuriyet kadını ve tüm öğrencilerinin yolunu aydınlatmış, bizlere “bakmayı değil görmeyi” aşılamış olan
92 yaşındaki o güzel kadına,
Sevgili Hocam
Doç. Dr. Leyla Taylan Baydar’a
adamak istiyorum.

Nurlar içinde yat hocam,
toprağın bol olsun...





Kaynaklar:

1- İstanbul’un Antikçağ Tarihi: Klasik ve Helenistik Dönemler,
      Murat Arslan – Odin Yayıncılık, 1 Aralık 2009

2- Fatih Döneminde İmar Faaliyetleri ve Fikir Hareketleri / Cevad Memduh Altar

3- Hoca Sâdeddin Efendi / Şerafettin Turan, TDV İslam Ansiklopedisi Cilt 18, Sayfa 196-198

4- Tâcü't-Tevârih / Mehmet İpşirli, TDV İslam Ansiklopedisi Cilt 39, Sayfa 357-359

5- Registrum huius operis libri cronicarum cu [cum] figuris et imagibus [imaginibus] ab inicio mudi [mundi]. Nachdruck der Ausgabe Nürnberg / Hartmann Schedel, Koberger, 1493

6- İstanbul’un Kaybolan Camileri: Güngörmez Camii / Müfid Yüksel

7- Hüseyin Ayvansarâyî / Semavi Eyice, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 18, sayfa 528-530

8- Baruthâne / Semavi Eyice, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, sayfa 94-96

9- Payitaht İstanbul'un Tarihçesi / Sarkis Sarraf Hovhannesyan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997

10- EskiTürk Bahçeleri ve Özellikle Eski İstanbul Bahçeleri / Gönül Aslanoğlu Evyapan,
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Bölümü, Yayın No: 20, 1972, Ankara

11- Fuzûlî Dîvânı, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1958

12- Cumhuriyet, Türk Mucizesi / Turgut Özakman, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2009


13- Sultan Ahmet Çevresindeki Eski Eserlerin Restorasyon ve Restitüsyon Projesi / Halûk Sezgin, Arkitekt, Cilt:1974, Sayı: 1974-02 (354) Sayfa: 64-68



14- İstanbul’un Küçük Limanları / Naci Meltem,
Arkitekt, Cilt:1948, Sayı:1948-01-02 (193-194) Sayfa: 17-19


15- Tekel Genel Müdürlük Binası / Yüksek Mimar Behçet Ünsal,
Arkitekt, Cilt:1946, Sayı:1946-01-02 (169-170) Sayfa: 5-13

16- Târîh-i Ebü’l-Feth - Fetih Babası Fatih'in Tarihi / Tursun Bey / Türkçesi: Mertol Tulum,
Kapı Yayınları, İstanbul, 2013