Sayfalar

30 Ekim 2015 Cuma

79 YIL ÖNCE BUGÜN, ERİBE HÜRKUŞ DOĞUMGÜNÜNDE VEFAT ETMİŞ, İLK KADIN HAVA ŞEHİDİMİZ OLMUŞTU.





TARİHTEN BUGÜNE DÜŞEN NOTLAR: 30 EKİM 1936

79 YIL ÖNCE BUGÜN,

CUMHURİYETİMİZİN 13. YILI KUTLAMALARI VESİLESİYLE, TÜRKKUŞU’NUN HİPODROMDA YAPACAĞI GÖSTERİLERİNE KATILMAK İÇİN HAZIRLANAN GENÇ BİR PARAŞÜTÇÜ KIZ,
PROVA UÇUŞLARI SIRASINDA YERE ÇAKILMIŞ,
KALDIRILDIĞI NUMUNE HASTANESİNDE,
KAZADAN 9 SAAT SONRA VEFAT ETMİŞTİ.


Fotoğraf Ahmet Soyak


Genç paraşütçü kızın
Ankara Cebeci Şehitliğindeki Kabrinde,

“ Ziyaretçi dur!
Burada, gömdüler bir yıldızı,
Burada Eribe yatar.
Göklerin ilk Türk kızı.

Eribe,
Bulutlara sarıldın,
kalbimizdesin bütün,
Ne çıkar sana kefen olduysa,
paraşütün...”

Yazmaktadır...


YALNIZCA 18 YAŞINDAKİ
BU GENÇ KIZIN ADI ERİBE İDİ
VE BU İLK KADIN HAVA ŞEHİDİMİZ,
TÜRK HAVACILIK TARİHİNİN EN ÖNEMLİ İSİMLERİNDEN BİRİ OLAN PİLOT ASSUBAY VECİHİ HÜRKUŞ’UN “KIZI”YDI
VE O GÜN,
ONUN DOĞUM GÜNÜYDÜ...

30 Ekim 1918’de doğup, tam 18 yıl sonra doğum gününde vefat eden Eribe, daha henüz 3 yaşındayken 12 Ocak 1921 günü Yunan uçakları tarafından bombalanan Eskişehir’de Vecihi Hürkuş’un kızkardeşi olan annesi Remziye Hanım’ı yitirmiş, ondan bir hafta öncesinde de cepheden, babası Binbaşı Bedri Bey’in şehadet haberi gelmişti. Anneannesi Eribe’yi ve 1920 doğumlu kız kardeşi Emel’I alarak oğlu Vecihi Hürkuş’a sığınmıştı. Emel de hastalanıp ölünce Eribe bir anneanne ve bir dayı ile tek başına kalmıştı. Vecihi Hürkuş’un himayesinde büyüyen Eribe Vecihi Hürkuş’un kızları Gönül, Sevim ve Perran’a ablalık yapmakta, Vecihi Bey’e Baba demektedir artık, Vecihi Hürkuş da ona “kızım”…

Eribe daha ortaokuldayken Vecihi Bey’in Sivil Tayyare Mektebinde öğrencidir, pilotluk öğrenmekte ve havacı olmak için can atmaktadır. Sivil Tayyare Mektebi kapanıp, Türkkuşu’nun kurulması için Vecihi Bey Ankara’ya çağırılınca, aile Ankara’ya taşınır ve Eribe de Türkkuşu’nda eğitim almaya başlar.

29 Ekim 1936 günü meydana gelen elim kazayı,
Vecihi Hürkuş,
“Bir Tayyarecinin Anıları”nda şöyle anlatır;



“Eribe benim okulumda yetişmiş, cüretli bir uçucu ve Türk havacılığının ruhen çok erken yükselmiş bir vücudu idi. Onun uçuşlarından duyduğum zevk her şeyin üstünde idi. Yavrum son günlerin yani Cumhuriyet Bayramı için yaptığımız canlı faaliyetin tesiri ve arkadaşlarının devamlı atlayışlarını seyretmesi neticesi olacak, benden paraşütle atlamak müsaadesi istemişti.”

“… Ben onun paraşütle atlamasını değil, benim gibi uçmasını istiyordum….”

29 Ekim 1936

“Bu büyük gün, kim bilirdi ki hayatıma korkunç bir ıstırap sahifesi olacakmış... Sabah erken saatlerde meydanda toplanmış, bütün elmanlar ve ekipler o gün yapacağımız gösteri programının hazırlığına başlamıştık. Yavrum yanıma gelerek benden yeni bir atlayış izni istemişti. ‘Ne olur babacığım bir atlayış’ diye yalvaran bu ses beni adeta büyülemişti...”

“...Beş dakika sonra yavrumun bindiği tayyare yükseliyordu, Çiftlik üzerinden geniş bir turla hangarlarımız üzerine yaklaşan bu tayyare atlayış yüksekliğini almıştı. Hangarlar üzerinde motör sesi kesildi ve hızında azalma görüldü. Bu hareket bir atlayış hazırlığı idi. Macun Çiftliği istikametinde süzülen tayyarenin kanadı üzerinde bir karartı belirdi ve biraz sonra bu karartı tayyareden ayrıldı…”

“… Bir an, bir saniye ve sonra bu saniyeler çoğaldı fakat boşlukta uçan yavrumun hareketinde bir değişiklik görülmüyordu. Evvela düz akışla başlayan hareket kısa bir zaman sonra vrile kapılarak havanın boşluğu içinde yuvarlanmaya başladı…”

“… Tayyareden ayrılışından sonra 100, 200, 400 ve 600 metre düşüş halinde yavrum bir taş gibi her an büyüyen bir hızla boşlukta yuvarlanıyor, paraşütünü açmıyordu…”

“… Tam 600 metre düşüşten sonra bir an yavrumun üzerinde beyaz bir kubbe görüldü. Evet, paraşüt açılmıştı Ama ne idi bu menhus tesadüf? Açılan paraşütü, uçan bir yıldızın kuyruğu gibi büzdü ve sonra yavrum dumanlı gözlerimde kayboldu. Koşuyorum; O yere koşuyorum, nasıl bir koşuş bu; heyecanım bende şuur diye bir şey bırakmamış ki bacaklarıma hâkim olamıyorum ve düşüyorum, yine sıçrıyor koşuyor ve koşuyorum, yanıma yetişen motörlü araçları istiskal eden bir his var içimde, çocuklar ‘Hocam gel, gel’ diye bağırıyorlar, güvenim yok ben onlardan daha çabuk yetişeceğim yavruma inancı var içimde…”

“…Nihayet yavrumun yanındayım, karşılaştığım hazin sahne ile ruhumu karartan korkunç hadise arasında, manası anlaşılmayan bir tezat var. Tam 800 metreden düşüyor ve şimdi yaşıyor: Makulata sığmayan bu hali ifade edecek tek kelime MUCİZE. Yalnız yaşamak değil hem de konuşuyor. Ben mi öldüm Ya Rabbim? Heyecanla üstüne atılıyorum ve yavruma sarılıyorum. Beni görünce gözlerinde beliren bir sevinç hali var. Gülüyor, gülmeye çalışıyor. Yavrum çektiği büyük acıyı, suni tebessümü ile etrafına hissettirmemeye gayret ederek bir hata sandığı hareketini mazur göstermek için: ‘Babacığım kabzayı çektim, çektim çok uğraştım ama paraşüt açılmadı. Sonra yedek kabzayı açtım. Sonrasını bilmiyorum babacığım’ diye inliyordu.

“…Doktorlar muayenelerinde ıstıraplarını soruyorlar o sadece ciğerlerinden muzdarip olduğunu normal bir insan gibi konuşarak söylüyordu. Muayenelerden sonra doktorlara yavrumun sıhhatinde tehlike olup olmadığını soruyordum. Doktorlar, ‘Vecihi Bey, hayatı tehdit eden bir hal olsa böyle normal konuşamaz. Müsterih olun’ diyorlardı. Bu vaziyette yavrumu doktorların nezaret ve ihtimamlarına bırakarak o güne ait büyük vazifemin ifasına gittim. Yanımda benimle birlikte gelen talebelerim de vardı. Onlar o günün programında görevli ve merasimde paraşütle atlayacak çocuklardı. Fakat şahit oldukları korkunç hadise henüz 20 yaşını doldurmamış bu gençlerin duygularında makûs tesirini yapmaktan hali kalmamıştı. Bu mevzuda talebelerimle aramızda şöyle bir muhavere geçmişti…”

“Hocam Eribe şimdi ne olacak?” “Çocuklar, bu hadise bir kazadır. Bu vakıa ile Eribe sizlere, Türk çocuğuna has olan kahramanlık duygusundan bir misal göstermiş oldu. Şimdi tedavi olacak ve istirahat edecek ve tabii her acı gibi bu da geçecek ve unutulacak. Siz hepiniz onun ağabeylerisiniz.”

“Görüyordum ki hadisenin doğurduğu teessür ve tereddüt bütün gençlerin yüzlerinde ve ifadelerinde çok açıktı. Bu reaksiyonu değiştirmek ve tereddüdü yok etmek zarureti doğmuştu. Nitekim diğer bir talebe: ‘Hocam, artık Eribe atlayamaz değil mi?’ diye sordu…”

“… Bu sualden irkildim ve heyecanın yarattığı korkuyu daha kuvvetle his ettim. Anladım ki bu ruhlarda havacılık branşının beklediği irade ve azim konusunda titreşen izler var. İşte bunu gidermek için büyük acımı talebelerime hissettirmemeye çalışarak: ‘Ne dedin? Eribe mi? O yalnız bugün için sizlerle beraber atlamayacak. Yarın hastahaneden çıktıktan sonra tekrar sizlere katılacak ve sizlerle beraber uçacak ve atlayacaktır.

“Bu kısa beyanatım talebelerim üzerinde iyi bir tesir yaptı fakat benim kalbim kanıyordu. Bir tarafta yavrum, öbür yanda o büyük günün kutsal ödevi, için için inleye inleye sevgili talebelerimi istinatsız boşluklara atmak için gidiyordum.”

“… Hep o değişmeyen havacılık ideali için... Saat 15.00, henüz uçuşlar bitmiş ve bütün vazifeler yerine getirilmişti…”

Eribe ağır bir ameliyata alınır.

“…Tam 4 saat sonra yavrumun güzel sesini duyarak Ulu Tanrıya şükrettim. O henüz kloroformun tesiri altında sakindi fakat ıstırap içinde kıvrandığı belli idi. Buna rağmen o ıstırabı bana his ettirmemek için; ‘Babacığım üzülme, iyiyim’ diyordu. Uzandım yavrumun terli alnına dudaklarımı koydum. Dudaklarımdan kalbime bir ateş aktı, yavrum yanıyor, inleyerek, ‘Su, Babacığım, su’ diyordu. İşte ıstırabımın en had devresi bu idi, onun her arzusunu yapmak bana bir zevk, bir teselli idi. Ancak bu istediği suyu vermek elimden gelmiyordu. Çünkü doktorlar men etmişlerdi.

Tekrar doktora koştum ve yalvardım, ‘İmkânsız’ sözü ile karşılaştım. ‘İç yaralar açıktır, su ölüme sebep olur’ diyordu. Yavrum ise ‘Su’ diye inliyordu. Çocuğumun yanına giremez oldum. Onun ‘Suuuu’ diye yalvaran sesi ve hele ‘Babacığım ne olur bir maşrapa su verin de içimin ateşini söndüreyim’ diyen sesi yalnız kulaklarımı, duygularımı değil bütün benliğimi eziyor ve eritiyordu. Bu sahneye şahit olamaz bir hale düşmüştüm…”

“… Operasyondan sonraki zaman, insan tahammülü anlamı ile bağdaşması mümkün olmayan bir zamandı. Yavrumun bu mücadelesi tam dokuz saat devam etti, yavrum komalar halinde bile hep uçuyor ve hep atlıyor, sonra da ‘Babacığım, açtım açtım fakat o açılmadı’ diye inliyordu. Sabah saat 6.10 Bu andaki değişmeyen kaide tecellisini göstermişti. Gözleri son bir defa ‘Anne’ feryadı ile etrafında aranmış ve kapanmıştı. Doktorlar ve hemşireler etrafında ve yanı başında ve bütün bakışlar onun kapalı gözlerinde, sessiz ayakta idik. Bir feryat, bir hıçkırık tufanı, yaşlar artık beni dinlemedi. Bütün sevgimi, şefkatimi, ümidimi ve her şeyimi bağladığım evladıma feryat idi bu…”

“… Bekleyenler, kıpırdamağa cesaret edemeyenler, acı hakikatin korkusu ile dalgın bekleyenler koşuştular. Yeniden oraya döndüğümde, odasında kimse kalmamıştı. Bembeyaz sanki kardan bir örtü ta başa kadar çekilmişti. Ellerim titreyerek örtüyü tuttum ve sıyırdım. Gözlerim yaştan bulutlanmıştı. Sanki bir tül, ince şeffaf bir şey arkasında görünen güzel yüz, gülümseyen dudaklar, rahat uyuyan yavrum... ”

“… Eğildim hala ılık alnından öperken sanki beni dinliyor, bana gülüyordu. Veda ettim ve kan vermek emeliyle soyunarak fırlattığım ceketimi aldım yürüdüm…”






Bir Tayyarecinin Anıları
Vecihi Hürkuş
Yapı Kredi Yayınları

28 Ekim 2015 Çarşamba

O an herkes susar, sadece onların gözleri konuşurdu...

Bu bir Aşk hikayesi;

Normal olarak bu yazıyı dün kaleme almam gerekirdi,
zira anmaya değer olan gün
bundan tam tamına 78 yıl öncesi,
27 Ekim 1937’yi işaret ediyor.
Ancak, bu hikayenin kahramanlarından birinin, sevgili babamın isteğine uygun olarak,
o günü bu günmüş gibi ele alacağım.

Tarihler konusunda kendisinin
bir garip tutumu vardı zira;
Her 1 Mart günü,
“doğumgünün kutlu olsun baba” dediğimizde,
“bu gün değil yarın” der,
ertesi yıl 2 Mart’ta
“doğumgünün kutlu ....” diye başladığımızda da lafı ağzımızda tıkar, “dündü, geçti” derdi...

Kendince bir açıklaması vardı, elbette;
Şubat’a bulurdu kabahati, hani dört yılda bir 29 çekiyor ya, hesapta o yüzden kayıyormuş doğum günü, gerçeği hiç söylemedi ancak, doğum gününü pek hatırlamak ve kutlamak istemezdi sanırım, çünkü hiç hatırlayamadığı anasını henüz 3 yaşındayken üstelik de kızkardeşinin doğumunda kaybetmişti.

Bu 27 Ekim’i neden 28 Ekim yaptığını sorsaydık,
ki hiç sormadık, muhakkak ona da,
Birinci Teşrin (Teşrin-i Evvel) ayının 27 inci günü,
yeni takvimde Ekim’in 28’ine denk gelir aslında
diye cevap verirdi.

Evet, işte bugün 28 Ekim 1964’de,
babamın çekindiğimiz fotoğrafa düştüğü
“28 yılın 28 Ekim’i” notundan kopyalayarak, 

78 yılın 28 Ekim’i
51 yıl önce’nin 28 Ekim’i Anne ve Babamın 28. Evlilik yıldönümlerini kutluyoruz ailecek,
Bahçelievler Çarşı durağındaki Karadeniz Lokantasında,
Babam 48, Annem 46, rahmetlii ağabeyim Bülent 21, ben ise henüz 11 yaşındayım.
   

Eğer yaşasalardı bugün 78. yıllarını kutlayacaktık büyük bir aile olarak.
1980 öncesi dönemde hemen her yıl muhakkak bir araya gelinir ve bu anlamlı günü o sırada ailemizin mevcutlarından kim varsa bir arada kutlamaya çalışırdık. Daha sonraki yıllarda da kutlandı elbette, ancak bu kutlamalarda artık ben ne yazık ki ayrı bir şehirde yaşamaya başlayalı beri katılamaz olmuştum. Tesadüfen orada olmuşluklarım da olmuş olabilir ancak, şu an onu hatırlayamıyorum, hatırladıklarım daha çok 80 öncesi yıllara ait.

Annemin çok severek yaptığı güzel yemeklerle donatılmış soframızda kutlardık çoğunlukla bu özel günleri, çok nadir dışarı çıktığımız günler de oldu elbet, 64 yılındaki gibi. Annemin o çok gururlandığı zeytinyağlı yaprak sarmaları, bazen Rize’ye tayin olduklarında öğrendiği Hamsili Pilavı, bazen Mardin tayin günlerinden öğrenilmiş içli köfteleri, keleğe (Konya’da hırtlak denir) doldurulmuş o nefis turşu dolmasını, tam zamanının Aşuresinin yanısıra rakımız ve de şarabımız eksik olmazdı. Tabii eksik olmayan en önemli unsur ise “sevgi”ydi...
Onların her geçen gün katlanarak büyüyen o büyük aşkları, masanın etrafındaki herkesi sımsıkı sarar, sarmalardı.

İşte böylesi bir sıcak ortamda, sevgi sözcükleri havada uçuşur, muhteşem lezzetler damaklarda hoş bir keyif bırakırken, yemeğin ortalarına doğru klasik olarak her kutlama yemeğinde olduğu gibi, annem o çok sevdiği buruk, buğulu Buzbağ şarabının ona verdiği rehavetin rahatlığıyla attığı şen kahkahalarına bir ara verir ve ağzından üç kelime dökülürdü...
“gözlerime bak Abdüriiiim” 

(Abdürrahim’i o böyle kısaltırdı kendine has bir şekilde)


işte o an, herkes susar,

sadece onların gözleri konuşurdu...

Masanın etrafında toplanmış olan bizler de, bir ona bir ötekine bakar, bu onlar için çok anlamlı olan özel törene gıpta ile şahitlik eder, kadeh kaldırırdık.



Bizler bunu, birbirlerine olan derin sevgilerini bir şekilde gözlerini birleştirerek birbirlerine bir kez daha sessizce dillendiriyor, yıllarca süren güzel birliktelikleri için birbirlerine duydukları şükranı ve minneti iletiyor ve mutluluklarını paylaşıyorlar diye anlamlandırıyorduk o günlerde.



Ancak, annemin bu üç kelimelik çağrısının gerçek anlamını, sırrını çok sonraları, onları kaybettikten epey bir süre sonra, eski fotoğraflarını karıştırırken keşfedebildim.



Bu sırrı açıklamadan önce onların bu birlikteliklerinin temeline inmem gerekiyor biraz.



Mehmet ve Emine Taşer’in bir oğlu (Ali Besalet) ve iki kızından (Hayriye ve Nuriye) sonra 1918’de Niksar’da dünyaya gelen annem Bedriye ile,

Salih ve Havva Civelekoğlu’nun bir kız (Zehra) ve bir oğuldan (Abdurrahman) sonra 1916’da Akçaabat, Polathane’de dünyaya gelen babam Abdürrahim’i

kader Tokat’ta Ortaokul sıralarında bir araya getirmişti.

Annem Bedriye Ortaokulda sınıf arkadaşlarıyla, 8 Şubat 1931
Annem Bedriye Taşer’in Orta mektep Şehadetnamesi, 10 Temmuz 1932
İlkokul’u bitirdiğinde babam Abdürrahim, o yıllarda yanında kaldığı amcası Molla Ali’nin yönlendirmesi ve ısrarı ile hafız* olmak için eğitimine ara verir ve bu nedenle iki yıl geç olarak Ortaokula başlar, annemden iki yaş büyük olarak.

*hafız: Ezberlemek, zihinde tutmak, saklamak, korumak anlamındaki "h-f-z" kökünden türeyen hâfız, ezberleyen, zihninde tutan, saklayan, koruyan anlamına gelir. Kur'ân'ı başından sonuna kadar hatasız olarak ezberleyenlere, yüz bin hadisi senet ve metinleriyle birlikte ezberleyip râvîlerin terceme-i hallerini bilen muhaddislere de hâfız denir.
246 Abdürrahim’in İlk Tahsil Bitirme Şahadetnamesi, 1 Eylül 1929

Babam Abdürrahim Civelekoğlu ilk ve ortaokul arkadaşlarıyla hatıra fotoğraflarında,
1928 ve sonrası 
234 Abdürrahim’in Orta mektep Şehadetnamesi, 10 Temmuz 1932

Ortaokul’un son yılında mezuniyetten on gün  öncesi babamın, annemin hatıra defterine bir ortaokul talebesinden beklenmeyecek kadar muntazam ve edebi bir dille yazdıkları gelecekteki hayatlarına dair önemli ip uçları taşımaktadır.

“Aziz kardeşim, Geçirdiğimiz tatlı ve samimi dakikalardan sonra bugünlerde ayrılacağız. İstikbalde kalbimizdeki kardeş muhabbetinin ilelebet sönmemesi için defterinize şu hatırayı yazıyorum.

Bu yazıları okur, bu bethah kardeşinizi hatırlarsanız şüphesiz o da çok memnun ve bahtiyar olur. Ayrılık acılarınızı teskin eder, hayatta büyük muvaffakiyetler dilerim.”
11-6-932
Tokat Orta Mektep son sınıf arkadaşlarınızdan
234
Abdürrahim
Babam Abdürrahim, Ortaokul arkadaşlarıyla, 1934

Ortaokul mezuniyeti sonrası ikisinin yolları ayrılır, babam Sivas Lisesi’ne eğitimini devam ettirmek üzere gider, annem ise bir süre ailesi ile Tokat’ta yaşar, sonra birlikte Ankara’ya taşınırlar.
Annem Bedriye’nin Ankara Keçiören Ana Kucağı günleri, Ekim 1935

Annem Bedriye, Ankara’da o sıralar Cumhuriyet Halk Fırkası Kâtib-i Umumiliği (Genel Sekreterliği) yapan ve Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü ile birlikte
 Tek Parti Rejiminin güçlü adamlarından biri olan
Recep Peker’in (1889-1950) 
1932’de Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme) Kurumu’na bağlı olarak Keçiören Bağları’nın Kızlarpınarı ve Keçiören Köy Gazinosu’nun bulunduğu çevrede açtığı Ana Kucağı kreşinde çalışmaya başlar.
Babam Abdürrahim Civelekoğlu’nun Liseyi Bitirme Diploması, 6 Haziran 1935

Babam Abdürrahim ise 1935’te Sivas Lisesi’sinden mezun olmuş ve Üniversite tahsili için Ankara’ya gelmişti. Tıp Fakültesi’ne kaydolmak niyetiyle geldiği Ankara’da bir arkadaşının tavsiyesi ile karar değiştirip,
Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü, Veteriner Fakültesi’ne kaydını yaptıran babam ile annemin yolları bu kez Ankara’da kesişir tekrar.
Babam Abdürrahim’in Ankara Ziraat Enstitüsü Veteriner Fakültesi günlerinden

Yıllar sonra tekrar karşılaşan ve kısa sürede birbirlerini seven ve tutkuyla bağlanan anne ve babamın bu günlerine ait birbirlerine gönderdikleri notlar bu aşkın en güzel tanıklarıdır.

Babam anneme,

“Saadetimin Perisine,
Bu da benim sevgimin şahidi olsun.

Seni E.(ebediyen) unutmayacak
Nişanlın”,

“Benim Melek Bedriyeme,
‘bu’ ve ‘o’ bir hayal değil,
ebediyen birbiri için çarpacak
iki kalbin birbirine selamıdır”,
diye notlar yazarken,

Annem de,
“Seni sevdiğimin şahidi olsun”
diye yazar, 30 Temmuz 1936’da
ona gönderdiği fotoğrafının arkasına...

Çok uzun sürmez, birlikteliklerinin ilk adımını

10 Mart 1937’de nişanlanarak atarlar

ve babam nişan fotoğraflarına
“Bu mes’ut günü unutma ki,
her zaman mes’ut olalım”
yazarak not düşer.

Nişanlanmalarından 7,5 ay sonra da,
babam henüz mezun olmamış olmasına rağmen öğrencinin evlenmesi yasak olduğundan, Üniversite’ye haber vermeksizin
27 Ekim 1937’de nikahlarını kıyılır.
Bin dokuz yüz Otuz Yedi senesi Birinci teşrin ayının 27 inci Çarşamba günü sıfat hüviyetleri bu defterde yazılı Bedriye Taşer ile Abdürrahim Civelek evlenmiş oldukları Ankara B. evlenme işleri memurluğuna mahsus sicil defterinin 674 numaralı sayfasında yazılı olduğu tasdik olunur.”
-27 T.Evvel 1937-
Bu kez fotoğrafın ön yüzüne annem

“Abdürrahime:

İleride geçireceğimiz mes’ut günlerin
ilk adımı 
Senin Bedriye” 
diyerek imzasını atar. 

Ancak, asıl can alıcı olan ve benim onları kaybettikten sonra onlardan kalan eski fotoğrafların arasında keşfettiğim o


annemin tılsımlı sözünün sırrı,

işte bu fotoğrafın arkasındaki notta gizlidir.


Annem, babama
“gözlerime bak Abdüriiim”
derken aslında oldukça derin anlamlar içeren ve nikah sırasında ona verdiği resmin arkasına karaladığı satırlardaki sözünü hatırlatmaktadır, her seferinde...


Abdürrahim;

Sana bu çağımın bir hakikatini verirken şu kelimeler bir an hatırımdan geçti.

Bu gün nazarların bende daha kuvvetli olsun, çünkü senelerin herbirinin hissesine alacağı çizgilerden, yarın hiç birisi kalmıyacaktır. 

Bu gün yalnız ana hatlarım gözlerinde sabit kalırsa bana ileride yine o gözlerle bakarsın değil mi...

Senin Bedriye”



Annem, zaman onun gençliğinde sahip olduğu güzelliklerin yaşlandıkça ondan birer birer uzaklaşacağını düşünerek, babama tek değişmeyecek olanın, ona ilk günkü kadar sevgi ve aşk ile bakan o bir çift gözün değişmeyeceğini yıllar öncesinden görmüş ve her mutlu gününde bunu babama hatırlatmak istemişti.

57 yıl boyunca hiç ayrılmadan, birbirlerini severek mutlu ve huzurlu günler geçirdiler.
Tüm yokluklara rağmen Güzel yaşadılar.

Annem Bedriye’yi 1 Eylül 1994’te,
Babam Abdürrahim’i ise 21 Haziran 1996’da
kaybettim.

O büyük aşkı,
bu özel günde anmak istedim.

Aşkları ve Ruhları şâd olsun...