Sayfalar

30 Ekim 2015 Cuma

79 YIL ÖNCE BUGÜN, ERİBE HÜRKUŞ DOĞUMGÜNÜNDE VEFAT ETMİŞ, İLK KADIN HAVA ŞEHİDİMİZ OLMUŞTU.





TARİHTEN BUGÜNE DÜŞEN NOTLAR: 30 EKİM 1936

79 YIL ÖNCE BUGÜN,

CUMHURİYETİMİZİN 13. YILI KUTLAMALARI VESİLESİYLE, TÜRKKUŞU’NUN HİPODROMDA YAPACAĞI GÖSTERİLERİNE KATILMAK İÇİN HAZIRLANAN GENÇ BİR PARAŞÜTÇÜ KIZ,
PROVA UÇUŞLARI SIRASINDA YERE ÇAKILMIŞ,
KALDIRILDIĞI NUMUNE HASTANESİNDE,
KAZADAN 9 SAAT SONRA VEFAT ETMİŞTİ.


Fotoğraf Ahmet Soyak


Genç paraşütçü kızın
Ankara Cebeci Şehitliğindeki Kabrinde,

“ Ziyaretçi dur!
Burada, gömdüler bir yıldızı,
Burada Eribe yatar.
Göklerin ilk Türk kızı.

Eribe,
Bulutlara sarıldın,
kalbimizdesin bütün,
Ne çıkar sana kefen olduysa,
paraşütün...”

Yazmaktadır...


YALNIZCA 18 YAŞINDAKİ
BU GENÇ KIZIN ADI ERİBE İDİ
VE BU İLK KADIN HAVA ŞEHİDİMİZ,
TÜRK HAVACILIK TARİHİNİN EN ÖNEMLİ İSİMLERİNDEN BİRİ OLAN PİLOT ASSUBAY VECİHİ HÜRKUŞ’UN “KIZI”YDI
VE O GÜN,
ONUN DOĞUM GÜNÜYDÜ...

30 Ekim 1918’de doğup, tam 18 yıl sonra doğum gününde vefat eden Eribe, daha henüz 3 yaşındayken 12 Ocak 1921 günü Yunan uçakları tarafından bombalanan Eskişehir’de Vecihi Hürkuş’un kızkardeşi olan annesi Remziye Hanım’ı yitirmiş, ondan bir hafta öncesinde de cepheden, babası Binbaşı Bedri Bey’in şehadet haberi gelmişti. Anneannesi Eribe’yi ve 1920 doğumlu kız kardeşi Emel’I alarak oğlu Vecihi Hürkuş’a sığınmıştı. Emel de hastalanıp ölünce Eribe bir anneanne ve bir dayı ile tek başına kalmıştı. Vecihi Hürkuş’un himayesinde büyüyen Eribe Vecihi Hürkuş’un kızları Gönül, Sevim ve Perran’a ablalık yapmakta, Vecihi Bey’e Baba demektedir artık, Vecihi Hürkuş da ona “kızım”…

Eribe daha ortaokuldayken Vecihi Bey’in Sivil Tayyare Mektebinde öğrencidir, pilotluk öğrenmekte ve havacı olmak için can atmaktadır. Sivil Tayyare Mektebi kapanıp, Türkkuşu’nun kurulması için Vecihi Bey Ankara’ya çağırılınca, aile Ankara’ya taşınır ve Eribe de Türkkuşu’nda eğitim almaya başlar.

29 Ekim 1936 günü meydana gelen elim kazayı,
Vecihi Hürkuş,
“Bir Tayyarecinin Anıları”nda şöyle anlatır;



“Eribe benim okulumda yetişmiş, cüretli bir uçucu ve Türk havacılığının ruhen çok erken yükselmiş bir vücudu idi. Onun uçuşlarından duyduğum zevk her şeyin üstünde idi. Yavrum son günlerin yani Cumhuriyet Bayramı için yaptığımız canlı faaliyetin tesiri ve arkadaşlarının devamlı atlayışlarını seyretmesi neticesi olacak, benden paraşütle atlamak müsaadesi istemişti.”

“… Ben onun paraşütle atlamasını değil, benim gibi uçmasını istiyordum….”

29 Ekim 1936

“Bu büyük gün, kim bilirdi ki hayatıma korkunç bir ıstırap sahifesi olacakmış... Sabah erken saatlerde meydanda toplanmış, bütün elmanlar ve ekipler o gün yapacağımız gösteri programının hazırlığına başlamıştık. Yavrum yanıma gelerek benden yeni bir atlayış izni istemişti. ‘Ne olur babacığım bir atlayış’ diye yalvaran bu ses beni adeta büyülemişti...”

“...Beş dakika sonra yavrumun bindiği tayyare yükseliyordu, Çiftlik üzerinden geniş bir turla hangarlarımız üzerine yaklaşan bu tayyare atlayış yüksekliğini almıştı. Hangarlar üzerinde motör sesi kesildi ve hızında azalma görüldü. Bu hareket bir atlayış hazırlığı idi. Macun Çiftliği istikametinde süzülen tayyarenin kanadı üzerinde bir karartı belirdi ve biraz sonra bu karartı tayyareden ayrıldı…”

“… Bir an, bir saniye ve sonra bu saniyeler çoğaldı fakat boşlukta uçan yavrumun hareketinde bir değişiklik görülmüyordu. Evvela düz akışla başlayan hareket kısa bir zaman sonra vrile kapılarak havanın boşluğu içinde yuvarlanmaya başladı…”

“… Tayyareden ayrılışından sonra 100, 200, 400 ve 600 metre düşüş halinde yavrum bir taş gibi her an büyüyen bir hızla boşlukta yuvarlanıyor, paraşütünü açmıyordu…”

“… Tam 600 metre düşüşten sonra bir an yavrumun üzerinde beyaz bir kubbe görüldü. Evet, paraşüt açılmıştı Ama ne idi bu menhus tesadüf? Açılan paraşütü, uçan bir yıldızın kuyruğu gibi büzdü ve sonra yavrum dumanlı gözlerimde kayboldu. Koşuyorum; O yere koşuyorum, nasıl bir koşuş bu; heyecanım bende şuur diye bir şey bırakmamış ki bacaklarıma hâkim olamıyorum ve düşüyorum, yine sıçrıyor koşuyor ve koşuyorum, yanıma yetişen motörlü araçları istiskal eden bir his var içimde, çocuklar ‘Hocam gel, gel’ diye bağırıyorlar, güvenim yok ben onlardan daha çabuk yetişeceğim yavruma inancı var içimde…”

“…Nihayet yavrumun yanındayım, karşılaştığım hazin sahne ile ruhumu karartan korkunç hadise arasında, manası anlaşılmayan bir tezat var. Tam 800 metreden düşüyor ve şimdi yaşıyor: Makulata sığmayan bu hali ifade edecek tek kelime MUCİZE. Yalnız yaşamak değil hem de konuşuyor. Ben mi öldüm Ya Rabbim? Heyecanla üstüne atılıyorum ve yavruma sarılıyorum. Beni görünce gözlerinde beliren bir sevinç hali var. Gülüyor, gülmeye çalışıyor. Yavrum çektiği büyük acıyı, suni tebessümü ile etrafına hissettirmemeye gayret ederek bir hata sandığı hareketini mazur göstermek için: ‘Babacığım kabzayı çektim, çektim çok uğraştım ama paraşüt açılmadı. Sonra yedek kabzayı açtım. Sonrasını bilmiyorum babacığım’ diye inliyordu.

“…Doktorlar muayenelerinde ıstıraplarını soruyorlar o sadece ciğerlerinden muzdarip olduğunu normal bir insan gibi konuşarak söylüyordu. Muayenelerden sonra doktorlara yavrumun sıhhatinde tehlike olup olmadığını soruyordum. Doktorlar, ‘Vecihi Bey, hayatı tehdit eden bir hal olsa böyle normal konuşamaz. Müsterih olun’ diyorlardı. Bu vaziyette yavrumu doktorların nezaret ve ihtimamlarına bırakarak o güne ait büyük vazifemin ifasına gittim. Yanımda benimle birlikte gelen talebelerim de vardı. Onlar o günün programında görevli ve merasimde paraşütle atlayacak çocuklardı. Fakat şahit oldukları korkunç hadise henüz 20 yaşını doldurmamış bu gençlerin duygularında makûs tesirini yapmaktan hali kalmamıştı. Bu mevzuda talebelerimle aramızda şöyle bir muhavere geçmişti…”

“Hocam Eribe şimdi ne olacak?” “Çocuklar, bu hadise bir kazadır. Bu vakıa ile Eribe sizlere, Türk çocuğuna has olan kahramanlık duygusundan bir misal göstermiş oldu. Şimdi tedavi olacak ve istirahat edecek ve tabii her acı gibi bu da geçecek ve unutulacak. Siz hepiniz onun ağabeylerisiniz.”

“Görüyordum ki hadisenin doğurduğu teessür ve tereddüt bütün gençlerin yüzlerinde ve ifadelerinde çok açıktı. Bu reaksiyonu değiştirmek ve tereddüdü yok etmek zarureti doğmuştu. Nitekim diğer bir talebe: ‘Hocam, artık Eribe atlayamaz değil mi?’ diye sordu…”

“… Bu sualden irkildim ve heyecanın yarattığı korkuyu daha kuvvetle his ettim. Anladım ki bu ruhlarda havacılık branşının beklediği irade ve azim konusunda titreşen izler var. İşte bunu gidermek için büyük acımı talebelerime hissettirmemeye çalışarak: ‘Ne dedin? Eribe mi? O yalnız bugün için sizlerle beraber atlamayacak. Yarın hastahaneden çıktıktan sonra tekrar sizlere katılacak ve sizlerle beraber uçacak ve atlayacaktır.

“Bu kısa beyanatım talebelerim üzerinde iyi bir tesir yaptı fakat benim kalbim kanıyordu. Bir tarafta yavrum, öbür yanda o büyük günün kutsal ödevi, için için inleye inleye sevgili talebelerimi istinatsız boşluklara atmak için gidiyordum.”

“… Hep o değişmeyen havacılık ideali için... Saat 15.00, henüz uçuşlar bitmiş ve bütün vazifeler yerine getirilmişti…”

Eribe ağır bir ameliyata alınır.

“…Tam 4 saat sonra yavrumun güzel sesini duyarak Ulu Tanrıya şükrettim. O henüz kloroformun tesiri altında sakindi fakat ıstırap içinde kıvrandığı belli idi. Buna rağmen o ıstırabı bana his ettirmemek için; ‘Babacığım üzülme, iyiyim’ diyordu. Uzandım yavrumun terli alnına dudaklarımı koydum. Dudaklarımdan kalbime bir ateş aktı, yavrum yanıyor, inleyerek, ‘Su, Babacığım, su’ diyordu. İşte ıstırabımın en had devresi bu idi, onun her arzusunu yapmak bana bir zevk, bir teselli idi. Ancak bu istediği suyu vermek elimden gelmiyordu. Çünkü doktorlar men etmişlerdi.

Tekrar doktora koştum ve yalvardım, ‘İmkânsız’ sözü ile karşılaştım. ‘İç yaralar açıktır, su ölüme sebep olur’ diyordu. Yavrum ise ‘Su’ diye inliyordu. Çocuğumun yanına giremez oldum. Onun ‘Suuuu’ diye yalvaran sesi ve hele ‘Babacığım ne olur bir maşrapa su verin de içimin ateşini söndüreyim’ diyen sesi yalnız kulaklarımı, duygularımı değil bütün benliğimi eziyor ve eritiyordu. Bu sahneye şahit olamaz bir hale düşmüştüm…”

“… Operasyondan sonraki zaman, insan tahammülü anlamı ile bağdaşması mümkün olmayan bir zamandı. Yavrumun bu mücadelesi tam dokuz saat devam etti, yavrum komalar halinde bile hep uçuyor ve hep atlıyor, sonra da ‘Babacığım, açtım açtım fakat o açılmadı’ diye inliyordu. Sabah saat 6.10 Bu andaki değişmeyen kaide tecellisini göstermişti. Gözleri son bir defa ‘Anne’ feryadı ile etrafında aranmış ve kapanmıştı. Doktorlar ve hemşireler etrafında ve yanı başında ve bütün bakışlar onun kapalı gözlerinde, sessiz ayakta idik. Bir feryat, bir hıçkırık tufanı, yaşlar artık beni dinlemedi. Bütün sevgimi, şefkatimi, ümidimi ve her şeyimi bağladığım evladıma feryat idi bu…”

“… Bekleyenler, kıpırdamağa cesaret edemeyenler, acı hakikatin korkusu ile dalgın bekleyenler koşuştular. Yeniden oraya döndüğümde, odasında kimse kalmamıştı. Bembeyaz sanki kardan bir örtü ta başa kadar çekilmişti. Ellerim titreyerek örtüyü tuttum ve sıyırdım. Gözlerim yaştan bulutlanmıştı. Sanki bir tül, ince şeffaf bir şey arkasında görünen güzel yüz, gülümseyen dudaklar, rahat uyuyan yavrum... ”

“… Eğildim hala ılık alnından öperken sanki beni dinliyor, bana gülüyordu. Veda ettim ve kan vermek emeliyle soyunarak fırlattığım ceketimi aldım yürüdüm…”






Bir Tayyarecinin Anıları
Vecihi Hürkuş
Yapı Kredi Yayınları

2 yorum:

Ahmet SOYAK dedi ki...

Selam, fotoğrafımı görür görmez tanıdım. Sonsuza kadar fotoğraflarım sizn ana altına yazsaydınız keşke:
http://www.panoramio.com/photo/46282985

Levent Civelekoğlu dedi ki...

Sevgili Ahmet Bey, farketmiş olsam yazardım, emin olun. Ama yine de bu özürümü kabul edin lütfen. Uyarınıza da teşekkür ederim, hemen ekledim. Saygılar.