Sayfalar

7 Mayıs 2017 Pazar

Ortadoğu’ya Modernizmin gelmesine aracı olan Osmanlı’dan kalan izler, anılar, anıtlar...

Sultan II. Abdülhamid
Abdü’l-Hamīd-i sânî
(21 Eylül 1842 -10 Şubat 1918)

Osmanlı tahtında en uzun süre tahtta oturan padişahlar arasında 32 sene, 239 günlük iktidarı ile Kanuni Sultan Süleyman, IV. Avcı Mehmed ve Orhan Gazi’nin ardından dördüncü sırayı alan, 34. Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in
(1 Eylül 1876 - 27 Nisan 1909) hükümdarlığı sırasındaki en büyük projesi, Anadolu Demiryolu (İstanbul, Haydarpaşa - Konya), Bağdat Demiryolu (Konya - Adana - Halep - Bağdat) ve Hicaz Demiryolu’ydu (Halep - Şam - Medine).

Berlin - Bağdat Demiryolu Haritası

Aslında bu üç ayrı proje Almanların Berlin’den başlayıp, Bağdat’da sona erecek olan Demiryolu Projesinin sırasıyla inşaa edilen ve birbirini tamamlayan etaplarıydı.
Şam - Medine, Hicaz Demiryolu Haritası
Bağdat Demiryolu projesi, Almanların trenle doğrudan Ortadoğu’ya ulaşmaları açısından çok önemliydi ancak hattın bu siyasi, askeri ve ekonomik boyutunun dışında, Osmanlılar açısından da dini bir anlamı vardı. Aynı tarihlerde gündeme gelen ve sadece bir bölümü inşa edilebilen Hicaz Demiryolu Hattı, Bağdat Demiryolu Hattıyla birleştiğinde İstanbul’dan kutsal topraklara kadar trenle gitmek mümkün olabilecekti.

Hicaz Demiryolu Tabelası


Bağdat Demiryolu Hattı, ulaştığı bölgenin zengin petrol yatakları, hat boyunca elde edilen büyük imtiyazlar ve kâr garantisiyle Almanya için cazip bir proje olurken, Hicaz Hattının manevi değerinden başka bir kârlılığı yoktu. Ancak bunun yanısıra Hicaz Hattı Osmanlı’nın Ortadoğu’daki nüfuzunu güçlendirecekti ki bu da özellikle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere yabancıların böyle bir işe para yatırmaktan çok engellemesine neden olmaktaydı.
Hicaz Demiryollarının Şam Tren Garı’ndaki raylar üzerinde bulunan Osmanlıca damga.
“Mü’minlerin Emiri Gâzi Sultan İkinci Abdülhamit Han efendimizin büyük yardımlarıyla yapılan ‘HAYRÂT’tır.” yazmaktadır.

Osmanlı da engellemelere rağmen gerekli kaynağı aralarında Hindistan, Pakistan, İran, Tunus, Cezayir, Afganistan, Malezya, Doğu Türkistan, Sumatra, Java ve Rusya’daki Müslümanlar’ın bulunduğu pek çok ülke ve halkların yaptığı bağışlar ile sağlamış ve Hicaz Demiryolları Hattı’nın hazırlıkları 2 Mayıs 1900 tarihinde, hattın inşaatı Sultan II. Abdülhamid'in tahta çıkışının 24. yılına dek gelen 1 Eylül 1900 tarihinde başlanmış sekiz yılın sonunda, hattın toplam uzunluğu daha sonra yapılan ilaveler ile 1900 km’yi bulmuştu.
Adana Vardaha Köprüsü inşaa halinde
Adana Vardaha Köprüsü günümüzde halen kullanılmakta.

1 Eylül 1907 tarihine gelindiğinde Hicaz Demiryolu’nun kutsal topraklara girmesi ile birlikte bu topraklara Müslüman olmayanların girmesinin yasak olması nedeniyle bu bölümdeki inşaat faaliyetlerinde daha önceki bölümlerde Alman İnşaat Mühendisi Heinrich August Meißner idaresindeki Fransız, Macar, Polonyalı ve Alman mühendisler tarafından eğitilen Türk ve yerel işçiler Türk Mühendis Hacı Muhtar Bey’in denetiminde çalışmışlardı.
Alman İnşaat Mühendisi
Heinrich August Meißner
Hicaz Demiryolları Projesi sırasında Paşa ünvanı verilmiş
ve 14 Ocak 1940’da İstanbul’da ölmüştü.
Hat boyunca 2666 kagir köprü ve menfez, 7 demir köprü, 9 tünel, 96 istasyon, 7 gölet, 37 su deposu, 1 otel, 2 hastane ve 3 atölye yapılmış, hatta çalıştırılacak lokomotifler Almanya’dan, Vagonlar Belçika’dan, raylar ise Amerika ve Rusya’dan temin edilmişti.
Hicaz Demiryolları, Dımeşk (Şam) Garı
Dımeşk (Şam) Garı, günümüz
Dımeşk (Şam) Garı önündeki çeşme.
27 Ağustos 1908’de projenin ilk bölümü tamamlanmış, “Hamidiye Hicaz Demiryolu” Hattı büyük bir törenle açılmış ve Medine’ye ilk sefer düzenlenmişti. Daha önce deve kervanlarıyla ancak 40 günde alınabilen Şam - Medine yolunu, yerli ve yabancı gazetecilerle birlikte kalabalık bir devlet erkanının bindiği özel tren, yolda sadece namaz ve su ikmali için durmuş, ve saatte 40-60 km hız yaparak,
72 saatte (3 günde) katetmişti.


Hicaz Demiryolları’nın açılışı anısına bastırılan 
Sultan II. Abdülhamid tuğralı gümüş Madalyon
1908
Ancak “Hamidiye Hicaz Demiryolu” Hattı, açıldıktan bir yıl sonra, Sultan II. Abdülhamid
27 Nisan 1909’da tahttan indirilince, sadece “Hicaz Demiryolu” adıyla anılmaya başlanmıştı.
Hicaz Demiryolları Medine Garı ve
yanında Amberiye Mescidi inşaa halinde
Hicaz Demiryolları Medine Garı ve yanında Amberiye Mescidi inşaa halinde
Medine Garı günümüz


Asıl hedef hattın Mekke’ye ulaşması olmasına rağmen ne yazık ki bu hiçbir zaman gerçekleşememişti. Hicaz Demiryollarının adı kalmış, izleri çölün kumları altında sessizliğe bürünmüş olsa da, bugün hala o coğrafyada Hicaz Demiryollarını ve o günleri hatırlatan birçok anı, anıt yaşamını sürdürmektedir. Hicaz Demiryolları’nın görkemli Dımeşk (Şam) ve Medine Garları dışında Şam’da ve Hayfa’daki iki anıt o günlerin tanıkları olarak günümüze kadar gelebilmiştir.

Şam,
Şehitler Meydanı’ndaki
Bronz Sütun
Osmanlı egemenliğindeki Şam’da 1890’larda idari bir merkeze, daha sonraları da bir ticaret ve ulaşım kavşağına dönüşen, hala da şehir için önemli bir merkez olma özelliğini koruyan meydanın merkezinde, 27 Ağustos 1908’de Şam ve Medine arasındaki hattın ve Hicaz Demiryolundaki Şam terminalinin ve Şam-Medine arasında Ortadoğu’nun ilk telgraf bağlantısının açılması anısına
Sultan II. Abdülhamid tarafından
bir Telgraf Anıtı inşaa ettirilmişti.

Bu meydan, kentteki gelişimin kalbiydi, modern bir kentte bulunması gereken postane ve idare binalarının tümü burada toplanmıştı ve resmi tören alanı olarak da kullanılan bu meydan gerek anıt, gerekse meydanı çevreleyen yapıların kimliği ve işlevi ile Osmanlı Devleti’ni simgeliyordu.
Sâdık el-Müeyyed Paşa
(1858-1911)
Hicaz Telgraf hattının çalışmaları Ocak 1901’de başlamıştı. Bu iş için kendisine birinci dereceden Mecîdî nişanı verilen Şam doğumlu Sâdık el-Müeyyed Paşa görevlendirilmişti. Suriye-Hicaz telgraf hattının inşası sırasında altı ay bir çadırda kalarak Araplar ile iyi dostluklar kuran Sâdık el-Müeyyed Paşa, telgraf hattının inşaasında yardımlarına ihtiyaç duyduğu aralarında husumet bulunan Yedâ, Fakîr ve Belî aşireti şeyhlerini bir araya getirerek barıştırmış, yardımlarını almıştı. Yedâ, Fakîr ve Belî aşireti şeyhleri bu yardımları neticesinde telgraf merkezlerinin açılışlarında bu yardımları karşılığında ödüllendirilmişti. Bu görev sırasında hâtıralarını kaydeden ve pek çok fotoğraf çeken Sâdık el-Müeyyed Paşa, bunları ne yazık ki daha sonra evi yandığı sırada kaybetmişti.
Raimondo Tommaso D’Aronco’nun çizgileriyle
Şam Telgraf Anıtı
Anıtın tasarımını 1893-1909 yılları arasında 16 yıl boyunca saray mimarı olarak İstanbul’da bir çok eser vermiş olan İtalyan Mimar Raimondo Tommaso D’Aronco (1857-1932) gerçekleştirmişti.

Anıt siyah granitten, dört basamaklı ve üzerinde beyaz mermer bir kattan oluşan bir kaidenin üzerine oturtulan bronz bir sütundan oluşmaktaydı. Kaidenin dört yüzünde beyaz mermerden aynı metni taşıyan dört kitabe ve dört çeşme yer almaktaydı. Anıtın kaidesine yerleştirilmiş kitabelerde Hicaz’a kadar uzatılan telgraf hattının hatırasına dikildiği anlatılmaktaydı.





Emîrü’l-mü’minîn ve halîfe-i Rasûl-i Rabbi’l-âlemîn şevketlü
Mehâbetlü es-Sultan ibni’s-Sultan es-Sultan el- Gâzî Abdülhamîd Han-ı Sânî Efendimiz hazretlerinin
Hicaz hıtta-i mübârekesine temdîdini
Emr u fermân buyurdukları telgraf hattının hâtıra-i fâhiresidir.






Günümüz Türkçesiyle;
Müminlerin ve Allah Resulünün halifesi,
Sultan oğlu Sultan ve Gazi II. Adülhamid efendimizin Hicaz demiryolu hattı vesilesiyle şehrimize mübarek bir hatırasıdır.


Hicri 1325, Miladi 1907/1908

Dekoratif süslemelerin ön plana çıktığı, kıvrımların ve bitkisel desenlerin sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımı olan Art Nouveau’nun (Yeni Sanat) özellikle İstanbul’daki en güzel örneklerini vermiş olan İtalyan Mimar Raimondo Tommaso D’Aronco bu anıtta da bu konudaki ustalığını konuşturmuş bronz sütunun yüzeylerinde stilize bitki, çiçek motifleri yerine telgraf direklerini, kabloları ve porselen izolatörleri öylesine güzel ve ustaca kullanmıştı ki, ilk bakışta onların geometrik motifler ve bezemeler değil de teknolojik telgraf gereçleri olduğunu anlamak oldukça zordu.




D’Aronco sütunun yuvarlak alt kaidesinde 8 adet yuvarlak madalyonun ortalarına yerleştirdiği ay yıldız ve çerçevelerine eklediği perçinler ile de Hicaz Demiryollarına ince bir gönderme yapmıştı. Sütunun yüzeylerinde farklı uzunluklarda dört telgraf direği, direklerden sarkan kabloları ve direklerin tepesinde porselen izolatörleri kullanan mimar, sütunun tepesine gelindiğinde asılmış yuvarlak kablo kangallarını çağrıştıran süslemeler kullanarak sütunu sonlandırmış ve başlığa geçmişti. Basık ve yivli içbükey bir makara ile geçilen köşeleri pahlanarak sekizgene dönüştürülmüş kare sütun başlığı da o güne kadar gerçekleştirilmiş ve alışılagelmiş sütun başlıklarından çok farklıydı.

Sütunun en üstünde yer alan
Yıldız Hamidiye Camii’nin modeli


Raimondo Tommaso D’Aronco en büyük ve son dokunuşunu sütunun üzerine tepesi kesik bir kare piramitin üzerine yerleştirdiği İstanbul Yıldız’daki Hamidiye Camii’nin küçültülmüş ancak tüm detaylarıyla birebir onun modeli olan bir Cami heykeli ile yapmıştı. Pahlanmış kesik piramitin en altındaki nervürde yine demiryollarını çağrıştıran küçük perçinler kullanılmıştı.

Fransa İmparatoru III. Napoléon (1808-1873), 1860 yılında Fransız mimar Eugène Emmanuel Viollet Le-Duc’tan,
132 yıldır (1830-1962) Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de bir anıt yapmasını istemişti. 1848-1852 yılları arasında Fransa Cumhurbaşkanlığı yapan, sonrasında bir darbeyle Cumhuriyeti yıkarak imparatorluğunu ilan eden, ancak 1870’de Üçüncü Fransa Cumhuriyetini kuracak olan bir hareketle devrilen Fransa’nın son hükümdarı III. Napoléon
(Charles Louis Napoléon Bonaparte)
tarafından sipariş edilen bu anıtın tasarımında,
mimar Eugène Emmanuel Viollet Le-Duc
sütunlar üzerinde cami modelleri kullanmıştı.
Bu proje uygulanmamış olsa dahi, Viollet Le-Duc’un bu tasarımını Raimondo Tommaso D’Aronco’nun görmemiş ve etkilenmemiş olması mümkün değildir. Zira, Eugène Emmanuel Viollet Le-Duc’un mimaride demiri vurgulayan ve ön plana çıkartan tasarımlarının çoğu, tam da onun döneminin ardından 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarında doğan ve Raimondo Tommaso D’Aronco’nun da temsilcisi olduğu Art Nouveau hareketini fazlasıyla etkilemişti.
Mimar Eugène Emmanuel Viollet Le-Duc’un
Anıt Tasarımı
Mimar Eugène Emmanuel Viollet Le-Duc’un bu anıtının formunda, bugünkü Cezayir ve Libya’yla Tunus’un küçük bir parçasını kapsayan, Roma’nın kontrolü altındaki Numidia’nın Kralı II. Juba ve VII. Kleopatra ve Antonius’un üç çocuğundan biri ve tek kızları olan karısı Kleopatra Selena’nın antik mezarından esinlenmişti. Üç büyük kule ve aralarında doğu esintileri taşıyan oryantalist üç büyük kemerden oluşan anıtın kaidesinin altında bir boşluk oluşturmuş ve anıtı üçgen planlı kaidenin üzerinde basamaklar halinde yükseltmişti. Üç kulenin üzerinde birinci basamak olarak üç küçük parlak kırmızı mermer sütun yerleştirmişti.
Raimondo Tommaso D’Aronco’nun Şam’daki Telgraf Anıtı ile Mimar Eugène Emmanuel Viollet Le-Duc’un anıtı arasındaki en büyük benzerlik de işte bu noktadaydı. Viollet Le-Duc bu üç küçük kırmızı parlak sütunun tepesine Oryantalist bir yaklaşımla Cezayir’i tanımlayacak bir görsel koymak istediğinde; Cezayir bir İslam ülkesi, İslam ülkesi için en uygun sembolü nerede bulurum diye düşünmüş, ve büyük bir olasılıkla en doğrusunu Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da bulabilirim, o da bir cami olmalıdır diye karar vermişti.  
Eugène Emmanuel Viollet-le-Duc
(27 Ocak 1814 - 17 Eylül 1879)

Ortada basamaklarla yükseltilen daha büyük bir kırmızı mermer sütunun üzerinde de, bir yarım kürenin üzerinde ayaklanmış uçmak üzere bir kartal figürü yerleştirilmişti. Sembolik olarak uçmak üzere kanatlarını açmış olan bu kartal anavatan Fransa’nın Cezayir’e medeniyetin faydalarını getirmesini ifade ediyordu. Alt basamaklarda, küçük sütunların dibinde görülen ölmüş hayvan cesetleri, medeniyete yenilen Cezayir’in dört hayvanını, Öküz, At, Hörgüçlü Deve ve Zürafa’yı temsil ederken, bir üst seviyede canlı ve daha büyük olarak yer alanlar ise refah sembolü olarak Cezayir’in dört hayvanını, Aslan, Panter, Sırtlan ve Yaban Domuzu temsil ediyordu.
Eugène Emmanuel Viollet-le-Duc, çağdaşı mimarların aksine, Gotik mimarlığı tekrar eden mimari biçimler üretmeyi değil, bu mimari mirasın dehasıyla her çağın ihtiyaç ve teknolojisine göre dönüşebilen; ulusal, akılcı ve modern yapılar yapmayı amaçlamıştı. Eugène Emmanuel Viollet-le-Duc’un akılcı ve geleceğe bakan mimarlık anlayışı, 19. yüzyılın Neo-Klasik mimarisinden modern mimariye geçişte önemli bir rol oynamış, Le Corbusier, Frank Lloyd Wright gibi modern mimarinin öncüleri onu modern mimarlığın ilk kuramcısı olarak kabul etmişlerdi. Türkiye’de de Mimari eğitim ve uygulama alanında Osmanlı kimliğinin ulusal bir mimarlık olarak benimsenmesinde Viollet-le-Duc’ün düşüncelerini benimsemiş olan Alexandre Vallaury ve Kemalettin Bey etkin olmuşlardı.


Raimondo Tommaso D’Aronco’nun Şam’daki Telgraf Anıtının sütun başlığının dört yüzünde kabartma olarak figüratif bitkisel motifle çerçevelenmiş bir kartuş içerisinde Sultan II. Abdülhamid’in tuğrası yer alıyordu.






 Raimondo Tommaso D’Aronco anıtın en tepesine Yıldız Hamidiye Camii’nin modelini yerleştirerek bir anlamda tuğrasından daha önce görülebilir bir şekilde Sultan II. Abdülhamid’in imzasını atmıştı. Zira Sultan II. Abdülhamid için “görülmeden görünmesini bilen” hükümdar denirdi; Yani hükümdar her ne kadar parlak ve gösterişli Cuma selâmlıkları dışında halka görünmese de şehir içinde inşa ettirdiği bazı yapılar aracılığıyla varlığını her zaman Osmanlı tebasına hissettirmeyi bilmişti.
Sultan II. Abdülhamid tahta oturduğu günden itibaren, ondan önceki padişahların oturduğu Dolmabahçe Sarayı’na yerleşmemiş, daha korunaklı olduğunu düşündüğü için Sultan III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan için yaptırttığı Yıldız Sarayı’nı tercih etmiş ve Cuma selâmlığını 1884-1886 yılları arasında saray başmimarı Sarkis Balyan’a yaptırdığı Hamidiye Camii’sinde yapar olmuştu. O yüzden Yıldız Sarayı’nın hemen yakınındaki Hamidiye Camii Sultan II. Abdülhamid ile bir anılırdı ve onun imzası gibiydi.
Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Hamidiye Camii’ndeki Cuma selamlığı merasimi





Kendinden önceki padişahlar Cuma namazına at üzerinde giderlerken Sultan II. Abdülhamid 16 Aralık 1876 tarihinden itibaren sağlık nedenlerini öne sürerek ya da gerçekte güvenlik nedeniyle Cuma namazlarına saltanat arabasıyla gitmeye başlamıştı.


Padişahın Cuma namazlarına gitmesi bir merasime dönüşmüş, Cuma selâmlığı merasimlerinde, askerî, mülkî ve ilmiye sınıfından pek çok kimse bulunmaya, her sınıf askerden meydana gelen birliklerin, namazdan sonra padişahın önünde resmi geçit yapmaları artık usulden olmuştu.
Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Hamidiye Camii’ndeki Cuma selamlığı merasimi





Sultan II. Abdülhamid, 21 Temmuz 1905 günü Cuma namazı için geldiği Yıldız Hamidiye Camii önünde, bir atlı arabaya çeşitli metal parçalarıyla birlikte yerleştirilmiş 120 kg’lık patlayıcının patlatılmasıyla bir suikast girişimi ile karşılaşmış, ancak o sırada Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin bir sorusunu cevaplamak üzere kısa bir süre duraklayan Sultan II. Abdülhamid, patlama sırasında etki alanı dışında kalmış ve zarar görmemişti. Ancak patlamanın şiddetiyle civarda bulunan halktan 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmıştı.
Yıldız Hamidiye Camii



Bu suikast girişiminin başarısız olmasından hoşnut olmayan Sultan II. Abdülhamid karşıt olduğu bilinen şair Tevfik Fikret,

Bir Lâhza-i Ta’ahhur ( Bir anlık duraklama) adlı şiirinde şu mısraları kaleme almıştı;






“Bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı,



Sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın 



Tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik, 

Yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik... 

Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman, 
Kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim? 

Arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun, 
Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı. 


Sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki, 
Her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler. 
Vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın, 
En gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın. 

Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin 
Bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. 
Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! 
Attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın! 

Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, 
Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç, 
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş 
Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş. 

Ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu, 
Güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı, 
Birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı, 
Söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; 

Yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı, 
Zulüm tarihine bir övünme önsözünü. 
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü; 
Ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi: 

Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen 
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini ”

Şam, Marjeh Meydanı ve Telgraf Anıtı





Meydanın ortasında
bir uçak...

20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti birçok iç ve dış sorunlar ile karşı karşıya kalmış, halk arasında birlik ve beraberliği artıracak tedbirler alınması önem kazanmıştı.
Türkçülüğe ağırlık veren İttihat ve Terakki Hükümeti, İslam toplumları ile arasındaki bağların güçlendirilmesine önem vermeye başlamış, tahttan indirilmiş olsa da Sultan II. Abdülhamid’in Hicaz Demiryolları projesinin bazı eksikliklere rağmen başarıyla sonuçlanması ve bunun sonucu yıkılan bazı önyargıların ve gelişen benlik duygularının birikimi ile Müslümanlar arasında birliği daha da güçlendirecek bir girişimin altyapısı oluşmuştu.
14 Kasım 1913 tarihli Servet-i Fünun Dergisi
Fransız Pilot Pierre Daucourt ve teknisyeni J.Roux onuruna Fransa Büyükelçiliği tarafından verilen yemek sonrasında çekilen bir fotoğraf;

Ön sıra ortada Fransız Büyükelçisi (1909-1914) Maurice Bompard, solunda pilot Pierre Daucourt ve onun solunda Büyükelçinin eşi Bayan Bompard, Büyükelçinin sağında Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve onun da sağında Büyükelçinin kızı ve onun sağında da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1 No’lu uçuş brövesine sahip ve Türkiye’nin ilk pilotu olan Yüzbaşı Fesa (Evrensev) Bey.

Arka sırada ortada İstanbul Valisi Cemil Paşa, solunda 1891 yılında Servet-i Fünun Dergisi’ni çıkartmaya başlayan, 1. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Başkanı (1908-1921) ve çevirileriyle Jules Verne’yi Türkiye’ye ilk tanıtan bürokrat, siyasetçi ve yazar Ahmet İhsan (Tokgöz) Bey, solunda Veli Bey, Bay Matthew, Bay Villemorin, Vali Cemil Paşa’nın sağında Bay Pissard ve Komutan Labord 

Fransız Pilot Pierre Daucourt ve teknisyeni J.Roux Mısır’a ilk uçan pilot olmak için, 20 Ekim 1913’te Paris Issy’de düzenlenen bir tören sonrasında Gnôme motorlu, tek kanatlı
Borel tipi uçağı ile havalanarak 9 Kasım Pazar günü İstanbul Ayestefanos’a (Yeşilköy) inmiş, İstanbul’da bir hafta dinlendikten sonra da 17 Kasım Pazartesi günü boğazı geçerek İstanbul-Kahire uçuşuna başlamıştı. Ancak Pierre Daucourt’un uçağı 26 Kasım Çarşamba günü Toroslar’ın yüksek irtifasını aşamamış, dağa çarparak parçalanmış, Mısır yolculuğunu tamamlayamamıştı.
Pierre Daucourt ve uçağı
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Harbiye Nazırı Enver Paşa, her ne kadar uçağı Torosları geçemeyip parçalanmış ve proje yarım kalmış olsa da, Fransız pilotu Pierre Daucourt ve teknisyeni J.Roux’un İstanbul-Kahire uçuşu denemesinden ilham alarak, Balkan Savaşlarının başarısızlığını ve acılarını silmek, Osmanlı Devleti’nin hala diri, ayakta ve güçlü olduğunu dünyaya gösterebilmek amacıyla, daha çok yeni, Türkiye’de ise ancak üç yaşında olmasına rağmen birdenbire gözde bir etkinliğe dönüşen, havacılık konusunda bir gövde gösterisine kalkışmış, iki teyyareden oluşan bir filoyu İstanbul’dan Kahire’ye oradan da İskenderiye’ye göndermeye karar vermişti.
İsmail Enver Paşa
(1881-1922)
Halkın bağışları ile 103.483 Frank’a satın alınan Bleriot XI-2 tipi “Muavenet-i Milliye” isimli ilk uçakla Pilot olarak Bahriye Mektebi mezunu, 1911’de İngiltere’de havacılık eğitimi almış, ilk savaş görevi alan 8 pilottan biri olan ve ilk gece uçuşunu ve Balkan Savaşları sırasında uçaktan ilk bombayı atan Yüzbaşı Fethi Bey’in, Rasıt (gözlemci) olarak da Selanik doğumlu Üsteğmen Sadık Bey’in uçmasına karar verilmişti.

Mısırlı Prens Celaleddin’in satın alarak Türk Ordusuna bağışladığı Deperdussin TT tipi “Prens Celaleddin” isimli ikinci uçakla da pilot olarak daha önce yine aynı tip bir uçakla Edirne-İstanbul arasında ilk uzun mesafeli uçuşu gerçekleştirmiş olan Mülâzım-ı Evvel (Üsteğmen) Nuri Bey ve Rasıt olarak da Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey’in uçmasına karar verilmişti.




Uçuşunun etapları; İstanbul, Eskişehir, Afyon, Konya, Ulukışla, Adana, Halep, Humus, Beyrut, Şam, Kudüs, El Ariş, Port Said, Kahire ve ardından da Kahire’den İskenderiye’ye uçulacak şekilde toplam 2515 Km olarak belirlenmişti. Paraşüt ve benzeri ek hiçbir teçhizatın bulunmadığı iki uçak, yerden en fazla 800 metre yükselebilmekte ve yakıtın ağırlığına göre havada en fazla 1 saat 10 dakika kalabiliyordu.

Süreyya İlmen (Süreyya Paşa)
1874-1955
Serasker Mehmet Rıza Paşa ve Çerkes Adviye hanımın oğlu olarak Podgorica’da doğan asker, siyasetçi, iş adamı ve hayırseverdir. İttihat ve Terakki Hükümeti zamanında Enver Paşa tarafından atandığı Tümen Komutanlığı’ndan istifa etmiş ve İstanbul Balat’ta “Süreyya Paşa Mensucat Fabrikası”nı kurarak ülkenin ilk sanayicilerinden olmuştu. 1927 yılında İstanbul’dan Milletvekilli olmuş, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer almıştı. 1928 yılında Kadıköy Bahariye’de Süreyya Operası’nı inşaa ettirmişti. Sağlığında Kadıköy’deki Süreyya Operası’nı Darüşşafaka’ya, Yakacık’taki çamlık arazisini ve Maltepe’deki otelini Süreyyapaşa Sanatoryumu olarak İşçi Sigortaları Kurumu’na bağışlamıştı.
3 Temmuz 1912’de, 31 Mart vakasından sonra İttihat ve Terakki hükümeti tarafından genç yaşta aldığı Korgenerallik rütbesi Yarbaylığa düşürülen ve Sultan II. Abdülhamid’e 1891-1908 tarihleri arasında 17 yıl Seraskerlik yapmış Mehmet Rıza Paşa’nın (1844-1920) oğlu olan Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) başkanlığındaki Havacılık Komisyonu’nun (günümüz Türk Hava Kuvvetleri) gayretleriyle Ayestefanos’un (bugünkü Yeşilköy) birkaç kilometre kuzeyinde 1890 yılında Bulgaristan Deliorman’dan göçen Karaömeroğlu İbrahim Safra tarafından kurulan Safraköy’deki (bugünkü Sefaköy) Agop Bey adlı bir Ermeni vatandaşa ait yaklaşık 17 Km²lik arazi üzerinde inşaa edilen iki hangar ve bir pistten oluşan Yeşilköy Hava Mektebi’nde uçuşun yapılacağı 8 Şubat 1914 Pazar günü yağmurlu bir hava vardı. İttihat ve Terakki’nin “Üç Paşalar”ı Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa da Yeşilköy Hava Mektebi’nde hazır bulunuyorlar ve uçuşun başlamasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Uçuş öncesi yapılan tören sırasında Enver Paşa, yaptığı bir nutuk ile uçuş öncesi pilotları cesaretlendirip, yüreklendirirken, Sultan V. Mehmed Reşad’ın sarayın ileri gelenleri ile iletilen başarı dilekleri ve 1876’da tahttan indirilerek yerine erkek kardeşi (II. Abdülhamid) tahta oturtulan devrik Padişah V. Murad’ın kızı Hatice Sultan’ın gönderdiği bir buket çiçek, havacıları onurlandırmıştı.


Yüzbaşı Fethi Bey
Alandan saat 09:10’da ilk olarak “Prens Celaleddin”, iki dakika sonra da “Muavenet-i Milliye” havalanmış, Nuri Bey’in “Prens Celaleddin”i hava kapalı olduğu için Bursa semalarındayken geri dönmüş, Fethi Bey’in kullandığı “Muavenet-i Milliye” yolculuğuna devam etmişti. “Muavenet-i Milliye” ve Fethi Bey 10 Şubat’ta Eskişehir, Afyon, Konya etaplarını tamamlamış, 11 Şubat Çarşamba günü Tarsus’a, 12 Şubat Perşembe günü Adana’ya, 13 Şubat Cuma günü de Halep’e varmış, gösteri uçuşları bile yapmıştı. Fethi Bey, 15 Şubat Pazar günü Humus’a, ardından da Beyrut’a gelmişti.

19 Şubat’ta Beyrut’tan Şam’a hareket etmiş ancak karbüratör kumanda teli koptuğu için Beyrut’a geri dönmüş, onarım tamamlandıktan sonra 24 Şubat Salı günü Şam’a intikal etmişti. O sırada Üsteğmen Nuri Bey ve “Prens Celaleddin” Torosları aşarken zorlanmış, iki başarısız denemeden sonra ancak Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı’nın ağırlığı azaltmak için karayolu ile Tarsus’a göndermek suretiyle, Konya, Karaman etabını tamamlayabilmişti.


24 Şubat Salı günü Şam’a ulaşan Fethi Bey, “Muavenet-i Milliye” ile 6-7 dakika şehrin üzerinde tur atarak dolanmış, halkın şaşkın bakışları altında ve coşkun tezahüratları ve sevgi gösterileriyle, Marjeh (Merce) Meydanı’na Sultan II. Abdülhamid’in yaptırdığı Telgraf Anıtı’nın yakınlarına iniş yapmıştı.

Türk Teyyarecileri Yüzbaşı Fethi Bey ve Üsteğmen Sadık Bey onuruna, Şam şehri İttihat ve Terakki Kulübünde büyük bir ziyafet verilmiş, bu sırada, Osmanlılığı öven şan ve şerefiyle ilgili arapça ve türkçe ateşli nutuklar atılmıştı. Yemek sırasında Şam halkının bağışları ile alınacak ve “Dımışk” adı verilecek bir uçağın da Harbiye Nezareti emrine verileceği kararlaştırılmıştı. Pilotlara, günün hatırası olarak süslü birer kılıç hediye edilmişti. Yemek sonrasında geç vakitlerde hazırlanan bir büfede yabancı konsoloslar da ağırlanmış ve böylece Avrupalıları, Osmanlıların terakki konusundaki azim ve isteklerini gösterme fırsatı yakalanmıştı.
Demirden yapılan bir şeyin uçamayacağına inanan ve bunu şeytani bir icad olarak gören bazı Şamlılar, bu şeytani icaddan bir parça kopartarak anı olarak saklamaya çalışmış, bu yüzden uçağı korumak için başına nöbetçi dikilmişti.
Ertesi gün 25 Şubat Çarşamba günü Fethi Bey “Muavenet-i Milliye” ile Şam 8. Kolordu Komutanı Mehmet Ali Paşa’yı Şam semalarında dolaştırmış, bu gösteriyi civardan duyup gelenlerle birlikte 150 bine yakın Şamlı hayranlıkla izlemişti.

Şam’da 3 gün kalan Yüzbaşı Fethi Bey, 27 Şubat Cuma günü Kudüs’e havalanmadan az önce, uçuşu takib eden Tanin gazetesi muhabiri ile yaptığı bir söyleşide, Şam halkının kendilerine gösterdiği bu olağanüstü yakınlığı ve ilgiyi ömür boyu unutmayacağını ifade etmiş, buradan havalandıktan iki saat kadar sonra Kudüs’e inmeyi tasarladıklarını anlatırken, ertesi günden itibaren ebedi istirahatgahlarının Şam olacağını hiç aklına getirmemişti.



Yüzbaşı Fethi ve Rasıtı Üsteğmen Sadık Beyler’in kullandıkları “Muavenet-i Milliye” Şam’dan havalanmış, Kudüs’e 80 km kala, deniz seviyesinden 210 metre aşağıda olan Lût Gölünden sonra dünyanın en alçak ve en derinde bulunan tatlı suyu olan Taberiye Gölü’nün güneydoğusunda, gölün 2 Km. kadar doğusunda bulunan, göl yüzeyinden 315, denizden 525 metre yüksekteki (Kfar Haruv) Küfrüharib Kayalıkları’nda kesin olmamakla birlikte şiddetli bir hava akımına yakalanmaları veya teknik bir arıza nedeniyle kayalıklara çarparak düşmüştü. Kaza sırasında yolculuklarını tamamlayamadan her iki pilotumuz da hayatlarını kaybetmiş, şehit olmuşlardı.
“Muavenet-i Milliye”in düştüğünü bir çoban görmüştü.
Aynı gün, Üsteğmen Nuri Bey ve Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey’in kullandığı “Prens Celaleddin” uçağı Şam’a ulaşmış, yaşanan kaza nedeniyle coşku ile karşılanmayan ekip arkadaşlarının şehadet haberini orada almışlardı. Şehitlerin cenazesi 28 Şubat Cumartesi günü Şam’a getirilmiş, Süleymaniye Camii’nde yapılan yaklaşık 100.000 kişinin katıldığı bir cenaze töreninden sonra Emeviye Camii’ndeki Selâhaddîn Eyyûbî Türbesinin haziresine defnedilmişlerdi. 1936 yılında Hayfa kentinde doğup, oniki yaşında küçük bir kız çocuğu iken ailesi ile birlikte Şam’a yerleşen, 1972 yılında Kahire Üniversitesi’nde Arap tarihi üzerine doktorasını tamamlayıp, 2011 yılına kadar Şam Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanlığını yürüten, 5 Ağustos 2014’de vefat eden Khairieh Kasmieh (1936-2014), bu kaza sonrasında Şam’ı, resmi bir yastaymış gibi sokaklar bomboştu ifadesiyle tasvir etmiş, cenaze merasiminin halk üzerindeki derin etkisini ise;
…Tören, yaya kaldırımlarında, pencerelerde ve çatı tepelerinde binlerce kişi eşliğinde yapılmıştı. Kadınların ağıt sesleri, duaların ve ritüllerin seslerini bastırıyordu
diyerek tanımlamıştı.

“Muavenet-i Milliye”in enkazı İstanbul’a götürülmüş ve Askeri Müzeye konmuştu.
Cenaze sonrasında Üsteğmen Nuri Bey ve Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey’in kullandığı “Prens Celaleddin” Şam’da İstanbul’dan gelecek talimatı beklemiş, bu arada uçağın eksiklikleri giderilmiş, gelen rota değişikliği talimatına uyarak, Kudüs-El Ariş istikameti yerine sahilden Yafa üzerinden Mısır’a gitmek niyetiyle, 6 Mart Cuma günü Şam’dan Beyrut’a, 9 Mart Pazartesi günü de Yafa’ya uçmuşlardı. 11 Mart Çarşamba günü alanda uçuşu görmek için binlerce kişi toplanmıştı. Kalkış yönüne doğru esen rüzgara ve bunun yapılmayacağını pilot Üsteğmen Nuri Bey’in bilmesine rağmen, halkın izdihamı, uzun süren uçuşun verdiği stres ve görevi bir an önce tamamlama isteğiyle bu gözardı edilmiş, karadan denize doğru esen rüzgar yönünde deniz üzerine doğru kalkış yapılmış, uçak zayıf olan motoru yüzünden toparlanamamış, yükselememiş ve havalandıktan kısa süre sonra irtifa kaybederek Akdeniz’e çakılmıştı. İyi yüzme bilen Üsteğmen Nuri Bey, uçağın su yüzeyinde kalan kısmının her ikisinin ağırlığını taşıyamayacağını bildiği için yüzme bilmeyen Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey’i uçakta bırakarak kıyıya doğru yüzmeye çalışmış, ancak kıyafetlerinin ağırlığı yüzünden çok su yutmuş ve boğularak şehit olmuştu. Sahilde toplanan halk sandallarla uçağın düştüğü yere ulaştıklarında suyun yüzeyinden Üsteğmen Nuri Bey’i cansız olarak, uçak enkazından da Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey’i canlı olarak kurtarmışlardı. Üsteğmen Nuri Bey’in cenazesi Beyrut’tan Şam’a getirilmiş, ve daha önce şehit olan arkadaşlarının yanına, Selâhaddîn Eyyûbî Türbesinin haziresine defnedilmişti. Üsteğmen Nuri Bey’in kaza sırasında üzerinde bulunan üniforması da İstanbul’a gönderilmiş, Askeri Müzeye konmuştu.
İlk 3 Hava Şehidimizin Selâhaddîn Eyyûbî Türbesinin haziresindeki kabirleri

3 şehide rağmen İttihat ve Terakki bu girişimi sonuçlandırmaya kesin kararlıydı, zaten Harbiye Nazırı Enver Paşa, daha ilk uçak düştüğünde, üçüncü bir uçak için girişimlerde bulunmuş, bu görev için Yüzbaşı Salim Bey ve Rasıt olarak da Yüzbaşı Kemal Bey görevlendirilmişti. Bleriot tipi uçaklarının adı ise “Ertuğrul” du.
“Ertuğrul”, 6 Mart 1914 Cuma günü yola çıkmış, ancak Edremit yakınlarında, ormanlık bir alana zorunlu iniş yapmak mecburiyetinde kalmış ve kullanılamaz hale gelmişti. Yaşanan bu olaydan sonra Edremit halkı para toplayarak 17 Mart 1914 tarihinde yeni bir uçak satın almış, “Edremit” adını verdikleri uçağı İstanbul’da Harbiye Nezaretine teslim etmişlerdi. Başka bir aksilik daha yaşanmasın diye uçuşa İstanbul’dan başlanmamış, son uçağın düştüğü yerden tekrar devam etmek üzere, Saidiye vapuruna bindirilen pilotlar ve parçalara ayrılan “Edremit” uçağı, yanlarına, uzman makinist ve teknisyenler verilerek deniz yolu ile Beyrut’a taşınmıştı. Parçaları birleştirilerek 1 Mayıs 1914 tarihinde, Beyrut’tan havalanan “Edremit” uçağı Kudüs’e varmış, 6 Mayıs’ta Kudüs’ten Por-Said’e, 7 Mayıs’ta Port-Said’den Kahire’ye hareket etmiş ancak hava muhalefeti nedeniyle Tellülkebir’e inmiş, 9 Mayıs Cumartesi günü de nihayet Kahire’ye varmıştı. Ertesi gün, pilotlar “Edremit” ile, Kahire semalarında gösteri uçuşu yapmış, sonra da İskenderiye şehrine geçmişti. Gerek “Edremit” uçağının ve gerekse pilotların bir kazaya uğramaması için, İskenderiye limanından kalkan Romanya bandıralı Daçya Vapuru ile 22 Mayıs 1914 Cuma günü İstanbul’a ulaşımları sağlanmıştı. İttihat ve Terakki, tüm olumsuzluklara ve üç şehite rağmen yaşananları bir başarı olarak saymış, propaganda unsuru olarak kullanmış ve orduya yeni uçaklar satın alınması için bir dizi kampanya başlatmıştı. Ancak çok değil iki ay gibi kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti kendini 28 Temmuz 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı’nın içerisinde bulmuştu.
Celile Denizi veya Gölü ve Kinneret Gölü de denilen Taberiye Gölünün 2 Km. kadar doğusunda, Ayn-ı Gev yakınlarında, Küfrüharib Kayalıkları’nda “Muavenet-i Milliye” uçağının düştüğü yerdeki Türk Hava Şehitliği.


Mayıs 1914’de “Muavenet-i Milliye” uçağının düştüğü yerde bu uçuşun anısına yaklaşık 6 metre yüksekliğinde sade bir anıt yapılmıştı. Anıtın üzerinde, Türk Ordusu’nun şu mesajı yer almaktaydı;
“El fatiha... Osmanlı ordusunun ilayı misali içün Mısır’a gitmek üzere İstanbul’dan tayran ederek tesadüf eylediği muhalefeti havadan dolayı bu noktada sükut eden Muaveneti Milliye tayyaresinin süvarileri şehid fedakar Yüzbaşı Fethi ve Mülazımı evvel Sadık Beylerin ruhuna”
14 Şubat 1329

(27 Şubat 1914)

O sırada Padişah olan V. Mehmet Reşad, havacı olarak İngiltere’ye göndermiş olduğu gençlerden birisi olan Yüzbaşı Fethi Bey’in şehit olmasına çok üzülmüş, ilk Türk Hava Şehidi olan Fethi Bey'in adının yaşatılması için 27 Mart 1914’de bir ferman çıkartarak Muğla’nın ilçesi olan Meğri’nin adının (Roma İmparatorluğu döneminde Telmessos olan adı, Romalılar tarafından, Başkentleri Roma’ya olan uzaklığı nedeniyle Latince’de “uzak diyar” anlamına gelen “Makri” yapılmış, zamanla Türkler “k”yı yumuşatarak Meğri demişti) Fethiye olarak değiştirilmesini istemişti. Belediye Meclisi fermanı oy birliği ile kabul etmiş, o tarih itibariyle Meğri yerine Fethiye adı kullanılmaya başlanmış, ancak kısa bir süre sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı, takiben İstiklal Savaşı, Cumhuriyetin ilanı ve Atatürk Devrimleri nedeniyle Fethiye isminin tescili 1934 yılında gerçekleşebilmişti. Her yıl 28 Şubat’ta şehitleri anma töreni düzenlenen Fethiye’de Antik Tiyatronun karşısındaki parkın içerisinde 2004 yılında Fethi Bey’in bir heykeli yapılmıştı.

“Aslan uçtu”, diye söylenir methi;
Bu kutsal toprağın çocuğu Fethi...
Kahrolur darbanla elbet her zaman
Olursa bakış yan ve maksat eğri;
Bak; Fethiye oldu sayende Meğri,
Kartalım! gölgende hürdür bu vatan.

-Behçet Kemal Çağlar-
Fethiye, Şehit Yüzbaşı Teyyareci Fethi Bey Anıtı
Anıt, Dr. Y. Müh. Alb. A. İlhan Özdilek ve Heykeltraş,
Ressam Onur Uslu tarafından yapılmıştı.
Yüzbaşı Fethi ve Rasıtı Üsteğmen Sadık Bey’in şehadetinden 33 gün, Üsteğmen Nuri Bey’in şehadetinden ise 23 gün sonra 2 Nisan 1914’te Enver Paşa İstanbul Fatih’te, Saraçhanebaşı’ndaki Fatih Belediye Binası’nın önündeki parka bir anıt yapılması için temel atmış, Mimar Mehmed Vedat Tek tarafından yapılan Teyyare Şehitleri Anıtı 1916 yılında tamamlanabilmişti.

Teyyare Şehitleri Anıtı, beyaz mermer ve bronzdan yapılmıştır. Mermer bir kaide üzerinde kırık bir sütundan meydana gelen anıtın kırık olmasının nedeni de yarım kalan uçuşu simgeler. 

Yaklaşık 7.50 m. yüksekliğindeki anıtın kaidesinin iki yanındaki madalyonlara
bronz bir kitabe ve İstanbul-Kahire uçuşunu simgeleyen bronz bir rölyef işlenmiştir.
Ucu kırık sütunun üzerinde ise yine bronzdan bir defne dalına yer alır.











Gökte bulutlara bir yoldaştınız,
Denizler aştınız, dağlar aştınız,
Nur-u hilal gibi uçup taltınız,
En son düştünüz toprak üstüne,
Tarihte bir altın yaprak üstüne... 

Şerefi hayata layık olanlar,
Vatan millete sadık olanlar,
Düştüler, gittiler toprak üstüne,
Tarihi nurlayan yaprak üstüne... 

Hamiyet ağlasın, gayret ağlasın,
Sahibi kalmayan şevket ağlasın,
Sadık’la Fethi’ye millet ağlasın,
Düştüler gittiler, toprak üstüne,
Tarihi ağlatan yaprak üstüne...

-Aka Gündüz-

Hayfa,
Hicaz Demiryolları
Anıtı
Hayfa’nın Hicaz Demiryolları’na bağlanması anısına dikilen
Sûtun-u Âlî Anıtı.
Hicaz Demiryolları’nın Şam - Medine hattı üzerindeki Dar’a istasyonuna Akdeniz Kıyısındaki Hayfa’dan bir ek hat döşenerek, Akdeniz’den deniz yoluyla gelen hacı adayı Müslümanların ana hatta bağlanmaları sağlanmıştı. 
Sûtun-u Âlî
İlginç olan, 2000 Km’ye yakın uzunluğu olan Hicaz Demiryalları’nın ne başlangıcı olan Haydarpaşa İstasyonu’nda, ne hedefteki Medine İstasyonu’nda, ne de Şam’da Şam-Medine Demiryolu’nun tamamlanışı anısına bir anıt dikilmemiş, sadece Hayfa’da bir anıt dikilmiş olmasıdır.
Hayfa İstasyonu ve Sûtun-u Âlî Anıtı
Tamamen beyaz mermerden yapılan Sûtun-u Âlî kare bir kaide üzerinde kat kat yükselmekteydi. Kaidenin tabanında Hicaz Demiryollarını temsil eden buharlı tren kabartması ve kanatlanmış uçan tren tekerleği ve etrafında hattın yaygınlığını temsil eden ok işaretleri yapılmıştı. İkinci kare katta ise doğu ve batı yüzlerinde Osmanlı Arması, kuzey yönünde Türkçe, güney yönünde ise Arapça yazılmış uzunca bir kitabe yer almaktaydı.
Üçüncü katı birbiri ile sırt sırta dört iyonik sütun ve üzerindeki taç tamamlamaktaydı. Tacın dört yönündeki kartuşların içerisinde Sultan II. Abdülhamid’in tuğrası işlenmişti.
Tacın en tepesini ise yanyana konmuş 4 halifeyi (Hazret-i Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali) temsil eden dört mermer güllenin üzerine prizmatik bir etki bırakacak şekilde yerleştirilmiş üzeri çiçek ve güller ile bezeli ve Hz. Muhammed’i temsil eden bir dördüncü gülle ve onu da tam tepesinde Allah’ı temsil eden hilal tamamlamaktaydı.

“Görülmeden görünmesini bilen”
Sultan II. Abdülhamid, Hayfa’da da varlığını hissettirmeyi bilmişti.

Kuzey yönündeki Osmanlıca kitabe;

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm el-hamdülillâhivahdehûve’s-salâtüve’s-selâmüalâ-men lâ-nebiyyeba‘dehû

Emirü’l-mümininvehalife-iruy-izeminsultanü'l-berreynvehakanü'l-bahreynes-Sultan ibnü's-sultan es-Sultan

el-Gazi Abdülhamid Han ibni’s-Sultan Abdülmecid Han Efendimiz hazretlerinin hüccâc-ı Müslimînin farîza-i

haccı edâ ve ravza-i mutahhara-i risâlet-penâhîyi ziyaret ile südde-i seniyye-i hilafet-i kübrânın nasr u te’yîdine

duâ etmelerine vâsıta-i hayriyye olmak üzere Şam-ı şerif şehrinden Mekke-i Mükerreme’ye kadar inşasını emr u ferman

buyurdukları Hamidiyye Hicaz demiryoluna şube olmak üzere temdîdi irâde-i seniyye-i cenâb-ı hilâfet-penâhî 


hükm-i münîfinden olan Hayfa demiryolunun hâtıra-i ber-güzârıdır.
Sene 1319
(Miladi 1901/1902)


Günümüz Türkçesiyle;

Peygamber’in halifesi ve müminlerin emiri, iki kıtanın sultanı ve iki okyanusun hakanı Sultan Abdülmecid Han'ın oğlu Gazi Abdülhamid Han Şam-ı Şerif şehrinden başlayan ve Mekke-i Mükerreme’ye kadar uzanan Hamidiye Hicaz demiryolunun şubesi olmak üzere Hayfa’ya da uzanmasını emretti ki, Hazret-i Muhammed’in (SAV.) milleti, Hazret-i Allah'ın (CC) evini Peygamber’in bahçesini ziyaret edebilsinler. Böylece hac farizasını yerine getirecek ve Peygamber Efendi’mizin (SAV) kabrini ziyaret edecek her Müslüman, sultanın büyük hilafeti için Hazret-i Allah'a (CC) dua etsinler. Bu anıt bu yüksek irade ile yapılan bu demiryolunun hatırasını yaşatmak üzere yapılmıştır.
Sene 1319
(Miladi 1901/1902)
Sûtun-u Âlî Anıtını çevreleyen Ferforje korkulukta bile Buharlı tren figürü yer almıştı.

Birinci Harb-i Umumi
döneminde Şam...



Şam’daki Telgraf Anıtının ortasında yer aldığı meydan, 100 yıldır Martyrs’ Square, Marjeh Meydanı, Sāḥat al-Marjah, Sahet el-Shuhadaa adıyla anılır ve Şehitler Meydanı anlamına gelir.



20. yüzyılın ilk yıllarında Arap dünyasında bağımsızlık hareketleri ortaya çıkmaya başlamış ve bu amaçla çok sayıda siyasi örgüt kurulmuştu. Bunların başında gelen Suriye’de bağımsız devletlerin kurulması amacıyla sürgündeki aydın Suriyelilerin 1912 yılında Kahire’de kurdukları “El-lâ Merkeziyye” (Adem-i Merkeziyet) Cemiyetiydi. Daha sonra ona bağlı olarak Suriye’de kurulan “Cemiyet’üs-Suriyetü’t-Arabbiyye” (Suriye Arap Cemiyeti) öne çıkmış, Suriye’de bağımsızlık savaşı için faaliyetlerde bulunmaya başlamış, 1915’te de Suriye ve Batı Arabistan Orduları Genel Komutanı ve Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen ve Asir bölgesi komutanı Ahmed Cemal Paşa kontrolündeki Türk yönetiminin Araplara sadece kan ve acı getirdiğini ve vergi vermeyerek, silah satın alıp Türk askerlerine karşı mücadeleye davet eden bir bildiri yayınlamışlardı.
Ahmed Cemal Paşa
(1872-1922)

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (Talat, Enver, Cemal) üç liderinden birisi olan  Ahmed Cemal Paşa 1913-1918 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetinde etkin olmuş bir siyaset adamı ve askerdi. Birinci Dünya savaşı sırasında 4. Ordu Komutanı olarak Filistin Cephesi komutanlığı yapmış ve savaştaki yenilginin birinci dereceden sorumlularından birisi olarak kabul edilmişti. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkmasının ardından 1-2 Kasım 1918’de gece yarısı Talat ve Enver Paşa ile birlikte bindikleri bir Alman denizaltısı ile önce Odessa’ya oradan da Berlin’e kaçmıştı. 5 temmuz 1919’da İstanbul’da kurulan Âliye Divan-ı Harb-i Örfi (Sıkıyönetim Mahkemesi) tarafından Osmanlı yönetiminde yaşayan Arapların isyanına neden olmak suçundan gıyabında ordudan atılmasına sonra da idam edilmesine karar verilmişti.



Ahmed Cemal Paşa’nın Âliye Divan-ı Harb-i Örfi tarafından idam edilmesine karar verilmesine kadar götürecek olan, Arapların isyanına neden olmak suçlaması neden oluşmuştu?



Başlangıçta Arap bağımsızlık çalışmalarını görmemezlikten gelen Ahmed Cemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın ilanının ertesinde Beyrut’ta boşaltılıp terkedilen İngiltere ve Fransa konsolosluk binalarında Arap bağımsızlık cemiyetlerine ait çok sayıda belge bulmuştu. Bunların arasında Cemiyet’üs-Suriyetü’t-Arabbiyye tarafından 1915’te kaleme aldığı bildiri de ele geçmişti. Ahmed Cemal Paşa, bulunan belgelerden Avrupalı devletler ile temas kuran özellikle de Fransa'dan bağımsızlık için destek isteyen, içerisinde Arap dünyasının ileri gelen entellektüellerinin, gazetecilerinin, Osmanlı Parlamentosu’ndan bazı Arap üyelerin ve bir de rahibin olduğu 33 Arap aydınından yakalayabildiklerini günümüzde Lübnan sınırları içerisindeki Aley (Âliye) kasabasında kurulan bir askeri mahkemede yargılamıştı. Yargılananların çoğu idama mahkum olmuş ve 6 Mayıs 1916 günü bir kısmı Şam’ın Merce Meydanında, diğer bir kısmı da Beyrut’un Burj Meydanı’nda idam edilmişler, yakalanamayanlar için gıyablarında idam kararları verilmiş, bu mahkumların aileleri başta olmak üzere binlerce kişi Anadolu’nun değişik bölgelerine sürgüne gönderilmişlerdi.



İşte bu nedenledir ki, 1916’dan beri 6 Mayıs günü idamların gerçekleştirildiği Şam’daki Merce Meydanı’na ve Beyrut’taki Burj Meydanı’na Şehitler Meydanı denmiş ve her yıl o gün Şehitler Günü olarak anılmış ve törenler yapılmıştı. Beyrut’un Burj Meydanı’nda bulunan ve idamların önünde gerçekleştirildiği Küçük Saray olarak bilinen Osmanlı İdare Binası yol inşaatı sırasında yıkılmış, yerine bir Sinema binası yapılmış, daha sonra o da yıkılınca Osmanlı’nın Küçük Sarayı’nın temelleri ortaya çıkmıştı.
Beyrut Burj Meydanı, 1890


Beyrut Burj Meydanı, 1900’ler


Beyrut (Martyrs’) Şehitler Meydanı, 1891-1994
Beyrut (Martyrs’) Şehitler Meydanı, 1930


Beyrut (Martyrs’) Şehitler Meydanı, 1950
Önde iki palmiyenin altında Youssef Hayek’in 1930’da yaptığı heykeli.


Beyrut (Martyrs’) Şehitler Meydanı, 1970’ler
Beyrut (Martyrs’) Şehitler Meydanı, 1975
Beyrut (Martyrs’) Şehitler Meydanı, 1982


Beyrut Şehitler (Burj) Meydanı’nda (Martyrs’ Square)İtalyan heykeltıraş Marino Mazzacurati tarafından 1960’da yapılan Şehitler Anıtı.
1975 yılında başlayan iç savaş öncesi.

Burj Meydanı’nda 1930 yılında Youssef Hoyek tarafından sembolik bir şekilde bir tabut üzerinde, biri Müslüman, diğeri Hıristiyan elele tutuşmuş iki kadın figüründen oluşan bir anıt yapılmıştı.
Beyrut (Martyrs’) Şehitler Meydanı, 1930
Youssef Hayek’in Heykeli
1956’da Burj Meydanı’na konulması için Mimar Sami Abdel Baki başka bir anıt tasarlamış ancak pek farkedilmemişti. Hem sosyal, hem de siyasal olarak Beyrut’un merkezi olmaya devam eden meydana 60’lı yıllarda batı tarzı egemen olmuş, İtalyan heykeltıraş Marino Mazzacurati (1907-1969) tarafından yapılan son anıt da 1960’da açılmıştı. 70’li yıllara gelindiğinde Lübnan’ı bir arada tutan sosyal doku yok olurken, Şehitler Meydanı da, kurşunlara ve ölümlere tanıklık etmişti. 1975 yılında iç savaşın başlamasıyla, meydan savaş alanına dönüşmüş, Doğu ve Batı Beyrut’u ayıran yeşil hat meydanın tam ortasından geçmiş ve taraflar sık sık burada savaşa tutuşmuştu.



İtalyan heykeltıraş Marino Mazzacurati tarafından 1960’da yapılan Beyrut Şehitler Anıtı.
Beyrutta uzun yıllar süren (1975-1990) iç savaş sırasında oldukça hasar gören Şehitlerin Anıtı 1996 yılında sökülmüş, 1950’de kurulan Lübnan Özel Katolik USEK Kaslik Kutsal Ruh Üniversitesi'nde restore edilmiş, restorasyon sırasında iç savaşın hasarları özellikle korunmuştu.
Beyrut Şehitler Anıtı



Beyrut Şehitler Anıtı
Ahmed Cemal Paşa kurduğu askerî mahkemenin tamamlaması ve idamların gerçekleşmesinin hemen ardından 1916’da suç delili olarak kabul edilen, Arap bağımsızlık örgütlerinin kendi aralarında yaptıkları yazışmaları, Suriyeli aydınların Fransa’dan talep etttikleri himaye ile ilgili belgeleri, Suriye halkına hitaben yazılmış isyan ve silâhlanma bildirilerini ve gerekçeli kararı “Âliye Dîvân-ı Harb-i Örfîsi’nde Rü’yet Olunan Mes’ele-i Siyasiyye Hakkında İzahat” adıyla bir kitap haline getirmiş ve yayınlatmıştı. Bu kitap 2008 yılında Cahit Kayra tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş ve “Arap İhtilâli ve Şam Mahkemesi” adıyla Yeditepe yayınevi tarafından tekrar yayınlanmıştı.



Berlin’den Afganistan’a oradan da Tiflis’e geçen Ahmed Cemal Paşa artık Türkiye’ye dönme hazırlıkları içerisindeyken, 21 Temmuz 1922’de yaverleri Bahriye Binbaşısı Nusret ve Jandarma Teğmeni Süreyya Bey’ler ile birlikte gizlendikleri otelden çıkmış ve Petro Caddesinde yürümeye başlamışlardı, önde Süreyya Bey, arkasında Ahmed Cemal Paşa ve Nusret Bey kolkola Jukovski sokağının köşesine gelmişlerdi ki köşebaşında gizlenmiş iki Ermeni komitacı üçünü kurşun yağmuruna tutmuş, Ahmed Cemal Paşa ve Nusret Bey oldukları yere yığılmış, Süreyya Bey de kaçmaya çalışırken sırtından vurulmuş ve yere düşmüştü. Cenazeleri Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir tarafından getirilmiş ve Erzurum Karskapı Şehitliği’ne defnedilmişlerdi.


Ahmed Cemal Paşa’nın yaveri Nusret Bey, süikastten bir hafta önce, 15 Temmuz 1922 tarihiyle eşine yazdığı son mektubunda;

“Güller açıldıkça bu fakiri de hatırlarsınız,

ruhum şad olur efendiciğim”

demişti.

Ahmed Cemal Paşa’nın Seniha Hanım’la olan evliliğinden Ahmed, Mehmed, Kamuran, Nejdet ve Behçet isimli beş çocuğu vardı. Oğullarından Ahmed Cemal ünlü gazeteci Hasan Cemal’in babasıdır.
Mustafa Kemal Şam’da arkadaşlarıyla
sağında Halit Bey, solunda Müfit Bey
1906

Harp Akademisi’nin 57. döneminde toplam 13 kurmay arasında beşincilik ile mezun olan ve 21 Ekim 1904 Cuma günü kurmay yüzbaşı olarak yeminini eden Mustafa Kemal, atama beklediği günlerde, siyasi faaliyetlerine devam ediyor ve İstanbul’da kiraladığı dairede arkadaşları ile toplanıp memleket meselelerini görüşüyordu. Bu görüşmelerde meşruti idarenin tekrar kurulması gerektiğini, genç subayların bunun için atandıkları yerlerde gizlilikle faaliyetlerini sürdürmelerini, teşkilatlanmalarını ve Abdülhamid yönetimine karşı muhalefetin merkezinin rahatça hareket edebilecekleri bir ortam sağlayan Makedonya olduğunu düşünüyor ve dile getiriyordu. Bu toplantılara katılan arkadaşlarından birinin toplantıları jurnallemesi üzerine Mustafa Kemal umduğu ve teammüller gereği Makedonya’ya gitmesi gerekirken, cezalandırılarak 11 Ocak 1905 Cuma günü “Erkân-ı Harbiye yüzbaşılığı ile mektepten neşet ederek sunuf-u selasede bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5’inci Orduya memur buyrulmuştur.” denilerek arkadaşı Müfit Özdeş (Kırşehirli) ile birlikte Şam’a tayin edilmişti.
Mustafa Kemal’in Şam’a tayin edilmeden önce İstanbul Bayezid’de çektirdiği fotoğraf
Şam bilinçli olarak seçilmişti, Mustafa Kemal gibi merkezi otorite ile çatışma halindeki genç subayların enerjilerini hükümete karşı değil, isyancıların devlete karşı itaatini sağlamakta harcamaları gerektiği düşünülmüştü.
Mustafa Kemal’e göre Osmanlının unutulmuş bir köşesi olan Şam’da o sıralarda Arap kabileleri sürekli olarak isyan etmekteydi ve meşrutiyet idaresini tekrar oluşturmak için yapılması gereken örgütlenmeye de uygun değildi. Şam’da kaldığı süre içerisinde Osmanlı Devleti’nin isyan eden Arap kabilelerini kontrol altına almakta zorlandığını görmüş, bu onda Osmanlıcılığın geçerliliğini kaybettiği fikrini güçlendirmişti. Mustafa Kemal, 20 Haziran 1907’de Kolağası (kıdemli Yüzbaşı) rütbesine yükseltilmiş, V. Ordu karargahı Kurmay Başkanlığına atanmıştı. Şam’daki görevinin 2,5. yılında daha önce yaptığı tayin başvurusu uygun görülmüş ve 13 Ekim 1907’de Selanik’e 3. Orduya tayin edilmişti.
Mustafa Kemal Şam’da Türk milletinin gerçek düşmanının sadece yabancılar olmadığını görmüş, gerçek düşmanın içimizde olduğunu, diğer milletlerin yürüdüğü aydınlık yoldan alıkoyanın, gelişmeleri önleyenin, softalık ve cehalet olduğunu çok açık bir şekilde görmüştü. O, Osmanlı Devleti’nin, Müslümanların cehennem azabı çekmeye zorlandığı, olmayanların ise cennetin nimetlerinden faydalandığı bir yer olduğunu düşünüyordu. Ayrıca Mustafa Kemal, Şam’da bulunduğu süre içerisinde kurmaya çalıştığı “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” çalışmaları sırasında, her zaman olduğu gibi büyük bir öngörüyle hçbir zaman Arap halkının Türk hareketinden yana olmayacağını da farketmişti.
Kurmay Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Mustafa Kemal, Şam 1907
 Arap İsyanı (1916-18) sırasında Hicaz Demiryollarının köprüleri, ekipmanlarının ve istasyonlarının çoğu, Arabistan’lı Lawrence tarafından örgütlenen ve yönlendirilen Arap isyancılar tarafından patlatılmış, imha edilmiş, Medine’ye kadar olan kısım da bu şartlar altında ancak on yıl kullanılabilmişti.
İngiliz askerleri Şam’da Telgraf Anıtı önünde.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin 16. maddesi gereği Medine Komutanı Fahreddin Paşa 7 Ocak 1919’da imzaladığı bir şartname ile Medine’yi teslim etmiş, ardından da Hicaz Demiryolu üzerindeki Osmanlı hakimiyeti ortadan kalkmıştı. Fahreddin Paşa son bir çaba ile Medine’de bulunan Mukaddes Emanetler’i, Hicaz Demiryolu Hattı üzerinden İstanbul’a taşıtabilmişti.

Hicaz Demiryolları’nın hatıraları günümüzde Arabistan çöllerinin kumulları altında sessizce yatmaktadır.









Birinci Harb-i Umumi
sonrasında Şam...

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sonucunda bölge Fransız güçlerinin egemenliğine girmiş 1920’de Suriye ve Lübnan’da Fransız Manda altında, çeşitli etnik ve dini gruplara göre, Lübnan Devleti, Şam Devleti, Halep devleti, Nusayri merkezli Alavi Devleti, Dürzi merkezli Cebel-i Duruz Emirliği ve Hatay Cumhuriyeti olmak üzere altı yapılı bir yönetim oluşmuştu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Şam’da Şehitler Meydanı’nda Fransız Tankları.
Tanklarının üzerindeki işaretlerin her biri bir As’ı ve her oyun kartı sembolü (sinek, maça, kupa, karo) farklı bir bataryayı temsil ediyordu, maça birinci bataryayı, kupa ikinciyi, karo üçüncüyü, sinek ise dördüncü bataryayı temsil ediyordu.
Şam’daki Şehitler Meydanı Fransız Manda Yönetimi sırasında, 25 Aralık 1925 tarihinde bir kez daha gerçekleştirilen bir idam ile karşı karşıya kalmıştı. Suriye’nin Fransız Mandasına karşı mücadele veren devrimci liderlerinden, Ebu Muhammed Hasan el-Kharrat (1861-1925) 25 Aralık 1925 tarihinde Ghouta’da Fransız birliklerinin kurduğu bir pusuda öldürülmüştü. Daha öncesinde Fransızlar Ekim 1925’de Şam’a gece baskını yapan ve ulusal hareket içerisinde yer alan yüzlerce lider ile birlikte Ebu Muhammed Hasan el-Kharrat'ın oğlu Fakhri Hassan al-Kharrat’ı da yakalamış, tutuklamıştı. Fransızlar Fakhri’ye, kendisinin serbest bırakılması karşılığında babasının teslim olmasını istemiş, bunun için babasını ikna etmesini israrlı bir şekilde sürdürmüş, ancak bunu reddeden Fakhri yaklaşık bir yıl önce babası pusuda ölü olarak ele geçirilmiş olmasına rağmen, Ocak 1926’da Şehitler Meydanı’nda idam edilmişti.
1943’de Fransa kendi nüfuzu altında kalmak koşuluyla Suriye’ye kısmi bağımsızlık vermiş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra da 1946’da Suriye Birleşmiş Milletler’e katılmış ve Suriye Cumhuriyeti adını almıştı.

Yıllar içerisinde Telgraf Anıtının yer aldığı Şehitler Meydanı ve çevresinin değişimi...






































Umarım, yüzyıllardır emperyalizmin çıkarları uğruna birbirine düşürülen Ortadoğu halkları bir an önce bunun ayırdına varır ve bu kendi çıkarları için hiçbir anlam ifade etmeyen emperyalist paylaşım savaşını sonlandırırlar.

Son olarak dilerim ki, bu savaş sona erdiğinde, 109 yıl önce Şam’a modern çağın teknolojisini getiren Osmanlı’nın o günün anısına dikmiş olduğu Telgraf Anıtı ve benzerleri, Mart 2011’den beri süregelen Suriye İç Savaşı sırasında daha önce Beyrut’ta yaşanan iç savaştaki gibi onarılamaz, geri getirilemez bir şekilde yok olup gitmez. Elbette şu ana kadar henüz birşey olmamış ise.

Kaynaklar:






1- Osman Yalçın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yıllarında Bir Kararlılık Gösterisi:
“Kıtalararası Osmanlı Hava Seferi” 
Akdeniz Üniversitesi, MJH, Mediterranean Journal of Humanities, IV/2, 2014

2- Dr. Mehmet Tütüncü, Hayfa’daki Hicaz Demiryolu Anıtı ve II. Abdülhamit'in insanlığa gizli mesajları. Düşünce ve Tarih Dergisi, Eylül 2015 

3- Zehra Betül Atasoy, Mimarlık ve şehir ürünleri özgün belgelerdir. Arkitera 

4- Prof. Zeynep Çelik, Modern Mimarlık Seminerleri I, Mayıs 2009 

5- Prof. Zeynep Çelik, İmparatorluk, Mimarlık ve Şehir, 1980

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Doyurucu bir calişma olmuş. Teşekkür ederim