Sayfalar

7 Ağustos 2018 Salı

Komşudaki yangının ardından; CAN KIRIKLARI...

24 Temmuz’da Atina yakınlarında başlayıp yayılan
ve 91 kişinin ölümüne yol açan yangında
canlarını, mallarını ve en önemlisi de anılarını yitiren
tüm insanların anısına...
Eski Meğri’den
Nea Makri’ye
emanetler;
Yaşanmışlıklarıyla değerli
saklı hazinem,
Can kırıkları...


1983 yılının Haziran ayında yeni evli bir çift olarak balayımızı geçirmek üzere gittiğimiz Fethiye Ölüdeniz’de, iki çocukları ve WV karavanları ile gelmiş genç bir Alman çift ile tanışmış, çabucak kaynaşmıştık. Ertesi gün onlardan, onların bildiği ama Türk olarak bizim bilmediğimiz ve o güne kadar duymadığımız, çok da uzak olmayan bir yere karavanlarıyla gezme teklifi almış ve katılmıştık. Denize sırt vermiş bir tepenin karaya bakan yüzüne yerleşmiş üçbine yakın boş ve ahşaplarından soyulup çıplaklaştırılmış, boş gözleriyle vadiye bakan taş evlerden oluşan bu yakın çağ harabesiyle karşılaşmak bizi hem çok şaşırtmış, hem de heyecanlandırmış, hikayesini öğrendikçe de hüzünlendirmişti...



Osmanlıcada “gidilemeyen, ulaşılması zor yer” anlamına gelen Meğri*ye (Fethiye) bağlı, günümüzde hem ova hem de dağ kısmı ile birlikte Kayaköy olarak anılan bu kasabada, Müslüman Osmanlılar ova kısmında, Rum asıllı Osmanlı vatandaşları ise o günlerde Levissi diye anılan dağ yamacında, basamaklar halinde birbirinin görüşünü engellemeyecek şekilde inşaa edilmiş taş evlerde birarada yaşarlarmış.

*MÖ. 3000’lerde kurulduğu sanılan ışıklı, aydınlık kent anlamına gelen antik (Telebehi) Telmessos kenti, 9. yüzyıldan sonra Makri adıyla anılmaya başlanmıştı. 1284’te Menteşeoğulları’nın yönetimi altına girmiş; 1424’te Osmanlı topraklarına katılmıştı. Zamanla Meğri’ye dönüşen adı,

Muavenet-i Milliye isimli BLERIOT XI/B, uçağı ile 8 ŞUBAT 1914’de yardımcısı Sadık Bey ile birlikte Konya, Ulukışla, Adana, Humus ve Şam üzerinden İskenderiye’ye uzanan bir uçuş gerçekleştirmek isterken, uçağı 27 Şubat’ta Şam’ın Taberiye ilçesi Şimiriye Bucağı yakınlarında düşen ve Türk Havacılık tarihine ilk hava şehidi olarak geçen Teyyareci Fethi Bey anısına, olaya çok üzülen 35. Osmanlı Padişahı Sultan Mehmet Resad tarafından 26 Mart 1914 tarihinde çıkartılan bir ferman ile Fethiye adı kullanılmaya başlanmış, araya giren I. Dünya Savaşı, İstiklal Harbi ve Cumhuriyetin ilanı nedeniyle ismin tasdiklenmesi gecikmiş, ancak 1934 yılında tasdik edilebilmişti.


Kurtuluş Savaşı’nın ardından imzalanan Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak Türkiye Cumhuriyeti ile Yunan Krallığı arasında yapılan sözleşme uyarınca 1923-24 yıllarında Türkiye ve Yunanistan Krallığı’nın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutması bir Türkiye - Yunanistan Nüfus Mubâdelesi yaşatmış.

Eski Meğri, (günümüz Fethiye ilçesi) yakınlarındaki 18. yüzyılda Anadolu’lu Rumlar tarafından kurulan Levissi’den (günümüz Kayaköy’den) mübâdele andlaşması nedeniyle zorla göç ettirilen Anadolu Rumlarının yaşadığı 3000’e yakın yapının ve 1912 Osmanlı kayıtlarına göre 6500’e yakın nüfusun yaşadığı Levissi’ye, Yunanistan’dan yine zorla Anadolu’ya göç ettirilen Yunanistan Türkleri yerleştirilmek istenmiş ancak, tütüncülükle uğraşan bu insanların yaşamına bu toplu ve birbirine yakın yerleşim alanı uygun düşmediğinden, onlar da kasabadaki kullanılabilecek pencere, kapı, çatı keresteleri gibi işe yarayacak malzemeleri (geri dönüşüm) evlerden söküp, onları soyup çırılçıplak bırakarak ovaya, müslüman bölgesine, bahçelerine yakın ve dağınık bir şekilde yeni evler inşaa edip yaşamlarını o şekilde sürdürmüşler, dağın yamacındaki evler ise boş bırakılıp, kaderlerine terk edilmişler.

Öte yandan Fethiye bölgesinden ve Levissi’den göçe zorlanan Anadolu Rumları’nın büyük çoğunluğu yerleştikleri Atina yakınlarında kıyı şeridindeki yeni yerleşimlerine, geldikleri Meğri’nin adını vermiş ona Yeni Meğri, Nea Makri demişlerdi.


Yine bu yangından etkilenen bir diğer bölgeye, Neos Voutzas’a İzmir’in Buca ilçesinden 1923’ten 1930 yıllarına kadar parça parça gelen mübâdiller, burada yer alan 19. yüzyıldan kalan evleri restore ederek yerleşmişler ve oraya da “Yeni Buca” adını vermişlerdi.

Daha sonraki yıllarda bir iş seyahati nedeniyle oralara tekrar gittiğimde 90’lardı, bir kez daha ziyaret etmiştim (Levissi’yi) Kayaköy’ü. İki adet büyük kilisesi, bir eczanesi, çeşitli dükkanları ve evleri ile, bu zamanına göre ya da bizim Türk köy ve kasabalarına göre daha modern ve düzenli görünen olağanüstü kasabanın sokaklarında dolaşmış ve evlerin, kiliselerin ve boş sokakların fotoğraflarını çekmiştim. O zamanlar henüz digital kameralar ve cep telefonları henüz hayatımıza girmediği için o yıllarda reflex fotoğraf makinem ile çekmiş olduğum fotoğrafların çoğu ya siyah-beyaz negatifler ya da diapozitif olarak arşivlerimde mevcuttu. Ancak bugün elimde sadece bir ara hangi nedenle olduğunu anımsayamadığım bir gerekçeyle taratmış olduğum sadece bu üç kare var digital olarak o günlerden kalan...



Evlerin arasındaki yer yer taş kaplı yer yer toprak o daracık patikalarda dolaşırken, gözüme ufak tefek parlayan kırık cam, seramik, porselen parçaları çarpmış, onların ne olduklarını anlamaya başladığımda da, ister istemez ceplerime doldurmaya başlamıştım. Dolaştığım yerlerden birçok insan için değersiz ancak yaşanmışlıkları ile bana çok şey anlatan objeleri toplamak ve onları evime taşımak, ilerde baktıkça o yaşadığım günün keyfini yeniden yaşamayı istemek gibi bazılarına tuhaf gelebilecek (belki de kötü) bir huyum vardır,
t o p l a y ı c ı l ı k . . .

İşte onları eski bir teneke tütün kutusu içerisinde yaklaşık 25 senedir saklıyorum. O yıllarda daha Kemal Yalçın’ın o muhteşem kitabını, “Emanet Çeyiz”ini okumamıştım henüz. O kitabı çoğu yerde gözlerim yaşararak okuduğumda, mübâdele sırasında iki tarafın da ne acılar, dramlar yaşadığını daha iyi anlamıştım.
O günden beri ne zaman mübâdele insanlarının dramı söz konusu olsa, teneke tütün kutusunda sakladığım bu “can kırıkları” hazinemi açıp, bir zamanlar onlara eli, dudağı, canı değen o mübadilleri anar, onların acılarına, sevinçlerine, hayatlarına dokunduğumu hisseder, hüzünlenirim.


Çeşitli cam, opal mutfak eşyası kırıkları
Çeşitli renklerde Cam obje kırıkları




Cam kırıkları arasında dikkati çeken bir aslan ayak figürü

O saklı hazinemi açıp baktıkça beni en çok 1923’ler Türkiye’sindeki mutavazı bir Ege kasabasındaki insanların günlük hayatlarında kullandıkları tabak ve çanaklardaki kalite, incelik, çeşit ve herşeyden önemlisi de yaşam standartları etkiler, şaşırtır ve biraz da kıskançlık ve ibretle o cam, seramik, porselen ve de opal kırıklarına bakar, bakar derinlere dalar, zaman zaman da yaşadığımız günlerde kaybettiğimiz birçok değeri düşünürüm....

Çeşitli desen ve renklerde toprak çanak ve porselen tabak kırıkları



Sırlı toprak çanak kırığı

Porselen kırıklarının tabanında üretici firma damgaları 


Desenli Porsolen tabak kırıkları

Desenli Porselen bir tabak kırığı

Terracotta kırığı 

Opal cam ve Porselen kırıkları

Nereden, nereye?

Kırık porselen parçalar üzerine internette yaptığım küçük bir araştırma sonucunda, bir grup porselen kırığının üzerindeki desenlerin tıpkısını bir porselen takım üzerinde tesbit edebildim.
Johnson Brothers’ın 57 parçalık Willow-Blue takımı  (İngiltere 1883 damgalı)
Takımın üreticisi Johnson Brothers adında bir İngiliz Sofra takımı üreticisiydi. Takımın adı da “Mavi Söğüt” (Blue Willow)

İngiliz sofra takımları üreticisi ve ihracatçısı olan Johnson Brothers, “yarı porselen” tabir edilen sofra takımları ile dikkatleri üzerine çekmişti. Johnson Brothers ürünleri, 1890’lardan 1960’lara kadar ABD için sofra takımı üreten en başarılı Staffordshire seramiklerinden birisiydi. (Eternal Beau) “Ebedi Güzellik”, (Dawn) “Şafak”, (Old Britain Castles) “Eski Britanya Kaleleri” ve (Historic America) “Tarihi Amerika” gibi isimlerle ürettikleri bazı seri tasarımları, yaygın popülerliğe kavuşmuş ve bugün hala koleksiyonerler tarafından aranan ve toplanan sofra takımları olmuştu. 
Johnson Brothers 1968’den 2015’e kadar, Wedgwood Grubunun bir parçası olarak çalışmıştı.
Mavi Söğüt adlı seriden bir yemek tabağı

Johnson Brothers Şirketinin adı, şirketin kurucuları olan Alfred, Frederick, Henry ve Robert kardeşlerden kaynaklanıyordu. Usta bir çömlekçi olan babaları, Alfred Meakin’in kızı ile evlenmişti. 1883 yılında iki kardeş Alfred ve Frederick Johnson, İngiltere’de Batı Midlands bölgesi Staffordshire Kontluğundaki  Stoke-on-Trent şehrinin Hanley kasabasında iflas eden Charles Street Works’ü satın almış ve o mütevazı çömlek atölyesinde üretime başlamışlardı. Önceleri “Beyaz Granit” dedikleri dayanıklı toprak kabartma üretiminde uzmanlaşmışlar, bu girişimin başarısı hızla genişlemeye yol açmış, 1888’de, üçüncü kardeş Henry ve on yıl sonra da dördüncü kardeş Robert onlara katılmıştı.


Temel olarak “beyaz sofra eşyası” üreten ve sağlam bir itibara sahip olan şirket, “yarı porselen” olarak bilinen bir ürün geliştirmiş, ince çini özelliklerine, ironstoneware dayanıklılığını da ekleyerek bir dizi çanak, çömlek üretmişlerdi. Bu tür sofra takımları, dayanıklılığı ve düşük maliyetleri nedeniyle ABD’de çok popüler olmuş, 1898’de, Robert Johnson, Johnson Brothers’ın Kuzey Amerika pazarının hızlı genişlemesini yönetmek için New York’a taşınmıştı.
Johnson Brothers, 20. yüzyılın ilk yarısında da sofra takımları endüstrisindeki büyümesini sürdürmüş, 1918’den sonra, popüler “Şafak” (Dawn) serisi renkli ürünler piyasaya sürülmüş ve Johnson Brothers Sofra Takımlarını Britanya İmparatorluğu boyunca ihraç etmeye başlamıştı. 1930’da “Eski Britanya Kaleleri” adlı model, 1938’de “Tarihi Amerika” adlı model üretilmeye başlanmıştı. 1930’larda, Charles Street’teki orijinal fabrika kapatılmış, yeni teknoloji ve kömür yerine elektrik kullanan modern ateşleme sistemleri kullanılmaya başlanmıştı. Bu da daha kaliteli bir ürüne, daha düşük fiyatlara ve işgücü için daha iyi şartlara yol açmıştı. Ancak, II. Dünya Savaşı neredeyse tüm üretimi durdurmuştu.
Mavi Söğüt Sofra takımından bir detay
Savaş sonrası dönemde, ekipman ve tesisler büyük bir revizyon görmüş ve Johnson Brothers, Kraliçe II. Elizabeth ve Ana Kraliçe’den Kraliyet Garantisi (Royal Warrants) almıştı. Ayrıca şirket, İngiliz ekonomisine katkılarından dolayı iki kez “Kraliçe’nin Endüstri Ödülü”ne layık görülmüştü.
Bulduğum parçaları sağlam bir tabak görseli üzerinde, bir puzzle’ın parçaları gibi yerlerini bulup yerleştirmeye çalıştığımda, başka bir gerçek ile karşılaştım. Ben tek bir tabağın parçalarını bulduğumu düşünürken, meğer en az farklı üç tabağın parçalarını bulmuş, toplamışım. Zira tabağın ortasındaki üç parça birbirleri ile tam birleşmediler, ancak üst üste koyarak desenin üzerine yerleştirebildim. Bu da demektir ki o tabakların belki de serisi, takımı vardı kullanan ailenin, belki de evin hanımı çeyizinde taşıyıp getirmişti kocasının evine.

Johnsons Brothers Şirketinin ürünü olan Mavi Söğüt sofra takımlarının parçalarına Levissi sokaklarında rast gelmem son derece ilginç değil mi?..
1923-24 yıllarından belki de daha öncesinden kalan, Levissi’de yaşayan Anadolu Rumlarının evlerinde İngiliz soylularının sofralarını süsleyen bir sofra takımının parçalarını bulmak beni oldukça etkilemişti.
O yokluk zamanlarında, Anadolu’nun bir köyü ya da kasabasında insanların yaşam standartları gerçekten de çok düşündürücüydü.
Türkiye’nin geneli düşünüldüğünde ve yaşadığımız günler, bu çok inanılmaz gelmiyor mu size de?.. 


“Mavi Söğüt” takımından bir tabağın kırıklarında
yukarıda bütününü gördüğümüz Johnson Brothers tabağın detaylarını çok açık bir şekilde görülebilmekteyiz...






Öte yandan yine kırık cam parçaları üzerine internette yaptığım araştırmada, özellikle dikkatimi çeken pembemsi renkteki küçük cam aslan ayağına benzer bir ürün ararken, o ayağa benzer ayaklara sahip bir cam şekerlik (bonbonyer) ya da meyvelik dikkatimi çekti. Heisey Cam Şirketi tarafından üretilen bu zarif bonbonyerin de ayakları benim bulduğum küçük cam aslan ayağına benzer ayaklara sahip.
Heisey Cam Şirketi’nin ürünü bir Aslan Ayaklı Şekerlik.
Bir müzayedede bu şekerliğe 400$ değer biçilmişti.


Augustus Henry Heisey (1842-13 Şubat 1922) tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nin Ohio Eyaleti, Newark şehrinde 1895 yılında kurulan Heisey Cam Şirketi, kaliteli cam sofra ve dekoratif cam hayvan figürinleri üretmiş. Hem preslenerek hem de üflenerek üretilen cam eşyalar çok çeşitli desen ve renklerde yapılmış. Şirket ayrıca cam otomobil farları ve Holophane Züccaciye aydınlatma armatürleri yapmış. Şirket, fabrikanın kapatıldığı 1957 yılına kadar Heisey ve oğulları tarafından işletilmiş.


Heisey Cam Ayaklı Şekerliğin ayaklarına benzeyen pembemsi kırık cam ayak
“Mavi Söğüt” Sofra Takımı beni ne kadar şaşırttıysa, bu Aslan Ayaklı Bonbonyer de beni en az “Mavi Söğüt” Sofra Takımı kadar şaşırttıyor.

Bugün hangimizin evinde buna benzer, bu kalitede, bu incelik, zerafet ve güzellikte bir Sofra Takımı ya da Aslan Ayaklı Bonbonyer var ki?

Yaptığım internet araştırmalarında herhangi bir benzerine ya da izine rastlayamadığım aşağıdaki diğer güzel desenli kırık porselen ve opal cam parçaların hikayeleri kimbilir nedir?..





Opal cam bir ev eşyası

Bugün biraz daha buruk ve içim yanarak tekrar açıyorum hazinemin kapağını ve karşı kıyıda buralardan zorla kopartılmış insanların yanan yüreklerine dokunmak, acılarını paylaşmak ve onlara geçmiş olsun Anadolu’lu kardeşlerim demek istiyorum,
ellerimde
o can kırıkları
   parçalarla...



1 Ağustos 2018 Çarşamba

BUGÜN, SIRADAN OLMAYAN BİR 31 TEMMUZ...

BUGÜN, 31 TEMMUZ...

İYİ DE!?.

31 TEMMUZ 1957’DEN

BANA NE Kİ?!.



Bu yazıyı, 5 yıl önce 31 Temmuz 2013’te Facebook’da paylaşmıştım,
güncelleyerek buraya taşımak istedim...





Ermeni asıllı tiyatro oyuncusu Thomas (Tovmas) Fasulyeciyan’ın (1843-1903) o unutulmaz tiradını bilirsiniz muhakkak, hani şu gençliğimizde TRT’de izlemiş olduğumuz bir programın jeneriğinde usta oyuncu Münir Özkul’dan duymaya alışık olduğumuz tirad...



İlk kez, 1969 yılında Haldun Taner’in “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” oyununun prömiyerinde final sahnesinde Münir Özkul Tovmas Fasulyeciyan rolüne bürünüp okuduğunda herkesi şaşırttığı, kiminin hüngür hüngür ağladığı, kiminin salondan sahneye fırlayıp oyuncuya sarılmasına sebep olan o meşhur tiradı;

“Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır, yokolunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.

Görooorum, hepiniz gardoroba koşmaya hazırlanıorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuşla Virginia’nın bir dialogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır… Pêrdeeee !”


Yaklaşık 7-8 yıl önce Facebook sayfam üzerinden paylaştığım “Tarihten bugüne düşen Notlar” ile ilgili olarak çeşitli kaynakları kullanmaktaydım, bazen internetten yararlanmaktaydım, bazen Atatürk günlüklerinden, bazen okuduğum kitaplardan, karşıma çıkan ilginç olayları not alarak, araştırıp derinleştirerek, genişleterek oluşturmaktaydım, bazen de gazete arşivlerinden faydalanmaktaydım. Aynı şeyi bugün yine aynı şekilde yapmakta ve blog sayfamda paylaşmaktayım.

2013 yılında, 31 Temmuz için bir konu başlığı arayışındayken, ki o zaman da bir gazete arşivinden (Milliyet) tarih vererek araştırma yapardım. Arama motoru belirli bir zaman dilimi seçerek ve bir konu belirleyerek “gelişmiş arama” yapabilmeye imkan tanımaktaydı. 31 Temmuz 19.. (yıl seçeneğini değiştirerek) ve İstanbul yazarak arattırdığımda, farklı yıllarda, pek ele avuca gelir ve beni cezbeden bir konuya rastlamamışken, sene seçeneğini 1957 yaptığımda, 31 TEMMUZ 1957 tarihinde yayınlanmış bir firma adres değişikliği ve duyurusu ile karşılaştım;
Ve işte o an olan oldu...
31 Temmuz 1957 tarihli Milliyet Gazetesi küpürü

“İLANCILIK
KEMAL SALİH-HOFFER-SAMANON-HULLİ
KOLLEKTİF ŞİRKETİ

Bürolarını, eski yerinin karşı sırasında,
Ankara Caddesi ANKARA HAN, 1.ci Kat’ına
Naklettiğini sayın Müşterilerine bildirmekle şeref duyar.”


İşte o an, Münir Özkul’un sesinden o ünlü tiradın
“... hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler.”
kısmı kulaklarımda yankılanmaya başladı,
31 yıl öncesinden sesler, yüzler, isimler, anılar
tek tek fısıldaşmaya başladılar…


* * *
Bugün, 109 yaşındaki İlancılık Reklam Ajansı, o günlerdeki adıyla İLÂNCILIK (KeHoSaH) KOLLEKTİF ŞİRKETİ’nin bu nakil duyurusunu yaptıkları adreste, söz konusu ilanın yayınlanmasından tam 25 sene sonra 1982’nin Eylül ayında ben de grafiker olarak çalışmaya başlamıştım ve benim işe başladığım o günlerde, Ajans 73.nci kuruluş yıl dönümünü kutlamaktaydı…

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 1909 yılında David Samanon, Jak Hulli ve Kahire’de bulunan “Havas” isimli başarılı bir ajansın yöneticisi olan Ernest Hoffer tarafından temelleri atılan “İlanat Reklam Acentesi”, daha sonraları Cumhuriyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Kamil Salih Sel’in katılımıyla II. Dünya Savaşı öncesinde başarılı ve önemli işlere imza atmışlardı.


Bu kutlamadan bir hafta ya geçmişti ya geçmemişti ki, ikinci bir kutlama kokteyli daha düzenlenmişti ve ben doğal olarak “ben nereye geldim acaba?” sorgulamıştım… Bu kez kutlama Yönetim Kurulu Başkanı Bay İzidor Barouh’un sektördeki 50. Yılını doldurması şerefineydi...
Bay İzidor Barouh’un 50. yılı kokteylinde Ajans çalışanlarına özel olarak hazırlatılmış gümüş kaplama 50.yıl şiltleri verilmişti.

SEKTÖRDE 50.YIL VE
73 YILLIK BİR AJANS!..

1932 yılında 17 yaşında çalışmaya başladığı “Hoffer, Samanon ve Huli İlanat Acentesi”ne 1957’de ortak olmuş, 50 yılını doldurmuştu Rahmetli Bay İzidor Barouh; sonrasında 20 Mart 2012 tarihinde 97 yaşında vefat edene kadar da işinin başında olmuş, Ajansın 103.ncü Kuruluş Yıldönümünü ve kendi 80. Yılını kutlamıştı. 

Yaklaşık olarak 5 yıl çalıştığım ve “Sektörde bir okul” olarak addedilen İlancılık Reklam Ajansı’ndan halen devam eden, ettirebildiğim, güzel arkadaşlıklar, dostluklar ve anılar ile ayrılmıştım. Bazılarıyla öyle sık sık bir araya gelmiyor, gelemiyor olsam da biliyorum ki tekrar karşılaştığımız anda bıraktığımız andaki kadar taze ve sıcak yaşayabileceğim arkadaşlıklardı bunlar.



Uzun yıllardır sakladığım 50.yıl şilti kimbilir şu an hangi anı kutucuğunun, (2013 sonrasında bir köşede bulmuştum onu sonuçta) çekmecesinin köşesinde sessizce o güne tanıklığıyla beklemekte… Maddi olanlar kutucuk, çekmece köşelerinde sessizce beklemelerini sürdürürlerken, beynimizin kıvrımlarındaki anı kırıntıları böyle bir fırsat bulduğunda saklandıkları o kıvrımlardan fısıldaşarak ortaya çıkmakta bazen bir ses, bazen bir görüntü, bazen de bir hikaye olarak tüm duyularımızla canlanıvermekteler,
tıpkı Thomas’ın söylediği gibi…
Sahne onların şimdi…







O günlerin teknolojisi çıkartma harf, Letraset tabakalarının masraflı bir malzeme olduğunu her fırsatta dile getiren Bay İzidor Barouh’un müşterileri ajans içerisinde dolaştırırken ünlü Letraset dolabı önüne gelindiğinde tabakalardan birini eline alıp her seferinde,
“K’lar bitti… at gitsin pasam…”* repliği belki de az önce kendisinden fazlaca bahis geçmesinin etkisiyle olsa gerek önceliği ele geçirdi bile…

Evet sevgili Bay İzidor, “K”lar bitti, attık gitti Letraset’leri, Letraset’ler de bitti çoktan, ama başka “K” lar var hayatımızda, bakın hala kullanıyoruz… Allah “K” ların yokluğunu hissettirmesin bize, bu R özürlülüğüne de benzemez ne yapardık hayatımızda olmasalar…

Belleğim, Bay İzidor’dan sonra doğal olarak koridoru izliyor ve soldan bir sonraki odaya dalıyor… Sırtını koridor tarafındaki boydan cama dayamış, biraz da duvara, kaykılmış gitmiş koskoca cüssesi ile Pertev abi yine uyukluyor… Rahmetli Pertev Tunaseli, çoğu belki hatırlamaz ama o ünlü bir Spor yazarı ve Spor Spikeri idi, kendini tanımadan önce sesiyle tanışmıştık öncelerde Radyoda, sonra duymuştuk, bir milli maç nakli sırasında Can Bartu bir golü kaçırdığında “Eşşek Can!.. Ulan o kaçar mı hıyar Can!..” diye bağırınca spikerlik yaşamının sona erdiğini…

Odanın iç bölmesinde, caddeye bakan tarafta, heyecanlı genç arkadaşlar, Oğuzhan Akay, Fuat Onan ve Turgay Özen, heyecanla ya bir senaryoyu tartışıyorlar ya da havada uçuşan birbiri ile alakasız kelimelere bakılacak olur ise, Turgay’ın denemeci şiirleri için ona “aklına geliveren ilk” kelimelerini yetiştirmeye çalışıyorlar…

O odada başka bir zaman katmanında başka yüzler, başka sesler, başka anılar… Sanırım Oğuzhan Ajans Ada’ya kaçmış çoktan, Fuat belki bir sinema ya da dizi peşinde, Turgay belki askerde… bu sefer kızlar var. Mehmet Günsür’ün eşi, Emel Şahinkaya Günsür, ressam aslında ama Metin yazarlığına heves etmiş…Kızı “Yazgülü”… o ada vurulmuştum… Ben de İlancılıkta işe başladıktan 6 ay sonra ilk kez baba olmuştum, kızım Derya ile aynı yaşlardaydı Yazgülü de… Aslında ikinci kez babalığı da yine İlancılık’tan ayrılmadan çok kısa bir sure önce tatmıştım Mart 1987’de o meşhur 87 karları arasında, Defne’nin doğumuyla…
Karı bahane edip yollar kapalı diyerek bir kaç gün işe gitmemiştim de biraz sorun olmuştu, bana sorarsanız o bir doğum izniydi...
Emel’in deniz kenarından bulunmuş iki çakıl taşı üzerine yapmış olduğu kuş boyamalarını hala saklarım, benim için çok değerliler; Şimdi okyanus ötesinde, o günlerde doğan kızım Defne’nin San Francisco’daki evindeler....


Emel’in Ajansa katılmasının hemen sonrasında bir başka kız arkadaş daha katılmıştı aramıza, Emel’in arkadaşı bir grafiker... çok sevmiştik onu özellikle ben ve Alp onunla güzel zamanlar paylaşmıştık, hep açık denizlerde olan ve sırılsıklam aşık olduğu bir kocası vardı, denizci... sarışın, mavi gözlü, sanırım laz uşağıydı, adı da Mehmet... Çok şen, konuşkan ve cevval bir kızdı Canan Özdemir, çok genç yaşta üstelik de kadınlarda çok sık rastlanmayan bir nedenle, kalp krizi sonucu kaybettik onu, köseleden yapmış olduğu çok güzel bir resim çerçevesi ve iki kalem kutusu hala çalışma masamın baş köşesindedir. Bir tanesi Alp içindi ama ben cazgırlık edip Alp’in elinden almıştım onu da...




Çerçevenin içerisinde o sıralar doğmuş olan Defne’nin çok güzel bir fotoğrafı var... Onu her hatırlayışımda, yemeklerde ya da rakı kaçamaklarımızda, bizi güldürmek için yaptığı kulağı ile ağzını tutturamayan ve sürekli olarak elindeki dondurmayı kulağına götüren zeka özürlü kız taklidi gelir... Bir de Emel, Canan ve ben sık sık öğle tatillerinde kaçar, kapalıçarşının altını üstüne getirirdik, retro broşlar, eski gümüş takılar, parça sedefler, onlar takıp takıştırmaya bayılırlardı, ben de amatörce takılar yapardım o sıralar... O zaman alınmış bir bağ sedefle yaptığım takıyı eşim Yasemin hala ara sıra takar, o günleri hatırlarım bende O taktıkça...

Jale’ydi kızlardan üçüncüsü, yine başka bir zaman kkatmanından, Jale Koçak (Nakkaşoğlu), o da benim gibi Ankara göçmeni kuşlardan, kıvırcık kara saçları, saçının ardında bir tutam beyaz perçemi, esmer teni ve kara gözleri ile güzel yol arkadaşım… Hiçbir gün acele etmeden, rahat, rahvan işe giden benim, Kadıköy-Sirkeci Vapurunda koşarak vapura son anda atlayan ve üst güverteye çıkıp beni görünce rahatlayan, işe yetişmeye inançlı ama beceremeyen yol, simit ve çay arkadaşım… Jale Koçak. Her sabah olmasa da çoğu zaman aldığım fazladan bir simit, onu vapura atlarken üst güverteden görünce de verdiğim çay siparişi ile karşıladığım, sabah işe gidişlerin, akşam eve dönüşlerin yol arkadaşlarından birincisi, ikincisi ise, sadece dönüşlerde, sabahları işe erken gidebilmeyi nasıl oluyorsa becerebilen Alp Gökçe… O da aramıza katılınca sohbetin tadı bir başka akşamları, yorgunluğu alan bol iyotlu deniz havası, gün batımı ve İstanbul manzarası eşliğinde…

Masamda çalışıyorum, masamın üzerindeki Coca Cola şişesi bir süs...
İçerisinde renkli straforlar var, solucanlar gibi kıvrım kıvrım...
Alp Gökçe… bizim oda, soldan üçüncü, cam kenarı karşı masa arkadaşım, en sağlam destekçim, kuş tüyü kadar hafifmiş gibi kullandığı airbrush’ı bir suluboya fırçası kadar rahat ve kontrollü konuşturan ve harikalar yaratan adam… Titiz, hastalık hastası, ağırbaşlı ancak bir o kadar da esprili ve cin… Masasının üzerine uhu ile yapıştırdığı kabak çekirdekleri tuzağına, her seferinde yakalanan Yakup Barouh’un ona bir şey anlatırken dayanamayıp elini attığı her çekirdeği masadan alamadığında yüzünün aldığı o ifade unutulur gibi değil… İşaret parmağının ucuna keçeli kalem ile çizdiği kıvırcık saçlar, iki nokta göz ve çenede keçi sakalı olan parmak kuklasına, Alp her sorduğunda “Babam olacak” diye cevap veren küçük İlker artık koca adam olmuş, Ajansta 3. Kuşak …

Soldan üçüncü odaya girip az önce yerinde olmadığı için bahsetmeyip, atladığım, olağanüstü yetenekli ama bir o kadar da mütevazı bir adam, her boş kaldığında önündeki küçücük kağıtlara sürekli kuyruğundan başlayarak kafası ile bitirdiği at, atlı desenleri çizen Can Aşkun
Zaman zaman güzel öğlen yemeği kaçamakları, rakı balık arkadaşlığı, hoş sohbetler…Ağabeylikleri…

Daha sonra o çizdiği atları tel, pamuk ve alçı yardımıyla, gördüğüm en güzel koşan at heykellerine dönüştürmüştü, bir de yağlı pastel ile katman katman boyayıp, kazıyıp tekrar tekrar yaptığı desenler, resimler… Bir tanesine sahip olmak için neler vermezdim o resimlerin… Çok güzellerdi…Kayıplara karıştı Can, haber alamadık bir daha, kimbilir nerelerde ne güzellikler yaratmakta…mutevazı ve kendi halinde…

Can ile Alp’in arasında odamızın dördüncü elemanı…Bu güne kadar adı zikredildiğinde hakkında iyi bir şey söyleyen çıkarsa dişimi kıracağım dediğim biri…Adı lazım değil “yüksek çözünürlükte” H.D., oturduğu sandalyenin sırtında tuvalet dönüşlerinde elini sildiği simsiyah bir peşkir ve koridordan gelen bir ses, hatırlanan… Nihavend makamında… karşı odadaki “Dıgıdık Vedat”a takılmış, düet yapıyorlar… O gelmeden biz kaçalım başka bir zaman katmanına…

Bu katmanda aynı masada bir genç oturuyor, çok genç, ateşli, fıkır fıkır…ufak tefek ama bir oturuşta kuru-pilav, komposto üçlemesiyle doymayıp, üzerine aynısından bir tur daha atabilen “erkek güzeli Paris’in” ağabeyi “Pavlis”in oğlu, Carlo… Carlo Masanoviç. “Pavlis”- Pavlo Masanoviç, Baş Ressam, o zamanlar Art Direktör yok, Kreatif Direktör yok, Baş Ressam ve Ressamlar, Ressamcıklar var… Ancak ikinci ya da üçüncü senenin başında bizim oda “H.D.” hariç, ki o çoktan pasaportunu almıştı, Can başta olmak üzere Alp ve bendeniz terfi etmiş Art Direktör olmuş, böylelikle de ajansa Ressam yerine bu yeni kavramın da girmesine tanık olmuştuk…

Daha sonraki bir zaman diliminde odamıza sessiz, sakin, iş yaparken sürekli bir eli ile saçının bir telini yakalayıp onunla oynayarak konsantre olan, üstün yetenekli bir genç arkadaş katılmıştı, onu da fazla tutamayıp Ajansta Paul Mc Millan‘a kaptırmıştık bir sure sonra; sevgili Reha Barış, onunla daha sonraki yıllarda yolumuz başka bir adreste kesişmiş, birlikte yine güzel işlere imza atmıştık…

Odamızın bir de güzel ziyaretçisi vardı, yıllar içerisinde ona çok da uygun bulduğum ve yakışan bir isim takmıştı ajansın erkekleri, benden önce, güzelliğinden mi, bakımlılığından mı, şen şakrak hallerinden mi, belki de hepsinden… zira hepsi vardı hatunda, cilve ise cilveliydi, çekicilikse en alasından, isim özellikle erkek dünyasında başka çağrışımlar yaptırabilir olsa da, o tüm bu özellikleri taşıyor olmasına rağmen bir rahibe kadar saf ve masumdu… Nuran Argun... nam-ı diğer “Fıstık”, dünya tatlısı, odamızın neşesi, şen kahkahalı misafiri…

“Aymar adam”ın yaratıcısı, Storyboardlarımıza hayat veren kadın…
Sis düdükleri çaldığında Kadıköy’de, üzülmeyip hepimizin çok sevinip, neşelendiği, vapura binip ajansa gitmek yerine Kuşdili çayırındaki evinde bize nefis kahvaltılar hazırlayarak misafir eden hayvansever dostumuz…Fıstığımız…

Fıstığın, kendini resmettiği küçücük bir deseni var elimde,
yıllardır çalışma masamın duvarındaki panoda özenle koruduğum…
Veeee... kendi çizgileriyle Nuran Argun...Fıstık Nuran

Bana sorarsanız Fıstık Nuran çağdaş bir kül kedisiydi, ancak biz bu kül kedisini daha çok onu seven, yetenekli prensi Ahmet’in ona sağladığı prenseslere layık hayat içerisinde varsıl bir Cindirella olarak görürdük, yine Ahmet’in sayesinde arabasının kabağa döndüğü anlarını hiç hissetmezdik, o anlatmadıktan sonra...
Bunu da çok gülerek ve olağan bir durum gibi paylaşır, o anlattıkça, birlikte güler geçerdik. Oysa yaşadıkları öyle çoğu kişinin altından rahatlıkla kalkabileceği türden şeyler değildi...

Bir sonraki oda, büyük oda, geçiş odası, Baş ressam Pavlis’in dipteki özel odasından önceki oda, sağdan Suat abinin Karanlık Odasına geçilen… Emin’in ve İhsan’ın mekanı ve zaman içerisinde gelip geçen bir çok genç arkadaşın, Güven Haktanır’ın, Taci Erdemir’in, Halil Barutçu’nun…

Odanın gediklisi... Emin Küçükserim, ajansın en çalışkan, en hızlı, bir o kadar da afacan adamı. Ne zaman fırsat bulur, aklına gelir, düzenini kurar ve tuzağına düşürdüğü arkadaşların düştüğü trajikomik durumları keyifle izler anlayamazsınız bile… Zira ne zaman baksanız masasının üzerinde yoğun bir şekilde çalışır görünür. Onunla ilgili o kadar çok şey var ki çıkıp kıyıdan, köşesinden aklımın, belleğimin, geliveren…

Karanlık oda içerisinde bağımsız bir odacık şeklinde, bir duvarına bir objektif ile büyük bir fotoğraf makinesinin içi gibi görünen Suat abinin fotoğrafhanesi Emin’in en büyük eğlencesi… Kimi zaman Suat abi içeride full karanlıkta kapıyı kilitleyip kart ya da film banyosu yaparken, ajanstan sigara içen arkadaşların da desteği ile anahtar deliğinden içeriye sırayla üflenen sigara dumanı ve öksürük krizine tutulup Suat abinin tekme ile kapıyı açıp dışarı fırlamasına neden olan Emin’den başkası değil...O bağımsız birimi yine ajans desteği ile sarsıp, sallayıp Suat abinin telaşla deprem oluyor diye kendini odadan dışarı atmasına neden olan da yine Emin…
Film çekmek için şaryoya yerleştirdiği işin netliğini binbir güçlükle, gözlük yardımıyla güç bela ayarlayıp karanlık odaya giren Suat abinin şaryosuna bağladığı ipi oturduğu masaya kadar uzatan, ipi oturduğu yerden sanki çalışıyormuşcasına çekerek şaryoyu oynatan ve netliği bozan ve Suat abinin tekrar tekrar dışarı çıkıp ayar yapmasına içten içe gülüp, kırılan da tabii ki Emin…

Emin’in hedefindeki değişmez adamlardan biri de Veli abi… Veli abinin Ajans dışında çekim yapmak üzere hazırlamış ve şoför Ramazan’ın gelmesini beklerken sekreteryanın önüne bıraktığı fotoğraf makinesi ve malzemelerinin olduğu büyük çantaların içerisini boşaltıp, tuğla ile doldurmak da yine Emin’den başkasının işi değil… 

Demir Döküm kalorifer peteklerinin çekimi yapıldığı sırada, o koskoca ve ağır radyatörleri kaldırıp koyan, olmadı sağa çek, yok biraz daha öne al diye fotoğraf makinesinin vizöründen bakarak direktifler veren Alp’e gık bile demezken, biraz sonrasında “ayağıma radyatör düştü… ayağıma radyatör düştü” diye feryat eden ve zıplayan bir adam görüntüsüyle belleğimde canlanan Fotoğrafçımız Veli Kaya… Sabırlı, çalışkan az ve öz konuşan, fotoğraf çekmenin yanısıra en çok da nazımızı çeken adam… Onunla 3. Kattaki bağımsız stüdyosunda çok keyifli çekim zamanları yaşadık, hiç unutmam, unutamam… Hiç üşenmez, ışıkları kurar, takar, çıkartır, bozar, yeniden yapar, hiç yorulmaz ve usanmaz ve en önemlisi de “amannn bu da böyle oluversin”e hiç gelmez, gelemez… Neyse doğrusu mutlaka arar, bulur, buluşturur ve oldurur. Anı kutucuklarımdan, albümlere sığmayan fotoğraflar arasından bulduğum bir fotoğrafta Veli Kaya ve ben 3. Kat fotoğraf stüdyosunda çekim arasında kendimize bir fotoğraf düzenlemişiz, bir aynalı ampul üzerinden yansıyan görüntülerimizle o anı hapsetmişiz bu fotoğraf karesine…
Ankara Han 3. Kat, Fotoğraf Stüdyomuz... Veli Kaya ve Ben aynalı bir ampulün üzerinden kendimizi çekiyoruz... O günlerin Selfie’si bir nev’i...





Ankara Caddesinde bir adam elinde bir kağıt, üzerinde yazılı bir adres ile yokuşu tırmanır, nedense hana girer, 1. Kata çıkar, ajansa girer onca insanı geçer, upuzun koridoru kateder, en son odaya dalar ve köşede o sırada kimbilir kaçıncı KaeLeM*i ile meşgul olan adamın başına dikilir ve elindeki kağıdı uzatarak sorar “hemşerum, ha bu adereseyi nasul bulurum da?” der ki, karşısındaki de lazdır bunu bilmez… Böyle bir olay hayatta kaç kişinin başına gelebilir, gelmiştir? Bilinmez, ama eğer o soruya muhatap olan kişinin adı İhsan ise bu şaşırtıcı bir durum değildir. Mıknatıs gibidir İhsan, bu tür olayların adamıdır, şaka gibidir ama kendisi son derece ciddi… Ajanstaki görevi, bugün Photoshop ne ise işte tam da odur, onun bilgisayarsız versiyonudur İhsan… Çekilen fotoğraflar baskıda daha iyi sonuç vermesi için muhakkak onun tezgahından geçmek zorundadır. Neredeyse her siyah beyaz fotoğraf onun siyah çinisi, beyaz guaş boyası ve boy boy suluboya fırçaları ile yeniden can bulur, detaylar ortaya çıkar, görünmeyen görünür, okunmayan okunur… Çok çalışkandır ve neredeyse hiç masasından kalkmaz, KaeLeM bağlantıları için kalkmaları dışında…KaeLeM İhsan’ın çalışma düzeni için ajans bünyesinde doğmuş, yaratılmış özel bir sözcüktür, onu anlatır ya da o yolu takip edenleri… *KaeLeM, özel iştir… KLM Havayolları ile ilgili özel bir işten çıktığı rivayet edilir… Ajansın işleri masanın üzerinde yapıladururken, bir alt çekmecede yapılan özel müşteri işleridir, görünmeden çaktırılmadan… Ancak, Ajansın tanıtımı için yapılan video çekimi sırasında yorulan kameramanın video kamerasını letraset dolabının üzerine bırakıp bir sigara içimi dışarı çıktığı sırada kamerayı kapatmayı unutup, tam Letraset dolabının karşısında oturan İhsan’ın masasını ve o sırada yaptığı KaeLeM çalışmalarını kayda alıp, belgeleyene dek…

Dizgici Selahattin…“Mandıracı” Muzaffer ağabey…Telaşe Müdürü Atılay Bingöl, Suat abi ve Veli Kaya’nın önce çırağı sonra CopyProof icad olup Suat abi emekli edilince onun yerine baskı işlerini devralan başka bir Karadenizli... Sezgi. Suat abinin her seferinde kapıdan başını uzatıp Alp’e “dışavı çıkıyovum biv şey lazım mı Alp abiiii” diye soran R özürlü sevimli oğlu Ajlan, Adalar arası vapur bedava olduğu için iş çıkışlarında Büyükada’ya evine giderken yolda Burgaz’da inip bir sonraki vapura kadar denize girip çıkan ve sonra evinin yolunu tutan, bu su sevgisini her tahsilat dönüşü bir saate yakın tek olan ortak tuvaletimizi işgal ederek duş alacak derecede yıkanıp yunan, adının Rober olduğunu sandığım ve nedendir bilinmez Bay Emel diye çağrılan Tahsilatçımız… Ve daha niceleri…

Ben İlancılıktan ayrıldıktan sonra gelmiş olsa da, daha sonra başka adreslerde birlikte çalıştığımız ve bu anıların bir çoğuna benden sonra da olsa vakıf olan ve doğal olarak buradaki kişilerin hepsi ile ortak arkadaşlığımızın olduğu sevgili Emel Korkmaz’ı da elbette unutmadım, unutamam... Birlikte ne kadar güzel işler yaptık keyifle ve çok kavgalar verdik birlikte, hiç unutulur mu!..

Hepsi sahne aldılar bu Temmuz ayının son gününde…
Burada, bir gazete küpürünün sayesinde…

Selam olsun eski günlere, dostlara, arkadaşlara, arkadaşlıklara…
Rahmet olsun, aramızdan ayrılan dostlara, anıdaşlara…



31 Temmuz 2013’te bu yazıyı Facebook’ta paylaştıktan sonra yaklaşık 160’a yakın yorum almıştı paylaşımım. Benim yazı içerisinde bahsettiğim, ya da bahsetmediğim, unuttuğum bir çok detay da bu yorumlar sırasında hatırlanmış, yad edilmişti. O yüzden onları da burada, bu yazı içerisinde paylaşmak istiyorum. Çok keyifli, adeta sohbet tadında geçen yorumlar. Yılların sıcaklığı, doğallığı, bırakıldığı noktadan devam eden yakınlıklar şimdilerde uzak kalmış olsak da kelimelere yansıyor...
İşte o yorumlar:


- Süpeeer
(Taci Erdemir)

- Sevgili Levent, herhalde o günler bundan güzel anlatılamazdı... Vapur yolculuklarında demlediğimiz dostluğumuz nasıl unutulur? Bence de hep taze hiç eskimeyen dostlukları orada yarattık... Gerisi yalan!
(Jale Nakkaşoğlu)

- yandaki bakla tramların hala hastasıyım :)
(Halil Barutçu)

- izninle senin listende olmayıp ilancılıkta çalışmış arkadaşlarım için paylaşmak istiyorum.
(Emel Temuçiner Korkmaz)

-Levent kardeşim helal olsun sana çok güzel anlatmışsın zaten senden başka hiçbirimizin aklına gelmezdi ve senin kadar iyi beceremezdik. Bir anda o günlere gittim ve hala çıkamıyorum. Yaptığım o fırlamaklıkları hatırlıyorum daha neler neler var. Hala biraz öyleyim demek içimde var. O günleri özledim ya... 18.10 vapurunu Sirkeci’nin eski kebapçılarını Letrasetçi Namığı bizim Letraset imalatçısı köşebaşını, daha neler neler . Bu yazıyı okuyan tüm eski İlancılıkta çalışan dost ve arkadaşlarımı sevgiyle kucaklayıp öpüyorum .
(Emin Küçükserim)

Levent, pasajın kapısında Letrasetçi Namığın bir adamı beklerdi devamlı, Muammer. Hep bizim pencereye bakardı. Bizden biri Letraset isteyince bana söylerdi, ben de kağıda yazıp camdan Muharrem'e gösterirdim. O da kapıp getirirdi. İçeri girince de bu Letraset kimidır derdi. Kimindir değil, KİMİNDIR...
Gene pasajın önünde bir mühürcü vardı. Pasajın önündeki direkte de ufak bir tabelası vardı. Her sabah tırmanıp o direği silerdi. Onun da fotoğrafı var ama kimbilir nerede.
Tütüncü direği silerken (E.K.Arşivinden)

Bir de dilenci vardı. Her sabah saat 9’da gelir, tam benim camın karşısına kaldırıma eğilir bükülür şeklini alıp otururdu. Akşam mesai bitiminde toparlanıp normal bir adam gibi giderdi. Onunda fotoğrafları olacaktı.

(E.K.)
Emin Küçükserim’in sohbet sırasında bolca bahsettiği Pasajın kapısı.
O noktadan Sirkeciye kadar yokuşta kaldığı için oldukça derin bir manzara vardı.
Turistlerin hepsinin fotoğraf çekmeleri ondandır.
(E.K.Arşivinden)

Aynı pasajın kapısı ve ünlü AFİTAP*.
Eminle ayrı odalarda otururduk ancak aramızdaki duvara göre sırt sırta. O camdan ne görüyorsa hemen hemen bir duvar farkı kadar bende onu görürdüm.
Bir gün bir boşlukta önümdeki boş kağıda karalamışım karşımda sürekli olarak izlediğim pasajı.
*AFİTAP: Farsça güneş kadar aydınlık yüz anlamına gelir. 1892’den bu yana 
Hermes daktilolardan, Mont Blanc, Sheaffer ve Parker dolma kalemlere, Pelican mürekkepten, Edison ampullere Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde bir çok kırtasiye ürün ithalatında ilklere imzasını atmış bir kuruluştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün de alışveriş yaptığı Afitap aynı zamanda Kars otobüs biletlerinden, İş Bankası senetlerinin basılmasına, İstanbul matbaacılığının da yıllarca merkezi olmuştur. Ve tüm bunların yanı sıra, Afitap’ın en vazgeçilmez ve ünlü ürünü ECE ajandalarıdır. Uzun yıllar aynı yerde hizmet veren Afitap artık Karaköy’deki yeni yerinde hizmetlerine devam etmektedir.
Merak edenler için;
http://www.eceajandasi.com/

126 yıldır üretilen ECE (Muhtıraları) Ajandaları

Köşebaşını hatırlıyor musun? Hani bir herif vardı. Letraset üretmeye çalışan.Her hafta gelirdi. Bana hep Letraset hakkında sorular sorardı. En çok hangi harfleri kullanıyorsun, gibi. Yakında dükkan açıyorum derdi. Nerede diye sorunca da Köşebaşında derdi. Adı Köşebaşı kaldıydı.

(E.K.)

- Bu arada Mehmet Karsan’ı unuttum, onu bi kere bizim buralarda gördüm biraz lafladık. Canı aradım buldum, telefonla konuştuk Mudanya mı dedi tam hatırlayamadım orada yaşıyormuş, hala durağan ve bekar. Bu arada Alp’i sık sık arıyorum konuşuyoruz fotoşopla vakit geçiriyor Dalaman’da yaşıyor. Sağlığı iyi. İsimlerinden hatırladıklarım Halil (bizim Halil değil mi ) Serhat tabi ki Kaaaaarlo. Ulen Carlo bi geldin sonra kayboldun.
(E.K.)
Carlo Masanoviç, Eminküçükserim ve Belgin

Mehmet Karsan, nam-ı diğer Kaçakçı. Ben onu yıllar sonra bizim burada gördüm. Jotun boyaları satan bir dükkan açtık dedi. Ama sonra bir daha görmedim.

(E.K.)

O, çok sahtekar görünüşlü bir adam intibaı bırakmıştır bende hep. Pavli’ye takılırdı.
(L.C.)

Mal getirirdi bize. Letraset, boya, fırça falan gibi. Ajlan ondan Eros Ramazotti’nin kasetini istemişti. Hep İtalya’ya gidiyordu ya. Hatta karısı da İtalyan’dı. Kaseti getirdi. Ajlan bu kaset bozuk deyince çocuğa bir tokat atmıştı.
(E.K.)

- Levent senin çalışırken ki resmini bi an kendim zannettim.
(E.K.)

- Eminciğim devam et, sen de daha ne anılar var... Benim hatırlayıp, birazını da çok uzun olmasın diye kestiğim çok anılar var, çok isimler, çok arkadaşlar... Mesela Şermin var, unutulur mu hiç:) Mataş Ahmet ve şürekası... Muhasebe Ayşe hanım, bir fenomen...
(L.C.)

- kaalem:)
-bir foto var da ben mi göremiyorum?
(Oğuzhan Akay)

- KaeLeM doğrusu bu şekilde yazılır.
(L.C.)

- Belki bu isimlerden bazılarını sen tanımıyor olabilirsin daha eskilerden Hamdi, Pavli abinin ortağı Haluk metin yazarı karısı Sevda , muhasebe Sevgi, Viki’yi unuttun mu , bay İzidorun sekreteri Bilge muhasebe rahmetli Ayten Osman abi, rahmetli İsmail, Yılmaz Şoför Ramazan eski şoför Vasil, İsmail Biret’i nasıl unuttun, Aki (Spiro Pandalera) tahsildar Şaban, Jak Palladini, grafiker Uğur, ressam Süleyman, rotüşör anne Nuran karikatürist (benim adamımdı) Mümtaz Arıkan hala Cumhuriyet’te çiziyor, Bilge Olgaç muzur yardımcısı Cem, grafiker Nilgün, bir iki isim daha var hatırlayınca yazarım.
(E.K.)

-Mümtazla müthiş bir anım var. Ajansa yeni gelmişti. Büyük odada karşımdaki masada oturuyordu. Çok kafa dengi bir çocuktu. Benim yaşlarımda. Hemen samimi olduk. 1 hafta geçmişti bir gün Pavli bana sordu, nasıl biri diye. Bende iyi birisi dedim. O zaman bi tanışalım şunla dedi. O sıralar bir takvim yapıyordu Pavli, çıplak hatunların olduğu. Mümtaz’a traseleri çizmesi için verdi işi. Karanlık odaya girdiler, o koca agrandisörde Mümtaz çizmeye başladı, Pavli de arkasında dikilmiş laf yetiştiriyor. Pavli’yi bilirsin, hatunlar nasıl, iyi mi falan gibi. Ben de gittim Suat abinin odasındaki delikten elimi uzattım, Mümtaz’ın poposunu okşamaya başladım. Döndü ters ters Pavli’ye baktı, çizmeye devam etti. Ben gene okşadım, kalemi fırlattı odada çıktı, gitti. Gittim baktım oturmuş yerine renk mosmor, boğa gibi soluyor. Ne oldu dedim. Ben gidiyorum bu ajanstan dedi. Sonra durumu anlattım. Az daha yumruğu çakıyordum herife, kendimi zor tuttum dedi. Gittim karanlık odaya Pavli şaşkın hala bekliyor. Daha sonra ona da durumu anlattım.
(E.K.)
“Bu grubu sen hatırlamazsın. 75 senesinde.
En soldaki İsmail Biret. Ortadaki Coşkun. Oturan Mürşide.” E.K.
sağ başta Emin Küçükserim.
İsmail Biret’in kaleminden Emin Küçükserim
(E.K. Arşivinden)
- İsmail Biret’e ben çok takılırdım. Senin oturduğun odada cam kenarındaki masalarda karşılıklı otururduk. Hep pipo içerdi. Ama değişik saatlerde değişik pipolar kullanırdı. En büyük zevki de yemekten sonra kahveyle büyük bir piposu vardı, onu içerdi. Masanın üzerinde pipo ayaklığı vardı. Sabah tek tek o pipoları doldurup, dizerdi. Yemekten sonra içtiği o büyük pipo çikolata, karamel gibi kokardı. Bir gün öğlen bu dışarıdayken oturdum mukavvadan kocaman bir davlumbaz yaptım, masasının üzerine yukarı monte ettim, borusunu da camdan dışarı çıkarttım. Üzerine de İSMAİLİN YERİ yazdım. Bay İzidor geldi, görünce gülmekten kırıldı. İsmail abi görünce şöyle bi baktı, gülerek kafasını salladı. Pavli çok takılırdı, vayyy papaz ne haber derdi. Bir gün gene öğlen yemeğe çıktığında o büyük pipoyu aldım, tütünü boşalttım, bizim odada kollu bir kalemtraş vardı, içindeki talaştan biraz doldurdum, üzerine de kendi tütününden biraz koydum. Neyse, yemekten döndü, oturdu masasına, bu ara Enver de kahvesini getirdi. Aldı o malum pipoyu, başladı çop çop çop yakıp, nefes çekmeye. Güzel kokular yayılmaya başlarken birden ortalığı duman ve orman yangını gibi bir koku sarmaya başladı. Hemen söndürdü pipoyu ve bana gülerek eşşolueşşek dedi.
(E.K.)

- Pertev Tunaseli, Turgay Özen, Fuat, Vedat ağabey...
(O.A.)

- “Anne aynı adamdan bu evde iki tane var!” repliğinin ikizleri :) Bayan Victoria’yı da Bilge’yi de hatırlıyorum elbet... Dedim ya yazmaya kalksan(ki bunu ancak sen yapabilirsin) İlancılık Roman olur... “HD”nin ekürisi Uğur var mesela...
(L.C.)

- İhsan, Atılay, Şermin hanım...
- Suat ağabey
(O.A.)

- Oğuzhan sen yazıyı okuyamadın sanırım,
bu saydıkların orada hep var. :)
(L.C.)

- onu görmedim evet.
(O.A.)

- Oğuz oğlum yazıyı dikkatli okusana saydığın isimlerin hepsi var.
(E.K.)

- İkizler Tekin abiydi, santral Belgin’i unuttuk (Atılayın eski hanımı) bir de Oğuzhan Akay vardı :)
(E.K.)
Ayten ve Belgin
(E.K.Arşivinden)
- “it was done before” B. Baykam...
(L.C.)

- Belgin’i unutmadım elbette ama Atılay’ın eski hanımlarının sayısını artık hesab edemez olduğum için...
Baltayı taşa vurmayım dedim.
Medya, Bedros var bir de...
(L.C.)

- Tabi ya Bedri’yi nasıl unuttuk. Bi GS maçında Oğuz’la beraber onu ağlatmıştık. Oğuz maçı naklen anlatmıştı, Galatasaray’a gol yedirmişti, bende yayına vermiştim Bedri de dinleyip bu numarayı yemişti.
(E.K.)

- ben GS’liyim ama bunu nasıl yaptım ki:)
(O.A.)

- Eh benim muzurluğuma alet olmuşşun demek ki işin ucunda fırlamalık varsa.
(E.K.)
Emin Küçükserim, eli işte gözü oynaşta.
Kapıyı kestiğine göre yine bir tezgah var...
- Bir gün öğle paydosu. Herkes dışarıda. Benim gene muzurluk saatim. İhsan büyük odaya girişte ilk masada oturuyor. Paspasının altına koku bombası koydum, cam tüpte olanlardan, atınca kırılıyor. Mesai başladı. Herkes geldi. İhsan tabii devamlı debelendiği için 2 saat sonra koku bombası kırıldı. Anlatamayacağım gibi, sanki bozuk yumurta ve lağım kokusu karışmış gibi bir koku sardı ortalığı. Herkes ayaklandı, kokunun kaynağını arıyor. Bay İzidor geldi, hanın kanalizasyonu patlamış, herkes dışarı çıksın dedi. Bu olayı yıllar sonra ilk sana açıklıyorum.
(E.K.)

-Levent, Hatırlar mısın İhsan Alarko için “Acele Şoförler Aranıyor” diye bir ilan hazırlamıştı. Ertesi sabah kıyamet koptu. Ne biçim iş yapıyorsunuz, ipini koparan geliyor diye. Meğersem İhsan “Acemi Şoförler Aranıyor” yazmış. Tashihçi de atlamış. Gazetede öyle çıkmıştı.
(E.K.)
Emin Küçükserim masasında atıştırıyor ya da yine bir iş peşinde.
-Levent sen şirketi tatil ettirdiğimde çalışıyor muydun.
Oğuzhan Akay. O zaman TRT’den gelmişti bize. Hatırlarsan benim yanımda müzik sistemi vardı, ajansa müzik yayını yapardım. Bir gün gene öğlen kasete bir miktar müzik kaydettim arkasından Oğuz okumaya başladı. “İstanbul valiliğinden bildirilmiştir. Balkanlar üzerinden çok hızlı bir şekilde yurdumuza sarkan alçak basınç nedeniyle İstanbul ve çevresinde çok şiddetli fırtına beklenmektedir. Bu nedenle okullar ve iş yerleri tatil edilmiştir.” diye... Oğuz tam spiker gibi okudu ve kaydettik. Arkasından gene aynı müzik devam. Santraldaki Belgin’e de tembih ettim Yakup bey bizim odaya gelirken diofonu kırt kırt yapıver diye. Saat 2 gibi diofon kırt kırt etti. Ben hemen kaseti çalmaya başladım. Ve olay o kadar güzel kurgulandı ki. Yakup bey geldi benim tepeme dikildi, çalışmamı izlemeye başladı. Derken müzik durdu, anons başladı. Yakup bey kulak kabarttı. Koşarak içeri gitti. Birazdan Bay İzidor geldi, fırtına geliyormuş, isteyen gidebilir dedi. Tabii biz hemen tüydük. Ama kardeşim, havada tek bir bulut yok. Ertesi sabah geldim. Baba, oğul ikisi de yiyecekmiş gibi bakıyorlardı bana...
(E.K.)

- bütün gün böyle geçiyordu zaten:) yere çöp atılmasın denmişti de çöp torbaları tavana asılmıştı. Herkes gidip kağıtları tek tek oraya atıyordu gıcıklığına :)
- bir de cumartesi çalışmamak için topanmıştık ama başka şeyler konuşuyorduk. Yakup bey girdi içeri, konuyu değiştirdik sanmıştı:)
(O.A.)

- Öğle tatilleri, Vedat’ın odasında video izleme seansları...
Kurosawa filan izlerdik yaaa...
(L.C.)

- “elemanlar kaçıyor baba kapıyı tut” :)
(O.A.)

- İhsan ve Pertev ağabey’in biracıdan getirilişi, arkada Yakup bey :)
(O.A.)

- işte en muhteşem replik bu!..
(L.C.)

- eşoleşek baba... sensin eşoleşek :)
(O.A.)

-Oğuz bu unutulur mu ya bende karşılarında dikilmiş izliyordum, bu bi süre devam etti, hayır sensin, hayır sensin eşşolueşşek, diye...
(E.K.)

- Haha ha haaaaa :)
- Muhteşemsin Oğuz...
(L.C.)

- Vedat bey metin yazdıktan sonra İstiklal Marşı’nı okurdu. Bu metnin üzerine ancak bu söylenir diyerek :)
(O.A.)

- İzidor'un Sultanahmet'ten getirdiği ressamı grafiker yapışı ve bu işi bilmiyor deyince, ama fransızca biliyor paşam demesi.
- Suat ağabey’in bir olay anlatırken, adamın dizinden yukarısı yoktu demesi :)
(O.A.)

-Sana ilginç bir anı daha. O zaman var mıydın bilmiyorum, Dışbank’ın işlerini yapıyoruz. TV reklam filmi çekiyoruz. Konuda paranız Dışbank’ta dağ gibi olsun. Dışbank’tan sembolik bir dağ yapmak için para istedik, o kadar çok para gönderemeyiz dediler. Az bir miktar gönderdiler bir miktar da para bandı gönderdiler. Matbaadan para boyunda epey bir miktar kağıt kestirdik, ben oturdum onları üstlerine birer yüzlük koyarak bantladım. Dağ gibi bir yığın oldu, hem de para destesi gibi görünüyor. Veliyle bizim stüdyoda fotograflarını çektik. Filmi banyo edene kadar dokunmayalım dedi Veli. Kapıyı çekip çıktık. Ertesi sabah işe geldim, hanın kapısının önü, içi polis kaynıyor. Hana hırsız girmiş. Bütün odaların kapısını, bizim ajansın kapısını açmış, bir tek stüdyonun kapısını açmamış. Kapı çok dandikti, belki ondandır. Düşünüyorum da stüdyoya girip paraları görseydi ne olurdu. Kesin kalpten giderdi. Hadi gitmedi diyelim, eve gidipte onların kağıt olduğunu görünce o zaman kesin giderdi.
(E.K.)
O zamanlar eskizler bilgisayarda değil elde hazırlanırdı.
Emin’in hazırladığı bir Gökbakan ilan eskizi.
(E.K. Arşivinden)
- Tuvaletin havalandırma boşluğuna düşen martı, onu oradan çıkartma mücadelesi veren Sezgi... Yaa daha neler var neler :)
(L.C.)

- Hulusi'nin omzuna havlu atıp tuvalete sanat müziği söyleyerek diş fırçalamaya gitmesi ve paspartu yaparken, bıçağı düzgün tutmazsan elini kesersin deyip, hastanelik olması.


(O.A.)

Aklıma gelmişken sana bir olayı anlatayım, belki biliyorsundur. H.D. Üsküdar MusikiCemiyetine giderdi, her perşembe hocası, adını hatırlayamadım, Türk sanat müziği şarkıcısı bir hanım (Melahat Pars). TRT’de saat 14:00 te canlı programını yayınlarlardı. Biliyorsun ben de o zaman şirkete müzik yayını yapardım. Bu arkadaş her perşembe elinde bir kasetle gelir, programı kaydetsene derdi. Sonunda dayanamadım teybin kayıt kafasına selloteyp yapıştırdım. Bu 1 saat bekledi, program bitince kasedi dinlemek için taktı, hiç ses yok, bana sordu neden kaydetmedi diye, bende kasedi evirip çevirip bakar gibi yaptım, bu kaset bozuk dedim. Kasedi yere attı, üstüne çıkıp tepindi ve kasetten hırsını çıkardı. Ertesi hafta gene aynı olay ve sonuç gene aynı. Bir daha da gelmedi.
(E.K.)
Soldan sağa Emin Küçükserim, Fotoğrafçı Veli Kaya, Şermin hanım,
Baş ressam Pavli Masanoviç, önde 32 diş gülen H.D., en önde yatan (?)


Soldan sağa ayaktakiler Emin Küçükserim, Şermin hanım, Pavli Masanoviç,
(?), Alp Gökçe, soldan sağa oturanlar Can Aşkun, H.D., (?)



- O ressamın adı Jac Beaumont’tu
(E.K.)

- Yakup'un her kampanyaya gizli bir seçenek hazırlatıp (Pertev bey’e), müşteriye ayrıca sunması:) rakip gibi.
(O.A.)

- kutlama sonraları kalan kuru pastaları götüren kimdi adaya :)
- Şermin hanımın, müşteri toplantısında köşede yün örerken lafa karışması...
(O.A.)

- Oğuz Robert Çiprut’tu o, namı diğer mösyö Emel...
(E.K.)

- aynen o :)
(O.A.)

- Su kuşu Emel...
(L.C.)

- Şirkete hırsız girip ortalığı kirletmişti 2 gün sonra polisler hırsızı yakalayıp getirdiklerinde Şermo hırsıza ne biçim tokat patlatmıştı.
(E.K.)

- Ha ha evet. Bir de mum yakmışlar galiba. Gece girenlere daha az ceza verilirmiş ya :)
(O.A.)

- Alp’le ben, ne akla hizmetse yapılan zammı beğenmeyip protesto etmek için maaşlarımızı almamıştık... Bayağı bir süre almayınca bay İzidor kıllanıp, var bu işin altında bir bit yeniği diye bana noter aracılığı ile ihbar göndermişti, maaşınız falanca bankanın filanca şubesine şu numaralı hesaba yatırılmıştır diye... Zaten ardından da benim çıkışım gündeme gelmişti, bunu sadece bana yapmıştı sadece, ne de olsa Alp cici çocuk uymuştur bu çapulcunun aklına diye :)
(L.C.)

- Vedat bey’in yurtdışı gezilerini anlatırken, yabancı kadınlardan söz ederken kalçalarına yumruk atsan elin kırılır, göğüs uçlarıyla duvarı çizerler demesi. Ve öyküleri 500 kez falan anlatışı.
(O.A.)

- Onun en meşhur hikayesi Beylerbeyi sarayının köşesinin neden yamuk olduğu ile ilgili olandı :) Şu kraliçe ve padişah hikayesi...
(L.C.)

- Turgay'ın taslak tarifi: çıp çıp çıp yaparsın tamam mı?
(O.A.)

O günlerin ilan taslaklarından ikisi Renault için Emin’in elinden çıkma.
(Emin Küçükserim Arşivinden)



- Atılay'ın şirkete girdiğinde ilk lafının beni arayan oldu mu demesi ve doğduğunda da ilk bu sözü söylemiştir diyerek ürettiğimiz anektod...
(O.A.)

- Birgün Atılay’la aynı vapurla geçtik Kadıköy’e, Alp de var... Vapurdan indik, iskelenin önünde balık satılıyor, leğenlerin içerisinde olta balıkları bıngıl bıngıl, yüzüyorlar, Atılay “Balıklar taze mi?” demesin mi!.. Balıkçı baka kaldıydı, tabii biz de Alp ile yarıldık ortamızdan...
(L.C.)

- Vedat bey bi gün hastalanıp toplantıya gelememişti bay İzidor da ne olmuş diye sorunca Can şarbon demişti, hatırlarsanız beygir hakemiydi.
(E.K.)

- Levent, o kalemliklerden bir tane daha var Alpte... :)
(Sibel Özge)
“Bu da Grundig müzik seti çekiminde.” E.K.
Solda Emin Küçükserim, sağda Alp Gökçe

Yön
- Vayy, demek benden saklamış, yoksa onu da alırdım :) Bu arada sonradan hatırladım ki Emel’in çakıl kuşlarının biri de Alp içindi, ama ben yine ne yapmış ne etmiş tokatlamıştım onu da...
(L.C.)

- :) kalemliği sen alınca... vermiş...:)
bu arada çakıl kuşlar çok güzelmiş.
(S.Ö.)

Yaa ne hikayeler var. Nisalüks aspiratör çekimini hiç unutmuyorum. Stüdyoya bir mutfak inşaa etmiştim. Sağdan soldan malzeme ödünç alarak. Karşımızda biraz yukarıda beyaz eşya satan bir mağaza vardı. Oradan da rice edip ödünç bir fırın almıştım. Adam, aman abicim çok dikkat et bu fırın en son model, bir tarafı çizilmesin demişti. Ben de hiç merak etme gözüm gibi bakarım diye söz vermiştim. Çekimden sonra İsmail’le Yılmaz’a aman çok dikkatli olun, bunu yerine teslim edin dedim. Tamam abüüü... sen merak etme dediler. Ben de geldim masama oturdum çalışmaya başladım. Derken merdivenlerden bir gümbürtü geldi, çıktım baktım ki fırın hanın zemin katında yatıyor. Hiç çizik yoktu, çünkü fırın yok olmuştu. Tabii ki fırını satın almak zorunda kaldık.
(E.K.)

-Yılmaz işe yeni girmişti. Yakup bey, git içerden bayan Viki’yi çağır demiş. Bu geldi, burada Viking hanım varmış deyince biz koptuk. Bir de birisi gelip Tanker (Tankret) beyi sormuştu... 
(E.K.)

-İsim karışıklığından bahsedince, bir hikaye de bende var. Carlo genç ve çok da iştahlı bir çocuktu, bazı günler birlikte gittiğimiz lokantada, örneğin kuru fasulye pilav ve komposto yerse, birazdan garsonu çağırıp doymadım ben abicim aynısından bir daha getirin diyebilirdi. Bir öğleden sonra genç yine acıkmış, telefonla bir yerlere sipariş vermiş olacak ki. Siparişi getiren çocuk bizim odanın kapısına kadar gelip, içeri Bayan Carla’nın siparişini getirdim diye seslenmişti. Tabii Carlo kıpkırmızı kesilmiş, Can, Alp ve ben gülmekten kırılmıştık. 
(L.C.)

- Ben bir gün çekime gittiğimde Güngör Bayrak’la çok lüx bir balık restaurantta yemiştik acayip bi hesap gelmişti, ertesi gün faturayı bay İzidor’a verdiğimde dudakları uçuklamıştı, o günden sonra ne zaman çekime gitsem, arkamdan sandviç yiyin paşam diye bağırırdı.
(E.K.)

Bu da benim iyi arkadaşım Güngör Bayrak. İlk ben çekmiştim bunun fotograflarını, Veli abi ile.
(E.K.)
Güngör Bayrak
(Konyalı Şerife)
(E.K.Arşivi)
- Güngör Bayrak’ın ne zaman adı geçse Veli ağabey, kocaman ayakları vardı derdi :) adam ayaklara takılmış kalmış :)
(L.C.)

- Veli abi Ender Çerçioğluna hastaydı bana hep onu çağırsana derdi.
(E.K.)

- Başak Gürsoy’u da çok severdi ama onun için hep “Çok hanımefendi” sıfatını kullanırdı...
(L.C.)

- Levent, Şükran diye havalı bir grafikerimiz vardı esas en önemlisi Tankret Erman’ı unuttık.
(E.K.)

-Sen Tankreti hatırlarmısın. İhsan çok takılırdı ona. Ermeniydi, siyasi olaylar hızlandığı zaman, İhsan, “Hadi Tankret, şu evin anahtarını ver artık” derdi. Tankretin dudakları sinirden titremeye başlardı,
(E.K.)

- her ikisini de senin anlatımlarından hatırlıyorum sanırım benden önceki dönem... benim için tek havalı hatun vardı,
o da malum Fıstık :)
(L.C.)

- Hah haa, birileri fıstık mı dedi. Dut kurusuna döndüm yaf. Köyceğiz, Bodrum ve İstanbul arasında yaşayıp gidiyorum.
(Nuran Argun) (Fıstık)
Fıstık demeyelim de ne diyelim?
(E.K.Arşivi)

- Veli Kaya’yı ben de çok özledim, Ya Pavli mi... Alp’i ise gözüm görmesin, beni unuttu adi.
(N.A.)

- Kemal Salih Sel’i de tanımıştım, yahu ne dinozorum ben de.
- Emooş ne haber?
(N.A.)
Haksız mıyız Fıstık demekte yani?
(E.K.Arşivi)
- Fıstıkların en dinozoru :)
(L.C.)

- Eh heee...
(N.A.)

- Bu koca gözlüklerle de eski yeşilçam fıstıklarına dönmüşsün Nuran.
(L.C.)

- EH İŞTE ANCAK...
(N.A.)

- Fıstık, iyiyim senden ne haber, diğer arkadaşlar darılmasın ama en çok seni özledim, gerçi bana kızmakta, sitem etmekte haklısın zor günlerinde seni aramadım, ne desen haklısın sen söylemesen de eşeklik ettiğimin farkındayım, affet beni. Ne yapıyosun ne ediyosun.... Dur senin eski günlerin anısına bi fıstık resmini koyayım feysbuka .
(E.K.)

- emin:) emin:) eminnn :)
(L.C.)

- Hah ha, o pencereden attığım cetvel bir adamcağızın kafasını yarmıştı ve cetvelin üzerinde kimin adı yazıyordu unuttum.
(N.A.)

- Nasıl unutursun, tabii ki benim adım yazıyordu. Herif beni gebertecekti, ta ki sen eğilip herifin kanayan kel kafasına pansuman yapana kadar. Adam senin memoşları görünce nutku tutuldu, beni falan unuttuydu.
(E.K.)

- Hadi be, çıplak mı geziyordum ki ben. Parfümümden etkilenmişti o.
(N.A.)

- Ölüm kalım arasında yaşadığım o anı benden iyi mi bileceksin.
(E.K.)

- Sizleri takip ediyor ve de yorumlarınızı zevkle okuyorum.
- Bana adreslerinizi gönderirseniz 1 yıl evvel yayınladığım “Daha Dün Gibi” kitabımı yollıyacağım. Orada kendinizden çok şey bulacağınıza inanıyorum.
- Sevgiler
(Yakup Barouh)

- teşekkürler hemen yolluyorum adresimi.
(E.T.K.)

- Ben gönderdim bile
(L.C.)

- ben de hemen yolluyorum.
(T.E.)

- Yakup Bey Emel’in adresine... bir de benim için yollayabilir mi? teşekkürler...:)
(S.Ö.)

- Ben satın alacağım, emeğe saygı
(N.A.)

- Ama imza için İlancılığa uğrayabilirim.
(N.A.)

- Nuran seni görmekten memnun oluruz.
(Y.B.)

- Nuran biz de Sibelle çok utandık, biz de alabiliriz aslında ama Yakup Bey gönderirim deyince kıramadık.
(E.T.K.)

- Yahu bakmayın bana, sırf anarşi olsun diye yazdım.
(N.A.)

- Aşkolsun, utanmıyorum artık.
(E.T.K)

- Kadın değişmemiş ki 100 yıl geçse aynı.
(E.K.)

- Nuran ben değişmiş miyim, sokakta görsen tanır mısın?
(E.K.)

- tıpatıp aynısı
(N.A.)

- parka çişe gideceğiz yaf, bi izin
(N.A.)

- Yaaaa! Beni tanıdın mı Nuran?
(N. Engin Ülgen)

- Ah şu erkekler, neden değişmezler bir bilsem.
(N.A.)

- Ben de İlancılık mezunu reklamcıyım.
(N.E.Ü)

- Hepiniz aynısınız, biz de turşuya dönüyoruz.
(N.A.)

- Hayır... Yıllanmış Şarap dersen; OK.
(N.E.Ü.)

- Sirke, sirke...
(N.A.)

- Nuran Pavli vefat etti. Alp daha vefat etmedi. Dalaman’da yaşıyor bi ara sağlığı çok bozuldu gidici gibiydi, sık sık arıyorum konışuyoruz. Şimdi iyi.


(E.K.)

Pavli ile. Pistole atmaya hazırlanıyor.
Sen belki hatırlamazsın. Eski şimendifer kompresör ile.
(E.K.) 
Pavli Masanoviç (sağda) pistole masasında çalışıyor. Solda arkada cam kenarında Emin Küçükserim çalışıyor gibi görünüyor ama kimbilir ne işler kurguluyor yine...



- İyiyim, hayvan aktivistliği yapıyorum. İki tane davam var. Köyceğiz Belediyesi ile. Umrumda değil. Battım çıktım, Köyceğiz’de emlakçılık yaptım bir İngiliz arkadaş ile.
(N.A.)

- Yahu bilmez miyim Pavli’yi, içime oturdu acısı. Alp de mi hastalandı, yaf hiç haberim yok koptuk gittik, sevgilerimi söyle
(N.A.)

- Nurancım merhaba, hakikaten ne çok anı varmış herkesin bavulunda, sanal değil de gerçekten paylaşalım yahu, Eylülde buluşalım.
(E.T.K.)

- Nurancığım bana da “sevgilerini söyle” bak sonra kıskanırım Alp’i...
(L.C.)

- Hah haa, ben de almamıştım maaşımı canım, bay İzidor’u üzmüştüm. Sani çok çalışıyordum da...
Story board’dan story board’a.
(N.A.)

- Bak yaaaa!.. Bana yine tık yok... Şişttt!!!... Fıstık diyorummmmm...
(L.C.)

- Ayy sana özel en özel sevgilerimi yolluyorum ,oldu mu gerdan fırçası..eh heeee hiç unutmadım bak ve herkese de sattım...
(N.A.)

- Taci, öldüreceğim seni fıstık demeyin be.
DÜŞ KIRIKLIĞINA UĞRAYACAK MİLLET.
- Fıstık diyene ceza keseceğim ona göre.
(N.A.)

- Ben diyebilir miyim, Nurancım?
(Jale Nakkaşoğlu)

- Jalee, görürsün sen de...
(N.A.)

- Tatlım sen bizim her zaman fıstığımızsın!..
(J.N.)

- yaa, takma dişerimi çıkartıp öpeceğim hepinizi,
ilk başta seni Jalecim...
- Kabuklu fıstık ha, içinden çıkanı görürsün sen Emin efendi!..
(N.A.)

- Nuran akşamları beraber dönerdik kadıköyden şehirlerarası otobüslere binerdik. Bir akşam beni otobüste rezil etmiştin. Hop hop beyefendi fortlamayalım demiştin, herkes dönüp bana bakmıştı.
(E.K.)

- Hah haa, Tekin abi de Nuran sen benim dünyamsın deyip bacaklarımı sehpanın üstüne çıkartmıştı.
15 YIL ÖNCE ONU MODA DA GÖRDÜM AMA BENİ TANIMADI.
(N.A.)

- Nuran Moda’da gördüğün Tekin abi miydi emin misin
biliyosun ondan 2 tane var.
(E.K.)

- Oydu, evini bile biliyorum..
(N.A.)

- ???? Ovvv...
(L.C.)

- Tekin abi diyince aklıma geldi anlatmadan yapamicam. Bi sabah hep beraber vapurdan indik, Tekin abi vapurda şemsiyesini unutmuş siz gidin ben geliyorum dedi, biz şirkete geldik öğlen oldu Tekin abi daha ortalarda yok ,Yakup bey sordu vapurda beraberdik dedik saat 2 de Tekin abi kapıdan içeri girdi, Yakup bey neredesin deyince gemiye mazot almaya gittik anam, demez mi... meğersem o vapura binince hareket etmiş Ahırkapı’ya gidip mazot alıp dönmüşler.
Yakup bey kesin hatırlar bunu.
(E.K.)


- Bence Nuran Argun’a Jale Nakkaşoğlu rahatlıkla “Fıstık” diyebilir... Baksanıza aralarından “su sızmıyor” rakılar su gibi gidiyor:) Sene 1987 ya da 88... Mekan Beykoz, Kadir’in Yeri’ydi sanırım... Benim usta şöförlüğün sayesinde maceralı bir yolculukla ve yanlışlıkla köprü yoluna girmişken yine Fıstığın cazibesiyle ve özel yöntemleriyle :) :) Trafik polisini ikna (!) edip köprünün altındaki tüneli kullanarak geri dönüş yaparak ulaşabildiğimiz bir akşam keyfi... Beykoz kıyılarında...
(L.C.)

-Tırnaklara bakın,sigara tutuşa da... Bööğğk,hiç sevmedim.
Sigara yok, rakıya devam.
- Asıl fıstık Jale orada baksanıza ne güzel ne gizemli
(N.A.)

- İtiraz yok!.. Fıstık senin adın, evet o da fıstık ama ona demedik biz fıstık diye yıllarca...
(L.C.)

- İltifatlara teşekkürler, ama gerçek fıstık sensin Nuran.
Arkadaşlar gerçekten bir araya gelelim, harika olacak! 
(J.N.)

- Fıstık Nuran, Fıstık Nuran :)))
(Taci Erdemir)

- Bu yazı Fıstığın yeniden doğuşuna vesile oldu gibi.
(L.C.)

- Demeyin, demeyiiiin.
(N.A.)

- Tamam “F”... kızma, demeyiz...
(L.C.)

- Ağlıcam şimdi.
(N.A.)

- Ağlama en Nuran, en Argun, kıyamam ben sana...
(L.C.)

- Zaten numara yaptım,
gözyaşlarım kıymetli vara yoğa akıtmam.
(N.A.)

- Tankret de gelsin...
- Carlo’m ise muhakkak gelmeli.
- Alp’in de gizeminden sıkıldım, istesem pat diye bulurum.
- Elvan nerede...
(N.A.)

- Nuran bende gelem mi?..
(E.K.)

- Sensiz olmazzz...
(N.A.)

- LEVENT ne güzel ....eski dostumuz...
Anılar canlanıverdi gözlerimin önünde ...
GÖRÜŞMEK DİLEKLERİMLE SEVGİLER.
(Viktoria Viki Belman)




























Yukarıda paylaştığım Facebook paylaşımımdan bir yıl önce, Mart ayının sonlarına doğru Bay İzidor Barouh’un 21 Mart 2012 tarihinde 97 yaşında vefat etmiş olduğunu gecikerek öğrenmiş ve onun anısına yine Facebook’da bir paylaşım yapmıştım. Yukarıda bahsi geçtiği için kendisi ile ilgili ve daha ayrıntılı olan duygularımı ifade eden o paylaşımımı da buraya eklemek istedim.

. . .





* “K’lar bitti... at gitsin Pasam!..”





Yıl 1982, Askerden döneli, Ankara’dan İstanbul’a geleli, yerleşeli ve evleneli daha belki bir yıl bile dolmamış; Mimar olarak geldiğim İstanbul’da mesleğimi icra edecek bir iş bulamayıp rasgeldiğim bir ilana baş vurup, sıfırdan grafiker olarak çalışmaya başlayalı da 6 ay henüz dolmuş. İlancılık Reklam Ajansında işe başladım. Cağaloğlu Ankara Caddesi Ankara Han Kat 1, kapıdan girince soldan 4. oda, sağda cam kenarı yerim, Bay İzidor’un odasından iki oda sonra... 



Evet, Bay İzidor’un, Bay İzidor Barouh’un odası; Ne yazık ki az önce öğrendim, vefat etmiş olduğunu, üstelik münasebetsiz Hulusi Derici’nin rezilliklerini okurken satır aralarında, üstelik cenazesine de gitmiş, bir kez daha keyifsizleştim, hiç hazzetmediğim için ondan, o gitti de ben niye cenazede olamadım diye. Üstelik bunu bile kendini savunmak için malzeme yapmış. 



İşe başlamamın üzerinden daha hafta geçmiş ya da geçmemişti, Ajansın toplantı odasında hummalı bir faaliyet, allah rahmet eylesin Fransız Nejat Ağabey iş başında, tertipliyor, düzenletiyor, yol gösteriyor. Toplantının mahiyetini birazdan anlıyorum, İlancılık Reklam Ajansının sektördeki varlığının 73. yılı kutlanacak!.. 73 yıl, dile kolay, acemi, yeni işe başlamış bir grafiker için çok büyük bir merak, ilgi ve hayranlık...


Ya üç gün ya iki gün geçiyor, bir toplantı daha, bir öncekinden hiç farkı yok, nereye geldim ben dedirtiyor bana ister istemez; Bu sefer toplantının nedeni, Sektörde 50. yılını doldurmuş olan Bay İzidor Barouh’un onurlandırılması. Bir kez daha ağzım açık kalıyor, önce 73 sonra 50. yıl, bütün zaman kavramlarım birbirine karışıyor, bir sektörde 50 yıl çalışmış olmak...
O gün ayrım yapmaksızın 3 günlük eleman olmama rağmen ben de dahil, herkese üzerinde “ N. İzidor Barouh 50. YILINDA SİZLERLE MUTLU” yazan özel bordo kadife kutular içerisinde plaketler dağıtılıyor.
Hala saklarım.

Bugün o acemi grafiker 59 yaşında (şimdi 65 oldu) ve 30 yıldır bu sektörde çalıştı, ama Bay İzidor o acemi grafikerin 30 yılını da ekledi 50 yılının üzerine, 80 yılını bilfiil masasının başında tamamladı. Ta ki 21 Mart 2012 gününe kadar. 97 yaşındaymış vefat ettiğinde, demek ki 17 yaşında başlamış koşuşturmaya. 



Son derece temiz ve şık giyinirdi, bir İstanbul beyefendisi gibi, belli ki öyle görmüştü ailesinden, çevresinden, iş hayatından. Son derece barışçıl, ve sakin, ancak konu iş olunca bir pire kadar hareketli ve yerinde duramayan dinamik bir insandı. Ajansın finansal işlerini üstlenmişti, oğlu Yakup Barouh ise yönetimi. Maaşlarımızı her ayın son günü hiç aksatmadan kuruşu kuruşuna bizzat kendi elleri ile verirdi, öyle zarf, banka hesabı filan hak getire. Parayı severdi, nasıl kazanıldığını çok iyi bildiği için, ona değer verirdi, onu ellerinde hissetmekten de sanırım keyif alırdı. Bizi tek tek odasına davet eder ve gözümüzün önünde daha önceden sayıp hazırlamış olmasına rağmen tekrar sayardı, iddia ederim ki, bugün değme para sayma makineleri onun hızına erişemez. Bize de aldıktan sonra saymamızı öğütler ve imzamızı ondan sonra alırdı. bir seramoniydi ondan maaşlarımızı almak. Aynı odada oturduğumuz için beni hep odasına vardığımda, “hah pasam, gel Hulusi” diye çağırır, ben de her seferinde düzeltirdim, Hulusi değil Bay İzidor, ben Levent... Sanki benzetilecek başka kimse kalmamış gibi her seferinde o sevimsiz adama benzetilmek içten içe beni çok kızdırırdı. 

Beş yıl çalıştım İlancılık Reklam Ajansında, üzerine 25 yıl da başka yerlerde, ama orada yaşananlar, oradaki hatıralar unutulur gibi değil, bir okul gibiydi, uzunca süre sektörde her yeni karşılaştığınız meslektaşınızın bir süre aralığında mutlaka İlancılık Reklam Ajansında çalışmış olduğunu görünce anlardınız oranın nasıl bir yer olduğunu. İlancılık Reklam Ajansının tedrisatından geçmek gibi bir şey bu... gençler anlamaz belki bunu ama öyle denirdi eskilerde. 

Hepimiz bir çok şey öğrendik o çatı altında farkında olmadan, sonraki hayatlarımızda da belli bir katkısı oldu muhakkak. Arada nasibini alamamışlar çıksa da. 

Ajansın genel müşterilerinin dışında ki çoğu ile zaten oğul Barouh ilgilenirdi, Bay İzidor’un özellikle kovaladığı ve takip ettiği müşterileri vardı, bunların en başında Dr. Renaud Paris gelirdi. Şimdilerde kimsenin belki de hatırlamadığı o zamanların ünlü bir kozmetik firması. Patronu Bay İzidor’un yakın arkadaşıydı sanırım o nedenle onunla özel olarak ilgilenirdi. O geldiğinde veya onun gibi özel başka müşterileri, ajansı gezdirmekten büyük keyif alırdı Bay İzidor, tek tek odalara girer çıkar odalarda çalışanları taktim eder, ve teknolojimiz ile de övünmekten kaçınmazdı. Bir anlamda bu işe çok yatırım yaptığımızı da ima eder tarzda. 

“K’lar bitti at gitsin Pasam” da işte o anlarda bizim sıkça duyduğumuz ve her anımsadığımızda ve bahsettiğimizde gülümsediğimiz bir söylemidir Bay İzidor’un. O zamanlar bilgisayar kullanılmazdı, grafik yaparken, önce eskiz hazırlanır, sonra gerekli fotoğraf ya da illüstrasyon hazırlandıktan sonra iş gelirdi metin kısmına. Body copy dediğimiz metin kısmı, ajansın bünyesindeki pedallı baskı makinesi marifetiyle hurufatlarla dizilerek basılır ve ilanın orijinaline yapıştırılır, başlık için ise daha büyük puntolarda ve değişik karakterdeki harfler içinse “Letraset” kullanılırdı. A4 kağıt boyutunda folyolar üzerine hazırlanmış transfer harflerdi bunlar. Yurtdışından geldiği için ve özellikle de İngilizcede kullanılan kelimelere göre düşünülmüş ve hazırlanmış oldukları için her bir levhada belli sayıda her harften olurdu ancak en az da ingilizcede K az kullanıldığı için K olurdu. İşte o nedenle bizim her gelen müşteriye önemsenerek gösterilen Letraset dolabının kapakları açılıp bir levha alınıp müşteriye gösterildikten sonra, işte bunları kullanıyoruz ve bunlar yurt dışından geliyor ve pahalı malzemeler edası yapılır, sonra da K ları bitince atıyoruz işe yaramıyor, yenisini almak zorunda kalıyoruz babında “ K’lar bitti at gitsin pasam” cümlesi sarfedilirdi. 

K’lar bitince atılıyor Letraset’ler ve unutuluyor belki Bay İzidor, ancak siz bir tarihtiniz, çok özel bir yeriniz oldu hem Türkiye Reklamcılık Tarihinde, hem de biz, sizin tedrisatınızdan geçmiş Reklamcılık neferlerinin kalbinde. 

Sizin hatıranızı atmıyacak, saklıyacağız daima.
Ruh’unuz şad olsun, mekanınız cennet...

. . .




Buraya kadar yazdıklarım ve okuduklarınız İlancılık Reklam Ajansı’nın gayriresmî tarihidir, çokça anlatılmış, yazılmamış, yaşanmıştır.
Ancak İlancılık Reklam Ajansı’nın resmi tarihini merak edenler varsa eğer, Ajansın 100. yılı vesilesiyle hazırlanmış ve Gözlem Yayıncılık tarafından yayınlanmış olan,
Yakup Barouh’un anılarından
Türkiye’de Reklamcılık “DAHA DÜN GİBİ” yi
tavsiye edebilirim.