Sayfalar

21 Nisan 2021 Çarşamba

Erenköy, Ethem Efendi Caddesi’nde, Osmanlı armadasının son Sancak Gemisi...

12 Eylül 1980 sonrasında, asteğmen olarak askere gitmiş, önce İzmir Narlıdere’de 3 ay, ardından kur’a çekerek Erzincan 3. Ordu, 548. İstihkam İnşaat Taburu’nda toplamda 18 ay Takım Komutanlığı yapmış, terhis olup önce 3 yaşımdan beri yaşadığım şehre, Ankara’ya, ardından da 1982 yılının bahar aylarında askerliğim sırasında nişanlandığım, nişanlımın şehrine, İstanbul’a yerleşmiştim. 29 yaşındaydım, evlilik hazırlıkları yapıyor, o arada da iş arıyordum. Evlendikten sonra yaşayacağımız, nişanlımın aile apartmanında ona ait olan daireye yerleşmiştim. İşte o zaman tanışmıştım ilk kez Kaptan Arif Sokak ve Erenköy ile. Kısa bir süre her ikimiz de yeni birer iş bulmuş, o Kadıköy üzerinden Karaköy’e gidip gelirken, ben de Üsküdar-Beşiktaş üzerinden Nişantaşı’na gidip geliyorduk her gün, özel aracımız olmadığı için henüz, toplu taşıma araçlarıyla, otobüs, minibüs, şehir hatları vapurları ve dolmuşlar ile. Haziran 1982’de evlendik, kısa bir süre sonra da ben iş değişikliği yapıp, artık Üsküdar yerine, Erenköy Tren İstasyonu’ndan banlıyö treni ile Haydarpaşa’ya, oradan da Eminönü’ne geçip, Cağaloğlu’na gidip gelmeyi başlamıştım. Erenköy İstasyonu ve çevresi, camisi, bankası, marangozu, kasabı, manavı, fırını, terzisi, ayakkabı tamircisi, aktarı, tuhafiyesi, yüncüsü ve benzerleriyle tam bir banlıyö görüntüsüne sahipti, semt sakinleri esnafı, esnaf da mahalleliyi tanırdı, ki tüm olumsuz değişimlere rağmen hala aynı özelliğini bir parça da olsa korumaya çalışmaktadır.

Şimdilerde sanki biraz boynu bükük kalmış gibi görmüş olsam da, 1910 yılında inşaa edilmiş olan Erenköy İstasyonu’ndan trene binip gitmenin, dönüşte orada inip, hemen istasyonun çıkışındaki çarşıdan alışverişimi yapıp, eve dönmenin keyfi bir başkaydı. Daha sonraki yıllarda dört yıl arayla dünyaya gelen iki kızımızı da Erenköy’de büyüttük. Daha o yıllarda başlamıştı yakın çevremizden başlayarak kıyım, hafta sonu gezmelerinde görüp hayranlık duyduğumuz o çam ağaçları içerisindeki köşkler, o büyük bahçeli konaklar, korular, bahçeler birer ikişer yok edilmeye, yerlerine betonarme çok katlı apartmanlar yapılmaya başlanmıştı bile.


“Bizim zamanımızda Erenköylü olmak, gerçekten bir onur ve ayrıcalıktı. Erenköy’de yaşamak ve Erenköylüyüm diyebilmek için, atalarımızdan kalma kurallara uymak şarttı.” demişti; Tanbûri Özcan Korkut, 27 Mart 2004’de yazdığı

“Erenköylü olmak” adlı bir yazısında... Ve kuraları sıraladıktan sonra 6. kurala geldiğinde,

“Ağaçlara ve ormanlara sahip olmak” demiş ve;

“Atalarımız, cadde ve sokakların tümünü, çınar, at kestanesi, ıhlamur v.b. ağaçlarla donatmışlardı. Erenköy’de ağaçsız cadde ve sokak yoktu. Kayış Dağının tepesinden başlayan çam ormanları evlerimizin bahçelerini de doldurarak, deniz kıyısına kadar devam ediyordu. O zamanlarda çâresi olmayan akciğer (tüberküloz) hastaları, doktor tavsiyesi ile yaz aylarını Erenköy’de bulabildikleri yazlık evlerde geçirerek şifa bulurlardı. Çam havası, bu hastaların tek tedâvîleri idi. Bunun içindir ki; bu mukaddes ağaçlardan bir dal kırmak, lânetlenmek demekti. Atalarımız şöyle öğütler: ‘Çam ağacı budanmaz. Çam, kuruyan dalını zamanı gelince kendi atar...’

Bizden evvel ve yaşadığımız dönemde, Erenköy’de bir tek orman yangını duymadık, görmedik. Çünkü, Erenköylünün ağacı çocuğu kadar değerliydi. Komşulardan birinin çocuğu, yılbaşı gecesi süslemek için elindeki iki çatallı bir çam dalı ile geldiği evine alınmamış ve o geceyi sokakta geçirmeye mecbur bırakılmıştı.”

O, solan bahçede

   bülbüllere yer çok...

Ancak, ne yazık ki bülbül de,
ayırdına varıp dinleyecek insan da,
  artık pek yok!..


Erenköy’de 150 yıla yakın mazîsi olan bir ailenin, 1935’te dünyaya gelen oğlu olarak, benden 18 yıl önce dünyaya gelip, ben 1982’de Erenköy ile tanıştığımda, bana bir Erenköylü olarak, toplam 47 yıl fark atmış biriydi, Tanbûri Özcan Korkut. O nedenle ben ne desem boş, o yaşamış, görmüştü Erenköy’ün o güzel günlerini, ben ne görmüştüm ki. Her şeye rağmen, ucundan da olsa bir şeyleri yakalayabilmiş, görebilmiş biri olarak ben bugün ne acı duyuyorsam, onun misliyle yaşadığını anlıyorum ve üzüntüsünü çok iyi biliyorum, üstelik o yazdıklarının üzerinden bir 17 yıl daha geçtikten sonra, bugün... 

“Ben ve benim gibi onların peşi sıra emanetleri alanlar, Erenköy’ün çamları ve cennet bahçelerindeki evleri gibi, hepimiz talan olduk. Sonuç: Size, şimdiki Erenköy’ü ve kurallarını anlatmaya, dilim varmıyor. Onu da bizden sonrakiler anlatsınlar. Anlatacakları bir şey varsa!..”

diye de bitirmişti yazısını 2004 yılında.

Bu son sözü bir bir görev telakki ederek, anlatmaya çalışacağım; Tanbûri Özcan Korkut’un Erenköy’ünden geriye, bana kalan, benim Erenköy’ümden de aklımda kalanlarla, anlatacak bir şeyler var halâ çünkü…


1997’de Nazım Hikmet’in eşi Piraye hanımın ilk eşi, Sultan II. Abdülhamid’in Sadrazamlarından Halil Rıfat Paşa’nın (1827-1901) torunu, Hünkar Yaveri Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Vedat Örfi Bengü’den olan oğlu, Memet Fuat’ın “Gölgede Kalan Yıllar” kitabını okumuştum. Babası Vedat Örfi Bengü’nün ilgisizliği nedeniyle dedesi Mehmet Ali Paşa’nın sahip çıktığı ve o nedenle de neredeyse tüm çocukluğunu ve eğitim hayatını, onun Erenköy Ethem Efendi Caddesi üzerindeki köşkünde geçiren Memet Fuat’ın anılarında, doğal olarak Erenköy çok büyük bir yer tutuyordu.

O nedenle günlerce kitapta anlatılan yerleri, mekanları, sokakları, ağaçları, yaşayabilmek adına sokak sokak dolaşmış, o günleri hayal etmeye, Memet Fuat’ın anılarından izler bulmaya çalışmıştım. Elbette o kitapta bahsedilen çoğu köşkü, bahçeyi bulamamış, sadece hayal etmekle yetinmiştim. Çoğu zaman da o bahsedilen eski zaman köşklerinden, bahçelerinden geriye kalan, ya bir müştemilat, ya bir gazebo, ya bir giriş kapısı, ya da yıkık bir duvar parçası bulmuş, hüzünlenmiştim, o güzelim köşklere ait başkaca hiç bir iz kalmamıştı.

Bu iki tuğla sütun ne bir mezar taşı, ne bir anıt, ne de bir nişantaşı, sadece ve sadece bir zamanlar sağ tarafta yer alan bir eski zaman Erenköy köşkünden kalma bir bahçe kapısı. Ayrı bir özen gösterilmiş olan bu kapı, köşkün ana kapısı değil elbette, zira demiryoluna açılıyor, trenden gelenlerin demiryolu kenarından yürüyerek köşke ulaşabilecekleri bir kapı. Kimbilir kimler güle oynaya misafirliğe geldi geçti, kimbilir kimler yorgun argın iş dönüşü bir an önce eve varıp divana attı kendini, bir yorgunluk kahvesi içmek isteyerek, son enerjisiyle koşturarak geldi geçti, kimbilir kimler uğurlandı, kimler karşılandı bu kapıdan... Şimdi böyle sahipsiz, bir zamanların dilsiz tanığı olarak, aralarından geçecek hiç kimseye yol veremeden, belki bir çanı vardıysa onu çalamadan, hoşgeldin diyemeden, kör bir kapı olarak öylece dineliyorlar. Üstteki fotoğraf 2013 yılından, alttaki ise 2021 Mart.

Yaşadığı süre içerisinde hiç bir eserini yayınlamamış olan, 1923-26 yılları arasında Urfa, 1934-46 yılları arasında Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul milletvekilliği de yapmış ünlü şair, Yahya Kemal Beyatlı, kendi el yazısı ile T.B.M.M. antetli bir kağıda yazmış olduğu, “Erenköy’de bahar” şiirinin son iki mısrasında, “... Zannımca Erenköy’üne artık, görmez felek öyle bir baharı” diyerek;

ya metafor yapmış, muradına eremediği bir aşkın hüsranını dile getirmiş, ya da neredeyse yaşanan gelişmeler karşısında, o çok sevdiği, güzelliklerine hayran olduğu Erenköy’ün geleceğini görmüş, şiirini biraz umutsuz bitirmişti;
Yahya Kemal’in kendi el yazısıyla “Erenköy’de bahar” şiiri.
Belge, Taha Toros Arşivinden, TT 635565

Mevsim iyi, kâinât iyiydi;

Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,

Hulyâ gibi hoş geçen zamanda

Sandım ki güzelliğin cihanda

Bir saltanatın güzelliğiydi.


İstanbul’un öyledir bahârı;

Bir aşk oluverdi âşinâlık…

Aylarca hayâl içinde kaldık;

Zannımca Erenköyü’nde artık

Görmez felek öyle bir baharı.


1937 yılında yapılan arkeolojik kazılarda bulunan bir balta, Erenköy’ün yerleşim yeri olarak prehistorik dönemlere kadar gidebildiğini gösterse de, Erenköy’ün bilinen tarihi 14. yüzyılda başlar. Bizans İmparatoru III. Andronikos Paleaologus, Bizans için ciddi bir tehlike arz etmeye başlayan Osmanoğulları’nı durdurmak, daha öncesinde tek tek fethettikleri Bizans kalelerini geri almak ve İznik’i kurtarmak için 1329 yılında kalabalık bir orduyla 2 gün yürüdükten sonra 3. gün sabahı, Darıca ile Eskihisar arasında bulunan Pelakonon önlerinde Osmanlı Ordusu ile karşılaşmıştı. 10-15 Haziran 1329 tarihlerinde, Orhan Gazi’nin komuta ettiği Osmanlı ordusu ile giriştiği meydan muharebesinde yenilgiye uğramış, deniz yolu ile İstanbul’a kaçmıştı. O sırada Orhan Gazi’nin yakın silah arkadaşlarından ve komutanlarından Konuralp de Eren Baba, Ali Gazi, Gözcü Baba, Kartal Baba gibi savaşçı dervişlerin beraberliğinde Aydos Kalesini, Kayışdağı’nın batı eteklerindeki Ayazma Köyü'nü, (şimdiki İçerenköy’ü) alarak daha sonrasında Üsküdar’da Orhan Bey’le birleşmişti. Çok geniş bağların, bir kilise, bir hamam ve bir sarnıcın olduğu bu eski hıristiyan yerleşiminde, geniş ölçüde yapılan şarapçılık, sebzecilik, meyvecilik rahiplerin geçimini sağlıyordu. Bölge Osmanlı Türklerine geçince, Anadolu’dan getirilerek buraya yerleştirilen halk, korsanlara karşı hıristiyan Rumlar ile birleşip Tekkebağ Köyü’nü kurmuşlar, yönetimine de Eren Baba ve Ali Gazi getirmişlerdi. Daha sonraları köy 1465’te bölge tapu kayıtlarına Erenköy adıyla geçirilmişti. Erenköy Fatihi olarak anılan Ali Gazi Baba, İçerenköy-Kozyatağı’nda, uzun yıllar içinde daha çok çocuk ve ev sahibi olmak isteyenler tarafından ziyaret yeri haline gelmiş olan bir mezarda yat­maktadır.


Tekkebağ Köyü’nün tek bir derdi vardı o da su kıtlığıydı. 1639 yılından sonra, Kayışdağı suyu künklerle şimdiki Göztepe’ye getirilince, Karaman Çiftliği (günümüz Ataşehir) ve Tekkebağ Köyü halkı da oraya göç etmişti.


Osmanlı topraklarında devlet eliyle yapılan ilk demiryolu hattı olan Haydarpaşa-İzmit arasındaki tren seferleri 3 Mayıs 1873’te başlamış, hattın Haydarpaşa-Pendik arasındaki ilk bölümü inşaa edilirken Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe (Erenköy adıyla), Bostancı gibi istasyonlar da 1872 yılı Eylül ayında inşaa edilmiş ve hizmete girmişler, bugün bildiğimiz Erenköy İstasyonu o sırada inşaa edilmemişti. Hattın Pendik-Gebze ve Gebze-İzmit bölümleri ise 1873 yılından itibaren sadece ana hat yolcu ve yük trenleri için hizmete girmişti. O dönemde bugün Göztepe olarak bildiğimiz semtteki istasyonun olduğu bölgeye tren hattı komutanı Ulaştırma Yüzbaşı Ali Bey’in önerisiyle Erenköy adı verilmiş, Kayışdağı eteklerindeki ilk yerleşim yeri de o tarihten itibaren İçerenköy olarak anılmaya başlanmıştı.


1873’te açılan demiryolu hattında inşaasından çok sonra bir sorunla karşılaşılmıştı. Feneryolu istasyonundan sonra tren Göztepe istasyonuna yaklaşırken oldukça dik olan rampayı tırmanırken, ıslak ve karlı havalarda lokomotifin tekerlekleri raylar üzerinde patinaj yapıyor ve yolda kalıyordu. Bu yüzden o rampayı düzeltmek gerekmiş, hat kazılarak demiryolu 11 metre kadar aşağıya indirilmişti. Böyle olunca da 11 metre yukarda kalan o dönemin Göztepe İstasyonu yerine, 1915 yılında demiryolu köprüsünün hemen yanına kagir yeni bir istasyon binası yapılmıştı. Bu operasyonun öncesinde, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın kayıtlarına göre 1910 yılında da günümüzdeki Erenköy İstasyonu inşaa edilmişti.

Erenköy İstasyonu ve büyük kızım Derya, 1995

Erenköy İstasyonu’nu anlattığım 29 Aralık 2013 tarihli blogumun linki:

https://lcivelekoglu.blogspot.com/2013/12/ekstasyonlar-4-erenkoy-tren-istasyonu.html


Böylelikle Erenköy’de de yerleşim için yeni bir alternatif oluşturmuştu. Zira ulaşım imkânlarının gelişmesi, ona bağlı olarak istasyon binalarının etrafındaki alanlarda da bir değişim başlatmış, daha önce herhangi bir yapılaşmanın olmadığı yerlerde, Osmanlı modernleşmesinin ortaya çıkardığı yeni bir olgu olarak “sayfiye” kavramı gelişmiş ve yazlık yerleşmeler oluşmaya başlamıştı. Banlıyö hattı ile beraber deniz ulaşımının da devreye girmesi ve Tanzimat Fermanı sonrasında yabancılara mülk edinme hakkı tanınması, sayfiye hayatının hızla gelişmesine neden olmuştu. Caddebostan, Suadiye ve Bostancı deniz kıyısında olmanın avantajıyla daha erken sayfiye özelliği kazansalar da, Göztepe’den sonra, Erenköy de tren istasyonunun hattı üzerinde olmaları sayesinde Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamit dönemlerinde devlet erkânının, kadın sultanların ve üst sınıfın rağbet ettiği, 19. yüzyılın gözde sayfiye mekanları haline gelmiş, geniş bahçeler içindeki köşk ve evlerin sayısının artmaya başladığı, giderek de yaz-kış kullanılan bir konut alanına dönüşmüştü.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Erenköy, nüfuzlu ve zengin kesimin, bir de Levanten ailelerinin oturduğu sayfiye kimliğini korumuş, 1934 tarihli şehir rehberinde Erenköy Mahallesi; Erenköy, Bostancı, Suadiye, Caddebostan, Sahrayıcedid, Merdivenköy ve Göztepe olmak üzere 7 yerleşmeyi kapsarken, 1930-67 yılları arasında Kızıltoprak ile birlikte Kadıköy’ün iki bucağından biri olmuş, 1974’te bugünkü mahalle sınırlarına çekilmişti.


Ankara’da belki yoktu, belki de ben farketmemiştim çok fazla, İstanbul’a mı özgüydü sadece bilmem mor salkımlar. Bahar oldu mu Erenköy’ün o güzel köşklerinin bahçelerindeki gazeboları, kameriyeleri saran, hatta bahçe duvarlarını aşan ve adeta şelaleler halinde akan mor salkımlar, bir bahar şöleni görüntüsü verirlerdi. Zaten mor salkımları, erguvanları ve leylakları ile baharın bu zamanı, İstanbul mora bürünür. Bana göre mor dönemidir İstanbul’un, Nisan ve Mayıs ayları.

Mor salkımların ardında Arif Hikmet Paşa Köşkü.

1983 yılından itibaren, Erenköy denilince, Ethem Efendi Caddesi telaffuz edilince ilk akla gelen, hep öne çıkan Mehmed Ali Paşa Köşkü ve selamlığıydı herhalde, üzerine çok yazılıp, çizilmişti, hikayesi fazlaca dillendirilmişti o yüzden. Memet Fuat’ın anılarından, annesi Piraye hanımdan, dolayısıyla  Nazım Hikmet’ten ötürü biliniyordu, köşk ve içerisinde yaşanılanlar. Aslında Memet Fuat’ın anlattığı köşkten 1980’lere gelindiğinde çok da fazla bir şey kalmamıştı, köşkün kendisi orijinalliğini yitirmiş, büyük bahçesi parsellenerek satılmış, o parsellere yeri gelmiş modern villalar, apartmanlar inşaa edilmiş, belki de tüm bunların arasında sadece o zarif pagoda tarzı tek katlı Selamlık Köşkü aslını muhafaza ederek gelebilmişti, ki hala aynı özelliğini koruyabilmiştir. Nedense tam da Mehmet Ali Paşa Köşkü’nün karşısında, 2. Orta Sokağın köşesinde, 5050 m²’lik derinlemesine büyük bir bahçe içerisindeki köşk pek dikkatleri çekmezdi. Biraz yoldan içerlek ve önündeki palmiyeler ve diğer ağaçlar nedeniyle göz önünde değildi ve o nedenle çok farkedilmezdi. Özellikle bahar başlangıcında duvarın üzerini ve yakınındaki ağaçlara tırmanan mor salkımların arasından köşkü görebilmek bir hayli zor olurdu. Benim de onu ilk görüşüm işte böyle bir mevsime denk gelmişti, mor salkımlar arasında sadece dördüncü çatı katı ve en tepesindeki kaptan köşküne benzer cihannümâsı* görülebilirdi Ethem Efendi Caddesinden.


*Cihannümâ: Farsçada cihan: dünyâ, âlem ile nümâ: gösteren sözcüklerinin birleşmesinden oluşur. Cihannüma, çatının üstünden her yanı gören yüksek taraça, çevreyi seyredebilmek için yapıların üstüne kondurulan oda anlamındadır.

1960’larda Arif Hikmet Paşa Köşkü
(Prof.Dr.Bedi N. Şehsuvaroğlu, Göztepe kitabından)


Erenköy ile Göztepe’yi adeta birbirinden ayıran, kuzeyde Sahrayıcedid, Şemsettin Günaltay Caddesi’den başlayıp, güneyde Bağdat Caddesi’ne kadar dik olarak kesip inen 1535 m. uzunluğundaki Ethem Efendi Caddesi, adını 1829-1904 yılları arasında bu bölgede yaşamış olan, doğramacılıktan oymacılığa, marangozluktan tornacılığa, matbaacılıktan mühürcülüğe, demircilikten tesviyecilikten, dökmeciliğe, matbaacılıktan mimarlığa, makinecilikten mimarlığa ve dokumacılığa kadar pek çok alanda başarı göstermiş, aynı zamanda şair, musikisever ve ebru sanatçısı olarak ebruyu 20. yüzyıla taşıyan kişi olarak anılan, yaşadığı dönemde “bin sanat sahibi” anlamına gelen “hezarfen*” lakabıyla anılan, ebrudan bahis açıldığında da “Tecrübeyi göğe çekmediler ya, biz de deneriz!..” diyerek her şeyi deneyip, öğrenmeye hevesli Şeyh Sadık Efendi’nin oğlu Özbekler Dergahı Şeyhi İbrahim Ethem (Edhem) Efendi’den almaktadır. Öğrenmede sınır tanımayan İbrahim Edhem Efendi kendi deyimiyle saatçilik hariç her şeyle ilgilenmiş, hac mevsiminde dergâha gelen bir Hintli’den dokuma öğrenmiş, daha sonra dokuduğu bu nadide Hint kumaşlarını saraya da hediye etmişti. Eserlerinden elde kalan pek az bir kısmı, bugün torun çocuklarının oturduğu ve vakıflar idaresinin malı olan Üsküdar Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi’nde muhafaza edilmekte, eserlerin bulunduğu dolabın üzerinde ise kendi yazdığı şu beyit yer almaktadır; “Nakışlar dolapta saklıdır, yapan da toprakta gömülüdür”. Özbekler Dergahı Şeyhi İbrahim Ethem Efendi, ünlü Washington Büyükelçisi merhum Mehmet Münir Ertegün’ün (1883-1944) de anne tarafından dedesidir.

* Hezarfen: Farsça kökenli bir sözcüktür ve Hezar: bin anlamına, Hezarfen ise bin fenli (bilimli) yani elinden çok iş gelen, birçok bilimden anlayan anlamına gelir.


Ethem Efendi Caddesi üzerindeki Köşk, Bahriye Nazırı Amiral Arif Hikmet Paşa’nın Köşkü olarak biliniyorsa da Arif Hikmet Paşa’nın vefatından bir süre sonra el değiştirmiş Pazarcı Ailesine geçmiştir. Pazarcı Ailesi, 1992 yılında Köşkü ve Ethem Efendi Caddesi’ne kadar olan ön bahçesini muhafaza edip, 2. Orta sokak üzerindeki 2500 m²’lik arka bahçesine 26 dairelik bir yüksek apartman yaptırmışlar, araya çekilen bir bahçe duvarı ile de apartmanla Köşkü ayırmışlardı.


Köşk, Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa tarafından 1900 yılında İtalyan bir mimara yaptırılmıştı. Üç büyük salonu, her katta dört odası bulunan köşk, çelik kadar sağlam olduğu için tercih edilen, Romanya’nın Karpat dağlarından getirilen ve o yıllarda Boğaziçi’nin bir çok yalısında, ahşap konaklarda kullanılan, kızıl Karpat çamından keresteler ile yapılmıştı. Bugün hala Köşk’ün ayakta olması da bakımın yanısıra, seçilen malzemenin de ne derece önemli olduğunun göstergesidir.

2021 Uyldu görüntüsünde
(1) Arif Hikmet Paşa Köşkü, (2) Mehmed Ali Paşa Köşkü ve selamlığı, (3) Erenköy İstasyonu.


Klasik Osmanlı Mimarisi üzerine yaptığı araştırmalar ile tanınan, 1962-1978 yılları arasında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nda görev de yapmış olan mimar, akademisyen Sedat Hakkı Eldem (1908-1988), 1973 yılında;

“…19.yy sonu 20. yy başında ev mimarisi yeni üsluplarla tanışmıştır. Victoriyen ve Koloniyal tarzlarına yakın olarak bilinen “Erenköy üslubu” sayfiye mimarisi ortaya çıkmıştır. Bu tip özellikle Anadolu yakasının kıyı şeridinde ve demiryolu istasyonları çevresinde görülmüştür. İlk örneklerinde kullanılan ahşap malzeme ve oyma motifler zamanla yazlık evlerin değişmez bir parçası haline gelmiştir. Büyük bahçeli yapılar şehirde görsel zenginlik yaratmaya başlamıştır.” diyerek,

 “Erenköy üslubu” diye bir kavram ortaya atmıştı.


Mimar Prof. Dr. Reha Günay, “İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları” kitabında buna değinmiş; “Erenköy Tipi Evler” başlığı altında şunları yazmıştı;

“Erenköy çok sevilen bir sayfiye yeri olduğundan, bu üsluba S.H. Eldem Erenköy üslubu demektedir. II. Abdülhamid (1876-1909) zamanı, dönemin eklektik etkileri altındadır. II. Abdülhamid ile başlayan bu hareket adeta Ampir’in sadeliğine karşı bir tepki olarak yorumlanabilir. İstanbul’un yeni gelişen sayfiyeleri Göztepe, Erenköy gibi yerlerde doğayı doyasıya yaşamak için geniş bahçeler, ağaçlar (özellikle çam, sedir, manolya) ve çiçekler içinde yapılan bu ahşap köşkler, biraz İsviçre Şale’lerinden biraz da İngiliz Kolonial evlerinden esinlenmiş ama mevcut ev tipine uyarlanmış uygulamalardır. Haç planlı evler, sivri çatılar ve kuleler, alınlıklı üst kat balkonları, çok süslü dekupajlı pervaz ve korkuluklar, panjurlar, bu dönem ahşap evleri için tam Rönesans olmuş, evler adeta bir dantel gibi işlenmiştir. Bu evler daha sonra Bakırköy, Boğaziçi, Adalar gibi yerlerde de inşa edilmiştir. 20. yüzyıl başında Vallaury, Montani Efendi, Kemaleddin Bey gibi mimarlar tarafından da yorumlanmış, Neo-Osmanlı tarzına uyarlanmıştır.”


Gerçekten de bu tip ev, köşk ve konakları İstanbul’da geniş bir topoğrafya’da görmek mümkündür. Örneğin, Kadıköy Bahariye Caddesi Şair Latifi Sokağı’nda, Bursalı Rıza Bey’in ve Cemal Kutay’ın Köşkleri, Göztepe Hat boyu sokağı’nda Selanik Valisi Abdullah Galib Paşa’nın Köşkü, Göztepe Selamiçeşme’de, Sultan II. Abdülhamid’in Mabeyn Başkatibi (Arab) Tahsin Paşa’nın Filizi Köşkü, Göztepe Rıdvan Paşa Sokağı’nda Reji Müdürü Tevfik Bey’in (Atlı Muazzez Hanım) Köşkü, Göztepe Tütüncü Mehmed Efendi sokağı ile Taşmekteb sokağı köşesinde Kassam Şükrü Bey’in Çifte sarayları, Göztepe Ihlamur Sokağı’nda Ali Refik Paşa Köşkü, Göztepe Nadir Ağa Sokağı’nda, Nadir Ağa Köşkü, Göztepe, Şemsi Günaltay Caddesi ile Karanfil Sokak arasında Sadrazam Salih Hulusi Paşa Köşkü, Göztepe Tanzimat Sokak’ta, Behire Sultan Köşkü, Erenköy Ethem Efendi Caddesi’nde Sultan II. Abdülhamid’in Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa’nın Köşkü, Erenköy Şemsettin Günaltay Caddesi’nde, Sultan II. Abdülhamid’in Ser Hafiyesi Çerkes Kabasakal Mehmed Paşa’nın Köşkü, Suadiye Bağdat Caddesi’nde Mehmet Küçükdeveci Bey’in Köşkü (Vakko) ve Çatalçeşme Bağdat Caddesi’nde Yıldız Sarayı Kumandanı Hasan Cavit Paşa’nın Köşkü (Vitra), Büyükada Yılmaztürk Caddesi’nde, Sultan II. Abdülhamid’in 3. oğlu Abdülkadir Efendi’nin Köşkü, hatta Yeşilköy’de Demiryolu Caddesi, İrfaniye sokak köşesinde, Yeşilçam’ın Sanat yönetmenlerinden Stavro Yuanidis’in köşkü olarak bilinen Köşk, aynı İrfaniye sokak üzerinde T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Aksoy Eğitim Kurumları tarafından kullanılan Köşk ve Yeşilköy İstasyon Caddesi üzerinde, Sinemoğlu Köşkü gibi sadece Erenköy civarında değil, oldukça geniş bir bölgede inşaa edilmiş olan aynı mimari tarzdaki köşklerin varlığı, bana bu köşkleri “Erenköy üslubu” sayfiye mimarisi olarak adlandırmanın çok da doğru olmadığını düşündürtüyor. Bir çoğu artık ayakta olmayan ya da harap olan, bahsi geçen tüm bu köşklere, ille de bir dönem adı vermek gerekiyorsa, Sultan II. Abdülhamid dönemine (31 Ağustos 1876-27 Nisan 1909) denk geldiğini hesaba katarak, sanki “Meşrutiyet Üslubu” demek daha uygun olmaz mıydı ki?..

(1) ERENKÖY, Ethem Efendi Caddesi, Bahriye Nazırı, Arif Hikmet Paşa Köşkü,
(2) GÖZTEPE, Rıdvan Paşa sokağı, Reji Müdürü Tevfik Bey (Atlı Muazzez Hanım) Köşkü,

(3) ÇATALÇEŞME, Bağdat Caddesi, Yıldız Sarayı kumandanı Hasan Cavit paşa Köşkü.

İlk kez 1995 yılında büyük kızım Derya’nın okul ödevi olarak hazırladığı, “Yaşadığımız çevreyi tanıyalım, tanıtalım” konulu projesi için sokaklara çıkmış ve Erenköy civarında bir çok fotoğraf çekmiştik, yukarıdaki üç fotoğraf da o 1995 yılına ait, kendi arşivimdeki en eski Arif Hikmet Paşa Köşkü fotoğraflarıdır.
O sıralarda Köşk belli ki yakın bir tarihte onarım geçirmiş, gerek kendisi, gerekse bahçesi bakımlı görünüyordu. O sıralarda köşkün arka bahçesine inşaa edilmiş olan Pazarcı Apartmanı’nda yaşayan mülk sahibi ailenin, köşkü içerisindeki eşyaları ile muhafaza ettikleri, halıları, kıymetli mobilyaları, yaldızlı ayna ve masaları, salonlarını aydınlatan kollu avizeleri, hatta kitaplıklarındaki kitapları ile birlikte korunduğu, ailenin saygın konuklarını ağırladıkları, dost toplantıları düzenledikleri anlatılıyordu. 
 

Arif Hikmet Paşa kimdir?
Arif Hikmet Paşa
(1851-1915)

Arif Hikmet Paşa, birçok kaynağın belirttiği gibi, ne bir Gürcü’dür ne de maksatlı olarak karalanmaya çalışıldığı gibi geçmişi kara ve karışıktır, ne de neseb-i gayri sahihdir. Babası Trabzon doğumlu, çekirdekten denizci olarak Tersane-i Amire’de yetişmiş, cesareti dolayısıyla “Ateş” lakabı ile tanınmış, 1863-65 yılları arasında Kaptan-ı Derya görevinde bulunmuş, Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Donanması’nın en büyük kalyonu Mahmudiye’nin süvarisi olarak görev yapmıştı. Gösterdiği yararlıklar nedeniyle “Gazi” ünvanı ile şereflendirilen ve 1863 yılında Eminönü-Karaköy arasında ikinci ahşap köprüyü inşaa ettiren de, “Ateş” Mehmed Salih Paşa’dır. Annesi ise Çerkes (Wubıh) Ubuh Kavmi asilzadelerinden Prens Vordezokue Bey Zevş-Barakhaye’nin torunu, İsmail Bey Zevş-Barakhaye’nin kızı, Sultan Abdülaziz’in 1868’de evlendiği dördüncü eşi, 1848 Kuzey Kafkasya, Soçi doğumlu, Neş’erek (Nesteren, Nesrin) Kadınefendi’nin teyzesiydi. Bu nedenle Arif Hikmet ile Neş’erek Kadınefendi, kardeş çocukları (kuzen) oluyorlardı.


1859’da Abaza, Ubıh, Çerkes kabileleri Rusya’nın artan baskılarına karşı toplanmış ve İstanbul’a İsmail Bey Zevş-Barakhaye de dahil olmak üzere dört şef göndermişlerdi. Heyetin amacı Kafkasya’daki Rus mezalimini Sultan Abdülmecid’e sunmaktı. Sultan Abdülmecid, bu dört şefin Osmanlı İmparatorluğu’nda kalmasını istemiş ve yerleşmeleri için onlara toprak hediye etmişti. İsmail Bey Zevş-Barakhaye’ye de Silivri’de bir arazi vermiş, İsmail Bey ailesi ile birlikte Silivri’ye yerleşmişti.


Bazı kaynaklar İsmail Bey Zevş-Barakhaye’i (Wubıh) Ubıh beylerinden gösteriyor olmasına rağmen beylik gibi sıfatları olmayan bir Abaza (Abhaz) kabilesine mensup olduğu, hatta bunun mezar taşında da açıkça görülebildiği belirtilmektedir. Hatta sülale adının da Zevş değil Dziapş-İpa olduğu iddia edilmektedir. İsmail Bey, İstanbul’da tahsil yapmış, Türkçe dahil dört dil bilen bir kişidir. Eğer bu bilgi doğru ise, Sultan Abdülaziz’in 20 Mayıs 1856 Salı günü daha şehzade iken, Dolmabahçe Sarayı’nda sade bir tören ile 26 yaşında, evlendiği ve düğünden 1 yıl 4,5 ay sonra, 29 Eylül 1857 Salı günü ilk çocukları Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’yi dünyaya getiren Melek Dziapş-İpa (Dürr-i Nev Başkadınefendi) ile de aynı kabileden olmaları gerekir.


Prens Vordezokue Bey Zevş-Barakhaye’nin damadı “Ateş” Mehmet Salih Paşa, 31 Aralık 1866'da hastalanmış ve birkaç gün sonra da 43 yaşında vefat etmişti.



Tophane’de Kılıç Ali Paşa türbesinin haziresine defnedilen “Ateş” Mehmet Salih Paşa’nın kırılmış kalyon direği, parçalanmış yelken bezleri, makara ve halatlar ile tasvir edilen beyaz Marmara mermerinden yapılmış kabri Osmanlı dönemi kabir geleneği dışında, bir anıt mezar özelliği gösterir ve varlığı tesbit edilebilen kırık gemi direkli dört denizci mezarından birisidir. Kabrin baş ve ayak taşları, kırık birer gemi direği olarak tasvir edilmiş, baş tarafında toplanmış yelken bezi üzerine kitabe yazılmıştır. Kaideyi çevreleyen halat, anıt mezarı gerçek bir ecel teknesi olarak göstermektedir. 19. yüzyılın sonlarında İstanbul’da bir kaç yıl  yaşamış olan Fransız gazeteci Gaston des Godins de Souhesmes mezarın bu değişik görünümüne aldanarak, 1893’te İstanbul’da basılan “Konstantinopolis ve Çevresi” ( A guide to Constantinople and its Environs) adlı rehber kitabında, “Ateş” Mehmet Salih Paşa’nın mezarını Fransa’da yapılan bir eser olarak tanıtmıştı.
Fransız tarihçi ve yayıncı Joseph François Michaud ile Jean-Joseph-François Poujoulat'ın birlikte kaleme aldıkları, “Correspondance d’Orient 1830-1831” (Doğu’dan gelen Yazışmalar) adlı, 1841’de Brüksel’de basılan kitaplarının 189. sayfasında, “Ateş” Mehmet Salih Paşa’nın mezarından, daha önce 1830 yılında gördüğü ve okuttuğu ve “amiral” olarak andığı başka bir kişinin mezarına ve daha eski Türk denizci mezarlarına bağlayarak; kitabesini “… dümenini sonsuzluğa çevirdi, ölüm rüzgarı teknesinin direğini kırdı ve onu Tanrı’nın rahmet denizine gömdü” şeklinde aktarmıştı.


Arif Hikmet Paşa 1851’de İstanbul Kasımpaşa’da babasının konağında dünyaya gelmişti. Babası “Ateş” Mehmet Salih Paşa’nın erken yaşta vefatı sonrasında, 15 yaşında olan Arif Hikmet, 2 erkek ve bir kız kardeşi ile birlikte, Sultan Abdülaziz tarafından dördüncü karısı Neş’erek (Nesteren, Nesrin) Kadınefendi ile akrabalıkları nedeniyle saraya alınmış ve yetiştirilmişlerdi. Arif Hikmet’i, Ahmed Hamdi Paşa (1826-1885) tarafından

1861’de Sultan Abdülaziz’e ve annesi Pertevniyal Valide Sultan’a hediye edilen, 1839 doğumlu dârüssaade ağalarından Abdülgani Ağa yetiştirmişti. Kızlarağası Abdülgani Ağa daha ilerki yıllarda, Mehmet Yaver Ağa’nın yerine Sultan II. Abdülhamid’in kızı Naime Sultan’ın başağalığına verilmiş, sonrasında vezir rütbesine erişmişti. 1900 yılına ait Devlet Salnamesi’ne göre de birer adet “Murassa” (değerli taşlarla süslü) Osmanîye ve Mecidîye nişanı ile altın ve gümüş iki adet de İmtiyaz Madalyası verilmişti. 


Arif Hikmet, 1 Kasım 1875’te Heybeliada Mekteb-i Bahriyye’sinden 24 yaşında mezun olmuş ve Donanma’da çeşitli görevlerde bulunmuştu.

Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hüseyin Hüsnü Paşa

Arif Hikmet Paşa Tersane Komutanı olduğu sırada, 31 Ağustos 1897’de, Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın emri ile ve Yüzbaşı Süleyman Nutkî Bey’in de desteğiyle, Taşkızak Tersanesi’nde Mayın Müfreze Komutanlığı’na ait eski mayın deposunun üst katında, Deniz Müzesi ve Kütüphanesi adıyla ilk Denizcilik Müzesi’nin kuruluşunu gerçekleştirmişti. Müzedeki ilk objeler denizcilikle ilgili kişi ve kurumlardan hibe, yahut satın alma yoluyla elde edilmişti. Müze daha sonra 1914’te Bahriye Nazırı Cemal Paşa zamanında, ressam Ali Sami Boyar’ın gayretleriyle genişletilip modernleştirilmişti.

Asar-ı Tevfik Fırkateyni

1865 yılında Mısır Hükümeti, Fransız Riviera’sı La Seyne-sur-Mer’deki Fransız gemi inşaa şirketine, “FCM-The Société Nouvelle des Forges et Chantiers de la Méditerranée” (Akdeniz Yeni Demirhane ve Tersaneler Topluluğu), “İbrahimiye” adıyla bir fırkateyn siparişi vermiş, 1868’de başlatılan geminin inşaası 1869’da deniz denemeleri ile tamamlanmış, ancak o sırada Mısır doğrudan Osmanlı Devleti tarafından yönetilen bir devlet olmaktan çıkıp Mısır Hidivliği hüviyetine geçince, 29 Ağustos 1868’de Mısır Hidivliği gemiyi Osmanlı Donanmasına devretmişti. 1870’de Fırkateyn Asar-ı Tevfik (Tanrı’nın Lütfu) adıyla Osmanlı donanmasına katılan, 4.687 ton ağırlığında, 82,91 x 15,85 x 7,62 metre boyutlarında, 13 knot (mil) hız yapabilen bu demir ve çelik zırhlı fırkateyn, Osmanlı Donanması’nın sancak gemisi olmuş ve Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa’nın komutasına verilmişti.

Asar-ı Tevfik Fırkateyni, 1890 ve 1892 yılları arasında Haliç Tersanesi’nde, 1900 ve 1907 yılları arasında da Almanya Kiel’de Germania Tersanesi’nde yenilenmiş, zırhlıya 1907 yılında yapılan tadilat sırasında, 3 adet 150/40, 7 adet 120/40, 6 adet 57 mm’lik ve 2 tane 37 mm’lik top eklenmişti. Asar-ı Tevfik Fırkateyni, I. Dünya Savaşı başlamadan önce Balkan Harbi sırasında, 1913 yılı kışında, Karadeniz’de sahilden 500 metre kadar açıkta, Podima (Yalıköy) kayalıklarına bindirerek karaya oturmuş (41°25'00.0"N 28°29'05.0”E)  tüm uğraşlara rağmen kurtarılamayınca, tüm değerli malzeme ve ekipmanı çıkarıldıktan sonra terk edilmişti. Aşırı miktarda su alan gemi de sadece direkleri su üstünde kalacak şekilde

13 Şubat 1913’de batmıştı.

Asar-ı Tevfik Fırkateyni’nin battığı yer

Üzerinden zaman geçince nutulan enkaz, yıllar içinde hurdacılar tarafından sökülmüş, geriye sadece karinası kalmıştı.

26 Haziran 1961 tarihli Milliyet Gazetesi’nin 1. sayfasındaki

“Karadeniz’de bir motör infilak etti, altı kişi öldü” başlıklı habere göre, Asar-ı Tevfik Fırkateyni’nin batığını sökmek için bölgeye giden Armatör Zeki Kalkavan’a ait 60 tonluk Babacan motoru, 25 Haziran günü saat 07:15 sularında havaya uçup batmış, patlama sırasında oluşan 200 metre yüksekliğindeki su bulutu sahilden görülmüştü. Olay yerine giden balıkçılar deniz üzerinde ceset parçaları ve motorun ahşap kalıntılarını bulmuşlar, bazı kalıntılar da daha sonra sahile vurmuştu. Olay sırasında teknede bulunan, Tahsin Kalkavan, Emrullah Terzi, Tahsin Dolunay, Mustafa Şahin, Necati ve Mehmet isimli şahıslar vefat etmişlerdi.


İttihat ve Terakki Cemiyeti devlet işlerinde söz sahibi olmak istemiş, kurduğu baskıyla, 23 Temmuz 1908 Perşembe günü II. Meşrutiyet ilan edilmişti. Meşrutiyet’in yeniden inşaasında aracılık eden Küçük Said Paşa (Mehmed Said Paşa ya da Şapur Çelebi, 1838-1914) Harbiye Nazırı ve Bahriye Nazırı konusunda Sultan II. Abdülhamid’in müdahale etmesinden tedirgin olmuş, 5 Ağustos 1908 Perşembe günü padişahın kabine listesine karışmasını gerekçe göstererek istifa etmişti. Onun istifası ile boşalan sadrazamlık görevine, hemen o gün Kıbrıslı Mehmed Kamil Paşa (1833-1913) atanmış ve yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. Kamil Paşa, 14 Ağustos 1908 Cuma günü, Sultan II. Abdülhamid’in ısrar ettiği iki ismi, Ali Rıza Paşa ve Arif Hikmet Paşa’yı, isteksizce Harbiye ve Bahriye Nazırlıklarına atamıştı. Kamil Paşa, her iki nazırlığın da değiştirilmesi isteğinden hiç vazgeçmemişti.

Bu arada, hacıları taşımak üzere Ereğli’den haddinden fazla kömür yükleyerek hareket eden Hecin Vapuru, İstanbul’a gelirken batmış ve mürettebat kurtulmasına rağmen birçok yolcu ölmüştü. Osmanlı Meclis-i Mebusân’ında yedi yıl İstanbul Mebusu olarak bulunan  Kirkor Zohrab Efendi (1861-1915), bu kazanın yetkililerin ihmali sonucu meydana geldiği gerekçesiyle Meclis-i Mebusân’a, Bahriye, Ticaret ve Nafia Nazırlarının cevaplandırması için gensoru önergesi vermişti. Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa; hacıları taşımak için açılan havalandırma delikleri kapatılmadan kömür yüklenmiş olmasından dolayı vapurun battığını ve bu konuda gemi mürettebatının suçlu olduğunu söylemiş, ancak açılan bu gensoruya sinirlenerek istifasını sunmuştu. Meclis-i Mebusân kendisine itimat edince de istifadan vazgeçmiş, görevine devam etmişti. Ancak Sadrazam Kamil Paşa, Arif Hikmet Paşa’nın bu istifa mektubunu imha etmemiş sonradan kullanmak üzere saklamıştı.

İrlanda’lı gazeteci Francis McCullaph Kamil Paşa’yı şöyle tanımlamıştı;

“Kâmil Paşa, az rastlanır derecede akıllı bir insandır. Kâmil Paşa’nın yaradılışındaki en baskın özelliği, kişisel yükselme hırsıdır. II. Abdülhamid ile Harbiye ve Bahriye Nâzırlarının değiştirilmesinde yaptığı kavga, kendi yetkilerini Yıldız’a karşı arttırmak istemesinden kaynaklanmaktaydı. Yaptığı bu değişikliğin sebebi de, Harbiye ve Bahriye Nâzırlarını değiştirmesi, kendi yetkilerini Meclis’e karşı artırmak istemesidir”


Kamil Paşa bir oyun peşindeydi; 10 Şubat 1909, Çarşamba günü, Yıldız Sarayı’na gitmiş ve Sultan  II. Abdülhamid’den İkinci Ordu Kumandanı Ferik Nazım Paşa’nın (1848-1913) Harbiye Nezaretine, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın (1852-1918) Bahriye Nezareti Vekâletine tayin edilmelerini istemişti. Kamil Paşa, Sultan II. Abdülhamid’i ikna edebilmek için elinde Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa’nın istifa belgesinin de bulunduğunu araya sıkıştırmıştı. Bu istifa belgesi Sultan II. Abdülhamid tarafından kabul edilmiş, Arif Hikmet Paşa’nın yerine Hüseyin Hüsnü Paşa’nın Bahriye Nazırlığına vekaletini derhal kabul etmiş, ancak Sultan Abdülhamid başta Mısır Fevkalade Komiserliği’ne tayin edilen, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nın değiştirilmesi isteğine, geçmiş görevlerinde son derece başarılı, liyakat sahibi ve güvenilir bir kişi olduğu gerekçesiyle ve üzerinde bulunan askerî görevi ifâ sırasında da hiçbir kusuru görülmemesinden dolayı azlinin uygun olmayacağını ileri sürerek karşı çıkmıştı. Ancak Kamil Paşa’nın ısrarlı tutumuna dayanayarak Nazım Paşa’nın, Ali Rıza Paşa’nın yerine Harbiye Nezareti vekilliğine atanmasını istemeyerek de olsa kabul etmişti. Kâmil Paşa o sırada boş bulunan Maarif Nezareti’ne de Defter-i Hakanî (Tapu Kadastro) Nâzırı Yusuf Ziya Paşa’nın (1849-1929) atanmasını talep etmiş ve bu talebi de onaylanmıştı. 

Kamil Paşa, sonunda muradına ermiş, Harbiye ve Bahriye Nazırlarını istediği gibi değiştirebilmiş, atamalara padişahın itirazını önleyebilmiş ancak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin itirazını önleyememişti. Yapılan bu atamaların üzerinden 2 gün geçtiğinde, 12 Şubat Cuma günü Dâhiliye Nâzırı Hüseyin Hilmi Paşa (1855-1922) , Adliye Nâzırı Manyasizâde Refik Bey (1853-1909) ve Şûra-yı Devlet Reisi Hasan Fehmi Paşa (1836-1910) bu değişikliklerin kendilerine önceden haber verilmeksizin yapıldığını öne sürerek istifa etmişler, ortaya bir hükümet krizi çıkmıştı. Dördüncü günde, 14 Şubat 1909 Pazar günü de Meclis-i Mebusân’da Kamil Paşa Hükümeti için “âdem-i itimad” oylaması yapılmış, 207 oydan sekiz mebus itimat oyu kullanırken, 196 mebusun verdiği itimatsızlık oyu ile Kamil Paşa Hükümeti’ni düşürülmüş, sadarete daha önceki hükümetten istifa eden Dâhiliye Nâzırı Hüseyin Hilmi Paşa getirilmiş ve İttihat ve Terakki Cemiyeti, hükûmeti resmen ele geçirmişti. Kâmil Paşa’nın tezkeresinden sonra, görevden alınan Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa ve Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa’nın Meclis-i Mebusân’a gönderdikleri telgraflar okunmuş, sabık Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, gönderdiği telgrafta, istifa etmediği halde Mısır Fevkalade Komiserliği’ne atandığını belirterek, Meclis-i Mebusân’dan hakkının muhafazasını talep etmişti. Sabık Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa ise, kanuna aykırı olarak görevden alındığını kaydederek, bunu protesto ettiğini bildirmişti.

Telgraflar Meclis-i Mebusân’da, “Yaşasın Meşrutiyet” sedaları ile alkışlanmıştı.

Üzerinden çok zaman geçmemişti ki, 13 Nisan 1909 Salı günü, tarihe 31 Mart Vak’ası (İsyanı) olarak geçen, yönetime karşı büyük bir gerici ayaklanma başlamıştı. Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu, 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul içlerine doğru harekete geçmiş, isyancıların en yoğun olduğu Taşkışla, Davutpaşa ve Taksim Topçu Kışlaları’nda kanlı çatışmalar gün boyu sürmüş, Hareket Ordusu İstanbul’u asilerden temizledikten sonra da, Mahmut Şevket Paşa birliklerini Yıldız Sarayı’na yönlendirmişti. İki gün süren kuşatmadan sonra, 27 Nisan Salı günü Hareket Ordusu Yıldız Sarayı’na girmiş ve denetimi ele geçirmişti.


Selanik ve Edirne'den gelen Hareket Ordusu'nun birliklerini sevk ve idare ederken sorumluluk üstlenen komutan ve kurmaylar arasında sonradan tarihimizi değiştirecek önemli olaylara imza atmış, çok önemli görevler almışlardı. Başta Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal ve Kurmay Yüzbaşı İsmet (İnönü) olmak üzere, Kurmay Binbaşı Ali Fethi (Okyar), Kurmay Yüzbaşı Kazım (Karabekir), Kurmay Yarbay Mustafa Fevzi (Çakmak), Kurmay Yüzbaşı Hüseyin Rauf (Orbay), Kurmay Yüzbaşı İbrahim Refet (Bele), Kurmay Yüzbaşı Ali Fuat (Cebesoy) ve daha nicesi Hareket Ordusu içerisinde görev almışlardı.

Hareket Ordusu'nun Kurmayları birarada.
Kurmay Yüzbaşı İsmet (İnönü), Kurmay Yüzbaşı Kazım (Karabekir) ve 31 Mart İsyanını bastırmak için Hareket Ordusu'na, Hükümet kanadından gönderilen Nasihat Heyeti'nde ve 31 Mart Yargılanmaları sırasında Divan-ı Harb-i Örfilerde görev almış Hurşit Paşa. Fotoğraf: https://www.ismetinonu.org.tr

Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edilmiş, ayaklanmanın önderleri Divan-ı Harb’de yargılanarak ölüm cezasına çarptırılmış, böylelikle muhalefet hareketi önemli kayıplara uğramıştı. Ama en önemli gelişme, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi konusu gündeme gelmiş, 25 Nisan Pazar günü, ayaklanmanın tamamen bastırılmasıyla kendisini güvende hisseden Meclis-i Mebusân daha önce çekildiği Yeşilköy’den Ayasofya’daki kendi binalarına dönmüş ve 27 Nisan Salı günü, Heyet-i Mebusân ve Heyet-i Âyan, Meclis-i Umumî Millî adı altında Sultanahmet’te beraber toplanmış ve oy birliği ile II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesine, tahttan indirilen padişahın yerine kardeşi veliaht Mehmed Reşad Efendi’nin getirilmesine karar vermişti.

Sultan II. Abdulhamid’in Hal kararı sonrasında Meclis-i Umumî Millî’den dağılan Mebuslar Ayasofya’nın önünde,
27 Nisan 1909. İstanbul doğumlu 
Harrison Griswold Dwight’ın (1875-1959) Constantinople Old And New (1915) kitabından, sf:447, Fotoğraf: W.G.M. Edwards. 
W.G.M. Edwards, bir İngiliz Tüccardır ve Merkezi İstanbul olan (şubesi yoktur)
1887 kuruluş tarihli BCCT, British Chamber of Commerce Turkey, (Türkiye de İngiliz Ticaret Odası Derneği)
kurucusu ve Başkanıdır.


Meclis-i Umumî Millî, bu kararı Sultan II. Abdülhamid’e bildirmek üzere dört kişilik bir kurul oluşturmuştu ki, Arif Hikmet Paşa da bu dört kişilik kurul içerisindeydi.

Meclis-i Umumî Millî’nin Sultan II. Abdülhamid’in hâl edilmesi kararını tebliğ etmek üzere görevlendirdiği,
dört kişilik kurul Dolmabahçe Sarayı’nda, Soldan sağa: Ayan (Senato) üyesi Arif Hikmet Paşa,Yahudi Selanik Mebusu Emanuel Karasso, Arnavut Draç Mebusu Esad Toptanî, Ermeni Ayan üyesi Aram Efendi ve Mabeyn Başkatibi Miralay Cevad Bey.   


Sultan II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu “Babam Sultan II. Abdülhamid” adlı hatıratında babasının saraydaki son günlerini ve 27 Nisan 1909 Salı günü tahttan indirilmesini şöyle anlatmıştı;

“… Şiddetli top sesleri sarayın duvarlarına aksedip camları sarsarken, kalbimde duyduğum ıstırapla gözlerimden yaşlar boşandı. İlk sözlerim, Cenab-ı Hakk’a yalvararak ‘Allahım babama acı. Hayatını bağışla’ diye dua etmek oldu. Taht, taç, bunlar hep boş şeylerdi. Şimdi bize yalnız onun hayatını korumak için dua etmek, Rabbimizden yardım beklemek kalıyordu.

Sığınağımız Allah’tı. Küçük yaştan beri sarayın eskilerinden dinlediğimiz Sultan Aziz’in katli felaketi (böyle diyerek Ayşe Osmanoğlu, Sultan Abdülaziz’in intihar ederek vefat etmediğini, öldürüldüğünü de doğrulamış oluyordu.) hafızalarımızda yer etmişti. Şimdi bizim başımıza da aynı durumun gelme ihtimali vardı. Bu korkulu düşünceyle harap ve perişan titriyor, gözlerimden yaşlar boşanıyor, hıçkırıyordum.

Sarayın her tarafından feryatlar yükseliyor, ‘Allah Efendimize acısın’ nida ve duaları işitiliyordu. Saray büyük bir korku ve hakiki bir karanlık içindeydi. Elektriklerle, havagazları sönmüş, sular bile kesilmişti. Gece bekçileri, sadık zannettiğimiz Arnavut kapıcılar, hademe ağalar, bahçıvanlar çoktan çıkıp gitmişlerdi. Koca sarayda kadınlardan başka kimse kalmamıştı. Etrafımız abluka içindeydi. Arada silahlar atılıyor, sarayın bahçesine kurşunlar düşüyordu. Bu sesler bizi, iliklerimize kadar titretiyordu.

Bütün bu hallere rağmen aramızda en metin olan yine babamızdı. Sükûn ve vakarını asla terk etmeyerek büyük bir tevekkülle Küçük Salon’daki masasında oturuyor, bu patırtıları, ağlayışları hiç işitmiyormuş gibi alışılageldiği üzere kitap ve kağıtlarıyla meşgul oluyordu. Elindeki tespihini çekerek güler yüzle odanın içinde dolaşıyor, bu haliyle bizlere gayret ve teselli veriyordu. Biz, kendisini rahatsız etmemek için odasına girmiyorduk. Yalnız annem girip çıkıyordu.”


Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun yazdıklarına göre, Sultan II. Abdülhamid saraydaki son günlerini çok sıkıntılı geçirmişti. Saraya ekmek bile sokmak imkansız hale gelmiş, saray halkı açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı.

“...Bir aralık babam, anneme, ‘Kadınım! Çoluk çocuk kaç gündür yiyorlar’ diye sordu. Annem, ‘Efendiciğim! Hiç merak etmeyiniz. Aç kalmıyorlar. Ne bulursa yiyorlar. Bisküvi falan da vardır. Sizin sağlığınızdan başka istedikleri yoktur’ dedi. Babam, ‘Kadınım! Bu kadar saray halkı bu azıcık şeyle yaşayabilir mi? Bu zavallı kadınların günahları ne ki açlığa mahkum olsunlar? Bu nasıl devam eder. Bir çaresine bakmalı.’ dedi. Babam kapıda bekleyen Cevher Ağa’ya seslendi. Beş dakika geçmeden Cevad Bey de geldi. Babam, ‘Başkatip! Bir haftadan beri çoluk çocuk, genci ihtiyarı, bütün kadınlar adeta aç yaşıyorlar. Bu masum kadınların günahı nedir? Biraz ekmek lazım değil mi? Bir çaresine niçin bakmıyorsunuz?’ diye sordu. Cevad Bey laubali bir tavırla, ‘Ne yapalım? Onları düşünecek halde değiliz. Ne bulursa yesinler. Yemeği nereden bulayım? Aşçılar gitmiş. Sarayda kimse kalmamış. Biraz ekmek getirttim. Suya batırıp yesinler’ cevabını verdi. Hiç beklemediği bu cevap üzerine babam pek mahzun oldu. Hayretler içinde kaldı. Babamda, kara günde herkes tarafından terk olunan insanların kırgınlığı vardı. ‘Çoluk çocuk açlığa mı mahkum edildiler.? İnsaniyet ortadan kalktı mı? Bir kişi için bin kişi feda edilir mi? Bu nasıl söz? Her halde bir çaresini bulunuz’ diyerek Küçük Salona doğru yürüdü.”

Sultan II. Abdülhamid’in azledildiğine dair fetvayı Elmalılı Küçük Hamdi (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır) kaleme almış ve Şeyhülislam Mehmed Ziyâeddin Efendi onaylamıştı. Artık Abdülhamid’in yerine geçecek yeni padişah için toplar atılmaya başlamıştı. Kızı Ayşe Osmanoğlunu’nun yazdıklarına göre bu sırada sarayda herkes korku içerisindeydi ve sadece babası Sultan II. Abdülhamid, metin ve mütevekkil bir şekilde dolaşıyor ve “Takdir-i İlahi yerini buldu. Elhükmülillah” diyordu.


Padişaha Meclis-i Umumî Millî’yi temsil eden bir heyetinin geldiği haber edilmiş, küçük paravanlı salona geçen Sultan II. Abdülhamid’e, Osmanlı tahtından uzaklaştırıldığına ilişkin hal fetvasını sunmak için Saraya gelen heyet ile babası arasındaki görüşmeyle ilgili olarak hatıratında kızı Ayşe Osmanoğlu şunları aktarmıştı; 

“...Dört kişiydiler. Babamın karşısına sırayla durup kısa bir selam verdiler. Babam karşılık verdi. Gelenler, Arnavut Esat Toptani, Laz Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Yahudi Karasu Efendi idi. Başta duran Esad Toptani ‘millet seni azletti’ dedi. Padişah ‘Peki buna sebep nedir?’ diye sordu. Bu soru üzerine Arif Hikmet fetva suretini okudu. Fetvada geçen ‘…kütüb-i şeriyyeyi hark u ihrak’ (yani, şer’i kitapları yırtıp yakma) sözleri geçince babam yüksek sesle, ‘Ben hangi şer’i kitabı yakmışım? Hasbunellah derim’ dedi ve fetvayı sonuna kadar dinledi. Fetvanın okunması bitince, ‘Bu kararı hangi makam verdi’ diye Arif Hikmet’e sordu. Arif Hikmet de ‘Meclis-i Millî’ diye cevap verdi. Bunun üzerine babam, ‘Ya…. Öyle mi? Bu meclise başkanlık eden kimdir?’ diye sordu. (Küçük) Said Paşa olduğunu öğrenince hayret eden bir sesle, ‘Said Paşa  öyle mi?’ Gerçekten de hayret edilecek bir durumdu. Çünkü Abdülhamid, Said Paşa’yı yedi kez Sadrazam yapmıştı.”

Söz konusu fetva şu şekilde kaleme alınmıştı;

“İmamü'l- Müslimin olan Zeyd, bazı mesail-i mühime-i şer'iyyeyi, kütüb-i şer'iyyeden tayy ü ihrac ve kütüb-i mazkureyi men' ü hark ü ihrak ve beytü'l-mal'de tebrir ü israfla müsevvek-i şer'i hilafında tasarruf ve bila-sebeb-i şer'i katl ü habs tağrib-i raiyye ve sair guna mezalimi itiyad eyledikten sonra salaha rücu' etmek üzere ahd ü kasem etmişken yemininde hanis olarak ahval ü umur-u müslimini bi'l-külliye buhtel kılacak fitne-i azime ihdasında ısrar ve mukatele ika etmekle men'a-i Müslimin Zeyd-i mezburun tagallübünü izale ettiklerinde bilad-ı İslamiye'nin cevanib-i kesiresinden mezburu mahlu' tanıdıklarına dair ahbar-ı mütevaliye vürud edüb mezburun bekasında zarar-ı muhakkak ve zevalinde salah melhuz olmağın Zeyd-i mezbure imamet ve saltanattan feragat teklif etmek veya hal' etmek suretlerinden hangisi erbab-ı hall ü akd ve evliya-yı umur tarafından ercah görülür ise icrası vacip olur mu? El-Cevap: Olur. Ketebehu el-fakir es-Seyyid Muhammed Ziyaeddin ufiye anhu”


(Müslümanların imamı olan kimse, bazı önemli şer-i konuları şeriat kitaplarından çıkarsa ve bu kitapları yasak etse, yaksa, yırtsa devlet hazinesini israf edip şeriata aykırı şekilde harcasa, idare ettiği kimseleri şer'i sebep olmadan öldürse, hapsetse, sürse, başka türlü zulümleri de adet edindikten sonra, doğru yola yemin etmişken sözünden dönse, Müslümanların yaşayışını tamamen bozacak şekilde fitne çıkarmakta direnip onları birbirine öldürtse, buna engel olacak durumdaki Müslümanlar, onun zora dayanan tutumunu ortadan kaldırıp, İslam memleketlerinin pek çok yerlerinden metbuu (tanınan, tabi olunan) tanınmadığına dair haberler gelip yerinde kalmasında zarar ve ayrılışında iyilik olduğu düşünülürse, kendisine imamlık ve sultanlıktan vazgeçme teklif etmek veya hal etmek şekillerinden hangisi erbab-ı hall ve akd tarafından uygun görülmüşse, bu kararın uygulanması yerinde ve gerekli olur mu?)

Abdülmecid Efendi’nin, Sultan İkinci Abdülhamid’in  hâl edilmesi sonrasında yaptığı “II. Abdülhamid’in  Hâl’i” adlı tablosu


Sultan II. Abdülhamid, Said Paşa’nın kendisine karşı bu kadar nankörce davranmasını öğrendikten ve tahtan indirilmesine dair fetvayı getiren heyeti dinledikten sonra, şöyle konuşmuştu;

“Otuz üç sene millet ve devletim için memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hakimim Allah, beni muhakeme edecek de Resulullah’tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öyle terk ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk’ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime karşı bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.”

Heyet saraydan ayrıldıktan sonra, Sultan II. Abdülhamid aile efradına heyette bulunan dört kişi hakkında şu yorumu yapmıştı;

“Baştaki çok iyiliğimi görmüş Esad Toptatini’dir. İkincisi Arif Hikmet’tir ki, bizim Kızlarağası Abdülgani’nin yetiştirdiği ve o yüzden himayeme aldığım, ferikliğe kadar yükselttiğim bir nankördür. Öbür ikisi de Yahudi Karasu ile Ermeni Aram’dır. Milletim namına otuz üç senelik hizmetimin mükafatı, memlekete ve milletime düşman olduklarına şüphe etmediğim bu adamlar tarafından, tahtan indirilmemin tebliği oldu. Zararı yok. Milletim masumdur. Bunları tertip edenler şahsi düşmanlarımdır. Fakat Allah adildir. Bir gün elbet hakikat tecelli eder. Her neyse takdir bu imiş”

Aynı gün II. Abdülhamid Selanik’e sürgüne gönderilmek istenmiş, Baş Katip Ali Cevad Bey, Selanik’te bir konağa yerleştirileceğini ve buna göre hazırlıklar yapılması gerektiğini haber vermişti.

Bunun ertesinde sarayda Selanik’e yapılacak sürgün için hazırlıklar başlamıştı. Başta sabık Sultan II. Abdülhamid Selanik’e gitmek istememiş, “Ben İstanbul’da ölmek isterim. Ecdadımın mezarları buradadır. Beni götürmeniz meşrutiyete aykırıdır” demişse de, kendisine bunun dışında bir seçeneğin olmadığı söylenmişti. Çaresiz kabul etmek zorunda kalan sabık Sultan, 38 kişilik aile fertleriyle birlikte Selanik’e gitmek zorunda kalmış, Selanik’te kendisine tahsis edilen, İtalyan uyruklu yahudi, Livornolu Georgio Alatini isminde bir un tüccarına ait olan ve sonraları Ordu Köşkü denilen, Allâtini Köşkü’ne yerleştirilmişti.


Yaklaşık 3 yıl Selanik’te kalan II. Abdülhamid, 8 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşları sırasında Selanik’in Yunan işgali tehdidi ile karşı karşıya olması sonrasında yapılan gizli bir operasyon ile, İstanbul’a getirilmişti. Almanya’nın asıl görevi Doğu Akdeniz'de istasyoner gemi olarak varlık göstermek olan, ancak o sıralarda İstanbul’da bulunan ve  S.M.S Loreley gemisi 29 Ekim günü II. Abdülhamid’i mahiyetindekiler ve aile efradı ile birlikte Selanik’ten almış, 2 Kasım 1912 Cumartesi günü sabahı saat 03:30 sularında İstanbul Boğazı’na gelmiş, Alman büyükelçisinin talimatı doğrultusunda saat 04:00’te o zamanlar yanmış olan Çırağan Sarayı’nın önlerine demirlemiş, saat 05:00’e doğru da İstanbul’un askeri valisi Mehmet Paşa ve beraberindeki bir emir subayını taşıyan buharlı bir tekne gemiye aborda olarak II. Abdülhamid ve beraberindekileri Beylerbeyi Sarayı’na taşıyarak yerleştirmişlerdi. II. Abdülhamid Beylerbeyi Sarayı günlerinde hatıralarını kaleme almıştı. Bu hatıraların 3 Nisan 1333 (1917) Salı gününe tahttan el çektirildiği gün ile ilgili olarak şunları yazmıştı;

“Allah'nın rîza'sından sonra, Halk'ın riza'sı gelir. Halkın rızası yoksa, orada meşruiyyet yok demektir. Yeniden kurulan Mebusan Meclisi beni istemediğine göre, elbette saltanattan uzaklaşacaktım. Beni mahzun eden, saltanattan uzaklaşmak değil, reva görülen muameledir.

Esat Paşa’nın (Tiranlı Esat Toptani) edeb dışı hitabından sonra, Arif Hikmet Paşa'ya döndüm; “Şeriata ve Mebusan Meclisi kararına boyun eğiyorum” dedim, “Vicdanen müsterihim. Ancak 31 Mart’ta patlak veren olaylarla uzaktan yakından hiçbir ilişiğim olmadı. Bunun iyice bilinmesini isterim. Milletim, sebeb olanları arayıp bulmalı, cezalandırmalıdır. Osmanlı ülkesine yapılmış büyük kötülüktür. Bunu mülküme reva görenlerden huzur-u rabbülâleminde de (Allah önünde) şikâyetçiyim! Yalnız bir ricam var; Biraderim Sultan Murad'ın da ikâmet ettiği Çırağan Sarayı’nda son günlerimi çoluk çocuğumla geçirmek isterim. Bunu temin ediniz. Yarın sabah, bahçeden geçer, daireme yerleşirim.”

“Arif Hikmet Paşa, eski yaverlerimdendi. Heyetin içinde en edebli görünen oydu. Benim hitabım üzerine, fark edilecek kadar kızardı ve sonra: “Bu husus heyetimizin salahiyeti dışındadır. Arzuyu şahanenizi Meclise arz ederiz efendim” diyerek cevaplandırdı. Orada bulunan Başkâtip Ali Cevad Bey'e : “Takip ediniz ve neticeyi bana bildiriniz” diyerek konuşmayı bitirdim. Çıktılar.

Oğlum Abdürrahim Efendi, yanıbaşımda ağlıyordu. Harem cihetinden feryatlar yükselmekteydi. Saray avlusundan askerlerin, saray dışından da “Culûs”u ilân eden topların sesleri geliyordu. Garip bir şey, son derece rahattım. Üstümden bir dağ kalkmış gibiydi; hem de hayatım emniyette olmadığı halde... Amcam'ın başına gelenler aklımdaydı. Ab-destli olduğumu düşünmek, bana ayrı bir kuvvet verdi. Sükûnetle bekledim.”

II. Abdülhamid’in 33 yıl süren saltanatının sona erdiği gün Meclis-i Milli kararıyla, kendisinden 2 yaş küçük olan ve Gülcemal Kadınefendi’den doğan 65 yaşındaki kardeşi, Şehzade Mehmed Reşad Efendi, Sultan V. Mehmed adıyla tahta çıkarılmıştı.

27 Nisan 1909, Mehmed Reşad Efendi, cülus törenine giderken. İstanbul doğumlu Harrison Griswold Dwight’ın (1875-1959) Constantinople Old And New (1915) kitabından, sf:451, Fotoğraf: W.G.M. Edwards.
 
Mehmed Reşad Efendi, cülus töreni için Bayezid’de bulunan Harbiye Nezareti binasında yapılacak tören için Dolmabahçe Sarayından Sirkeciye İhsaniye istimbotu ile gitmiş, bu deniz yolculuğu sırasında donanma gemilerinden yapılan şeref top atışları onu korkutmuştu. Sirkeciden Bayezid’e saltanat arabası ile çıkarken yolun iki tarafında dizili İstanbullular tarafından coşkunlukla alkışlanmış, biat duasından sonra yaptığı konuşmada Hürriyetin ilk padişahı benim ve bunda müftehirim demişti. Sultan V. Mehmed bundan sonra Meşrutiyet Padişahı olarak anılmaya başlanmıştı.

10 Mayıs 1909, Sultan V. Mehmed, Kılıç Alayından dnerken. İstanbul doğumlu Harrison Griswold Dwight’ın (1875-1959) Constantinople Old And New (1915) kitabından, sf:453, Fotoğraf: Aşil Samancı, Apollon Stüdyosu.

10 Mayıs 1909 günü de Sultan V. Mehmed için Eyüpte kılıç alayı yapılmış, Padişah Dolmabahçe Sarayından Söğütlü yatına binerek Boğaz ve Haliç üzerinden Eyüpe gitmiş, türbede Şeyhülislam Sahip Efendi ve Konya Mevlevi Dergâhı Postnişini Abdülhalim Efendi tarafından Sultan Osmanın kılıcını kuşanmıştı. Sultan V. Mehmed daha sonra saltanat arabası ile Fatih Camiine giderek, Fatih Sultan Mehmedin türbesini ziyaret etmiş, sonra yine saltanat arabası ile Dolmabahçe Sarayına dönmüştü.


Sultan V. Mehmed Reşad Portresi, Carl Pietzner

29 Aralık 1909 Çarşamba günü İttihat ve Terakki’nin sürekli olarak devlet işlerine müdahale etmesinden hoşlanmayan Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa istifa etmiş, Sultan V.Mehmed Reşad, daha önceleri 7. Küçük Said Paşa Kabinesi’nde Maarif Nazırlığı, Kıbrıslı Mehmed Kamil Paşa Hükümeti’nde Maarif ve Dahiliye Nazırlıkları yapmış, 1908 yılından beri de Roma sefirliği yapan İbrahim Hakkı Paşa’yı (1863-1918) sadrazamlık görevine atamış, o da 12 Ocak 1910’da yeni hükümeti kurmuştu. İbrahim Hakkı Paşa, İttihat ve Terakki’nin isteklerine uygun bir kabine kurmuş, Dahiliye Nazırı Mehmed Talât Paşa (1874-1921), Maliye Nazırı Mehmed Câvid Bey (1875-1926), Hariciye Nazırı Mehmed Rifat Paşa’yı (1862-1925) yerlerinde bırakmış, Hareket Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa’yı (1856-1913) Harbiye Nazırı olarak atamıştı. Daha önce 13 Şubat 1878’de  Sultan II. Abdülhamid tarafından Meclis-i Mebusân ile birlikte dağıtılan Meclis-i Âyan,

II. Meşrutiyet’in 17 Aralık 1908’de ilanıyla birlikte yeniden görev almıştı. Üyeleri padişah tarafından seçilen Meclis-i Âyan’ın üye sayısı, Meclis-i Mebusân’ın üye sayısının 1/3’ü kadar yani 90’dan fazla olması gerekirken, Meclis-i Mebusân buna pek taraftar olmadığı için, Meclis-i Âyan bu sayıya hiçbir zaman ulaşamamıştı. Meclis-i Âyan’ın üye sayısı 1909’da 44, 1910’da 48, 1911’de 58, 1914’te 48 olarak kalmıştı. Meclis-i Âyan (Senato) azası olan Arif Hikmet Paşa’nın 31 Mart öncesinde Meclis-i Mebusân’a göndermiş olduğu telgrafa istinaden, geç de olsa itirazı değerlendirilmiş olacak ki, Mayıs 1909’da tekrar Bahriye Nezareti’ne atanmış, bu görevi Ocak 1910 tarihine kadar sürdürmüştü.

Arif Hikmet Paşa’nın Bahriye Nazırlığı görevi Sultan V. Reşad döneminde de devam etmiş, hatta cülusundan yedi ay kadar sonra kendisine cülus bahşişi verilmişti.
Fotoğrafları ve 1898'de patentini aldığı rölyef fotoğrafçılığının icadı ile tanınan
Viyanalı sanatçı Carl Pietzner’in Sultan V. Mehmed Reşad Portresi.
Karton üzerine suluboya, 75 x 62 cm, oval varak çerçeveli.

Sultan V. Mehmed Reşad cülusundan altı yedi ay kadar sonra ilk seyahatine çıkmış, Bursa’ya gitmişti. Bu seyahatin hatırası olarak da 100, 50, 25 kuruşluk Altın Meskuke (Tuğralı), 5 ve 2 kuruşluk da Gümüş para bastırılmıştı. Bursa’ya gidildiği günün ertesi sabahı Sultan V. Mehmed Reşad beraberindeki başmabeynci Lütfi Simavi Bey’i çağırtarak, birincisi Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’ya, ikincisi Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa’ya ve üçüncüsü de Vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi’ye verilmek üzere bastırılmış yeni paralar ile dolu üç kese vererek, bunların söz konusu şahıslara iletilmesini istemişti. Başmabeynci Lütfi Simavi Bey, bir sadrazama böyle alenen para verilmesinin pek uygun olmayacağını yeni paralardan küçük bir koleksiyon oluşturup, onun verilmesinin daha münasip olacağını arz etmiş, Sultan V. Mehmed Reşad bunun üzerine gülerek,
“Siz Avrupa’da çok kaldığınızdan bu gibi şeyleri çirkin görürsünüz. Memleketimizde para daima memnuniyetle kabul olunur” demişti.
Düzen böyleydi, sadrazam dahi göreve atandığında bahşiş vermeliydi, üstelik bunu öncelikle kendi mevcutlarından, yoksa da borç ederek tedarik edip vermek durumundaydılar.


Sultan V. Mehmed Reşad’ın cülusu sonrası, Bursa Seyahati anısına bastırılan 100 kuruşluk Altın Meskuke

Sabık Sultan II. Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’nda kaleme aldığı hatıratlarının 10 Nisan 1333 (1917) Salı gününe de şu notu düşmüştü;

“...Ben, Beylerbeyi Sarayı'nda bulunmayı uygun bulmuyordum. Rutubetliydi. Romatizmalarım başlayabilirdi. Bunu Arif Hikmet Paşa’ya (damadı) söyledim. Fakat zamanla buraya da pekâlâ alıştım, işte yaşıyorum. Sırtımı zaman zaman ağrılar kaplasa da hiç bir şikâyetim yok... Bütün üzüntüm, memleketimin içine düştüğü felâket!.. Buranın Alâtini köşkünden farkı, zavallı iyi yürekli annemin içinde yaşadığı ve öldüğü odada yatıyorum, gazete veriyorlar, ufak tefek isteklerim yapılıyor, çocuklarımdan Kumandan Rasim bey vasıtası ile haber alabiliyorum. Bunların nasıl birer nimet olduğu, ancak mahrum olanlar tarafından bilinir... Allah hiç kimseyi çoluk çocuğundan haber almaktan mahrum etmesin…”

Sultan II. Abdülhamid, 5 Şubat 1918 Salı günü soğuk algınlığı ile yatağa düşmüş, üç gün sonra da şiddetli bir mide ağrısıyla nefes darlığı baş göstermişti. Beylerbeyi Hastahanesi’nden Nikolaki Paraskevidis, Veliaht Vahidüddin Efendi’nin özel doktoru Alkivyedis ve kendi doktoru Atıf Hüseyin Bey, ilk müdahaleyi yapmış, kendisisnden kan almışlardı. O sırada nabzının, yüz kırk beş, teneffüsünün de altmış beşten fazla olduğu tesbit edilmişti. Kardeşi Sultan Mehmet Reşad'ın doktor desteğini, “Benim doktorlarım var!” diyerek bunu kabul etmemişti. 10 Şubat 1918 Pazar günü, kendi doktorlarının tavsiyesiyle Akil Muhtar Bey ve Selanikli Rifat Bey, Dolmabahçe Sarayı’ndan getirilmiş, yapılan kontrollerin ardından, kan toplanması sonucu ödemleşme ile kalp ve böbrek yetmezliği teşhisi konmuştu. Tüm çabalara rağmen, sabık Sultan II. Abdülhamid10 Şubat 1918 Pazar günü, saat 15:00'da, 5 sene, 3 ay, 9 gündür ikametine tahsis edilmiş olan Beylerbeyi Sarayı’nın 8 numaralı odasında vefat etmişti.


Operatör Dr. Cemil Topuzlu Paşa

5 Mayıs -15 Aralık 1918 tarihleri ve ardından da 18 Ağustos 1912-7 Kasım 1914 tarihleri arasında iki kez İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış, Şişli Etfal Hastanesi’nde operatörlük yaparken aynı zamanda Sultan II. Abdülhamid’in de saray cerrahlığını yürüten, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Tıbbiye-i Mülkiye ile Askeri Tıbbiye’nin birleştirilmesini ve Tıp Fakültesi adı altında hizmet vermesini sağlayan ve kurulan fakültenin dekanlığını da yapan Dr. Cemil Topuzlu, 1908 yılının sonlarında, Çiftehavuzlar’daki köşkünde, siyasi suçlardan dolayı sürgün edilip, sonrasında yurda dönen mağdur vatandaşlara bir gelir sağlamak amacıyla, bir garden parti düzenlemiş, ancak o partide beklenmeyen bazı adımlar da atılmıştı.

Dr. Cemil Topuzlu, o günü hatıratında şöyle aktarır;

“…Köşküm yerli ve ecnebi bir çok şahıslarla hınca hınç dolmuştu, hatta hürriyet kahramanlarından Niyazi Bey (Kolağası Resneli Niyazi 1873-1913) merhum da meşhur geyiği ile beraber gelmişti. Bu geyik adeta bir nevi sembol idi, hatta uğur getirdiği için Niyazi Bey’in taburu ile beraber askeri yürüyüşlere de iştirak ediyordu.”

Resneli Niyazi Bey ve geyiği, Beykoz

“Bu müsamerede Adliye Nazırı olan Manyasizâde Refik Bey merhum ve eski saray harem ağası Tahsin Nejat Efendi (yakın zamanda ölen bu zat çok değerli bir edip, hoca ve muharrirdi) kürsüye çıkıp hürriyet hakkında pek alkışlanan nutuklar söylediler. Halk bu iki katibi omuzları üzerinde taşıdı.

Siyasi mağdurlar için de sekiz yüz altın gibi mühim bir para toplandı. Bu parayı ertesi günü onlara dağıttım.”

Dr. Cemil Topuzlu’nun verdiği bu garden partiye Moda’da oturan zengin İngilizler de katılmıştı. Onların arasında yer alan Sir James William Whittall’ün oğlu Reggie (Reginald La Fontaine) Whittall (1872-1952), bahçede gezinirlerken Dr. Cemil Topuzlu’ya;

“Paşa, çok şükür, hürriyete kavuştunuz, bundan sonra gençlerinizin toplanması daha kolay olur. Görüyorum ki sizde futbol merakı henüz başlamak üzere, halbuki bu spor İngiltere’de umumi ve milli bir oyun halini almıştır. Futbolun, ırkın ve gençliğin tekamülü için de büyük faydaları vardır. Türkiye’de de futbolun gençlik arasında ilerlemesini arzu ediyorum. Bu itibarla Kadıköy cihetinde bir stadyum kuralım, hem halka futbolu sevdirmiş, hem de bu oyunu ilerletmiş oluruz, ve kulübün müessisleri, yani bizler maddeten istifade ederiz”

demişti. O sırada onların yanında bulunan Arif Hikmet Paşa da bu görüşe iştirak etmiş ve ertesi gün Cemil Topuzlu’nun köşkünde tekrar bir araya gelerek bu meseleyi konuşmaya karar vermişlerdi.

Operatör Dr. Cemil Topuzlu Paşa’nın Çiftehavuzlar’daki Köşkü.


Ertesi gün toplantıya eski Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa, Reggie Whittall ve onunla birlikte akrabalarından bir kaç İngiliz daha, İngiliz lakabıyla bilinen eski Londra Büyükelçisi Rifat Bey (Mehmet Rifat Paşa 1862-1925), Server Paşa’nın oğlu Nurizâde Ziya (Songülen) Bey (1886-1936) ve doğal olarak da Dr. Cemil Topuzlu katılmışlardı. Hatıratında Dr. Cemil Topuzlu, toplantıyı şöyle anlatmıştı;

“...Müzakere esnasında tasavvurumuzu kuvveden fiile çıkarmayı kararlaştırdık. İlk iş olarak stad yapılacak bir yer istedik. Ben, Yoğurtçu’daki Hazine-i Hassa’ya ait tarlayı ileri sürdüm. (Şimdiki Fenerbahçe Stadı). Arkadaşlar teklifimi pek muvafık buldular. Fakat; ‘Orasını nasıl elde ederiz’ dediler. Kendilerine; ‘-O benim bileceğim şey… Yarın saraya gider, Padişah’tan tarlayı isterim’ cevabını verdim. Stad yerini bulduktan sonra, sıra para bulmaya geliyordu. Mösyö Vitol (Reggie Whittall): ‘Yapılacak stadın etrafını tahta perde ile çevirmek, zemini tesviye etmek, stadyum binasını yapmak ve bunu teftiş etmek için en aşağı 3.000 altına ihtiyaç vardır’ dedi. Onu da aramızda tedarik etmeyi düşündük. Hisseme 250 altın düştü. Arif Hikmet Paşa buna yakın bir meblağ verdi. Türkler’den bizden başka kimlerin para verdiğini hatırlamıyorum. Yalnız İngilizler, mevcut parayı 3.000 altına iblağ ettiler (ulaştırdılar)Kurduğumuz teşekküle de şu ismi bulduk:

İttihat Kulübü (Union Club).


Baz olarak Sultan V. Mehmed Reşad adına 1909 yılında basılmış olan Osmanlı’nın 1 Reşad Altınını ele alırsak, o altın yaklaşık olarak 7,2 gram, 0,2315 Ons’dur. 1908 yılında 1 Ons Altın 18,95 Dolar’mış; bu hesaba göre 1908’de 1 Osmanlı altını 4,387 dolar ediyormuş. Operatör Dr. Cemil Topuzlu ve Arif Hikmet Paşa’nın o sırada yapılmasını düşündükleri stad için yaptıkları 1/6 oranında yaptıkları katkı, 250 Osmanlı altını olduğuna göre, bu 1.096 dolara tekabul eder. 1908'deki 1.096 dolar, günümüzde 32.102,88 cari dolar ile aynı satın alma gücüne sahiptir. Böyle hesaplanınca, sadece Operatör Dr. Cemil Topuzlu ve Arif Hikmet Paşa stad için, günümüz  (8,07) dolar kuruyla yaklaşık 260.000 TL. (eski parayla 260 milyar) katkıda bulunmuşlardı.


Ertesi gün saraya gittim. (Mabeyn) Başkatip (Ali) Cevat Bey’i gördüm. Ne için geldiğimi anlattım. O sırada Sultan Hamid, mevkii sarsıldığı için, her talebi is’af (her isteği kabul etmek) ediyordu. Bu sebepten, Hünkârın, tarlayı vereceğine emindim. Fakat, Cevat Bey huzurdan dönünce:

‘Efendimiz buyuruyorlar ki Hazine-i Hassa’ya ait olan emlaki isteyenler bir iki tane değildir. Daha geçen gün, Cemil Paşa (Dr. Cemil Topuzlu), (Meclis-i Mebusan Reisi) Ahmet Rıza Bey (1858-1930) ile gelmiş ve Kandilli’deki Adile Sultan Sarayı’nı mektep yapılmak üzere bağışlamamı rica etmişlerdi, verdim. Bu talepler tevali ettikçe (arkası gelmeksizin sürüp gittikçe), elde Hazine-i Hassa’ya ait bir şey kalmayacak!’ dedi.

Umduğum çıkmamıştı. O zaman aklıma derhal bir çare geldi: ‘O halde senevi 30 altına tarlayı kiralamamıza efendimiz müsaade buyursunlar’ dedim. Cevat Bey tekrar huzura girdi. Dönüşte; ‘Efendimiz, buna diyeceğim yok, buyuruyorlar!’ cevabını getirdi.

Böylece, Kadıköyü’ndeki İttihat Kulübü namına, mevzuu bahs tarlanın 20 veya 30 sene müddetle kiralanması hakkında irade sadır oldu. Hemen kontratı yaptık. Doğruca Mösyö Vitol’ü buldum. Onun ile beraber işe başladık. Birkaç gün sonra tarlanın etrafına tahta perde çekmiştik. Kış yaklaşıyordu. O sahada ise hiç ağaç yoktu. Hemen köşkümün bahçesinden 20 tane çınar ağacı çıkarttım, sahanın kenarlarına diktirdim ki bugün orada gördüğünüz ağaçlar bunlardır. Binayı da yaptırdık.”


Saha için yıllık 30 Altın kira bedeline anlaşılmıştı.

Yıl 1917, eskiden Papazın Çayırı olarak bilinen Fenerbahçe Stadı'nda düzenlenen beden eğitimi etkinlikleri sırasında çekilmiş bir fotoğraf. Fotoğrafta dikkati çeken sahanın kenarındaki, olimpik spor aletlerinden bir atlama beygiri.


“Bu suretle futbol oynanmaya başlandı. Fakat seyirci, yani hasılat yoktu. Halk futbola rağbet etmiyordu. Mösyö Vitol kar edeceğimizden bahseylemişti amma yerin kirası bile çıkmıyordu!

Bu vaziyet umumi harbe (I. Dünya Savaşı) kadar devam etti. Umumi harp başlar başlamaz, araya karışan hadiseler yüzünden, sporla uğraşacak vakit bulamadık. Ben de Avrupa’ya gittim. (Çocuklarının hastalıkları nedeniyle 1914 yılında İsviçre’ye gitmiş,

I. Dünya Savaşı yıllarını Cenevre’de geçirmiş, İstanbul’a ancak savaş bittikten sonra dönebilmişti) Kulübe, Kara Kemal el koymuş. Adını da İttihat Spor Kulübü yapmış.”


Futbola ilginin azlığı, kiranın karşılanamamasına neden oluyordu.

I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle İngilizler birdenbire düşman saflarında yer almış, dolayısıyla da Union Club ile ilgilenememişlerdi. Türk hissedarların da dağılması üzerine sahipsiz kalan Union Club ve futbol sahasına, 1915 yılında, daha sonradan adı 1926 yılında Mustafa Kemal Atatürk’e yurt gezilerinden birinde yapılacak bir suikast girişimine, Lazistan eski mebusu Ziya Hurşit Bey ve yaklaşık üç sene Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Başkanlığı’nı yapmış olan Dr. Nazım ile birlikte adı karışmış olan, İttihat ve Terakki Partisi’nin ileri gelenlerinden, I. Dünya savaşı sırasında İaşe Nazırlığı da yapmış, “Küçük Efendi” lakaplı Kara Kemal (1868-1926) tarafından el konulmuş ve kulübün adı da İttihat Spor Kulübü olarak değiştirilmişti. Başarısız suikast girişimi nedeniyle suçlanan Kara Kemal, idama mahkum edilmiş, ancak yakalanacağını anlayınca, saklandığı İstanbul Cerrahpaşa'daki "Bulgur Palas"ın tavuk kümesinde başına ateş ederek intihar etmişti.



Arif Hikmet Paşa, 1900’de yaptırdığı Köşk’ünde çok uzun süre oturamamış, 1915’te vefat etmişti. Arif Hikmet Paşa ve ailesi, çocukları hakkında çok fazla bir bilgiye ulaşamadım, Köşk Arif Hikmet Paşa’nın vefatından sonra 1924 yılına kadar yine ailesi tarafından kullanılmış, o tarihte Köşk, Arif Hikmet Paşa’nın mirasçıları tarafından  9600 altına Hacı Tevfik Pazarcı’ya satılmıştı. Köşk o tarihten bu yana da, 97 yıldır Pazarcı ailesinin mülkiyetindedir.

Yine baz olarak Sultan V. Mehmed Reşad adına 1909 yılında basılmış olan Osmanlı’nın
1 Reşad Altınını ele alırsak, o altın yaklaşık olarak 7,2 gram, 0,2315 Ons’dur. 1924 yılında
1 Ons Altın 20.69 Dolar’mış; bu hesaba göre 1924’de 1 Osmanlı altını 4,7899 dolar ediyormuş. Köşke 1924'te ödenen tutar 9600 Osmanlı altını olduğuna göre, bunun 1924 yılındaki Amerikan Doları karşılığı 45.983,69 dolardır. 1924'deki 45.983,69 dolar, günümüzde, 704.010,31 cari dolar ile aynı satın alma gücüne sahiptir. Böyle hesaplanınca, Köşk günümüz (8,07) dolar kuruyla 5.681.363,23 TL.'ye
(eski parayla 5 Trilyon 681 Milyar 363 Milyon) satın alınmıştı.

Hacı Tevfik Bey'in ve ailesinin kökleri,  Bulgaristan'ın kuzeyindeki Lofça kasabasına dayanmaktadır. Lofça Kalesi'nin 1393'te Osmanlı hakimiyetine girmesiyle birlikte kasabaya Anadolu’dan Türk göçmenler yerleştirilmiş, 17. yüzyıldan itibaren de ticaret şehri konumuna gelerek “Altın Lofça” adıyla anılmaya başlanmıştı. 1873 yılında nüfusunun %71'i Müslüman olan kasaba, 1877-78 93 Rus-Osmanlı Savaşı (rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiği için Osmanlı tarihinde böyle anılır) sırasında, önce 5 Haziran 1877'de olmak üzere bir kaç kez Ruslar tarafından ele geçirilmişti.
Bu arada Ruslar Lofça'nın 37 km. kuzeyindeki  Plevne'yi Temmuz 1877'de kuşatmış, iki kez taarruz etmiş ancak alamamışlardı. Lofça'dan gelecek takviyeyi kesmek için 20,000 askerden oluşan bir güç ile Lofça yakınlarında Osmanlı Ordusuna saldırmışlar, 1 Eylül'de başlayan muharebe iki gün sürmüş ve Ruslar 3 Eylül 1877'de Plevne'ye giden takviyeyi Lofça'da kesmişler ve böylece Lofça düşmüştü.
Böylece Ruslar Plevne'yi dört koldan sarmış, Osman Paşa'ya gelen lojistik desteği ve haberleşmeyi kesmişlerdi.
Tokat doğumlu Osman Nuri Paşa (1832 - 1900) komutasındaki Osmanlı Ordusu Plevne'de, 145 gün boyunca sayıca çok kalabalık olan Rus ve Rumen ordularının gerçekleştirdiği 3 büyük taarruzu püskürtmüş ve şehri teslim etmemişti. Ancak sonunda yiyecek ve cephaneleri tükenmiş olan Osmanlı kuvvetleri, kışın gelmesiyle birlikte, şiddetli soğukla karşı karşıya kalıp bitap düşmüş ve bunun üzerine kuşatmayı yarmak için düzenledikleri bir huruç harekâtı başarısızlıkla sonuçlanınca da Rus ve Rumen ordularına teslim olmuşlardı.
Teslim olan Osman Nuri Paşa, Rus Çarı ve ordusu tarafından iyi bir şekilde karşılanıp başarılı savunması nedeniyle de saygın bir muamele görmüştü. Şehri teslim ederken Rus komutanlara teslim ettiği kılıcı, askerlik kuralları gereği başarılı muharebe çıkaran generallere gösterilen saygının bir ifadesi olarak kendisine geri verilmiş, Osmanlı topraklarına geri döndüğünde de Sultan II. Abdülhamit tarafından başarısı nedeniyle saray mareşalliğine yükseltilmiş, Gazi unvanına layık görülmüştü.
Plevne Kahramanları

13 Temmuz 1878 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, Büyük Britanya, Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, İtalya Krallığı ve Fransa arasında Berlin'de imzalanan Berlin Antlaşması ile birlikte yeni kurulan Bulgaristan Prensliği'ne bağlanan birçok başka müslüman kentlerdeki halklar ile birlikte Plevne ve Lofça'daki müslüman halkın çoğu da şehirlerini terk etmiş yollara düşmüştü. İşte bu sıralarda büyük bir ihtimal ile ticaretle meşgul olan Hacı Tevfik Bey'de Anadolu'ya doğru yola çıkmış, Hüdavendigâr (Bursa) Eyaleti'ne yerleşmişti.
93 Harbi sonrasında, halk arasında "93 Göçmenleri" olarak adlandırılan Rumeli ve Kafkasya'daki Müslüman göçmenlerin büyük bölümü Hüdavendigâr (Bursa) Eyaleti'ne yerleştirilmişti. Sultan II. Abdülhamid'in bu tercihi bilinçliydi ve o yıllarda yükselen gayrimüslim unsurlar karşısında bir önlem olmak üzere yapılmıştı. 1887 tarihli Hüdavendigâr Gazetesine göre, Bursa'ya Sultan II. Abdülhamid tarafından bir kurul göndermiş, göçmenlerin yerleşimine uygun bir alan olup olmadığının araştırılmasını istemişti.1898 Salnamesi’ne göre, Bursa’da o tarihte 97.144 yerli ve göçmen Müslüman yaşıyordu.
Yerli müslüman halkın "macur" ya da "muhacir" olarak adlandırdıkları göçmenler ile yerli halk arasında göçmenlerin Bursa’nın bazı geleneklerini bilmemesi nedeniyle şikâyetler doğuyor küçük çaplı çatışmalar yaşanıyordu. Bursa’ya gelen bu göçmen hareketi sadece olumsuzluk yaratmamış, bu çalışkan göçmenler Bursa’nın ekonomisine de önemli katkılarda bulunmuşlardı. Onlarla birlikte Bursa’da esnaflık ve özellikle ziraatta önemli gelişmeler yaşanmıştı.
Pazarcı ailesinden Hacı Tevfik Pazarcı'nın torunu Mehmet Necip Pazarcı Bey'in verdiği bilgilere göre, Lofça'dan Anadolu'ya göçen ve Bursa'ya yerleşen Hacı Tevfik Pazarcı'nın babası Mehmet Necip Bey, Bursa'nın o dönem zenginlerinden Hasan Cevat Bey'in kızı Aliye Hanım ile evlenmiş ve 1897 yılında oğulları Tevfik Bursa'da dünyaya gelmişti. Bursa'nın eskilerinin "Lofçalılar" olarak tanıdığı Mehmet Necip Bey ailesi, Bursa'da Pazarcılık yapıyormuş, ki ailenin soyadı olan "Pazarcı" da oradan gelmektedir. Yine Bursa'da Fahrunnisa Hanım ile evlenen Hacı Tevfik Pazarcı Bey'in ilk çocuğu Maide, 1916 yılında Bursa'da dünyaya gelmiş. Hacı Tevfik Pazarcı Bey, 1924 yılından önce İstanbul'a göçmüş olmalı ki, ikinci çocukları Melih 1924 yılında İstanbul Göztepe'de dünyaya gelmiş. Hacı Tevfik Pazarcı İstanbul'da ticaret ile uğraşırmış. Hacı Tevfik Pazarcı 1925 yılında Köşkü aldıktan sonra da 1926 yılında üçüncü evladı Müfit dünyaya gelmiş.
Hacı Tevfik Pazarcı Bey 1967 yılında 70 yaşında vefat edince, variyeti üç evladı arasında pay edilirken, Erenköy Ethem Efendi Caddesi üzerindeki Köşk %80 oranında Müfit Pazarcı ve %20 oranında Maide Hanım arasında paylaşılmış ve halen de o şekilde devam etmektedir.


1918’de Galatasaray Lisesi’nden, 1924’de de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olup, 1929-33 yılları arasında Belçika'da Liège Üniversitesi Tıp Fakültesi Bavière Hastanesi’nde, Léon Frédérique Fizyoloji Enstitüsü’nde, daha sonra Paris Tıp Fakültesi La Pitié Hastanesi Clinique Médicale’de ihtisasını tamamlayıp Türkiye’ye dönen, çeşitli okullarda Okul Hijyeni öğretmenliği yaptıktan sonra Maarif Vekaleti’nde Sıhhat Daire Başkanlığı’nı yürütüp 1973 yılında vefat eden, Dr. Baha Gelenbevi’nin kızı, Sevim Yücesoy ve diğer kızı İnci’den olan torunu Yasemin Pirinçcioğlu, TMMOB Mimarlar Odası’nın düzenlediği bir söyleşide Mustafa Kemal Atatürk döneminin tanınmış bir mimarı olan büyük amcalarını anlatıyorlardı;

“... Efendim şimdi şöyle, o köşkten bahsediyordum ya, Ethem Efendi’deki Mehmet Fuat’ların köşkü, o köşkün karşısında Hoşyar’ın (amcamın kızı) evlendiği adamın köşkü var. Orada birisini sevdi. Oraya o zamanlar birçok genç oğlan

geliyordu, amcam çok sosyal bir adamdı. Işıklar yakmıştı bahçenin ortasında bir yere, hep müzik çalar dans ederdik ( anlaşılan amcaları ve ailesi o yıllarda Mehmet Ali Paşa'nı kiracısı olarak yaz aylarını köşkün bahçesindeki binalardan birinde geçirirlermiş)O yıllarda o şekilde yaşadık. Böyle kapalı kutu şeklinde yaşamadık, ama karşı köşkte oturanlardan bir gence aşık oldu Hoşyar. O zamanlar daha 16 yaşındaydı. Liseye gidiyordu. Sonra da amcama söylemeden

evlendirdiler Hoşyar’ı… O önce evlendi, 16 yaşındaydı yani çok

genç evlendi. Bir tek babasına haber vermediler ve sonrasında hatta evine de göndermediler. Levent’te güzel bir evi vardı, bir kere bile görmedi Hoşyar o evi. Çok üzüldü tabii, amcam da çok üzüldü.”


Hidiv İsmail Paşa var, duymuşsunuzdur herhalde. O yengemin yani prenses Nermin’in (amcamın ilk eşi) dedesi oluyor… Nermin de Kral Faruk’la kardeş çocuklarının çocukları oluyor. Dedeleri birbirleriyle kuzen… Amcam ile evlilerken oradan muazzam para gelirdi, yani Mısır’dan. Ta ki Kral Faruk zehirlenene kadar…

(Kral Faruk'un zehirlenerek öldüğü bir rivayettir, Nasır Darbesi'nden sonra Roma'ya yerleşen Eski Mısır Kralı Faruk, Fransa ve Monako’da hızlı bir hayat sürmüş, yemeğe düşkünlüğü nedeniyle aşırı kilo almış ve 18 Mart 1965’te Roma’da kalp krizinden ölmüştü)

Birçok hatıralarımız var, çok yakındık.

Dediğim gibi babam annemden ayrı olduğu için o Ankara’daydı, sonra ben döndüm bu tarafa, annemin yanına geldim. Ama daha çok amcamın yanında yaşadım… Amcamın da hemen Taksim Meydanı’nda bir dairesi vardı. Hâlâ duruyor, Uğurlu

Palas’ta bir katı vardı. Ben de yatılı okudum, o nedenle hafta sonları oraya giderdik. Ondan sonra derslerimizi

yapar, eğlenirdik. Amcamın da meşhur heykeltıraş Kenan Yontuç

vardır, arkadaşı; o da hep gelirdi, hep bizim yanımızdaydı. Adeta bizim evde yaşardı.”


Bahsedilen amca, 1730’da Manisa’nın Kırkağaç ilçesine bağlı Gelenbe’de doğmuş, İstanbul’a gelerek Fatih Medresesi’nde tahsilini tamamlamış, 1763 yılında Müderrislik sınavını kazanarak 33 yaşında müderris olmuş, Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun ile İstihkâm Mektebi gibi bazı öğretim kurumlarında riyâziye hocası olarak görev yapmış, son Osmanlı Matematikçisi Gelenbevî İsmâil Efendi’nin soyundan, Dr. Nasih ve Mevhibe hanımdan 1903 yılında dünyaya gelen Abdürrahim Seyfettin Nasih’ti ve biri ikizi olmak üzere üç erkek, bir kız kardeşi daha vardı. Bahsedilen Ethem Efendi Caddesi üzerindeki köşk, Arif Hikmet Paşa’nın Köşkü, köşke gelin giden de Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın torunlarından Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım ile evliliğinden doğan Hoşyar Hanım’dır.


Abdürrahim Seyfettin Nasih, ikizi Baha ile birlikte İlkokul eğitimini Kadıköy Fransız Mektebi’nde,  Ortaokul eğitimini de Galatasaray Lisesi’nde almıştı. Daha sonrasında Sanayi-i Nefise Mektebi Mimarlık Bölümü’nde eğitimine devam eden Abdurrahim Seyfi Nasih, Vedat tek Atölyesi’nden 1927 yılında birincilikle mezun olmuş, akademinin son yıllarında İdare-i Fenniye Özel Mühendislik Şirketi’nde çalışan Seyfi, Çanakkale Abidesi Yarışması’nda aldığı derece sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ihtisas yapması için Avrupa’ya gönderilmişti.
Bir süre Fransa’da kalmış, ardından Almanya’ya Berlin’e geçmişti. Almanya’da Charlottenburg Technical University ve Berlin Yüksek Teknik Okulu Mimarlık bölümüne devam etmiş, ünlü dışavurumcu mimar Ord. Prof. Hans Poelzig’in (1869-1926) öğrencisi olmuş, onun stüdyosunda da çalışma şansına sahip olmuştu. 1933’te Türkiye’ye dönen Abdurrahim Seyfi Nasih, mecburi hizmetini ödemek için Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’ne atanmış, o sıralarda aslında bir Sanat Tarihçisi olan ressam, yazar Celal Esat Arseven (1875-1971) tarafından verilen Şehircilik derslerini onunla birlikte vermeye başlamıştı. Celal Esat Arseven, onun için Avrupa’dan döndüğünde “Bir Yıldız doğdu” diye yazmıştı.

Abdurrahim Seyfi Nasih, 1933 yılında açılan Çankaya Hariciye Köşkü Proje Yarışması’nda birincilik ödülünü kazanmış, o sırada Suadiye’de İhsan Sami Garan Villası’nı tasarlamış ve anne tarafından Mısır Hidiv Hanedanı’na mensup, Hidiv İsmail Paşa'nın torunu Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım ile evlenmişti.
Hidiv İsmail Paşa
(12 Şubat 1830- 2 Mart 1895)

 Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'dan olan torunu İsmail Paşa, 1863 yılında vefat eden amcası (Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın dördüncü oğlu) Mehmed Said Paşa'nın (1822-1863) yerine 1863 yılında 5. Mısır Valisi olmuştu. Aynı yıl İstanbul'a gelmiş, Sultan Abdülazlz'i Mısır'a davet etmiş, Sultan Abdülaziz'in Mısır'ı ziyaretinde, gözüne girerek, ondan meşakkatli uğraşlar sonucunda, ancak üç yıl sonra 1866'da Mısır Hidivliği'ni kopartabilmişti.

1841 yılında Mehmed Ali Paşa'ya verilmiş olan fermana göre yeni valinin, Mısır Valiliği'ne geçer geçmez Valilik Fermanını almak üzere bizzat İstanbul'a gitmesi gerekirdi. Bu nedenle İsmail Paşa 29 Mart (Şaban 1257) 1863'te yerine amcası Halim Paşa'yı naip bırakarak padişaha teşekkürlerini arz etmek ve fermanı resmen almak üzere İstanbul'a yanında Osmanlı Devlet erkanına dağıtmak üzere değerli hediyeler ile birlikte gelmişti. Padişah Sultan Abdülaziz ile (ki teyzesinin oğludur) protokol kaideleri dışında başbaşa görüşmüş, ona amcası eski Mısır Valisi Mehmed Said Paşa'nın 1851'de İngiltere'ye sipariş ederek yaptırdığı ve 23 Aralık 1852'de denize indirilen, buharla işleyen 119,2 metre uzunluğunda, 12,2 metre genişliğindeki Feyz-i Cihad vapurunu hediye ederek Mısır'ı ziyarete davet etmiş, Sultan Abdülaziz de bu daveti kabul etmişti. Vapurun adı daha sonra Sultaniye olarak değiştirilmiş, Sultan Abdülaziz Avrupa'yı ziyaret eden ilk Osmanlı Padişahı olarak yaptığı o ünlü yolculuğuna bu vapur ile çıkmıştı. Sultaniye 1905 yılında İzmir'de hizmet dışı bırakılmış, Trablusgarb Savaşı sırasında, 20 Nisan 1912'de de savunma amacıyla, İzmir liman girişini İtalyan gemilerine kapatmak üzere batırılmıştı.
Sultaniye Vapuru Dolmabahçe Sarayı önünde

İsmail Paşa amacı olan Mısır Hidivliğini almak konusunda çok kararlıydı ve bu konuda Bab-ı Âli'ye su gibi altın akıtıyordu. Ayrıca Padişah'a para kazandırmak için Avrupa'da borsa oynuyor, kazanırsa Sultan Abdülaziz'in namına, kaybederse kendisine sayıyordu. Sultan Abdülaziz'in Mısır parası karşısında hep zaaf gösteriyordu, Padişahın üzerinde büyük etkisi olan Pertevniyal Valide Sultan da İsmail Paşa'yı destekliyor ve "...aklı varsa arslanıma (Abdülaziz) altın göndersin... Tez yollasın, bizi bekletmesin..." dediği rivayet ediliyordu.
Sultan Abdülaziz 4 Nisan 1864'te yerine kaymakam olarak Sadrazam Yusuf Kamil Paşa'yı bırakarak, yanında Veliaht Murad, Şehzade Yusuf İzzeddin, Şehzade Abdülhamid, Şehzade Reşad ve Bahriye Nazırı Mehmed Ali Paşa ile birlikte Sultaniye Vapuruyla yola çıkmıştı. Bu o güne kadar görülmemiş bir olaydı, zira Sultan Abdülaziz, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi'nden bu yana Mısır'a ziyarete giden ilk padişah olacaktı. Ayrıca Padişahların Sefer-i Hümayunlar dışında uzak eyaletlere gitmeleri, payitahttan uzun süreyle ayrılmaları hep mahzurlu sayılmıştı.

Sultan Abdülaziz 8 Nisan'da İskenderiye'de İsmail Paşa ve Mısır halkı tarafından coşku ile ve sevinç gösterileriyle karşılanmıştı. Sultan Abdülaziz İskenderiye'den ilk kez gördüğü trene binerek Kahire'ye geçmişti. Bu ziyaret sırasında İsmail Paşa Mecidi Nişanı ile taltif edilmiş, annesi ve üç eşine 3 milyon frank değerinde mücevherat takdim edilmiş, dört oğlunun her birine de feriklik rütbesi verilmişti. İsmail Paşa'da bunun altında kalmamış, hem padişaha hem de mahiyetindekiler verilmek üzere bir gemi dolusu hediye takdim etmişti. 14 Nisan'da Piramitleri ve Sfenks'i de ziyaret eden Sultan Abdülaziz, Mısır'da on gün kaldıktan sonra, kaldığı sırada gördüğü misafirperverlikten memnun kalarak, İsmail Paşa'ya, "... himmet ve gayretiniz sayesinde Mısır ahalisinin daha ziyade mesut ve müreffeh olacağını ümit ederim" demiş ve yola çıkıp İzmir'e de uğrayarak 16 Nisan'da İstanbul'a varmıştı.
İsmail Paşa'nın gayretleri boşa çıkmamış sonunda 12 Muharrem 1866 tarihinde Sultan Abdülaziz'in verdiği bir ferman ile Mısır Valiliği veraset sistemi tadil edilerek ekberiyet kaidesi esas alınmış, o güne kadar Osmanlıya ödenen seksen bin kese vergi yüzelli bin keseye çıkarılmıştı (her yıl yedi yüz elli bin Mecidi Altını). Sultan Abdülaziz bu fermanı 30 Mayıs 1866'da İstanbul'a bir kez daha gelen İsmail Paşa'ya kendi eliyle vermişti. İsmail Paşa 19 Haziran 1866'da İstanbul'dan ayrılıp Mısır'a dönmüş, üç gün sonra da ferman İskenderiye'de Re'süt-Tin Sarayı'nda ulema'nın, ayan ve yabancı ülke konsolos ve memurlarının hazır bulunduğu bir törende okunarak yürürlüğe girmişti.

Böylece  İsmail Paşa, Hidiv ünvanını alan ilk vali olmuş, Mısır'ın yönetimi, veraset şekli ile, babadan oğula geçmek üzere Hidivlere bırakılmıştı. Amcası Mehmed Said Paşa'nın 1856 yılında İngilizlerin ve Osmanlının karşı çıkmasına rağmen, bir Fransız şirketine imtiyaz vererek, Akdeniz'i Süveyş kıstağı üzerinden Kızıldeniz'e bağlayacak ve 1859'da başlatılan bir kanal açma girişimini Vali ve Hidiv olduktan sonra devam ettirmiş, hatta kendi varlığından bir milyon altı vererek sonuçlandırması onun en büyük hizmeti ve başarısı olmuştu.

Daha sonraki yıllarda İsmail Paşa'nın yaptığı dış borçlanmaların 100 milyon sterline ulaşması, Mısır'ın zor duruma düşmesine neden olmuş, zaten Hidiv'e diş bileyen Sultan II. Abdülhamid 26 Haziran 1879'da İsmail Paşayı azl etmiş, yerine Halim Paşa'yı getirmek istese de değişen veraset usulü gereğince ve Avrupa Devletlerşi'nin itirazı sonrasında İsmail Paşa'nın oğlu Mehmed Tevfik Paşa'yı tayin etmişti.
Azl edilmesinden sonra derhal Mısır'ı terketmesi istenen İsmâil Paşa önce Napoli'ye gitmiş, daha sonra padişahın imzaladığı bir buyruk ile affedilmiş, İstanbul'a gelerek Emirgân'daki köşkünde yaşamaya başlamış, 2 Mart 1895'te de vefat edince cenazesi Mısır'a götürülmüştü.

Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım, 10 eşi [Şöhret (Shahrat Faza 1890), Nurcihan (Nur-Djehane 1900), Şevkinur (Shafika Nour 1884), Nurfelek (Nour Felek), Mislimelek (Misl Malak 1889), Cananyar (Djananiar 1827-1912), Cihanşah (Djehan Shah 1905), Feryal (Ferial), Mislicihan (Misl Djehane 1895), Neşedil (Nashaat-Dil 1857-1924) ] ve onlardan yedisi kız ( yaş sırasına göre; Tevhide, Fatma, Zeyneb, Emine, Cemile, Emine Azize ve Nimetullah), yedisi erkek (yaş sırasına göre; Mehmed Tevfik, Hüseyin Kamil, Hasan, İbrahim Hilmi, Mahmud, Ahmed Fuad ve Ali Cemal) toplamda 14 çocuğu olan, Hidiv İsmail Paşa'nın, (Djananiar) Cananyar Hanım'dan (1827-1912) dünyaya gelen dördüncü oğlu Müşir (Mareşal) İbrahim Hilmi Paşa'nın (1860-1927) torunuydu.
3 yaşındaki Müşir İbrahim Hilmi Paşa, Babası Mısır Valisi İsmail Paşa ile Valilik Fermanını bizzat almak üzere
İstanbul'a geldiği sırada, Sultan Abdülaziz'i ziyaretlerinde, 1863

İbrahim Hilmi Paşa'nın halası Al-Amira Nimetullah Hanım ile Mahmud Muhtar Paşa'nın kızları Emine Fuat Tugay, yazdığı "Bir aile üç asır" adlı kitabında dayısını şöyle anlatıyor;
"İbrahim Hilmi Paşa'ya dört (3) yaşındayken Sultan Abdülaziz tarafından müşir rütbesi verilmişti. Eski bir fotoğrafta müşir üniforması içindeki minicik çocuk mahcup bir halde babasının eline sıkı sıkıya yapışmış. Fotoğraf Hidiv İsmail'in padişaha şükranlarını arz edip saygılarını sunmak üzere onu saraya beraberinde götürdüğü zaman çekilmiş. Bana anlatıldığına göre padişahın ihtişamından korkan zavallı çocuk uygunsuz bir iş yapmış ve ayaklarının dibinde küçük bir gölcük oluşunca Sultan Aziz buna pek gülmüş. Ama ilerde askeri kariyeri seçmediğinden gelecek vaat eden bu başlangıcın bir yararı olmamış."  

İbrahim Hilmi Paşa
(1860-1927)

Başka bir kaynakta İbrahim Hilmi'ye müşir rütbesi yanısıra Mîrmîran Paşa (Beylerbeyi) kişisel unvanı da vermişti Sultan Abdülaziz. Emine Fuat Tugay, dayısı İbrahim Hilmi'yi anlatmaya "ilgisi entellektüel konulardı" diyerek şöyle devam ediyor;
"... Hemen her konuda kitaplarla dolu kütüphanesi bunu gösteriyordu. Prens İbrahim Hilmi hayatın sunduğu her şeyden keyif alan, yemek düşkünü bir epiküryendi (Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden Yunanlı Epikuros'un (MÖ 341-270) ; "bedenin ihtiyaçları giderildiğinde insan daha da mutlu olur.'' sözüyle özetlediği, hayattan keyif alma felsefesi). Orta boylu, açık tenli, mavi gözlüydü ve yüz hatları sarkıktı. "
İbrahim Hilmi Paşa
(1860-1927)

İbrahim Hilmi Paşa'nın Kamer (Qamar, 1908), Nazime (Nazima 1863-1909 veya 1913) ve Vicdan (Vijdan 1891-1944) adında üç eşi, Kamer hanımdan bir kız, Nazime Hanımdan ise üç kız, bir erkek olmak üzere [ Saliha (1878-1953), Naime (1886-1950), Hoşyar (1889-1918), Mohamed İbrahim Hilmi (1889-1919) ve Zeyneb (1897-1959)] toplamda beş çocuğu olmuştu.
Emine Fuat Tugay dayısı İbrahim Hilmi'nin Nazime Hanım ile evliliklerini şöyle anlatır;
"... Prens İbrahim Hilmi, annem (Al-Amira Nimetullah Hanım) La Favorita'da (İtalya Sorrento Limanında bir Hotel) iken evlenir. Dedemin ikinci eşi olan annesi (Cananyar Hanım) birkaç yıl önce oğlu ile evlendirmek düşüncesiyle sarışın, mavi gözlü güzel bir Çerkes kız satın almış. Kız gelecekteki mevkiine göre eğitilerek İtalya'da bir rahibe okuluna gönderilmiş. Annem La Favorita'ya geldiğinde 16 yaşında olan Nazime de okul tatili nedeniyle oradaymış. Neşeli ve hayat doluymuş, istikbaldeki kocasından çok çocuklarla vakit geçirirmiş. Sesi çok güzel olduğu ve bütün gün şarkı söylediği için ona Rossignol (bülbül) adını takmışlar. Dayım bir yıl sonra onunla evlenerek Mısır'a yerleşmiş. Sıcak mevsimde seyahate çıkarak babasına da (Hidiv İsmail Paşa) gelirlermiş."
Nazime Hanım

Yaz aylarını, ailesiyle birlikte, Osmanlı Hanedanından bir çok kişi gibi, temiz ve sağlıklı havası, nefis kaynak suları, Marmara ile Adalar'ın, İstanbul'un ve Boğazın bir kısmını içine alan panoramik manzarasıyla çok cazip bir yer olan Üsküdar'ın ardındaki Büyük ve Küçük Çamlıca tepelerinde geçiren İbrahim Hilmi Paşa'nın 5 Haziran 1863'te İstanbul doğan ve 8 Eylül 1909 veya 11 Kasım 1913'te yine İstanbul'da vefat eden eşi Nazime Hanım'dan, biri kız dördü erkek beş çocuğu olmuştu. 1889 yılında dünyaya gelen o tek kız çocuğunu, Al-Amira Hoşyar (Khushiyar) Hanım'ı, Emine Fuat Tugay şöyle tasvir etmişti;
" ... üç kızdan en büyükleri Prenses Naime altın sarısı saçları , mavi gözleri, süt gibi ten, ve gül yanaklarıyla ışık saçan güzellikteydi ama, kız kardeşi Hoşyar'ın inanılmaz güzelliği onu gölgede bırakırdı. Hoşyar uzun boylu ve fidan gibiydi. Zambak benzeri beyaz teninin daha da ortaya çıkardığı simsiyah saçlara, deniz yeşili iri gözlere ve kiraz rengi dolgun dudaklara sahipti."
Al-Amira Hoşyar (Khushiyar) Hanım (Anneanne)

Al-Amira Hoşyar (Khushiyar) Hanım, Tuğamiral "Abdullah" Hakkı Paşa'nın Osmanlı Bahriyesinde subay olan oğlu Enver Hakkı Bey ile evlenmiş ve iki kızları olmuştu. O iki kızdan biri Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım'dı.
Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım'ın babası Enver Hakkı Bey, 1902-1911 yılları arasında Atina'da Deniz Ateşesi olarak görev yapmış, 1911-1913 yılları arasında İtalya-Osmanlı ve Balkan Savaşları sırasında, 1910 yılında Almanya'dan satın alınarak Osmanlı Donanmasına katılan ve 8 Ağustos 1915'te Çanakkale'de İngiliz denizaltısı HMS E11 tarafından torpidolanarak batırılan, Barbaros Hayreddin zırhlısında Bahriye Binbaşısı olarak görev almıştı. 1914 yılında İmparatorluk Deniz Harp Okulu'nda eğitim Subayı olarak ve 10 Temmuz 1915, 15 Ağustos 1917 tarihleri arasında da Güverte Subayı olarak hizmet vermişti.

Al-Amira Hoşyar (Khushiyar) Hanım'ın 23 Temmuz 1886'da İstanbul'da dünyaya gelen kendinden 3 yaş büyük olan ablası Al-Amira Naime (Naima) Hanım, Sultan II. Abdülhamid döneminde 12 Ocak 1881'den başlayarak iki kez bahriye nazırlığı yapmış, ikinci kez getirildiği bu görevden 27 Temmuz 1903 tarihinde vefatına kadar toplam 23 yıl ile en uzun süre Bahriye Nazırlığı yapan Bozcaadalı Hüseyin Hüsnü Paşa'nın ikinci oğlu Komodor Mustafa Sürreyâ Bey ile ikinci eş olarak 23 Nisan 1905'de nikahlanmış, çiftin düğünü ise Mustafa Sürreyâ Bey'in ilk eşi Hatice Canan Hanım'ın 12 Şubat 1907'de, 23 yaşında vefat etmesinden 3,5 yıl sonra, 18 Kasım 1910'da yapılmıştı. Al-Amira Naime Hanım, 22 Mart 1950'de vefat etmişti.
Barbaros Hayreddin Zırhlısı, Selanik Limanında
I. Dünya Savaşı'nın başlarında Almanya İmparatorluk Donanması'na ait Moltke sınıfı Muharebe Kruvazörü SMS Goeben ve Magdeburg sınıfı hafif kruvazör SMS Breslau, Birleşik Krallık Donanması'na bağlı gemiler tarafından Akdeniz'de Tunus yakınlarında sıkıştırılmış ve yakın takibe alınıp kovalanmaya başlamıştı. SMS Goeben ve SMS Breslau yakın takibe rağmen Çanakkale Boğazına doğru kaçmaya muvaffak olmuşlardı. 8 Ağustos 1914 günü, Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığına "Başkumandan vekili Enver (Enver Paşa)" imzalı şifreli bir telgrafla iletilmiş ve "Almanya hükûmetinin Goeben ve Breslau ismindeki sefain-i harbiyesinin (savaş gemilerinin) düşmanla muharebeye tutuşmuş olmaları muhtemeldir. Sefain-i mezkure (adı geçen gemiler) boğaza iltica ederlerse duhullerine (girişlerine) müsaade ve kabul ediniz." denilmişti.

10 Ağustos saat 17.00'de iki gemi, Kütahya torpido botunun kılavuzluğunda Çanakkale Boğazı'ndan içeri alınmış, mevcut iki mayın hattının Rumeli yakasındaki geçitten geçirilmiş ve saat 19.30'da Nara Burnu'nda demirlemişlerdi. SMS Goeben ve SMS Breslau burada üç gün demirli durumda bekletildikten ve 13 Ağustos'ta Erdek'te kömür ikmali yaptırıldıktan sonra, 16 Ağustos'ta Tuzla'ya ulaşmış, ardından da İstanbul'a demirlemişlerdi. Bu durum başta Rusya olmak üzere, Fransa ve özellikle de Britanya'nın sert protestolarına neden olmuş, savaşta hâlâ tarafsız olan Osmanlı Devleti uluslararası anlaşmalar gereği Alman gemilerinin boğazlardan geçişini önlemekle yükümlü olduğu için Alman büyükelçisinin önerisiyle gemilerin Türk donanmasına katılması kararlaştırılarak bu sorun giderilmeye çalışılmıştı. Bu gemiler için 500.000 altın lira ödendiği ve isimlerinin de (Goeben) Yavuz ve (Breslau) Midilli olarak değiştirilerek Osmanlı Donanması'na dahil edildiği bildirilmişti. Britanya, Akdeniz'deki bir tehdidin azalması açısından bundan memnuniyet duymuştu. 16 Ağustos'ta gemilerin resmi devir töreni yapılmış, Alman bayrakları indirilerek direklere Osmanlı bayrakları çekilmiş ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa gemileri Osmanlı donanmasına kabul etmişti. Ertesi gün Alman mürettebata fesler dağıtılmış, gemilerin Alman Komutanı Wilhelm Anton Souchon (1864-1946) Donanma Komutanı olarak ve Alman mürettebat, Osmanlı Donanması mensubu gibi görevlerine devam etmişti.
Yavuz (sol arkada) ve Midilli (sağda) Tarabya'da (yazıyor olsa da büyük bir ihtimalle İstinye Koyunda) 1917

29 Ekim 1914'te Yavuz ve Midilli Karadeniz'e açılarak Rus gemileri ile çatışmış, onları batırmış, Sivastopol ve Odessa liman kentlerini bombalayarak geri dönmüşlerdi. 1 Kasım günü Rusya, bu bombardımana tepki olarak Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ederek Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na katılmasına sebep olmuştu. 2 gün sonra 3 Kasım'da Fransız ve İngiliz gemileri Çanakkale Boğazı'ndaki Türk savunma tabyalarını bombalamış, iki gün sonra da resmen savaş ilan etmişlerdi.

9 Eylül 1914’te Bahriye Nezareti 9 Eylül 1914'te, Amiral Souchon’u donanma birinci komutanlığına atarken, o güne kadar bu görevi yürüten Yarbay Arif’i de donanma ikinci komutanlığına atamıştı. Bu arada Yavuz dretnotunun ikinci komutanı Binbaşı Madlung, filotilla komodorluğuna atanırken, Souchon’un Alman kurmay subayı Binbaşı Wilhelm Busse, Türk kurmay subayı ise Yarbay Enver Hakkı Bey olmuştu. Wilhelm Anton Souchon, 9 Eylül 1914 - 24 Ağustos 1917 tarihleri arasında üç yıl boyunca Osmanlı Donanma Komutanlığı yapmış, Eylül 1917'de Almanya'ya dönmüş, Açık Deniz Filosu, Dördüncü savaş gemisi Filosu komutasını devralmış, Savaşın sonunda, Kiel'de İmparatorluk Donanmasına komuta etmişti. Amiral Souchon, 13 Ocak 1946'da Bremen'de 82 yaşında vefat etmişti.

I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti ve İtilaf Devletleri arasında Limni Adası'nın Mondros Limanında demirli Agamemnon Zırhlısında 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Mütarekenamesi'nin 6. ve 9. maddeleri hükümlerince, Osmanlı sularında ve Osmanlı Devleti tarafından işgal edilen sularda bulunan bütün savaş gemileri teslim olacak ve gösterilecek Osmanlı limanlarında tutuklu bulunacaklardı. Zaten Donanma Komutanı Tuğamiral Arif Bey’in 5 Ekim 1918’de Turgut Reis zırhlısından forsunu indirmesiyle bu makam ve donanma ortadan kalkmıştı. Bu arada büyüklüğünden dolayı Haliç’e sokulamayan Yavuz dretnotu 9 Aralık 1918’de İstinye’den hareketle iki İngiliz muhribinin eşliğinde İzmit’teki Tuzla Körfezi’ne gönderilmiş, kaçırılmaması için de dört tarafına birer İngiliz savaş gemisi demirletilmişti. Böylelikle Yavuz’un on bir senelik atalet dönemi başlamıştı. Nöbetçiler dışındaki personel gemilerden çıkartılıp, topların kamaları, kazanların kapakları sökülerek cephaneleri ile birlikte Ok Meydanı’ndaki deniz depolarında müttefik askerlerinin gözetimine bırakılmıştı. Yavuz’un elektrik ve kalorifer aksamı bile bizzat gemi tarafından değil gemiye yanaşan bir römorkör tarafından sağlanmıştı. İngiliz savaş gemilerinden zaman zaman gemiye gönderilen subay kurulları gemi içindeki faaliyetleri kontrol etmişler, İngilizler Yavuz’u, tabiri caizse, göz hapsine almışlardı. İngiltere’den gelen mühendislerin Yavuz'un teknik özelliklerini araştırdıkları bu dönemde, geminin İngiltere’ye çekilmesi de düşünülmüş olabilirdi. Türk denizcileri bu ihtimali sezdiklerinden olsa gerek, başta gemi komutanı Albay Enver Hakkı Bey’in çabalarıyla, Türk denizciler sahte de olsa, İngiliz askerleriyle sıkı bir arkadaşlık kurmuş, ortak maç ve spor faaliyetleri ve eğlencelerle onları oyalamaya çalışmışlardı. Emekli Tümamiral Afif Büyüktuğrul, "Büyük Atamız ve Türk Denizciliği" kitabında “İngilizler gerçekten Yavuz’u götürmek istemişler miydi? Bunu kesinlikle bilmemekteyiz. Fakat Türk denizcilerin böyle bir ihtimale karşı her türlü tedbirleri aldıkları, batırmayı bile hazırladıkları kesindi.” diye yazmıştı.
Kral Faruk ve Kraliçe Farida’nın Kahire'deki Qubba Sarayı'ndaki (Koubbeh) düğününde, toplu aile fotoğrafı, 20 Ocak 1938

Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım Kahire'de, annesi Hoşyar Hanım'ın ilk Mısır Kralı olan amcası
I. Ahmed Fuad'ın oğlu
Kral Faruk ve Kraliçe Farida’nın Kahire'deki Qubba Sarayı'ndaki (Koubbeh) düğününde, toplu aile fotoğrafı, 20 Ocak 1938


İlginçtir, Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım'ın babası Enver Hakkı Bey'in bugün hayatta olan dördüncü kuşaktan torunlarından Furkan Pazarcı ve Mustafa Eröğüt İngilizleri futbol ile oyalayan büyük büyük dedeleri gibi futbola meraklılar ve futbol camiasındalar.
Enver Hakkı Bey, 5 Aralık 1918'de İstanbul'da vefat etmişti.

1934 yılında Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım ile evlenen Abdürrahim Seyfettin Nasih'in, 1935 yılında kızı Hoşyar dünyaya gelmişti.
Abdürrahim Seyfettin Nasih, Çankaya Hariciye Köşkü Proje Yarışması’ndaki birincilik derecesinin ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün özel mimarı olarak birçok projeyi; inşaatını 43 günde tamamladığı ve 14 Ağustos 1935 günü açılışını yaptığı Florya Deniz Köşkü’nü (1935), Florya Cumhurbaşkanı Umumi Katiplik Dairesi’ni (1935-1936), Cumhurbaşkanlık Yaverlik Dairesi’ni, Belediye (İller) Bankası Genel Müdürlüğü’nü (1936-1937), Üçler Apartmanı’nı (1933-1936), Kozlu ve Üzülmez’de İşçi, Memur ve Mühendis Konutları ve Sosyal Tesisleri’ni (1934-1936) ve Tahran ve Şimran Kışlık ve Yazlık Türkiye Büyükelçilik Binası’nı (1937-1938) ve birçok önemli mimari tasarımı gerçekleştirmişti. Mustafa Kemal Atatürk'ün isteği üzerine, onun kızkardeşi Makbule Atadan'ın kullanımı için Camlı Köşk'ü mobilyalarına varana dek tasarlamış ve inşaa etmişti. Ancak Camlı Köşk, Atatürk’ün vasiyeti gereği kızkardeşinin vefatından sonra Misafir ve Başvekil Köşkü olarak kullanılmıştı.

21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen, 2 Temmuz Pazartesi günü Resmi Gazete'de yayımlanarak, 2 Ocak 1935 Çarşamba günü yürürlüğe giren ve her Türk vatandaşına bir soyadı taşıma yükümlülüğü getiren 2525 sayılı kanunun ertesinde, birçok yakınına, teşrik-i mesaide bulunduğu kişiye soyadları konusunda öneride bulunan hatta telkin eden Mustafa Kemal Atatürk, artık çok yakın olduğu, babasının adını soyadı gibi kullanan ve kanun sonrasında Erkan soyadını almayı düşünen mimar Abdürrahim Seyfettin Nasih’e; 

“Sey­fi Bey senin kanında sanat var, senin soyadını ben vereceğim, ‘ar’ öz Türkçe‘de ‘sanat’ demektir ve bundan sonra senin adın Seyfi Arkan’dır” demiş, Seyfi Bey gibi diğer aile fertleri de bunu büyük bir mutlulukla kabul etmişler ve o günden sonra Arkan soyadını kullanmışlardı.


Mustafa Kemal Atatürk;

“Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir.” demişti. Hedefi, Dilin eski devirlerine ve kaynaklarına kadar inen araştırmalarla, Türkçe’nin zenginliğini ortaya koymak ve Türkçeyi uzun vadede çağdaş medeniyetin gerektirdiği her türlü ihtiyacı karşılayabilecek kelime ve kavramlara sahip, yaratıcı, işlek bir dil durumuna getirebilmekti, böylelikle Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtaracaktı.


Dilimizin Türkçeleştirilmesi konusunda bir çok çalışmalar yapmış; boyut, beşgen, dörtgen, üçgen, eşkenar, ikizkenar, köşegen, paralel kenar, teğet, yamuk, artı, eksi, toplam, alan, boyut, dikey, yatay, yanal, yüzey, eşit, kesit, oran, tüm, türev, uzay, gerekçe, kutsal, erdem, konut, ısı, kurmay, subay, kıvanç, esenlik, erdem gibi bir çok kelime kazandırmış olan Mustafa Kemal Atatürk;

“Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar.” demişti.

Mustafa Kemal Atatürk, mimar Abdürrahim Seyfettin Nasih’e “Arkan” soyadını vermekle kalmamış, onun 1935 yılı yazında (muhtemelen 6-7 Ağustos 1935) dünyaya gelen kızına, ikbal, kader (alın yazısı), meymenet, şans (uğur), şerare ve talih anlamlarına geldiğini de belirten bir not kağıdı hazırlayarak “Sur” adını vermişti.

Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazıp, mimar Seyfi Arkan’a verdiği notun orijinali,
Milli Saraylar Arşivi, Seyfi Arkan Dosyaları içerisindedir.
(Bu görsel bir düzenlemedir, orijinal görüntüsü değildir.)

Yeni doğan kız çocuğuna Atatürk’ün verdiği  “Sur” adının yanısıra, Arapçada ve eski Türkçe’de aklı başında anlamına gelen ( خوشيار ) Khoshyar “Hoş-yar” adı da verilmiş ve daha ziyade o isim kullanılmıştı. Büyük bir olasılıkla bu ismi, annesi Al-Amira (Prenses) Emine Nermin tercih etmişti, zira bu isim onun annesinin adıydı. Al-Amira (Prenses) Emine Nermin’in büyük dedesi Hidiv İsmail Paşa’nın annesinin adı da “Khochiar” (Hoshiyar, Khoshyar) Hanımdı. Ayrıca, Hidiv İsmail Paşa’nın annesi Khochiar Hanım, Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım'ın anneannesi Nazime hanım gibi Çerkesti ve Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın kızkardeşiydi. Dolayısıyla Mısır Hidivi İsmail Paşa ile, Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz kardeş çocuklarıdırlar. Bu da o dönem Osmanlı-Mısır ilişkilerindeki yakınlığın bir işaretidir.

 

Seyfi Arkan ve ikinci eşi Kader Hanım Taksim'de, 50'lerin başı

 Kaynaklarda Mimar Seyfi Arkan'ın, 1938 yılında Al-Amira (Prenses) Emine Nermin Hanım'dan boşandığı belirtiliyor olsa da Hoşyar Hanım'ın ortanca oğlu Mehmet Necip Pazarcı'nın verdiği bilgiye göre, 1944 yılında boşanmış olmalılar zira kızları Hoşyar onlar ayrıldıklarında 9 yaşındaymış. Mimar Seyfi Arkan, 1947 yılında ikinci eşi Kader Hanım ile evlenene kadar daha düzensiz bir hayat sürmüş, ancak asla bohem bir hayatı savunmamış ve bu şekilde yaşamamıştı.

Yüksek Mimar Seyfi Arkan, sağlık problemleri nedeniyle kaldırıldığı hastanede kalp krizi geçirerek 15.7.1966 Cuma günü vefat etmiş, cenazesi 17 Temmuz Pazar günü ikindi namazını müteakip Şişli Camii’nden kaldırılarak Zincirlikuyu’daki aile kabristanına defnedilmişti.

Abdürrahim Seyfettin Arkan'ın  vakıflarda kayıtlı olan şeceresi* Osmanlı Hanedanına kadar dayanmaktadır.  Kanuni Sultan Süleyman (1494-1566) ile Hürrem Sultan'ın (1502/06-1558) dünyaya gelen ilk oğulları Şehzade Mehmet (1521-1543) birinci kuşak olarak kabul edilirse, Abdürrahim Seyfettin Arkan, Şehzade Mehmet'in 16. kuşaktan, Kanuni Sultan Süleyman'ın da 17. kuşaktan torunudur.
Mehmet Necip Pazarcı Bey'in paylaştığı, annesi Hoşyar Hanım'ın baba tarafının seceresi

Soy ağacı, 6 Kasım 1543'te 22 yaşında çok genç yaşta vefat eden Şehzade Mehmet'in, vefatından kısa süre önce 1540-41 yıllarında dünyaya gelen 2. Kuşaktan tek çocuğu Hümâşah Sultan ile devam eder ve 3. Kuşak Mirâlem Mustafa Efendi,  4. Fatma Hanımefendi, 5. Derviş Mehmet Bey, 6. Safiye Hanımefendi, 7. Mehmet Efendi,
8. Abdülkadir Efendi, 9. Arif Efendi, 10. Derviş Mehmet Esat Beyefendi,
11. Abdülkerim Beyefendi, 12. Hatice Hanımefendi, 13. Mazhar Bey, 14.  Afife Hanımefendi (Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin erkek kardeşi Kadıasker**(Kazasker) Neş'et Molla'nın (ö:1907) eşidir. Neş'et Molla, ünlü Türk matematikçisi Gelenbevi İsmail Efendi'nin kızı Naile Hanım'ın torunudur ve kardeşi Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin kızı Ayşe Aliye hanım, 1891'de Hekim Cemil Topuzlu ile evlenmiştir. Bu evlilikten üç çocuk dünyaya gelmiştir; Muhiddin, Mehmet Ziya ve Selma. Çiftin oğulları Mehmet Ziya Bey de, Türkan Saylan'ın İsviçre kökenli bir ailenin kızı olan annesi Lili Mina Raiman'ın (Leyla) 1934 yılında babası ünlü bir müteahhit olan Fasih Galip ile evlenmeden önceki ilk eşidir. Lili Mina Raiman beş aylık hamileyken 28 Haziran 1935 tarihinde Beyoğlu Müftülüğü'ne giderek Müslüman olmuş ve adını Leyla olarak değiştirmişti), 15. Gelenbevizâde Mevhibe Hanımefendi ile sürer. Gelenbevizâde Mevhibe Hanımefendi'nin, Dr. Nasih Bey ile evliliğinden dünyaya gelen çocukları, Ticaret Bankası Genel Müdürlerinden Necmi Arkan, Dr. Ekrem Arkan, Dr. Ziya Bey ile evli Nesibe, Dr. Baha Arkan ve ikizi Abdürrahim Seyfettin Arkan'dır.
* Şecere: Bir soyun, bir ailenin bilinen en eski atasından başlayarak son üyelerine değin bütün bireylerini bir kökten çıkan ağaç görünümü içinde gösteren çizelge.

** Kadıasker (Kazasker): Osmanlı Devleti'nde, 16. yüzyıla kadar, kadı, müderris ve din görevlilerinin atanmasını yapan, kadı kararlarını bozma, değiştirme ve yeni kararlar oluşturma gibi yetkileri olan  şeri davalara bakan askeri hakimdir.

Seyfettin Arkan’ın “Atatürk’ün mimarı” olarak anıldığı ve onun ünlü sofralarında bulunduğu dönemde, ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı, onun için övgü dolu şu dizeleri yazmıştı;

El atsa, bir lahzada çölleri abad eder,
Her işinde münkesirdir, bin kalbi birden şad eder,
Öyle bir insan ki, işlerken düşünmez kârını,
Arkan adında buldu memleket imarını.


1951 yılında Erenköy Ethemefendi Caddesi'ndeki köşkte evlenen Müfit - Hoşyar Pazarcı çiftinin 1954'te Mukaddes (Eröğüt), 1957'de Mehmet Necip ve 1960'da da Cevat adında üç çocukları olmuştu. Müfit ve Hoşyar Pazarcı çifti, üç çocuğu ile birlikte vefat edene kadar bu köşkte yaşamışlardı. Hoşyar Hanım 18 Aralık 1997'de, Müfit Bey de 7 Temmuz 2005'te hakkın rahmetine kavuşmuşlar, 1992 yılında Köşkün arka bahçesine 15 katlı Pazarcı Apartmanı inşaa edilmişti.
Müfit ve Hoşyar Pazarcı çiftinin en büyük çocukları Mukaddes Eröğüt Hanım'ın Berrin (Topbaş) ve Mustafa Eröğüt adında iki çocuğu, ortanca çocukları Mehmet Necip Pazarcı'nın Furkan, Faruk ve Fatih adında üç erkek çocuğu, Furkan Pazarcı'dan Sema, Ayşe ve Ela, Faruk Pazarcı'dan da Mehmet ve Zeynep adında beş torunu bulunmaktadır. En küçük kardeşleri Cevat Pazarcı Bey hiç evlenmemiş, bekardır.
1960’larda Arif Hikmet Paşa Köşkü’nün 2. Orta sokaktan görünümü
Fotorafta görülen taş duvarlı müştemilat yıkılarak yerine bir apartman inşaa edilmiştir.
(Prof.Dr.Bedi N. Şehsuvaroğlu, Göztepe kitabından)

Prof. Dr. Bedii N. Şehsuvaroğlu’nun 1969’da kaleme aldığı  “Göztepe” kitabında yer alan köşkün 1960’larda çekilen fotoğraflarında, 2.Orta sokak üzerinde köşkün bahçe kapısının solunda tek katlı olarak görülen müştemilat olması muhtemel ve belki de ahırların ve arabaların muhafaza edildiği taş bina yıkılmış, yerine o söz konusu 15 katlı apartman inşaa edilmişti.

Mehmet Necip Pazarcı, 1960'lı yıllara ait yukarıdaki fotoğrafta görünen taş duvarlı, kemerli pencereli müştemilat binasının 1992 yılından öncesinde, babası Müfit Pazarcı tarafından atölye olarak kullanıldığını belirtmiştir. Robert College mezunu ve Yüksek İnşaat Mühendisi diplomasına sahip olan Müfit Pazarcı İngilizce, Arapça ve Fransızca bilirmiş. Mehmet Necip Pazarcı babasının zaman zaman köşkün eskiyen ve yıpranan özellikle dekupaj parçalarının karton şablonlarını çıkartarak, atölyesinde bizzat kendisi tarafından kesilip hazırlanarak değiştirildiğini, yenilendiğini de eklemiştir. Bu bilgi sonrasında daha önce fotoğraf çekmek üzere uğradığımda görevlinin tüm eskiyen parçaları şablonlayıp CNC ile kestiklerini anlattığını hatırlayınca bir iç geçirmekten kendimi alamadım açıkcası.

Bu arada köşkü gezdiğimde içeride nedense bir mutfak olmadığını fark ettim. Giriş merdivenin altından bahçeye eskiden bağlantısı olan salonun altındaki aynalı mermer kurnalı mekan belki sadece bahçe sefalarına, bahçeye hizmet etmek için kullanılan bir servis ya da çay mutfağı olarak kullanılıyordu. Mehmet Necip Pazarcı o mekanı çocukluklarında ping pong oynamak için kullandıklarını belirmişti. Geçmişte muftak işlevi belki müştemilatın bir bölümündeki mutfak (binanın çatısındaki bacaların varlığı bu ihtimali güçlendiren bir unsur) karşılıyordu. Ancak sonraki yıllarda Müfit Pazarcı, köşkün servis girişinin bitişiğine tek katlı bir mutfak inşaa ettirmiş, o ek 1992'de apartmanın inşaası sırasında yıktırılmış.   
1960’larda Arif Hikmet Paşa Köşkü’nün 2. Orta sokak cephesi
(Prof.Dr.Bedi N. Şehsuvaroğlu, Göztepe kitabından)


Erenköy İstasyonu’nun 1910 yılında hizmete girdiği düşünülürse, o yıllarda mümkündür ki Arif Hikmet Paşa ve ailesi köşke gelip giderlerken, çok da uzak olmayan Göztepe İstasyonu’ndan yararlanıyorlar, bu nedenle de at ve atlı arabalardan istifade ediyorlardı. Bu müştemilatın varlığı da onu düşündürmektedir o nedenle. O yıllarda Erenköy’ün bir sayfiye olduğu düşünülürse, Paşa ve ailesinin bu köşkü yaz kış kullanmadıkları, sadece yaz aylarında kullandıkları, diğer mevsimlerde muhtemelen Paşa’nın babasından kalan Kasımpaşa’daki konakta ya da İstanbul’da başka bir konakta yaşadıkları düşünülebilir.

Dr. Müfit Ekdal, eşi Celile Hanım’a ithaf ettiği 2005 yılında yayınlanan, “Kapalı Hayat Kutusu, Kadıköy Konakları” adlı kitabında; “Müfit Pazarcı Köşkü”nü şöyle anlatır:

“Binanın iç tezyinatı, tavanların yüksekliği, kapıların ihtişamı küçük bir saray görüntüsü vermekte, caddeden oldukça içeride yapılmış olması ve bahçenin her zaman bakımlı bulundurulması bir asalet örneği gibi durmaktadır.”


Köşk kâgir bir bodrum üzerine ahşap karkas olarak inşa edilmiştir. Bir bodrum, iki normal kat ve bir çatı katı olmak üzere dört katlıolan köşkün ön cephesinde ilk ve ikinci katlarında 1-2-1 oranlarında bölümlenmiş ahşap panjurlu bir açıklık bulunur, sadece bu düzeni ikinci katta açıklığın önüne yerleştirilmiş bir açık balkon değiştirir. Üçüncü katta ise üçgen sivri çatı altında aynı açıklık devam etmiş, ancak üçgen çatı altındaki cihannümanın çatı alınlığı çok detaylı, dantel gibi üç bölümlü ahşap dekupaj süslemeler ile sonlandırılmıştır. Köşkün çatısı, o dönemde yapılmış tüm köşklerde olduğu gibi kırma çatı şeklindedir, ancak çok az bir farkla, bu köşkte hem çatı eğimi biraz daha fazla, hem de çatı bitimleri düz bitirilmemiş, hafif bir kıvrım verilmiştir. Kırma çatının tam orta noktasında genişçe, yine ahşap korkuluklu bir teras oluşturulmuş, ortasına da kurşun kaplamalı sivri kulesiyle camlı bir fener /_(cihannüma) yerleştirilmiştir. Bu adeta tüm çevreyi gözetlemek için yapılmış bir kaptan köşkünü andırır ki, Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa’nın komutasındaki Asar-ı Tevfik Fırkateyni'ni bu kaptan köşküne çıkarak izlediği rivayet edilir.
Çatı arasında kâh üçgen çatılı kâh yuvarlak kurşun kaplı dikdörtgen ve yuvarlak çatı pencereleri köşke ayrı bir güzellik katar. Yapıda her katta birer tane olmak üzere üç salon bulunmakta, ayrıca her katta dörder oda yer almaktadır. Ethem Efendi Caddesi tarafındaki bahçesinde etrafını palmiye ağaçlarının çevrelediği fıskıyeli küçük bir yuvarlak havuzu vardır.

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu



31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu



31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu



31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

Mor Salkımın kökleri, 31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

Mor Salkımın kökleri, 31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu


31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

31 Aralık 2013, © Levent Civelekoğlu

Köşk 2019 yılında, Fotoğraf. Can Tuğrul Öztürk

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Servis girişi, 5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Mor Slkımın kökleri, 5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Bu görüntüde, bir zamanlar var olan yuvarlak süs havuzunun ve etrafındaki palmiyelerin artık yerine olmamasını ve bahçenin tamamen düzletilmesini, bir ön çalışma olarak değerlendirip, yakında oraya yeni bir apartmanın inşaa edileceğine dair bir işaret olarak algıladım ben. Bu da bu güzel köşkü artık ana caddeden değil sadece (şimdilerde niyeyse adı Bahariyeli olan) 2. Orta Sokak'tan görebileceğimiz anlamını taşıyor. Üzüldüm mü? Elbette ki üzüldüm... Ancak buna ne yazık ki karşı çıkamıyoruz, kendimizi tek teselli edebileceğimiz nokta, hiç olmazsa bu 121 yıllık tarihe sahip köşk yıkılmadan, restore edilerek gelecek nesillerin de görebileceği şekilde korunuyor olması galiba... 
5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Servis Girişi, 5 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu 

Merdiven kovası, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Merdiven küpeştesi, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Çamaşır teknesi, Kurban kwsimlerinden sonra etler burada parçalanırmış,
31
 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Karosiman döşeme, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Servis mutfağında aynalı mermer kurna, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Ana giriş, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Cihannümaya çıkan merdiven, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Cihannümadan, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Cihannüma, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Cihannümadan, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Cihannümaya çıkış, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

Köşkün misafir salonunun iki köşesinde yer alan ve muhtemelen Arif Hikmet Paşa zamanından kalma iki adet büyük boy, Osmanlı armalı taş aybnadan detay, 31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu

31 Mart 2021, © Levent Civelekoğlu



Teşekkür
Köşkün Restorasyonunu üstlenerek, kapsamlı ve mükemmel bir çalışma yapıp, bu 121 yıllık değerli tarihi mirasın gelecek nesillere de ulaşmasında gösterdikleri titiz çalışma nedeniyle ve benim ricamı kırmayarak Köşkün gerek iç, gerekse dış fotoğraflarını çekmemde yardımcı olan, SAY İnşaat'tan Yüksek Mühendis (İTÜ) Sn. Seyit Ali Yazkan, damadı Yüksek Mühendis (ODTÜ) Sn. Uğur Talu ve bana bizzat refakat ederek köşkü gezdiren Şirket Sorumlusu Sn. Ramazan Gümüş'e,
Köşkle ve aile ile bilgi edinmek için yapmış olduğum girişime yakın ilgi gösterip, benimle bilgilerini paylaşan Pazarcı Ailesinden Sn. Mehmed Necip Pazarcı ve onunla bağlantıyı sağlayan oğlu Sn. Furkan Pazarcı'ya;
Arif Hikmet Paşa'nın aile bilgileri için benimle bigilerini paylaşan Sn. Yaşar Müfit Çolak'a
teşekkürü bir borç bilirim. 



Kaynaklar:

1- “Mir’ât-ı İstanbul”, Mehmed Rauf, Ed. Günay Kut ve Hatice Aynur,

Çelik Gülersoy Vakfı Yayınları, İstanbul, 1996.

2- “Erenköy”, Ayşe Hür, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Tarih Vakfı, 1994, ss. 178-179.

3-“Anadolu Demiryolu Çevresinde Gelişen Mimari ve Korunması”,Yonca Kösebay Erkan, Doktora Tezi, İTÜ, 2007.

4- “Erenköylü Olmak”, Tanbûri Özcan Korkut

5-“Haydarpaşa-Gebze arasındaki demiryolu banlıyö ulaşımı”, Yrd. Doç. Dr. Saliha Koday, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı:35, İstanbul 2000, ss. 261-276


6- “Çıkışından bastırılmasına kadar 31 Mart İsyanı”, Sıddık Yıldız, Master Tezi, T.C. Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ankara 2006


7- “Modernist açılımda bir öncü: Seyfi Arkan”, Ed. Ali Cengizkan, A. Derin İnan, N.Müge Cengizkan, TMMOB Mimarlar Odası Yayınları, 2012, ss. 309-318, Ankara


8- “1930-1980 yılları arasında İstanbul’da yazlık evler- Kadıköy örneğinin incelenmesi”,

Seray Arıkan, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Maltepe Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü,

Eylül 2018, İstanbul


9- “İstanbul’un kırık gemi direkli Denizci Mezarları”, Dr. Tanju Cantay, Türk Tarih Kurumu Basımevi,

Ankara 1988, ss. 849-851


10- “Heybeliada Bahriye Mektebi ve Türk Eğitim Tarihindeki Yeri”, Mustafa Şanal, Timur Demir,

BELLETEN, Türk Tarih Kurumu, Cilt: LXXVI, Sayı: 275, Nisan 2012, ss.167-206


11- “İkinci Meşrutiyet Devrinde Meclis-i Mebusan’ca Düşürülen ilk Kabine: Kamil Paşa Hükümeti”,

Yaşar Özüçetin, Sıddık Yıldız, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2009 13(1), ss.11-24


12- “İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896-1909” Kâzım Karabekir, İstanbul 1993, s. 421.


13- “İkinci Meşrutiyet Döneminde Kâmil Paşa’nın İktidardan Düşürülmesi ve Askerlerin Buna Etkisi”,

Ahmet Ali Gazel, Osmanlı Medeniyetleri Araştırmaları Dergisi, Cilt 5, 8 Nisan 2018, ss. 55-60

14- “Sultan Abdülhamid’e azledildiği haberini getiren heyette bir ermeni bir de yahudi vardı”,

Doç.Dr. Bayram Nazır, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi, GİF Haber Merkezi, 12 Aralık 2014


15, “Kısa Osmanlı-Türkiye Tarihi / Padişahlık Kültürü ve Demokrasi Ülküsü”, Kudret Emiroğlu,

İletişim Yayınları 2135, Tarih Dizisi 94, 2015 İstanbul


16- “Abdülhamid’in Selanik’ten İstanbul’a Alman Gemisi ile Nakli / Alman belgelerine göre”,

Celalettin Yavuz, Tarih Araştırmaları Dergisi 20, 1 Mayıs 2000, ss.167-177


17- “Göztepe” Prof.Dr. Bedii N. Şehsuvaroğlu, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayınları, 1969, s.146


18- “Kapalı Hayat Kutusu, Kadıköy Konakları” Müfid Ekdal, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2004, ss. 310-311


19- “Operatör Dr. Cemil Topuzlu Paşa’nın Hatıratı”,

Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu, fenerbahcetarihi.org


20- “Anılarda Seyfi Arkan ve Dünyası”, H.Kemali Söylemezoğlu,

Arramento Dekorasyon, Sayı.35, Mart 1992, s.96


21- “Seyfi Arkan Üzerine Bir Sözlü Tarih Denemesi:

İnsan, Tasarımcı ve Eğitimci olarak Mimar”

Ali Cengizkan, A. Derin İnan, N. Müge Cengizkan,

TMMOB Mimarlar Odası Yayınları, 2012, ss. 309-318


22- “İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları”, Reha Günay, YEM Yayın, 2017


23- "Yavuz Zırhlısı ve Tamirinin Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi", Tuğba Belenli̇,  Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü.
Belleten/ Türk Tarih Kurumu, Ağustos 2019, Cilt LXXXIII- Sayı 297, ss. 689-728

24- "Amiral Souchon’un Donanma Komutanı Olması ve Rus Limanlarının Bombalanması, 29 Ekim 1914", Ozan Tuna, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, (Uluslararası Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılı Sempozyumu’nda tebliğ olarak sunulmuştur.), D. Hacipoğlu

25- Cumhuriyet Donanması (1923-1960), Afif Büyüktuğrul, D.K.Y., İstanbul, 1967, s. 24.

26- "Bir aile üç asır", Emine Fuat Tugay,  Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Kasım 2013, İstanbul

27- "Osmanlı-Mısır İlişkileri 1863-1882", İbrahim Muhammed is-Sanafiri, Doktora Tezi,
T.C. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü, Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı, İstanbul 1993

28- "Yetim bir Hanım Sultan: Şehzade Mehmed'in kızı Hümâşah Sultan Vakıfları", Reyhan Şahin Allahverdi,
Süleyman Demirel Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2016, Sayı:37, ss.1-25