Göztepe’deki
dillere destan köşkü
Günümüz Göztepesi’nin kurucusu sayılan Kemahlı Mehmet
Efendi, o zamanlar Tekel ve Reji olmadığından, kardeşi ile birlikte sokaklarda
köylerden getirdiği tütünleri satarak hayatlarını kazanırken, bir sermayedarın
kendilerini desteklemesi ile işlerini büyütmüş önce Küçük Pazar’da bir dükkan,
daha sonra da Cibali’de bir tütün fabrikası kurarak ve ordunun da tütün
ihtiyacını karşılamaya başlayarak İstanbul’un sayılı zenginleri arasına girmişti.
Ser duhani (baş tütüncü) Halis Mehmet Efendi, Tütüncü Mehmet Efendi olarak
anılmaya başlanmış, Göztepe’de satın aldığı 1000 dönümlük araziyi
parselleyerek, dönemin zengin saray mensuplarına, paşalara satmıştı. Özellikle
II. Abdulhamit döneminin, devleti padişahın buyrukları doğrultusunda ve
bağlılıkla yöneten paşalara Padişah tarafından servetler, hatta bizzat padişahın
yaptırdığı köşkler bağışlanmıştı.
Galatalı Süleyman Sudi Efendi (1835 - 1896) |
Söz konusu iki köşkü Rıdvan İsmail Paşa satın aldıktan sonra yaşananları ve dillere destan Rıdvan İsmail Paşa Köşkü’nün hikayesini,
Askeri Müze’nin kurucusu ve ilk müdürü olan Topçu Ferik’i Ahmed Muhtar Paşa ile “Hanımlara Mahsus Gazete”de F.K. imzası ile yazılar yazan dönemin aydın kadınlarından Fatma Kevser Hanım’ın oğlu olan ve eski İstanbul ile ilgili yazdığı yazılarıyla tanınan yazar, gazeteci, karikatürist
Sermet Muhtar Alus’un,
Akşam Gazetesi’ndeki Dünden, Bugünden köşesinde
15 Mart 1945’te yazdığı
“Erenköy kız lisesi binasına dair hatıralar”
başlıklı yazısından takip edelim...
Askeri Müze’nin kurucusu ve ilk müdürü olan Topçu Ferik’i Ahmed Muhtar Paşa ile “Hanımlara Mahsus Gazete”de F.K. imzası ile yazılar yazan dönemin aydın kadınlarından Fatma Kevser Hanım’ın oğlu olan ve eski İstanbul ile ilgili yazdığı yazılarıyla tanınan yazar, gazeteci, karikatürist
Sermet Muhtar Alus’un,
Akşam Gazetesi’ndeki Dünden, Bugünden köşesinde
15 Mart 1945’te yazdığı
“Erenköy kız lisesi binasına dair hatıralar”
başlıklı yazısından takip edelim...
“…çocukluğumda Şehremini idi. Eski hukuk var
ya arada biz gider gelirdik. Kışın Şişli’de, mabeynci Osman Bey’in mülklerinden
çifte kagir konakta oturur, yazın yine kira ile yazlığa çıkardı. Süleyman Sudi
Efendinin köşkünü almadan önce Fenerbahçe’den Çiftehavuzlara giden yolda,
şimendifer geçidinin tam köşesindeki evi kiralamıştı…
…
Rıdvan Paşa orayı tuttuğu seneler evvela Salistra (Suadiye) Dalyanının
kıyısına, sonra Çiftehavuzların berisine hususi deniz hamamı yaptırır;
validesi, haremi eski ahbaplarını davet ederlerdi. Koltuklarıma kabak
bağlayarak yüzme öğrenmeğe ilk yeltenişim, dalyanın yamacındaki o hamamdadır. ”
“Kalamış koyu ile Salistra
Dalyanı arasında kalan geniş ve ıssız kara parçası yazları sarı beyaz
papatyalar, gelincikler, katır tırnakları, hindibağ çiçekleri ve yabani otlarla
bir emprime gibi bezenirdi. ”
Bir
Fenerbahçe Vardı - Dr. Müfid Ekdal
Şehremini Rıdvan Paşa, hünkar tarafından İstanbul’dan pek
uzaklaştırılmaz, ancak haftada bir, o da Cuma günleri Göztepe’deki konağa gelir
ve sadece bir gece kalabilirmiş. Diğer günlerde de İstanbul’da kalır, akşam
üzerleri o yıllarda pek meşhur olan Taksim Gazinosu’na gider, en sevdiği meze
olan domates ve salatalıkla rakısını içermiş.
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
Sermet Muhtar Alus, 15 Mart 1945 Akşam gazetesindeki Dünden, Bugünden köşesinde, Rıdvan İsmail
Paşa’nın Göztepe’deki o muhteşem köşkünü şu satırlarla anlatıyordu;
“Göztepe’deki
köşk alınınca tamir edildi, boyatıldı, bitişiğine yemek salonu, bahçesine
tarhlar, havuzlar, kameriyeler yapıldı. Taşındılar; adet ya, ev mübarekesine
gittik; ben de bizimkilerin yanında.
-İmkanı
yok bırakmayız; yemekten sonra biraz eğlenti yapacağız, gece gidersiniz!..
Herkes
kaldı. Akşam olmak üzere. On bir, on iki yaşında kadarım, akranım yok,
sıkıntıdan bunalıyorum. Usulca bahçeye sıvıştım. Havuzların, tarhların arasında
dolaşırken sarmaşıklar ve hanımellerile örtülü kameriyeden tok bir ses:
-Gel,
buz getir!..
Paşa
hasır koltukta, başı açık; önünde içki tepsisi, parlatmada. Hemen oracıktan ne
kaçıyorum. Akrabadan dayı beyimizin içkili anılarındaki hiddet ve şiddeti
malumum. Paşa da onun gibiyse…
Yemeğe
çağrıldık. Her tarafı beyaza boyalı, boydan boya büfeleri, kontrbüfeleri,
sandalyeleri beyaz lake salonda upuzun bir sofra. Üstünde çerezin, yemişin,
şekerlemenin türlüsü. Hotozlu kalfalar tabakları dolaştırıyor. Çeşitler
tükenmez de tükenmez. Hepsi alafranga taam: Sebze çorbası, rosto, rozbif, tavuk
kroketi, mantarlı tavşan, mayonezli levrek, gato, dondurma…
Kahveler
içildikten sonra saçları sarıya boyal, tepe topuzunun etrafına taşlı taraklar
takılı, elbisesi kat kat danteller içinde, gayet varda kosta bir hanım
piyanonun önüne oturdu. Öyle sürekli ve mükemmel bir taksim ki 77 makamı
dolaşıyor. Ardından şarkıya girişti. Öyle de gür ve kıvrak bir sese malik ki
tam çalışına denk. Faslı bitirince kantoları tutturdu:
‘Ateşi
hicrinle yaktın ben gibi biçareyi
Bir
tebessümle began eyle dili viraneyi’
Bir
taze, piyanodakinin kızı imiş, ortaya çıkarak tıpkı Minyon Virjin’in
tavırlarını takına takına kantoyu söyledikten sonra küçük Eleni’ninkine geçti:
‘Efeciğim
ben
Beni
yaktın sen
Canlar
dayanmaz
Pek
çok yandım ben’
Üç
beşinin arkasından, sıra düettoya geldi. Deminki taze, yanında fes ve erkek
elbisesi giymiş ablası ile beraber, karşılıklı çoban düettosuna başladılar:
‘Ayıplaman
beni dostlar yare bendoldum
Yanık
pervaneler gibi derde düş oldum”
Daha
arkasından Acem düettosu:
‘Nazlı
civan gel etme naz
Aşıkına
rahmeyle biraz
Ahenk,
raks, cümbüş yarı geceye kadar gırla. Yine şerbetler, bisküviler, dondurmalar…
“1903
yılında köşkün etrafına iskeleler kuruldu. Eski temeller üzerine yenisi, çok
daha genişi yapılıyordu. Şuna buna çene sermayesi lazım. Planlarını Paris’in en
namlı mimarlarının hazırladığı, malzemesinin bile Marsilya’dan getirildiği,
Fransa’daki bilmem ne şatosunun tıpkı tıpkısı olacağı, şahaneliği hiç
kimseninkine benzemeyeceği dillerden dillere düştü. Dedikleri çıktı velakin az
sonra Caddebostanında Ragıp Paşa’nınki, şirinlikten değil, şeddadilikten (büyüklükten)
yana onu bastırmıştı.
Bina
tamamlandı. Görenler, duyanlar, at koşturulacak mermer antresini, ortasındaki
mermer havuzu, etrafındaki mermer direkleri, altın yaldızlarla nakışlı kapıları
hayran hayran anlatıyorlardı.
1905’de
paşanın büyük kızıyle (Fatma hanım) sabık Teselya Ordusu Kumandanı (Gazi) Ethem
Paşa’nın oğluna (Vasfi Menteş) bu köşkte öyle şa’şaalı, saltanatlı bir düğün
yapılmıştı ki sormayın. Yaşlı hatunlar ‘anamızdan doğduk doğalı bu derece
şatafatlı bir cemiyete rastlamadık’ diye hayretteydiler.
Hünkarın,
sultanların hazinedar ustaları, vükela, vüzera, kübera familyaları hep davetli;
İstanbul halkından on binlerce hanım da seyirci. Herkese ne ikram, ne izzet.
Aşağı tabaka kadınlara varıncaya kadar hepsine tekrar tekrar, gak diyinceye
kadar pastalar, şekerler, buzlu limonatalar, şerbetler, kalıp dondurmaları.
Takım
takım ince saz, orkestra. Üstelik Merkez Kumandanının civan civan cariyelerden
mürekkep, 40 bu kadar kişilik sazı, bandosu, kantocuları, rakkaseleri,
dansözleri…”
İsmet
Kür ise, 2008 yılında yayınlanan “Yıllara mı çarptı hızımız” adlı kitabında “... İstanbul deyince aklıma, Rıdvan Paşa
Köşkü gelir.” diyor, köşkü ve bahçesini şöyle tasvir ediyordu;
“Öyle bir köşk ki, her metrekaresinde, usta bir
sanatçının, taşa, toprağa, mermere, ahşaba karışmış, işlenmiş parıltısını,
emeğini görüp yaşamamanın mümkünü yoktur.
Ve bu köşkün; doğanın cömertliğiyle, insan hünerinin,
sanat aşkının sarmaş dolaş olduğu bahçesi gelir.”
Prof. Dr. Bedii N. Şehsuvaroğlu da “Göztepe” isimli kitabında, köşkün bir geleneğinden
bahsediyordu;
II.
Abdülhamid’in tahta çıkıp ve kılıç kuşandığı 31 Ağustos 1876’dan itibaren 1907
yılına kadar her yıl donanma ve cülûs şenlikleri yapılması bir gelenek haline gelmişti. Rumi tarihle
“…her sene 19 Ağustos’ta (31 Ağustos)
yapılan cülûs şenliklerinde Kadıköy yakasının 3 köşkü, yaptıkları donanmanın
güzelliği ve ikramı ile başta gelirlerdi. Birincisi Göztepe-Feneryolu
arasındaki Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın köşkü, ikincisi Göztepe’de Rıdvan
Paşa’nın köşkü, üçüncüsü de Suadiye’de Sadi Bey köşküydü.”
Baki Sarısakal ise, “Nerede O eski Ramazanlar” yazısında Rıdvan
İsmail Paşa, ailesinin yaşam seviyelerini ve köşkteki davetlerin ve ikramların
ne derece önemsendiğini şöyle dile getiriyordu;
“Yalnız
zenginlerin değil, orta hallilerin sofralarında bile etli yaprak dolmasının
bulunması hemen hemen adet hükmüne girmişti. Lakin bu dolmaların gayet küçük ve
gayet muntazam sarılmış olmasına dikkat edilirdi. Sultan Hamid’in meşhur
Şehremini Rıdvan Paşa’nın bir aşçısı vardı ki, bunun fındık büyüklüğünü
geçmeyen dolmaları kendisine büyük bir şöhret temin etmişti. Rıdvan Paşa bu
aşçısına yalnız bu marifetinden dolayı ayda tam ondört altın lira
verirdi.”
Rıdvan İsmail Paşa’nın katli ile Göztepe’deki bu ihtişamlı hayat sona ermiş, dolayısıyla köşk için yeni bir dönem başlamıştı. Kısa sürede suyu
çekilmiş bir değirmen gibi sessizliğe bürünen köşk, Rıdvan İsmail Paşa’nın
vefatından sonra kullanılmamaya başlamış, bakımsız kalan köşk, bir süre sonra
da varisleri tarafından satışa çıkartılmıştı. İşte o günleri, yine
Sermet Muhtar Alus anlatıyor;
Sermet Muhtar Alus anlatıyor;
“…
çok geçmeden köşkü Abdülhamidin sevgili müsahibi Lütfi ağazade mabeynci Faik
Bey satın aldı. 9 bin sarı lira vermiş, tapusunu üstüne çevirtmiş dediler.
Faik
bey yüz kişiye yakın kapı halkıyle, olanca cafcafile Bebek’teki yalısından
Göztepeye göç etti. Her gece köşkte sanki donanma yapılıyor. İçi, bahçesi lüks
lambalarının ışıklariyle pırıl pırıl. Çilingir sofraları; sazlar, hey heyler;
dalkavukların şaklabanlıkları…
Cuma
ve Pazarları, güneşin batmasına yakın, bir araba katarı Fenerbahçe yolunu
tutar. Minare kırığı gibi kadanalar, lastik tekerlekli (bato) faytonlar; enseli
kelleli, pehlivan yapılı arabacılar. Hepsi ahırının, arabalığının malı.
Baştaki
faytonda kendisi ve nedimlerinden biri, arkasındakilerde sazende ve hanende
beyler, mukallitler, nekreler. Daha geridekilerde harem takımı: Zevceleri,
çanak yalayıcıları, kalfaları…
1908
meşrutiyeti ilan edilince köşkün ikbali yine küsufa uğradı. Bir iki yıl
pancurları, kapıları sımsıkı kapalı, içinde in cin top oynadı; baykuş
yuvasından farksız kaldı.”
Köşkü satın alan bu Faik Bey kimdi?
Sultan II. Abdülhamid’in şehzadeliğinden itibaren yakınında olan
Bolu’lu Lütfi Ağa’nın oğluydu Faik Bey, padişah tarafından Galatasaray
Sultanisi’nde okutulmuş, Hariciye’de çalışmış sonra da saraya alınmış ve 1909
yılında Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar da en yakın adamlarından biri
olarak itibar sağlamış ve padişahın ihsanları sayesinde yüklü bir servet
edinmişti. 31 Mart Ayaklanması sonrasında padişahın yakın çevresinin
tutuklanmaya başlanması üzerine çarşaf giyip kadın kılığına girerek bir İtalyan
Vapuru ile Mısır’a kaçmıştı. Kaçarken İstanbul’da bıraktığı 4 hanımını, biri
erkek onbir çocuğunu ve hizmetkarlarını daha sonra yanına aldırtmış, Mısır’dan
İsviçre’ye geçmişti. Tüm servetini Rus parasına yatırdığı için Ekim Devrimi
sonrası tüm parası pula dönünce İsviçre’de beş kuruşsuz kalmış, 1918’de tek
başına Türkiye’ye dönerek Teşvikiye’deki kiraya verdiği dillere destan muhteşem
konağının bir odasında geçinmeye çalışmış ve 1937 yılında da hayata veda
etmişti. Kızlarından Tanburi Faize Ergin hanım, babasının yakın dostu Tanburi
Cemil Bey’den dersler almış, Türk sanat müziği bestekarıydı ve “Kız sen geldin Çerkeş’ten /
Pek güzelsin herkesten” sözleri ile başlayan meşhur şarkı olmak üzere çok sayıda
eser bestelemişti. Diğer kızı Fahire ise Faik Bey’in teyze oğlu Refik ile
evlenmiş, çift Cumhuriyet Türkiye’sinin en önemli sanatkarlarından olmuştu.
Büyük bestekar Refik Fersan ve kemençeci eşi Fahire Fersan... Mabeynci Faik
Bey’in tek oğlu olan Abdurrahman Lütfi Bey ise Türkiye’ye döndükten sonra
evlenmiş ve bir oğlu olmuştu, Süha. Daha sonraları adı “milli çapkın”a çıkmış
olan Süha Özgermi...
▼▼▼
Rıdvan İsmail Paşa Köşkü ve
“Kız Penceresi”...
“Kız Penceresi”...
1881 yılının bir sonbahar günü Tırhala’da Belediye Başkanı
Haydar bey’in bir kız çocuğu dünyaya gelmişti. Daha önce 14 yaşındaki oğulları
Aziz’i bir dağ gezisinde yaşanan kazada kaybeden Haydar Bey, yeni doğan kızına da Aziz adını vermiş , anne ise zaman içerisinde “azizim” diye seslenir olmuştu.
Baba Aziz adını verdiği kızını bir erkek çocuğu gibi yetiştirmeye başlamıştı.
Aziz 2 yaşına geldiğinde 1883 yılında Haydar Bey yeni bir görevle Selanik’e
tayin edilince aile Ahmetsubaşı Mahallesi’nde bir eve taşındılar. Bitişik
komşuları Gümrük memuru Ali Rıza Efendi ve eşi Zübeyde Hanım’dı ve onların da Aziz
ile aynı yıl doğmuş ve anasının “çakırım” diye çağırdığı sarışın, mavi gözlü
güzel bir erkek çocukları vardı ve adı Mustafa’ydı...
O yıllarda Selanik’te hemen hemen her ev yüksek duvarlarla
çevriliydi ve o evlerde kafesli, önünde “Bu evde görücüye çıkma yaşına varmış,
gelinlik kız var, bilesiniz” anlamına gelen, güneşe karşı ıtır ve sardunya
saksılarının gülümsediği ve genç kızların gizli gizli sokağı gözledikleri “kız
pencereleri” vardı. “Aziz” kız hiç sevmemiş, sevememişti,
o kız pencerelerini...
O, sadece erkek gücüne, erkek bilincine, erkek aklına dayalı bir toplumun, bir kanadı kırık bir kuş gibi çağdaş dünyanın göklerinde uçamayacağına inanan bir babanın kızıydı. İşte o nedenledir ki, hayatını erkek dünyası ile kadınları birbirinden ayıran o “kız pencereleri”ni ortadan kaldırmaya, kadınların da sosyal hayat içerisinde yerlerini almasına ve eğitilmelerine harcamıştı.
Yeri geldiğinde aile mücevherlerini dahi bu yolda harcayacak kadar, kadının eğitimine önem veren Aziz Haydar Hanım’ın açtığı okulların en büyük özelliği, anneleri de yetiştirmesiydi. İşte bu yüzdendir ki ilk açtığı okulun adı “Ana”ydı ve okumak isteyen ancak çocuğunu bırakacak yeri olmayan annelerin, çocuklarıyla birlikte gelebildikleri bir okuldu...
o kız pencerelerini...
O, sadece erkek gücüne, erkek bilincine, erkek aklına dayalı bir toplumun, bir kanadı kırık bir kuş gibi çağdaş dünyanın göklerinde uçamayacağına inanan bir babanın kızıydı. İşte o nedenledir ki, hayatını erkek dünyası ile kadınları birbirinden ayıran o “kız pencereleri”ni ortadan kaldırmaya, kadınların da sosyal hayat içerisinde yerlerini almasına ve eğitilmelerine harcamıştı.
Yeri geldiğinde aile mücevherlerini dahi bu yolda harcayacak kadar, kadının eğitimine önem veren Aziz Haydar Hanım’ın açtığı okulların en büyük özelliği, anneleri de yetiştirmesiydi. İşte bu yüzdendir ki ilk açtığı okulun adı “Ana”ydı ve okumak isteyen ancak çocuğunu bırakacak yeri olmayan annelerin, çocuklarıyla birlikte gelebildikleri bir okuldu...
1914 yılıydı, “Ana” Mektebi’nin Topkapı’daki şubesine,
Aziz Haydar Hanım’ın hiç beklemediği ve ummadığı bir davetname gelmişti. Bu
daveti yapan Erenköy’den yaşlı bir hanımefendiydi; Saibe Hanım’dı, Şair Faruk
Nafiz Çamlıbel’in halasıydı. Aziz Haydar Hanım’ın, Erenköy’de kendisine ait
bir binada, daha önce Beyazıt’ta kurulan Ana Mektebi’nin merkezini yeniden
açmasını istiyordu Saibe hanım. Davetini kabul ederse, Aziz Haydar Hanım’a
yardım edebileceğini söylüyordu. Bu yeni okul, aynı düzende Erenköy’de kurulmuştu, şimdiki Erenköy Kız Lisesi’nin yerinde. Böylelikle, Aziz Haydar Hanım Erenköy Kız
Lisesi’nin çekirdeğini oluşturmuştu.
“... Aziz Hanım, Erenköy mektebini Maarif’e devrettikten
bir süre sonra, Maarif Müdürlüğü, kendisini yeni bir okul açmaya memur ediyor.
Bu okul ilk yıl ana okulu olarak açılacak, sonra sınıflar eklenecekti. Okul
için Rıdvan Paşa Köşkü seçildi. İkinci yıl, ilk ve orta, daha sonra da lise
bölümleri açıldı. Aziz hanım yine bir yandan kurduğu okulu yönetiyor, bir
yandan da orta ve lise sınıflarında tarih ve coğrafya öğretmenliği yapıyordu.
‘Sonra Ankara’ya geçtim’ diye yazıyor anılarında.”
“Eğitim savaşının öncüsü, Aziz Haydar Hanım” – Nezihe
Araz / Milliyet, 1 Ağustos 1988
“...annesinin Rumeli’nden gönderdiği paralarla 1914 yılında Erenköy’de Rıdvan Paşa Köşkü’nde eğitime başlar. Ancak daha sonra parasızlık yüzünden okulu maarife devreder.”
“İsyankar bir kadın Aziz Haydar” – Feryal Saygılıgil / Pazartesi Dergisi, Sayı 13, Nisan 1996
Mabeynci Faik Bey yurtdışına kaçtıktan sonra, 1911 yılında 7500 altına Maarif Nazırlığı tarafından
satın alınan Rıdvan İsmail Paşa’nın köşkü “İnas Nümune Mektebi” adıyla eğitime açılmıştı. Dört yıl sonra, yani 1915-16 eğitim ve öğretim yılında liseye dönüştürülmüş,
yanan İnas İdadisi’nin öğrencileri de bu okula katılınca ismi “Erenköy
İnas Sultanisi” şeklinde değiştirilmişti. Topçu
Reisi Hacı Hüseyin Paşa Köşkü de son sahibi olan Padişah V.Murad’ın kızlarından
Hatice Sultan’dan satın alınarak yatılı kısmın yatakhanesi olarak okula eklenmişti. 1924-25 eğitim ve öğretim yılında ismi yeniden değiştirilmiş, Erenköy Kız Lisesi adını almış ve okul, orta ve lise sınıfları yatılı ve gündüzlü olarak iki devreli on bir yıl süreli bir okul olmuştu.
Sıtma hastalığının mücadelesi ile tanınmış İzmit’li doktor Feyzullah İzmidi’nin (Dr. Feyzi Paşa) torunu olan Hadiye hanım, Erenköy Kız Lisesi’nin sesinin güzelliğiyle tanınmış bir öğrencisiydi. Okul idaresi Hadiye hanım’ı sesinin güzelliği nedeniyle yurtdışına göndermek istemiş, ancak babasının izin vermemesi üzerine müzik aşkı yarım kalmıştı. O sıralarda okulda ders veren hocalardan birisi de Reşat Nuri Güntekin’di ve “Akşam Güneşi” isimli romanının ilhamını da Erenköy Kız Lisesi’nden almıştı. Reşat Nuri, öğrencisi Hadiye Hanım’a, 1925’de yazdığı “Dudaktan Kalbe” adlı romanındaki gibi başta çocuk gözüyle bakmış, ancak daha sonra aşık olmuş ve suratındaki çillerden dolayı romanındaki gibi “kınalı yapıncak” diye seslenmeye başlamıştı. Reşat Nuri Güntekin, Hadiye Hanım mezun olduktan sonra 1927 yılında evlenmişti.
Reşat Nuri Güntekin 1889-1956 |
İnas Numune Mektebi talebeleri toplu halde hatıra fotoğrafı çektiriyor |
5 Haziran 1913 tarihinde Muallim Ahmet Hâlid (Yaşaroğlu)’nun mesul müdürlüğünde Erenköy “İnas Numune
Mektebi” talebeleri için yayınlanmaya başlayan “Talebe Defteri” mecmuasında,
1917 yılında açılan bir yarışmada bir öğrencinin kaybettiği babası için “Nusret-ül Kâzımî” mahlasıyla
yazdığı, “Ağlayan Kahkahalar” mensur şiiri birinci seçilmişti. Öğrencinin
babası, bir
gazeteci ve hürriyet savaşçısı olan (Zorluoğullarından Mehmet Selim) Avnullah
Kâzımî’ydi ve önce istibdat idaresinin,
daha sonra 1908 yılında “Fedekaran-ı Millet Cemiyeti” adı altında bir siyasi
parti kurup muhalefete geçtiği için, sözde hürriyet idaresinin (İttihat ve Terakki’nin)
hışmına uğramış, ömrünün büyük bir kısmını sürgünde ve Sinop Kalesi’nde
prangaya vurularak zindanda geçirmişti. Mensur şiiri birinci seçilen öğrenci
için bu, onun yazın hayatının başlangıcı olmuştu. O günden sonra şiir, fıkra, deneme, inceleme,
anı, sohbet, hikâye ve roman türlerinde çeşitli eserler kaleme almış, sade
dili, samimî üslûbu ve güzel Türkçesi ile yazdığı yazılar, mistik temayülleri
olan duygulu ve şefkatli ruhunun terennüm ettiği şiirler, büyük bir ilgi ile
karşılanmıştı. O, yıllar sonra Birleşmiş Milletler tarafından 1975 yılı “Kadın
Yılı” ilan edildiğinde “Kadının Sosyal Hayatını İnceleme ve Araştırma Derneği”
tarafından düzenlenen toplantıda “Ümmü'l-Muharrirat”, yani kadın yazarların
annesi ünvanı verilen Halide Nusret Zorlutuna’ydı.
İşte, yıllar önce Aziz
Haydar Hanım’ın kadının sosyal hayat içerisinde önemi ve yeri için attığı
tohumlardan biri daha çatlamış, filizlenmiş, fidan olmuş sonra da koskoca bir çınara dönüşmüştü...
Halide Nusret Zorlutuna 1901-1984 |
TALEBE
DEFTERİ
Perşembe
Numara -1
Mayıs-23 (5
Haziran)
Talebe İçin
Çalışır
Yarım Aylık
Mecmua
1329 (1913)
Müessis ve Müdürü : Muallim Ahmet Hâlid (Yaşaroğlu)
1331 (1915)
Saygıdeğer
“Talebe Defteri” İdare Heyetine:
Talebelik, hayatın en coşkulu
devresine denk gelir. Bu devrede hareket için sürekli bir eğilim duyulur.
Hareket etmek, oynamak, okumak, çoşkulu olmak için şiddetli bir ihtiyaç
hissedilir. Hareketler, heyecanlar, fikirler coşkudan kaplarına sığamayan
akışkanlar gibi – taşkınlıklar gösterir, maddi ve manevi bütün kuvvet ve
kabiliyetler – baskısız zemberekler gibi sürat ve şiddetle kavrulup boşanır...
Çocukluk hayatının bu eğilim ve ihtiyaçlarını
düzenleyecek ve tatmin edecek eserlerin yerleri, zaten pek fakir olan kültür
kütüphanemizde, büsbütün boş gibi duruyor. Onun için okullarımızı dolduran
öğrenciler öğrenme isteğini pek bulunmaz şekillerde harcamaya mecbur oluyor ve
“okuma ihtiyacı” nı tatmin için gazetelerle âdi romanlardan başka araç
bulamıyor…
“Talebe Defteri”nin tertipçileri kültür
kütüphanemizdeki bu önemli boşluğu azaltmaya çalışmak istiyorlar. Onların
amaçları : Muntazam bir program dahilinde, öğrencimize hem duygusal ve zihinsel
faaliyet ihtiyaçlarını tatmine dayanak olacak eserler sunmak, ve hem de bedeni
faaliyet ihtiyaçlarını temiz, ahlaklı ve faydalı bir şekilde doyurmak için
yollar göstermektir…
Bu amaçlarına değer veriyor, yüceltiyor ve bunu
gerçekleştirmeleri ve ortaya çıkarmaları için başarılar diliyorum...
Halide
Nusret’in, kendisi gibi Halide adını taşıyan
küçük kız kardeşi Halide İsmet de 4 yaşındayken Ana Okuluna gittiği Rıdvan
İsmail Paşa Köşkü’nün bahçesiyle tanışmış, 5 yaşında ailesiyle Edirne’ye
gitmiş, ilkokulu Edirne Kız Muallim’de, ortaokul’u Çamlıca Ortaokulunda, lise’ye tekrar dönüp Erenköy Kız Lisesi’ne devam etmiş ancak Edirne Kız Öğretmen
Okulu’ndan mezun olmuştu. O da ablası gibi edebiyata merak sarmış, 1927 yılında
11 yaşındayken “Çocuk Dünyası” adlı dergiye gönderdiği “Atatürk” şiiri ile beş
liralık bir ödül kazanmış ve şiiri yıllarca Türkçe kitaplarında yer almıştı.
Okulun Kütüphanesinde öğrenciler çalışırlarken. Mekanın duvarlarındaki kalem işi süslemeler, mukarnaslı ve içi çiniler ile bezeli nişler Köşkün iç dekorasyonunun zenginliği göz kamaştırmakta. |
Öğretmenliği yanısıra, inceleme, araştırma, öykü, şiir, roman, tiyatro, anı
türünde kitaplar yazan ve çağdaş türk edebiyatçıları içerisinde önemli bir yere
sahip Pınar Kür’ün annesi olan 21 Ocak 2013’te 96 yaşında vefat eden İsmet Kür,
anaokulu ve lise yıllarında belleğine nakşettiği o güzelim Rıdvan İsmail Paşa
Köşkü’nü ve Erenköy Kız Lisesi’ni hiç unutmamış, 2008 yılında basılan “Yıllara
mı çarptı hızımız” adlı anı kitabında şu güzel cümlelerle anlatmıştı köşkü ve onunla ilgili duygularını;
“...Rıdvan
Paşa Köşkü... Doğanın cömertliğiyle, insan hünerinin, sanat aşkının sarmaş
dolaş olduğu şatafattan uzak zarif bir yapı... Ve sözcüklere sığmaz
güzellikteki bahçesi.. İlk çocukluğumun periler ülkesi o bahçeydi benim için, o
köşktü. Dinlediğim en güzel masallarda anlatılanlar oralarda yaşama geçerlerdi.
4. yaşımın
ilk aylarında tanışmıştım Rıdvan Paşa Köşkü'yle. Erenköy Kız Lisesi'nin Anadolu
öğrencisi olarak... Lise sınıfları ana binadaydı, asıl köşkte yani... Anaokulu,
orta bahçedeki küçük köşkteydi. Burası iki katlı, duvarları, tavanı bol bol
çiniyle süslenmiş bir binacıktı. 10-11 yıldan sonra yeniden döndüm o köşke, o
bahçeye. Liseyi okumak için...
Çocukluğunda
hayran olduğu yerleri, bir süre sonra tekrar görmek, hemen daima hayal
kırıklığı yaratır insanda. ‘Yıllar önce beni büyülemiş olan, yıllar yılı
özlemini yaşadığım buraları mıymış’ diye hayıflanır.. Oysa, benim, masallarla
büyüyen çocuk hayranlığım, bilinçli bir hayranlığa dönüştü; sevinerek,
mutlanarak...”
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
“...Bahçesi ve yapısıyla Rıdvan Paşa Köşkü, 24
saatin her birinde bir başka güzeldi. Her türünden koca çamlar, leylaklar...
Mevsimlerle güzelliğini yitirmeyen, iri manolya ağaçları.. Orta bahçedeki
heybetli çınar.. Adlarını bilemediğim bir yığın ağaç, bir yığın bitki... Ve
çiçek, çiçek, çiçek.. Elbette böyle olacaktı o bahçe.. Bahçenin mimarı, ömrünü,
doğaya, taptığı sanatına vermiş olan Bahçıvan Recep Efendi, Erenköy Kız
Sultanisi'ne dönüşmeden önce tanışmıştı bu bahçeyle.
Yeri nasıl
seçilmiş, nasıl bir hünerle inşa edilmişse; güneş doğarken de, batarken de
köşkte, rengârenk alevlerle yanan bir yığın pencere alırdı gözleri.. Bahçedeki
yüksek ağaçların dal uçları da...
Yatakhane olarak kullanılan Topçu Reisi Hacı Hüseyin Paşa Köşkü |
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
Yatakhane olarak kullanılan Topçu Reisi Hacı Hüseyin Paşa Köşkü |
Yatakhane olarak kullanılan Topçu Reisi Hacı Hüseyin Paşa Köşkü önünden fotoğraflar (fotoğraflar,L.C özel koleksiyonu) |
(fotoğraf,L.C özel koleksiyonu) |
(fotoğraf,L.C özel koleksiyonu) |
Cumhuriyetin ilanından iki gün sonra, 1 Kasım 1923’de Mehmet Mesih
(Akyiğit) tarafından her ayın birinci ve onbeşinci günleri çıkarılmaya başlayan
Kültür ve San’at Mecmuası “Milli Mecmua”nın 15 Aralık 1930 tarihli sayısında
M.M. imzalı (Mehmet Mesih) yazısında okulun açılışından itibaren verilen mezun
sayıları ile ilgili şu bilgiler verilmişti.
“…1916-1917 senesi
iptidasından itibaren orta tahsil sınıfları açılmış olan mektep 1919-20 senesinde
ilk defa olarak (102 Afife Arif, 233 Melahat Nazmi ve 239 Nezihe Fırat) 3 hanım;
1920-21’de 6 hanım; 1921-22’de 18 hanım; 1922-23’de 23 hanım; 1923-24’de 12
hanıma şehadetname vermiştir.
Mektep, 1924-25
ders senesi iptidasından itibaren 11 senelik tam devreli kız lisesi haline
kalbedilmiş olduğundan 10 uncu sınıfa geçmiş olan talebe müteakıp sene lisenin
son sınıfı olan 11 inci sınıfa terfi ettiklerinden 1924-25 ders senesi sonunda
yalnız birinci devreden 20 hanıma orta mektep şehadetnamesi; 1925-26 senesinde
30 hanıma orta mektep ve 38 hanıma lise; 1926-27 senesinde 34 hanıma orta
mektep, 36 hanıma lise; 1927-28 senesinde 39 hanıma orta mektep, 21 hanıma
lise; 1928-29’da 29 hanıma orta mektep, 30 hanıma lise; 1929-30’da 42 hanıma
orta mektep, 47 hanıma lise şehadetnamesi vermeğe muvaffak olan mektebin ilk
şehadetname verdiği 1919-20 senesinde tali sınıflarına 80 talebe devam etmekte
iken bugün (1930) mektebin birinci ve ikinci devresine devam eden talebenin 292
si leyli olmak üzere mevcudu 592 dir…”
“İstanbulda Mektepçilik, Erenköy Kız Lisesi (1) ” Milli Mecmua, Pazartesi-15 Birinci Kânun 1930, Cilt 11, Sekizinci Yıl-No:121, Sf:104 |
“…Esas bina yani
okul olarak kullanılan bina, dışardan bakıldığında İtalyan şatolarını andırırdı.
İçi de harika güzeldi. Bütün duvarlarda boy aynaları vardı. Salonları
heykellerle süslüydü. Tavanlarda da avizeler. Saraylara yakışan bir de
merdiveni vardı. ”
“Evvel zaman içinde - Leyla Tilav’ın hatırladıkları… 1928’den
günümüze”
http://leylatilav.blogspot.com.tr
http://leylatilav.blogspot.com.tr
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
1937 yılında öğrenciler köşkün merdivenlerinde (fotoğraf,L.C özel koleksiyonu) |
Başka bir eski Erenköy Kız Liseli de 26 Mart 1970’de Cengiz Yarbağ’ın Hayat Mecmuasında
yayınlanmış röportajında eski günleri şöyle dile getiriyordu;
“O devirdeki
öğretmenlerimiz şimdiki gibi güler yüzlü değillerdi. Çatık kaşlı, vurduğu
yerden ses getiren insanlardı. Dersimizde muvaffak olamayınca akıl almaz
cezalara çarptırılırdık. En büyük ceza, tuvalet temizliği idi. Yatakhanelerde
yapılan muziplikler, erkek okulları ile kıyas edilemez. Saçlarımızdan
karyolalara bağlarlar veya gece uyurken boyarlardı. Tabii, o devirlerde makyaj
yapmak filan nerde... Sabah etüt saatine kadar boyaları çıkartmak için akla
karayı seçerdik. Hemen her gün tuvalet malzemesi araştırması yapılır, ruj,
allık gibi saklayanlar cezalandırılırdı. Şimdi nerde? Biz şanssızmışız
galiba...”
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
Rıdvan
İsmail Paşa Köşkü’nün ana binasından sonra bahçedeki belki de en güzel yapı,
kızı Nuriye hanım için yaptırmış olduğu zarif pavyondu. Merasim Pavyonu olarak
da adlandırılan bu yapı Köşkün Ana (Haremlik) binasının güneyinde tren yoluna paralel
olarak, bahçenin tamamen ağaçlık ve sakin bir köşesinde inşaa edilmişti.
Esas
girişi doğuda olan pavyona üç mermer basamaktan sonra, çok süslü, renkli ve
petek şeklinde camlı bir ahşap rüzgarlıktan girilirdi.
Fotoğraf: Ayşe Uğural Arşivinden |
Plan |
Tavan Planı |
Ardından zemini karo
ile, duvarları yağlı boya süslemelerle bezeli ve çatısı normal tavandan daha
yüksek tutulmuş sekizgen ve peteklerinin içi renkli camlarla kaplı bir ışıklık feneri ile kapatılmış olan yine sekizgen
olan bir hole girilirdi. Holün tam ortasında fenerden sarkan
zincirlerin taşıdığı çok güzel bir kristal avize sarkardı.
Nuriye Hanım Pavyonu Cephe görünüşleri ve kesit |
Bu holün sağ ve
solunda birer basamakla çıkılan, çift kanatlı kapıları olan ve döşemeleri
ahşap iki oda yer alırdı. Holün uzantısında küçük bir kare aralıktan sonra yine
tavanı yüksek ve ortası bir iç avlu gibi büyük, etrafı revakla çevrili, renkli
camlarla bezeli pencereler ile aydınlanan ana salona geçilirdi. Balkonun üç
köşesinden direkt bahçeye çıkışın da olduğu bu büyük salonun girişinde ahşap ve
camlı bir seperasyon bulunurdu. Orta salonun zemini ahşap parke, etrafındaki
revağın ise desenli karoydu.
Duvarlarında ise çok ustalıkla yapılmış, Osmanlı üslubu
kalemkari işlemeler vardı. Duvarları gibi tavanı da son derece süslü olan bu
büyük salon Rıdvan Paşa döneminde müzik ve dans salonu olarak kullanılırdı.
Ayrıca duvarlar ile tavan arasında yine osmanlı üslubu, alçı mukarnas (stalaktik) kartonpiyerler ile yumuşak bir geçiş sağlanmıştı.
Nuriye Hanım Pavyonu’nun çatısı ise tamamen çinko ile kaplanmıştı.
Revak yer karolarından kalanlar |
Revaktan bahçeye inen mermer merdivenler |
Nuriye Hanım Pavyonunun dış cephesindeki balıksırtı kaplama tahtaları dikkat çekici |
Pavyonun Subasman seviyesi altında bir drenaj sistemi olduğu anlaşılıyor,zemindeki suyun deşarjı için belirli aralıklarla bırakılmış menfezler var. |
Büyük salondan kalan tek duvar |
Nuriye Hanım Pavyonunun Büyük Salonunun duvarlarındaki Osmanlı üslubu kalemkari süslemeler. Renkler zamanın ve hava şartlarının etkisiyle uçmuş... |
Ayrıca duvarlar ile tavan arasında yine osmanlı üslubu, alçı mukarnas (stalaktik) kartonpiyerler ile yumuşak bir geçiş sağlanmıştı.
Büyük Salonun duvar-tavan birleşimindeki kornişten alçı mukarnas örneği tek parça kalabilmiş ne yazık ki. |
Nuriye Hanım Pavyonu’nun çatısı ise tamamen çinko ile kaplanmıştı.
Öğrenciler Nuriye Hanım Pavyonu güney cephesi revakları önünde |
Öğretmanler Nuriye Hanım Pavyonu kuzey cephesi revakları önünde |
70’li
yıllarda Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden Mimar Nihal Uluengin ve
Y. Mimar Bülent Uluengin’in yaptıkları tez çalışması sırasında çizdikleri röleveler bugün artık ne yazık ki ayakta olmayan yapının güzelliğini açıkça ortaya koymaktadır.
O sıralarda dahi artık çinko çatı kaplamalarındaki zamanın yarattığı tahribat ve çürüme nedeniyle yapı su sorunu yaşamaya başlamıştı. Ahşap tavan süslemelerinde ve duvarlarda rutubetin yarattığı büyük tahribatlar göze çarpmaktaydı. O sıralarda büyük salon hariç diğer odalar lojman olarak kullanılmakta, büyük salon ise okulun eski eşyalarının ve eski evraklarının saklandığı bir depo haline getirilmişti.
Y. Mimar Bülent Uluengin’in yaptıkları tez çalışması sırasında çizdikleri röleveler bugün artık ne yazık ki ayakta olmayan yapının güzelliğini açıkça ortaya koymaktadır.
Ahşap işçiliklerdeki ince zevki yansıtan zarif detaylar |
O sıralarda dahi artık çinko çatı kaplamalarındaki zamanın yarattığı tahribat ve çürüme nedeniyle yapı su sorunu yaşamaya başlamıştı. Ahşap tavan süslemelerinde ve duvarlarda rutubetin yarattığı büyük tahribatlar göze çarpmaktaydı. O sıralarda büyük salon hariç diğer odalar lojman olarak kullanılmakta, büyük salon ise okulun eski eşyalarının ve eski evraklarının saklandığı bir depo haline getirilmişti.
27 Haziran
1989’da Milliyet Gazetesi’nde yer alan bir haber ve resimlerde ise açıkça
görülmekte ki, Nuriye Hanım Pavyonu artık yavaş yavaş bir çöküntü ve yokoluş
sürecine girmişti.
Nuriye Hanım Pavyonunun Doğu yönünden giriş kapısı |
Nuriye Hanım Pavyon’daki ahşap işçiliğin inceliği harab olmuş halinde bile göz kamaştırıyor. |
O yıllarda,
1983’den itibaren Erenköy’de yaşamaya başlamama rağmen, bugün neden o günlerde kameramı alıp, bu nadide eserleri belgelemedim diye çok
hayıflanıyorum. Geçtiğimiz bahar aylarında gidip resimlerini çekmeye çalıştığımda
ise artık çok geç kalmıştım. Yapıdan kalanların fotoğraflarını çekerken dahi,
sağa sola dağılmış yapı elemanlarının görüntüleri onların sapasağlam olduğunda
ne kadar muhteşem bir görüntü verdiklerinin kanıtı gibiydi, derin bir üzüntü duydum.
Bu nedenledir belki de, bu üzüntümü ve utancımı böyle bir yazı yazarak
gidermeye çalışıyorum şimdi...
Okulu gezmek
ve fotoğraflarını çekmek için gittiğimde, fotoğraflayabilmek için izin almak üzere
başvurduğum okul müdüründen duyduğum, “aslında restorasyon projeleri hazır, tahsisatın
çıkmasını bekliyoruz, köşkü tekrar ayağa kaldırabilmek için...” sözleri bir an
için yüreğimi ferahlatsa da, sonunda düşününce bunun ne kadar gelip geçici bir
umut olduğunun ayırdına varıyorum, kısa bir sürede, yaşadığımız günlerin zihniyetini ve gelişmeleri hatırlayınca...
Selamlık Biinası Girişi |
Rıdvan
İsmail Paşa Köşkü’nün ana (haremlik) köşkünün tam karşısında yer alan Selamlık
Köşkü’nün durumu da Nuriye Hanım pavyonu’ndan pek farklı değil elbet, ancak
yine de zamana ve zamanın yarattığı yıkıcı tahribata şimdilik dayanabildiği
kadar dayanmakta.
Kompleksin
bahçesine Rıdvan Paşa sokaktaki bahçe kapısından girildiğinde, girişten bakarak
sağda görülen betonarme binanın yerinde zamanında Ana Köşk (haremlik) binası yer
alırmış, solda ise bugün yıkıldı yıkılacak gibi duran ve hemen arkası sonradan
açılmış olan Ömer Paşa sokağa bitişik Selamlık binası, tam karşıda büyük
çamların altında yerle bir olmuş Nuriye Hanım Pavyonu yer alıyor.
Selamlık ile Nuriye Hanım Pavyonlarının akslarının kesiştiği noktada ve Ömer Paşa sokağa sırtını dayamış bir şekilde büyük bir limonluk (sera) kalıntısı gözüme çarpıyor; Çalışkan bahçıvan Recep efendinin kışa girmeden, korumaya aldığı nadir bitkileri tek tek o basamaklara yerleştirişi canlanıyor gözümde, bir an parlayıp sönen güneş hüzmesinin içerisindeki gölgelenmelerde görüyorum onu...
Bahçıvan Recep Efendinin Serası |
Seranın zeminindeki çimento şap bile, ince bir zevkin ürünü |
Selamlık ile Nuriye Hanım Pavyonlarının akslarının kesiştiği noktada ve Ömer Paşa sokağa sırtını dayamış bir şekilde büyük bir limonluk (sera) kalıntısı gözüme çarpıyor; Çalışkan bahçıvan Recep efendinin kışa girmeden, korumaya aldığı nadir bitkileri tek tek o basamaklara yerleştirişi canlanıyor gözümde, bir an parlayıp sönen güneş hüzmesinin içerisindeki gölgelenmelerde görüyorum onu...
Demir Döküm Kameriyeden detay |
Bahçedeki
artık düzeni bozulmuş tarhların arasında ise kendi başına dahi bir sanat eseri sayılabilecek incelik ve zerafetteki altıgen planlı demir döküm Kameriye, her
şeye rağmen direnişini sürdürmekte ve geçmişten günümüze üstlendiği anıların
bekçiliği görevini dimdik ve mağrur bir şekilde yürütmeye çalışmakta; Oysa, bir
zamanlar kimbilir kaç genç kızın yürek çarpıntılarına, altında koklanan
leylaklara, güllere, gizli saklı okunan mektuplara, içli içli dökülen göz
yaşlarına tanık olmuştu...
Bugün ayakta
olmayan Köşkün Ana binasının hemen ardında ise bir Hamam kalıntısı yer alıyor,
bütünlüğünü kaybetmemiş olsa da zaman ve belki de biraz insan faktörünün
yıpratmışlıklarına rağmen hala ayakta.
İçerisinde açık olan bölümden görebildiğim kadarıyla kazan dairesi veya çamaşırhane (çamaşır yıkamak için yapılmış mermer tekneler mevcut) olabileceğini düşündüğüm bölüm tamamen dağılmış, bazı kalıntılardan buranın kazan dairesi olduğunu tahmin edebiliyorum.
Kaya sarmaşıklarının kaplamışlığında herşeye rağmen yine de çok güzel görünüyor ve çok da gösterişli...
Cumhuriyetin ilk kadın yazarlarından Müşerref Hekimoğlu da (1921- 2004) Erenköy Kız Lisesi sıralarından geçmiş, babasının tayini nedeniyle Ankara Lisesi’nden mezun olmuştu. 1 Mart 1998 tarihli Cumhuriyet Dergi’nin 4 sayfasındaki kendi “Başkent Günleri” köşesinde, yazdığı “Yitik dostlar, çağrışımlar” başlıklı yazısında, öğrencilik yıllarının Erenköy Kız Lisesi’ni şöyle anlatıyordu;
İçerisinde açık olan bölümden görebildiğim kadarıyla kazan dairesi veya çamaşırhane (çamaşır yıkamak için yapılmış mermer tekneler mevcut) olabileceğini düşündüğüm bölüm tamamen dağılmış, bazı kalıntılardan buranın kazan dairesi olduğunu tahmin edebiliyorum.
Kaya sarmaşıklarının kaplamışlığında herşeye rağmen yine de çok güzel görünüyor ve çok da gösterişli...
Cumhuriyetin ilk kadın yazarlarından Müşerref Hekimoğlu da (1921- 2004) Erenköy Kız Lisesi sıralarından geçmiş, babasının tayini nedeniyle Ankara Lisesi’nden mezun olmuştu. 1 Mart 1998 tarihli Cumhuriyet Dergi’nin 4 sayfasındaki kendi “Başkent Günleri” köşesinde, yazdığı “Yitik dostlar, çağrışımlar” başlıklı yazısında, öğrencilik yıllarının Erenköy Kız Lisesi’ni şöyle anlatıyordu;
“...çağrışımlar Rıdvan Paşa köşkünden, Göztepe Taşokulu’nu bitirdikten sonra gittiğim Erenköy Kız Lisesi’nden. Kocaman bahçe içinde beyaz bir köşk, ortada havuzuyla mermer bir salon, duvarda tavana kadar uzanan aynalar, oymalı kapılar, işlemeli çerçevelerle, tahta mimarlığın görkemli bir örneği. Güzel öğretmenlerim var orada, edebiyat öğretmeni Tahsin Bey, siyah (eski harem ağasıdır) ama beyaz cağrışımları var, resim öğretmeni Zahide hanım, resim sevgimin ilk kaynağı. Felsefe öğretmeni Feliha hanım, öğretmenim olmadı, ama bir de Berat Hanım’ın güzelliği var belleğimde... Babam Eşkişehir’e, ardından da Ankara’ya atandı, ben de Erenköy’ü değil Ankara Lisesi’ni bitirdim. Ama Rıdvan Paşa köşkünü unutamadım.
Yandığı zaman
hüngür hüngür ağladım...”
Yandığı zaman
hüngür hüngür ağladım...”
Cumhuriyet Gazetesi, 22 Şubat 1945, 1.Sf.
“Ateş,
bacanın tutuşmasile başladı, 30 odalı bina 2,5 saatte kül oldu. Okulun evrak ve
kasası kurtarıldı, nüfusça zayiat olmadı.
Dün gece,
Erenköy kız Lisesi, üst kattan çıkan bir yangın neticesinde tamamen yanmıştır.
Ateş, saat 21,5 ta binanın baca kurumlarının tutuşmasile başlamış, tamamen
ahşab olan ve bu sene, içi ve dışı yağlıboya ile boyanan koca binayı derhal
sarmıştır. Dün gece esmekte olan çok şiddetli bir rüzgar da yangının
büyümesinde büyük bir rol oynamıştır.
Yangın
mahallinde, arkadaşlarımızın yaptıkları tahkikata göre, ateş, yirmi biri beş
geçe görülmüş, derhal Kadıköy, Göztepe ve Üsküdar İtfaiyelerine haber
verilmiştir. İtfaiye, gelinceye kadar, binanın üst katı baştanbaşa tutuşmuştur.
Talebe, bu sırada mütalaa salonunda bulunduğundan derhal binadan dışarı
çıkmıştır. Okulun üst kısmı, 90-100 yataklı yatakhane olduğundan, ateş
başladığı vakit burada kimse bulunmamakta idi. Ateş bacayı sardıktan sonra,
talebeden bir çoğu gerek kendilerine aid, gerek mektebe aid eşyayı kurtarmağa
uğraşmışlardır. İtfaiye geldiği vakit, bir müddet su bulamamıştır. Maamafih,
rüzgarın çok şiddetli esmesi, itfaiyenin su bulunduktan sonra da işini çok
güçleştirmiştir.
Ateş üst
kattan orta kata geçmiş ve biraz sonra da alt kata sirayet etmiştir. Koca ahşab
binanın bir meşale gibi yanmağa başlaması, bütün Erenköy, Göztepe, Suadiye,
Bostancı, hatta Kadıköy semtlerini kızıl bir aydınlığa boğmuş, hiç bir yangında
bu derece kızıllık görülmemiştir. İstanbul’un yüksek semtlerinden bile, ateş
açık olarak görülmüştür.
Binanın
tamamen yanması 23,30 a kadar sürmüştür.
Lise
binasının yanında ayrı bir paviyon halinde bulunan kütübhane ve jimnastikhane
binaları da yanmıştır. Fakat daha uzakta olan asıl yatakhane binası
yanmamıştır. Mektebin evrakı, defterleri, kasası, kütüphanedeki kitablar
kurtarılmıştır. Laboratuvardaki cihazların da mühim bir kısmı kurtulmuştur.
Nüfusça hiç bir zayiat olmamış, talebeler, yanmıyan yatakhane binasına, kısmen
de civardaki köşklere yerleştirilmiştir. Civar halkı, büyük bir korku
geçirmekle beraber, evrak ve defterlerin kurtarılmasında yardımlarda
bulunmuşlardır.
Binanın
etrafının açık oluşu, büyük bir kıvılcım sağanağı halinde dökülen ateş
parçalarının başka bir binaya sirayetine mani olmuştur.
Yanan bina
30 odalıdır. 1318 senesinde Şehremini Rıdvan Paşa tarafından büyük bir masraf
ihtiyarile yaptırılmış, hatta bir kısım malzemesi Avrupadan getirtilmiştir.
Kadıköy Kaymakamı, Emniyet Amiri Vak’a mahalline gelerek tahkikatla meşgul
olmuşlardır. ”
Erenköy kız
lisesi yandı
Yangın 3 saat sürdü, nüfusça kayıp yoktur.
Akşam Gazetesi, 22 Şubat 1945, 2 sf.
“Dün gece
saat 21 de Erenköy kız lisesinde yangın çıkmış, binanın tamamen ahşap ve yağlı
boyalı oluşu, o sırada şiddetli rüzgar esmesi ateşin sürekli büyümesine sebep
teşkil etmiştir. Erenköy, Kadıköy ve Üsküdar itfaiye gruplarının birlikte
çalışmalarına rağmen yangın tam 3 saat sürmüş, bina tamamen yanmıştır.
Yangını ilk
defa, Hanife adında bir talebe görerek idareye haber vermiştir. İdare de
telefonla itfaiyeyi haberdar etmiş ise de ateş çabuk büyümüştür. Bayezit kulesi
de yangını görerek itfaiyeye malümat vermiştir.
Bina,
“Rıdvan Paşa Köşkü” namile maruf olup 30 odalıdır. Ateş, soba borularının
bacaya geçen kısmında ve üst kat odalardan birinin tavanından başlamış, çok
kısa bir zamanda tavanı olduğu gibi ateş kaplamıştır. Buradan dökülen ateşler
üçüncü katı, üçüncü kattan dökülen ateşler de ikinci katı tutuşturmak suretile
birinci kata kadar süratle genişlemiştir. Gerek Erenköy halkının, gerekse
mektep idaresi mensuplarile talebelerin yardımı ile eşya kurtarılmasına
çalışılmış, bir miktar evrak ve eşya kurtarılabilmiştir.
Lisede 196
leyli talebe vardı. Bunlardan bir kısmının yatakhaneleri binanın üst katında,
diğer kısmının yatakhanesi de binaya yakın diğer ayrı bir binada idi. Yangın başladığı
anda talebe henüz yatmamış bulunduğu için nüfusça kayıp olmamıştır. Revir
kısmında yatan birkaç hasta talebe derhal binadan dışarıya çıkarılmak ve
civardaki köşklerden birine nakledilmek suretile kurtarılmışlardır.
Yanan
binanın yakınında bulunan sinema salonu ile fizik kimya laboratuvarı, sıçrayan
ateş parçalarile tutuşmuş ve bunlar da kısmen yanmıştır.
Kadıköy
savcılığı ve zabıta ilk tahkikatta binanın ahşap olmasına binaen alınması lazım
gelen tedbirlerin noksan olduğu nreticesine varılmış, yangına başlangıç teşkil
eden yatakhane odacısının ifadesine müracaat edilmiştir. Tahkikata devam
edilmektedir.”
Erenköy kız
lisesi
Talebenin derslerine devam etmesi için
tedbir alındı.
Akşam Gazetesi, 23 Şubat 1945, 2 sf.
“Maarif
müdürlüğü, yanan Erenköy kız lisesi talebelerinin Pazartesi gününden itibaren
derslere başlamaları için tedbirler almıştır.
Lisenin orta
kısım talebeleri, çifte öğretime başlayacak olan Göztepe ortaokulunda
okuyacaklardır. Lisenin nehari orta kısım talebeleri bu okula devam edecek,
orta kısmın leyli talebeleri ise mektebin yanmayan kısmında yatarak derslerini
Göztepe ortaokulunda takibeyleyeceklerdir. Lise kısmı talebeleri okulun
yanmıyan kısmında okuyacaklardır. Yatak ve sıralarla sobalar temin edilmiş ve
odaların sınıf haline konulmasına dünden itibaren başlanmıştır.
Mektebin 196
sı leyli, 179 u nehari olmak üzere 375 talebesi vardır. Bu 196 leyli talebenin
120 si yanmıyan yatakhanede yatmakta idi. Biraz sıkıştırılmak suretile bütün
leyli talebeler yangından kurtulan bu yatakhanede yatacaklardır. Leyli
talebenin diğer okullara dağıtılması düşünülmüşse de sonradan vazgeçilmiştir.
Söylendiğine
göre, yangın, üst katta bulunan yatakhanenin soba bacasından çıkmıştır. Lisenin
evrak, defter ve kayıtlarının hepsi, fizik ve kimya laboratuvarı, yemekhane ve
deposu, kurtarılmıştır. Vakanın idari ve adli tahkikatı devam etmektedir.
Yangın
tahkikatı
Erenköy kız
lisesi hakkındaki tahkikata Kadıköy savcılığı devam etmektedir. Yangının
sobadan mı, yahut elektrik kontağından mı çıktığı henüz tesbit edilememiştir.
Bu sabah bir gazete, lisede yangın çıktığı zaman Kadıköy itfaiyesinin evvela
yanlışlıkla Çamlıca’ya gittiğini, Üsküdar itfaiyesinin de o sırada
Kandilli’deki diğer bir yangına sevkedildiğini yazıyordu.
Yaptığımız
tahkikata göre yangın çıkar çıkmaz itfaiye mektep idaresinden değil, civardaki
komşulardan telefonla haber verilmiş, sonra da Beyazıt kulesi ateşi görmüştü.
Gazetenin yazdığı gibi Kadıköy itfaiyesinin yanlışlıkla Çamlıca’ya gittiği
doğru değildir.
Yangın
yerine evvela Kadıköy, ondan sonra da Üsküdar itfaiyeleri derhal gitmişlerdir.
Kandilli yangınına giden Üsküdar itfaiyesinin başka bir müfrezesidir.”
89 yaşındaki
İsmet Kür, 3 Nisan 2005 tarihli Cumhuriyet Pazar’ın 993.ncü sayısında, bir ağıt
yakar adeta, yıllar önce küçük bir kıvılcımla başlayıp bir yangına dönüşen o
büyük acıya, Rıdvan İsmail Paşa köşkünün, Erenköy Kız Lisesi’nin kaybına...
yitirilen onlarca güzellere, güzelliklere...
saçaklar
tutuşmuş önce...
Benim de
saçlarım tutuştu sonra,
bedenlerimiz
yandı birlikte...
Kızgın
dumanlar kavurdu gözlerimizi...
Yüreğimiz
yandı sızım sızım...
Yılların
azaltamadığı bir sızı...
Bir sabah
ansızın başlayan...
“Ve.. Yıllar
sonra bir sabah uyandığınızda... Bu eşsiz güzelin, güzelliklerin yanıp kül
olduğunu öğrenivermek.. Köşkün gazetelerdeki fotoğrafları: Alev alev... duman
duman... Son fotoğraf: Harabe haline gelmiş bahçesine sırtını dönmüş. kapkara,
umutsuz, alabildiğine öfkeli, mitolojik bir iskelet... Ama gene onurlu, gene
muhteşem.. . Öyle ki, gören O’na değil, geride kalanlara acıyor. Ve büyük
koltukları ‘işgal etmiş’ olanların cahil, budala ihmallerine,
umursamazlıklarına çıldırıyor.
Erenköy Kız
Lisesi, eski adıyla Erenköy Kız Sultanisi, Rıdvan Paşa Köşkü’nde eğitim
veriyordu. Köşk bir yangınla kül oldu ve...
BİZ
HATAMIZLA KÜL ETTİK...
Rıdvan Paşa
Köşkü bir kez yandı. Biz, güzelliği, Istanbul'u, tarihi, yüreği ve kafasıyla
sevenler, yıllardan beri yanmaya devam ediyoruz. Yıllar, ne yangınımızı
geçirebildi ne büyük öfkemizi ne de umutsuzluğumuzu...
Faruk Nafiz,
bir şiirinde:
"Biz,
hatamızla kül ettik,
gül açan bahçeleri"
der...
gül açan bahçeleri"
der...
Hatalar...
hatalar... hatalar... Durdurak tanımayan... Hatalarımızla yitirdiğimiz, yitirmeye
devam ettiğimiz güzellerin, güzelliklerin sayısı belli değil... Ateşle,
villalarla, gecekondularla, köprülerle... Ve en korkuncu, en bağışlanmazı da
yasalarla... Evet, yasalar... eleştiri, itiraz, mantık ve mahkeme kararları...
Hatta... hatta ‘yasal yasaklar’ı dinlemeyen, hiçe sayan; acımasız, kimlere
hizmet ettiği bilinmeyen, katı yasalar... Umutsuzluğumuz bundandır!..”
Erenköy kız
Lisesi’nin bahçesindeki Atatürk büstünün üzerinde şu yazar;
“Dünya
yüzünde gördüğünüz
her şey
her şey
kadının eseridir.”
Mustafa
Kemal Atatürk
KAYNAKLAR:
- Dünden, Bugünden: “Erenköy kız lisesi binasına dair hatıralar”- Sermet Muhtar Alus
Akşam Gazetesi, 15 mart 1945, sf 6
- “Eğitim Savaşının öncüsü, Aziz Haydar Hanım” Dizi yazı - Nezihe Araz,
Milliyet 28 Temmuz- 3 Ağustos 1988
- İsyankâr bir kadın Aziz Haydar - Feryal Saygılıgil
Kadınlara mahsus gazete PAZARTESİ, 13 Nisan 1996, sf 22-23
- Müfid Ekdal - Kapalı Hayat Kutusu Kadıköy Konakları
- Prof. Dr. Bedii N. Şehsuvaroğlu- Göztepe, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1970
- Yıllara mı çarptı hızımız - İsmet Kür, Everest Yayınları, 2008
- Gözbebeğim Göztepe - Celal Özcan, Heyamola Yayınları, 2010
- Rıdvan Paşa Köşkü müştemilatından bir pavyon rölevesi (Erenköy Kız Lisesi)
Nuriye Hanım Pavyonu -Y. Mimar Nihal Uluengin (DGSA), Y. Mimar Bülent Uluengin (DGSA)
ARKİTEKT Mimarlık, Şehircilik, Turizm Dergisi / 1976, Sayı: 362, İstanbul
- İstanbul’da Mektepçilik, Erenköy Kız Lisesi
Millî Mecmua, 15 Birinci Kânun 1930, Cilt 11, Sekizinci yıl, No: 121
- Akşam Gazetesi, 22 Şubat ve 23 Şubat 1945
- Cumhuriyet Gazetesi 22 Şubat 1945
- Başkent Günleri / Yitik dostlar, çağrışımlar - Müşerref Hekimoğlu
Cumhuriyet Dergi, 1 Mart 1998
- Başkent Günleri / Yitik dostlar, çağrışımlar - Müşerref Hekimoğlu
Cumhuriyet Dergi, 1 Mart 1998
15 yorum:
Yazınızı göz yaşları içinde okudum... Ellerinize sağlık...
Ben de Erenköy mezunuyum ağlayarak okudum. Bu kadar detaylı Erenköyü okumamıştım. Yüreğinize sğlık.
Harita bir yazı ama maalesef içim acıyarak isyan ederek okudum umarım tekrardan eskı ıhtısamlı Yıllarına döner devlet yardım yapar
blgn s.s r.f.k seninle oturup sohbet etmek isterdim
Kusura bakmayın ama ne demek istediğinizi anlayamadım!.. Ne demek s.s.r.f.k ?
Çok güzel bir yazı. Emeğinize sağlık. Bu konu güzel bir kitap olur. Bence kitap olarak yazmalısınız. Saygılarımla..
bLOG YAZILARINIZ SON DERECE NİTELİKLİ. ARAŞTIRMACI TİTİZLİĞİNDE ÖZENLE HAZIRLANMIŞ. EMEĞİNİZE SAĞLIK. SON DERECE ÖNEMLİ BİLGİLER. GEÇMİŞİ HAKKI İLE BİLMEK VE YAZMAK KONUSUNDA SİZE NACİZANE GIPTA ETTİM
Erenköy Kız Lisesi 1959/1960 mezunuyum. Okulumuzun tarihçesi hakkıhda hiç bilgimiz yoktu. Bu hocalarımızın ve EKL adına kurulan derneklerin olduğu kadar benim de ayıbım. Çok teşekkür ederim size. Sağolun varolun. Blogunuzu nasıl izleyeceğim. Bilgi verirseniz sevinirim. Başarılar dilerim.
Levent Bey sizinle iletişime gecmeyi arzu ederim. Annemin dedesi erenkoy kiz lisesinin ilk müdürlerinden. Kullandığınız fotograflardan birinde kendisinin de fotografi var. Mümkünse fotoğrafı nereden temin ettiginizi öğrenmek isterim. Keza bizde olmayan bir fotoğrafı. Ulasabilirsek çok sevinirim :)
Sayın pelinoncuglu, bahsettiğiniz fotoğraf hangisi acaba? Eğer bilebilirsem yardımcı olmaya çalışırım. Mail adresim: levent.civelekoglu@gmail.com
Sayın Nedime Uğraş, blogumu https://lcivelekoglu.blogspot.com adresinden takip edebilirsiniz.
Merhaba,
Bu durumda bugün aslında Erenköy Kız Lisesi olan yer aslında ek yatakhane binası. Ve eski yerinde (tam eski yeri de değil, hamam kısmının önünde) yer alan Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi ise aslında yanan köşkün olduğu yer.
Yani Rıdvan Paşa Köşkü aslında bugünkü Erenköy Kız Lisesi'nin orda değil, Avni Akyol GSL'nin ordaydı, doğru mu?
Evet doğrudur.
Merhaba , çok guzel bir yazı tebrik ederim . Nuriye hanım pavyonu kalıntıları arasında ve yan taraftaki büyük bahçede çocukluğumu geçirmiştim.Aklımda kalan enteresan bir bilgiyi paylaşayım , bu pavyonun hemen girişinde mermer basamağın altında görülen ve birkaç metre ilerisinde bir delikten girilen bir boşluk kısmı mevcuttu.Birkaç sefer arkadaşlarım ile bu boşluğa girmiştim.ilk anda kare bir alan vardı ancak yüzünüzü pavyona döndüğünüzde içeriye doğru ilerleyen mağaraya benzer ama insan yapısı bir kısım mevcuttu korkudan asla sonuna kadar gidemedik ne olduğunu da bilmiyorum ama kameriyenin altına kadar giden kısımlar olduğunu söyleyenler vardı.belki mahzen, belki saklanmak için bir bölüm ama çok esrarengizdi.
MUHTEŞEM BİR ANLATIMLA,TÜM DETAYLARIYLA ANLATILMIŞ,EMEK HARCANMIŞ BİR YAZI DİZİSİ..İKİNCİ KEZ ÇOK DUYGULANARAK OKUDUM..MEZUNU OLMAKTAN ONUR DUYDUĞUM OKULUM HAKKINDA NE ÇOK BİLMEDİKLERİM VARMIŞ..KALEMİNİZE YÜREĞİNİZE VE DE EMEĞİNİZE SAĞLIK..FİLİZ ZATPARVAR
Yorum Gönder