Sayfalar

25 Ekim 2020 Pazar

Bir yangın yerinin FOtopsisi... (Fotoğraflı Roman)




................................................................................................................ 


Değerli Sanat ve Mimarlık Tarihi hocam,

Leyla Taylan Baydar’ın anısına. (1923-2015)


Sevgili hocam, oldum bittim Moda’yı çok severim, ancak sizinle yıllar sonra sanal ortamda yaptığımız o kısacık, ama dolu dolu paylaşımlardan ve çocukluk günlerinizden çıkarıp aktardığınız o zengin anılarınızdan sonra, daha da çok sever olmuştum Moda’yı. Sizin kolunuza girip o canlandırdığınız sokaklarda dolaşma hayalimizi, ne yazık ki gerçekleştirmeye fırsatımız olamamıştı. Bir gün bana; 

“Bu günki Moda, o zaman ki Moda değilse de,

tekrar gittiğinde çevrene bir de benim için bak.”

demiştiniz, bunu hiç unutmadım ve ihmal de etmedim... Ne zaman yolum düşse Moda’ya hem kendi, hem de sizin gözünüzle bir şeyler aradım, sizin o bize amfi sıralarında hiç unutmadığım “bakmak değil, görmek önemlidir” tavsiyenize uyarak, her seferinde de yeni bir şeyler keşfettim, hep sizi anarak…


Son olarak geçtiğimiz günlerde yaptığım küçük bir Moda kaçamağında, yine yeni bir şey keşfettim kendim için, ama bunu çok da fazla kendime saklayamayıp ertesi gün, “kısa dünün kârı” başlığıyla ve kısacık bir bilgi notuyla iki ustayı, Prof. Dr. Emin Onat ve Ercüment Kalmık’ı saygıyla anarak paylaştım ki, bu iki değerli ustanın bıraktıkları eserleri başkaları da görsün, ayırdına ve keyfine varsın diye.


Ancak bu, öyle o şekilde kalmadı elbette, kalmamalıydı da, yola çıkmıştım bir kere… Bu keşif benim için bir ilham oldu, Moda’nın sizin de çok iyi bildiğiniz bir kesitinin, bugününe değil, sizin zamanınızdaki Moda Burnu’na bir yolculuğa çıktım…

Ve bu yazı öylece ortaya çıktı. Keşke okuyabilseydiniz, kimbilir ne değerli eleştirilerde, ne değerli katkılarda bulunurdunuz. Ancak ne gam, yine de çok önemli katkılarınız oldu hocam; kayıt altına aldığım sohbetlerimizin yanısıra, bana yine o sohbetlerde bahsettiğiniz ve bitirince vermek üzere sözleştiğimiz anılarınızı, ricamı kırmayarak değerli kızınız Gülsüm Baydar yayınlanmamış haliyle vermekle kalmadı, bu yazı içerisinde kullanabilme iznini de lütfetti. Kendisine minnettarım.

Dolayısıyla hocam, bu yazı bir anlamda sizinle benim ortak çalışmamız oldu.

Benim araştırmalarım ve sizin anılarınızla ortaya çıktı.

O nedenle bu yazıyı size ithaf ediyorum,
değerli hocam, sevgili Leyla Taylan Baydar… Ruhunuz şâd olsun...
................................................................................................................ 

1955 yılının soğuk bir kış günü, takvimler 11 Ocak Salı gününü gösteriyordu; Moda Deniz Kulübü’nün karşısındaki bir kayıkhanede Candan Bursa adında bir çocuğun dikkatsizliği yüzünden bir yangın çıkmış, kayıkhane tamamen yanmıştı. Salı günü saat 12 sularında arkadaşının motoruna bakmak için kayıkhaneye giren Candan’ın içerisini aydınlatmak için yaktığı çakmak, yakında bulunan bir benzin bidonunun alev almasına, çıkan yangının da kısa sürede kayıkhaneyi sarmasına neden olmuştu. İtfaiyeye bildirim yapılmış, yangını bastırmak için gelen itfaiye müdahele etmiş, ancak yangın bastırılamamıştı. Kayıkhanede bulunan 50 tekneden 20’si tamamen, 10’u ise kısmen yanmıştı.*
* Milliyet Gazetesi 12 Ocak 1955, Sayfa 7

Bu olayın üzerinden daha 35 gün geçmişti ki, 14 Şubat Pazartesi gecesi, bu kez Moda burnu Devriye sokak
No:16-1’deki pansiyonda yangın çıkmıştı. 


14 Şubat günü, o çok bilinen sert soğuklarda, Moda burnunun rüzgarlara açık o en uç noktasında, Tevfik Filmer’e ait ve Rum asıllı Apergis ve daha çok karısı Madam Apergis’in ilgilendiği dört katlı pansiyonun üst katında oturan ve Macar asıllı, siyasi mülteci ve gazeteci Jorj Pereni Lukos, gece saat 23 sularında odasına gelmiş, her zaman olduğu gibi o gelmeden önce kaldığı odasını ısıtabilmek için Madam’ın yaktırıp hazır ettiği sobasını biraz daha canlandırmak için bir kaç daha odun atmış, harlamak için körüklemiş ve banyoya girmişti. Banyodan çıkarken bir çıtırtı duymuş, önce yağmur zannettiği bu çıtırtının pencereden geldiğini farketmiş ve dönüp baktığında pencerenin pervazının tutuştuğunu görmüştü. Büyük bir ihtimal ile harlamak için körüklerken sobanın bacası yerinden oynamış, ondan üzeri yağlı boya ile boyanmış ahşaplara sıçrayan kıvılcımlar 10 dakika gibi kısa bir süre içerisinde tüm binayı saran bir yangına neden olmuştu. İtfaiye saat 01:20 de olay yerine geldiğinde yangın, havanın rüzgarlı olması yüzünden sadece 16-1 numaralı ahşap pansiyonunu tutuşturmakla kalmamış, sol tarafındaki bahçe komşusu ve yine dört katlı olan 18-1 ve 18-2 numaralı birbirlerine bitişik, diğer bir ahşap pansiyona da sıçramış, oradan 20 numaradaki, 18 Haziran 1945, 31 Mart 1947 tarihleri arasında Marsilya Başkonsolosluğu yapmış olan A. Münir Pertev Subaşı’ya ait binaya, diğer yönde de hemen bitişik olduğu ikizi 16-2 numaradaki Münip Bulgurcu’ya ait binaya ve sonunda da aradaki Hüseyin Bey sokağını da atlayarak 14 numaradaki Mano Palas’a sıçramış, yangın otelin çatısı ve üst katı tamamen yandıktan sonra ancak kontrol altına alınabilmişti.
Milliyet Gazetesi, 16 Şubat 1955

Yangının bütün bir Moda semtini tehdit etmesi karşısında Kadıköy İtfaiyesinin yardımına Üsküdar ve İstanbul İtfaiyeleri de yetişmiş, ancak buna rağmen binaların çoğu tamamen, bir kısmı da kısmen yandıktan sonra yangın sabaha karşı söndürülebilmişti.
Takvimler 15 Şubat, Salı gününü gösterdiğinde, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan Moda Burnu, üzerlerinden halâ duman tüten o altı talihsiz binanın küle dönmüş enkazları ile büyük bir yangın yerine dönmüştü...
Yangın yerinde ertesi gün yapılan bilirkişi incelemesinde olayda bir kasıt olmadığı, 20 kapı numaralı Tevfik Kılıçer’e ait binanın 15.000, 18-1 ve 18-2  kapı numaralı A. Münir Pertev Subaşı’na ait ikiz pansiyonların ve 16-1 ve 16-2 kapı numaralı Münip Bulgurlu ve Tevfik Filmer’e ait ikiz pansiyonların 60.000’er, 14 kapı numaralı Mano Palas’ın ise 25.000 lira kıymetinde olduğu tesbit edilmişti. Bu arada 16-1 ve 16-2 numaralı ikiz binaların 30 bin, 14 numaralı Mano Palas’ın ise 20-45 bin liraya sigortalı oldukları anlaşılmıştı.   
Milliyet Gazetesi, 17 Şubat 1955

Kimbilir kimler gelmiş, kimler geçmişti, neler görmüş, neler geçirmişlerdi, şimdi bir kıvılcımla o anılar hep birlikte el ele tutuşup, gökyüzüne doğru adeta dans ederek kül olup savrulmuş, tarihe gömülmüşler, unutulup gitmişlerdi...
Moda burnundaki yangın yerinin ve o sırada yanan evlerin görülebildiği tek fotoğraf.
Fotoğraf Moda kürek yarışları sırasında çekilmiş. Soldan sağa, 22 numaralı Sabur Sami Draz Konağı, 20 numaralı Tevfik Kılıçer Evi, 18-1 ve 18-2 numaralı A. Münir Pertev Subaşı’na ait ikiz pansiyonlar,
16-1 numaralı Münip Bulgurlu Evi, 16-2 Tevfik Filmer evi, 14 numaralı Mano Palas ve
12 numaralı Fréderici Apartmanı

Yangın her zaman fiziki olmak zorunda değil elbet, elle tutulamaz bazı yangınlar; Yürek yangınları vardır ki işte onu yaşayan bilir, anlatmak da yazmak da çok zordur...
Eski fotoğraflara bakarken, Moda’nın o eski günlerine göz gezdirirken ve günümüze dönüp bakınca öylesine bir yangın yaşıyorum ki, işte o “yangın yeri”ni anlatmak çok zor...
Ancak, o savrulan küllerin arasından o anıların izlerini sürebilir, bulabildiklerimi yakalar, unutulmamalarını, hatırlanmalarını sağlayabilirim, yapabileceğim o kadar.
1938 tarihli Jacques Pervititch Sigorta haritasında “Yangın yeri”
1938 tarihli Jacques Pervititch Sigorta haritasında (1) Yangının başladığı 16-2 Tevfik Filmer evi;
16-1 numaralı Münip Bulgurlu Evi, (2) 18-1 ve 18-2 numaralı A. Münir Pertev Subaşı’na ait ikiz pansiyonlar, (3) 20 numaralı Tevfik Kılıçer Konağı(4) 14 numaralı Mano Palas ve 12 Numaralı Fréderici Apartmanı (5) 26 numaralı Antipa Köşkü, (6) 10 ve 8 numaralı Moda Palas.
Arada unutup işaretlemediğim tek bir Konak kalmış, 22 numaralı; O da Memduh Ezine Konağı’dır.

Rum asıllı Apergis’ler başlangıçta Tevfik Filmer ve Münip Burgurlu’ya ait olan ikiz konaklarda (16-1 ve 16-2) başladıkları pansiyonculuğu geliştirmişler bir süre sonra bahçe komşusu A. Münir Pertev Subaşı’na ait ikiz konakları (18-1 ve 18-2) da kiralayarak işletmelerine katmışlardı. Apergis’lerin bu iki konaktaki pansiyonları, hem Moda burnunun tam köşesini tutan konumları, hem de hizmetlerindeki titizlik ve misafirperverlikleri nedeniyle, Moda’daki en güzel ve tercih edilen pansiyon olarak biliniyordu ve müdavimleri vardı.
1935 yılında çekilmiş bu hava fotoğrafında “yangın yeri”
Kanatlı teyyareden çekilmiş bu hava fotoğrafında “yangın yeri”

Apergis Pansiyon’larının müdavimlerinden birisi de 24 yaşlarında bir genç kızdı, Ğädilä Sadri qızı Maqsudova... Bu Tatar Türkü genç kız, yıllar sonra 72 yaşına geldiğinde, “Böyle idiler Yaşarken” adı ile yazdığı edebi hatıralarını, kendi imkanlarıyla yayınlamıştı...
Moda burnunda soldan sağa, Apergis Pansiyonu, Mano Palas ve Moda Palas
Moda İskelesinden Apergis Pansiyonu, Mano Palas ve Moda Palas 
Önde Moda İskelesi, arkasında soldan sağa Apergis Pansiyonu, Mano Palas ve Moda Palas 

“... Yine Moda’da, deniz manzaraları ile çevrili olarak geçen bir yaz mevsimi idi. Senesini hatırlamıyorum. 1935 ile 1937 arası olduğunu biliyorum, sadece. O sene Apergis Pansiyonunda kalıyorduk.”
diye yazmıştı ve notlarından anlaşıldığı üzere yıllar içerisinde Moda’ya tekrar, tekrar gelmiş ve gözlemlerini;
Moda burnu Devriye sokak, solda Apergis Pansiyon ve ilerisinde Mano Palas , Moda Palas
ve muhteşem Sakız ağaçları.
(Bu ağaçların Çitlembik olduğunu söyleyenler de vardır ancak yanılıyorlar)

“...1951 yazını Moda’da, o zaman Moda Burnu’nun Deniz Kulübü kıyısında bulunan Moda Palas otelinde geçiriyorduk. O zamanki Moda şimdiki gibi, gürültülü patırtılı, vızır vızır arabaların geçtiği yer değildi. Moda Burnundan arabaların geçmesi yasaktı...” 

“... Moda Palas’ın, onun yanındaki Mano Palas’ın ve onun yanındaki Apergis pansiyonunun pencerelerinden Kalamış koyunun ötesinde görülen manzara şimdiki gibi beton yığınından ibaret değil, yeşillikler arasında beyazlıklardı...”
diye küçük notlar düşerek, ayrıntılarla yazmıştı...
Moda burnundan, tam da Apergis Pansiyonun önünden Sakız ağaçlarının arasından
Kalamış koyuna ve Fenerbahçesi’ne bakış.

Ğädilä Sadri qızı Maqsudova, 22 Şubat 1912’de St. Petersburg’da dünyaya gelmiş, ilk öğrenimini Paris ve Berlin’de yaptıktan sonra, babası ile geldiği İstanbul’da Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’ni bitirip gittiği Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi ve Sorbonne Üniversitesi Fransız Medeniyeti Bölümlerinden de mezun olup, 1932 yılında Türk Dışişleri’ne ilk kadın diplomat olarak girmiş, ancak çıkartılan bir yönetmelikle kadın diplomatların dış ülkelere tayin edilmelerinin önü tıkanınca 1934 yılında Dışişleri’nden istifa etmişti. Onun adı artık Adile Arsal’dı...
Ğädilä, ünlü Rus yazar Tolstoy’un “Akıllı Tatar çocuğu” diye bahsettiği Tatar Türkü devlet adamı, hukukçu, akademisyen, düşünür ve siyasetçi Sadretdin Nizametdinoviç Maksudov ve Kamile Rami’nin kızlarıydı. Kazan’da Taşsu adlı bir köyün imamının oğlu olarak dünyaya gelen Sadretdin Nizametdinoviç Maksudov (1878-1957) okuduğu sırada Kırım’da kendisi gibi Kırım Tatarı olan fikir adamı, eğitimci ve yazar İsmail Gaspıralı, Paris’te yine Tatar Türkü olan, yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura ve Yahya Kemal ile tanışmış, hukuk eğitimi yanısıra tarih ve sosyoloji dersleri de almıştı. 1917 Rus İhtilalinden sonra Rusya Müslümanları Kurultayı’nda “Milli-Medeni Muhtariyet” Projesini kabul ettirmiş, Ufa'da ilan edilen “İç Rusya ve Sibirya Milli-Medeni Türk-Tatar Muhtariyeti” adlı özerk devletin anayasasını hazırlamış ve Kasım ayında oluşturulan “Millî Meclis”e başkan seçilmişti.  Devlet işlerini yürütmek üzere kurulan ve üç bakanlıktan oluşan “Millî İrade”nin de başkanlığını da üstlenerek, Kazan yöresinde kurulan bağımsız İdil-Ural muhtariyet yönetiminin ilk Cumhurbaşkanı olmuştu. Ancak kısa bir süre sonra “Millî Meclis” Bolşevikler tarafından dağıtılmış, “Millî İrade” de feshedilmişti. Bunun üzerine Avrupa’ya geçen Sadretdin Nizametdinoviç Maksudov, Türkiye’nin kuruluş yıllarında, 1925’te Mustafa Kemal Atatürk’ün daveti ile Türkiye’ye gelmiş, Sadri Maksudî Arsal adıyla Cumhuriyet’in ilk Hukuk Fakültesi olan Ankara Hukuk Fakültesi’nin kurucu hocalarından biri olmuş, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulmasına da önemli katkılar vermişti. Daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin IV. döneminde Şebinkarahisar, V. döneminde Giresun ve IX. döneminde de Ankara Milletvekili olarak görev yapmıştı. Sadri Maksudî Arsal 20 Şubat 1957’de İstanbul’da 79 yaşında hayatını kaybetmişti.  

(Ğädilä) Adile Arsal, Reşid Mazhar Ayda ile yaptığı evliliği nedeniyle İstanbul’a taşınınca İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne tayin olmuş, kadın diplomatların dış ülkelerde çalışmalarını engelleyen yönetmelik kaldırılınca 1957 yılında Fakültedeki görevinden istifa ederek tekrar Dışişlerine dönmüştü. Adile Ayda, 1958’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda delege, 1959’da Lahey, 1961’de Belgrad Büyükelçiliklerinde Müsteşar ve 1967’de ise Roma elçiliği gibi diplomatik görevlerde bulunmuş, 1976 yılında Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından Cumhuriyet Senatosu’na Kontenjan Senatörü olarak atanmış, 1980 yılına kadar bu görevi sürdürmüştü.
5 Kasım 1992’de 80 yaşında hayatını kaybeden Adile Ayda, Varlık, Türk Edebiyatı ve Hisar gibi Dergilerde edebi tenkitler yayınladığı dönemde Türk Edebiyatının birçok önemli yazar ve şairiyle tanışmış, “edebi portreler değil, edebi hatıralar” diyerek altını çizerek özellikle belirttiği, bir kısmının daha önce 1975-78 yılları arasında Hisar Dergisinde yayınlanan yazılarını derleyerek ve ekler yaparak, yazdığı “Böyle idiler Yaşarken” kitabını 1984 yılında kendi imkanları ile Ankara’da bastırmıştı. Adile Ayda edebi hatıralarında 20 şair ve yazara yer vermişti. Onların arasında; Abdülhak Hâmit Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fazıl Ahmet Aykaç, Behçet Kemal Çağlar, Sabahattin Ali, Salih Zeki Aktay, Şükufe Nihal Başar, Refik Halit Karay, İsmail Hâmi Danişmend, Abdülhak Şinasi Hisar, Celal Sâhir Erozan, Halide Edip Adıvar, Cevat Fehmi Başkut, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Ahmed Hamdi Tanpınar ve Halide Nusret Zorlutuna vardı...
“Yangın yeri”nin 2014-15 yılında çekilmiş bu fotoğrafında, soldan sağa, 18-1 ve 18-2 numaralı A. Münir Pertev Subaşı’na ait ikiz pansiyonların yerinde, günümüzde 28 numara ile Mehtap Apt., 16-1 numaralı Münip Bulgurlu Evi ve 16-2 Tevfik Filmer evlerinin yerinde, günümüzde girişi Hüseyin Bey sokaktan olan 18 numara ile Ufuk Apt.14 numaralı ikiz Mano Palas ve 12 Numaralı Fréderici Apartmanı’nın yerinde, günümüzde 24 ve 22 numaralar ile Manzara Apartmanları, 10 ve 8 numaralı Moda Palas’ın yerinde de, günümüzde 20 ve 18 numaralar ile Marmara Apartmanları yer almaktadır.

30 Temmuz 2015’te aramızdan ayrılan değerli Sanat ve Mimarlık Tarihi hocam Leyla Taylan Baydar (1923 -2015) çocukluğunun büyük bir kısmını Moda’da geçirmişti, sağlığında onunla özellikle Moda üzerine güzel yazışmalarımız olurdu, benim Moda ile ilgili paylaşımlarımı ilgi ile izler, yorumlar yapar, katkı koyar;
“ Hep benim sizlere bir şeyler verdiğimi dile getiriyorsun, umarım öyledir, sağ ol. Ama bir şeyi unutuyorsun; verileni almasını bilmek, alabilmek önemli. Kendine hakkın olanı payı ver. Sevgilerle...” diye yazarak beni yüreklendirirdi.
(30 Eylül 2011)

Hatta bir çok kaynaktaki bilgilerden hareketle 9 Şubat 2013’te yapmış olduğum bir paylaşımım üzerine;
“Levent, Moda burnundaki ağaçların çitlembik olduğundan emin misin? Yanıtlarsan sevinirim” demiş ve devam etmişti,
“ Çocukluğumda altında oynadığım, genç kızlığımda gölgesinde nice anı ürettiğim ağaçların cinsini bilmediğimi anılarımı yazarken fark ettim. Ve şu ana kadar da saptayamadım. Çitlembiğe ben de Gugılda baktım. Bence Çitlembik değiller. Onun için senin kaynağını merak ettim” diyerek.
Moda’nın Çitlembik değil Sakız ağaçları
Bu tartışmaları ben de araştırarak onların Sakız Ağacı olduklarına dair kanıtlar bulmuş ve “Hocam, bence onlar Sakız Ağacı, çünkü birçok kaynak Moda’nın Sakız Ağaçları diye bahsetmekte, Gugılda çıkan görsellere bakınca da bunun doğru olduğu anlaşılıyor...” diye yazarak iletmiştim.
Leyla Taylan Baydar hocam ile “bizim Sakız ağaçlarımız”
Daha sonra bir başka Moda turunda meyve vermeye başlamış ağaçlardan küçük bir numune alıp, internette onun görseli ile bir araştırma yapmış ve Çitlembik olmadığına, Sakız ağacı gillerden olduğuna kesin olarak emin olmuştum.
Kendisine, 9 Haziran 2013’te “... ağaçların Sakız ağacı gillerden olduğunu ve dünya literatüründe Pistacia Terebinthus diye adlandırıldığını, İngilizcede ise Turbentine Tree olarak isim aldığını, bu bilgiyi sizinle paylaşmak istedim, ne de olsa bizim ağacımız sayılır artık.”
diye yazdığımda bana hemen aynı gün içinde;
“ Sevgili Levent, Moda’da beni anmış olmana ve ‘Bizim ağacımız’ hakkında verdiğin bilgilere çok teşekkür ederim. Şu an İstanbul’dayım, kızımda Rumeli Feneri’nde, seni arayıp Moda’ya gidelim diyemedim, çok kısa kalacağım için. Bir dahaki sefere umarım buluşabiliriz...” cevabıyla dönmüştü.
Sakız Ağacı, Pistacia Terebinthus
Kendisi İzmir’de yaşıyor ve belli zamanlarda İstanbul’da yaşıyan kızına geliyordu, bu sohbetlerimiz arasında gerçekten de bir çok kez buluşmak, Moda’da dolaşmak ve Moda üzerine konuşmak istemiştik, ancak ne yazık ki bunu gerçekleştiremeden onu kaybettik. Sohbetlerimiz sırasında da bahsettiği gibi anılarını yazıyordu ve bana bitince vereceğine dair bir de sözü. Sonradan kızı Gülsüm Baydar ile bir ortak dostumuz vasıtasıyla irtibat kurduğumda kitap olarak yayınlanamadığını, ancak benim için bir kopyasını iletebileceğini söylediğinde çok sevinmiştim.
Leyla hocam anılarında, neredeyse Adile Ayda ile
aynı duyguları dile getirmişti.
“...40’lı yaşlarını geçmiş herkesin tüm kentlerimiz için söyleyebileceği bir tümceyi ben burada Moda için söyleyeceğim. Çocukluğumun Moda’sı şimdiki Moda’dan oldukça farklı idi… Yaşlı çitlembik ağaçlarının (belli ki son görüşmelerimizden sonra sakız düzeltmesini yapacak zamanı bulamamış, ya da bozulan sağlığı buna izin vermemişti) gölgelediği denizle Devriye sokağının arasındaki alan, şimdi çay bahçeleri ile dolmuş. Yaz aylarında kalabalık ve gürültülü.  Çocukluğumda ve gençliğimde o alan gün boyu çocukların oyun alanı, akşam üzerleri de güneş batımını seyre gelenlerin gezi alanı idi. Devriye sokağını dolduran arabalar yoktu, o arabalardan yükselen müzik (!) sesleri de...”
Mıgırdıc Givanian’ın tablosunda Moda Burnu’ndan gün batımı manzarası
Yine çocukluk yıllarının Moda’sını anlatıyor
sevgili Leyla hocam anılarında;

“...Orta Okul yıllarında iki kez böyle ‘ciddi’ hastalandım. Bunlardan biri dizimle ilgili idi. Seksek oynamaya merak sarmıştık. Elimizde tebeşir her bulduğumuz düzlüğe oyun kurallarının gerektirdiği kareleri çizer, yassı bir taşı tek bacak üzerinde zıplayarak kareden kareye kaydırırdık. Ben sol ayağımın üzerinde zıplardım.  Sol dizimde ağrıdan yakınınca, seksek oynamamam öğütlendi. Ağrı artıp, yürümekte zorlanmaya başlayınca Dr. May’e başvuruldu. Sorun onu aşmış olacak ki Prof. Nissen devreye girdi. Prof. Nissen 30’ların Almanyasından göç edip, Türkiye’ye gelen, İstanbul Üniversitesinde kürsüsü olan bir bilim adamı idi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’ye gelen ve yurdumuzda yapılan pek çok yapıda imzası olan Mimar Ernst A. Egli, ‘Genç Türkiye inşa edilirken’ adlı anı kitabında; Prof. Nissen’den söz ederken, kendisinden o yıllarda ‘cerrahlıkta mucize yaratan adam’ diye söz edildiğini yazar. İleri yaşlarımın hastane günlerinde ‘günaydın’ demeye üşenen doktorlarla tanıştığımda Prof. Nissen’i sık sık andım. Yatağımın yanına oturur, tekrar koşup oynayacağım günlerin uzak olmadığını anlatır, büyük bir sabırla benimle dokuz-taş oynardı. Armağanı olan dokuz-taş oyun kutusunu hala saklarım. Dizim beni haftalarca yatağa bağladı. Bacağım metal bir kafes içinde bir süre asılı kaldı.  Pencerenin önüne yerleştirilen yatağımdan denizi, sahil boyunca uzanan çitlembik (sakız) ağaçlarının arasından Moda koyunu seyrederdim gün boyu.

O günlerden bende iz bırakan bir de ses var; taka sesleri. Sabahın erken saatlerinde Moda burnunu dönüp, Adalara doğru yol alan takaların sesiyle uyanırdım çok zaman. Hiç yalnız bırakılmadım. Annem, ablam, kuzinlerim… Her zaman birisi vardı yanımda. Babam derslerimle ilgilendi. Pek çok da kitap okudum...”


Leyla Taylan Baydar’ın Moda ile ilgili bir anısı da gençliğinden,

mimar olarak katıldığı o ilk yarışma projesinden;

“...Eskişehir Garı Proje Yarışması katıldığım ilk yarışma

( Ferzan’la) (eşi) ve kazandığımız ilk birincilikti. Tüm çalışmalarımız ve çizimlerin bir bölümü Ferzan’ın Akademideki odasında, bir bölümü de bizim evde, Hüseyin bey sokak 6’da yapıldı. Ablam evlendikten sonra onun olan üst kattaki köşe pencereli oda benim çalışma odam olmuştu. Diploma projem gibi Eskişehir garı  yarışma projesini de, denizi, çitlenbik (sakız) ağaçlarını,  tarihi yarım adayı gören köşe penceresi içine yerleştirdiğim masamda çizdim...” 

Leyla hocamın çalışma masasından seyrettiği
Sakız ağaçlarından birisi belki de buydu, kimbilir...


1955 yılının o 15 Şubat günü gece yarısı sobadan sıçrayan bir kıvılcımla Apergis Pansiyon’da başlayan yangın, kendisi ile birlikte beş binanın daha yanmasına neden olmuştu. Apergis’lerin işlettiği pansiyonun mal sahibi Tevfik Filmer’di.


16-2 numarada Tevfik Filmer evi:


Sultan II. Abdülhamid’in Süvari Muhafız Alay Komutanı Ahmet Şükrü Bey’in 12 çocuğundan birisiydi Tevfik Filmer; babasının beş karısından ikincisi olan Kasımpaşalı Şahver hanımdan 1888 ya da 89’da dünyaya gelmişti. Ahmet Şükrü Bey Şahver hanımla da uzun süre birlikte kalmamış boşanmışlardı. Kasımpaşa’nın tüm özelliklerini gösteren yaman bir kadın olan Şahver hanım Tevfik ve kızkardeşi Pakize’yi alarak Kasımpaşa’ya yerleşmişti. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de (Askeri Tıbbiye) okuyan ve bir gözü şehlâ olan Tevfik, babasına düşman olarak yetişmiş, geçimsiz, çapkın ve kumarbaz bir kişi olmuştu. Bu kötü huyları ve alışkanlıkları nedeniyle Tevfik mektepteyken sürekli ceza almakta ve izinsiz kalıp eve gidememeye başlamıştı. Annesinden boşandığı için babasını sevmiyordu Tevfik, babasına düşmanlığını o dereceye vardırmıştı ki, bu husumet yüzünden bir gün babasının onlardan sonra Şişlili Fatma Hidayet Hanım’la evlenerek, ondan olan üç çocuğu ile birlikte yaşadığı Kanlıca’daki evlerini, gizlice ateşe vermeye bile çalışmıştı. Bu nedenle Ahmet Şükrü Bey Tevfik’in eve alınmasını yasaklamış, adeta evlatlıktan reddetmişti. Ahmet Şükrü Bey ile Fatma Hidayet Hanım’ın 1891 doğumlu Ziya, 1895 doğumlu Cemil ve 1897 doğumlu Şükriye adlarında üç çocukları olmuştu. 1905 yılında Ahmet Şükrü Bey Fatma Hidayet Hanım’dan da boşanmış, Fatma Hidayet Hanım da çocukları ile birlikte Şişli’ye günümüzde Şişli Camii’nin bulunduğu yerdeki Süvari Karakolu’nun karşısındaki bir eve taşınmıştı. Ortanca oğlu Cemil, Askeri Rüştiye’de okuyordu ve evlerinin karşısındaki Süvari Alayına sıkça gider, babasının rütbesine binaen askerler ona ses çıkartmazlar o da orada oturup süvarileri seyretmekten keyif alırdı. Bir gün Tıbbiye’den mezun olmuş sırtında Askeri Tıbbiye üniformasıyla Süvari Alayına ziyarete gelen Tevfik, bahçede öylece oturmuş askerlerin ikram ettiği mevsim meyvelerini yemekte olan 10-11 yaşlarındaki Cemil’i görmüş ve ona doğru seğirterek, karşısına geçip; “Cemil, ben senin ağabeyin Tevfik’im, beni tanıdın mı?” deyivermişti.

Tevfik Filmer, Fotoğraf: Ahmet Filmer

Birbirlerinin varlığından haberleri olan ancak o güne kadar Tevfik’in evlerine nadiren gelip gidişlerinden hatırlasalar da, kaynaşamamış ve devamlı görüşememiş iki kardeş, o gün resmen tekrar tanışmıştı. Bu tanışma sırasında her ne kadar Cemil “Evet biliyorum” falan gibi şeyler söyleyerek ağabeyi Tevfik’e soğuk davranmışsa da daha sonraki zamanlarda Doktor Yüzbaşı olarak Rami Kışlası’ndaki hastanede görev yapan ağabeyi Tevfik’in yanına gitmeye ve onun yardımı ve desteği ile ata binmeyi öğrenmiş, bu ziyaretleri ve ata binmeyi bir alışkanlık haline getirmişti.


Cemil Kuleli’de daha öğrenciyken Balkanlar’daki karışıklıklar nedeniyle sürekli olarak gerçek mermilerle harb tatbikatları yaparlarken, kar yağışı altında sırtlarında 35 kiloluk mühimmatlarıyla Çamlıca’yı alma talimi sırasında çok terleyip üşütmüşler elli kadar öğrenci Zatürre ve zatülcempten hastanelik olmuştu ki, Cemil de onların arasındaydı. Bu öğrencilerin 20 kadarı vefat etmiş, o ise günlerce 40 derece ateşler içerisinde kıvranmıştı. Haber verilen babası gelip onu eve götürmüş, ailesi ağabeyi Ziya’nın Yemen’de vefat ettiği için onu askerlikten almak istemişti. Onun bütün itirazlarına ayak diremelerine rağmen aile bu kararından geri dönmemiş, onu ihtiyata (yedek) ayırtmışlardı.

Cemil, günlerini çeşitli meşguliyetlerle değerlendirip askerliği unutmaya çalışıyor, ancak ağabeyi Tevfik’in yanına Rami Kışlasına gidip, atla emirlerin dağıtımını yapmaktan geri kalmıyordu. Böyle böyle tekrar askerliğe geri dönmüş, Kadıköy 14. Depo Alayı’na Bölük Komutanı olarak atanmıştı. Cemil Filmer, I. Dünya Savaşı’na katılmış, 20 yaşındayken Çanakkale Savaşları sırasında  Bölük Komutanlığı yapmış, Filistin Cephesi’nde Savaşmış, Gazze cephesindeyken Haleb’den Şam’a intikal ettikleri sırada Şam’dan gelen bir tren ile çarpışmış ve yangın çıkmıştı. O sırada ne tesadüftür ki Şam treninden inen ağabeyi Tevfik ile karşılaşmış, hasret gidermişlerdi. Tevfik Filmer o sırada Haleb Şam hattında çalışan sağlık ekibinin sertabibliğini (başhekim) yapmaktaydı. Cemil Filmer daha sonraları 1915 yılında İstanbul’da Enver Paşa tarafından kurdurulan, Türk Sineması’nın kurumsal bir kimliğe kavuşmasına önayak olan “Merkez Ordu Sinema Dairesi”nde görev almış, ilk Türk filmlerinin çekimlerinde bulunmuştu. Sultan II. Abdülhamid, Sultan Reşad, Talat ve Enver Paşa gibi dönemin önde gelen simaları ile tanışmış onların filmlerini çekmişti. 23 Mayıs 1919’da yüz binlerce kadının katılımıyla gerçekleşen o ünlü Sultanahmet Mitingi’nde Halide Edip Adıvar’ın kürsüye çıkıp konuşma yapmasını filme çeken de Cemil Filmer olmuştu, miting sırasında Halide Edip’in yanında olan sekreteri Sabahat hanım sonraki yıllarda Cemil Filmer’in hayat arkadaşı olacaktı.

Cemil Filmer eşi Sabahat hanım ve çocukları, Fotoğraflar: Ahmet Filmer


Böyle böyle Cemil Filmer sinemacılık hayatına atılmış ve giderek Türk Sineması’nın önemli isimlerinden birisi olmuştu. Cemil, belki de ilk olarak Üsküdar Doğancılar’daki bahçe sinemasını işleterek bu sektöre girmişti, sonrasında Kuşdili Sineması, çok daha sonraları da Kadıköy’de Süreyya İlmen Paşa’nın inşaa ettirdiği bin kişilik muhteşem Süreyya Sineması’nı on beş sene kadar işletmişti. İstanbul’un işgali sonrasında işleri bozulmuş, işsiz kalmış, sinema operatörlüğü yapmayı bile denemişti.

Tevfik Filmer’in yolu bir şekilde Macaristan’a düşmüş, orda bir Macar güzeline gönlünü kaptırmış ve evlenmişti.

I. Dünya Savaşı sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması üzerine önce 1918’de Macaristan Demokratik Cumhuriyeti’nin, ardından da Macar Komünist politikacı Kun Béla’nın önderliğinde Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine Tevfik ve karısı selameti kaçmakta bulmuşlardı. Zaten para tutmayı pek beceremeyen Tevfik, ellerinde avuçlarında hiç bir şey kalmamış vaziyette İstanbul’a gelmiş ve Sabahat hanım ile evlenmiş olan Cemil’in evine yerleşmişlerdi.  

Ancak Kurtuluş’un ardından Cemil’in önüne büyük bir fırsat çıkmış, İzmir’deki sinemaları işleten rumların işlerini bırakarak kaçmaları, sinemaların boş kalmaları ona bir şans yaratmıştı. İstanbul’da borç harç satın aldığı filmler ile birlikte ağabeyi Tevfik’i de alarak İzmir’e giden bir vapura binmişlerdi. Tevfik her zamanki gibi vapurda hemen bir kaç kişi bulmuş, kumara oturmuştu. Ancak bu kez şansı yaver gitmiş, kardeşi Cemil’e İzmir’e vardıklarında “ İşimiz iyi Cemil, yol parasını çıkardık, merak etme” demişti. İzmir’deki ilk sinemaları, namazında niyazında bir adam olan Girit muhaciri Şerbetçizâde Galip Bey’in kapısına kilit vurulmuş olan İkiçeşmelik’teki sinema salonuydu. Cemil ve Tevfik Filmer Kardeşler sinemaya Ankara (Tan) adı vererek işletmeye başlamışlardı, bu onların ilerdeki yükselişlerinin ilk basamağı olacaktı. Filmer kardeşler kısa bir süre sonra Kordon’daki Sakarya, Karşıyaka’daki Kulüp, Göztepe’de Köşk, Güzelyalı’da Halk Sinemaları’nın da işletmelerini almışlardı. İki senenin sonunda Ankara Sinemasının mal sahibi, ona beklediğinden fazla bir kazanç sağladığı için salonu 25.000 liraya Filmer’lere satmış, böylelikle ilk kez bir sinema salonuna sahip olmuşlardı. Cemil Filmer İzmir’in Kurtuluşu sonrasında Mustafa Kemal Atatürk’le tanışma fırsatı bulmuştu. 1923’ün bir yaz sıcağında, Mustafa Kemal Atatürk yaveri Muzaffer Kılıç’ı göndererek Cemil Filmer’i ikamet ettiği Göztepe’de bir tepe üzerindeki Latife hanımın babası Uşşakîzâde Muammer Bey’in (1873-1951) Köşküne çağırtmış, tanışmaları da böyle olmuştu. Cemil Filmer bir çok kez bizzat köşke giderek Mustafa Kemal Atatürk için özel film gösterimleri yapmış, o günleri ise 1984’te yazdığı “Hatıralar” adlı kitabında;



Atatürk İzmir Muammer Uşakizade Köşkü’nün önünde, 30 Ocak 1923

“...Köşke yaptığım ziyaretleri genellikle öğle üzeri yapardım. O sırada Atatürk uyanmış olurdu. Bir ziyaretimde kendisine cephe filmlerinin son kısmını getirdiğimi, arzu ederlerse gösterebileceğimi söyledim. Lâkin bahçedeki uydurma perdede filimler istenildiği gibi güzel görünmüyordu, bu defa benim işlettiğim Ankara Sineması’na şeref verirlerse daha iyi seyredebileceklerini, ayrıca bazı ilâve filimler de gösterip kendilerini memnun etmeye çalışacağımı söyledim. Hemen yâveri Muzaffer’i çağırdı. O günkü programı okutturdu. Programdan bazı işleri iptal etti ve o gün saat üçde sinemaya geleceğini bildirdi. Çok mütehassis olduğumu söyleyerek huzurlarından ayrıldım. Yol üzerinden geçerken karakollara haber verdim ve tertibat almalarım söyledim. Kendilerini karşılamak için hazırlık yaptık. Sinemanın balkonundaki locayı donattık, gümüş çay takımları, kurabiyeler vs. bulunduracaktık. 


Ancak benim karakollara verdiğim haber çok çabuk yayılmıştı. Bütün halk kadınlı erkekli erken saatlerden itibaren Atatürk’ün geçeceği yolları doldurmuştu. Yolun her iki yakasında kurbanlar kesilmeye hazır bekliyordu, etraf mahşer gibi kalabalıktı.



Atatürk İzmir Muammer Uşakizade Köşkü’nün önünde, 30 Ocak 1923

Ankara Sineması ise İkiçeşmelik’in yokuş başında idi. O yokuş hınca hınç dolmuştu. Araba geldiği zaman bağırışmalar, alkışlar göklere yükseldi. Bir yandan kurbanlar kesiliyordu. Kadınlar arabanın camlarına, gövdesine yapışıyor, Atatürk’e coşkun gösteri yapıyorlardı. Öyle ki araba yürüyemez hale geldi. Ancak ne gam. Halk ite ite arabayı yokuşun başına kadar çıkarmıştı. Öyle bir coşku, öyle bir heyecan vardı ki anlatmak imkansız. Kadın erkek, Gâzi’yi görmek için birbirini iteliyor, gözyaşları, alkışlar, haykırmalar birbirine karışıyordu. Araba durunca kendilerini karşıladım, bana; Ne bu hal, anlamında bir işaret yaptı. Ben açıklama babından: -Paşam, karakollara tertibat almalarım söylemiştim, lâkin beceriksizlik göstermişler, affedin, diyebildim.


Doğru hazırladığımız locaya gittik. Yakınlarımızın kızları, hanımlar falan vardı, Atatürk oğlum Metin’i kucağına alarak sevdi ve bana ismini sordu; -Metin, dedim.

-Başka isim bulamadın mı, bir Türk adı koyamadın mı, meselâ Demir, Taş falan gibi bir isim, diye gülerek bana tarizde bulundu.

Daha sonra eğilerek alt salondaki seyircilere baktı. Hepsi erkekti. Yine döndü ve: -Niçin aralarında kadın yok? dedi.

Ben: -Paşam, sadece salı günleri yalnız kadrolara bir matine yapıyoruz, dedim. Başka gün yasak. Bunu duyunca yaverine:

-Muzaffer, aşağıya in ve dışarıdaki kadınlan içeri al, dedi.

Yaver gitti ve bir süre sonra sinemanın içi tıka basa kadın doldu. Türkiye’de ilk olarak orada, Ankara Sineması’nda kadınlarla erkekler ve Atatürk bir arada filim seyrettiler.

Kadınlar kendisine dönmüş ve çılgınca alkışlamaya başlamışlardı, öyle ki bir türlü filme başlayamıyordum. Sonunda Şarlo’nun ‘Şarlo İdama Mahkûm’ adlı komedisi ile gösteriye başladık. Bu film Şarlo filimleri arasında en başarılısı sayılmaktaydı. Atatürk perdede cereyan eden olaylara o kadar çok güldü ki, beni çağırarak:

-Cemil, hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı? dedi.

-Pek tabi Paşam, istediğiniz kadar gösterebiliriz, dedim.

Bir daha Şarlo’yu seyrettikten sonra kendisinin bulunduğu cephe filimlerinin son kısmını geçtik. O gün çok heyecanlı, coşkulu bir gün olmuştu. Filim gösterisi bittikten sonra yine aynı coşkun tezahürat arasında Ankara Sineması’ndan çıkarak arabalarına bindiler ve ayrıldılar.”

diyerek anlatmıştı.

Tevfik Filmer İzmir’e yerleşmek ve İstanbul’da olan eşini yanına getirmek istiyordu. Kendisi çalışmayı çok sevmese de temelli bir işi olmasını istiyordu. Cemil bu durumda, ağabeyi Tevfik’e yirmi seneliğine %60’ı Cemil’in %40’ı Tevfik’in olacak şekilde “Cemil-Tevfik Kardeşler Şirketi” adıyla bir şirket kurmayı teklif etmişti. Elde ettikleri kardan ayda altıyüz lira Tevfik, bin lira da Cemil alacak, gerisi de sinema yaptırmak, dükkan, ev, gayri menkul almak üzere tasarruf etmek kaydıyla muhafaza edilecekti. Böylece anlaşmışlar, Tevfik Bey Kordon’daki Sakarya Sineması’nın idarecisi olmuş ve eşini de artık İzmir’e getirmişti.
Sakarya Sineması
Belki de tam da bu sıralarda, şirket olarak tasarruf ettikleri ve yatırım yapmak düşüncesinde oldukları bu dönemde Moda Devriye sokaktaki 16-2 kapı numaralı evi satın almışlardı. Tevfik Bey İzmir sonrasında İstanbul’a gelmiş miydi bilmiyorum ancak belki Macar eşiyle bir süre bu evde ikamet etmiş daha sonra da evi Apergis’lere kiraya vermişlerdi. Tevfik Filmer’in eşinin Macar asıllı olması akla hemen, o gece evde yangının başladığı odada kalan Macar asıllı siyasi mülteci Jorj Pereni Lukos’u getiriyor, acaba onun Tevfik Filmer’in eşi ile bir akrabalığı ya da bir tanışıklığı var mıydı? Belki de onlarla birlikte Macaristan’dan kaçıp Türkiye’de sığınma hakkı alan Jorj, Tevfik bey’in kayınbiraderiydi... 


Her ne kadar Sinema piyasasında Cemil Filmer’in adı ön plana çıkmış olsa da artık “Cemil ve Tevfik Filmer Kardeşler” olarak anılmaya başlamışlardı. İzmir’de başlayan serüvenleri, sonra İstanbul’da ve hatta Paris’te devam etmişti. 

Birkaç lisan bildiği için Tevfik Bey ile Cemil sürekli olarak Avrupa’ya film almaya gidiyorlardı.


Cemil ne kadar kötü alışkanlıkları olmayan mazbut bir kişi ise ağabeyi Tevfik ondan sanki 180 derece farklı bir kişiliğe sahipti, en önemli zaafı ise içki ve kumardı, Tevfik adeta bir kumarbazlar kralıydı. Cemil ise hayatı boyunca kumardan uzak durmuştu, onun tek bir tutkusu vardı o da sinemaydı.


Cemil Filmer İstanbul’da Karaköy’ün meşhur börekçisi Hüseyin Çeyrekoğlu’nun Beyoğlu İstiklâl Caddesi No:85’te inşaa ettirdiği bir sinema salonunu daha inşaat halindeyken kiralamış ve 1939 yılında Lâle Sineması adıyla hizmete sokmuştu.


Beyoğlu Lâle Sineması’da “fener” (dev afiş) ve kapı üzerindeki “markiz”
O yıllarda Lâle Sineması dendiğinde akla ilk gelen, filmlerin kalitesi ve düzeyi kadar Cemil Filmer’in film tanıtımı için uyguladığı yeni yaratıcı yöntemlerdi. Lâle Sineması denilince akla gelen ilk şey Cadde-i Kebir boyunca bol miktarda dağıtılan Amerikan baskılı, tek arkalı önlü veya iki yapraklı, renkli, kimisi çizgi roman görünümünde el ilânlarıydı. Ayrıca babası Mustafa Cemil Bey gibi ressam olan Hasan Mithat Ağakay’ın “fener” adı verilen dev film tanıtım panoları, dekupajları ve sinemanın kapısının üzerine yapılan “markiz” denilen dekorları da o güne kadar görülmemiş yeniliklerdi.


Lâle Sineması’nda dev Robin Hood Dekupajı
II. Dünya Savaşı yıllarında, Alman baskısına rağmen, İngiliz ve Amerikan yapımı filmlerin çokça gösterildiği bir sinema olmuştu. İpekçi ailesinin her açıdan Sinema piyasasına hakim oldukları bir dönemde Cemil Filmer’in sahibi olduğu Lâle Film Anonim Şirketi Cemil Filmer’in İzmir ve Paris’teki sinema işletmeciliğinin ardından 1940 yılında İstanbul’da kurduğu ilk şirketti. Lâle Film, bir dönem Türkiye çapında 33 sinemayı birden işleten dev bir şirket haline gelmişti. Lâle Film asıl büyük atılımını II. Dünya Savaşı’ndan sonra yapmıştı. Komisyon Lâle Film için Varlık Vergisi tutarı olarak 49.000 lira belirlemişti. 

Yeni Sabah Gazetesi’nin 26 Nisan 1939 tarihli nüshasında
Lale Sineması’nda“Uçan Valsler” filmi İlanı

1939 Nisan ayında Lale Sineması’nda gösterime giren 1936 yapımı
Fred Astaire ve Ginger Rogers filmi Waltz in Swing Time ya da Swing Time
(Uçan Valsler) filminin iki afişi.


Tevfik Filmer’in Moda’daki evinin tam karşısında Kalamış koyunda, kardeşi Cemil’in dönemin ünlü mimarlarından Prof. Rebii Gorbon’a deniz kenarında yaptırdığı yazlık evi, daha doğrusu leb-i derya denen cinsten bir yalısı vardı.


16-1 numarada Münip Bulgurlu evi:


Elbette yangının ilk sirayet edeceği yer hemen bitişiğindeki, aslında aynı çatının altında yer aldığı ikizi, Münip Bulgurlu evi olacaktı, öyle de oldu zaten. Alevler kısa sürede onu da tamamen etkisine almış ve yok etmişti.

Dedesinin adını taşıyan torun Tevfik Bulgurlu Bey ile yaptığımız yazılı ve sözlü görüşmelerde, onun vermiş olduğu bilgilere göre Devriye sokak 16/1 numaralı ev, Ankara’nın köklü ailelerinden Hacettepeli Bulgurluzâde’lerden Tevfik Bey tarafından tahminen 1903-4 yılında satın alınmış, sonrasında amcası Münip Bey’e intikal etmiştir.

Bulgurluzâde Tevfik Bey ve kardeşi Mehmet Bey 1861-62 yıllarından itibaren Ankara Çengel Han’ın girişinde sağda Marangoz Ali, Berber, Demirci Ahmet’den sonra köşede 8-11 no’da yer alan Boulgourlou Zadé Frères (Bulgurluzâde Biraderler) adlı ticarethanelerinde toptan Tiftik alımı, iç piyasa satımı, ham ve iplik halinde tiftik ihracaatı ve kumaş ithalatı yapıyorlardı.

Çengel Han



Fotoğraf: © Ahmet Soyak
Bulgurluzâde Biraderler’in dükkanlarından sonra Bakırcı Osman ile sol tarafta Koç’ların dükkanı ve yanında da Ulus Şapka yer alıyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde kızı Mihrimah Sultan’ın kocası Damat Rüstem Paşa tarafından 1522’de inşaa ettirilen Çengel Han, Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden kiralanarak restore edilmiş, 2005 yılından itibaren de Sanayi Müzesi olarak hizmet vermektedir. Müzede Bulgurluzâde Biraderler’in Ticarethanesi de orijinaline uygun olarak canlandırılmış, içinde tiftiğin hangi aletlerle ve nasıl işlenerek iplik haline getirildiğini gösteren düzenlemeler yapılmış ve ziyaretçilere Ankara’nın önemli bir ticari ürünü olan Tiftik keçisi, yetiştiriciliği, keçi yünü, sof (bir çeşit sertçe, ince yünlü kumaş) üretimi ve dokumacılığının zenginliği anlatılmaya çalışılmaktadır.
Beypazarı’nda geleneksel olarak düzenlenen Tiftik Keçisi Yarışması Hatırası, 1942
Fotoğraf: Serdar Kahraman arşivi

Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, Vekam’ın 2010 yılında düzenlediği “Ankara Keçisi Üçlemesi: Sanat, Tarih ve Gelenek” adlı serginin katalogunda, Tarih ve Arkeolojiye ilgisi nedeniyle Ankara’ya ilişkin kitap, belge, gravür, fotoğraf ve objelerden oluşan belge ve koleksiyonlarıyla sergilere katılan, çalışmalarını Ankara’nın tarihi ve kültürel değerleri üzerine yoğunlaştıran, bu konuda çeşitli kitapları da bulunan 1946 doğumlu İnşaat Mühendisi Erman Tamur, Tiftik Keçisini şu şekilde tanımlamış;

“Ankara keçisi diğer evcil keçi türlerine göre daha narin yapılı bir hayvandır. Bedeni parlak beyaz renkte, ince ve yumuşak tüylerle kaplıdır. Uzamış durumdayken hayvanın bedeninden kıvrımlı lüleler halinde yere kadar sarkan ve ona eşsiz bir güzellik sağlayan bu tüylere “tiftik” denir. Tiftik gerek örgü gerekse dokuma ürünlerinde kullanılmaya çok elverişlidir. Tiftik örgü ürünleri ve tiftik kumaşlarından dikilen giysiler iyi bir ısı yalıtımı sağlar, giyenleri kışın soğuktan, yazın sıcaktan korur ve bu giysilerin su geçirgenliği de düşüktür.


Tiftiğin hayvan bedeninden uygun biçimde kesilip alınmasına kırkım denir. Anadolu’da Ankara keçisi yılda bir kez; Mart ayı sonları ya da Nisan başında kırkılır. Tiftik geleneksel olarak iğ ya da kirman denen ahşap araçlar yardımıyla eğrilip iplik haline getirilir. Anadolu’da Ankara keçisi yetiştiricileri tiftiği bin yıldır kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak el örgü ürünleri üretmede kullanmışlardır.”








Çengel Han, Rahmi M. Koç Sanayi Müzesi’ndeki Bulgurluzâde Biraderler Ticarethanesi’nden Fotoğraflar: © Ahmet Soyak


İşlerini büyütmek isteyen Bulgurluzâde Biraderler, 1899-1900 yıllarında İstanbul Sultanhamam Çakmakçılar Yokuşu 16 numarada da bir dükkan daha açarak ithal ettikleri kumaşları satmaya başlamışlardı. Bu vesile ile kardeşlerden Mehmet Bey Ankara’daki işin başında kalırken, Tevfik Bey İstanbul’a taşınmış, büyük bir ihtimalle de ailesi ile birlikte yaşamak için, Moda Devriye sokaktaki 16/1 no’lu evi satın almıştı. Evin daha önceki sahibi ve yaptıranı hakkında ne yazık ki şu an bir bilgiye sahip değiliz. Bulgurluzâde Biraderler İstanbul’dan ayrıca İzmir’de de bir şube açmışlardı.

İstanbul’a taşınan Tevfik Bey, eşi Akile Hanım, oğlu Münip ve kızı Halise ile Moda’da yaşamaya başlamıştı. 1924 yılında Akile Hanımın vefatı üzerine Tevfik Bey ikinci eşi Nuriye hanım ile evlenince, artık yetişkin olan ve babası ile birlikte çalışan Münip Bey 1925 yılında Münip Bulgurlu, Gemlik eşrafından birinin kızı olan Semiha hanım ile evlenmiş, Devriye sokak 16/1’den ayrılarak Kadıköyü’nde başka bir eve yerleşmiş, Altan ve Akile adlarında iki kızı ve Mehmet Muhittin adında bir oğlu olmuştu. Tevfik ve Nuriye Bulgurlu çiftinin önce Meliha adında bir kızları 1929 yılında da Muhlis adında bir oğulları olmuştu. Torun Tevfik Bulgurlu, Muhlis Bulgurlu’nun oğludur ve o da halen Moda’da yaşamaktadır.

Tevfik Bulgurlu ailesi 1934 yılında Devriye sokak 16/1 numaralı evlerinin arka bahçesinde.

Soldan sağa, Tevfik Bulgurlu’nun ilk eşi Akile Hanımdan doğan kızı Halise,

Tevfik Bulgurlu’nun ikinci eşi Nuriye Hanım, kızları Meliha, oğulları Muhlis ve Tevfik Bulgurlu Bey.

Fotoğraf, torun Tevfik Bulgurlu aile arşivindendir.


Tevfik Bulgurlu ve ailesi 1934 yılının sonunda Devriye sokak 16/1’i kiraya vererek Ankara’ya geri dönüş yapmış, İstanbul’daki işlerin takibini de oğlu Münip Bey devam ettirmişti. Ankara’ya döndükten 5 yıl sonra Tevfik Bulgurlu bey 1939’da vefat etmiş, Nuriye hanım ve çocukları 1940 yılında tekrar İstanbul’a dönerek yine Moda’ya yerleşmişler, Nuriye hanım ve Tevfik bey’in dört çocuğuna kalan kiradaki Devriye sokak 16/1 no’lu ev 1940 yılında tüm hisseleri satın alan büyük oğul Munip Bulgurlu’ya intikal etmişti. Torun Tevfik Bulgurlu, 1955 yılındaki yangına kadar Munip Bulgurlu’nun mülkiyetindeki evin daha sonra ne olduğuna dair bir bilgiye sahip değil.


Milli Mücadele sürerken Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın en iyi şekilde Ankara’dan yönetileceğini düşünmüş ve Ankara’nın coğrafi konumu ve cephelerle olan eşit uzaklığı nedeniyle Ankara’ya gelmeyi kararlaştırmış ve 27 Aralık 1919 tarihinde saat 14:00’te Sivas’tan yola çıkan Mustafa Kemal, Rauf (Orbay)Bey, Ahmet Rüstem (Bilinski) Bey ve Yaver Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer) Bey, Mazhar Müfit (Kansu) Bey, Hakkı Behiç (Bayiç) Bey, Sivas Kongre delegesi İbrahim Süreyya (Yiğit) Bey, Dr. Binbaşı Refik (Saydam) Bey ve Hüsrev (Gerede) Bey’den oluşan Heyet-i Temsiliye üyeleri Kayseri-Hacı Bektaş-Mucur-Kırşehir-Karaman-Beynam üzerinden yol alarak, Dikmen sırtlarından Ankara’ya giriş yapmıştı. Onları günümüz Genel Kurmay Başkanlığı’nın önündeki bir çeşmenin başında Ankara Şehri namına, Müftü Hoca Rıfat (Börekçi) Efendi, Binbaşı Fuat Bey, Kınacızâde Şakir Bey, Aktarbaşızâde Rasim Bey, Toygarzâde Ahmet, Ademzâde Ahmet, Hatip Ahmet, Kütüpçüzâde Ali, Hanifzâde Mehmet ve Bulgurluzâde Tevfik Bey’in de bulunduğu bir heyet karşılamıştı. O gün Ankara’daki bu karşılama törenini organize eden ve bizzat orada hazır bulunan 20. Kolordu Komutanı Ali Fuad (Cebesoy) Paşa, Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk geldiği günü, 18. yılında 29 Aralık 1937 tarihli Ulus Gazetesi’nin 7. sayfasında tam sayfa olarak anlatmış ve o günü;

“ O sabah… Bütün Ankara, çoluğu, çocuğu, kadını ve erkeği ile şehirden bugünkü harb okulunun bulunduğu Kızılyokuşa kadar yola düzülmüş bulunuyordu. Ankara’yı bu kadar coşkun hiç birimiz görmemiştik. Onu coşturan, onu ilk defa ayaklarına koşturan kuvvet nie idi… Mondros mütarekesi ve İzmir işgaliyle başlayan büyük faciaya karşı, milletinin içinde ayaklanmış olan büyük kahraman açtığı istiklâl davâsının ilk ışıkları artık bütün manasiyle milleti aydınlatmış ve millet bütün ümidini ve kurtuluşunu onun yoluna bağlamıştı.” diyerek dile getirmişti. 

Heyet-i Temsiliye Ankara’ya geldiğinde şehrin nüfusu 20 bin civarındaydı ve nüfusun %90’ı tarımla uğraşıyordu. O yıllarda Ankara’da üretilen en önemli ticaret malı da (keçi yünü) Tiftik’ti.

Ankara Tiftik Borsası
Ne yazıktır ki 19. yüzyıl sonlarına doğru Ankara keçisi, Amerikalılar ve İngilizler tarafından Türkiye dışına çıkarılarak, Amerika ve Güney Afrika’da da yetiştirilmeye başlanmış ve böylece Ankara’nın tiftik üretimindeki tekeli sona ermişti.

Bulgurluzâde ailesinin Mustafa Kemal ile bağlantısı sadece Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinde onu karşılayan heyetin içerisinde yer almasıyla da kalmamıştı. Cumhuriyet tarihimizin önemli mekanlarından ve yıllarca Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’daki ikametgâhı olan Çankaya Atatürk Köşkü’nün nüvesi olan Bağevi vasıtasıyla Bulgurluzâde ailesi ile Mustafa Kemal Atatürk’ün yolları bir kez daha kesişmişti. Zira Çankaya’daki Bağevi’nin 1921 yılı yaz aylarında Mustafa Kemal’e tahsisi öncesindeki son sahipleri Bulgurluzâde Tevfik ve Mehmet Biraderlerdi. Bulgurluzâde Biraderler bağevini eşyalarıyla birlikte satın almışlardı.

Çankaya’daki Bağevi’nin son sahipleri Bulgurluzâde Tevfik ve Mehmet Biraderlerdir ancak Bağevi’nin Bulgurluzâde Biraderlerden öncesi ve Mustafa Kemal’e tahsisi ile ilgili çok farklı anlatım vardır, hangisinin tam olarak doğru olduğu tartışma götürür. Torun Tevfik Bulgurlu ile de yaptığımız görüşmeler sonucunda bu konudaki en doğru bilginin Devlet arşivlerinde hali hazırda bulunan evraklarda olduğu kanaatine vardık. 

Örneğin Hukukçu ve Gazeteci Kemal Bağlum (1923-2010) Mustafa Kemal’i Ankara’ya gelişinde karşılayan heyetin içerisinde yer alan Kınacızâde Şakir Bey’in oğlu Bahri Kınacı’nın anlatımlarından hareketle, 1992 yılında kaleme aldığı “Beşbin Yılda Nereden Nereye Ankara” adlı kitabında Çankaya’daki Bağevi’nin Mustafa Kemal’e tahsisini şöyle aktarır;

“Bugün Çankaya’daki Cumhurbaflkanlığı Köşkü’nün bulunduğu arazi, aslında Dikmen, Mühye ve civarında bulunan köylerin Ankara’da Salı Pazarı’na getirecekleri malların duraklama yeri olarak bilinirdi. Köylüler mallarını burada ayırdıktan sonra pazara getirirlerdi. Bu alan da, bundan 250 yıl önce Edward isimli bir ingiliz tüccarı tarafından satın alınmış, İngiliz tüccar bu yeri çok beğendiğinden, burasını imar etmiş ve kendisi için de bir köşk yaptırmıştı. Adam 8-10 yıl oturduktan sonra ev ve arazi uzun süre elden ele geçmiş. Son olarak da, Kasapyan isimli bir Ermeni bu araziye talip olmuş. Belediye de bu alanı, 1914 yılında kendisine satmıştı. Kasapyan isimli Ermeni, İngilizler Ankara’ya geldikten sonra yapmadığını bırakmadı. Çetelerleişbirliğinden tutun da, talan işlerinde başı çekenler arasında yer aldı. Kasapyan, tam anlamıyla bir soyguncu ve terörist idi. Sonradan bu Ermeni, Atatürk’ün Ankara’ya geleceğini haber alınca, İstanbul’a kaçtı. Böylece arazi yeniden Belediye’ye kalmıştı. Aradan kısa bir süre geçmişti ki, Bulgurluzâde Mehmet Bey, araziyi 9 bin liraya Belediye’den satın aldı. Günler sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa bu köşke gelir ve sohbet sırasında, Köşkün bulunduğu yeri çok beğendiğini söyler. Bu söz üzerine ertesi gün Belediye Reisi Ali Bey, Bulgurluların Mehmet Bey’i bularak durumu kendisine anlatır... Kısa bir süre önce 9 bin liraya aldığı araziyi Mehmet Bey tekrar aynı para ile Belediye’ye devreder. Ankara Belediyesi de araziyi Atatürk’e hediye eder.”

Bağevi’nin hikayesini Yazar Şeref Erdoğdu (1919-1997) ise,  1965 yılında kaleme aldığı “Ankaram” adlı kitabında, bu kez Mustafa Kemal’i Ankara’ya gelişinde karşılayan heyetteki başka bir kişinin, Ademzâde Ahmet Bey’in hatıra defterinden aktararak şöyle anlatır;

“1923’te Ankara’nın eşrafından Bulgurluzâde Mehmet Efendi, Kasapoğlu adında zengin bir Ermeni’nin 20-30 yıl önce Çankaya’da yaptırdığı bir bağ köşkünü Milli Emlâk’ten satın almıştı. Bir yemek sırasında Atatürk Ademzâde Mehmet Efendi’ye, Etlik ve Keçiören taraflarını gezdiğini, oralarda da güzel bağlar olduğunu ancak kendisinin Çankaya tarafında yerleşmek istediğini söyler. Ademzâde ise Çankaya tarafındaki bağ konutlarının düzensiz, ahşap yapılar olduğunu, Paşa’ya göre bir konut olmadığı yanıtını verir. Birkaç gün sonra bir toplantı sırasında Vali Yahya Galip Bey, Atatürk’ün bir bağ satın almak istediğini belirterek Bulgurluzâde’ye Milli Emlâk’e ödediği 9.000 liranın verilmesini ve bağın satın alınmasını önererek ‘Paşayı kaçırmayın, size komşu olsun’ diye ekler.”

Bu son cümledeki “komşu olmak” söyleminden sanki Bulgurluzâde Biraderlerin söz konusu bağevinden başka yakınlarda başka bir mülkleri daha varmış izlenimi doğuyor olsa da, torun Tevfik Bulgurlu, Bulgurluzâde ailesi ile ilgili olarak, babası Muhlis Bulgurlu’nun anlattıklarına, eldeki mevcut belgelere ve aile fertlerinin anlatımlarına dayandırarak yazmakta olduğu kitabının araştırmaları sırasında, görüştüğü aile fertlerinin hiç birinden böyle bir bilgi almadığını belirtmektedir.

Bazı kaynaklar Bağevi’nin Milli Emlâk’ten, bazıları Belediye’den alındığını, bazısı bunun için 4500 lira, bazısı da 9000 lira ödendiği iddia ederken, başka bir kaynak ise bağevinin Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi'nin gayretleriyle halk arasında toplanan 4500 lira bağış ile Bulgurluzâde Tevfik Bey’den alınıp Mustafa Kemal’e hediye edildiğini belirtir. Aynı bilgiyi Cemal Kutay “Atatürk Olmasaydı?” kitabında teyit eder ancak, “… o günlerde Bulgurluzâde Mehmed ve Rıfat (Tevfik olmalı) Efendilerin mülkiyetinde idi. Ankara Müftüsü Börekçi Zâde Mehmed Rıfat Efendi’nin öncülüğü ile şehrin eşrafı aralarında para topladılar ve bağ evini şehir adına Mustafa Kemal’e armağan ettiler. O da binayı Ordu adına devir ve ferağ etti, adı da Ordu Köşkü oldu” diyerek zaten tartışmalı olan bilgilere yeni bir boyut katmıştı. Kısacası tüm bu bilgiler tartışmalıdır.

Başka bir söylencede ise Mustafa Kemal’in, mutat olarak hafta sonlarında atla yaptığı kır gezilerinin birinde bağevinin olduğu yere geldiği ve o sırada Belediye Reisi Kütükçüzâde Ali Bey ve arkadaşlarının burada oturduğu anlatılır. Mustafa Kemal de onlara katılmış ve sohbet sırasında bağevini çok beğendiğini, Ankara’nın daha gelişmiş olan ve daha ziyade azınlıkların oturduğu Keçiören ve Etlik bağları yerine burada Türkler ile birlikte oturmanın daha uygun olacağını dile getirmişti. Bu sözler üzerine Kütükçüzâde Ali Bey ertesi gün Bulgurluzâde Mehmet Bey’i bularak durumu anlatmış, Mehmet Bey de bağevini aldığı fiyata Belediye’ye geri vermişti. Ankara Belediyesi de Bağevini 30 Mayıs 1921’de Mustafa Kemal Paşa’ya armağan etmişti. Burada da görülmektedir ki bazı anlatımlarda bağevinin Tevfik Burgurlu’dan, bazısında Mehmet Bulgurlu’dan, bazılarında ise Bulgurluzâde Biraderlerden satın alındığı belirtilmektedir. Burda da bir karışıklık söz konusudur ve dikkat edilecek olunursa bu beyanların her birisi Bulgurluzâde ailesinin dışındaki kimselerce verilmiş bilgilerdir.

Son olarak Gazeteci, yazar Soner Yalçın, Hürriyet Gazetesi’nin 25 Mart 2007 tarihli nüshasındaki köşesinde, “Çankaya Köşkü’nün ilk sahibi Ermeni’ydi” yazısında;

“...16 Mayıs 1921. Gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın), Mustafa Kemal’i Çankaya sırtlarına at gezintisine davet etti…” “...Kente hákim yeşil bir tepe üzerindeki Çankaya’da, büyük bağlar ve meyve bahçeleri vardı. Bağ ve bahçelerin içine tek katlı gösterişsiz evler yapılmıştı. Ruşen Eşref, en azından yaz ayını bu evlerden birinde geçirebileceğini teklif etti. Mustafa Kemal kabul etti. Beğendiği bağevini gösterdi…” dedikten sonra yazısındayer alan; “...Zengin kuyumcu ev sahibi, savaş sırasında kenti terk ederken, bağevini de eşyalarıyla birlikte Ankara’nın tanınmış ailelerinden Bulgurluzâdeler’e satmıştı…” diyerek yeni bir tartışmanın fitilini ateşlemişti.

Bu yazıyı okuyan, Kasapyan ailesinin Kanada'da yaşayan fertlerinden Ohannes Kasapyan’ın kızı tarafından torunu Edward J. Çuhacı, Soner Yalçın’a bir mektup yazmış, mektup Agos gazetesinde yayınlanmıştı;

“Sayın Soner Bey,

Bugünkü Hürriyet’teki yukarıdaki başlıklı yazınızı dikkatle okudum ve çok enteresan buldum.

Şu açıklamalarda bulunmak isterdim:

1. Annemin kızlık ismi: Roz Kasapyan, doğum yeri: Ankara 1896-2001. Babasının (yani dedemin) ismi Ohannes Kasapyan, doğum yeri: Ankara 1857-1944.

2. Çankaya köşkünü Kasapyan ailesi hiçbir kimseye satmamıştır. Devrin hükümeti yalnız o köşkü değil, bütün mallarını ve mülklerini ellerinden alıp Ağustos 1915 yılında tüm aileyi sürgüne sevk etmişlerdir. Benim babam (Ankara doğumlu 1887-1930) o tarihlerde ecnebi bir şirketin sahibi olduğu demiryolunda çalışması vesilesiyle tüm aileyi Ankara’dan (Konya yoluyla) İstanbul’a kaçırmıştır.

3. Ayrıca Kasapyan ailesinin sahip oldukları mülkler arasında Keçiören’deki bağ evi vardı ve bu bağa da Vehbi Koç ailesi sahip olmuştur. Bundan birkaç sene evvel (belki 15 veya daha fazla) İstanbul gazetelerinden birinde bu bağ evinin resmi çıkmıştı -bu evi Vehbi Bey müzeye çevirmişti- ve annem rahmetli Vehbi Bey’e bir mektup yazmıştı. Vehbi Bey de anneme o bağ evinin renkli bir fotoğrafını yollamıştı. Annem bu evde çocukluk yıllarını geçirmiştir. Bize daima o günlerden bahsederdi.

4. Ayrıca Ankara’da dedemin ailesi ve kardeşleri kendi paralarıyla bir (Ermeni Katolik) kilise inşa etmişlerdi ki, bu kilise de yakılmış.

5. Dedemin ailesi, kardeşleriyle birlikte Ankara keçisinin tiftiğini (Angora Wool) İngiltere’ye ihraç edermiş. Ve kardeşlerden bir tanesi İngiltere’de Bradford şehrinde yerleşmiş ve Ankara keçisinin tiftiğini İngiltere’de pazarlarmış. Ben İTÜ’nün mimarlık fakültesinden 1954 senesinde mezun oldum. Yedek subaylık görevimi bitirmemi müteakip evlendim ve 1957 Şubat ayında eşimle Kanada’ya muhacir olarak geldim. Hamdolsun, Ottawa’nın belli başlı mimarlarından biriyim.

Saygılarımla, Edward J. Çuhacı”

Bu mektuba ne Soner Yalçın bir cevap vermiş ne de böylesine önemli bir konuda herhangi bir resmi kurum belgelere dayanarak bir açıklık getirmişti.

Çankaya’daki Bağevi, ağaçlar arasında, kuzeyinde Ankara’ya hâkim büyükçe bir terası bulunan, dikdörtgen planlı, iki katlı, moloz taş örgülü duvarları olan , döşemeleri ve çatısı ahşap ve üzeri kiremitle kaplı küçük bir yapıydı. Zemin katta, ortası fıskiyeli, sekizgen bir havuz olan merkezi bir taşlık, iki yanında biri büyük diğeri küçük iki oda mevcuttu. Küçük odanın arkasındaki bir merdivenden üst kata çıkılıyordu. Zemin kat gibi üst katta da ortada bir hol ve iki yanında birer oda ve ayrıca bir çıkma balkon bulunmaktaydı.

Evin tuvaleti ve hamamı bahçedeydi. Arazi içerisinde bağevinin dışında korumalar, yaverler ve yardımcılar için kullanılabilecek iki ev daha mevcuttu.


29 Ocak 1923’te Mustafa Kemal’in Latife Hanım ile evlenmesinden sonra Bağevi, bir aile yaşantısının günlük yaşantısına ve Mustafa Kemal’in çalışmalarına uygun olarak büyütülmesine karar verilmiş, Mimar Vedat Tek tarafından hazırlanan projeye göre 1924 yılında bağevi artık Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkü’ne dönüştürülmüştü.

Eski bağevine, güney cephesine bitişik olarak ve tüm cephe boyunca devam eden ve batı köşesi yarım sekizgen bir kule ile biten iki katlı yeni bir bölüm eklenmişti. Bu eklenen bölümün alt katı yemek salonu ve servis mutfağı; üst katı ise banyo, yatak odası ve Latife Hanım için çalışma odası olarak düzenlenmişti. Daha önce yatak odası olarak kullanılan oda yeniden düzenlenmiş ve geniş bir kütüphane ve çalışma odası haline getirilmişti. Zemin katta girişin önüne bir rüzgârlık yapılmış, alt kattaki oda yarım sekizgen bir çıkma ile genişletilmiş ve elçi kabul odası haline getirilmişti. Bağevinin taşlığındaki sekizgen havuz kaldırılmış ve bir giriş holü düzenlenmişti.

Çalışmalar sırasında Köşk’ün doğu tarafına mutfak ve çamaşırlık içeren, tek katlı yeni bir bina eklenerek, bir servis merdiveni ile Köşk’e bağlanmıştır.

1926 yılında köşkün konforunu iyileştirmek için onarımlar yapılmış ve bu sırada köşke kalorifer tesisatı döşenmişti. Bu sırada çamaşırhane ve mutfak bölümünün üzerine Mustafa Kemal’in manevi evlatları için 6 oda ve banyosu olan yeni bir kat eklenmişti. 1930 yılında üst katın köşesinde yer alan kuleli bölüm Mustafa Kemal için ikinci bir çalışma odası olarak tanzim edilmişti. Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkü, 1931 yılında Alman mimar Clemens Holzmeister tarafından tasarlanıp inşaasına başlanan ve Haziran 1932’de tamamlanan Pembe Köşk’e taşınıncaya kadar Cumhurbaşkanlığı ikametgahı olarak kullanılmış, 1950 yılında müze olarak halka açılmıştı.

Mondros Mütarekesi sonrasında İtilaf Devletleri ülkeyi işgal etmeye başladıklarında sıra Ankara’ya da gelmişti. 1918 yılının Aralık ayında Whittall ailesinden bir Yüzbaşı’nın [büyük bir ihtimal ile Müttefik Orduları ile Gelibolu’da da savaşan Hugh McKinley Whittall (1896-1976) olabilir] komutasındaki iki tabur İngiliz askeri İstanbul’dan trenle gelmiş ve öncelikle Ankara İstasyonu’nu işgal etmişler ve yerleşmişlerdi. İngilizlerin ardından Fransızlar da Yüzbaşı Boizeau komutasındaki askerlerini Ankara’ya göndermişler ve Ulus Meydanı’ndaki Şehir Bahçesi’nde bulunan ahşap barakalara yerleşmişler, komutan Boizeau da henüz inşaatı tamamlanmamış olan ve daha sonraları Birinci Meclis olarak kullanılacak İttihat ve Terakki Kulübü Binasını karargah olarak kullanmaya başlamıştı.

4 Mart 1919’da Ankara Valisi Süleyman Kani Bey görevinden alınmış yerine işbirlikçi Alemdar Gazetesi sahibi Refi Cevat Ulunay’ın babası Muhittin Paşa atanmıştı. Ankara gizli bir kıskaca alınıyordu. Bu sırada 20 Nisan 1919’da Ali Fuad (Cebesoy) Paşa’nın komutasındaki 20. Kolordu Eskişehir’den Ankara’ya ilerleyerek Ankara Etlik’te eski St. Mariea Manastırı (günümüzde GATA’nın olduğu yer) yakınındaki Sarıkışla’ya yerleşmiş, bu Ankaralılara büyük bir moral kaynağı olmuştu.

İngiliz ve Fransız askerlerin varlığından güç alan azınlıklar da toplumsal uzlaşmayı bozmaya yönelik hareketlere yönelmişler, köylülerin mallarını elinden almaya, onlara saldırmaya başlamışlardı. İngiliz işgalciler Valiye uluorta emirler veriyor, emirlerin derhal uygulanmasını istiyor, sokaklarda gece gündüz devriye dolaştırıyorlardı. Ancak İngiliz isgal birliklerinin Ankara’da bulunmaları ve azınlıkların taşkınlıkları çok uzun sürmeden sona ermiş, 21-22 Mayıs 1919 günü İngiliz birlikleri tası tarağı toplayıp tren ile geri çekilmişler, bir kısmı Eskişehir’e bir kısmı da İzmit’e gitmişlerdi. O günleri yine General Ali Fuad Cebesoy, 1953 yılında yayınlanan “Milli Mücadele Hatıraları” adlı kitabında “Fedakar ve vatanperver Ankaralılar” başlığıyla şöyle anlatmıştı;

“Çalışmalarımız semerelerini veriyordu. Yabancı memurların müstemlekeci siyasetlerinin önüne geçilmiş, bunlara memleketimizde birer fatih değil, yalnızca misafir oldukları, cebir ve şiddetten sureti kat’iyede kaçınmaları münasip bir lisanla, fakat ısrarla hatırlatılmış, eğer taannüt (ayak direme, inat) gösterirlerse kendilerine askeri usullerin tatbikatında tereddüt edilmeyeceği bildirilmişti. Bu sert ihtar, onları derhal yola getirmişti. Hamilerinin aldığı bu vaziyet karşısında yerli Hıristiyanların taşkınlıkları da ister istemez sona ermişti. Halkın maneviyatı düzelmişti. Ankara’da Cebeci İngiliz Garnizonu’nu İzmit’e nakil mecburiyetinde bırakmamız ise maneviyatı büsbütün artırmıştı. Halkımız ve memurlarımız aldığımız tedbirlerin isabetine inanarak milli dâvaya dört elle sarılmışlardı. Hatta muhalif bazı yüksek devlet memurları, İngiliz Muhibleri Cemiyeti azaları, Hürriyet ve İtilaf fırkasının bir takım mensupları alenen milli harekete taraftar görünmeye ve benimle temasa başlamışlardı. Şimdi bunların başında Vali Muhittin Paşa da geliyordu. Çalışmalarımızda bize destek olan fedakar ve vatanperver Ankara halkına da teşekkürü bir borç bilirim. Varolsunlar.” 

İzmir’in de işgal edildiği günlerde işgale karşı koymak, halkı uyandırmak ve düşmana karşı koyabilmek için Ankara’da Sultani ve Muallim Mektebi öğretmenleri bir toplantı yapmış, bu toplantıda Öğretmen Mahir (İz) Bey “Azmi Milli” adıyla bir örgüt kurulmasını önermişti.

Kurtuluş Mücadelesi içerisinde Kuvâ-yi Milliye’cilerin, devlet daireleri ve okul gençliğini kapsayacak olan böyle bir teşkilatlanmaya ihtiyacı vardı.

24.Fırka (Tümen) Komutanı Yarbay Mahmut Bey, Taş Mektep Müdür Muavini Ayaşlı Ali Rıza Bey, Muallim Yakup Bey, Ekrem Bey, Kimyager Avni Refik Bey ve Fevzi Bey tarafından “Azmi Milli Teşkilatı” kurulmuştu.

Kısa bir süre sonra emekçi-esnaf gençlik içerisinde çalışmaya başlayan Kuvâ-yi Milliye Teşkilatı, dikkat çekmemek için Hacettepe Elmadağ Çeşmesi yanında bulunan Kocabeyoğlu Medresesinde, eğitim adı altında buluşarak gerçekleştirmeye başlamış, kısa bir süre sonra küçük birimler halinde gizli olarak çalışmalarına devam etmişti. Günlerden bir gün Ankara Samanpazarı’nda, işgal kuvvetlerinin askerlerinin kadınlara sarkıntılık ettiği, çocuklara da tasalutta bulunduğu haberinin şehre yayılması, halkı galeyana getirmiş, Nakşibendi Müderrislerinden Başılı Hoca adıyla bilinen Sadullah Seyhan Efendi bu olay üzerine heyecanlanarak, “Bu millet içinde, bir deynek başına, bir mendil bağlayıp da, ortaya çıkacak kimse yok mu?” diye haykırmıştı. Bu serzenişe Ankaralının yüreğinde yatan vatan ve hürriyet ateşini alevlendirmiş ve başlarında Aşağı yüzün bıçkınlarından “Ne gezenin Ahmet”in olduğu şehrin delikanlıları, genç seymenler kendi aralarında örgütlenerek, geceleri olay çıkartan azınlık evlerine baskın vererek intikam alıyorlardı. Bu hareketler İngiliz istihbarat subayını kızdırmaya yetmiş, Valiye durumu bildirerek buna bir son verilmesini, aksi takdirde şiddet kullanılacağını belirtmişti. Ankara Valisi Muhittin Paşa da bunu bir emir telkin etmiş, bu işe el koyarak, direnişi sona erdirmek için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 93 Ankaralı önderini düzmece olarak kurulan Hıristiyan Tehcir Mahkemesi kararına dayandırarak tevkif ettirmişti. İstanbul Bekirağa Bölüğüne gönderilmek istenenler arasında Kınacızâde Şakir Efendi, Hacı Atıf Efendi, Hoca Rıfat (Börekçi) Efendi, Attarzâde Sadullah Efendi, Hacı Bayram Şeyhi Şemsettin Efendi, Hanifzâde Mehmet Efendi, Karabiberin Hasan Efendi, Haymana Eski Kaymakamı Rıfat Bey’in yanısıra Bulgurluzâde Mehmet Efendi de bulunmaktaydı. Ancak bu tutukluluk çok uzun sürmemişti ki, Sivas Kongresi’nden sonra Anadolu’daki bütün cemiyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” adı altında birleştirilince, 29 Ekim 1919’da Hoca Rıfat (Börekçi) Efendi başkanlığında Hacı Atıf Efendi, Mutasarrıf Ömer Mümtaz, Toygarzâde Naşit Bey, Tolluzâde Müderris Hacı Rıfat Efendi, Çayırlıoğlu Hilmi Bey, Hanifzâde Mehmet Efendi, Hacı Bayram Şeyhi Şemsettin Hoca, Attarzâde Rasim, Kınacızâde Şakir Bey’lerden oluşan “Ankara Müdafa-i Hukuk Cemiyeti” kurulmuştu. Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’daki çalışmalarına en büyük desteği de bu cemiyet vermişti.

 

O sıralarda işgal altındaki İstanbul’daki Bulgurluzâde Tevfik Bey’in Moda Devriye sokaktaki 16/1 numaralı evi de İngiliz işgal birlikleri tarafından kullanılmak üzere boşalttırılmış, Bulgurluzâde Tevfik Bey de Kuvâ-yi Milliye Teşkilatı’na desteği ve yakınlığı nedeniyle hapsedilmişti. Bulgurluzâde Tevfik Bey ancak 6 Ekim 1923’te İstanbul’un işgalden kurtuluşu sonrasında serbest kalabilmişti.

 

9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşundan on gün kadar sonra Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu, Osmanlı Mebusan Meclisi ve daha sonra da TBMM milletvekili olan Yunus Nadi’nin öncülüğünde, kurucuları arasında Ankaralı tüccar Bulgurluzâde Mehmet Bey’in de yer aldığı, 57 yüksek bürokrat ve siyaset adamı ile 37 büyük tüccardan oluşan bir milyon Türk Lirası sermayeli Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi kurulmuştu.

Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi Hisse Senedi
Şirketin kuruluşundan 15 gün sonra 850 kişiye toplam 51.426 Türk Liralık hisse senedi satışı yapılmıştı. Hisse sahiplerinin 173’ü milletvekili, 175’i tüccar, memur ve subaylardan oluşmaktaydı. Şirket altı ay sonra bir İngiliz şirketiyle anlaşmalar yapmış, ancak 1925 yılında büyük bir açık vererek zarar etmişti. Hükümet de müdahale ederek şirketi batmaktan kurtarmıştı.

 

Ekim 1929’da Amerikan Borsası’nın çöküşü ile başlayan ve neredeyse tüm dünyayı etkileyen Büyük Ekonomik Buhranı’nın ayak sesleri daha öncesinde Türkiye’de hissedilmeye başlanmıştı bile. Bu durumdan Bulgurluzâde Biraderler Kollektif Şirketi’nin de etkilenmemiş olması mümkün değildi elbette. Bunu  19 Kânunuevvel (Aralık) 1928 Çarşamba günü yayınlanan Resmi Gazete’nin “İlanlar” başlığı altında yer alan bir bildiriden de anlayabilmek mümkündür. Bu ilanda Bulgurluzâde Mehmet Bey’in mülkiyetindeki Kavaklıdere’deki altıyüz adet üzüm kütüğü ve yüzden fazla meyve ağacının yer aldığı bir bağın icra yoluyla müzayedeye çıkarılacağı ve mülkün ayrıntıları şu şekilde yazılmıştı;

 

“Ankara İcra riyasetinden: Hanifzâde Ahmet Beye ipotek ve furuhtu mukarrer Kavaklıdere mevkiinde Bodur oğlu türkmen Yusuf ağaya ait olup 39-63 rakkamı ebvaplı (kapı numaralı) şarkan (doğusunda) tarik (yol) şimalen (kuzey taraftan) kısmen Bulgurluzâde Mehmet efendi bağı ve kısmen hakkı mürur (geçit hakkı) garben (batı tarafında) sulu dere cenuben (güney tarafında) Hazinei Maliyeye ait bağ ile mahdut (sınırlanmış) tahminen onaltı dönüm miktarında olup derununda (içerisinde) yüzden fazla muhtelif cinste eşçari müsmire (meyve ağaçları) ve tahminen altıyüz adet üzüm kütüğü bulunan bağ ile alttahmin (yaklaşık olarak) ceman (toplam) yüz yirmi sekiz metro murabba (kare) üzerine mebni (kurulmuş) olup ön ve arka cihetinde dört kapulu olup kapudan girildikte bir koridor sağ tarafında iki oda bir mutbah (mutfak) bir hala (hela) ve sol tarafta ayrıca bir kapu ile girildikte bir koridor iki oda bir mutbah bir hala ve üst katta bir sofa iki oda ve orta kapu ile keza üst katın sol cihetinde bir sofa dört olayı havi ve iki kısma tefrika (ayrılmaya) elverişli ve önünde iki adet kuyu ile ayrıca bir garajı havi ahşap hane maa bağ müzayedeye vaz edilmekle talip olanların kıymeti muhammenesi (tahmini kıymeti) olan dört bin beşyüz liranın yüzde onu nısbetinde pey akçesile Şehremaneti münadisine (ilanına) ve fazla malumat almak arzu edenlerin 928-10456 numarayı mustashiben (beraberce) Ankara İcra riyasetine müracaatları ve tarihi ilândan itibaren kırk beşinci günü akşamı saat (4-5) kadar müzayede devam edeceğinden yevmi mezkûrda (az önce belirtilen günde) muayyen (kararlaştırılan) saatte hazır bulunmayanların müstenkif (çekimser) addolunacağı (kabul edileceği) ilân olunur.”



Bağın içerisinde mevcut altıyüz adet üzüm kütüğünden bahis geçmesi, ister istemez benim aklıma, hemen bir ay sonrasında başlayan 1929 yılı içerisinde üretime başlayan Kavaklıdere Şarap Fabrikasını getirmektedir. Jöntürk ve Türkçülük hareketinin önde gelen isimlerinden, Bulgaristan Eskicuma’da tütün fabrikası sahibi ve reji tütün eksperi Kantacıoğullarından İsmail Efendi ve Hacı Abdullah ailesinden Rukiye hanımdan dünyaya gelen, tüm hayatı boyunca kurtuluş hareketinin içerisinde yer almış, 1919 yılında yapılan seçimlerde Bolu Mebusu olarak Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na girmiş, işgalden sonra Anadolu’ya geçerek TBMM’ye Bolu milletvekili olarak katılmış, 1923 ve 1927 seçimlerinde zonguldak Milletvekili olarak meclise girmiş olan Tunalı Hilmi Bey’in (1871-1928) İsviçre’de tanışıp evlendiği İsviçreli Juliette adlı hanımından 1902 yılında dünyaya gelen Sevda hanım ile yine İsviçre’de tanışıp evlendiği Galatasaray Lisesi’nde eğitim görmü, Almanya’da İktisat tahsili yapmış olan Cenap And, Avrupa’da gördükleri, yaşadıkları ve özümsedikleri şarap kültürünü ülkemizde gerçekleştirmek, bunun öncüsü olmak için İsviçre’ye giderek Banker dostlarından borç alarak şarap fabrikasının kurulacağı bağı ve civarındaki diğer bağ ve arazileri satın alarak 1929 yılında ilk fabrikalarını bu bağ içerisinde açmışlardı. Pek muhtemeldir ki bu fabrikanın kurulduğu bağ ve etrafındaki diğer arazi ve bağlar yukarıda bahsi geçen müzayede yoluyla satışa çıkartılan Hanifzâde Ahmet Bey, Boduroğlu Türkmen Yusuf Ağa ve Bulgurluzâde Mehmet Efendi’ye ait olan arazi ve bağlardır.

 


O sıralarda Türkiye İş Bankası’nda çalışan Cenap And ile, yine aynı sıralarda Ziraat Bankası Genel Müdürlük binası inşaatında kalfa olarak çalışmakta olan ve bankanın bodrumunda çarşıdan aldığı üzümlerle iptidai de olsa kendi şarabını üretmeye çalışan Macar Balaj Usta’nın yolları bir tesadüf eseri kesişmiş ve birlikte Cenap And’ın kurduğu Türkiye’nin ilk özel Şarap Fabrikasında şarap üretimi yapmaya başlamışlardı.

 

Bulgurluzâde Tevfik Bey’in 1939’da vefatından sonra da Bulgurluzâde Biraderler Kollektif Şirketi’nin ekonomik olarak durumu iyice zora girmiş, hatta iflasın eşiğine gelmiş olmalı ki; Mahkemece şirketin iflasına karar verilmiş ve menkul ve gayrimenkulleri haczedilmekle karşı karşıya kalmıştı. Ancak 20 Haziran 1940 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir resmi ilana göre, Bulgurluzâde Biraderler Kollektif Şirketi iflas ve haciz işlemlerinden kurtulmuştu;

“İstanbul Asliye İkinci Ticaret Mahkemesinden: İstanbul’da Çakmakçılar’da 16 No’lu mağazada mukim (oturan) iken mahkemece iflâsına karar verilen Bulgurluzâde Biraderler Kollektif Şirketi ile şerikleri (ortakları) Tevfik ve Mehmed Bulgurlu haklarındaki iflâsın kaldırılmasına ve menkul (taşınabilir mal) ve gayrimenkul (taşınmaz mal) emval (para ile alınabilen herşey) ve eşyasına mevzu haczin fekkine (para ve teminat borcu için haczedilen bir mal üzerindeki haczin kaldırılması) karar verilmiş olduğundan keyfiyet (durum) tebliğ olunur (bildirilir).”


Tevfik Bulgurlu’nun büyük oğlu Münip Bulgurlu hakkında çok fazla bir bilgi bulamış olsam da onun oğlu Mehmet Muhittin Bulgurlu’nun Fenerbahçe futbol takımına karşı özel bir tutkusu olduğu aşikardı.


1895 yılında Moda’da oturan İngilizlerin modern futbol oynamaya başlamaları Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kurulmasının ilk adımı olmuş, 1899’da onların futbol maçlarını izleyen üç türk gencinden, Fuat Hüsnü Kayacan, Reşat Denyal ve Mehmet Ali’de “biz de bir kulüp kurup oynayabilsek” özlemini doğurmuş ve jurnalcilerinin dikkatlerinden kaçmak ve hışımlarından korunmak amacıyla İngilizce Black Stockings Football Club adı altında bir kulüp kurulmasına neden olmuş, ancak II. Abdülhamid’in istibdat rejiminin engellemeleri nedeniyle yine de kapanmıştı. Bundan yılmayan gençler bu kez 1902’de Cadi-Keuy Football Club adı altında toplanmış, fakat Sultan II. Abdülhamid’in hafiyelerinin sert baskınları bunu da engellemişti.


Sultan II. Abdülhamid döneminde, “monarşi rejiminin korunması amacıyla” Türk gençlerinin dernek kurmaları yasaklanmıştı. Kendi yurtlarında yabancı ve azınlıklar serbestçe top koştururlarken, kendilerinin futbol oynamanın imkan ve zevkinden mahrum bırakılmaları ve sadece onları gıpta ile seyretmekle yetinmek zorunda kalmaları, Kadıköylü Türk gençleri arasında sadece üzüntü değil aynı zamanda hırs ve öfke de uyandırmaktaydı.


İlk 2 girişimlerinin, hafiyelerce basılıp kapanması ve dağıtılması sonucunda, 1907 yılının bir bahar günü maç dönüşünde Ziya ve Ayetullah arkadaşları bahriye talebesi Necip Okaner’in Moda Beşbıyık Sokak, 3 nolu evinde toplanmış, çaylarını içerlerken, içlerindeki o sönmeyen ateşi bir kez daha yakmak, ideallerini bu kez başarabilmek için karar vermişler ve böylece bir daha kapanmamak üzere Fenerbahçe Spor Kulübü’nü kurmuşlardı.

1892’de Çamlıca’da dünyaya gelen, Beşbıyık Sokak, 3 nolu evin sahibi 17 yaşındaki bahriyeli Necip, Yenişehirli çiftlik sahibi Samipaşazâde Mahmut Hüdai beyin oğlu, ünlü edebiyatçı Samipaşazâde Sezai beyin yeğeniydi.

Daha 15 yaşındayken kurdukları takımın kaptanı ve aynı zamanda da veznedarı olan bu uzun boylu sarışın genç, takımda 2 yıl yer almış, sert ve uzun degajlarıyla tanınmıştı. Subay çıkınca futbolu bırakan Necip Okaner, Donanmaya katılmış, İngiltere ve Amerika’da torpido ihtisası yapmış, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında komando grupları hazırlayıp onların Anadolu’ya sevkine yardımcı olmuş, kendisi de savaşa katılarak üstün hizmetlerinden dolayı İstiklal Madalyası ile taltif edilmişti. İzmir’de Akdeniz Bahriye Komutanlığı da yapan Nevip Okaner, Eylül 1959’da Ege Üniversitesi’nde İngilizce Profesörlüğü yaptığı sırada vefat etmişti.


Fenerbahçe’yi kuran ikinci genç, 1886 İstanbul doğumlu 21 yaşındaki Nurizâde Mehmed Ziya Songülen’di. Babası ağırlıklı olarak Hariciye Nazırlığı ve devleti yurt dışında temsil etme görevlerinde bulunan Suad Bey, annesi Azize hanım ise Sultan II. Mahmud’un kızı Saliha Sultan’ın torunuydu. Kulübün ilk yıllarında hem defans oyuncusu olarak takımda yer almış, hem de tüm masrafları bizzat kendisi karşılayarak Fenerbahçe’nin Sarı-Beyaz ilk formalarını İngiltere’den getirtmiş, müzisyen Krikor Sinanyan’a sipariş vererek Türkiye’de bir takım için ilk kez bir Fenerbahçe için marş besteletmişti. Ziya Fenerbahçe Kulübünün bir numaralı üyesi ve ilk başkanı olmuştu. Moda, Devriye Sokak No:48’deki baba evi, Fenerbahçe Kulübü’nün henüz bir lokali olmadığı dönemde 1910 yılına dek malzeme deposu olarak kullanılmış, futbolcuların formaları dahi burada yıkanıp, ütülenmişti.

Devriye sokak (48) numara Suad Songülen evi, (50) numara Muslihuddin Adil Taylan evi,
Şükran sokak (2) numara ise 
James La Fontaine evidir.


Bir zamanlar adeta Moda burnunun efendisi sayılan hatta oraya “Tubini Mahallesi” denmesine neden olan Galata’nın ünlü bankerlerinden baba Hyacinthe ve oğlu Bernard Ignace “Aristide” Tubini’nin 11 yıl ara ile vefatından sonra mülklerinin çoğu damatları Belçikalı tüccar François Fréderici ve François Nomico’ya geçmişti. François Nomico beşi kız ikisi erkek yedi çocuğu için birbirinin aynı yedi ev yaptırarak Moda’da bir tür dükalık kurmuştu. Zaman geçtikçe bu evler birer birer el değiştirmeye başlamış, örneğin birini Türkiye Cumhuriyeti’nin Ulusal Marşı İstiklal Marşı’nın bestecisi, orkestra şefi, keman virtüözü ve besteci Osman Zeki Üngör tarafından satın alınmıştı; bir diğerini de Mehmet Ziya Songülen’in Devriye sokak No:48’deki bu baba eviydi. Bu 48 numaralı ev daha sonra James William Whittall’ün oğlu Kenrick Edward Whittall ve Rus asıllı eşi Alexandra Boscovitch tarafından satın alınmış, sonrasında da No:48’i Salah Cimcoz, kızları Fatma (Barşal), Emel (Korutürk) ve Saynur (Aral)’ın oturmaları için satın almıştı. Günümüzde yerinde Cimcoz Apartmanı vardır.
Devriye sokak no:48, Kenrick Edward Whittall ve Rus asıllı eşi Alexandra Boscovitch’in evi

Yine hocam Leyla Taylan Baydar ile yapmış olduğumuz yazışmaların birinde kendisi benimle, Cadi-Keuy Football Club’in kurucularından James La Fontaine ile ilgili küçük bir not paylaşmıştı;

“...La Fontaine’leri biliyorum. Şükran sokakta iki katlı bir evde otururlardı. Bu evin eşi tam arkasında Devriye sokağa bakanında da amcam (Dârülfûnun Müderrisi - Avukat ) Muslihuddin Adil (Taylan) otururdu. İlk sahibi olmasa gerek, ama kimden satın almış olduğunu da bilmiyorum. Torunu ..... ne yazık ki bu evi yıktırdı ve yerine yapılan apartmanda halen oturuyor.”


Bu açık tanımlamaya uygun olan evler yukarıdaki haritada işaretlediğim gibi, Şükran sokak No:2 James La Fontaine evi, hemen arkasındaki de Devriye sokak’a bakan No:50 Muslihuddin Adil Taylan evidir.


Muslihuddin Adil Taylan (1881-1944), 1902’de Mülkiye Mektebi’ni (Siyasal Bilgiler Fakültesi) bitirmiş, 1908’de Selânik Hukuk Mektebi’ne (Hukuk Fakültesi) müderris ve müdür yardımcısı olarak atanmış, 1913’te Maarif Nezareti İlköğretim Genel Müdürü, 1914’te Ortaöğretim Genel Müdürü olmuştu. Aynı zamanda gazeteci de olan Muslihuddin Adil Taylan, Asır gazetesinde başyazarlık yapmış, 21 Temmuz 1919’da Mahmud Hamdi Bey’in yönetiminde siyasî, edebî ve ilmî bir yayın organı olarak, “müstakil gazete” düsturuyla Tarîk adlı bir gazete çıkarmaya başlamıştı.

Başlangıçta iki sayfa olarak çıkan, 5 Kasım 1919’da çıkarılan 104. sayısından sonra dört sayfa olarak devam eden gazetenin en son 115. sayısı yayınlanmış ve gazete Millî Mücadeleyi destekleyen yayınlar yaptığı gerekçesiyle, 1920’de kapatılmıştı. Muslihuddin Adil Taylan, Lozan Konferansında Türk Heyetinde danışman olarak bulunmuştu.

Mehmet Ziya Songülen 21 Ağustos 1936’da henüz 50 yaşındayken daha öncesinde geçirdiği felce bağlı bir beyin kanaması sonucunda vefat etmişti. 


Üçüncü genç ise 1888 Boyacıköy doğumlu 19 yaşındaki Şevkipaşazâde Ayetullah, Harekat Ordusu Komutanlarından ve Kuzey Kafkasya Kabartay Türk’leri Ubih kolunun Anzork sülalesinden Piyade Ferik Şevki Paşa’nın oğluydu. Kulübün kurulduğu sırada Osmanlı Bankası’nda memur olarak çalışan Ayetullah, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün ilk Genel Sekreterliği’ni yapmıştı. İlk Başkan Ziya’nın birinci yılın sonunda istifa etmesinden sonra 20 yaşındayken Fenerbahçe’nin Başkanlığını üstlenmişti.


Aynı zamanda 1912-13 yıllarında başlayan ilk izcilik çalışmalarına da katılmış, ilk oymak beylerinden biri olmuştu.

Ayetullah Bey, I. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan İspanyol Gribi pandemisinin kurbanlarından biri olmuş, Eylül 1919’da henüz 31 yaşındayken vefat etmişti.


Tüm bunlar Mehmet Muhittin Bulgurlu’nun Fenerbahçe aşkı için belki de birinci nedendi, ikincisi ise Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kurulma kararının verildiği o evin Moda’nın Beşbıyık (günümüzde Nenehatun) sokağının 3 numaralı evinin selamlık katında olmasıydı. Zira Beşbıyık Sokak Mehmet Muhittin Bulgurlu’nun dede evinin bulunduğu Devriye sokak ile Hüseyin Bey sokaklarının kesiştiği köşeden en fazla 150 metre ötedeydi, Beşbıyık sokak, Devriye sokağın bir arka paraleliydi.
Ayrıca Fenerbahçe’nin lokali de yine onların evine çok uzak olmayan bir yerde Kuşdili Çayırı’nda Kurbağalı derenin kenarında bir yerdeydi onun çocukluğunda ve muhakkak ki Kuşdili çayırında yapılan futbol karşılaşmalarının da sıkı bir takipçisiydi, kimbilir belki de baba oğul giderlerdi izlemeye...
Halit Deringör, Semih Bayülken, Müjdat Yetkiner ile çocukluk arkadaşı olduklarına göre belki bir zamanlar onlarla birlikte top peşinde koşturmuşluğu bile vardı.

Mehmet Muhittin Bulgurlu’nun futbola on yaşında başlayan çocukluk arkadaşı, eski bir Fenerbahçeli ve Milli futbolcu, sonrasında da spor yazarlığı yapan Halit Deringör;

“Fenerbahçe lokali Kuşdili'nde dere kenarında çok güzel bir yerdeydi. 1932 yılında yandı. Biz o zaman çocuktuk. Yangını dehşetle seyrettik. Sonra bugünkü Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu stadı 3 katlı ahşap bir binaya taşındı. Bu bina papazın çayırı ile yan yana olup etrafı çam ağaçlarıyla çevriliydi.” diyerek anlatmıştı o günleri,

2013 yılında köşesinde yazdığı bir yazısında.


Eski adı Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi olan Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü’nde memur olan Mehmet Muhittin Bulgurlu’nun Fenerbahçe Futbol takımından başka hiç bir takıma meyletmemesinin, yüreğinde sürekli onun aşkını taşımasının son bir nedeni de, evlerinin yan sokağının adının Hüseyin Bey sokak olmasıydı ki, onu da yeri geldiğinde, çok değil az sonra anlatacağım.


Baba Münip Bulgurlu ile ilgili ne kadar az bilgi olsa da, oğlu Mehmet Muhittin Bulgurlu bir dönemde Türk basının oldukça meşgul eden bir isim olmuştu, üstelik de baba evinin yanmasından beş ay sonrasında…


Bunun nedenini en iyisi yine Halit Deringör’ün yazısından okuyarak anlamaya çalışalım; 


“...Fenerbahçe kongresi işte bu kulübün alt salonunda yapılırdı. Salonda bir kara tahta ve 40- 50 kişinin oturacağı sandalye vardı. Seçimler tam demokratik usullerle yapılırdı. Kara tahtaya seçilmek isteyen adayların isimleri listelenirdi. Herkes düşüncelerini açık bir şekilde söyler ve açık tasnif yapılırdı. Kimse seçim öncesi kapı arkalarında dedikodu yapmaz, rakiplerini aşağılayacak sözler sarfetmezdi. Kongre üyeleri tanınmış kişiler olup büyük bir kısmı ‘blazer’ ceketleriyle kongreye gelirlerdi. Kazanan başkanlar diğer aday arkadaşlarına nazik ve dostane bir şekilde ‘siz buyurun, siz buyurun’ diyerek başkanlığı ikram etmek isterlerdi.

Ne var ki bu durum 1946 yılına kadar devam etti. Bu tarihte değişik bir sistem uygulandı ve de kongrenin isteği üzerine Zeki Rıza (Sporel 1898-1969) bey tek seçici olarak önerildi ve kabul edildi. 1950 senesinde ve ondan sonraki süreçte Fenerbahçe demokratik sistemden uzaklaşıp paranın, siyasetin hakim olduğu bir seçim sistemine girdi.”

“...1951 yıllarında İstanbul Eminönü'nde yağcı Asil’in dükkanına o zamanın iş adamlarından Rüştü Dağlaroğlu (Fenerbahçeli, kürek sporcusu), Hayrullah Güvenir, Ethem Şahinoğlu, David Leon (mimar), Avni Korur, Salih Dinçmen bir araya gelip ve Fenerbahçe'nin güncel meselelerini konuşurlardı. Hatta bazı fikirleri yönetime empoze bile ederlerdi. Daha sonraları bu kişiler dernek kurdular. Sıraselviler’de ahşap bir köşkte lokal açtılar ve de ismini ‘Fenerbahçeliler Cemiyeti’ koydular. Bu hareket Kadıköy’deki Fenerbahçe’ye yakın kimseleri endişelendirdi. Ve de ileri gelmiş Fenerbahçeliler İstanbul’daki Fenerbahçeliler cemiyetine tepki olarak Muhittin Bulgurlu başkanlığında ‘Kadıköy grubunu’ kurdular.”


İşte tam bu noktada sahneye Mehmet Muhittin Bulgurlu çıkmış ve bundan sonrasında söz konusu basının spor sayfalarında yer alan yoğun haberlerin baş kahramanı olmuştu.


Halit Deringör söyle devam ediyordu yazısına;

“...Daha sonra Semih Bayülken de bu guruba katıldı. Muhittin Bulgurlu ve Semih Bayülken çok iyi bir ikili oldular. Semih Bayülken (lakabı Şam baba) benim çocukluk arkadaşımdı hatta gençlik yıllarımız birlikte geçti. İletişimci bir yapısı ve kuvvetli bir ikna gücü vardı. Ölüyü bile güldürür, insanları ikna eder, en sinirli anındaki bir kişiyi, konuşması ile sakinleştirebilirdi. Sanki kongreler için doğmuş bir insandı. Faruk Ilgaz (kısa bir dönem İstanbul Belediye Başkanlığı da yapmış olan efsanevi Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı), Muhittin Bulgurlu, Semih Bayülken, Müjdat Yetkiner (Miço lakablı eski futbolcu) ve ben çocukluktan itibaren beraberdik.”

“...Muhittin Bulgurlu Deniz Yollarında memurken, Semih Bayülken doktordu. Bayülken Devlet Su İşlerinde doktor olarak çalışıyordu. Kadıköy Altıyol’da da muayenehanesi vardı. Muayenehanesinin raflarında tıp kitaplarının yerine, içinde neredeyse üyelerin bel kayış ölçüleri ve ayakkabı numaralarının yazılı olduğu dosyalar yer alırdı. Fenerbahçe üyelerinin kimlik ve kişilikleri dosyalanmıştı.

Bu ikili sonraları herkesin bildiği gibi bütün kongre seçimlerinde egemen oldular. İstediklerini yönetimleri getiriyorlar, istediklerini de uzaklaştırıyorlardı. Gelen kişilerin kimliği araştırılmadan sadece paralı olmalarına bakılıyordu. Başkan olacak kimsenin mutlaka paralı olması neredeyse kesin kural olmuştu. Bu nedenle 1951’den 1999’a kadar gelen bütün başkanlar Faruk Ilgaz hariç hepsi keselerinin ağzını açtılar ve Kadıköy Grubuna istedikleri meblağı verdiler. Bu günlerde arka arkaya yapılan ziyafetler o yıllardan kalmadır.”

Milliyet, 11 Temmuz 1955

Milliyet, 12 Temmuz 1955

İşte bu nedenledir ki, 5 Haziran’da yapılan kongre seçimleri sırasında Mehmet Muhittin Bulgurcu’nun ayağa kalkarak o sırada büyük kulüplerin idare heyetlerinde bulunan beş altı ismin üstüne basarak onlar hakkında ithamlarda bulunması yüzünden, Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı idareciler tarafından aleyhinde açılan hakaret davasının görüşülmesine, 1 Temmuz 1955’de Kadıköy Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlandığı haberi gazete sütunlarında yer bulmuştu.

Milliyet, 7 Eylül 1955

Ancak mesele sadece hakaret davası ile kalmamış, kulüp içerisindeki uygunsuzluklar ve usülsüzlükler de ayrı bir dava konusu olmuştu.

Avukatları Dündar Akünal ve Sâdun Erdemir ile duruşmaya katılan Mehmet Muhittin Bulgurlu’ya mahkeme ispat hakkı tanımamış, sadece Mahkeme’de avukatları aracılığıyla “Kimseye hakaret etmediklerini, yalnız eski idareci Hayrullah Güvenir’in sözlerini naklettiğini” belirtmişti.

Fenerbahçe Kulübünün yeni yönetiminde murakıb olarak görev yapan Mehmet Muhittin Bulgurlu aleyhine hakaret davasının ardından Eylül ayında bir de “Organizasyon Yolsuzlukları” davası açılmıştı.

Milliyet, 8 Eylül 1955
Milliyet, 10 Eylül 1955

Davaların seyrini daha fazla takip etmeyi bıraktım zira, Halit Deringör’ün yazısından da anlaşılacağı gibi, Mehmet Muhittin Burgurlu’nun ve birlikte hareket ettikleri grubun egemenliklerini sürdürdüklerini ve 1999 yılına dek çarklarını döndürdükleri anlaşılıyor.

25 Mart 1962’de Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde 206 üyenin katılımıyla yapılan Fenerbahçe Spor Kulübü Olağan Kongresi’nde muhalefet listesi’ndeki İsmet Uluğ 173 oy alarak başkanlığa seçilmiş, Müslim Bağcılar 176, Mehmet Reşat Nayır 178, Muhittin Bulgurlu 188, Ethem Şahinoğlu 170, Dr. Semih Bayülken 194, Fikret Mümin 177, Enis Sine 182, Oğuz Sağlam 169 oy alarak yönetim kuruluna seçilmişlerdi. Bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere Mehmet Muhittin Bulgurlu, 206 kişinin 188’inden oy alarak, Başkan olarak seçilen İsmet Uluğ’dan daha fazla oy alarak, 206 kişinin 194’ünden oy alan Dr. Semih Bayülken’in hemen ardında yer almıştı.


Mehmet Muhittin Bulgurlu ile birlikte Fenerbahçe Spor Kulübü’nde hakimiyet kurmuş, uzun yıllar Kulübün Genel Sekreterliğini üstlenmiş olan Dr. Semih Bayülken 1987’de, 35 yıl sonra ardı arkasına bazı itiraflarda bulunmuştu;

“ Bugüne kadar Fenerbahçe’nin menfaatleri için neler yaptım neler, ama kimseye yaranamadım.”

“ÇOK HAKEM SATIN ALDIM...”

demişti...

21 Şubat 1987 tarihli bir gazete küpürü

Dr. Semih Bayülken, 5 Ağustos 1989’da vefat etmişti.

  Mehmet Muhittin Bulgurlu ise, uzun süre pençeleştiği hastalığa yenik düşerek, 5 Ocak 1999’da vefat etmişti.

Yangın doğuya doğru genişliyor!..

Elbette yangının ilk sirayet edeceği yer hemen bitişiğindeki, ev ya da binalar olacaktır, ancak havanın rüzgarlı olması, yangının aradaki Hüseyin Bey sokağının varlığı, yarattığı boşluğun nereden bakarsak bakalım  5-6 metre olması da, yangının karşı kaldırımdaki Mano Palas’a sıçramasına engel olamamıştı.


Eski zamanlarda özellikle ahşap evlerden müteşekkil İstanbul mahallerindeki yangınlar çok ünlüdür, ki halk arasında bu yangınlara, yaz aylarında yapılan çokca patlıcan kızartmalarının neden olduğu düşünülen yangınlardan dolayı “patlıcan yangınları” denir. Bundan o derece zarar görülmüştür ki, bir zaman sonra bir çok semtte, özellikle Beyoğlu gibi gayrimüslimlerin yaşadığı muhitlerde artık ahşap bina yapmaktan kaçınılmış, hatta yasaklanmış, yanıp yıkılan evlerin yerlerine kagir binalar inşaa edilir olmuştu. Hala ahşap kullanılan bir çok müslüman mahallesinde de, özellikle bahçe içerisinde değil de sokak boyunca yan yana yakın ve bitişik olarak yeniden yapılan ahşap binalarda iki yan cepheleri, çatıyı geçecek şekilde inşaa edilen ve tuğla ile örülmüş “yangın duvarı” tabir edilen duvarlar sayesinde, yangınların yayılmasına bir derece engel olunabilmişti.

Öncesinde yangınların bu derece çabuk ve bir mahalleyi birden yok edecek kadar büyümesine başlıca neden olarak da ahşap inşaat sırasında kullanılan metal çivilerin, yangının büyümesine bağlı olarak yükselen ısı karşısında genleşip, birer fişek gibi yerlerinden çıkıp fırlayarak, bir şarapnel parçası gibi diğer ahşap binalara saplanması ve orada da bir yangına sebebiyet vermesi gösterilir.

Moda’daki bu yangında da büyük bir ihtimal ile Münip Bulgurlu evine sirayet edip büyüyen yangında, artan hararete bağlı olarak ısınan çiviler, aradaki sokağın genişliğine rağmen büyük bir hızla fırlayarak, sokağın karşısındaki Mano Palas’ın öncelikle çatısında ve en üst katında bir yangının başlamasına neden olmuşlardı.   



“Bu Hüseyin bey sokağı "benim sokağım" değil artık.” demişti Leyla hocam, 2012’de bir Moda ziyaretimde onun bana bahsettiği 6 numarasında, çoktan yıkılıp yerine bir apartman yapılmış iki katlı bahçeli evlerinin olduğu Hüseyin Bey sokakta çektiğim o apartmanın ve bu sokak tabelası fotoğraflarını gönderdiğimde. Üzülerek,

“Evet maalesef Hocam, bu sokak elbette sizin o güzel Hüseyin Bey sokağınız değil.”

diye cevap verdiğimde de;

“Bu günki Moda, o zaman ki Moda değilse de, tekrar gittiğinde çevrene bir de benim için bak.”

diye bir istekte bulunmuştu. O gün bu gündür, özellikle de anılarını okuduktan sonra Moda’ya her gidişimde, her sokağa, her taşa, her ağaca bir de onun gözünden bakmayı adet haline getirdim ve gökyüzüne bakıp ona bir selam göndermeyi de…

Hüseyin Bey sokak No:6; Leyla Taylan Baydar hocamın babası İTÜ’nün ilk rektörü Osman Tevfik Taylan’ın (1886-1976) Mimar Zeki Sayar tarafından çizilen projeye göre inşaa edilmişti. İnşaa edildiği dönemde, Leyla hocamın deyimiyle “... evin mimarlık üslubu ‘aynı sokakta Modern yapı / Çevre uyumu’ gibi tartışmalara neden olmuştu. Babamla Zeki Sayar’ın görüşlerinin çatışması sonucu, ‘Bauhaus + geniş saçaklı kırma çatı’ oluşmuştu.”
Arkada o çokca bahsini etmiş olduğu sakız ağaçlarından birisi de görülmekte.
Fotoğraf, Arkitekt Dergisi’nin 1936-3, 63. Sayı, ss. 65-69’da yer alan,
“Modada bir villa” başlıklı yazıdan alınmıştır.

Leyla Taylan Baydar hocam, Hüseyin Bey sokak 6 numaradaki evlerine İlkokulu bitirdiği, Ortaokula başladığı 1934 yılında taşınmışlardı. Yıllarca o evde yaşayan, o ev ile ve Hüseyin Bey sokakla ilgili çok yoğun anıları olan hocam 1 Kasım 1947’de kendisi gibi mimar olan Ferzan Baydar ile de o evde evlenmiş, nikah törenleri o evde yapılmıştı.

Anılarında evin mimarisi ve projelendirme aşamasında babası Osman Tevfik Taylan ile mimar Zeki Sayar arasındaki görüş farklılığını şöyle yazmıştı; 

“...Bizim ki ise, o zamanın deyişi ile ‘kübik’ mimarlık örneği.

Ön yüzünü boydan boya kaplıyan şerit camları, denize bakan köşe pencereleri, dik açılı kitlesi, bezemesiz yalın yüzeyleri ile aykırı bulunmuştu. Zeki Sayar’ın tasarımı tam olarak uygulansa idi, tepki daha da büyük olurdu her halde. Tasarımda yapının çatısı ve saçağı yoktu. Yapı teras çatı ile son buluyordu. Babam bu görünüşü onaylamamış, ‘şapkasız sokağa çıkmış gibi’  diyerek çatı ve saçakta direnmiş,  Zeki Bey de değişikliği (büyük bir olasılıkla istemeyerek)  kabul etmişti.”

Yazışmalarımız sırasında da;

“...Yapılışı sırasında babamla Zeki bey arasında geçen konuşmalar benim meslek seçimimde önemli rol oynamıştır.” diye yazmıştı.


Daha sonraki yazışmalarımızda “Hüseyin Bey“ sokağı, aramızda yeni bir yazışma mevzuu olmuştu;

“Bu arada bunca yıl yaşadığım sokağa adını veren ‘Hüseyin’in de kim olduğunu bilmiyorum. Merak edip soruşturmamışım. Olur iş değil…”

demişti bir gün, biraz kendisine kızarak. Bu gün büyük bir keyifle okuduğum anılarını yazmakta olduğunu biliyordum, belki “Hüseyin Bey” adının gizemini çözer, bir katkım olur diye düşünerek ona bu konuyu aklımda taşıyacağıma ve herhangi bir ip ucuna rastlarsam kendisi ile paylaşacağıma söz vermiştim, bulduklarımı da onunla paylaşmıştım. 

6 Mart 2013’te ona yazmıştım;

“Sevgili Hocam, Hüseyin Bey sokak adının nereden geldiği ile ilgili olarak bir soru işaretiniz vardı. Ben biraz araştırdım, Moda tarihinde yeri olan bir isme rastladım ancak bu ne kadar doğrudur bilemiyorum. Moda’da 1902 yılında James La Fontaine ve Horace Armitage adlarındaki İngilizler bazı rumlarla birlikte Cadi-Keuy FC’yi kurmuşlar. Kadıköy Football Club, bu İstanbul’da kurulan ilk futbol kulübü olmuş, Bu kulüpte forma giymiş ve top koşturmuş ilk Türk futbolcular içerisinde Büyük Hasan, Fuat Hüsnü (Kayacan) ve Dalaklı Hüseyin adlarında Türk futbolcuları da yer alıyor. Acaba bu Hüseyin Bey, ilk Türk futbolcularından olan Dalaklı Hüseyin’den mi gelmekte. Kendisi daha sonra 1907 de Moda Beşbıyık sokak (günümüzde Nene Hatun Sokak) 3 numaralı evin alt katında kurulacak olan Fenerbahçe Futbol Kulübünün de ilk futbolcularından olmuş. Bey olması da belki başka bir ünvanı olmamaktan dolayıdır diye düşündüm, Paşa filan gibi…”

diyerek. O da buna pek ihtimal vermemiş, eğer öyle olsa idi bizim sokağa değil Beşbıyık sokağa verirlerdi onun adını, diyerek bu kanıtı çok kaale alınır bulmamıştı. Temmuz 2015’te ne yazık ki kendisini kaybettik. Sonrasında da bu konu o şekilde kalmış, bir sonuca ulaştıramamış, bırakmıştım ucunu, taa ki bu yazıyı kaleme almaya başlayana dek.


Hala çok kesin bir kaynağa dayandıramamış olsam da, içimden bir ses o sokağın adındaki Hüseyin Bey’in bir futbolcuyla, özellikle de bir Fenerbahçeli ve Kulüp tarihinde önemi bir yeri olan Hüseyin Bey ile ilgili olduğunu söylüyor, buna dair kuvvetli bir his taşıyorum. Kesin olmasa da ben bu bilgiyi burada bir tez olarak paylaşmak, belki konu hakkında bir fikri ya da bilgisi varsa, onu tetiklemek bu sokak isminin hikayesine ulaşmak istiyorum. Bu benim için adeta bir vasiyet çünkü.

Her ne kadar Leyla Taylan Baydar hocam, o gün bahsettiğimde pek ikna olmasa da benim için 1 Ocak 1888 doğumlu (Dalaklı) Hüseyin Bey, hâlâ Hüseyin Bey sokağa adını vermiş olabilecekler listemde yer almaktadır. Nedenine gelince;

Daha önce de bahsetmiş olduğum Cadi-Keuy Football Club, 1902 yılında Modalı James La Fontaine, Horace Armitage adlarında iki İngiliz Yani Vasilyadi ve bazı diğer rumlarla birlikte kurulmuş ve İstanbul’un ilk futbol takımı olmuştu. Başta (Dalaklı) Hüseyin, Büyük Hasan ve zaman içerisinde “Bobi” takma adıyla tanınan Fuat Hüsnü (Kayacan) takıma katılan ilk Türk futbolcular olmuş ve üzerinde C harfi olan kulübün düz beyaz formasını giymişlerdi. Kısa sürede parlayan takım 1905-06 ve 1906-07 futbol sezonunda iki kez üst üste İstanbul Futbol Ligi şampiyonu olmuştu.

1904-06 sezonunda Cadi-Keuy Football Club’de santfor olarak top koşturan (Dalaklı) Hüseyin, 1906-07 sezonunda Galatasaray'a geçmiş, 1907-08 sezonunda yeniden Cadi-Keuy Football Club’e dönmüş, 1908-09 sezonunda Fenerbahçe’ye, daha sonra yeniden Galatasaray'a dönmüş ve 1913 yılına kadar Galatasaray’da oynamış 1910 yılında şampiyon olan kadroda yer almıştı. (Dalaklı) Hüseyin, gerek Fenerbahçe’nin, gerekse Galatasaray’ın ilk Türk futbolcusuydu.

Türkiye’de lakabıyla anılan ilk futbolcu olan (Dalaklı) Hüseyin, Fenerbahçe’ye geçtiği 1908-09 sezonunda takımı çalıştırmış ve Fenerbahçe’nin ilk teknik direktörü olmuştu. Ayrıca oyuncu olarak Fenerbahçe’de 12 maçta oynamış, ve 7 gol atmıştı.

(Dalaklı) Hüseyin 1951’de vefat etmişti.

İlk futbol takımı, o takımda yer alan ilk Türk futbolcu, yetmez gibi Fenerbahçe’nin ve Galatasaray’ın da ilk Türk futbolcusu, lakabıyla anılan ilk futbolcu olmak ve Fenerbahçe’nin kuruluşunda yer alıp ilk teknik direktörü olmak gibi bir çok ilk’in adamı olan (Dalaklı) Hüseyin’in isminin bir sokak adına verilmesi bana mümkün görünmekle birlikte, tek bir soru beni emin olmaktan uzaklaştırıyor. Tüm bunlara rağmen sokağın adı neden “Dalaklı Hüseyin Bey” sokağı değil de sadece ve sadece “Hüseyin Bey” sorusuna takılıyorum. Bu olmasa tezim daha güçlü olacaktı.


Ancak, bırakmıyorum, başka bir tezim daha var, üstelik biraz daha kuvvetli bu kez.

Fenerbahçe Spor Kulübü’nün tarihini incelediğimde, kulübün 1923 yılında yayınlanan Nizamnamesinde, Müessesan Heyeti (Kurucular Kurulu), adıyla anılan ve adları yazılı 30 kurucu listesinde, ve Fenerbahçe tarihinde şu ya da bu şekilde yer alan isimlerin arasında (Dalaklı) Hüseyin’den başka 7 tane daha Hüseyin olduğunu görülüyor. Bu isimler 1907’de kurulan Fenerbahçe Spor Kulübü’nün ilk Genel Sekreteri Hüseyin Hüsnü Bey, 1967 yılında en az kırk yıllık kayıtlı üyelere verilen Fenerbahçe Altın Rozet Sahibi Hüseyin Hamit (Sertel), 1938 doğumlu, 1969-70 sezonunda Lig’de ikinci olan Fenerbahçe Basketbol Takımı’nın pivotu Hüseyin (Kozluca), Düyunu Umumiye Müfettişi, İş Bankası Umum Müfettişi, VII. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Hüseyin Sami (Coşar ya da İşbay), 1957-66 yılları arasında Fenerbahçe’de oynayan futbolcu Hüseyin (Yazıcı), Fenerbahçe’de oynayan bir başka futbolcu Hüseyin (Çakıroğlu) ve Dava Vekili sıfatıyla Hüseyin Bey


Hepsinin sonradan alınmış olsa da bir soyadı veya lakabı varken, tek bir isim var ki o da sadece ve sadece Hüseyin Bey; ne bir lakab, ne bir soyadı… Ve tabii ki ne de fazla bir bilgi;


Sadece bildiğimiz, Hüseyin Bey’in Müessesan Heyeti’nin 30 kişilik listesinde adı geçen biri olması ve 1911-12 futbol sezonunda şampiyon olmuş Fenerbahçe Futbol Kulübü’nün şampiyon olan takımında yer alan bir futbolcu olduğunu belgeleyen fotoğraflar...


Fenerbahçe’nin 1911-12 sezonunda elde ettiği şampiyonluğunun 28 Eylül 1912 günü çekilen ve

“İstanbul’un 1911-1912 Futbol Şampiyonluğu” başlığıyla,  Hüseyin Sadeddin Arel’in kurduğu, 1909’dan 1914’e kadar İstanbul’da 100 sayı yayımlanan 15 günlük ve yazarları arasında Yunus Nadi, Nigar hanım, Cenap Şehabettin, Abdülhak Hamit, Falih Rıfkı Atay, Şehabettin Süleyman, Rauf Yekta, Abdullah Cevdet ve Celal Nuri’nin yer aldığı fotoğraflı haftalık ilk Osmanlı dergisi Şehbal Dergisi’nde yayınlanan fotoğrafının altındaki notlarda şunları okuyoruz;

“Şehzade Selahaddin Efendi’nin mahdumları ( 33. Osmanlı Padişahı V. Murad’ın en büyük oğlu) Osman Fuat Efendi’nin himayeleri altında mütessis Fenerbahçe Sporting Kulüp Heyeti :

Ön Sıra Sağdan İtibaren: Kamil Bey (Kaptan), Said Bey, Galip Bey, Nuri Bey, Kemal Bey; Sandalyede Oturanlar Sağdan İtibaren: Azmi Bey, Sabri Bey, Hüseyin Bey (kırmızı daire ile işaretli), Yahya Bey (Fesli); Arkada Ayakta Duranlar Sağdan İtibaren: Hulki Bey, Emirzade Arif Bey (Reis-i Evvel), Zeki Bey (Reis-i Sani), Elkatipzade Abbas Bey.”


Aynı şampiyonluk sonrasında çekilen başka bir fotoğrafın altında ise;

“Arka Sıra, Soldan Sağa: Zeki Mazlum, Karnik Arslanyan, Elkatipzâde Abbas Bey, Elkatipzâde Mustafa Bey, Yahya Berki Karagözoğlu; Ortadakiler, Soldan Sağa: Hüseyin Bey (kırmızı daire ile işaretli), Emirzade ‘Şehit’ Arif Bey, Kemal Aşki; Oturanlar, Soldan Sağa: Tevfik Haccar Taşçı, Otomobil Nuri, Galip Kulaksızoğlu, Nasuhi Esat Baydar, Hasan Kamil Sporel” yazmakta.

14-1 numarada Mano Palas:


Yangın eninde sonunda arada bir sokak olsa dahi Hüseyin Bey sokağın karşı köşesindeki Mano Palas’a da sirayet etmişti. Ancak Mano Palas’ın belki de en büyük şansı aradaki sokak olmuştu yine de, kıvılcımlar veya bir fişeğe dönüşen çivilerin Mano Palas’ın çatısına sıçramasına kadar geçen süre içerisinde İtfaiye olay yerine yetişmiş ve bir an önce müdahaleye başlamıştı. İşte bu nedenledir ki diğer evler belki de tamamen kül olurken, Mano Palas sadece çatısı ve en üst katından yaralanıp, zarar görerek yangını atlatmıştı. Ancak elbette sadece yangınının değil butün söndürme çalışmalarında olduğu gibi alevlere sıkılan sular sağlam kalan bölümlere bile epey zarar vermişti. Mano Palas’ın neredeyse tüm odaları ve o görkemli dekorasyonu da bu nedenle çok büyük hasar almıştı. Zaten bu yangından sonra çok da fazla ayakta kalamamış, o da Moda’da gelişen Apartmanlaşma sevdasının kurbanı olmuştu. Yıkılmış ve yerine neredeyse bütün parseli kaplayan çift girişli bir betonarme apartman bloğu inşaa edilmişti.

Daha çok Mano Palas ve Moda Palas olarak bilinen birbirine bitişik ve neredeyse bir ikiz kadar birbirlerine benzeyen bu iki büyük yapı, 19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarında çekilmiş, kartpostallara konu olmuş Moda manzaralarında, Moda Burnunun Kalamış koyuna bakan sahilindeki yegâne yapılar olarak görülür.

Şu ana kadar bahsettiğimiz diğer yapıların hiçbiri o fotoğraflarda görülmemektedir. Sadece o ön sıradaki iki blok haricinde bu fotoğraflarda bugün de halen ayakta olan Mano Palas’ın hemen arkasında Fazıl Paşa sokak üzerindeki François Fréderici ve ailesine ait olan iki katlı beşik çatılı ev ve onun neredeyse ikizi olan bir diğer ev görülebilmektedir. Bu tarih aralığını daha da daraltmak gerekirse ancak şu söylenebilir, söz konusu fotoğraflarda bir iskele vardır ancak, mimar Vedat Tek tarafından çizilen projesiyle, tek kat olarak 1916-17 yıllarında inşaa edilen Moda Vapur İskelesi Yolcu Salonu görülmemektedir.
Moda İskelesi 1920’ler

Moda İskelesi 1960’lar
Başlangıçta iki katlı olarak inşaa edilen Moda İskelesi, 1937 yılında şiddetli bir lodos sonucunda büyük hasar almış, ondan sonra ikinci katı yıkılmış kaldırılmıştı.
2000 yılında yapılan restorasyon sırasında ikinci kat yeniden ilave edilmiş ve iskele 1 Temmuz 2001’de Kabotaj Bayramı günü yeniden hizmete açılmıştı.
Moda İskelesi rölevesi, 1997

François Fréderici ve ailesine ait olan iki katlı evin
son hali ve restorasyondan sonrası



Hatta Charles Edward Goad’ın (1848 -1910 ) Nisan 1906 tarihinde çizmiş olduğu haritada Moda burnunda Devriye sokağın henüz oluşmadığı, Hüseyin Bey, Fazıl Paşa ve Lütfü Bey sokaklarının oluştuğu, Fazıl Paşa sokağın sağ ve solunda sadece Mano Palas ve Moda Palas’ın yer aldığı, onların haricinde sadece Moda Palas’tan sonraki parselde Lütfü Bey sokağının köşesinde bir Brasserie’nin yer aldığı görülmektedir.
Charles Edward Goad’ın Nisan 1906 tarihli ve
63 numaralı Kadıköy (Moda) paftası


Bu da iki yapının 1906 yılından önce inşaa edildiklerini kanıtlamaktadır. Bu arada Mano Palas üzerinde (H) yazıyor olması o tarihte henüz ev olarak kullanıldığını, ancak 1906 yılında dahi Moda Palas’ın o zaman bile otel olarak işletildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bu haritada eğer bir ölçeklendirme hatası yoksa, benim ikiz kadar birbirlerine benzediğini düşündüğüm iki yapının genel hatlarıyla ve plan şeması itibariyle birbirlerine benzeseler de boyutlarının farklı olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Charles Edward Goad’ın çizdiği 1906 tarihli haritada, sonradan Moda Deniz Kulübü’nün yer aldığı  1386 numaralı adada, Cevdet Tahir Bey’in sahip olduğu yakacak odun deposu, ayrıca da
iskelenin çıkışında sağda da Moda Rowing Club (Moda Kürek Kulübü) binası işaretlenmiştir.

Mano Palas daha büyüktür ve hemen arkasında François Fréderici ve ailesine ait olan iki katlı beşik çatılı ev ve onun ikizi kadar benzeri olan yapı da (Dr. Müfit Ekdal Kefeli ailesine ait olduğunu belirtir) açıkça görülmektedir.

Kadıköy’ün tarihine ışık tutan rahmetli Dr. Müfid Ekdal, Mano Palas’ın mimarı olarak Constantine P. Papas’ın adını zikreder ve geniş bir bahçe içerisinde yer alan, Marmara Denizi’ne ve Adalar’a bakan bu ahşap binayı 1900’lerin başlarında (M. Ekdal Mahmut olarak belirtmiş olsa da) Memduh Ezine Bey için inşaa ettiğini belirtir. Ancak bu bahsi geçen Mano Palas, burada söz ettiğimiz Mano Palas değildir, Mano Palas’ın ilk nüvesidir ve yangının batıya doğru sirayetini anlatırken Ezine ailesine ait o ahşap köşke ayrıca değineceğim.


Ne yazık ki bazı kaynaklar Dr. Müfit Ekdal’ın kitabını kaynak olarak kullanmış, ama bilgileri karıştırarak bu büyük bodrum dahil 4 katlı kagir ikiz malikaneyi Ezine ailesine ait olduğunu belirtip, mimarı olarak da Constantine P. Pappas’ı (1868-1931) işaret ederek yanlış değerlendirmiştir. Burada üzülerek kaynağın bu yanlış değerlendirmesinin ve bu yanlış bilginin kopyala yapıştır yöntemiyle yaygınlaşarak doğruymuş gibi sürgit tekrarlandığını söylemek zorundayım. Bu konuya tekrar dönmek üzere şimdi yangında hasar gören Mano Palas’a dönmek istiyorum.

Yine Dr. Müfit Ekdal’ın da belirttiği gibi çok büyük bir servete sahip Galata bankerlerinden Tubini ailesi, ilerki yıllarda Moda burnuna “Tubini Mahallesi” dedirtecek kadar Moda’da arazi ve mülk edilmişlerdi. Baba Hyacinthe Tubini karısı Angela Castelli ile, Moda burnunda büyük bir malikane inşaa ettirmişti, bu yapı bizim Moda Palas olarak bildiğimiz yapıdır. Bir süre sonra ailenin genişliğini dikkate alarak belki de Moda Palas’a neredeyse tıpatıp benzeyen sadece boyutlarında bazı farklar olan yine bodrum dahil 4 katlı kagir ikiz bir malikane daha yaptırmıştı ki bu da bizim Mado Palas olarak bildiğimiz yapıdır.

Her iki yapının da 19. yüzyıl sonlarına doğru yapıldığı aşikardır. Zira Hyacinthe Tubini 79 yaşındayken 1887’de, İstanbul’da vefat etmişti. Bu da her iki yapının da 1887’den önce yapılmış olduklarına işarettir. Çünkü doğal olarak vefatından çok önce yaptırmış ve ailecek bu malikanelerde yaşamış olmalıdırlar.

Hyacinthe Tubini’nin 1887’de vefatından sonra  kendisi ve karısının kullandığı Moda Palas olarak bildiğimiz malikane, mirasçıları olan 3 oğlu [Bernard Ignace “Aristide” (1843-1908), Antoine (1852-1914)]  ve 2 kızı’na [ Xanthipe Maria (1837-1912), Annette “Anne” Marie (1844-1917)] intikal etmiş, onlar da malikaneyi işletilmek üzere bir işletmeciye kiraya vermiş ve böylece malikane Moda Palas olarak işletilmeye başlanmış olmalıdır. Zira Moda Palas’ın 1906 tarihli Charles Edward Goad haritasında otel olarak kayıt edildiği görülmektedir. Bu da malikanenin Hyacinthe Tubini’nin ölümünden (1887) sonra ve en geç 1906’dan itibaren Moda Palas olarak kullanılmaya başlandığını göstermektedir. Ayrıca yine aynı haritada Mano Palas olarak bildiğimiz malikanenin de hala (H) ev olarak kaydedildiği de gözlerden kaçırılmamalıdır.

Büyük bir ihtimalle 1908 yılında Aristide’nin, 1914’de de Antoine’in vefatından sonra ya da belki daha öncesinde Tubini mülkleri Aristide’den ve Antoine’den önce vefat eden iki kayınbiraderlerinin aileleri arasında pay edilmişti. Dolayısıyla Mano Palas ve Moda Palas da Hyacinthe Tubini’nin damatları François Georges Fréderici (1842-1904) ailesine yani Annette “Anne” Marie (Tubini) Fréderici (1844-1917) ve çocukları [Maurice Hyacinthe Pierre Marie (1869-1914), Marie “Angéle” Micheline (1871-1934), Marie Françoise (1874-1936), Hyacinthe Jean Valentin (1877-1957), Joseph (1879-1943)] ile François Nomico (1806~1866-1914) ailesine yani Xanthipe Maria (Tubini) (1837-1912) ve on çocuğu [ Hyacinthe (1864-1918), Angela Emma (1888-1974), Arthuro (1868-1934), Jean (1841~1901-1914), Albert (1872-1950), Virginie Bernardine Anne Henriette (1866-1959), Clothilde (1886-1959), Angela Elisabetta (1860-1948), Gemma (1863-1945), Marie (1835~1895-1914)] arasında pay edilmişti.

Topograf Jacques Pervititch’in 1937 yılında tesbit edip 1938’de çizdiği sigorta haritasında Mano Palas olarak bildiğimiz ikiz malikanenin yarısının Mano Palas, diğer yarısının ise Fréderici olarak kayıt edilmiş olması, miras paylaşımında Mano Palas’ın Fréderici ailesine, Moda Palas’ın ise Nomico ailesine geçtiğini düşündürmektedir. Daha sonraki yıllarda Mano Palas’ın işletmecisi Mano (Manol Haçopoulos - O.Ö) Fréderici ailesine ait Hüseyin Bey sokağın köşesindeki ikili malikanenin önce yarısını daha sonra da tümünü kiralayarak Mano Palas olarak işletmeye başlamıştı. Ancak şu kesindir ki, Mano Palas’ın Pervititch haritasına dayandırılarak en geç 1937’den beri otel olarak işletilmekte olduğu rahatlıkla söylenebilir.


  Bir an için tek başına Moda Palas’ı ele alacak olursak, 1908 ve 1914’de Tubini erkeklerinin vefatı sonrası damatlardan birine intikal etmiş olan Moda Palas, onların vefatından sonra değil öncesinde Goad’ın 1906 tarihli haritasında dahi Moda Palas olarak görünmekte. Bu da binayı Tubinilerin inşaa ettirdikten sonra doğal olarak hemen otel yapmadan, bir süre konut olarak kullandıklarını sonrasında belki kiraya verdiklerini varsayarsak, binanın 1906’dan çok önce Tubinilerin parlak zamanlarında 1900’lerden önce inşaa edildiği sonucuna varabiliriz. Ayrıca Moda Palas bir tarafa Mano Palas’ın 1939 tarihli topograf Jacques Pervititch haritasında yarısının Fréderici olarak kayıt edilmiş olması da aslında bu iki yapının da Tubinilere ait olduğunu, Tubinilerin vefatından sonra Mano Palas binasının damat François Fréderici’ye, Moda Palas binasının da damat François Nomico’ya düştüğünü düşünebiliriz.


Mano Palas ilk olarak Moda burnunun Marmara Denizi ve Adalar manzaralı batı sahilinde 1900’lerin başında inşa edilen  Memduh Ezine Bey’in dört katlı büyük bahçe içerisindeki konağında açılmıştı. İşletmecisi Rum asıllı Bay Mano (Manol Haçopoulos - O.Ö.) önceleri Whittall’lerin ahçısıydı. İsim yapıp özellikle de yabancı konuklar tarafından aranan bir tesis haline gelince de Hüseyin Bey sokağın köşesindeki Fréderici ailesine ait ikili malikanenin önce yarısını daha sonra da tümünü kiralayarak Mano Palas olarak işletmeye başlamıştı. Böylece Mano Palas bu sayede yatak kapasitesini arttırmıştı.

12 Aralık 1935 tarihli Akşam Gazetesi’nde çıkan bir habere göre, Bay Manol Haçopoulos, Büfeci Panayot ile birlikte İstanbul Balıkpazarı başında bulunan 2 No’lu Malûl Cemal Gişesi’nden 21707 numaralı bir piyango bileti satın almış, yapılan çekilişin sonunda Piyangonun en büyük ikramiyesi olan 30.000 Lirayı kazanmışlardı. O zaman için hiç de azımsanmıyacak bir meblağ.

Bay Manol Haçopoulos, 1947-48 Fenerbahçe, 1948 Milli Futbol Takımı, 1957-59 Fenerbahçe, 1959-60 Türkiye Milli Futbol Takımı, 1966 Altınordu, 1967-69 Fenerbahçe, 1969-70 Adanaspor takımlarının Teknik Direktörlüğünü yapan Macar Futbolcu Ignác Molnár’ın (1906-1986) kızı Éva ile evliydi (bu bilgi Osman Öndeş Bey’den alınmıştır). Bay Manol Haçopoulos’nun 26 Nisan 1966 tarihinde vefatından sonra Mano Palas’ın işletmesini kısa boylu, şişman ve düşük omuzlu bir fiziği olan ve ağır ağır konuşan oğlu sürdürmüştü. Genç Mano ehliyetsiz olarak kullandığı bir otomobil ile kaza yapmış, büyük zarara uğramış ve iflas ederek oteli Yöresima Kardeşler’e devretmek zorunda kalmıştı. Yeni işletmeciler otelin adını Mono Palas, Hüseyin Bey sokağın köşesindeki Büyük Mano Palas’ın adını da Mono Palace Dépendance olarak değiştirmişlerdi.

1935 tarihli bir hava fotoğrafında Moda ve “yangın yeri”

Zaman içerisinde Mano Palas çoğunlukla futbol karşılaşmaları öncesi çeşitli futbol takımlarının tercih ettikleri ve kamp yaptıkları bir otel olmuştu.

 4 ocak 1955 tarihli Milliyet Gazetesi’nin 8. sayfasında yer alan ;

“Ordu takımımız dün kampa girdi. Şam’da Suriye Ordu takımıyle karşılaşacak olan Ordu Futbol takımımız dün Mano Palas’ta kampa girmiştir.”

haberine göre yangın günü Ordu Futbol takımı da Mano Palas’ta bulunmaktaydı. Zira Suriye Ordu takımı ile Şam’da yapılacak yapılacak olan karşılaşma 29 Ocak 1955 tarihinde gerçekleşecekti.

Genç Milliler, Mano Palas’ta kampta

Yangın sırasında çatısı ve en üst katı hasar gören Mano Palas’ın, bu hasarları çok çabuk giderdiğini ve işleyişine kaldığı yerden devam ettirdiğini, yine Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarındaki haberlerden anlayabiliyoruz. Yangından daha 20 gün kadar sonra 1 Şubat 1955 tarihli Milliyet Gazetesi’nin 8. sayfasında yer alan;

“Beşiktaş, dün akşam tekrar kampa girdi. Beşiktaş Profesyonel Futbol Takımı, dün akşam Mano Palas’ta tekrar kampa girmiştir. Siyah-Beyazlılar perşembe günü Mithatpaşa Stadı’nda Beykoz’la geçen hafta tehire uğrayan lig maçını oynayacaktır.”

haberine bakılırsa Mano Palas’ın yangına rağmen hizmetine kaldığı yerden devam ettiği anlaşılmaktadır.


13 Şubat 1955 tarihli Milliyet Gazetesi’nin

6. sayfasında yer alan;

“F.Bahçe dün akşam kampa girdi. Bu hafta İstanbulsporla çok mühim bir karşılaşma yapacak olan Fenerbahçe takımı dün akşam Mano Palas otelinde kampa girmiştir. Sarı-Lacivertliler maç gününe kadar kampta kalacaklardır.” haberinden anlaşılacağı üzere de otel futbol takımlarının kamplarından dolayı neredeyse hiç boş kalmamaktaymış.

Bana öyle geliyor ki, Pervititch haritasında da çok açık bir şekilde görüldüğü gibi Mano Palas’ın arkasında Beşbıyık sokağa kadar Hüseyin Bey sokağa paralel olarak uzanan büyük boş arazi otelde kamp yapan futbol takımlarının antrenman sahaları olarak kullanılıyordu.

Milliyet Gazetesi’nin 11 Haziran 1955 (yangından 4 ay sonra) tarihli nüshasında
Sami Önemli imzalı “Mes’ut bir Tesadüf!” başlıklı haberde; “Futbolcularımız, dün topluca Moda plajında denize girdiler. Denizden çıkış, denize girişten daha zevkli oldu. Tam pansiyona girecekleri sırada de resimde görülen mes’ut tesadüf vukubuldu. Özcan, Şükrü ve M. Ali, Suat, Ayhan’dan müteşekkil ‘milli takım kordonu’ arasından geçen iki Moda’lı bayan, bu tesadüften memnun görünüyorlar.” yazılmış. Ancak fotoğrafa bakılacak olursa futbolcuların pek de hoş olmayan bir şekilde, kızlara sarkıntılık ettikleri, kızların da bundan pek “Mes’ut” olmadıkları,
açık bir şekilde görülüyor.
 

Milli takımda da top koşturmuş olan Galatasaray’ın yıldız futbolcularından, Reha Eken’in (1925-2013) bir anısı, günümüzde neredeyse birbirlerini neredeyse rakip değil de düşman olarak gören taraftarların ve marifetmiş gibi taraftarları sürekli kışkırtan yöneticelerin nerden nereye geldiğini göstermesi açısından ilginçtir.

Şöyle yazmıştır Reha Eken, notlarında;

“Moda’daki Mano Palas’ta kamp yapılmaya başlandı. Üç buçuk ay burada kamp yaktık. Tek bir gün dahi, bir Fenerbahçeli otelin önüne gelip ‘Yaşa Fenerbahçe’ diye bağırmadı. Önce Fenerbahçe’yle, ardından Süleymaniye’yle maç yapacaktık. Biz yenersek yüzde yüz şampiyonuz, yenemezsek Fenerbahçe şampiyon olacak. Cuma akşamı Mano Palas’ın kapısı açıldı. İçeriye hayatımda gördüğüm en şık kıyafetle, blazer ceket ve kaşe pantolonla, bembeyaz saçlı Zeki Rıza Sporel girdi. Fenerbahçe kulübünün başkanı, eski santrforu, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi santrforlarından birisi. Nasıl şık anlatamam. ‘Size bol şans dilemeye geldim’ dedi. Bugün Fener başkanı, Galatasaray kampını - bırakın Moda burnunu - Boğaz’da bir yerde ziyaret etse veya Galatasaray başkanı Fenerbahçe kulübünü gidip ziyaret etse ve maç takımının aleyhine bitse ne olur acaba?..”

diye anlatırken, kendisi gibi futbolcu olan kardeşi Bülent Eken (1923-2016) de bir söyleşisinde

“Bu arada, fenerbahçe ile rekabet nasıldı?”

şeklindeki bir soruya aynı olayı farklı bir dille anlatarak;

“…Tabii şimdi söyleyeceğim şey çok enteresan. Galatasaray o devre Mano Palas’ta kamp yapıyor. Mano Palas ise Kadıköy’de Moda burnunda. Düşünebiliyor musunuz neredeyse iki ay boyunca orada kamp yapıldı. İstanbul mahalli lig şampiyonu oluyoruz ama, ne herhangi bir gece bir Fenerbahçeli gelip otelin kapısında bağırdı, ne de sokakta eşofmanla gezerken rahatsız edildik, olumsuz hiçbir şey yaşamadık. Ve hiçbir zaman unutamayacağım bir şey oldu maç öncesi. Önümüzde Fenerbahçe maçı var. Kazanırsak ardından oynayacağımız Süleymaniye maçında yenilsek de şampiyon oluyoruz. Fenerbahçe maçına çıkmadan evvel cuma gecesi Mano Palas’ın kapısı açıldı, içeriye dünyanın en güzel blazer ceketini, gri pantolonunu giymiş, şahane bir kravat takmış, bembeyaz saçlı bir adam, özür dilerim bir adam değil beyefendi girdi. Bu kişi Fenerbahçe Kulübü Başkanı Zeki Rıza Sporel’di. ‘Size bol şans dilemeye geldim’ dedi. Galatasaray bu maçı 1-0 kazandı ve hiçbir Fenerbahçeli taraftar Zeki Rıza Bey’e bu hareketinden dolayı serzenişte bulunmadı. Bu anlattığım bugün yaşansa ne olur?.. Zannımca kongre olur…”


Yangın batıya doğru genişliyor!..


Aşağıdaki 1 Şubat 1924 tarihli fotoğraf Devriye sokağın Moda burnunun köşesine varmadan önceki son dört binadan 3 ünü göstermektedir. Sol baştaki yapı halen ayakta olan ve mimar Constantine P. Pappas tarafından projelendirip 1906-1914 yılları arasında inşaa edilen Dr. Andreas Antipa Köşkü, ikincisi 22 numaralı  Memduh Ezine Bey’in 6 Nisan 1908’de temelini attırıp, 6 Mayıs 1909’da yerleştikleri, 6 Mayıs 1918’de Sabur Sami Draz Bey’e satılan daha sonra da ilk açılan Mano Pansiyon’a ev sahibliği yapan Konak, üçüncüsü ise 20 numaralı Tevfik Kılıçer’in Konağıdır. Yangın sonunda 20 numaralı Konak malesef tamamen yanmış, 22 numaralı Konak ise çatısı yandıktan sonra kurtarılabilmişti. 



1949 yılının başlarında bir bahar günü çekilen bu fotoğraf, yine aynı noktada çekilmiş ve 22 numaralı Memduh Ezine Bey’in Konağı (ilk Mano Pansiyon) ve 20 numaralı Tevfik Kılıçer’in Konağı görülmektedir. Bakıcısının eşliğinde pusetinde hava alması için Moda turuna çıkarılmış bebek İngiliz Elçiliği’nde görevli Halsey Sparrowe Colchester’in oğlu Nicholas Colchester, sağ tarafta görülen kadın ise İngiltere’den getirilmiş mürebbiyesidir.

Halsey Sparrowe Colchester, İngiliz Ordusu’nun eski bir SAS (Special Air Service) subayı ve İngiliz Gizli İstihbarat Servisi’nde (SIS), bilinen adıyla MI-6’da Personel Departmanını yöneten eski bir casustu. Bir casus olarak kariyeri hakkında çok az şey bilinse de MI-6’nın eski üyeleri onu verimli, nazik ve zeki bir Personel Başkanı olarak tanımlamışlardı.


MI6’da Personel Başkanları, gizli ajanların işe alınmasında anahtar figürlerdi. 1972’de emekli olduktan sonra kırsal bir bölgeye giderek rahip olarak çalışmaya başlamıştı.


Halsey  Sparrowe Colchester, 1946’da kendisi gibi 40’larda İngiliz İstihbaratında çalışan kadın casuslardan Rozanne Felicity Hastings Medhurst (1922-2016) ile evlenmişti. Çiftin, Charles Meredith Hastings (Charlie), Jonathan Halsey Luke, Nicholas (Nico), Marcus, Chloe adlarında beş çocukları olmuştu.


18-1/18-2 numarada

A.Münir Pertev Subaşı Evi:

Apergis’lerin 16-1 ve 16-2 numaralı ikiz konaktaki pansiyonlarında başlayan yangın, yine onlar tarafından işletilen batısındaki 18-1 ve 18-2 numaralı A. Münir Pertev Subaşı’na ait ikiz konağa sıçramakta gecikmemişti.

Münir Subaşı ve İbrahim Paşa ile Ferhunde Hanım’ın kızları Cemile Hanım’ın 6 Mart 1922’de dünyaya gelen oğulları A. Münir Pertev Subaşı, Türkiye’yi yurtdışında başarıyla temsil etmiş bir diplomattı.

1939 yılında Saint Joseph Fransız Lisesi’nden, ardından Lausanne Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan A. Münir Pertev Subaşı 1945 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girmiş, 18 Haziran 1945-31 Mart 1947 tarihleri arasında Marsilya Başkonsolosluğu yapmıştı. Çeşitli diplomatik görevlerin ardından 29 Mayıs 1968-18 Temmuz 1972 tarihleri arasında Bağdat, 1972-1976 yılları arasında Roma Büyükelçiliği görevlerinde bulunmuş, 1978-1981 yıllarında UNESCO ve 1981-1983 yıllarında da OECD Daimi Temsilciliği görevini yürütmüştü. A. Münir Pertev Subaşı, 1983 yılında atandığı Arjantin Buenos Aires Büyükelçiliği sırasında emekliliğine iki ay kala, kalp krizi geçirerek 23 Mart 1985’te vefat etmişti.


A. Münir Pertev Subaşı, Constantine P. Pappa’nın 1898’de yapımına başladığı ve 1903 yılında bitirdiği, Moda’daki en önemli ve hala ayakta olan eserlerinden, Arif Paşa Apartmanı’nın günümüzde Sarıcazâde Abdullah & Osman Bey Apartmanı adıyla anılan apartmanın sahibi Yıldız Sarayı’nın doktoru Dr. Arif Paşa’nın oğlu Sarıcazâde Osman Bey ile Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın kızı Bedriye hanımdan dünyaya gelen Mehveş hanım ile evliydi. Mehveş hanım Türkiye’nin en tanınmış piyanistlerinden Ayşegül Sarıca’nın kızkardeşidir. Mehveş hanım ilk evliliğini 1922-1925 yılları arasında Suriye Federasyon Başkanlığı (ilk Cumhurbaşkanı) yapmış olan Suphi Bereket (1889-1939) ile Hatice Halide Hanım’ın oğlu Ahmet Rıfat Bereket ile yapmış, daha sonra da A. Münir Pertev Subaşı ile evlenmiş, Bağdat’ta, Roma’da, Paris'te, UNESCO'da sefirelik yapmıştı. Halen Moda’da Arif Paşa Apartmanı yakınında bir apartmanda yaşayan Mehveş Subaşı, Ocak 2015’te kızkardeşini ziyareti sırasında bahçede yürüdüğü sırada yürüyüş yolu çökmüş, yaklaşık on metre derinliğindeki su kuyusuna düşmüş, itfaiye tarafından kurtarılmıştı.


20 numarada

Tevfik Kılıçer Konağı:

Yangının ulaştığı en son nokta Devriye sokaktaki 20 numaralı Tevfik Kılıçer eviydi. Aralarındaki yüksek yangın duvarına rağmen yangın hemen yanındaki 22 numaralı binanın çatısına da sıçramış çatı ve üst kısma zarar vermişti ancak tüm binayı sarmadan itfaiye tarafından söndürülmüştü.

Binanın sahibi Tevfik Kılıçer ile ilgili ne yazık ki bir kaynağa ya da kayda ulaşamadım.


22 numarada

ilk Mano Palas Pansiyonu:


Bay Mano’nun ilk açtığı Mano Palas Pansiyonu olan 22 numaralı ahşap 4 katlı köşk yangını ucuz atlatmıştı, binanın çatısı ve üst katı kısmen zarar görse de zamanında müdahale eden itfaiyenin gayretiyle tamamen yanmaktan kurtarılmıştı.

22 numaralı evin hikayesini anlatmaya başlamadan hemen öncesinde zorunlu bir açıklama yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Bu yazıyı yazarken yaptığım araştırmalar sırasında daha öncesinde de çok sıkça başvurduğum değerli tarihçi rahmetli Dr. Müfid Ekdal’ın “Kapalı Hayat kutusu, Kadıköy Konakları” kitabında “...1900’lü yıllarda gazeteci Celalettin Ezine’nin babası Mahmut Bey (!) Pape Kalfa’ya (Constantine P. Pappas) Moda Burnu’nda, Marmara Denizi’ne ve Adalar’a bakan büyük bir kâgir köşk yaptırmıştı.” cümlesini rehber kabul ederek bunun üzerinden araştırmaya devam etmiş, ancak gazeteci Celâlettin Ezine’nin babası olarak tarif edilen Mahmut Ezine adında bir kişiye rastlayamamıştım. Şanslıyım ki kısa bir süre sonra bu ismin Mahmut değil Memduh Ezine olduğunu yaptığım araştırmalar neticesinde bulmuş ve ondan sonrasında da ev ile ilgili bilgileri daha sağlıklı bir temele oturtabilir hale geldim. Kendimi bu açıklamayı yapmakla yükümlü sayıyorum, zira saygıda kusur etmek istemem ama Dr. Müfit Ekdal’ın belki de o sıralarda bazı tanıkların ifadelerine dayanarak yapmış olduğu bu küçük hata, benim gibi başka araştırmacıları da yanıltmış ve bu bilgiyi ondan alıp kullanarak, giderek yanlış bilginin yayılmasına neden olmuşlardı. Örneğin aynı bilgi hatta biraz daha da karışmış vaziyette, Sayın Deniz Kavukçuoğlu’nun Alageyik Sokağı bir liman mıydı?” kitabında da kullanılmış. Muhakkak ki Sayın Dr. Müfit Ekdal’ın söz konusu kitabı hazırladığı dönemde bilgi ve kaynaklara ulaşmak bugün bizim ulaşmaktaki kolaylığımıza göre çok kısıtlıydı, üstelik bu konuda bugün benim daha kesin bilgilerle neredeyse 22 numaralı evin “kafa kağıdını” ortaya koyabilecek kadar detaylı bir kaynağı o günlerde biliyor olmaları da mümkün değil di ki ondan yararlanarak doğru olan bilgiyi yayınlayabilsinler. Zira şu an benim edindiğim kaynak kitap, bizzat gazeteci Celâlettin Ezine’nin babası Memduh Ezine tarafından, oğlu Celâlettin’in doğumundan, 25 Kasım 1899’dan itibaren, tutulmuş olan günlüklerin, yazarın vefatından yıllar sonra emanet edildiği erkek kardeşinin kızı Profesör Dr. Halet Çambel’in arşivinde keşfedilmiş ve Ekim 2011’de yayınlanmıştır. Bu noktada, günü gününe tutulan kişisel günlüklerin ve daha sonra kaleme alınan anı kitaplarının bu tür araştırmalarda ne kadar önemli bir kaynak olduğunun altını çizip, daha sonra yeri geldiğinde tekrar bu konuyadeğinmek üzere 22 numaralı evin başlangıç hikayesine ve zaman içerisinde geçirdiği dönüşümleri, her dönem için ayrı ancak kendi içerisinde elbetteki bir kronolojiye göre anlatmaya başlıyorum.

Öncelikle evin ilk sahipleri olan Memduh Ezine ve ailesini anlatarak başlamak istiyorum.


Üsküdar, Kasım Ağa Mahallesi’nde yaşamakta olan Enderûn-ı Hümâyûn (Osmanlı Sarayiçi teşkilâtı) mensubu Hüseyin Ağaoğlu Şükrü Efendi, 1838 yılında vefat edince o sırada altı aylık hamile olan eşi Cemile Hanım doğan oğluna Mehmet Şükrü adını vermişti. Mehmet Şükrü yetişmiş ve babasının dostları sayesinde o da  Enderûn-ı Hümâyûn’da eğitim görmüştü.


O sıralarda Çanakkale, Ezine kazasının tanınmış zenginlerinden Hacı Mustafa Efendi’nin de eşi vefat etmiş, o da kızı Hacı Behiye Hanım’ı da alarak İstanbul’a göçmüştü.


Her iki aileyi de tanıyanlar aracı olmuş, iki dulu başgöz etmişlerdi. Hacı Mustafa Efendi ile Cemile Hanım evlendikten kısa bir süre sonra Hacı Mustafa Efendi’nin kızı Hacı Behiye Hanım ile Cemile Hanım’ın oğlu (Kocapamukçu) Mehmet Şükrü de evlenmişler, Hacı Mustafa Efendi Ezine’deki işlerinin başında olmak isteyince hep birlikte Ezine’ye dönmüşlerdi. Mehmet Şükrü Ezine’de çeşitli memuriyetlerde çalıştıktan sonra yaşlanan Hacı Mustafa Efendi’nin işlerini de yürütmeye başlamıştı.


Mehmet Şükrü Bey ile Behiye Hanım’ın 1871’de Mehmet Memduh, 1874’de Hüseyin Cevat ve 1877’de Hasan Cemil adlarında üç oğulları olmuştu.


İlköğrenimlerini Ezine’de yapan çocuklar sırasıyla önce Mehmet Memduh daha sonra da Hüseyin Cevat, Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) okumak üzere İstanbul’a gelmişlerdi. Bu arada Hacı Mustafa Efendi vefat edince aile İstanbul’a gelip Üsküdar’daki evlerine yerleşmişlerdi.


Memduh Ezine, Savcı yardımcısı olarak atandığı Mersin Adliye’sinden
Sakız Adası’na tayin edilmeden az önce, 17 Mart 1899


Bu arada Mehmet Memduh, Hukuk Mektebi’ni bitirmiş, Adliye Nezareti’ne girmiş ve Mersin Adliyesi’ne savcı yardımcısı olarak atanmıştı. Hüseyin Cevat ise Mekteb-i Sultani’den sonra Hariciye teşkilatına katılarak Tahran Büyükelçiliği’nde göreve başlamıştı. En küçük kardeşleri Hasan Cemil de Askeri Lise ve Harbiye Mektebi’ni bitirmiş, Kurmay sınıfına ayrılmıştı.


Memduh Bey, Mersin’de Mutasarrıf (Osmanlı’da Sancak yöneticisi) Mehmet Nâzım Paşa’nın büyük kızı Mediha Hanım ile evlenmişti. Mehmet Nâzım Paşa, şair Nazım Hikmet Ran’ın büyükbabası, Mediha Hanım’da halasıydı. Memduh Bey’in ikinci görev yeri olan Sakız Adası’nda çiftin, 1899 yılının 19 Zilhicce’sinde (17 Nisan) Cumartesi günü, saat dokuzu ondört geçe, ilk oğulları dünyaya gelmişti. Memduh Bey, Sakız Adası’nda bir matbaacıya özel bir defter hazırlatmış ve oğlu Mehmet Celâlettin için o günden başlayarak tuttuğu günlüğüne, ilk evladının doğumunu saati dakikasına kadar işlemiş ve o anı şöyle anlatmıştı;

“...Nevzâdımın ilk kundağıyla kucağıma verildiği zamanı unutamam ve kesb ettiğim (kazandığım) hal-i sürûru (sevinç halini) anlatamam. Meğer baba olmakta manevi başka tadlar var imiş. Bu ihtisâsat (duygular) tasvire sığmaz ve tariften müstağnidir ve çünkü her baba olan aynı surette tecelli eder. Olmayanlar ise anlatmakla anlayamazlar.”

Memduh Bey, yeni doğan oğluna ne isim vereceğini düşünürken, sonraları babasının odalığı İkbal’den doğan ancak daha sonra okutulması için İstanbul’a gönderildiğinde mektebin ilk senesinde hummaya yakalanıp vefat eden küçük kardeşi Celâlettin’in adını aklından geçirmiş, kayınpederinin de bu ismin mübarek Mevlâna Celâleddin-i Rumî hazretleri ile bağlantısını hatırlatması üzerine ve kendi anne, babasının da uygun bulmaları üzerine Mehmet Celâlettin adında karar kılmış, yeni doğan ve Celâlettin adını verdiği oğlu için ilk sayfalarda;

“… İşte nevzâdım dediğim oğlum sensin Celâlettin!.. Bundan sonra işbu ruznamede (günlük olayların yazıldığı defter) muharrer (yazılmış) olacak hitaplarım doğrudan doğruya sana karşı olacaktır.”

diye yazarak, belirsiz aralıklarla bir günlük tutmaya, ailesi için önemli gördüğü olayları kaydetmeye devam etmişti.


Burada ister istemez kendi adımın verilişini hatırladım, bir benzerlik kurdum. Bu benden neredeyse 53 yıl, 356 gün önce aynı ayda dünyaya gelmiş olan Mehmet Celâlettin’le aramda bir benzerlik kurdum. 8 Nisan 1953 Çarşamba günü, devlet memuru olan babamın görev yeri olan Konya’da dünyaya geldiğimde bana da Mevlâna Celâleddin-i Rumî hazretlerinin şehri Konya’da dünyaya gelmiş olmam hasebiyle Celâlettin Levent adı verilmişti.


Ezine ailesi Selanik’te yaşamalarına rağmen aralarda memlekete, İstanbul’a gelip gidiyor olmalılardı ki, Memduh Bey tuttuğu günlüğüne yapıştırmış olduğu bir fotoğrafın altına, yine oğlu Celâlettin’e hitaben şu günceyi düşmüştü:

15 Kânunusani 318 (28 Ocak 1903)

“Nâzım, maşallah bir yaşına bastı. Bu çağında aldırılacak resminin yalnız aldırılmaması arzusunu hâsıl eden dayı beyinle (Hikmet Bey) hanım yengen (Celile Hanım) seni de alarak fotoğrafçı dükkânına ikinizi birlikte götürerek, işte yukarıya yapıştırılan çifte resmi aldırmışlar. Senin elinde Nâzım’ın süt şişesi olduğu halde onun sana ittikâ etmesi (çekinmek) pek masumane bir levha teşkil etmiş.”

 

28 Ocak 1903, Nazım Hikmet ve kendinden 3 yaş büyük kuzini Mehmet Celâlettin Ezine

Sakız Adası’ndaki görevi sonrasında Selanik’te Ticaret Mahkemesı Reisliği yapan Memduh Bey, 16 Eylül 1906’da İstanbul’a Sorgu Yargıçlığı’na tayin edilmişti. 19 Ağustos’ta tren ile İstanbul’a gelen Memduh Ezine’nin ailesini kardeşi Cemil toparlamış ve hep birlikte bir Yunan Vapuruyla İstanbul’a gelen aileyi 5 Eylül’de Memduh Bey tarafından karşılanmış, ounun önceden Kadıköy Moda civarında tuttuğu bir eve yerleşmişlerdi. Sonraki yıllarda Memduh Ezine Bey, İstanbul'da Hukuk Profesörlüğü ve Mahkeme-i Temyiz (Yargıtay) azalığı yapmıştı.

İki yıl kadar sonra Memduh Ezine ailesi, çok sevdikleri Moda’da bir ev sahibi olmaya karar vermiş, mevcut bir evi satın almak yerine bir arazi satın alarak kendi isteklerine uygun bir ev inşaa ettirmek yoluna gitmişlerdi. Memduh Ezine, o günü de günlüğüne işlemişti;

(6 Nisan 1908)

“ 24 Mart 324 / İstanbul’ca başımızı sokacak bir haneye ihtiyacımız hissolunuyordu. Büyük validenizin Ezine’de satılan arazisinden kalan paraya, validenizin sattığımız mücevherat bedelini kattık. Paşababanız da bir miktar yardım etti. Ben de borç alarak üstünü ekledim. Hülâsa (özetle) hem sayfiyeye hem de şifaiyeye elverişli bulduğumuz Moda Burnu’ndaki arsayı alıp, komşumuz Mustafa Bey’le yan yana birer hane inşaasına karar verdik. Validenizle büyük valideniz namlarına müşterek olarak inşaasını takarrür ettiğimiz (karar verdiğimiz) işbu hanenin bugün kurban kesip temelini attık. İnşallah sıkıntı çekmeden ikmaline muvaffak oluruz da içinde güle güle otururuz. Allah hemen dârü’s sürûr eyler. ‘Ev yapan ile kız evlendirenin yardımcı Allah’tır’ derler. İnşallah Allah’ın yardımı ile yapalım ve bitirelim de neticede bakalım kaça mal olacak.”

Güncedeki bu kayıttan da anlaşılacağı üzere Memduh Bey, 22 numaralı evin arsasını, Mahmut Bey adında bir komşusu da 20 numaralı evin olduğu arsayı aynı zamanda satın almışlar ve birlikte inşaa ettirmeye karar vermişlerdi. Bu günce sayesinde hem 20 numaralı Tevfik Kılıçer Konağı’nın ilk sahibinin Mahmut Bey olduğunu, hem de ne zaman inşaa edildiğini öğrenmiş oluyoruz. Memduh Bey’in inşaa ettirdiği konak büyüklüğünde altı konak daha sığabilecek büyüklükteki arsanın neden en köşesine, komşusu Mahmut Bey’in Konağı ile bitişik olarak bir konak inşaat ettirdiğinin bence tek bir açıklaması olabilir. Günlüğün ilerki sayfalarında anlaşılmaktadır ki, arsa ve konak tek başına Memduh Ezine’nin şahsına ait değildir, ailesi adına satın almış ve inşa ettirmiştir bu konağı. O nedenledir ki belki de arsanın kalan diğer bölümünde gün gelir belki de kardeşleri, Hasan Cemil ve Hüseyin Cevat Beyler için de birer konak inşaa ettirilir diye düşünerek bahçe olarak bırakmıştı.

1 Teşrinisani (Kasım) 1904 Kocapamukçu ailesi Selanik’te.
Mediha Hanım, büyükanne Hacı Behiye Hanım, arkasında Mehmet Memduh (Ezine) Bey, küçük Mehmet Celâlettin, arkasında küçük kardeş Hüseyin Cevat, büyükbaba (Kocapamukçu) Mehmet Şükrü Bey ve arkasında ortanca kardeş Hasan Cemil (Çambel) Bey. 
Bu arada hem evin inşaası anlatılırken, tüm ayrıntıları dikkatlice not alan Memduh Bey’in hiç bahsetmediği, hem de Constantine P. Pappas’ın bilinen eserleri arasında Dr. Müfid Ekdal dışında başka hiç bir kaynakta rastlamadığım “...Pape Kalfa’ya Moda Burnu’nda, Marmara Denizi’ne ve Adalar’a bakan büyük bir kâgir köşk yaptırmıştı.” bilgisine fazlaca itibar etmediğimi eklemek isterim.

Yaklaşık 13 ay süren inşaat bittiğinde, tamamlanan büyük bahçe içerisindeki Konağa aile 6 Mayıs 1909’da taşınabilmişti.

 

“ 23 Nisan 325 / Moda’da inşa ve ikmaline muvaffakiyet elveren elyevm (bugün, şu an) sabahleyin taşındık. Artık yavaş yavaş içini düzüp koşarak mefruşatını o suretle ikmal edeceğiz. Yine halimize göre oldukça fedakârlıklar göze alınarak yapılmış olan bu hanede saadetli hayat geçirmek nasip ola.”

Başlangıçta, küçük erkek kardeşi Cevat, ve dört kişilik kendi ailesi ve anne ve babası ile birlikte geniş bir aile olarak yaşadıkları Konak, gün gelmiş Mediha Hanım ile birlikte iki başına kaldıklarında, onlara büyük ve külfetli gelmeye başlamıştı. Taşınmalarından çok da uzun bir zaman geçmemişti aslında, iki buçuk sene içerisinde çok şey değişmiş, 1 Ocak 1911’de Konağı Almanya’dan gelen bir aileye kiraya verip kendilerine uygun daha küçük bir eve taşınmışlardı;

“ 19 Kânunuevvel 326 / Yapıp oturmakta olduğumuz, Moda’daki hanemiz mevki ve suret-i inşaası (insani görünüşü) itibarıyla İstanbul için hakikaten latif ve zarif evlerden ma’duddur (sayılan). Peder ve validenin vuku-ı vefatları ve senin Sultaniye’ye leyli olarak gitmen ve Cevat’ın Londra’da ve Cemil’in kayınpederi nezdinde bulunmaları üzerine bize büyük ve validenle bana hizmeti nispeten hafif, ufak bir hanede oturmak daha hesaplı geldi ve Almanya’dan ailesini getirip İstanbul’a yerleşecek olan birisi haneyi istedi. Üç seneliği dört yüz elli liraya verdik ve o hane için alınan mefruşatı da başkaca yüz elli liraya müstecir-i mumaileyhe (adı geçen kiracıya) füruht ettik (sattık). Peşinen aldığımız ve taksit zamanlarında alacağımız meblağla hanenin zaman-ı inşaasında ettiğimiz borcu tediye etmiş oluruz. Kendimizi şimdi yine Kadıköy’de ufak bir haneye naklettik.”


Memduh Ezine ailesinin kiracısı Bronzar Paşa ve ailesi idi.

Bronzar Paşa, 16 Haziran 1864’te Berlin Brandenburg’da dünyaya gelen Prusyalı general Friedrihch (Fritz) Bronsart von Schellendorf’tır. I. Dünya Savaşı sırasında albay rütbesiyle müttefik Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun Liman von Sanders yönetimindeki askeri misyonunun bir parçası olarak, 1913 yılında Kurmay Başkan Yardımcılığına atanarak İstanbul’a gelmişti.

Friedrihch (Fritz) Bronsart von Schellendorf
(1864-1950)
Bronsart 1914’te Osmanlı Ordusu’nun Genelkurmay I. Başkanlığına atanmış, Harbiye Nazırı Enver Paşa ile yakın çalışmalar içerisinde olmuş ve askeri konularda onunla iyi anlaşmıştı. Filistin’de Osmanlı Ordusu’nun yenilgisi ve Kudüs’ün 9-11 Aralık 1917’de İngilizler tarafından işgali sonrasında Genelkurmay I. Başkanlığı

görevinden azledilmişti. Kaynaklar Friedrihch (Fritz) Bronsart von Schellendorf’un bizzat imzaladığı tehcir emirleriyle 1915 Ermeni Soykırımı’nda önemli bir aktör olduğunu göstermektedir. Hatta kaynaklar 22 Aralık 1914-15 Ocak 1915 tarihleri arasında, Osmanlı Ordusu’ndan yaklaşık 90.000 askerini Sarıkamış’a Ruslarla savaşmaya gönderilmesine ve 78.000 kişinin ölümüne yol açan Sarıkamış Muharebeleri’nin ardında Enver Paşa’nın yanısıra, o sıralarda Polonya cephesinde Almanya ile savaşan Rus Ordusunun gücünü bölmek, o cephede üstünlük sağlamak amacında olan ve bu kararı da o yüzden destekleyen Friedrihch (Fritz) Bronsart von Schellendorf’un da olduğunu yazar.

Memduh Ezine günlüğünde Moda’daki evi, Ocak 1911’de kiraladığını belirtiyor olmasına rağmen, kaynaklar Friedrihch (Fritz) Bronsart von Schellendorf’un 1913 yılında İstanbul’a geldiğini belirtiyor olması, bir tereddüt yaratıyor olsa da Dr. Müfid Ekdal, Bronzar Paşa’nın bu evde bir müddet kiracı olarak oturduğunu belirtmektedir.


Friedrihch (Fritz) Bronsart von Schellendorf, 8 Eylül 1867 doğumlu Veronika Helene Antonie ile 1887 yılında Schwerin’de evlenmiş, çiftin 2 Kasım 1888’de Potsdam’da Hertha Barbara Katherina Harriet adında bir kızları, 12 Ocak 1891’de Hannover’de Paul Walther Fritz Erhar Bernard Karl adında bir oğulları, 9 Ekim 1892’de Harriet Helene Veronika Xenia Huberta adında da bir kızları daha olmuştu, çiftin 1899’da doğan ve Rosalie adını verdikleri kızları 1909 yılında 10 yaşında vefat etmişti. Beş kişilik Friedrihch (Fritz) ve Veronika Helene Antonie Bronsart von Schellendorf ailesi, Moda’daki Konağa iki kızları ve oğulları ile birlikte yerleşmişler, 1918 yılının ilk aylarına kadar o konakta yaşamışlardı. Friedrihch (Fritz) Bronsart von Schellendorf, 23 Ocak 1950’de Doğu Almanya’nın Kühlungsborn kasabasında 86 yaşında, eşi Veronika Helene Antonie Bronsart von Schellendorf ise 101 yaşında 1968 yılında vefat etmişti.


7 yıl kadar kiraya verilen Konak büyük bahçesi ile birlikte, ilginçtir ki Konağa taşındıkları 6 Mayıs 1909’dan tamı tamına 9 yıl sonra, 6 Mayıs 1918’de satışa çıkarılmış ve eve talip olan ve sonraki yıllar boyu onun adıyla anılagelecek olan Sabur Sami Draz Bey’e satılmıştı;

“ 6 Mayıs 334 / Moda’da yapmış ve ahiren (son zamanlarda) kirahane ittihaz (saymak) etmiş olduğumuz ev hisseli olduğu ve bedel-i icaretten (emsaline uygun peşin para) ol kadar müstefid (fayda) kalınmadığı ve bizim ikametimize büyük geldiği cihetle tâlibine sekiz bin liraya (rayiç para) sattık ve beyne’ş-şürekâ (ortaklar arasında) parasına taksim ettik.”

Konağın Sabur Sami Draz Bey’e satışından sonraki dönemi ayrı bir başlık altında yazmaya çalışacağım. Memduh Ezine Bey ve ailesi, 11 Ağustos 1925’te belki taşınmak, belki de yatırım amacıyla Beyoğlu’nda bir Apartman satın almıştı;

“11 Ağustos 341 / Beyoğlu’nda, Doğruyol’da (İstiklal Caddesi’nin adlarından biri) Bonmarşe ittisalinde (bitişiği) “Zeki Paşa” apartmanını Necmettin Molla Bey haremi Ratibe Hanım ile validenize müştereken satın aldık. Allah hayırlı eyleye.”

Şeyhülislam Turşucuzâde Ahmet Muhtar Efendi'nin oğlu olan Molla Mehmet Necmettin Kocataş (1875-1949), Osmanlı Devleti’nde Adliye Nazırlığı, TBMM I., II. ve III. döneminde de Kastamonu Milletvekilliği yapmıştı.

Molla Mehmet Necmettin Kocataş’ın Sarıyer’deki ünlü Kocataş Yalısı sağlamken.



Yıllar içerisinde harabeye dönen Kocataş Yalısı restore edilerek 1019 yılınrda Sait Paşa yalısı ile birlikte günümüzde Katarlıların sahip olduğu “Six Senses Kocataş Mansions” adıyla bir turizm işletmesine dönüştürülmüştür. 
Bana sanki restorasyon sırasında Yalının özellikle de üst katında orantılar bozulmuş,
Yalı tümüyle daha basık ve güdük kalmış gibi geldi. Ayrıca merak ettim, neden sapasağlam kalmış o güzelim ferforje bahçe kapıları ve bahçe çitleri dururken, yerlerine sıradan bu modern bahçe çitleri
ve kapılarını koymuşlar ki?!.

Molla Mehmet Necmettin ve Saliha Ratibe Kocataş’ın üç kızları olmuştu; Bedriye, Fahire ve Mihrimah.

Fatma Bedriye, Osmanlı Devleti’nin son, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk hukukçularından Ord. Prof. Dr. Ebul’ûlâ Mardin (1881-1957) ile evlenmiş, üç çocukları olmuştu. Fatma Fahire, Muhittin Arif Mardin ile evlenmiş, kızları Betül Mardin ünlü bir Halkla İlişkiler Uzmanı ve oğulları Arif Mardin ise ünlü bir Müzik Yapımcısı olmuştu. Mihrimah ise, Muhittin Arif Mardin’in kuzeni, eski Başbakanlardan Suat Hayri Ürgüplü’nün kardeşi Münip Hayri Ürgüplü (1905-1979) ile evlenmiş, üç çocukları olmuştu.  

Saliha Ratibe Kocataş, 3 Ağustos 1956’da vefat etmişti.


Günümüzde yerinde Oda Kule’nin yer aldığı bir zamanların Cadde-i Kebir’indeki
en ünlü mağaza olan Au Bon Marche ve hemen bitişiğinde Zeki Paşa Apartmanı.


Memduh Ezine ailesi bir yıl sonra artık Kadıköy’den karşıya taşınmak istemiş, belki kalabalığına ve gürültüsüne girmemek için, 1925’te satın aldıkları Beyoğlu’ndaki Zeki Paşa Apartmanı’na taşınmak yerine, Şişli’yi tercih etmişlerdi;


3 Mayıs 1926 / Sinîn-i vefîre (çok yıllar) ihtiyar-ı ikamet ede geldiğimiz (kendi isteğimizle oturduğumuz) Kadıköy’ü değiştirelim dedik ve hizmeti sehl (kolay) görülen apartman hayatına da alışalım diyerek Şişli’ye geldik ve güzel bir apartmana yerleştik. Allah huzur vere.”

İki ya da üç yıl sonra Memduh Ezine ve Kardeşi Cevat birlikte Galata’da babadan kalan ortak bir apartmanı satarak, yine ortak olarak Beyoğlu’nda bir apartman daha satın almışlardı. Satın alınma tarihi ile ilgili günlükte iki farklı not düşülmüş nedense, o yüzden tam olarak tarih belli değil, 1928 mi, 1929 mu?


15 Ağustos 1928 / Çocuklar!.. Amcanızla müştereken Beyoğlu’ndaki ‘Yüz Bin Gömlek’ nam mağaza ve fevkanisi (üstündeki) apartmanları aldık.”


28 Şubat 1929 / Galata’da peder-mande (babadan kalan) ve müşterek apartmanı talibine bi’l-füruht (sattık), üzerine de para ekleyerek Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’nde vaki ‘Yüz Bin Gömlek’ nam mağaza ve fevkindeki apartmanı amcanız Cevat Bey’le müştereken aldık. Allah hayırlı eyleye.”


Memduh ve Cevat Ezine ortak olarak Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan Otel’in yanındaki Solakzade sokak ile Balo sokak arasındaki parselte tek başına yükselen apartmanı satın almadan önce o apartman Kantaroğlu apartmanı olarak bilinmektedir.

Kantaroğlu Apartmanı, solda Tokatlıyan Oteli. Kaynak:Salt Arşivi
1919’dan önce çekilen fotoğraflar ile daha sonraki yıllarda çekilenler kıyaslandığında binanın o tarihten sonra mimari detaylarında değişiklikler dikkati çekmekte. Genel hatlarıyla, kat sayısı, boyutları, pencere boyutları ve sayıları, çıkma gibi detaylarının değişmediği ancak adeta bir yenileştirme geçirdiği anlaşılmaktadır. Daha öncesinde köşeli hatlara sahip olan binadaki en büyük değişiklik köşelerin yuvarlatılmış olmasıdır. Ayrıca diğer önemli değişiklik ise daha önce sade bir görüntüsü olan binaya o günlerde revaçta olan Art Nouveau stilde bazı cephe süsleri, madalyonlar, rozetler ilave edilmesidir.

İki farklı tarihte hemen hemen aynı açıdan çekilmiş iki fotoğrafta sadece köşeleri görünse de
solda Kantaroğlu Apartmanı, sağda Ezine Apartmanı

Kantaroğlu Apartmanı olduğu dönemde, Annuaire Oriental’in (Şark Yıllıkları) 1912 yılı kayıtlarında binanın altında “Cent Mille Chemises” (Yüz Bin Gömlek) adında bir gömlekçi, fotoğrafa göre de 2 katında da “Coiffure Français Maison Sotiris” (Sotiris’in Evi adlı bir Fransız Kuaförü) bulunuyormuş.

Solda Tokatlıyan Oteli ve hemen yanında Ezine Apartmanı

Memduh ve Mediha Ezine çifti, yaklaşık 4,5 sene önce, 3 Mayıs 1926’da taşındıkları Şişli’de kirada oturdukları apartmandan, Beyoğlu’ndaki Ezine Aphartmanı’na taşınmaya karar vermişlerdi;

20 Eylül 1930 / Hemden (o anda) dört buçuk senedir ikamet eder olduğumuz Kemalettin Bey Apartmanı’nı terkle, Beyoğlu’nda, Cevat amcanızla iştirakimiz bulunan Ezine Apartmani’na nakle karar verdik. Bu ay sonuna doğru inşallah oraya nakletmiş bulunuruz. Allah hüsn-i ikamet (güzel oturmayı) nasip buyura.”

Memduh Bey, yeni taşındıkları apartmanda güzel günler geçirmeyi dilemişti ancak, taşınmalarının üzerinden 2,5 ay gibi kısa bir zaman geçmişti ki, evde küçük bir kaza geçirmiş, ölümden dönmüştü.

11 Aralık 1930 / Yeni taşındığımız bizim Ezine Apartmanı banyosunda ben bir kaza atlattım. Şöyle ki: Hamamdaki şofbenin borusu mutfak bacasına verilmiş. Hal şu ki ızgarayamüteallik mutfakta bir şey yapıldığında, duman bacadan evvel şofbenin borusuna girip oradan banyoya dahil oluyor ve orasını kokutuyor. Biz bu kokunun hamama gelmemesini temin zımnında baca içindeki borunun ağzına bir kapak yaptırdık. Ne vakit banyo alınacak ise o kapak boruya takılacaktır. Benim banyo yaptığım akşam aşçı ızgarada bir şe yapmış ve borunun ağzına kapağı koymuş ve ızgara bittikten sonra ise kapağı unutmuş. Ben de banyoya girmişim. Yanan gaz çıkacak bir menfez bulmadığı ecilden ben bayılmışım. Ne ise hanım ve sonra da hepiniz koşuşmuşsunuz ve beni banyodan çıkarmışsınız. Tedavi neticesi olarak bir-iki saat sonra kendime gelmişim ve şu suretle vahim bir tehlike atlatmışım. Onun için böyle gaz tertipli banyolara dikkat etmelidir.”


1930’lu yıllarda Memduh ve Mediha Ezine ailesinin Tokatlıyan tramvay istasyonu’nun tam karşısındaki apartmanlarında yedi odalı kat kaloriferli* 2 numaralı dairede oturan komşuları dönemin ünlü doktorlarından Ekrem Behçet ve Semiramis Tezel çiftiydi.**

*“Kiralık Daire” ilanı, Cumhuriyet Gazetesi, 18 Ağustos 1954

** Cumhuriyet Gazetesi 25 Ocak 1930

Dr. Ekrem Behçet Tezel
(1893-1965)

1893 Kosova, Metroviça doğumlu Ekrem Behçet Tezel, eski İskan Müdürlerinden Behçet Tezel’in ve Hayriye Hanım’ın oğullarıydı. Şevket, Nusret ve Hakkı adlarında üç erkek kardeşi daha vardı. 1918 yılında İstanbul Dârülfünun-u Osmani İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, 1921 yılında Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde Kulak-Burun-Boğaz ihtisası yapmış, ardından İsviçre ve Almanya’da çalışmalar yapmıştı. Ekrem Behçet Tezel, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kurulması üzerine Prof. Erich Ruttin ile birlikte Kulak-Burun-Boğaz kadrosuna katılmış, bölümün ilk doçenti olarak görev yapmıştı. 1952 yılında KBB’nin ilk Ordinaryos Profesörlüğüne kadar yükselen Ekrem Behçet Tezel, 1959-60 arasında İstanbul Tıp Fakültesi Diş Hekimliği Yüksek Okulu Müdürlüğü yapmış, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından kurulan askeri yönetimin Ekim 1960’da üniversitelerden ihraç ettiği, Ali Fuat Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Tarık Zafer Tunaya, Mîna Urgan, Haldun Taner gibi isimlerin de aralarında olduğu 147 öğretim üyesinden (147’ler) biri olmuş, görevinden uzaklaştırılmış ve emekliye ayrılmıştı.

O dönem gazetedeki yazılarında da 147’lere destek veren Haldun Taner, yine onları desteklemek ve moral vermek için Dostoyevski’nin aynı adlı bir öyküsünden esinlenerek 147’lerin görevden alınışları ile ilgili olarak “Timsah” adlı bir oyun yazmış, oyun 2008’de Haldun Taner’in eşi Demet Taner ve Jinekolog Doktor Selçuk Erez’in çabalarıyla “Haldun Taner’in Timsahı” adıyla kitaplaştırılmıştı. Ekrem Behçet Tezel, 30 Nisan 1965 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş*, cenazesi Beyazıt Camiinden kaldırılarak Feriköy’deki aile kabristanında defnedilmişti.

*“Vefat” Cumhuriyet Gazetesi 1 Mart 1965


Ekrem Behçet Tezel’in eşi de ilk kadın doktorlarımızdan biriydi. Kurtuluş Savaşı sırasında İzmirli’lerin İsviçre’ye okumak için gönderdikleri Suat ve Saada hanımların dışında Almanya’ya gönderdikleri Namiye hanımın yanı sıra Semiramis Hanım da Münih’te Çocuk Hastalıkları Uzmanı olarak yetişmişti.

Semiramis Hanım, tanınmış avukatlardan, dünyaca ünlü yazarların eserlerini türkçeye kazandırması yanında Karl Marx’ın “Das Kapital”ini de özet olarak dahi olsa ilk kez türkçeye kazandıran Haydar Rifat Yorulmaz’ın (1877-1942) kızıydı. Birkaç kez Uluslararası Kongrelere de katılan Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Semiramis Tezel, erken denilebilecek bir yaşta 51 yaşında 1953 yılında vefat etmişti.

Dr. Semiramis Tezel
(1902-1953)

Soyadı Kanunu, Her Türk vatandaşına bir soyadı taşıma yükümlülüğü getiren, İsviçre’den alınarak düzenlenen 2525 sayılı Soyadı Kanunu, 21 Haziran 1934’de kabul edilmiş,

2 Temmuz 1934 günü Resmi Gazete’de yayınlanarak 2 Ocak 1935’te yürürlüğe girmişti. Soyadı Kanunu’nun çıkmasını takip eden günlerde, o güne kadar “Kocapamukçu” lakabını kullanan Memduh Bey ve ailesinin Soyadı seçimleri de Memduh Bey’in günlüğünün sayfalarında yer almıştı.

Her ne kadar Memduh Bey Kasım 1934’te

15 Teşrinisani (Kasım)1934 / Her ailenin badema (bundan böyle) bir soyadı olacaktır ve bu ne iyi bir şeydir. Bizim esasen soyadımız mevcut ve mahfuzdur. Bu nice senedir Ezine’ce ‘Pamukçuoğulları’ ve ceddimiz Hacı Mustafa Efendi’ye mensubiyet ve izafetle de ‘Kocapamukçu’ diye çağrılırız. İşte bu bize ve yani intihap ve tayin eylediğim ‘Kocapamukçu’ badema soyadı olacaktır.”

diye günlüğüne yazmış olsa da, 7 ay sonra her nedense fikrini değiştirmiş 9 Temmuz 1935 Salı günü;

“Biz de ‘Ezine’yi soyadı olarak aldık. Esasen, doğduğumuz ve yetiştiğimiz bir mahal olması itibariyle pek hoş ve isabet oldu. Cevat merhumun haremi Belkıs Hanım da bize iltihak eyledi.” diye not düşmüştü günlüğüne.

Memduh ve Mediha Ezine
Günlüklerden anlıyoruz ki, Memduh ve Mediha Ezine çifti, romatizmalarına iyi geldiği içindir, fırsat yaratıp Yalova Kaplıcalarına gidiyorlardı. Yine böyle bir Kaplıca ziyareti sırasında 1935 yılının 3 Ağustos 15 Kasım Cumartesi günü, Memduh Bey kaplıcada rahatsızlanmış, bu yaşadıklarını da 15 Teşrinisani (Kasım) 1935 tarihinde günlüğüne kaydetmişti;

“Ke’l-evvel validenizle Li-ecli’l istihmam Yalova’ya

23 Temmuz’da gitmiş ve banyo almaya başlamış idik.

3 Ağustos sabahı banyodan avdette göğsüm yanmaya ve acı ağrılar hasıl olmaya başladı.

Cümlenizin malumu olduğu vechile ‘damar-ı teşnişe’ uğramışız. ‘İnfarkctus de miocarde’ (miyokardiyal enfarktüs) denilen ve kalp ile alakası bulunan bu hastalıktan dolayı yedi haftaya yakın Yalova’da ikamete ve tesadüfen orada bulunan Melek Bey namındaki tabib-i müdevaimizin (muayene ve tedavi eden) isabetli tedavisi altına girmeye mecburiyet hasıl oldu. Sonra oradan İstanbul’a, Alman Hastanesi’ne ve bir kaç gün sonra da apartmanımıza naklettik. Bu rahatsızlıktan kalp tabii zayıf düştüğünden, şimdilik istirahat-i mutlaka altında yaşıyoruz. Bu arızadan sağ elim uyuşuk kaldığından şimdilik yazıyı böyle kurşun kalemiyle yazıyorum. Allah daha beterinden saklasın. Buna razı olmak ve hatta şükretmek de gerektir. Bakalım mevla neyler. Hatta bu arıza icabı olarak apartmana bir asansöre de başladık.”


Bu rahatsızlığı sırasında hastalığına teşhis koyan ve onun tedavisini üstlenen, Şişli’de muayenehanesi de olan Dr. Melek Göksel’e, Memduh Ezine Bey şifa bulduktan sonra bizzat teşekkür etmenin yanısıra, Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği bir kişisel ilanla da teşekkür etmekten geri kalmamıştı.

“Bir ehle teşekkür*

İki ay kadar süren mühim hastalığımın teşhisinde ve çok isabetli tedavisinde büyük kudretler gösteren Şişli’de mukim doktor Bay Melek Göksel’e kalbi minnet ve duygularımı alenen de sunmağı vazife bilirim. Memduh Ezine”

*Cumhuriyet Gazetesi 25 Eylül 1935


Dr. Melek Göksel’in kızı ve oğlu da baba mesleğini seçmişlerdi, 1914 İstanbul doğumlu kızı Emine 1932’de Notre Dame de Sion’dan mezun olmuş, 1939’da da İztanbul Tıp Fakültesi’ni bitirmişti. 1963’te ihtisasını tamamlayıp, 1968’de doçent olan Emine “Psikiyatri Tarihçesi” ve “Rönesans ve Tıp” üzerine çalışmalar yapmış, “Tıp, Tabib olmayandan ne öğrendi?” ve “Ortaçağ Tebabeti” adlarıyla iki de kitap yazmıştı. Avukat Reşad Atabek ile evlenmiş, bir oğlu olmuştu.

Dr. Melek Göksel’in 1918 İstanbul doğumlu oğlu Fahir ise, 1936’da Saint Benoit Lisesi’ni bitirmiş, 1942’de o da İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olmuştu. 1949 yılında Farmakoloji Enstitüsü ve Tedavi Kliniği’nde ihtisasını tamamlayan Fahir, 1953’te doçent, 1964’te de Profesör olmuştu. Solunum Yolları ve Akciğer Hastalıkları ile ilgili bilimsel çalışmalar yapmış, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tatbiki Tedavi ve Farmakodinami bölümünde çalışmıştı. Dr. Emine Atabek tıp dışında resim, tarih ve müzik ile ilgilenirken, iki kız çocuğu sahibi olan Prof. Dr. Fahir Melek Göksel de tıp dışında ablası gibi müzik, ayrıca da fotoğrafçılık, fizik ve kimya ile ilgilenmişti.

Baba Dr. Melek Göksel, yakalandığı müzmin bir hastalıktan kurtarılamayarak* 26 Temmuz 1943’te vefat etmişti.

*Cumhuriyet Gazetesi “Acı bir kayıp” 27 Temmuz 1943


Ezine Apartmanı’ndaki komşuları Doç. Dr. Ekrem Behçet Tezel'in, 16-17 Eylül 1938 tarihinde Atina'da yapılacak olan Balkan Memleketleri 3. KBB Kongresine kendi hesabına iştirak etmesi ve İstanbul Üniversitesini temsil etmesi düşünülmüştü. Kültür Bakanı Saffet Arıkan, 15 Haziran 1938 tarihinde Başbakanlığa aşağıda örneği görülen mektubu yazarak, tasvip buyrulduğu takdirde Doç. Dr. Tezel'e

Diplomatik Pasaport verilmesine için

Başbakanlıktan müsadelerini rica etmişti.

Memduh Ezine ailesinin soğuk kış aylarında kaplıca zevkleri dışındaki bir alışkanlıkları da gençliklerinden beri ailecek yaz aylarında Büyükada’da ya bir otelde kalmak ya da belli bir süreliğine ev kiralamak suretiyle ailecek bir arada sayfiye havasında yaz geçirmekti. Yine öyle bir yaz günü Büyükada’da bulundukları sırada Memduh Ezine Bey fenalaşmış, hastaneye yetiştirilemeden oracıkta vefat etmişti.

6 Ağustos 1938’de Büyükada’da vefat eden Memduh Ezine Bey’in, cenazesi 8 Ağustos günü saat 11:00’de İstiklal Caddesi’ndeki Ezine Apartmanı’ndan (girişi Balo sokaktandır) kaldırılarak Beyazıd Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabristanına defnedilmişti. 

Cumhuriyet Gazetesi, 8 Ağustos 1938

Tan Gazetesi, 6 Ağustos 1938

1938 yılının 29 Ekim’inde Terzi İkbal*, Elhamra Apartmanı’ndaki terzihanesini İstiklal Caddesi üzerindeki Marinos Ayakkabı Mağazası’nın üstündeki Ezine Apartmanı’nın 4 No’lu dairesine nakletmişti.

*Cumhuriyet Gazetesi 29 Ekim 1938, Akşam Gazetesi, 26 Ekim 1938, s.13


Şişli Camii İnşaatının temeli

1938-1949 yılları arasında İstanbul Valiliği ve Belediye Başkanlığı’nı bir arada yürüten Dr. Lütfi Kırdar döneminde, Şişli halkı yeni bir Cami yapılması için Dr. Lütfi Kırdar’dan yardım istemiş, o da bu isteği anlayışla karşılamış ve Şişli ilçesi Merkez mahallesi’nde Büyükdere Caddesi ile Abide-i Hürriyet Caddesi ve Halaskârgazi Caddesi üçgeninde yeni bir cami yapımına karar kılınmış, Özel İdare’nin mülkiyetindeki 3219.50 m²’lik arsa üzerinde sembolik bir bedelle Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneğine cami yapılması şartı ile devredilmişti. Cumhuriyet döneminde İstanbul’da inşa edilecek ilk cami olacak Şişli Camii’nin projesini mimar Ali Vasfi Egeli çizmiş, aynı zamanda maddi destekleriyle inşaata 1945 yılında başlanmış, 1950’de bitirilmiş ve ibadete açılmıştı.

Şişli Camii inşaatından

Mimar Ali Vasfi Egeli’nin gayretleri maddi ve manevi katkılarıyla cami inşaatına 1945 yılında başlanmış, her türlü zorluklar yenilerek, dönemin Vakıflar Baş mimarı da olan Ali Vasfi Egeli nin üstün tecrübe ve gayretleri ve yüce tanrının da inayetiyle 1950 yılında ibadete açılmıştı.

Şişli Camii inşaatı tamamlanmış, minare inşa edilmekte.

Bu durum o günlerde halk arasında manevi güçlenmeye sebep olmuş, heyecan yaratmış yalnız İstanbul’da değil tüm Türkiye’de bir hareketlemeye sebep olmuş, caminin inşaatına İstanbul halkı büyük bir ilgi göstermiş, cömertçe maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Ezine ailesi adına gazeteci Celâlettin Ezine, hem kendisi hem de vefat eden anne ve babası Mehmet Memduh ve Ayşe Meliha Hanım adına hayır yapmış, Şişli Camii Şerifi’nin inşaası için katkıda bulunanlar arasında yer almışlardı.

Ezine Apartmanı 1970-80 yılları arasında

T. C. Ziraat Bankası Kooperatifler Müfettişleri Sendikası* Olağan Genel Kurulunu, 12 Mart 1967, Pazar günü saat 10:00’da Ezine Apartmanı’nın 1. katındaki Ziraat Bankası Mensupları Derneği Lokali’nde yapmış, İstanbul’da olan Sendika Merkezi’nin Ankara’ya nakline karar vermişti.

*“Kongre” Cumhuriyet Gazetesi 24 Şubat 1967


Günümüzde Ezine Apartmanı

Günümüzde Ezine Apartmanı

Memduh Ezine’nin ortanca kardeşi Hüseyin Cevat Bey, Belkıs Hanım’la evlenmiş, Hariciye’de çeşitli ülkelerde görev yapmıştı. 1923-1924 yılları arasında Bükreş Temsilcisi/Elçisi, 1924-1925 yılları arasında 

Paris Büyükelçisi, 1925-1929 yılları arasında Atina Elçisi (1925 yılında eski Başbakan Fethi Okyar’ın Paris’e Büyükelçi olarak atanması gerektiğinden Cevat Bey, Paris’ten Atina Elçiliğine nakledilmiş, Yunanistan ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler Elçilik düzeyinde olduğu için de Atina’da Büyükelçi ünvanı olan bir elçi olarak), 1929-1931 yılları arasında Tokyo Elçisi, 1931-1932 yılları arasında da Varşova Büyükelçisi görevlerinde bulunmuştu. Varşova Büyükelçiliği son görevi olmuş, görevi başındayken 21 Mayıs 1932’de Varşova’da vefat etmişti.


Küçük kardeşleri Hasan Cemil ise bir dönem sadrazamlık yapmış olan İbrahim Hakkı Paşa’nın kızı Ayşe Remziye Hanım ile evlenmiş, Berlin’de askeri ataşelikte bulunmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda Irak cephesinde savaşmıştı. Hasan Cemil Bey ile Ayşe Remziye Hanım’ın 17 ağustos 1909’da Fatma Perihan, Leyla ve 27 Ağustos 1916’da Zehra Halet adlarında üç kızları 1923 yılında da Ali Bülent adında bir oğulları olmuştu. Kurmay albaylıktan emekli olduktan sonra, Mustafa Kemal Atatürk’ün kendine verdiği “Çambel” soyadını almış ve Cumhuriyet döneminde, 1927 yılında Bolu Milletvekili olarak girdiği Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 1950 yılına kadar [III.(Ara Seçim), IV., V., VI., VII.ve VIII. dönem] Bolu Milletvekilliği yapmıştı.1935’te vefat eden Yusuf Akçura’nın yerine, kurucularından olduğu Türk Tarih Kurumu’nun başkanlığına getirilmiş, bu görevi 1941 yılına kadar sürdürmüştü. Hasan Cemil Çambel, 9 Aralık 1967’de İstanbul’da vefat etmişti.

Hasan Cemil Çambel
( 1877-1967)
Türk Kanser Kurumu’nun kurucularından olan kızı Profesör Dr. Fatma Perihan Çambel, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra, pataloji konusunda uzmanlaşıp profesör olmuş, 14 Ocak 1987’de beyin kanamasından İstanbul’da vefat etmişti. Leyla Çambel, gazetecilik ve yazarlık yapmış, en küçük kardeşleri Arkeolog Prof.Dr.Zehra Halet Çambel ise Prehistorya ve Arkeoloji alanında önemli çalışmalara imza atmış, Atatürk’ün isteği ile 1936 yılında Berlin Yaz Olimpiyatları’nda Suat Fetgeri Aşeni ile birlikte eskrim dalında Türkiye’yi temsil etmiş, birlikte Olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın ve ilk müslüman kadın ünvanlarını kazanmışlardı.

1940’da Nail Çakırhan ile evlenmişti. Yıllarca 1820 yılında Sultan II. Mahmud’un Ermeni bahçıvanı tarafından yaptırılan, 1930 yılında eski Berlin Büyükelçisi ve Halet Çambel’in annesi Ayşe Remziye Hanım’ın babası İsmail Hakkı Paşa tarafından satın alınan ve miras yoluyla kendisine intikal eden, hemen Arnavutköy Amerikan Koleji girişinin solundaki, 7936 m²’lik büyük bir de bahçeye sahip, ampir üslubundaki üç katlı ahşap, aşı boyalı yalısında yaşayan Halet Çambel, 12 Ocak 2014’te yalısında vefat etmişti. Yalı Halet Çambel’in vefatından sonra “Arkeoloji ve Geleneksel Mimarlık Araştırmaları Merkezi” olarak faaliyet göstermesi için Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlanmıştı.

Arnavutköy Halet Çambel Yalısı
Yüksek Mühendis Profesör Dr. Ali Bülent Çambel ise uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamış, 2014 yılında vefat etmişti.

Memduh Ezine’nin büyük oğlu Mehmet Celâlettin Ezine, Galatasaray Lisesi’nde ilkokulu okumuş, sonrasında 13 yaşında Almanya’ya gitmiş ve ortaöğrenimini burada tamamlamıştı.

Mehmet Celâlettin Ezine, Heidelberg 1921

Heidelberg ve Leipzig Üniversitelerinde Felsefe, Paris Siyasal İlimler Yüksek Okulu’nda Ekonomi öğrenimi görmüştü. 1927 yılında yurda dönen Celâlettin Ezine, Türkçesini güçlendirmek için Mithat Cemal Kuntay’dan özel ders almış, 1935 yılına kadar kadar muhtelif yabancı şirketlerde çalıştıktan sonra gazetecilik, yazarlık ve çevirmenlik yapmıştı. Daha sonra Gün gazetesinin başyazarlığını yapmış, 1917 Girit doğumlu Hasan Tanrıkut ile birlikte, sadece 5 ay yayımlanmış olan “Hamle” adında bir Sanat ve Edebiyat dergisi çıkartmıştı. 1938’de “Yakup ve Ötekiler”, 1939’da da “Bir Müsafir Geldi” adlarıyla iki oyun yazmış, Bir Misafir Geldi 1939’da İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmişti. Ayrıca 1940’da “Amerika Mektupları”, 1943’te de “Harb İçinde Avrupa” adlarıyla gezi kitapları olan Celalettin Ezine 6 Ocak 1972’de İstanbul’da vefat etmiş, Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabristanına defnedilmişti.


Memduh Ezine’nin küçük oğlu Orhan Ezine (1905-1985) ise yine gazetecilik ve yazarlık yapmış, bir dönem Selanik Bankası’nda Müdür* olarak görev almıştı.

Orhan Ezine, 29 Teşrinievvel 1921, Heidelberg

Orhan Ezine’nin muhafaza etmesi için amca kızı Halet Çambel’e emanet ettiği, Memduh Ezine’nin  1899’dan itibaren farklı tarihlerde, bir memur ailesinin yaşantısını, dönemin sosyal ve siyasal olaylarını anlattığı belge niteliğindeki günlükleri yıllar sonra, Nail Çakırhan ile birlikte “Halet Çambel ile Buluşma” sergisinin küratörlüğünü yapan, ayrıca anı, anlatı, günlük, seyehatname gibi edebiyat dallarında eserler vermiş mimar M. Melih Güneş aracılığıyla Yapı Kredi Yayınları tarafından Ziver Öktem editörlüğünde “Memduh Ezine/Aile Günlüğü” adıyla 2011 yılında yayımlanmıştı.

*“Elim bir ziya”, Cumhuriyet Gazetesi, 8 Ağustos 1938 


Nâzım Hikmet'in iki halası vardı ve onlarla ilişkileri iyiydi, onu çok seven halası Mediha Hanım (Ezine) ve onun kendinden 3 ve 6 yaş büyük oğulları Celâlettin ve Orhan ile çocukluklarından itibaren çok birliktelikleri olmuşsa da, Nazım onu edebiyata teşvik eden Güzide halasını daha çok severdi. Güzide Hanım 1906 yılında saray yaverlerinden kolağası Necip Bey ile evlenmiş, 1908’de Ayşe Samiye ve 1911’de Bekir Ziyaeddin adlarında iki çocukları olmuştu. Albaylığa kadar yükselen enişte Necip Bey, Anadolu’ya silah kaçırılması ve Kurtuluş Savaşı’na katkıda bulunması nedeniyle İstiklal Madalyası ile taltif edilmişti. Nazım Hikmet daha 18 yaşında yazdığı ilk şiirlerinden “Lades”i halası Güzide Hanım’a ithaf etmiş ve şiir Ümid Dergisi’nin 28 Ağustos 1920 tarihli 8. sayısında 10. sayfada yayınlanmıştı;


LADES

Lades tutuşalım seninle diye

Dün gece yalvardım şen sevgiliye

İmalı bir eda verip sesine,

Sevgili dedi ki: “Söyle nesine?”

Dedim: “Aldatırsan eğer ben seni”,

Bir kere öpeyim beyaz enseni;

Aldanırsam üç gün yüzüme bakma!

Saçını önümde çözüp bırakma!..

Görelim yenecek diye kim kimi,

Güldü, kabul etti bu teklifimi.

Artık her sözümden bir hile seçti…

Dakikalar geçti… Saatler geçti…

Ne onu aldattım, ne de aldandım,

Bu böyle seneler sürecek sandım…

Onun dalgınlığı benden de derin,

Eski bir şark işi ipek minderin

Bir ucunda kendi, bir ucunda ben,

Gözlerimiz yerde düşünüyorken

Ne hile bulalım diye yarın,

Birden o saçını omuzlarına

Tel, tel dağıtarak, karşımda durdu.

Sonra dizlerime düşüp oturdu,

Dedi ki: “Yakınlaş! Yakınlaş! Eğil”

Artık ben ladesi cezayı değil

Bütün varlığımı unuttum bir an…

Bu beklenilmeyen iltifatından

Binlerce ihtimal gelirken akla.

Dedi: “Şu fildişi ince tarakla

Saçlarımı tara bir tel incitmeden!”

Daha tarağa elim gitmeden

Güldü “lades” diye yerden kalkarak;

Düştü, parçalandı yerlerde tarak... 


Nazım Hikmet, Şefik Hüsnü’nün başyazarlığını yaptığı, Türkiye Komünist Partisi’nin yayın organı olan “Aydınlık”ta 1925’te istanbul’da toplanan TKP kongresinde alınan açıkça Marksist tutum takınması kararına bağlı olarak, halka Marksizm’in ne olduğunu anlatmak çabasıyla makale ve şiirler yazmıştı. “Aydınlık” Şeyh Sait İsyanı nedeniyle 4 mart 1925’te çıkarılan “Takrir-i Sükûn Kanunu’yla kapatılmış ve derginin yayıncıları ve yazarları tutuklanmıştı. Bu sırada tutuklanmamak için İzmir’e kaçan Nazım Hikmet de gıyabında 15 yıl hapse mahkum olmuştu. Kaçan Nazım’ın yerini öğrenmek isteyen emniyet güçleri Nazım Hikmet’in Kadıköy’deki evinde yaşayan ailesine de baskı yapmaya başlamış, babası Hikmet Bey’i tartaklayarak nezarete atmışlardı. Temyiz Mahkemesi azası olan Nazım Hikmet’in halasının eşi Memduh Ezine araya girerek Hikmet Bey’in serbest bırakılmasını sağlamıştı.


Tercüman-ı Hakikat gazetesinin sahibi Ahmet Muhtar Bey’in kızı Piraye, Bursa’da baba evindeyken Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Vedat Örfi (Bengü) ile evlenmiş, ancak piyanist olarak Paris’e giden eşini dört yıl boyunca bekleyen Piraye Hanım, oğlu Memet Fuat (Bengü) ile birlikte İstanbul Kadıköy’de yaşayan annesinin yanına gitmişti. Böylece Bursa’daki bir tanış aracılığıyla önce Samiye Hanım ile sonra da Nazım Hikmet ile tanışmıştı. Birbirlerine aşık olan Piraye Hanım ve Nazım Hikmet 1932’de evlenmeye karar vermiş, o yıl Piraye Vedat Örfi’den 13 Eylül 1932’de boşanabilmiş ancak araya giren hapislik nedeniyle evlilikleri ancak 1935’te gerçekleşebilmişti. Nikahları Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde gerçekleşmiş, Nazım’a hala oğlu Orhan Ezine, Piraye Hanım’a da kızkardeşi Fehamet’in eşi Vedat Başar şehadet etmişlerdi.   


Süreyya Sineması’nda uzun yıllar müdürlüğünü yapan babası Hikmet Bey’in sayesinde sinemaya yakınlığı olan Nazım Hikmet İhsan İpekçi’nin sahibi olduğu İpek Film Stüdyosu’nda ses yönetmeni olarak çalıştığı yıllarda birçok filmin de senaryosunu yazmış, Muhsin Ertuğrul’un İpek Film için çektiği onun yardımcılığını da yaparak yönetmenlik deneyimini arttırmıştı. Zaman içerisinde çok yakın olduğu İhsan İpekçi ile yönetmen koltuğuna oturarak “Güneşe Doğru” adlı bir filmin çekimine de soyunur. 17 Ocak 1938’de aranmakta olan Nazım Hikmet’i almak üzere polisler İpek Film Stüdyasu’na gelmiş, ancak onun orada olmadığını anlayınca İhsan İpekçi’yi de alarak Nazım Hikmet’in evine gitmişler, Piraye Hanım da o sırada Nazım’ın hala oğlu Celâlettin Ezine’nin evinde olduğunu bildiği halde onları tedirgin etmemek için bunu saklamıştı. Ancak Piraye Hanım, İhsan İpekçi’ye hesapta polislere duyurmadan Nazım’ı eve çağırması için bir yerden Celâlettin Ezine’ye telefon etmesini fısıldamaya çalışırken, komiser bunu duymuş, Piraye Hanım da İhsan İpekçi’yi zor durumda bırakmamak için Nazım’ın yerini bildirmek zorunda kalmıştı. Polisler Celâlettin Ezine’nin evine giderek Nazım Hikmet’i “askeri isyana teşvik”ten tutuklamış ve Ankara’ya götürmüşlerdi. Nazım Hikmet 1939’un Mayıs’ında bir ay kadar cezası ertelendiği için serbest kalsa da bu tutukluluk 15 Temmuz 1950’ye kadar sürmüştü.

1940 yılının 19 Mart’ında Moda Burnu’nda bir heyelan olmuş, falezin bir kısmı denize doğru kaymış,
o civarda oturanlar panikle evlerini boşaltmışlardı.

Kadıköy Belediyesi, 2016 yılından itibaren “Yaşayan Sokaklar” projesi dahilinde Kadıköy’de yaşamış Cemal Süreya, Özdemir Asaf ve Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi ünlü şairlerin dizelerini Kadıköy sokaklarında kaldırım taşlarına kazımaya başlamıştı. Bu kapsamda hayatının büyük bir bölümünü İstanbul’un Anadolu yakasında, özellikle de Kadıköy ve Moda’da yaşadığı bilinen Nazım Hikmet’in sevgiyi, umudu fısıldayan dörtlükleri de özel olarak hazırlanan blok taşlar ile şairin doğum günü olan 15 Ocak öncesinde Moda Burnu’ndaki kaldırım taşları arasına yerleştirilmişti.

Kadıköy Belediyesi Nazım Hikmet’in dörtlüklerinden yaptıkları seçkileri ne düşünerek, Moda Burnu’nu özellikle de eskinin Devriye, günümüzün Ferit Tek sokağına yerleştirmeye karar vermişti, onu bilemesem de bu yazıyı yazarken okuduklarımdan sonra bu kararın ne kadar isabetli olduğunu kabul etmem gerekir. Çünkü Nazım Hikmet’in halası Mediha Hanım’ın ve eniştesi Memduh Ezine Bey’in evleri Moda Burnu’nda, Devriye sokak üzerinde Marmara Denizi’ne ve Adalara bakan Moda’nın en güzel evlerinden birisidir. Ve Nazım Hikmet büyük bir ihtimal ile doğumundan itibaren o eve defalarca gitmiş, belki de kendisinden 3 ve 6 yaş büyük kuzinleri Celâlettin ve Orhan ile o sokaklarda çok koşup oynamış, sakız ağaçlarına tırmanmış, demirlerin üzerine basıp yarın üzerinden denize taş atmışlardı. Nazım’ın kuzinleri Celâlettin ve Orhan ile ilişkileri daha sonraki yıllarda da aynı sıcaklıkta sürmüştü ki, ne zaman başı sıkışsa onlara koşmuştu, kaçaklığında Celâlettin’in evine sığınması, en mutlu günlerinden biri olan nikahında  Orhan’ı şahidi yapması da bundandı.


 Daha sonraki yıllarda o büyük aşkı Piraye Hanım ile Mühürdar Bahçesi’ne çok gitmiş, çay içmiş, dostlarla sohbet etmiş, oradan çıkışta da karısını koluna takıp Moda Burnu’na doğru çok yürümüş, kimbilir belki de o aheste yürüyüşlerde, bak bu ev benim halam Mediha Hanım’ın eviydi, çocukken bu sokaklarda çok koşturduk kuzinlerime demiş, belki de eğilip sevgilisinin kulağına, bugün kaldırımlarda gördüğümüz o unutulmaz dizelerin bir benzerini, belki de onların en romantiğini fısıldamıştı.

En güzel deniz;
henüz gidilmemiş olanıdır...

En güzel çocuk;
henüz büyümedi...

En güzel günlerimiz;
henüz yaşamadıklarımız...

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz;
henüz söylememiş olduğum sözdür...

24 Eylül 1945, Piraye’ye Şiirler’den

Drazzâde Sabur Sami Bey


Sabur Sami Draz Bey, Kayseri Sancağı Muhasebe Müdürlüğü Varidat Katibi Drazzâde Sami Efendi ile Kadriye hanımın oğlu olarak 1883 yılında Kayseri’de dünyaya gelmişti. Sabur Sami’nin Nurullah ve Reşit Sami adlarında iki de kardeşi vardı. İlköğretiminden sonra 7 yıllık Kayseri İdadisi’nde orta ve lise eğitimini tamamlayan Sabur Sami, 1904 yılında Mülkiye Mektebi’nin yüksek kısmından mezun olmuştu. Mezuniyetinden sonra ilk olarak Ankara Vilayeti Maiyet memurluğu ile devlet hizmetine girmiş, sonrasında önce Kayseri Sancağı, ardından Konya Vilayeti Maiyet (emrinde) Daireleri’nde çalışma hayatını sürdürmüştü. 1907 yılında Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi Katipliği’ne girmiş, daha sonra da 1911’de kısa bir süre Halep Vilayet Mektupçuluğu’nda ( yazı işlerini yürütmekle yükümlü yüksek görevli) bulunduktan sonra aynı yıl içerisinde Dahiliye Nezareti’ne bağlı olan Hapishaneler Umum Müdürlüğü Birinci Sınıf Mümeyyizliği’ne (kâtiplerin yazılarını ve evrâkı inceleyip tashih eden memur) atanmıştı. 19 Eylül 1911 tarihinde İstanbul Vilayeti Tahrirat (yazışmaları yürüten kalem) Müdürü olarak tayin edilen Sabur Sami Draz Bey, daha önce Konya Vilayeti’ne bağlıyken 23 Temmuz 1914’te ondan ayrılarak bağımsız bir mutasarraflığa dönüştürülen Teke (Antalya) livasına (sancağına) 27 Haziran 1914’te ilk mutasarrıf (sancak yöneticisi) olarak tayin edilmiş, bu görevi, I. Dünya Savaşı’nın zor koşullarına  denk gelen 24 Ağustos 1914’dan 17 Nisan 1916’ya kadar yürütmüştü. Bu memuriyeti sırasında, hakkında devlet malı olan otomobili kendine aitmiş gibi kullanıp, üstelik de onu Belediye’ye satıp, kamuya ait 4200 lirayı da usule aykırı şekilde sarf etmesi nedeniyle Mülkiye Müfettişleri tarafından soruşturma açılmış, ancak uzun süren mahkeme sonucunda, Sabur Sami Bey’in dosyası Şura-yı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi’nde incelenmiş, Dâhiliye Nezareti’nin soruşturmaya mahal olmadığı yönünde aldığı karara uygun olarak 18 Ekim 1917’de Şura-yı Devlet’te mahkemenin durdurulmasına karar verilmiş ve tasdik edilmişken, daha sonraları bu kararın uygulamaya geçmediği ve daha sonraki yıllarda da soruşturmanın devam ettiği anlaşılınca Sabur Sami Draz kendi arzusu ile 1918 yılında memuriyet hayatından çekilmişti.

Sabur Sami Bey, Osmanlı'nın son döneminde devlete egemen olan Ittihat ve Terakki Fırkası'nın sevilen bir üyesiydi. Istanbul’da “Vilayet mektupçuluğu” (yazı işlerini yürütmekle yükümlü yüksek görevli) görevindeyken zamanın (1902 ve 1919’da iki kez) Şehremini olan Cemil Paşa (Dr. Cemil Topuzlu) görevlerinin bir bölümünü Sabur Sami Bey’e devretmiş, kendi aylığı olan elli lirayı da ona bırakmıştı. Böylece her ay eline geçen toplam 80 lira o dönem için büyük paraydı.


İttihat ve Terakki merkezi, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce İstanbul’daki seferberlik çalışmaları sırasında “devlete karşı ihanet içinde bulundukları” savıyla ondan Rum, Ermeni ve Yahudileri İstanbul dışına çıkarmasını istemişti. Sabur Sami Bey, bu azınlıklar içinde çok değerli insanlar bulunduğunu, bunların tümünün “ihanet” içinde olduğuna inanmadığını ileri sürüp, verilen emri uygulamayınca görevlerinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Yakın dostu olan Enver Paşa’ya durumunu aksettirince, O da kendisine 200 lira göndermiş, “Bu parayla yağ al, (Enver Paşa’ya yakın ve yolsuzlukları ile nam salmış) İaşe (ve Levazım) Nâzırı (Topal) İsmail Hakkı Paşa’ya sat!..” demesiyle Kayserili Sabur Sami Bey ticaret hayatına atılmış ve belki de Topal İsmail Hakkı Paşa’dan aldığı feyz ile kısa zamanda Moda Burnu’ndaki o görkemli konağı satın alacak kadar da çok para kazanmıştı.


Sabur Sami Draz Bey, 6 Mayıs 1918’de Moda'nın en güzel evlerinden biri olan Memduh Ezine Bey Konağı’nı satın almış ve yerleşmişti. Konak, en güzel günlerini belki de o dönemden sonra yaşamıştı. Sabur Sami Bey Konağı satın aldıktan sonra konağın yanındaki yaklaşık konağın beş katı büyüklüğündeki bahçesi 1850’den başlayan Yıldız Sarayı’nın park ve bahçelerini 1862’den sonra düzenleyen Alman Sester, Fritz Vensel ve Munika Koch ve Heindrich Koch ve oğulları, İtalyan Romeo Scanciani ve Türk bahçıvanlar Adil Ağa, Tatar Zeynel Ağa ve Necip Ağa’nın yanısıra çalışan ( Dr. Müfit Ekdal’ın De Roen olarak, Afife Batur’un Deroin, başka kaynaklarda ise Derion, Derouin, Gustave de Roi ve Germain le Roi olarak belirtildiği) Fransız bir bahçıvan tarafından düzenlenmiş, bahçedeki ağaçlann, çiçeklerin top akasyaların fideleri Avrupa’dan getirilmişti.

Sabur Sami Draz Bey Konağı’nın bahçesi, arkada görülen de Constantine P. Pappas
tarafından 1912’de inşaa edilmiş olan Rum asıllı Dr. Andrea Antipa’nın Köşkü’dür.

Çocukluğu Moda’da geçen hocam Leyla Taylan Baydar, yıllar sonra Moda’ya gidip  çocukluğunda yaşadığı Hüseyin Bey sokağını ziyaret ettiğini anılarına şöyle aktarmıştı; 

“… Biraz daha ilerleyince Sabur Sami evi, çevresi biraz değişmiş ama duruyor. Sabur Sami Beyin bahçesi çocuk yaşlarımızda ilgi alanımızdı. Bahçenin parmaklıklarına kafamızı dayar. Kırmızı külahlı cüce heykelciklerine bakardık…”

Değerli hocamın bu anısını okuduğumda gözümün önüne bir zamanlar sinemada izlediğim o şirin Amélie Poulain gelmişti.

2001 yapımı Fransız “Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain” filminde bir doktor olan babası tarafından diğer çocuklardan, kalp hastalığı olduğu gerekçesiyle, uzak yetiştirilen bir çocuk olan 

Amélie Poulain, aslında hasta değildi, sadece babasıyla kurduğu nadir fiziksel temas yüzünden, kontroller sırasında heyecanlanmakta, kalp atışı hızlanmaktaydı. Amélie’nin annesi küçüklüğünde annesi, Notre Dame Kilisesi’nin tepesinden atlamış, bir kadının üzerine düşmüş ve vefat etmişti. Amélie bu yalnızlığın ortasında kendini eğlendirebilmek için, hayalgücüyle ilginç ve derin hikayeler yaratıyor ve onları yaşıyordu.

Onlardan birisi de, hep hayal ettiği gibi dünya turuna çıkarmak istediği sessiz ve silik biri haline gelen babasını böyle bir tura gönderemeyince, babasının çok değer verdiği bahçesindeki cüce şeklindeki heykeli çalarak, bir hostese vermiş ve dünyayı gezdirip babasına cücenin ağzından kartpostallar göndermişti.


Sabur Sami Draz Bey’in Konağı, İstanbul'un işgali sırasında Kadıköy Bölgesi’nin kontrolüyle görevlendirilen bir İngiliz Subayı tarafından İşgal Kuvvetlerinin karargâhı olarak seçilmiş ve bir gün içerisinde konağı terk etmeleri istenmişti. Deniz Kavukçuoğlu bu subayı, İngiliz Bölge Komutanı "Yarbay" Hugh Lafontaine, Dr. Müfid Ekdal ise Churchill adında bir İngiliz Subayı olarak adlandırıyor olsalar da, ben her iki ismin de doğru olmadığını düşünmekteyim. Zira o dönem kayıtlarında her iki isme de rastlanılmamakta. Olsa olsa İstanbul’un işgali sırasında Britanya İşgal Kuvvetleri Komutanı olan George Francis Milne’nin (1866-1948) Kadıköy Bölgesi’nin kontrolüyle görevlendirdiği bir İngiliz subayı olabilir.

Moda’da İngiliz Bahriyeliler
14 Aralık 1920’de 7.802’si yaralı ve hasta olan 118.973 mülteci aynı anda İstanbul’a ayak bastığında Akdeniz’deki tüm işgal kuvvetlerinin komutanı Amiral Dumesnil’in (Charles-Henri Dumensil 1868-1946), Moda’da bir kurtarma üssü oluşturduğu bilinmektedir.


Temmuz 1923’te işgalci İngiliz askerleri, İstanbul’un 6 Ekim 1923’te kurtuluşundan
yaklaşık iki buçuk ay öncesinde Küçük Moda önlerinde “Water Witch” (Su Cadısı) vapurunu
duba gibi kullanıp denizde serinlemeye  çalışıyorlar.


Türkiye’deki ilk Anonim ortaklık olan Şirket-i Hayriye, 1911’da Trablusgarp Savaşı, 1912’de Balkan Savaşı ve 1914’ten itibaren de I. Dünya Savaşı yıllarında asker ve mühimmat naklinde kullanılmak üzere İstanbul Şehir Hatları’nda çalıştırdığı yolcu vapurlarını ordununun emrine vermişti. Belki de bu nedenle, yolcu sayısı 18.613.453’e ulaşan şirketin hissedarlar meclisi 1913’te 10 tane daha vapur almak için teşebbüse geçmişti. Şirket ilk üç buharlı vapur, İskoçya Glaskow’da 1834’te kurulmuş olan Fairfield Gemi İnşa ve Mühendislik Limited Şirketi’ne sipariş edilmişti. Bu üç vapura da 71, 72, 73 baca numaraları ile sırasıyla, şirketin kuruluşunda emekleri geçmiş üç devlet adamının adlarının verilmesi uygun görülmüştü; Cevdet Paşa, Fuad Paşa ve Reşid Paşa.

Ancak, bunun ardından I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine İngiltere ilk iki vapur anlaşmasını iptal etmiş, kızaktan denize indirilmiş, ancak donanım aksesuarları üzerinde çalışılan, 558 gros, 339 net ton ağırlığında, 49 metre uzunluğunda, 7,90 metre genişliğinde, 2.40 metre su kesimi olan, 2 adet Fairfield yapımı 406 beygir gücünde tripil buhar makinesine sahip, 12-13 deniz mili hız yapabilen, 71 numaralı vapura el koymuştu. Vapurun yolcu kapasitesi de yazları 1.053, kışları 921 yolcuydu. İngiltere el konulan bu vapura 71 bordo numarasıyla “HMS Water-witch” (Su Cadısı) adını vermiş, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından İngiliz işgal kuvvetlerinin emrinde çalıştırılmak üzere İstanbul’a görderilmişti. Yolda Çanakkale’ye uğramış, oradaki İngiliz askerlerini alarak İzmit’e bırakan vapur, İstanbul limanına İngiliz bayrağı çekilmiş olarak girmişti.  

İngilizler “HMS Water-witch” vapuru ile asker, kömür, at, katır ve diğer levazım malzemelerini Selanik ve Çanakkale limanlarına taşımışlar, bir ara mayın naklinde dahi kullanmışlardı. Gelibolu’da asker sevkiyatında, 1916-17 yıllarında Selanik’te ve sonrasında İstanbul’da görev yapmıştı.

F 1 Water Witch’ten Halâs’a

Daha sonra İstanbul’da yerleşik İngiliz ailelerinin boğaz gezilerinde kullanılmış, kaynaklar 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi sonrasında Şirket-i Hayriye işletmesine iade edildiğini yazıyor olsa da Moda fotoğrafında görüldüğü gibi Temmuz 1923’e kadar İngiliz askerlerinin deniz sefası yapmalarında dahi kullanılmaya devam etmiş, mülkiyeti ancak işgalin son bulmasıyla Şirket-i Hayriye Şirketine geçebilmişti. Sipariş sırasında 73 numaralı vapura “Reşid Paşa” adı verilmesi düşünülmüş, ancak “Reşid Paşa” adı bu 71 numaralı vapura verilecekken, adı 6 Ekim 1923 günü İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu şerefine Kurtuluş anlamına “Halâs” olarak değiştirilmişti.


Halâs ile, yıllarca Boğaz hattında yolcu taşınmış, yaz aylarının mehtaplı gecelerinde Prens Adalarına, Yalova'ya, Çınarcık'a müzikli, eğlenceli, büfeli, içkili özel seferler düzenlenmişti. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi, Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi şekline döndürülmüş, 1933 yılında da lağvedilerek yerine Devlet Deniz Yolları İşletmesi Müdürlüğü kurulmuş, şirkete logo olarak da çapraz çifte çıpalı ay yıldız seçilmişti. Ancak bu logonun 1933 yılından çok daha önce kullanıldığını, Mustafa Kemal Atatürk’ün 5 Haziran 1926 tarihinde Gülcemal Vapuru’nda çekilmiş olan fotoğrafı kanıtlamaktadır.

Bazı kaynaklarda da, 1945 yılında da Şirket-i Hayriye’nin 94 yıllık bağımsız faaliyetine son verilmiş, Münakalat (Ulaştırma) Vekaletine bağlı Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü’ne devredilen Halâs’ın bacasına müdürlüğün Ay-Yıldızlı ve çapraz çifte çapalı fors yerleştirilmişti diye belirtiyor olsa da gerçek şuydu; Söz konusu ay-yıldızlı, çapraz çifte çıpa forsu Seyr-i Sefain İdaresi tarafından 1911 yılından itibaren kullanılmaya başlanmıştı. Alman yanlısı İttihat ve Terakki Hükümeti, askeri komuta kademelerinde Alman uzmanlara yer verdiği gibi, Seyr-i Sefain İdaresi’nin Umum Müdürlüğü’ne de 19 Temmuz 1911’de 14 bin 896 kuruş maaşla Karl Leke’yi getirmişti. Ağır kanlı bir yapıya sahip olan yeni umum müdür, vaktinin çoğunu makamında oturarak geçiriyor, ne şirket vapurları denetliyor, ne iskeleleri geziyor, ne de fabrikaya gidiyordu. Uzun bir zaman geçmesine rağmen Türkçe bile öğrenmemişti. Ancak buna rağmen iki önemli icraata imza atmıştı; ilk olarak Alman işletme nizamnamelerini Türkçe’ye çevirterek, kullanıma sokmuş, ikincisi de o güne kadar vapurlarda eski türkçe ve latince olarak siyah üzerine beyaz olarak yazılan vapur numaraları yerine bacaları sarı beyaz şeritler çektirerek boyatmış ve üzerine de ay-yıldız ile çaprazlama olarak iki kıtayı temsilen birbirine geçmiş iki çıpadan oluşan forsun yerleştirilmesini sağlamıştı. Bunun dışında iki yıl süresince başka hiç bir icraatı görülmeyen Karl Leke’nin anlaşması 17 Ocak 1913’te feshedilmiş, yerine Erkan-ı Harp binbaşılarından Sadullah Bey vekil olarak atanmıştı.

Şehir hatları vapurlarının eski bacaları


Halâs,12 aralık 1983’de hizmet dışı kalmış ve 1985 yılında Hürriyet Gazetesi’nin kurucusu Sedat Simavi’nin oğlu Haldun Simavi tarafından satın alınarak tadil edilmiş ve lüks bir yat olarak kullanılmaya başlanmıştı. 1996 yılında Halâs’ın sahibi, Lloyd’un (Londra Deniz Sigortacıları Borsası Birliği) kayıtlarında İltur İleri Turizm A.Ş. olarak gözükmektedir.

Halâs, Haldun Simavi’nin 28 Nisan 1975’te Rahmi Koç ile boşandıktan sonra evlendiği Çiğdem Simavi tarafından, 2007 yılında Londra’da yaşayan, İngiltere, Avrupa, Uzakdoğu ve Orta Amerika’yla ticaret yapan işadamı Ali Barçman’a satılmış, ancak çok geçmeden Çiğdem Simavi’nin Rahmi Koç’la evliliğinden 1960 yılında dünyaya gelen oğlu Mustafa Koç ve eşi Caroline Nicole Koç tarafından tekrar satın alınarak orijinaline sadık kalarak yenilenmiş, buharlı motorları ikiz dizellerle değiştirilmiş ve Halâs 71 adıyla 14 kamarası ile 28 yolcuyu ağırlayabilen yat, yılın 12 ayı boyunca dünya jet sosyetesinden ünlü insanları konuk etmeye başlamıştı. Yatın içerisinde Çiğdem Simavi’ye ait yağlı boya tablolar ve gravürlerden oluşan bir koleksiyon da sergilenmektedir.

............................

Ayrıca İngilizler tarafından İstanbul’un işgali sırasında Moda’da  eğlence ve sosyal faaliyet için büyük tesisler açılmıştı. En popüler toplanma mekanlarından biri olarak tanınan Moda Summer Club ve Osmanbey Bahçeleri olarak anılan alanda konumlanan British Naval and Military Gardens bunların başlıcalarıydı. British Naval ve Military Gardens’ta çalışan Rus şarkıcılar, Pazar günleri öğleden sonra da Moda Summer Club’da sahne alıyorlardı.


Sabur Sami Bey ve ailesi Konağı boşalttıktan sonra Moda Mektebi sokağında daha mutevazı bir eve taşınmışlardı.

Sabur Sami Bey ve ailesininin yeni evinin karşısında İttihat ve Terakki’den tanışıyor olabileceği Samuel Efendi adında bir ayağı hafifçe sakat bir Yahudi oturuyordu. Sabur Sami Bey kendi yöntemleriyle, Samuel Efendi’nin milli mücadeleye katılmak isteyen gönüllüleri Anadolu'ya kaçırdığını öğrenmişti. Dr. Müfid Ekdal bu kişinin Vitali Hakko’nun babası olduğunu yazmış, Deniz Kavukçuoğlu da aynı bilgiyi “Alageyik Sokağı bir Liman mıydı?” kitabında aynen aktarmıştı. Ancak bu bahsi geçen kişinin Vitali Hakko ile herhangi bir bağı yoktu aynı dinî cemaate bağlı olmaları dışında.


Samuel Israel / Kemal İzisel


Samuel Israel, oğlu Isaac Israel’e göre 1880’de diğer bir kaynağa göre de 1877’de Alanya’da doğmuş, ailesinin Rodos’a taşınmasının ardından Rodos'ta büyümüş, Rodos'ta Alliance Israélite Universelle okulundan mezun olduktan sonra İstanbul’a dönünce Darülfünun’da hukuk okumuş, Serez ve Selanik Asliye mahkemelerinde görev yapmıştı. Selanik'teyken Jön Türk Hareketi'nin önde gelen fraksiyonu olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmıştı.

Hareket Ordusu içinde de yer alan Samuel Israel, 1909’ta Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne tayin edilmiş, Emniyet Müdür Yardımcılığı’na kadar yükselmişti. Bu görevlerdeyken cesaret madalyaları da alan Samuel Israel, İttihadcı üçlü lider kadrosunu ( “üç paşalar” Enver, Talat ve Cemal) iktidara taşıyan 23 Ocak 1913 Bâb-ı Âli Baskını’na da katılmıştı. 

1913’te Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’yı vuran suikastçilerin yakalanmalarında aktif olarak görev almış, o sırada bacağından vurulmuş ve bu olaydan sonra ömür boyu topal kalmış ve pasif göreve alınmıştı. 

Adını Kemal İzisel olarak değiştiren Samuel Israel Devlet tarafından kendisine verilen kahramanlık ödülüyle gurur duysa da bir süre sonra pasif görevleri sırasında amirleriyle anlaşamayınca çok sevdiği polislik görevini 1923 yılında bırakmak zorunda kalmıştı. Ancak mesleğinden kopmamış, uzaklaşmamış 1937’te açılan Ankara Polis Enstitüsü’nde öğretmen olarak hizmet vermişti. II. Dünya Savaşı’nda Emniyet Müdürlüğü’nün baş tercümanlığını yapmıştı. Devlette bu gizli görevi yaparken aynı zamanda Yahudi cemaati mütevelli heyetinde de bulunan Kemal İzisel’den kimse süphe duymamış, kuşkuyla bakmamıştı. Buna rağmen kimse ona kuşkuyla bakmamıştı. 1948’te Polis Emeklileri ve Mensupları Sosyal Yardım Derneği kurucuları arasında yer almış ancak bir yıl sonra hayata veda etmişti.

Daha sonra adını Kemal İzisel olarak değiştiren Samuel Israel, İttihat ve Terakki Partisi’nin 1912 seçimlerini kaybetmesi üzerine İttihat veTerakki üyeleri ile birlikte tutuklanmış, Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilse de oradan kaçmayı başarmıştı. Ancak kendisiyle birlikte kaçan daha sonra da yakalanan arkadaşlarının Sinop Kalesi’ne gönderileceklerini öğrenince,

“ bende onlarla birlikte giderim” diyerek teslim olmuştu.

İstanbul’un işgali sırasında İtilaf Devletleri askerlerinin sudan sebeplerle Kadıköy Çarşısı esnafına devamlı olarak ceza kesmeleri esnafı yıldırmıştı. O sırada Kemal İzisel Kadıköy Merkez Memuru ( Polis Amiri) olarak görev yapıyordu. Esnaftan biri hukuk bilgisine güvendiği için kendisine başvurmuş ve bu duruma bir çare bulmasını istemişti. Kemal İzisel de ona bütün esnafa söylemesini tembihleyerek;  “Yarın herkes durmadan dükkan kepenklerini açıp kapasın. Bunun yanı sıra sandalcılar küreklerini omuzlarına alarak, arabacılarda sokaklarda boş araba koşturarak bir ayaklanma gösterisi yapsınlar. Gerisini bana bırakın!..” demişti.

Esnafın Kemal İzisel’in bu tavsiyesine uymasıyla birlikte Kadıköy’de büyük bir kargaşa meydana gelmiş, bunu bekleyen Kemal İzisel de tuttuğu kargaşanın nedenlerini bildirir raporunu Polis Müdüriyet-i Umumiyeliğine göndermişti. Bu raporun ardından olay yerine gelen İngiliz kumandanını

“...bir işgal gücünün hukuk-i düvele (uluslararası hukuka) göre yerli halktan ceza almaması lazımdır. Halbuki sizin bu nevi cezalarınız adeta vergi özelliğini taşımaktadır!..” diyerek ikaz etmişti ki, bu olaydan sonra bir kez daha çarşı esnafına ceza kesilmemişti.

Kılıç Ali’ nin oğlu Altemur Kılıç, Kemal İzisel’i şöyle anlatmıştı;

“Bana rahmetli babamdan miras kalan, bir Merkez Memuru Samuel Efendi hatırası vardır. Musevi asıllı Samuel efendi Milli Mücadeleden önceki dönemde Beyoğlu’nda Polis şefliği yapmış ve o dönemde gene Beyoğlu’nda kanun zabiti yani inzibat subayı olarak görev yapmış olan rahmetli babam ile birlikte çalışmıştı. Babam bana bu zatın kahramanlığını, milli mücadele esnasında işgal kuvvetlerine karşı Anadolu’ ya silah, cephane ve adam kaçırılmasında çok büyük hizmetleri olduğunu anlatırdı.”

Bundan da anlaşıyacağı gibi müslüman olmayan Kemal İzisel, Milli Mücadele’nin başarıya ulaşması için çalışmış isimsiz kahramanlardan bir tanesidir.

Kemal İzisel, tedavi için gittiği Paris’te 16 kasım 1949’da vefat etmiş, Paris Pantin Mezarlığına defnedilmişti.

Samuel Israel, Dr. Müfid Ekdal’ın yazdığı gibi Vakko’nun kurucusu Vitali Hakko’nun babası değildir ama, neredeyse onun kadar önemli olan 1953’te kurulan kaliteli hazır giyim markalarından birinin, bir zamanların erkek trikolarına daha sonra da kadın giyimine damgasını vurmuş olan Neyir Triko’nun kurucusu Jak Neyir İzisel’in babasıdır.

Sümerbank’ta yetişen Jak Neyir İzisel, tam bir kumaş ve yün aşığıdır. Eğer yanılmıyor isem Neyir Tekstil, Uluslararası kalite standartlarını karşılayan ve saf yün ürünlerde kullanılan yün endüstrisi sertifikasyon markası olan o ünlü Woolmark damgasını Türkiye’de ilk kez kullanan şirketlerden birisidir. 1953’te yarattığı Neyir markasının ilk mağazasını Osmanbey’de açmış, ardından yine Osmanbey’de altı katlı bir merkez, daha sonra da Nişantaşı, Fatih ve Kadıköy mağazalarını açmıştı. ABD, Fransa, Almanya ve Belçika gibi ülkelere Neyir markasıyla ihracaat yapmış 1968’den itibaren konfeksiyon imalatına girmiş ve kadınlar için triko tasarımlar üretmeye başlamıştı.

Neyir Trikoları’nı tercih eden sanatçılar içerisinde Ayten Gökçer ve Yıldız Kenter gibi tiyatro oyuncuları da vardı. Yıldız Kenter, 1969/70 Tiyatro sezonunda Kent Oyuncuları Amerikalı ünlü yazar Arthur Miller’in 1967’de yazdığı “The Price” adlı 4 kişilik oyununu “Bedel” adı ile sahnelemişler, Müşfik Kenter, Pekcan Koşar ve Şükran Güngör’ün rol aldığı oyunda, canlandırdığı Esther Franz rolünde Yıldız Kenter Neyir’in bir siyah tayyörünü sahne kostümü olarak kullanmıştı. Oyunda kullanılan bu tayyör büyük sükse yapmış, tiyatroyu izleyen seyirciler Neyir Mağazaları’na giderek Bedel oyununda Yıldız Kenter’in giydiği tayyörü istiyorum demişlerdi.

Yıldız Kenter yine aynı yıllarda yaptığı bir Amerika yolculuğu öncesinde, havaalanında gazetecilerin karşısına bel kısmı çiçeklerle işlenmiş, siyah maksi bir manto ile çıkmış ve

“Amerika’ya bu kıyafetle ayak basmak isterim”

demişti ki o maksi manto Neyir markasını taşıyordu.

Neyir İzisel’in vefatının ardından işleri eşi devralmış ancak 1974’te kapanan marka, bir çok kez el değiştirdikten sonra 1992’de Ram Tekstil’e satılmış, 2004 yılında Öreneller’in sahibi Rıfkı Aksoy’un oğlu Refik Aksoy, Abdullah Erdeliş ve Faruk Ülker, Neyir’e tekrar hayat vermişti.


İstanbul’un işgalinin sona ermesinden sonra Sabur Sami Draz ailesi tekrar Moda Burnu’ndaki Konaklarına kavuşmuş, hayatlarını kaldığı yerden sürdürmeye devam etmişlerdi.

7 Mayıs 1924’te yayımlanan ilk Cumhuriyet gazetesi


2 Eylül 1918 tarihinden itibaren Ankara’da günlük Yenigün gazetesini çıkartan Yunus Nadi’nin, 7 Mayıs 1924’te İstanbul’da yayımlanmaya başlayan gazetesi Cumhuriyet’in hikayesi 1958 yılında, gazetenin 34. yılı münasebetiyle Akis sayfalarında anlatılmıştı;


Cumhuriyet’in ilanından önce her ne kadar Yunus Nadi, Ankara’da günlük Yenigün gazetesini çıkarıyor olsa da hayali Yenigün’ü bir an önce İstanbul’a nakletmekti.

O sıralarda, İstanbul’da Ankara’ya karşı bir muhalefet vardı ve Ankara’daki hava İstanbul’da benimsenemiyordu. Söz konusu muhalefet rejime karşı değildi, İstanbulluları üzen payitahtın Ankara’ya nakledilmesiydi.


Zaten Atatürk de, bu nedenle ve muhalefete kızdığından Refet Paşa’nın şehre girmesinden ancak iki sene sonra İstanbul’a gelmişti. Karadeniz’e yaptığı ziyaretlerden dönüşünde bile Boğazlardan transit geçmiş, İstanbul’a uğramamıştı.


1923 senesinde, Yunus Nadi, çok sevdiği ve itimad ettiği arkadaşı Sabur Sami’ye (Draz) bir gün;

“Azizim! İstanbul, tabii güzelliğini bir tarafa bırakın Türkiye’nin kalbidir. Bütün münevverler orada toplanmıştır. Cumhuriyet idaresinin İstanbul’u ihmal etmesine imkân yoktur. Halbuki bizzat sen de görüyorsun ki Ankara’dakiler, Bizans kalıntısı diyerek İstanbul’u istihfaf (hafif görmek, önemsememek ) ediyorlar. Bunda hiç hakları yoktur, denilemez. Çünkü İstanbul’da Akşam hariç inkilâpları benimsemiş bir gazete mevcut değil. Tanin bile Ankara’dakileri küçümsüyor ve onlara nasihat veriyor. Binaenaleyh, bu zihniyeti ortadan kaldırmak için ben Yenigün’ü tekrar İstanbul’da çıkarmağı düşünüyorum…” demiş, bu fikri çok uygun bulan Sabur Sami Bey de, Yunus Nadi’ye Atatürk’ten izin almasını tavsiye etmişti. Aynı günün akşamı, Yunus Nadi Atatürk’e gidip, fikrini açmış, Atatürk de beğenmiş ve;


“Bravo Nadi!.. Senden bunu beklerdim. Yalnız sen, Yenigün’ü İstanbul’a nakledemezsin. Yenigün burada bize lâzım. Sen İstanbul’da inkilâpları müdafaa edecek, yayacak ve millete duyuracak, ayrıca Ankara’daki havayı İstanbullulara benimsetecek başka bir gazete çıkaracaksın ve adını CUMHURİYET koyacaksın” demişti.


Yunus Nadi ve Atatürk Yalova Yürüyen Köşk çalışmalarını izlerken

Bu durumda Yunus Nadi’nin İstanbul’da gazeteyi çıkartabilmek için bir yer bulması gerekiyordu. Bunun için bir zamanlar İstanbul’da Mektupçuluk ve Vali yardımcılığı yapmış olan arkadaşı Sabur Sami ona yardımcı olabilirdi, oldu da. Sabur Sami Bey, üç kez Maarif Nazırlığı yapmış olan Mehmed Tahir Münif Paşa (1830-1910) tarafından yaptırılmış, bir dönem İnas (kız) Rüştiyesi olarak kullanılmış, 1908-1918 tarihleri arasında da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Genel Merkezi olan, başlangıçta kullanılan ahşabın rengi nedeniyle Kırmızı Köşk (ben buna benzer bir ahşabı Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Çamlıca’daki köşkünda de görmüştüm, bu Karpatlardan gelen bir tür çam kerestesinin kızıl kestane rengidir.) diye anılırken, zamanla solunca artık Pembe diye anılan Konağı tavsiye etmişti Yunus Nadi’ye. Bu ahşap Pembe Konak İttihat ve Terakki feshedilince emlâki milliyeden sayılarak hazineye intikal etmişti.

Yunus Nadi Bey bu konuyu çözmesi için Sabur Sami Bey’i İstanbul’a göndermiş, Sabur Sami de Defterdarlığa baş vurmuş, oluşturulan bir takdir komisyonu binaya 40 bin lira değer biçmişti. Bu fiyatı fazla bulan Sabur Sami durumu bir telgrafla Yunus Nadi’ye bildirmişse de gazeteyi bir an önce açmak isteyen Yunus Nadi Bey, pahalı ucuz demeyerek, Keçiören’deki bağını 5 bin liraya satıp ilk taksidi ödemesi için Sabur Sami Bey’e göndermişti. O zamanlar hazineye ait emlakler birer sene vadeli sekiz eşit taksitle satılabiliyor olduğundan bu 5 bin lira ilk takside yetmişti. O sırada Osmanlı Bankası’ndan da bono karşılığında 10 bin liralık bir kredi de temin eden Yunus Nadi, bu parayla da o sırada ihtiyaç olan, depo, makine dairesi ve mürettiphanenin inşaatına başlamıştı. Diğer taraftan da makine arayışındaydılar ki o da emlâki milliyeden eski de olsa uygun fiyatlarla temin edilmişti.

Bu arada Sabur Sami Bey Binanın tamiri ve tefrişi ile ilgilenmiş, hatta kendi bütçesinden 5 bin lira sarfetmişti. Bunu Yunus Nadi sonrasında son kuruşuna kadar ödemişti. Böylelikle Cumhuriyet gazetesi 7 Mayıs 1924 günü yayın hayatına başlamış, Yunus Nadi gazeteyi yönetmesi için Zekeriya Sertel’i görevlendirmişti. Sadece dört gün sonra Yenigün gazetesi 11 Mayıs 1924’de kapanmıştı.


Memuriyet hayatı sona erdikten sonra 1918’de ticaret hayatına atılan Sabur Sami Draz Bey, 1930’lu yıllarda İstanbul’un önemli zenginlerinden biri olarak ön plana çıkmıştı. Ancak bu zenginliğin kaynağı çok da belli değildi; eskisi gibi siyasi nüfuzu kalmamış, Skoda Otomobillerinin Türkiye Mümessilliğini yapıyor olmasına rağmen, o işin çok da iyi gitmediğini, Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını ve Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı 4 ciltlik Çankaya/Atatürk Devri Hatıraları kitabının IV. Cildinde şöyle anlatmıştı;

“...Bir gün Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde oturuyordum. Çankaya'daki evimi kiralayan Çek Sefiri beni görmeğe geldi. Biraz hoşbeşten sonra dedi ki:

‘Bizim İskoda (Skoda) firmasını biliyorsunuz. Bu firmanın Türkiye mümessili Sabur Sami Bey’dir. Bize söylediklerine göre, kendisinin siyasî nüfuzu olmadığı için firmanın işlerini yürütemeyecektir. Onun yerine siyasî nüfuz sahibi bir kimsenin bulunmasını bana yazdılar. Aklıma siz geldiniz. Gazi'nin arkadaşısınız. Gazetesinin başındasınız. Lütfen bu mümessilliği kabul etmez misiniz?

Hepsinin asılsız olduğunu ve Türkiye'de bu firmanın işlerini daha iyi görecek bir temsilci bulunamayacağını dilim döndüğü kadar anlatmağa çalışmıştım.” diye anlatmıştı.


Gazeteci Ahmet Emin Yalman (1888-1972) ile 700 altın sermaye ile 22 Ekim 1917’de kurdukları Vakit Gazetesi’nin başyazarı, aynı zamanda da TBMM’de III. ve IV. Dönem Artvin, V.,VI,VII ve VIII. Dönem Çoruh Milletvekilliği yapmış olan Mülkiye Mezunu Mehmed Âsım Us (1884-1967) Sabur Sami Bey’in Amerika’da yaşasa ünlü dolandırıcı İnsül* gibi olacağını yazmıştı.

*Dr. Müfid Ekdal’ın Mehmed Âsım Us’dan aktardığı bu alıntıdaki “Amerikalı dolandırıcı İnsül” hakkında herhangi bir ize rastlayamadım, büyük bir ihtimalle isim Türkçe’ye dönüştürülerek yazıldığı için bir ipucuna ulaşamadım.


Sabur Sami Bey, İttihat ve Terakki’den başlayarak, Kurtuluş Savaşında ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde dahi edindiği çevreyi ve ilişkileri çok iyi değerlendirmiş, yakın ilişki kurduğu nüfuzlu kişiler sayesinde bir çok forsat yakalamış ve bunları iye değerlendirerek kısa zamanda yabana atılmayacak bir servete ulaşmıştı.

Kendisine biraz da “her devrin adamı” demek fazla abartılı sayılmaz. Yaşadığı dönemde adı bir şekilde bir çok yolsuzluğa, suistimale karışsa da o her seferinde zarar görmeden bunları atlatmayı da başarmıştı.   


Sabur Sami Draz Bey’in 1919’dan 1938’e kadar Mustafa Kemal Atatürk’ün yanından neredeyse hiç ayrılmamış olan TBMM I., II., III., VI. ve V. Dönem Gaziantep Milletvekilliği yapmış Kılıç Ali’den (1889-1971) Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Yunus Nadi’ye, Şair, Diplomat ve TBMM II. Dönem Urfa Milletvekili Yahya Kemal’den, TBMM II., III., IV. Dönem Afyonkarahisar Milletvekilliği yapmış, 1933-34 yıllarında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Ruşen Eşref Ünaydın’a (1892-1959) kadar yüksek mevkilerde, özellikle de siyasi çevrelerde oldukça geniş ve hatırlı bir çevresi vardı; 


TBMM’nin 2,3,4,5,6,7,ve,8. Döneminde Çankırı Milletvekilliği, Mayıs 1924’ten Şubat 1934’e kadar dört kez Maliye Bakanlığı, Kasım 1927-Aralık 1930 tarihleri arasında Milli Savunma Bakanlığı, 1935-1946 yılları arasında da Meclis Başkanlığı yapmış olan, 1903 Mülkiye mezunu Abdülhalik Renda da (1881- 1957) Sabur Sami Draz’ın dönem arkadaşlarından biriydi.

Mülkiye’den diğer bir dönem arkadaşı da, Varlık Vergisi Kanunu’nun uygulamasını yürütenlerden birisi olan, 1903 yılı mezunu dönemin Maliye Vekili Ali Fuad Ağralı’ydı. (1877-1957)

Sabur Sami Draz Bey’in, 1935-1939 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği de yapan, 1 Kasım 1927’den 11 Kasım 1938’e kadar değişmez Dahiliye Nazırı Mehmet Şükrü Kaya’yla (1883-1959) da yakın arkadaş olduğu iddia ediliyordu.

14 Ekim 1928-4 Aralık 1938 tarihleri arasında İstanbul Valiliği ve Belediye Reisliğini bir arada yürütmüş olan Muhittin Üstündağ’ın (1884-1953) aleyhine 1939 yılında Otobüs yolsuzluğu, Zincirlikuyu Mezarlığı ve Pangaltı Surp Agop Ermeni Mezarlığı konularında mahkemeler açılmıştı. 28 Nisan 1939 tarihli Haber / Akşam Postası Gazetesi, 4. sayfasında şu başlığı atmıştı;

“Muhittin Üstündağ’ın Muhakemesi: Belediyece beş bin liraya satılan arsa, sonradan 40 bin liraya müşteri bulmuş.”

Yıl olmuş 2020, bu olayların üzerinden toplam 81 yıl geçmiş, bunları okuyunca adeta günümüz gazete manşetlerini okuyor gibi hissetmiyor mu insan?


Günümüzde Elmadağ’daki Divan Otelinin köşesinden başlayarak, Harbiye’ye kadar olan büyük arazide yer alan, Pangaltı Surp Agop Ermeni Mezarlığı’nın usulsüz satışında  aracılık yapan Sabur Sami Draz Bey’in de adı geçmekte, ayrıca bu satıştan kendisine de menfaat sağladığı iddia edilmekteydi. O konu çok sıklıkla yazıldığı için detaylarıyla burada tekrarlamak istemiyorum; Merak edenler için konu ile ilgili olarak,

Agos Gazetesi’nde 5 Haziran 2013’te yer alan haberin linkini verebilirim:

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/2794/gezi-parki-nin-yani-basindaki-ermeni-mezarligi


Ancak, otobüs yolsuzluğu nedeniyle eski İstanbul Vali ve Belediye Reisi Muhittin Üstündağ ile, Belediye Reis muavini Ekrem Sevencan, Belediye eski Fenniye Heyeti Müdürü Hüsnü ve Belediye Varidat Müdürü Neşet Beyler aleyhine Ankara’da Temyiz 4. Ceza’da görülmekte olan mahkemeden dolayı 25 Nisan günü İstanbul Asliye 1. Ceza Mahkemesi’nde tanıkların dinlenmesine devam edilmişti. O günkü tanıklardan birisi de Sabur Sami Draz Bey’di.

Tanık Sabur Sami Draz Bey, tanık ifadesinde;

“…Maznunları (sanıkları) tanırım. Kendilerinin vazife ve memuriyetlerini suistimal ettiklerini bilmiyorum. Kurtuluş-Beyazıt hattında otobüs işletmek üzere Vali ve Belediye Reisi Bay Muhittin Üstündağ’dan ruhsatname vermesini rica ettim. Bu işin çok ağır olduğunu söyledi. Bir müddet sonra kendisine istida (dilekçe) ile müracaat ettim. İleride müsait bir zamanda bu işin hallolunacağı cevabı verildi. Bundan bir müddet sonra üçüncü bir defa müracaat ederek bir istida verdim. Bu istida mevkii muameleye kondu.

İstanbul’da takriben 200 otobüs işliyor. Bunların arasında bazı zevatın 8, 10, 15, 18 otobüsü vardır. Senelerden beri işletiyorlar.

Bu meseleyi ortaya atan gazetenin neşriyatından sonra, benim de otobüs ruhsatnamesi almalığım nasılsa gayritabii addolundu. Bana verilen ruhsat; her hangi bir vatandaşa verilen ruhsattan farklı değildir. Eğer bu hatta; başkalarının otobüsü çalışırken onları kaldırarark yerlerine benimkiler konsaydı mucibi muaheze (eleştiriye hak) görülebilirdi. Halkın vesaiti nakliye sıkıntısını görerek bu hattı benim için açtılar. Bunu yapmakla âmme hukukuna bir tecavüz olmadı. Hattı birisine devrettiğim bir kaç ay evveline kadar; bu hattan belediyeye 50 bin lira varidat temin ettim. Yalnız, tahkikat başladıktan sonra, bir vaziyet hadis oldu. 12 / 1 /938 tarihinde Dahiliye Vekaletine şu arzuhali gönderdim.

‘ Otobüs dedikoduları başladıktan sonra ortaya bir adam çıkarak bazı vatandaşları belediye aleyhine şikayetler yapmağa teşvik ve tahrik etmiştir. Kahve kahve dolaşarak bu işe devam eden bu adam, kahvelerde mütemadiyen tezvirat (yalan, dolan şeyler) yaptıktan sonra bana haber göndererek benimle uyuşmak ve konuşmak istediğini bildirdi. Fakat, ben bu teklifi reddettim. Tezvirat hâlâ devam etmekte olduğundan bunun önüne geçilmesi için Vekalete arzetmeyi faydalı buluyorum…’

Bilâhara bu adamın, eski belediye mühendislerinden olan ve hâlen açığa çıkarılmış bulunan Refet’le birleştiğini haber aldım. Refet bazı yolsuz muamelelerinden dolayı vali tarafından ihtarname almıştı. Kendisi bu ihtarın benim ihbarımla yapıldığını zannederek aleyhimde teşebbüslerde bulunmak üzere kendisile birleşmiş ve onu tahrik etmiş olduğunu öğrendim. Bazı şahitlerin iddia ettikleri veçhile, otobüsçülere ruhsatname almak için teşebbüslerde bulunarak menfaat temin ettiğim asılsızdır.

Resmi makamlarda şahsıma karşı bir tercih muamelesi yapılmamıştır. Ben valilik yapmış bir adam olmam itibarile böyle bir tavassutu, idare amirlerinin kabul etmiyeceklerini bilirim. Ekseriya işim olduğu zamanlar telefonla randevu alarak valinin yanına giderdim. Orada randevu almadan gidip bekliyenler benim böyle kolayca içeri girmemi suitefsir (yanlış ve hatalı yorum) etmiş olacaklardır. Yoksa eski vali Muhittin Üstündağ makamında herkesi kabul eder ve görüşürdü…”

diyerek yine kendisini olayın dışarısında bırakmayı başarabilmişti. Alınan tüm ifadeler Ankara Temyiz Mahkemesi’ne gönderilmişti.


Muhittin Üstündağ'dan sonra göreve gelerek 8 Aralık 1938-16 Ekim 1949 tarihleri arasında İstanbul Valiliği ve Belediye Başkanlığı yapan Dr. Lütfi Kırdar (1887-1961) zamanında Sabur Sami Bey’in, resmi dairelere girişi yasaklanmıştı.


O yıllarda Kadıköy’de çok az sayıda özel otomobil vardı ki bunlardan birisi de Anatole adlı bir Rus şöförün kullandığı Sabur Sami Bey’in Hispano-Suiza marka lüks otomobiliydi. Zaten Jacques Pervititch’in 1938 yılında hazırlamış olduğu Sigorta Haritası’na bakıldığında da Moda Burnunda bir tek Sabur Sami Bey’in Konağı’nın Hüseyin Bey sokak üzerinden girişi olan bir garajı olduğu rahatlıkla görülebilmektedir.

1938 tarihli Jacques Pervititch Sigorta Haritası’nda Sabur Sami Draz Konağı.
4 Katlı Konağın ana girişi Devriye sokak üzerindeyken, Hüseyin Bey sokaktan girişi olan garaj ile Konağı birbirine bağlayan servis amaçlı 2 katlı ara binadan da büyük bahçeye bir çıkış olduğu görülmektedir. Garaja bitişik olarak Hüseyin Bey sokak üzerinde bir de Sera bulunmakta, Garajın solundaki bir servis kapısından da arada kalan küçük bir bahçeye girilebilmektedir.
Bahçenin Beşbıyık sokağı karşısında Dr. Antipa Köşkü de görülmektedir.

Daha önceleri Türk-İngiliz Kulübü olan Moda İskelesi’nin başındaki binada, 8 Nisan 1935’te Başbakan İsmet İnönü’nün Onursal Başkanlığı ve T.C. Türkiye Cumhuriyeti İktisat Vekili ve İzmir Milletvekili Celal Bayar Başkanlığında , İngiliz Tüccar Reginald Whittall, İş Bankası Umum Müdür Muavini Fazıl Öziş, İş Bankası Umum Müdür Muavini Muvaffak İşmen, Deutche Orient Bank, İstanbul Şubesi Müdür Muavini Arnold Haendel, Yün İş Fabrikaları İstanbul Ajansı sahibi İş Adamı Zeki Rıza Sporel ve İngiliz Sefarethanesi Pasaport Dairesi Şefi Arthur Whittall tarafından Moda Deniz Kulübü kurulmuştu.

Cumhuriyet Gazetesi’nin 10 Temmuz 1935 tarihli nüshasında,
Moda Deniz Kulübü’nün açılış haberi.

Kuruluş günü onuruna Başkan Celal Bayar, Bayar-1 ve Bayar-2 adlarında iki Christ Craft motor, “Şeker Kralı” Müteahhit Hayri İpar, Rio de Janeiro’da inşa edilen İpar yatını, Celal Bayar’ın oğlu Refii Bayar, Yıldız yatını, Akbank’ın kurucularından Kayserili hayırsever iş adamı Nuh Naci Yazgan, Yazgan tenezzüh (gezinti) motorunu, Nurullah ve Sabur Sami Draz kardeşler, Emek ve Rüzgâr motorlarını, daha ilerleyen zamanlarda, 1950'li yıllarda da Galatasaray Kulübü Başkanı Faruk Süren’in babası iş adamı Fuat Süren, Flamingo yatını Kulübe hediye etmişti.


II. Dünya Savaşı sonrasında işleri bozulan ve ticari hayatı sarsılan Sabur Sami Draz Bey, Moda Burnu’ndaki Konağı 1950’de Whittall’lerin eski ahçısı Bay Mano’ya kiralamış, o da Konağı Mano Pansiyon olarak işletmeye başlamıştı.


Sabur Sami Draz Bey hakkındaki soruşturmalar Teke (Antalya) Mutasarrıf’lığı zamanındakiyle de kalmamış, bu kez de 1924 yılında Osmanlı Devleti döneminde ayrılan azınlıklardan bazılarının Türkiye’ye dönmek ve mallarına sahip çıkmak için bazı kamu görevlilerine para yedirdikleri iddiasıyla yapılan araştırma sonucunda adı Kılıç Ali, Yunus Nadi, Raşid, Yahya Kemal, Ruşen Eşref gibi isimlerle birlikte anılmıştı.


Cumhuriyet’in ilanından birkaç yıl öncesinde kendi kendilerine yabancı pasaport edinerek, kendilerini vatandaşlıktan çıkartarak yurtdışına kaçan bazı zengin Rum ve Ermenilerin Türkiye’ye dönmelerine doğal olarak izin verilmemişti. Ancak bir süre sonra gazetelerde Karnik Sabuhyan ve Benon Demirciyan gibi bazı Ermenilerin rüşvet dağıtarak İstanbul’a geri döndüklerine dair haberler çıkmış, bu konuyu “Hey’et-i Tahkikiye” hazırladığı bir raporla tesbit etmiş, o sıralarda Urfa Milletvekili olan Yahya Kemal’in de olduğu Kılıç Ali, Yunus Nadi, Raşid, Ruşen Eşref ve Sabur Sami’nin adları da Vatan Gazetesi’nin 23 Temmuz 1924 tarihli sayısında manşetten fotoğraflarıyla birlikte verilmişti. Aylarca süren hararetli tartışmalar İçişleri Bakanlığı’nda değişikliğe neden olmuş, Ferit Bey’in yerine Bakanlık görevine getirilen Recep Bey müdahalesiyle gündemden düşmüş ve unutulup gitmişti. 


1952 yılında Milliyet Gazetesi Kılıç Ali’nin anılarını yayınlamaya başlamış, Sabur Sami Draz Bey de Kılıç Ali’nin bu hatıralarında aktardığı “İsmet Paşa-Refik Saydam kin ve garez politikasını” onaylar mahiyette başından geçen “Üç hazin vak’ayı” yazılı olarak Milliyet Gazetesi’ne göndermiş, gazete de bunları 10,11,12 Mayıs günlerinde yayınlamıştı;


Birinci Vak’a:

“…Muhterem Celal Bayar İktisat (10 Kasım 1932-1 Kasım 1937), Refik Saydam da Sıhhiye Vekili (4 Mart 1925-25 Ekim 1937 arasında) idi. İstanbul’da tüccardan Mister Reginald Vitol ( James William Whittall’ün oğlu Reginald Lafontaine Whittall 1871-1952) bana şu teklifte bulundu: ‘İstanbul’da bir ilaç fabrikası tesis edelim, bütün bina, makine, alat ve edevat masraflarını biz ödeyelim, işletmek için mütehassıs elemanlar da getirelim, fabrikanın mülkiyeti, inzibat ve idaresi devlete ait olsun, yalnız üç sene bize kârdan yüzde 40 hisse versinler, üçsene sonra kârın hepsi devlete kalsın. Yalnız şunu hatırlatayım ki Avrupa’da bir ilaç karteli vardır. Bu kartel yeni ilaç fabrikası açtırmamak için çok büyük fedakarlıklar yapar, esasen afyon ziraatı memleketi olan Türkiye ile Yugoslavya’da fabrika kurdurmamak için ayda âlâkalı vekâletler erkânına 10-15 bin lira para verdiklerini de işittim. Buna rağmen sen bu teklifi hükümete yapabilir misin? Buna muvaffak olursan kilosunu 8-10 liraya satıp ilaç şeklinde kilosuna 20-30 bin lira vererek tekrar satın aldığınız afyonların milyonluk kârları memleketinizde kalır ve harb çıkarsa memleketinizin büyük sıkıntı ve milyonlar sarfından da kurtulur.’ dedi. (İkinci Dünya Harbinde bu zatın kehaneti tamamiyle tahakkuk etti)

Bu kadar faydalı bir teklifin hükümetçe memnuniyetle kabul edileceğini umarak hemen Ankara’ya gittim ve evvelâ sayın İktisat Vekili’ne müracaat ettim. Müşarünileyh (bahsi geçen) teklifi çok muvafık ve memlekete faydalı buldu hemen Vekiller Heyeti’nde görüşeceğini de söyledi. Ben de kendisine, Avrupa’daki kartelin böyle bir fabrika yapılmaması için Sıhhiye Vekâleti erkânından bazılarına ayda muayyen paralar verdiği hakkındaki şayiadan bahsetmedim. İki gün sonra tekrar müracaat ettiğim zaman Muhterem Bayar bana dedi ki: ‘Çok teessüf ederim ki teklifi kabul ettiremedim. Sıhhiye Vekili Refik Saydam kat’iyen olmaz ısrar ederseniz istifa ederim dedi. Başvekil de ona uydu, kalsın denildi.’

O kadar şaşırdım ki ne diyeceğimi bilemedim. Hayret içinde düşünerek Karpiç Lokantası’na giderken Vekillerden bir ahbaba rastladım. ‘Bu teklifin Vekiller Heyetince bu şekilde reddedilmesi Sıhhiye Vekaleti’nde hasis menfaatlerin hakim olduğu şüphesini uyandırmaz mı?’ dedim. Bu zat da yememiş içmemiş Başvekile (İsmet İnönü) :

‘Sabur Sami Sıhhiye Vekaletince Avrupa ilaç kartelinden para alındığını iddia ediyor.’ demiş. Başvekil de Refik Saydam’a söylemiş. Hiç bir münasebet ve muarefem (tanışıklık) olmayan bu adam o günden itibaren bana düşman kesildi. Dahiliye Vekili olduğu gün de bana iş vermemelerini dairelere tamim ettirmişti. Artık o günden sonra hükümet mütemadiyen benimle uğraşmağa başladı ve tabii bu yüzden çok zararlar çektim.”


“… Hükümet idaresinin bu kötü vaziyeti beni Atamızın memleket ve milletin selâmetine hizmet edecek ümidiyle kurduğu Halk Partisi’nden de soğuttuğu ve o sırada başlıyan belediye seçimleri için Kadıköyü’nden gülünç bazı adamların da aday gösterilmesi üzerine partiden de istifa ettim. (Kadıköyün’de o zaman on binlere varan parti mensupları içinde kayıt numaram 90 olduğuna göre ne kadar eski bir âza olduğum anlaşılır.)

O vakit kaza Parti Başkanı Nasır Âli Konyalı bana:

‘Hissiyata kapılma, istifanı geri al, başına çok belâlar gelebilir, ben muameleye koymıyayım’ diye beni vikaye (esirgeme, koruma, gözetme, kayırma) için nasihatlarda bulundu, fakat geri almadım.

Merhum Recep Peker de Başvekil iken (7 Ağustos 1946-10 Eylül 1947) İstanbul’a geldiği zaman beni çağırarak (Merhumun karakterini ve merdliğini bilirdim, kendisine büyük hürmetim vardı.) ‘Sen çok gadre uğradın, istifanı geri al da sana bir meclisi idare âzalığı verelim’ dedi. Özür diledim ve kabul etmedim.”


9 Temmuz 1942’de Başbakan olan Şükrü Saracoğlu’nun göreve başlamasından dört ay sonra gündeme getirdiği Varlık Vergisi Kanunu, 11 Kasım 1942’de TBMM’de hiç tartışılmadan kabul edilmiş, ertesi gün de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti.

Varlık Vergisi Kanunu yürürlüğe girdikten sonra, her il ve ilçe merkezinde kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyecek servet tespit komisyonları kurulmuştu. Bu komisyonların aldığı kararlar nihai ve kati idi. Vergilerin ödeme süresi 15 gündü. 15 gün içinde tahakkuk eden vergiyi ödemeyenlerin malları haczedilerek icra yoluyla satılacak, buna rağmen borcunu 1 ay içerisinde ödemeyen mükellefler bedeni kabiliyetlerine göre genel hizmetler ve belediye hizmetlerinde çalıştırılacaktı.


Bu Varlık Vergisi’ni ödemekle yükümlü bulunan kişiler, kanun metninde farklı bir şekilde tanımlanmış olsa da uygulamada başka bir sınıflandırma kullanılmıştı. Bu sınıflandırmanın temelini din ve etnisite oluşturmuştu. Ayrıca Varlık Vergisi uygulamasında hükümetin vergi mükelleflerine duyduğu dostluk ve düşmanlık hisleri mükellefin vergisinin artmasında veya azalmasında etkili olmuştu. Savaş zamanında olağanüstü kazanç elde eden Müslümanlar (M), Gayrimüslimler (G), Dönmeler (D) ve Ecnebiler (E) olarak listelenmişti.


İtiraz yolları kapalı olduğu halde bir çok itiraz olmuştu. Bu nedenle TBMM’ne 13.348, diğer mercilere ise 10.968 olmak üzere toplam 24.316 itiraz başvurusu olmuştu. Bu sayının 15.173’ü (G) Gayrimüslimlerden, 9.141 adedi (M) Müslümanlardan oluşuyordu. (M) grubundan itirazlar yükselmeye başlamıştı, ki Sabur Sami Bey de bunlardan biriydi. (M) grubundan bazı kişilerin vergileri üzerinde inceleme yapılmasıyla başlayan süreçte, iltimaslar, perde arkasında dövüşler artmış, (M) grubundan bazı mükelleflerin dosyaları yeniden bir müfettiş tarafından incelenerek fazla bulunan vergiler tecil edilmişti.


9-13 Eylül 1943 tarihlerinde New York Times gazetesinden Cyrus Sulzberger, Türkiye'deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı yazmış, bu yazılardan hemen sonra 17 Eylül 1943’te toplanan TBMM, çıkartılan 4501 sayılı yasa ile bir kısım mükellefin vergi borçlarını ve henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar vermişti.

15 Mart 1944 tarihinde çıkartılan 4530 sayılı “Varlık Vergisi Bakayasının Terkinine Dair Kanun” ile de o tarihe kadar tahakkuk ettirilmiş, ancak tahsil edilememiş vergilerin silinmesiyle birlikte “Varlık Vergisi” uygulaması ortadan kalkmıştı.


Sabur Sami Bey’in Milliyet Gazetesi’ne yazılı olarak ilettiği “Üç hazin vak’a”dan ikincisi bu Varlık Vergisi uygulamasıyla ilgiliydi;


“… Bir sabah gazetelerde bomba gibi patlayan Varlık Vergisi Kanunu’nu gördüğüm gün (12 Kasım 1942 günü olmalı) esasen terki ticaret etmiş ve bütün emlâkimi de satmış bulunuyordum. Oturduğum evden başka mülküm olmadığından bundan bana zarar geleceğini hatırıma bile getirmedim. Ancak hükümet başındaki muhteris ve kinli adamların bundan istifade ederek kaç bin vatandaşı perişan edeceklerini düşündüm. O gün akşama doğru kulüpte bir arkadaşım bana, emlâkimden dolayı 20 bin lira varlık vergisi tarh edildiğini ve bunu tahsil şubesi kapısındaki listede gördüğünü söyledi. O geceyi hayret ve dehşet içinde geçirdik. Hayatımda böyle çok paralar kaybetmiştim. Güya benimle ahbap olduğunu söyleyenler benden böyle paraları ödünç almış, ödemeği de hatırlarına getirmemişlerdi. Fakat şimdi vaziyetim böyle bir ödemeğe imkan vermiyordu.

Ertesi sabah hemen gittim baktım. Listede hakikaten bana 20 bin lira vergi konmuştu. Yukarı çıktım, şube şefinden izahat almak istedim. Kendilerinin hiç bir haber ve malûmatı olmadığını ve esasen maliye şubesindeki listede dahi ayrı bir vergi ile mükellef tutulduğumu ifade ettiler, ordana koşarak maliyeye gittim. Orada da müteahhit diye 15 bin lira ayrı bir vergi konmuştu.

Refik Saydam’ın iktidara gelmesinden bir kaç ay sonra (1939’un Mart-Nisan ayları olabilir) terki ticaret ettiğime dair Sicilli Ticaret gazetesindeki resmi ilamı yanıma alarak Defterdarlığa gittim. Defterdar yanındaki adamın çıkmasını beklerken odadan çıkan uzun boylu, iri yapılı bir adam bana ne beklediğimi sordu.

‘Bana yanlışlıkla vergi konulmuş, Defterdar beye anlatacağım’ dedim. ‘Yanlışlık filan yok; vergiyi vermek lâzım. Boşuna bekleme’ cevabını aldım.

Odacıdan Şevket Adalan olduğunu öğrendiğim bu adamın Varlık Vergisi’ni icad eden kahramanlardan biri bulunduğunu sonra anladım. ( Varlık Vergisi uygulamasını Ankara’da Maliye Vekili Fuad Ağralı, Müsteşar Esat Tekeli ve Teftiş Kurulu Başkanı Şevket Adalan yürütmüştü) Defterdarın yanına girdim, o vakte kadar ismini bile işitmediğim, kendisini hiç görmediğim defterdar izahatımı dinledi ve çok alâka gösterdi. Ve bana dosyayı tetkik edeceğini, dediklerim doğru ise bu işde maddî bir hâtâ mevcut demek olacağından telâş etmemekliğimi, ertesi gün tekrar uğramaklığımı söyledi.

Üç dort grün sıra ile gittim, defterdarı göremedim. Son gidişimde vilayet dairesinin kapısından çıkarken merhum Ferit Cemal’e rastladım. Meğer kindisi de komisyonda âza imiş, bana:

‘Birader, ben senin vaziyetini bildiğim için çok müdafaa ettim. Ankara sana 100 bin lira koymak emrini vermiş. Müdafaam ile 35 bin liraya indirtebildim’ dedi. O vakit anladım ki benimle uğraşanlar yalnız Saydam değil onun bütün hempaları idi.

Verginin yüzde 20 sini verenlere mühlet veriyorlardı. Emlâk Bankası ipotek ile ödünç para vermeğe başlamıştı. Fakat evim zaten bankaya ipotek olduğundan banka ikinci bir ipotek yapamayacağını söyledi. Tefecilerden yüzde 20 faizle para alarak verginin yüzde yirmisini ödedim. Bir gün sonra da defterdarı görebildim. Bana dosyamı gözden geçirdiğini ve elimdeki vesikalara göre bu işde maddi hâtâ olduğundan bu verginin terkin (üstünü çizerek silme) edilmesi lâzım geleceğini ve hiç bir para ödemekmekliğimi, şayet evime haciz memurları gelirse telefonla kendisile görüşmelerini söylemekliğimi bildirdi. Bir maliye müfettişini de bu işe memur ederek işi esaslı surette tetkik ettirerek icabeden muameleyi yaptıracağını ilâve etti. Yüzde 20’sini ödediğimi söyleyince:

‘Fazla telaş gösterdin, lüzumsuz para verdin…’ dedi. Gece gündüz meşgul olan ve o günlere kadar hiç bir aşinalığım olmıyan Defterdar Faik (Ökte)Bey’in gösterdiği bu dürüst ve âdil muamelenin kalbimde husule getirdiği minnet ve hürmet hislerini daima muhafaza edeceğim.

Defterdarla görüşmeden evvel yirmi beş seneden beri tanıdığım ( 9 Temmuz 1942-7 Ağustos 1946) Başvekil (Şükrü) Saracoğlu’na ve Maliye Vekili (3 Şubat 1934-13 Eylül 1944 tarihleri arası) Fuad Ağralı’ya birer mektup yazıp:

“Eski mali vaziyetim bâki olsaydı-velev ki tamamen haksız da olsa- size müracaate tenezzül etmez ve bu parayı öderdim’ dedim, tabii hiç birinden cevap alamadım. Yalnız Dahiliye Vekili Recep Peker (Varlık Vergisi Kanunu istisnai bir kanun olduğundan valinin ısrariyle haksız olarak konulduğundan bahsettiğin vergi hakkında idarî bir tetkik yapılmak imkânı olmadığı) cevaben bildirdi.

Ben artık para vermedim. Tam bir sene sonra Varlık Vergisi Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması hakkındaki kanunun çıktığı gün defterdarlıktan bana gelen bir tezkerede (bana konulan vergilerde maddî hâtâ olduğu anlaşıldığından verginin terkin edildiği) bildiriliyordu.

Kanunun esasen ilga edildiği gün bu tezkerenin gelişine hayret etmiş ve bu tezkereyi galiba o akşam, Deniz Kulübüne gelen Ziyat Ebuzziya Bey’e vermiştim.

Menhus (kötü, uğursuz) günlerin bu acı hatıralarımı da muhterem Kılıç Ali Bey’in anlattıklarına ilâve etmekle teselli buluyorum.”


Atatürk’ün vefatından sonra İsmet İnönü Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı olmuştu. 1939’da Atatürk portreli banknotlar tedavüle çıkmış, 1941’de Atatürk ve İnönü Portreli banknotlar piyasaya sürülmüş, 1946’ya kadar her ikisi de birlikte kullanılmıştı. 1942-48 yılları arasında dolaşıma çıkarılan 3. ve 4. emisyon banknotların ön yüzünde ise sadece Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün portresi kullanılmıştı. Bu arada 1943’te Cumhurbaşkanı İnönü’nün portresi olan Posta Pulları basılırken hatıra olarak Atatürk portreli pullar da bastırılmıştı.

27 Mayıs 1944’de de Darphane’de Ebedi Şef Atatürk ve Milli Şef İnönü’nün kabartma portrelerinin bulunduğu yeni harflerle ilk Cumhuriyet altınları basılmış, Atatürk’lü olanlar hatıra olarak saklanırken, İnönü’lü Cumhuriyet altınları piyasaya sürülmüştü.


4 Mayıs 1951’de mecliste “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında Kanun Tasarısı” görüşmelerinde Demokrat Parti’li Başbakan Adnan Menderes, CHP’yi eleştirerek;  “Ölümünün hemen akabinde paralardan, pullardan Atatürk’ün resimlerini sildirenler onlardır.” demişti ki, bu eleştiri günümüzde dahi CHP’ye karşı siyasi bir silah olarak kullanılmaya devam etmektedir.


Yıllarca tekrarlanan bu eleştiriler karşısında İsmet İnönü 1957’de meclis kürsüsünden yaptığı bir konuşmada cevap vermişti;

“… Her partici bunu benim Atatürk’le münasebetim için kullanmak ister. Bu bir nazariye meselesidir. Nazariye şudur: Bir devlette para ve pul devlet reisi adına basılır. Böyle devletler de vardır, bu usulü takip etmeyenler devletler de vardır. Biz bu usulü takip eden devletler arasında idik. İmparatorlukta para, pul padişah adına basılırdı.”


İsmet İnönü bunu söyleyerek, vatandaşların yeni Cumhurbaşkanı’nı bilip tanısınlar istemiş, Cumhuriyet’in ömrünün Atatürk’ün ömrüyle sınırlı olduğunu düşünenlere, bunun kişilere bağlı olmadığını, Atatürk’ten sonra da onun söylediği gibi ilelebet devam edeceğini göstermek istemişti. Milli Şef’liğini, paralardaki portresiyle simgeleştirmek istemişti.


1950’de Demokrat Parti iktidar olur olmaz, 31 Mayıs 1950’de Bakanlar Kurulu’nda “Paralarda, pullarda, devlet dairelerinde sadece Atatürk resmi olacak” şeklinde bir karar almış, 1952’den itibaren paralarda, pullarda tekrar sadece Atatürk’ün portresi kullanılmaya başlanmıştı. Bu karar ve uygulamayı Demokrat Parti Atatürkçü olduğu için değil, en büyük siyasi rakipleri olan İsmet İnönü’yü, Milli Şef’i Atatürk ile vurmayı, onu yıpratmayı amaçlayarak almıştı. Bu bir siyasi karardı.


Mayıs 1944’de basılan İnönü Portreli altınlar konusu Sabur Sami Draz’ı da rahatsız etmişti ki, yıllar sonra 1952’de İsmet İnönü’yü yıpratma siyaseti doruklara tırmandığında, Kılıç Ali’nin anılarında, Bayar’a doğru meyledişine ve Demokrat Parti’nin popülerliğine ve ani başarısına kendince bulduğu açıklama “İnönü’nün kötü yönetimi” olmuştu. Atatürk’ün İnönü’yü Başvekillikten uzaklaştırıp Celal Bayar’ı Başvekil yapması onun bu kaymasını destekleyen bir olaydı. Anılarında İnönü karşıtlığının maddi temellerini arayışını bir çok anıya yer vererek gerçekleştirmişti. Bunlardan en dikkat çekicilerinden biri, ki gerçekliği tartışma götürür, zira şahit bir tek kendisidir, Atatürk’ün İnönü’ye “Sözüme dikkat et. Sen olmayabilirsin. Şu ya da bu olmayabilir. Fakat ben varım, ben!.. K a t a v a l i s!.. Atatürk bu ‘katavalis’ sözcüğünü (Yunanca) birisine kızdığı zaman kullanır ve ‘kafana dank etti mi?’ anlamına alırdı. Kendisine özgü deyimlerden biriydi.” dediğini aktarır. Bir diğerinde de sözde, Atatürk Recep Peker ile konuşurken İnönü’yü hedef alarak “Recep! Ben bir adamı alır yükseltirim. Fakat o hazmedemez, durumu takdir edemezse ve bilhassa kerameti kendinden bilirse bir gün kaldırır atarım. Ve benim attığım adam, paçavra olur.” dediğini aktarır. İnönü’yü yerden yere vuran Kılıç Ali’nin anıları, Sabur Sami’yi de cesaretlendirmiş olacak ki, adeta Kılıç Ali’nin açtığı yolda, benim de söyleyeceklerim var dercesine, Milliyet Gazetesi’ne gönderdiği  “Üç hazin vak’a”dan üçüncüsü de bu Cumhuriyet Altınları ile ilgiliydi;


“…Cumhuriyet altınları basılmağa başlamıştı. Paralardan pullardan Atatürk’ün resimleri siliniyordu. Arkadaşım Zeki Rıza Sporel:

‘Yahu boş duracağına külçe altın al, darphanede lira olarak bastır, lira başına 50-60 kuruş kazanırsın. Ancak altınlarda Atatürk’ün resmi olsun’ dedi.

Bir kilo altın aldım, götürdüm ‘Atatürk’ün resmi olsun’ diyerek darphaneye verdim. İki gün sonra gittim baktım ki (İnönü)nün resmini koymuşlar. Sordum:

‘Atatürk’ün resmini koymak memnudur’ dediler.

Altınları getirdim, o vakit yeni basılıyordu, kimse almıyor. Kuyumcular külçe fiyatı veriyorlar, hesapça darbhaneye verdiğimiz lira başına 60 kuruş zarar ediyordum. Bu tuhaf hadise üzerine Maliye Vekili Fuat Ağralı’ya bir mektup yazdım:

‘Darphane arzum hilafına niçin Atatürk resmini koymamıştır? Buna hakkı var mıdır? Ata’nın resmini havi altın esasen mevcut olmasına göre benim teklifim kabul edilmemesi esbabı nedir?’ diye sordum ve İnönü resimli altınları kimsenin satın almadığını ilâve ettim.

Aradan yirmi dort saat geçmeden Ankara’dan evime telefon edildi:

‘Sen Vekil Bey’e Atatürk’ün resmini havi altın var diye yazmışsın, bu altınları nerede ve kimin elinde gördün? Hemen cevap vermenizi vekil bey emrediyor.’ dediler. Ben de:

‘Bu altınları malesef ben görmedim ama birisinden işittim’ diyerek telefonu kapadım.

Bir saat sonra Darphane Müdürü telefon etti: ‘Sen vekil beye böyle bir mektup yazmışsın, yazdığın şey bütün darphane memurları için fecî bir âkıbet yaratacak kadar vahim ve mühimdir. Çok rice ederim bu altınları gören kimdir? diye sordu.

‘Borsa hanı kapısında Eduard isminde bir komisyoncu bu altınları gördüğünü söylediyse de bu adamın nerede bulunur ve kim olduğu hakkında başka malumatım yoktur’ dedim.

Bu sefer de: ‘Aman efendim nasıl olur, Biz Atatürk’ün resmini havi cumhuriyet altınlarından yaynız 25 tane bastırdık ve hatıra olarak Merkez Bankası’nın kasasında saklattık. Bunun haricinde böyle bir altın olamaz’ cevabını verdiler.

Bir gün sonra Emniyet İkinci Şube memurları gelerek beni saatlerce isticvap (sorgulama) ettiler.

‘Sana bir zararımız olmaz, yalnız Atatürk resimli altınları göreni bize göster’ diyorlardı. Onlara da başka malûmatım olmadığında ısrar ettim.

Allah böyle bir idareyi bir daha bu memlekete göstermesin.”

Bir kış günü, Dr. Andrea Antipa Köşkü’nden çekilmiş bu fotoğrafta arka planda
Sabur Sami Bey Konağı tam olarak görülmese de karlar altındaki büyük bahçesi ve
en geride de yangının çıktığı Tevfik Filmer’in mal sahibi olduğu Apergis Pansiyon görülmektedir. 


1908 yılında Cevat Bey’in kızı Zeynel Server Hanım’la evlenen Sabur Sami Draz’ın Tarık adında bir oğlu, Emel (1913), Nazan ve Suzan adlarında üç kızı olmuştu.

Sabur Sami Draz Bey’in ve ailesinin yaşantısı  tam bir batılı özellikleri taşımakta, çocukları üç yabancı mürebbiye tarafından yetiştirilmekteydi. Tuska adındaki Rus mürebbiye çocuklara Fransızca, Alman mürebbiye Emma Almanca ve İngiliz mürebbiye Lona da İngilizce öğretiyorlardı. 


Sabur Sami Bey’in 1909 yılında doğan oğlu Tarık, Tatbikat İlkokulu’nda okumuş, sonrasında St. Joseph Fransız Ortaokulu’nda, ve Robert Kolejde okumuştu. 1928’de mezun olduktan sonra da yüksek tahsilini Londra’da Mühendislik Fakültesi’nde yapmıştı. 1934’te mezuniyetinden sonra Türkiye’ye dönen Tarık Draz, Makina Yüksek Mühendisi olarak, 1936-39 yılları arasında İstanbul Belediyesi Atölyeler Müdürlüğü’nde, 1939-42 yılları arasında Ford Motor Co. Export İnc.’in Tophane’deki Fabrikası’nda Servis ve Satış Daireleri Şefliği, 1944-48 yılları arasında Sultanahmed Erkek Sanat Enstitüsü’nde Tatbiki Mekanik Öğretmenliği, 1948’de Sümerbank İplik ve Dokuma Fabrikaları Müessesesi Enerji Müdürlüğü’nde 1948-49 yıllarında yine Sümerbank’ın Alım Satım Müessesi Dış Alımlar Şubesi Müdürlüğü’nde, 1949-56 yılları arasında da Karayolları I. Bölge Müdürlüğü ve Nafıa Vekaleti Mıntaka Teknik Murakabe Dairesi Reisliği görevlerinde bulunmuştu.

 

İngilizce, Fransızca bilen, Silah koleksiyonu sahibi, tenis, futbol ve basketbol’ü seven, Moda Deniz Kulübü üyelerinden olan Tarık Draz, Şefika (Erman) Hanımla evlenmiş, 1941 yılında Mehmed adında bir oğlu olmuştu.

Sabur Sami Draz Bey’in kızı Nazan

7 Gün dergisi’ne kapak olmuştu.


Kızı Nazan, Ahmet Hulusi ve Muhammed Mukbil Ragıp Paşa’nın kızı Vecide Resa Hanım’ın oğulları mimar ve heykeltraş (Nihal) Yavuz Hulusi Görey (1912-1995) ile evlenmişti. Yavuz Hulusi Görey’i, ilk Türk Grafik Sanatçısı Ahmed İhap Hulusi Görey’in kardeşiydi, ayrıca TBMM’de II. ve III. Dönem İstanbul Milletvekilliği, IV. Dönem Erzurum, V. ve VI. Dönemde tekrar İstanbul Milletvekilliği yapan Amiral Prof. Dr. Hakkı Şinasi Erel’in (1868-1941) oğlu Prof. Dr. Ali Şinasi Erel (….-1990) ile evlenmiş olan Nevgece ve Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’nın oğlu Mahmut Nedim Oyvar ile evlenmiş olan Zeynep (1898-1993) adında iki kız, Nihat adında da bir erkek kardeşi daha vardı. Nihat ve baba Ahmet Hulusi Bey Mısır’da kalmış ve Nihat Mısır’ın en ünlü müzecisi olurken Görey ailesinin diğer fertleri 1924 yılında Türkiye’ye dönmüş, Moda’ya yerleşmişlerdi. 



Yavuz Görey, İstanbul Üniversitesi önünde, 19 Mayıs 1955 tarihinde düzenlenen bir törenle açılan Atatürk ve Gençlik Anıtı’nın heykeltraşlarından birisiydi. 1952 yılında Milli Türk Talebe Birliği’nin açtığı yarışmaya katılan 28 eserden, birinci seçilememiş, ancak ikinci seçilen Yavuz Görey ve Hakkı Atamutlu’nun tasarımının uygulanmasına karar verilmişti. Üçlü heykel grubundaki modern Türkiye’nin Türk kadınını temsil eden ileriye doğru bir adım atmış genç kız heykelinin modelliğini 1952 yılında Türkiye ve Avrupa Güzeli seçilen Günseli Başar yapmış, heykelde üzerinde helenistik bir tünik ve sağ kolunu havaya kaldırmış elinde bir meşale tutar şekilde gösterilmişti.


Türkiye ve Avrupa Güzeli Günseli Başar’ın, İbrahim Çallı’nın torunu ressam Yaşar Çallı tarafından 1971 yılında yapılmış Portresi, Günseli Başar’ın kızı Aslı Tunca Koleksiyonu’ndan


1953 yılında çalışmalarına başlanılan heykelin harcına katılarak kullanılması için Türk Sanat Müziği sanatçısı Gülter Biliş tarafından Atatürk’ün Selanik’teki evinden getirilen toprak kullanılmıştı. Genç erkek figürü için ise Şampiyonu Reşit Örer modellik yapmıştı.


Kumral, ince, narin ve hassas bir kız olan kızı Emel, at sporuna meraklıydı ve Moda’da eski arabacılardan Hristo’nun ahırında muhafa edilip bakılan “Alev” adını verdiği bir atı vardı. Emel, koyu gri renkli atına binerek Kadıköy ve Moda’da gezer, bazen Feneryolu’nda Fevzi Keskin ile çoğu zaman da Kızıltoprak’ta Mısırlı Prenses Zeyneb’in oğlu Prens Haydar olarak bilinen, iki kez Galatasaray Spor Kulübü Başkanlığı yapmış ve Ali Sami Yen Stadyumu’nun yapılmasında hizmetleri olan Ali Haydar Barşal ile manej çalışması yapardı. Ali Haydar Barşal, Salâh ve Hasene Cimcoz çiftinin beş çocuğundan [İbrahim, Bülent, Emel (Korutürk), Saynur (Aral)] en büyükleri olan Fatma Hanım ile evlenmişti.

Hassas bir genç kız olan Emel Draz, ne yazık ki erken yaşta vefat etmiş, Kadıköy’de yapılan ve uzun yıllar unutulmayan cenaze yürüyüşüne, atı Alev de siyah tüllere bürünmüş olarak katılmış, sahibinden sonra o da çok uzun yaşamamış ertesi sene o da birden sebepsiz bir şekilde ölüvermişti.


Sabur Sami Draz Bey, çok sevdiği kızı Emel’in sağlığında ona, Osmanlı Sarayı’nın modacısı Jean Botter’in Jean Botter’in Ağustos 1884’de 60.000 kuruşa Alman Hermann Joseph Oppenheim’ın (1817-1876) Paris’te yaşayan varisleri eşi Antoinette Chabert (1828-1890) ve çocuklarından satın aldığı, iki dönümlük arazi üzerinde kendisine ve kızları Louisa, Josephine ve Marie için yaptırdığı dört köşkten tek kagir olan Josephine ve kocası İngiliz uyruklu Avukat Alfred Rizzo’ya ait olan 97 numaralı pembe renkli köşkü satın almıştı. Rizzo’lar 1929 yılında kızları Vini ve oğulları Hute ile birlikte Avrupa’da yaşamaya karar verince, bu büyük kestane ağaçları arasındaki dik çatılı, eliptik kemerli pencereleri ve renkli camları ile peri masallarındaki evleri andıran köşklerini satışa çıkartmışlardı. Emel’in genç yaşta vefat etmesi üzerine de ev kız kardeşi Nazan’a intikal etmiş, ancak oturmadıkları ve boş kaldığı için kiraya verilmeye başlanmıştı.


Köşkte Eski Dahiliye vekili Şükrü Kaya, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ali Naci Karacan gibi isimler belirli dönemlerde kiracı olarak yaşamışlardı. Köşkte bir dönem kiracı olarak oturan Dahiliye Nazırı Şükrü Kaya, Rizzo’lar ile Lythe’lerin köşkü arasında kalan araziyi satın almış ve kendisine bir ev yaptırtmıştı. Rizzo Köşkü’nü, daha sonra sinemacı Kadri Cemali Sümer Bey* satın almış ve köşke uzun süreden sonra bir canlılık gelmişti. Kadri Cemali Bey’in ölümünden sonra 22 Mayıs 1968 tarihinde açılan “Altın Raket” adlı bir restoran olarak işletilmiş, yangın tehlikesi geçirmiş, ardından bir gece aniden yıkılarak yerine betonarme bir apartman inşaa edilmişti.

* Kadri Cemali Sümer : Kadri Cemali Sümer Bey sinemacılıkta isim yapmış, Beyoğlu’nda da sinemaları olduğu için Sinemacı Kadri Bey olarak ün salmıştı. Kadıköy’de Süreyyapaşa Sineması’ndan sonra yaptırdığı Opera Sineması son derece lüks ve zevkli bir bina idi. Sinema binasının bulunduğu yerde 1920’li yıllarda Sultan Hamid’in ahvadından bir ailenin oturduğu üç katlı, beyaz boyalı, önünde bir bahçesi ve çam ağaçları bulunan büyük bir konak vardı. Bir sebeple aile evden ayrılmış, Göztepe istasyonuna yakın bir eve taşınmıştı. Desenli yüksek tavanları, bazı odaları çepeçevre ayna kaplı, geniş salonları olan Konak son derece görkemli idi. Aile Göztepe’ye taşındıktan sonra bu bina yıkıldı, antika eşyaları haraç mezat satıldı. Fransız, İngiliz, Rum açıkgöz alıcılar antikaları topladıkları gibi sökülen binanın bazı kısımlarını da yurt dışına çıkardılar. Muhteşem konağın yerinde Canan Sokağı’na kadar uzanan meyilli boş bir arsa kaldı. Kısa süre içinde yapılan derme çatma kulübelere fakir halk gelip, yerleşti. Ağaçlar kesildi, güzelim bahçe konakla beraber yok olmuş, eski halini bilenler için tanınmaz hale gelmişti.

Kadri Cemali Sümer Bey, bu arsaya Opera Sinemasını yaptı ve 1938 yılında büyük bir merasimle açıldı. İlk film olarak devrin en sevilen çitfi Nelson Eddy ve Jeanette Macdonald’ın çevirdikleri “Seviştiğimiz Günler” filmi halka gösterildi.


Sinema binası çok lüks inşa edilmiş, Balkanların en güzel yapısı olarak isim yapmıştı. Sinemaya rağbet günden güne arttı. Bilet bulmak güçleşti. Devrin gençleri birbilerini görebilmek için her cumartesi gecesi en temiz ve güzel kıyafetlerini giyer, günlerce önce bilet alır, o gece sinemada hazır bulunurlardı. Bu durum adeta bir gelenek halini almıştı. Kadri Cemali Bey’in ölümünden sonra müessesenin bakımı da işletmeciliği de her yıl biraz daha geriledi. Masrafını karşılayamaz oldu. 1976 yılında o güzel sinema binası yıkılarak yerine Opera Pasajı yapıldı.

Kadri Cemali Bey’in kardeşleri İzzet ve Ali Cemali 1939 yılında Ankara Ulus Sineması’nın başına geçtiler. Ağabeyleri Kadir Cemali Bey 1921 yılında İstanbul Şehzadebaşı’nda bulunan Milli Sinema’nın işletmeciliğini yaparak bu işe girmişti. Kardeşleri ise ağabeylerinin yanında işi öğrenmişlerdi. İstanbullu kardeşlerle birlikte Ulus Sineması, S.A.İ Sinemacılık Komandit Şirketi tarafından çalıştırılmaya başlandı. Oynattığı kaliteli filmlerle Ankara’da kaliteli seyircisi kitlesine hitap eden Ulus Sineması’nda filmlerin yanı sıra, dönemin ünlü sanatçılarının katıldığı konserler, toplantılar gibi organizasyonlar da yapılırdı. Soysal Apartmanı’nın Ulus Sineması’nın da içinde bulunduğu 3 binası 1967 yılında yıkıldı. Ulus Sineması da böylelikle tarihe karıştı. Seks filmleri furyasını görmeden, başladığı kalite ile bitirmeyi becerebildiğinden Ulus Sineması bir bakıma şanslı sayılabilir. Sinemayı hatırlayanların belleğinde hep iyi olarak hatırlanmasının nedeni budur. Sinemanın yerinde günümüzde Soysal Çarşısı bulunmaktadır. 

Jean Botter’in mimar Raimondo D’Aronco’ya yaptırdığı kızı Marie ve damadı Smith-Lyte’nin sahip olduğu köşkü de Sabur sami Draz Bey’in erkek kardeşi Nurullah Sami Bey 1931 yılında 17.000 liraya satın almıştı. Servet Hanım ile evli olan Nurullah Draz’ın Sami adında bir oğlu Kâmuran (Büyükkayra) adında da bir kızı vardı.




  Sabur Sami Draz, 6 Eylül 1958’de vefat emiş, cenazesi Moda’daki evinden kaldırılarak Kadıköy Osmanağa Camii’nde kılınan namazından sonra Karacaahmet Mezarlığındaki aile kabristanına defnedilmişti.
Fenerbahçesi kayalıklarından Moda burnu
Uçaktan çekilen bir fotoğrafta Kalamış koyu, Fenerbahçesi, Kurbağalıdere,
Moda burnu ve yangın yeri

Semt sakinleri geç saatte itfaiyenin acı acı çalan siren seslerini duyup, ardından gökyüzünü kızıla çeviren alevleri farkettiklerinde, olay yerine koşturmuşlardı, çoğunun eşi dostu vardı belki de o evlerde. İtfaiye fazla sokulmalarına izin vermemiş, onları Devriye Sokağın başında 6 numaralı Ziya Kocainan evinin önünde yolu keserek öteye salmamıştı. Herkes birbirine soruyor, yangını nasıl çıktığını merak ediyor bir yandan da üzgün bakışlarla yok olup giden, alevlerin yuttuğu o güzelim binalara bakıp gözyaşı döküyordu. Muhtemelen o meraklı kalabalığın içinde biri vardı ve meslektaşım olması hasebiyle öyle hissediyorum ki (ben öyle hissederdim zira) diğer meraklı insanlardan daha derin bir acı yaşıyordu. O kişi Atamızın kabrini projelendiren mimarlardan, Emin Onat’tı ((1910-1961), Anıtkabir projesini Orhan Arda ile birlikte hazırlamışlardı. Yakınlardaki Küçük Moda’daki evinden alevleri görmüş ve kısa sürede olay yerine gelmişti.


Mehmet Emin Halid Onat, Küçük Moda’da Saint-Joseph Fransız Lisesi’nin deniz tarafındaki duvarlarının hemen altında, okulun deniz tarafındaki ahşap çatılı hangarlarının hizasında, o zamanlar olmayan günümüzün Şehit Cem Nuri Başgil sokak ile günümüzde Emin Onat olarak anılan sokak arasındaki 26 Ada’da, 1936 yılında Atatürk’ün daveti ile Türkiye’ye gelen Fransız mimar Henri Prost’un (1874-1959) yeni konut gelişmelerinin Taksim-Maçka arasında Maçka-Beşiktaş-Mecidiyeköy üçgeni içinde Kurtuluş sırtlarında, Anadolu Yakası’nda ise Moda ve Marmara sahillerinde olmasını düşünerek hazırladığı Nazım Planı ile, imara açılıp onun hazırladığı İfraz (bir toprak parçasının parsellere ayrılması, bir araziyi parsellere bölmek) Projesi ile, ayrılan parsellerden denizden sadece 28 metre yüksek olan düzlükteki birini satın almış, bu Kalamış ve Moda Burnu manzarasına hakim arsaya, 1944 yılında kendi projelendirdiği bir ev yapmıştı.


Prost’un 1937-1951 yılları arasında 6000 hektar alan için Nazım Planı, 3000 hektar alan için İmar Planı, 650 hektar alan için Detay Planları hazırladığı bu proje İstanbul kentinin mekansal yapısı üzerinde belirleyici bir etki yapmış, sonraki yıllar boyunca İstanbul kentini yeniden tasarlarken asıl tarihi dokuyu geri dönülemeyecek şekilde büyük oranda ortadan kaldırdığı gerekçesi ile çok tartışılmıştı, zaten kendisi de bunu “Nazım Plan Açıklama Raporu”nda;

“Hala boş olan arazilerde bütünüyle yeni semtler yaratmak; hızlı ulaşım araçlarıyla donanmış, havadar konutlardan oluşan semtler, istimlaki yukarı doğru gerçekleştirerek, yeni semtlerde yapılabilecek kadar konutu eski semtlerde yıkmak. Daha sonra eski semtleri yeni bir plan üstünde yeniden inşa etmek” şeklinde açık etmişti.

1938 tarihli Jacques Pervititch Sigorta Haritası’nda Emin Onat’ın satın aldığı ve evini inşa ettiği parsel.
Haritada, 26, 27, 28, 29 numaralı adalar üzerinde “İfraz Prost” yazıları görülmekte. 

Mehmet Emin Halid Onat, 1943 yılında Ordinaryüs Profesör olmuş, 1944 yılında ise Yüksek Mühendis Mektebi, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürüldüğünde oluşturulan Mimarlık Fakültesinin ilk Dekanı olmuştu. Moda’daki evini de aynı yıl inşaa etmişti.

Yüksek bir bodrum katı üzerine tek katlı, ahşap konsollarla taşınan beşik bir çatının altında neredeyse tüm cepheyi kaplayan ve içeri çekilerek genişletilen manzaraya hakim büyük bir teras yerel mimarinin estetiğini ve geçmişe özlemi yansıtır. Cephede ve evin genel tarzında yerel özellikler dikkati çekerken, evin iç mekanında modernist bir planlama hakim kılınmıştır.

Mehmet Emin Onat bu yaklaşımını 1952 yılında, neredeyse Anıtkabir’den sonra onun en bilinen, inşaasından 20 yıl kadar sonra, Ankara G.E.E.A.Y.K. Gayrimenkul Eski Eserler, Anıtlar Yüksek Kurulu’nun 123 sayılı kararı ile tescillenmiş ve koruma altına alınan ve 2. Mimarlık Akımı’nı temsil eden ustalık eseri, ilk Türk Şarap Üretim Tesisleri olan Kavaklıdere Şarapları’nın sahibi Hukuk Fakültesi mezunluğu yanısıra İsviçre’de İnşaat Mühendisliği, İktisat ve Ticaret eğitimi alan Mehmet Cenap And (1894-1982) için Ankara, Kavaklıdere Atatürk Bulvarı No:239’da yapmış olduğu evde de göstermişti.



Mehmet Cenap And, Jön Türk hareketinin öncülerinden, 1920 yılı Meclis-i Mebusan 6. Dönem Bolu Mebusu ve TBMM I. Dönem Bolu, II. ve III. Dönem Zonguldak Milletvekili, Tunalı Hilmi Bey’in İsviçreli Julietta hanımdan olan kızı, Sevda And (1902-1958) ile 1928 yılında evlenmişti.

Mehmet Cenap And, 1941


Sevda And ne yazıktır ki 1958’de bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş, bu güzel evde çok fazla yaşayamamıştı. 50’li yıllarda dünyaca ünlü solist ve orkestra şefleriyle yapılan konserlere ev sahipliği yapmış Cenap And Evi, dış cephede her ne kadar geleneksel Ankara Evi özelliklerini, cephede ilk göze çarpan ve karakter katan, ahşap bindirme tekniği ile dışarı doğru çıkma yapmış ikinci katıyla, alaturka kiremit kaplı beşik çatısı, basık kemerli giriş kapısı, beyaz kireç badanası ve ahşap kepenkleri ile, gösterse de, iç mekandaki modern mekan çözümlemeleriyle dikkat çeker.

Zemin katta odalar ve servis mekanları iki kat yüksekliğindeki L planlı salonun ve yemek odasının dışında kalır ve ikinci katın altına gizlenmiştir. Salonun bir köşesinde bulunan bir merdivenle çıkılan ikinci kattaki korkuluklarla sınırlandırılmış dikdörtgen galeri bir taraftan salona bakarken, diğer yönde de ahşap bindirmeler ile dışarı doğru çıkma ile genişletilerek ve kullanılan büyük camekanlarla caddeye bakar. Bolca ışıklandırılan bu galeriden alttaki servis alanlarının üzerine yerleştirilmiş olan yatak odalarına geçilir.

1935 yılında Kavaklıdere ve Cenap And evinin inşa edildiği yer.
1968 yılında bu kez eski Milli Eğitim Bakanlarından Avni Başman’ın kızı Cevza Başman ile evlenen Cenap And’ın 1982’de vefatından sonra onunla müzik aşkını paylaşan eşi Cevza And, 1973 yılında kurulan Sevda-Cenap And Müzik Vakfı bünyesinde Uluslararası Ankara Müzik Festivali’ni başlatmıştı. Cenap And Evi o tarihten itibaren de bu festivale ev sahipliği yapmaktadır. Cevza And’ın 6 Aralık 1988’de vefatından sonra da gerek Kavaklıdere Şarapları A.Ş.’nin gerekse Sevda-Cenap And Vakfı’nın başkanlık görevini Cevza Hanım’ın kardeşi Mehmet Başman (1929-2016) yürütmeye başlamıştı.

1938 yılının Kavaklıdere’si ve Cenap And evinin inşa edildiği arsa.
Karşı sırada zemin katındaki beş kemerli yapısıyla Yugoslavya Elçilik Binası,
arka sırtta ise haşmetli yapısıyla Fransız Sarayı.
Mehmet Emin Halid Onat, ardında çok sayıda eser bırakmış olmakla birlikte, gerek İstanbul Küçük Moda’daki kendi evi, gerekse Ankara Kavaklıdere’deki Cenap And Evi ile gönlünde yatanın aslında yerel mimari olduğunu çok açık bir biçimde vurgulamıştı.





Mehmet Emin Halid Onat’ın 17 Temmuz 1961’de vefatından sonra pek kullanılmayan Küçük Moda’daki evi yıllar içerisinde metruk bir harabeye dönmüşken, son yıllarda, eğitime özgün alternatifler üretme çabasında olan bir grup ebeveyn’in oluşturduğu “Başka Bir Okul Mümkün (BBOM) Derneği”nin vizyonlarına uygun çabaları sonucunda, tekrar hayata döndürülmüş, yenilenmiş ve pırıl pırıl bir vaziyette, Derneğin açtığı “Koşan Kaplumbağa Anaokulu”na ev sahipliği yapmaktadır.

Mehmet Emin Halid Onat, kendi evinini inşaasından önce 1939 yılında başlayıp 1941 yılında bitirdiği, belki de ilk yaptığı özel villa İstanbul Göztepe’de o zamanların ünlü inşaat müteahhitlerinden Mühendis Osman Hazik ve Zeliha Ziyal ailesi için projelendirdiği ve adını kızlarından alan Villa Meral’di. Günümüzde Bağdat Caddesi üzerinde tam Göztepe kavşağında yer alan ve hala ayakta olan ancak ranta kurban edilerek, ön ve arka bahçesine yapılan yüksek katlı blokların arasında sıkışıp kaybolan, son günlerde de bir kebapçı tarafından kullanılmaya başlanan Art Deco tarzındaki bu villa  tüm özelliklerini yitirmiş vaziyettedir. Meral (Babaoğlu), Esen (Gürel) ve Sezen (Wilson) adlarında üç kızı olan Osman Hazik Ziyal, 9 Şubat 1979’da vefat etmişti.
İstanbul Göztepe Villa Meral.
Fotoğraflar: Arkitekt, Cilt:1941, Sayı:1941/42-07-08 (127-128), ss.145-150 

Büyükada’da 1906 yılında İngiltere’deki “Yacht Club”ın bir şubesi olarak, bir Yat Kulübü kurulmuştu. Kulüp, İngiliz Uyruklu Fransız Avukat Edwin Pears tarafından satın alınan ve  Yeorgios ve Nikolaki Zarifis kardeşlerin Köşkü’nün (günümüz Anadolu Kulübü’nün kapladığı alan) yanındaki sarı renkli Lebbe Evi’nde kurulmuştu.


4 yıl sonrasında 1910’da kurulan Moda Türk-İngiliz Yat Kulübü de hemen Moda İskelesinin karaya bağlandığı noktada hemen deniz kenarında yer alan, ilk sahibi 1898-1906 yılları arasında Van Valiliği yapan İşkodralı Tahir Paşa’nın oğlu Cevdet Tahir Bey’in sahip olduğu yakacak odun deposu olarak kullanılan bina

Avukat Kıbrıslı Hacı Sofuzâde Celal Bey tarafından satın alınıp betonarme 3 katlı bir eve dönüştürülmüş binaya kiracı olarak taşınmış ve bu kiracılık uzun yıllar sürmüştü.

Kulüp kiracı olmadan önce binanın üst katında Sofu ailesi yaşarken alt katlarını da bir gazinoya kiraya vermişlerdi.


Avukat Celal Sofu Bey, sonraki yıllarda uzun süre Kulübün Yönetim Kurulu üyeliğinde de bulunmuştu. İstanbul’un tanınmış avukatları arasında bulunan varlıklı, kültürlü bir salon adamı olan Celal Sofu, 14 Ekim 1918’de “Tepedelenliler” ailesinden Miralay Ziya Bey’in kızı Melek Hanımla (1896-1976) evlenmiş ve sonradan baba mesleğini seçmiş olan Ziya adında da bir oğulları olmuştu.

Melek, babası Miralay Ziya Bey ile

Melek Sofu, ilk Türk kadın ressam ve heykeltıraşlarındandı ve resim ve heykel sanatı dışında, işleme, hat, tezhip gibi el sanatları ile de ilgilenmiş, eski hat ustalarını, Türk işlemeleri ve süslemelerini dünyaya tanıtan kitaplar yayımlamıştı.

Yahya Kemâl Beyatlı, Melek ve Celâl Sofu, Sarıyer Altınkum Plajında, 31 Temmuz 1934
Fotoğraf: Doğan Paksoy Koleksiyonu

Sofu ailesinin özellikle de Melek Sofu Hanım’ın şair Yahya Kemal Beyatlı ile yakın dostluğu vardı.

Yahya Kemal’in 1 Kasım 1958’de vefatının hemen iki gün sonrasında, gazeteci Şemsi Küşeyri (1926-1988) Yeni Sabah Gazetesi’nde 4 Kasım’dan 22 Kasım’a kadar tefrika edilen “Yakın Dostları Yahya Kemal’i Anlatıyor” yazı dizisine konuk olan Melek Hanım Yahya Kemal ile dostluklarını şöyle anlatmıştı;

“…Yahya Kemal Bey’le İstanbul’un işgal senelerinde tanıştım. Kemâl Bey, merhum kocam Celâl Bey’in arkadaşı idi. Yeni evliydik. Bir gün Moda burnunda ağacın altında kocamla beraber duruyorduk. Karşımızda İstanbul bütün haşmetiyle ve o günlerin içe hüzün veren yaralı haliyle uzanmıştı. Yahya Kemal Bey yanımıza geldi. Kendisini ilk defa orada gördüm. Hiç unutmam. Kemâl Bey, uzun uzun İstanbul’a baktı ve aynen şunları söyledi: ‘Ah, Canım İstanbul… Seni her vakit müstesna bir şahıs kurtarır, yine o kurtaracaktır.’ Nitekim Yahya Kemâl Bey’in dediği gibi oldu. Memleketi Onun çok sevdiği Mustafa Kemâl kurtardı.”

Melek Sofu’nun yaptığı oğlu Ziya Sofu’nun portresi

“…O günden sonra bize sık sık gelir, giderdi. Evimizin en kıymetli, en hürmekt ettiğimiz misafiri idi. Bu dostluğumuz kocamın vefatından sonra devam etti. Bakın 40 sene olmuş. Hani 40 yıllık dost tabiri, bizim için kullanılabilir. O, hem neşeli, hem de kederli günlerinde bize gelirdi. Son defa hastaneye yatmadan bir kaç gün önce gelmişti. Bana ‘Melek Sultan’ derdi. Bize gelmediği günler sabahları telefonla konuşmayı itiyad edinmiştik.

Merhum çok hassas ve titizdi. Onun için kendisiyle görüşürken çok dikkat ederdim. Onun bütün kaprislerini bilirdim. Bunun içindir ki, çok alıngan olan mizacına rağmen aramızda en küçük bir dargınlık veya kırgınlık olmazdı. Son senelerde ben Almanya’da bulunduğum için, sık sık görüşemedik. Fakat bana yaradı.”

Üsküdar Atik Valide Camii

“...Kemâl Bey kadar İstanbul’u sevene rastlamadım. Onun en sevdiği yerler, Kocamustafapaşa, Süleymaniye, Üsküdar ve Boğaz’dı. Kocamustafapaşa için ne güzel bir şiir yazmıştı. Onunla sık sık Üsküdar’a giderdik. Üsküdar’ı ben Yahya Kemâl Bey vasıtasıyla tanıdım ve sevdim. Her köşesini, her sokağını bilirdi. En çok Atik Valide Camii’ne giderdik. Bir gün Atik Valide Camii’nde idik. Kemâl Bey birden durdu, durdu ve:

ATİK VALİDE

-Aziz Melek Celâl’e-

‘Yine birlikte, bu mevsimde,

Atik Valide’deyiz

Yine birlikte, bu mevsimde,

Gezip, sezmedeyiz.

Bu çınarlarla siyah servilerin

gölgesini,

Bu şadırvanda suyun sanki

ledünni sesini…’

Fakat merhum, bir türlü bu şiiri tamamlayamamıştı.”


Melek Sofu Moda burnu yağlı boya tablosu

“…Onun için hodbin diyenlere, haşin diyenlere rastladım. Fakat ben, ne haşinliğini ne de hodbinliğini gördüm. O kadar kibardır ki… Bilhassa kadınlar için enteresan fikirleri vardı. Kadınlara acırdı diyebilirim.

‘Tabiat zaten onları zayıf yaratmış, onlara karşı hürmetle karışık bir şefkat göstermek lazımdır’ derdi.

Kalbinde namütenahi sevgi ve şefkat beslerdi. Acizlere karşı da sonsuz bir merhameti vardı.”


Yahya Kemâl Bey, hissi meselelerde çok hassas ve aşıklara karşı hürmetkardı. Bu hususta fevkalâde tolerans sahibi ve ketumdu. Bir gün dahi başkasının sırrını ifşa ettiğine raslamadım. Başkasının hislerine karşı o kadar hürmetkar olmasına rağmen, kendi hissi meselelerinde çok kışkançtı.

Onun her mısraının altında bir aşk yatar. Çok sevdiğini biliyorum. Güzel kadınlara karşı zaafı vardı. Fakat hiç birisi ona tesir eden, ‘Büyük Aşkını’ unutturamadı. Belki de bunun için evlenmedi.”


Ayşe Celile Hanım (1880-1956)
Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa'nın (Karl Detroit) kızı Leyla Hanım ile
dilci ve eğitimci Hasan Enver Paşa’nın kızıdır.

“Kemâl Bey’in niçin evlenmediğini tam olarak izah edemem. Ancak çok seneler evvel Celile Hanım isminde (ressam Ayşe Celile Hanım, Nazım Hikmet’in annesidir ve Yahya Kemâl Bey, Nazım’a ders vermek için gelip gittiği sıralarda, Ayşe Celile Hanım Hikmet Bey ile daha evliyken tanışmış ve ilk görüşte aşık olmuştur.) çok güzel bir kadına aşık olduğunu ve kendisiyle evlenmek istediğini biliyorum. Bu izdivaca Yahya Kemâl Bey arkadaşlarının mani olduğunu söylerler. Kemâl Bey, Celile Hanım’ı çok severdi. Öyle sanıyorum ki, Yahya Kemâl Bey Celile Hanım’la evlenemediği için bir daha evlenmedi.”


“1934’de Avrupa’dan dönüşünde bir müddet bizde kaldıktan sonra yanımızdaki evi kiraladı. Bana her zaman Moda’nın baharına doyamadığını söylerdi. O tarihlerde

Moda’da Mayıs’ adlı şiirini yazdı.”


Şafaktan önce uyandım,

bahar odamdaydı…


Mayıs çiçekleri etrafa öyle

bir yandı…


Melek Sofu Moda plajı yağlı boya tablosu

1946 yılında Celal Sofu’nun ölümünden sonra Melek Hanım ikinci evliliğini Alman Doktor Lampe ile yapmış ve Münih’te yaşamaya başlamış, 15 Eylül 1976’da vefat etmişti.

Celal Sofu’nun ölümünden sonra Kulüp binasının mülkiyetinin dörtte üçü oğlu Ziya Sofu’ya, dörtte bir hissesi de Melek Celal Hanım’a kalmıştı. Melek Hanım’ın vefatı ile de kulüp binasının tümü Ziya Sofu’ya intikal etmişti. Ziya Sofu, Kulüple yaşadığı sorunlar nedeniyle 22 Nisan 1980’de binayı 39 milyon liraya Mustafa Özkan’ın sahibi olduğu Son Oto-Oto Alım Ticaret Dağıtım ve Sanayi A.Ş. ye satmıştı.


Mehmet Emin Halid Onat, 1935 yılında kurulan Moda Deniz Kulübü’nün üyeleri arasında yer almış, 1946 yılında Muhsin Erdener’in Başkanlığı, Zeki Rıza Sporel’in Reis Vekilliği yaptığı 9 kişilik Yönetim Kurulu’nda ve 6 Nisan 1952’de yapılan Kulüp seçimlerinde bu kez Zeki Rıza Sporel Başkanlığındaki Yönetim Kurulu’nda da görev almıştı.

Zeki Rıza Sporel ve üç arkadaşı 15 Temmuz 1953’te %35 payın Zeki Rıza Sporel’e ait olduğu 500.000 lira sermaye ile Moda Turistik Otel ve Tesisleri Türk Ltd. Şti. kurulmuş, Kulübün ilk binası yetersiz gelmeye ve mal sahibi Sofu Ailesi ile bazı uyuşmazlıklar yaşanması üzerine 1955 yılında yapılan genel kurulda eski binadan çıkma fikri ortaya atılmıştı.

Moda Turistik Otel ve Tesisleri Türk Ltd. Şti. 

kuruluşundan hemen sonra, ilk olarak Moda Burnu’nun meyilli arazisindeki falez nitelikli arsaları satın alarak işe başlamış, eski kulübe bitişik olan arazi de satın alınarak, bazı kısımlar denizden doldurularak, 12 dönümlük bölüm Moda Turistik Otel ve Tesisleri Türk Ltd. Şti. adına, Kulüp Binası’nın bulunduğu alanın 2 dönümlük kısmı da Hazine adına Tapu’ya tescil ettirilmiş, o arazi üzerinde yeni kulüp binası, burun tarafında da bir otel ve marina planlanmış, bunun için de Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Emin Onat’a projelendirme işi verilmişti.


Emin Onat’ın Moda Deniz Kulübü Projesi’nin Yusuf Z. Ergüleç tarafından yapılan maketi.
Kaynak: SALT Arşivleri 

Moda Deniz Kulübü’nün günümüzdeki binasının inşaatına, 1954-1957 yılları arasında Demokrat Parti’den İstanbul Milletvekili olan Mehmet Emin Halid Onat’ın 1956-1957 yıllarında hazırladığı proje ile başlanmış, ancak inşaat 1960 yılında durdurulmuştu.

Moda Deniz Kulübü İnşaatı


Uzun yıllar betonarme karkas bir iskelet olarak kalan kulüp binası 1980 yılından sonra devam etmiş ve 1983 yılında bitirilebilmişti. Kulüp kuruluşundan 48 yıl sonra yeni binasına kavuşmuştu. 1996 yılında Moda Turistik Otel ve Tesisleri Türk Ltd. Şti.’nin üzerinde bulunan 12 dönümlük arazi Moda Deniz Kulübü mülkiyetine geçirilirmiş, Kulüp Binası’nın bulunduğu, Hazine’ye ait olan ve her yıl kiralanan 2 dönümlük arazi üzerinde ise 1997 yılında 30 yıllık irtifak hakkı tesis edilmişti.

Moda Deniz Kulübü, 1990
Köşesinde halkın barikatların ardında bekleşip pür dikkat yangını izlediği sırada Ali Ziya Kocainan ve eşi Semiramis hanım da yangını evlerinin balkonundan büyük bir üzüntü ve endişe içerisinde izliyorlardı. Bilinmez belki de o gece evliliklerinin 28. yılını sürdüren, Ankara Keçiören’de yaşayıp da, yaşantıları Ankara ile İstanbul arasında geçen kızları Nesrin Ayşe (1910-1985) ve damatları Ziraat Mühendisi Mehmet Ali Bağana ve çocukları Bülent (1929) ve Hatice (1932) de onlarla birliktelerdi ve bu felakete onlarda tanık olmuşlardı.

Ali Ziya Kocainan öğrencilik yıllarında
Fotoğraf: SALT Araştırma, Said Bey Arşivi

1881 doğumlu Ali Ziya Kocainan, 1906’da Hendese-i Mülkiye’den birincilikle mezun olmasının ardından Defterhane ve Devlet Demir Yolları gibi kurumlarda mühendislik yapmış, İstanbul Evkaf İdaresi Baş Mimarı ve İstanbul Belediyesi İmar Müdürü olarak çalışmıştı.

Ali Ziya Kocainan, Devriye sokak No:6’daki evinin salonunda.
Fotoğraf: SALT Araştırma, Said Bey Arşivi

Ali Ziya Kocainan, Mekteb-i Sultânî mezunlarından, aynı okulda Fransızca hocalığı, Bâb-ı Âli’de ve sarayda tercümanlık yapmış olan, 1920’lerin Şişli’sinde yaşadığı evinde piyano bulunan, sinemaya gitmeyi seven, çocuklarına Fransız matmazelden dil dersleri aldıran, sürekli olarak da ajanda tutup, siyaset haricinde, çarşıdan aldığı kerevize, çocuklarına aldığı bonbona kadar her şeyi, günlüğüne kaydeden, dönemin entellektüellerinden, bir Osmanlı beyefendisi olan Mehmet Said (Tez) Bey (1865-1928) ve Adviye Hanım’ın kızı Fatma Semiramis Hanım ile evlenmiş, çiftin Nesrin Ayşe (Bağana), Güzin (Kocabaş) adlarında iki kızı ve Cemil adında bir oğulları olmuştu.


Ali Ziya Kocainan’ın Devriye sokak 6 numaralı evi, Moda Deniz Kulübü’nün
hemen arkasında ağaçlar arasından görülmekte.

Ali Ziya Kocainan’ın 1932’de İstanbul’da dünyaya gelen torunu Hatice (Bağana) Gonnet bir Hititolog olmuştu.1950’lerde babası Mehmet Ali Bağana’nın Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’ndeki (OECD) görevi nedeniyle Paris’te bulundukları sıralarda arkeoloji ve sanat tarihi okumuş, Fransa’da uzun yıllar araştırma kurumlarında çalışmış, École de Louvre’da Hititler ile ilgili dersler vermişti. Hatice (Bağana) Gonnet

Anadolu’da birçok kazıya ve araştırmaya da katılmıştı.


Ali Ziya Kocainan’ın Devriye sokak 6 numaralı evi, Moda Deniz Kulübü’nün
hemen arkasında görülmekte. Önde sağda ünlü Koço Restoran’ın terası.
Ali Ziya Kocainan, Celal Esad Arseven’in başkanı olduğu Kadıköy Halkevi’nin Mimarlık Şubesini yönetmiş, günümüz İstanbul Teknik Üniversitesi’nin geçirdiği dönüşümlerin canlı tanığı olmuştu. 1906 yılında Hendese-i Mülkiye’de başlayan eğitimciliği, okul 1909’da Mühendis Mekteb-i Âlisi olduğunda, 1928’de Yüksek Mühendis Mektebi olduğunda da devam etmiş, 1945’te İstanbul Teknik Üniversitesi olduktan bir yıl sonra da emekli olmuştu. Emekli olana kadar okulun tüm aşamalarında bulunmuş, inşaat bilgisi, tasarı geometri ve mimarlık tarihi dersleri vermişti. Ali Ziya Kocainan, önce Yüksek Mühendis Mektebi Müdürü, İstanbul Teknik Üniversitesi olduktan sonra da ilk rektörü olan, Leyla Taylan Baydar hocamın babası, aynı okulun 1907 mezunu Ord. Prof. Osman Tevfik Taylan (1884-1976) ile birlikte çalışmıştı. Mimar Kemaleddin’in hem öğrencisi hem de iş arkadaşı olan Ziya Kocainan, Clemens Holzmeister tarafından tasarlanan ve yapımı 1934’te tamamlanan Nafia Vekaleti (Bayındırlık Bakanlığı) binasının müteahhitliğini de üstlenmişti. Ziya Kocainan, 1939 yılında “Mimar Sinan ve XX. Asır Mimarisi” adlı bir de kitap yazmıştı.

Kartpostal: SALT Araştırma, Said Bey Arşivi

25 Şubat 1936’da Ziya Kocainan adına Devriye Sokak 6 Moda-Kadıköy / İstanbul adresine “Londra’dan hürmet ve selamlar” yazarak bu kartpostalı gönderen Tevfik, muhtemelen Ziya Kocainan’ın yakın aile dostlarından Tevfik Haccar Taşçı’ydı.
Ali Ziya Kocainan, Tevfik ve Vecihe Taşçı (Gökçen) kardeşler ile birlikte Moda İskelesinde.
Fotoğraf: SALT Araştırma, Said Bey Arşivi

Tevfik Haccar Taşçı, (1889 - 6 Kasım 1979) Hüseyin Bey ile birlikte Fenerbahçe Spor Kulübü’nün ilk kadrosunda yer alan futbolculardan biriydi. Forvet mevkiinde oynuyan Tevfik Bey, 1909 yılı Ocak ayında Moda’daki Zamopulos Gazinosu’nda yapılan kulüp toplantısında, henüz 20 yaşında kulübün 3. başkanı (1909-1910) seçilmiş ve Sultan Abdülaziz’in torunu Şehzade Ömer Faruk Efendi’den sonra kulübün en genç 2. başkanı olmuştu. Tevfik Haccar Taşçı, Halep eşrafından ve İstanbul'un tanınmış tüccarlarından Haccarzâde Hacı Ömer Efendi ve Hasna Hanım’ın oğlu olarak 1889’da İstanbul’da doğmuştu.

Tevfik Haccar Taşçı alt sırada en solda.


Fenerbahçe Spor Kulübü’nün amblemini Penaltı Kralı olarak bilinen Topuz Hikmet çizmiş, Tevfik Haccar Taşçı tarafından 1910 yılında İngiltere Manchester’de yaptırılmıştı.

1911’de askerliğini yaparken Trablus cephesinde çarpışan Tevfik Bey, I. Dünya Savaşı sırasında Süveyş Kanalı Muharebelerine katılmış ve İngilizlere esir düşerek, Malta Adası’na sürgün edilmişti. Malta’da dönemin birçok ünlü ismiyle birlikte esir kampında kalan Tevfik Taşçı, kampta 1914-1920 yılları arasında görev yapan ve kampta tanıştığı esirlerden tuttuğu günlüğe birşeyler yazıp, çizmelerini isteyen İngiliz subay George H. Salter’in defterine ingilizce olarak Shakespeare’in “Kral II. Richard” oyununun 2. perdesi, 3. sahnesinde geçen şu cümleyi yazmıştı;

(I count myself in nothing else so happy as in a soul remembering my good friends)

“İyi arkadaşlarımı hatırladığımdaki mutluluğumu başka hiçbir şeyde bulamıyorum.”


Savaşın bitiminde Türkiye’ye döndüğünde 1921 yılınan itibaren Fenerbahçe Spor Kulübü’nün “Müssesan Dönemi” (Kurucular Dönemi) denilen üç kişilik Yönetim Kurullarında uzun bir süre mühasip (sayman) üye olarak katılmıştı. 

Tevfik Haccar Taşçı’nın, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne diğer bir hizmeti ise tenis branşının yayılmasına ve sevilmesine vesile olmasıdır. 1918 yılında Fuat Hüsnü Kayacan'ın önderliğinde Kuşdili Çayırı’nda başlayan Fenerbahçe Tenis Takımı, Türk Tenis Sporuna, aynı zamanda futbol da oynayan Zeki Rıza Sporel, Sabih Arca, Galip Kulaksızoğlu, İsmet Uluğ ve Selahattin Cihanoğlu gibi değerli tenişçiler kazandırmıştı.

1939 yılında Kurbağalıdere ve Fenerbahçe Stadyumu

Tevfik Haccar Taşçı’nın da Malta dönüşünde katıldığı takım, İşgal ve Mütareke yıllarında yabancı takımlar karşısındaki galibiyetlerle haklı bir şöhret kazanmıştı. 31 Martı 1921’de Amerikalıları, 24 Haziran 1921’de İngilizleri, 28 Temmuz’da da Beyoğlu’nun seçkin yabancı tenisçilerini yenen takım, 19 Eylül 1922’de Beşiktaş’ta Jandarma Okulu’nun kortlarında tertip edilen ilk İstanbul Tenis Şampiyonası’nda teklerde Zeki Rıza Sporel’in, çiftlerde de Galip Kulaksızoğlu ve Tevfik Taşçı’nın galibiyetiyle Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin eşi Sabiha Sultan’ın ödül olarak ortaya koyduğu kıymetli bir vazoyu Fenerbahçe Müzesi’ne kazandırmışlardı. Günümüzde Moda’da Hüseyin Bey ve Lütfi Bey sokakları arasında, Çocuk Bahçesinin karşısında yer alan tenis kortu, Tevfik Taşçı Tenis Kortu adını taşımaktadır. Tevfik Haccar Taşçı, 6 Kasım 1979’da 90 yaşında vefat etmişti.


Devriye sokağın köşesinde Ali Ziya Kocainan evi ve Moda İskelesine inen merdivenler.
Merdivenlerin hemen önünde iskelenin başında solda görünen binalar Cevdet Tahir Bey’in sahip olduğu yakacak odun depolarıdır, daha sonra Avukat Celal Sofu Bey tarafından satın alınmış, yerine yapılan betonarme üç katlı binanın alt katına Moda Deniz Kulübü kiracı olarak yerleşmiş ve yıllarca orada faaliyet göstermiştir. 

1916-17 yıllarında iskelenin ucuna yeni Yolcu Salonu inşaa edilene kadar Bilet satış gişesi işlevini yukarıdaki fotoğrafta da görülen ve günümüzde de var olan Koço Meyhanesinin altındaki küçük kulübe görmüştü. Kulübenin sağında üzerinde KRC yazan beyaz üçgen çatılı bina ve yanındaki benzeri Kadıkeui Rowing Club’dır. (Kadıköy Kürek Kulübü)

Fotoğraflarda görünen üçgen çatılı barakanın üzerinde Kadıkeui Rowing Club’ın (Kadıköy Kürek Kulübü) baş harfleri olan KRC yazısı görülmektedir. KRC kulübü daha sonraları kurulan Moda Yat Kulübü’nün ve daha sonrasında da Moda Deniz Kulübü’nün ilk nüvesi olmuştu.

Moda koyunda Kürek yarışları hazırlığı, bu fotoğrafta dikkati çeken mendireğin ucundaki fener benzeri yapıdır. Arkada falezin üzerinde Ermeni Katolik Mıkhitarist Ruhban Okulu’dur (École des Péres Mékhitaristes / Armenian Catholic) görülmekte.
Moda koyunda Kürek yarışları, 1800’lerin sonları. Bu fotoğrafta da mendireğin ucundaki fener benzeri yapı görülmekte. Arkada solda Moda Palas, sağda arkada yüksek heybetli duruşuyla Arif Paşa Apartmanı farkedilmektedir.

1921 Moda doğumlu Sidney Edward Payne Nowill OBE*nin (1921-2013) ölümünden 2 sene önce 2011’de yayımlanan, Konstantinopolis ve İstanbul, Türkiye’de 72 yıllık yaşam (Constantinople and Istanbul, 72 years of Life in Turkey) adlı kitabında, 1800’lerin sonlarından I. Dünya Savaşı’nın başlarına kadar Moda’da bir Kürek Kulübü olduğundan bahsetmektedir. Kitabında yer alan eski bir fotoğrafta da hem Kürek Kulübü’nü, hem de fotoğrafta en solda ayakta büyük amcası Sidney Nowill’i, hem de ön tarafta en sağda yerde oturan, anne tarafından dedesi Edward Augustus John La Fontaine’i işaret etmektedir.

*OBE: Officer of the British Empire, Britanya İmparatorluğu’nun Subayı  


Sidney Edward Payne Nowill’in soy ağacında, neredeyse bir zamanların Moda’sına damgasını vurmuş Whittall, La Fontaine ve Giraud gibi en önemli Levanten ailelerin adlarına rastlıyoruz.


Annesi, Sybil Olive La Fontaine, La Fontaine ailesinden Edward Augustus John (1848-1899) ile Whittall’lerden James John (Moda’nın en ünlüsü James William’ın kardeşi)  ile Giraud’lardan Magdeleine Blanche’ın kızı Blanche Magdaleine Whittall’ün (1855-1939) kızlarıydı.

Blanche Magdaleine Whittall, 16 Kasım 1920’de Sidney John Payne Nowill ile Kadıköy’de evlenmişler, 1921’de Sidney Edward Payne dünyaya gelmiş, İngiltere’de eğitime gidene kadar İstanbul ve İzmir Bornova’da (Bournabat) büyümüştü. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye dönmüş ve kendi işini kurmadan önce babasının işinde çalışmıştı. 1959'da Hilary Maureen Constantine Andrews ile evlenmiş ve 1960’larda İstanbul’da 2 çocuğu olmuştu. 1970’lerde Türkiye’deki Shell Petrol Şirketi’ne ekonomi danışmanlığı yapmış ve 1993’te emekli olduktan sonra İngiltere’ye taşınmıştı. 


Yangın gecesi Ali Ziya Kocainan’ın Devriye sokağının köşesindeki evinin önünde itfaiyenin güvenlik nedeniyle kurduğu barikat yüzünden daha fazla ileri gidemeyen meraklı topluluk, zaman geçtikçe artmış, önlerde olanlar zor da olsa bir şeyler görebilirken, arkadakiler merakla sağı solu sorgu yağmuruna tutuyor, bir şeyler görmek, öğrenmek için çırpınıyordu. Bir çoğunun yakınları vardı, dostları ahbabları, onları merak ediyorlardı, arada evlerden kaçarak uzaklaşıp kendilerine doğru gelenleri gördüklerinde de bir sevinç dalgası kalplıyordu topluluğu. Bir süre sonra meraklı topluluğun içerisindeki gençler, olayı daha rahat bir şekilde görebilmek için Kocainan’ların evinin önünden iskeleye inen merdivenlerden koşarak inmiş, kendilerini mendireğe, mendireğin ucundaki İskele binasına atmışlardı.

Merdivenlerin Moda İskelesi’ne inen Moda Caddesi’nden görünüşü. Merdivenler inşa edildikten sonra yapılan çevre düzenlemesi sırasında yine Süreyya İlmen’in teşvikiyle çimlere beyaz çakıl taşlarıyla MODA yazısı yazılmış, ancak bir süre sonra o yazı kaybolmuştu.

O noktadan burundaki yangın olanca açıklığıyla görülebiliyordu. Yaşlılar için biraz zordu o merdivenlerden inmek gecenin o karanlığında.

Devriye sokağın köşesinden Moda İskelesine inen merdivenler.
Önde görünen binalar Cevdet Tahir Bey’in sahip olduğu yakacak odun depolarıdır, daha sonra Avukat Celal Sofu Bey tarafından satın alınmış, yerine yapılan betonarme üç katlı binanın alt katına Moda Deniz Kulübü kiracı olarak yerleşmiş ve yıllarca orada faaliyet göstermiştir. O bina halen ayaktadır ve 2016 yılında restorasyonu yapılarak 2017 yılında “Kayıkhane” adıyla, Cafe - Bar ve etkinlik Salonu olarak hizmete açılmıştı.

Merdivenler, Cumhuriyet döneminin ilk Belediye Başkanı olarak 8 Haziran 1924’de İstanbul’a şehremini olarak atanan “Kalpaklı Emin Bey” lakaplı Operatör Dr. Emin Erkul’un (1881-1964) bir ricasını kırmayan ki zaten böyle bir fikri olan o dönemin hayırsever asker, siyasetçi ve iş adamı Süreyya İlmen tarafından yaptırılmıştı. Bazı kaynaklar Süreyya İlmen’in merdivenleri  sonradan Dâr’ül-aceze’ye bağışladığı 1923-26 yılları arasında inşaa edilen Süreyya Opereti’nin de mimarı olan Ermeni asıllı Kegham Kavafyan Efendi’ye zamanın parasıyla 1200 liraya yaptırdığını belirtmiş olsa da Süreyya Opereti, Milletvekili Süreyya İlmen’in Avrupa’da yaptığı seyahatleri sırasında Paris’te görüp beğendiği Théâtre des Champs-Elysées’nin bir benzerini Ustanbul’da yaptırma isteği üzerine doğmuştu. Théâtre des Champs-Elysées’in mimari projesi Roger Bouvard, Henry Van de Velde ve özellikle de  Auguste and Gustave Perret kardeşlere aitti.


Binanın içi farklı olsa da girişi ve giriş holü Théâtre des Champs-Elysées gibi yapılan Süreyya Opereti’nin mimarları da Kegham Kavafyan Efendi değil, Fransız Auguste ve Gustave Perret kardeşlerdir. Ancak belki merdivenler kaynağın belirttiği gibi Kegham Kavafyan Efendi’nin eseri olabilir.

1947 yılında Bahariye Caddesi üzerinde çekilmiş bu anı fotoğrafında
arka planda Süreyya Opereti görülmekte.

Mimarlığının yanında yazar, gazeteci, köşe yazarı, yayıncı, editör ve öğretmen olan

(ortada alnı açık) Kegham Kavafyan Efendi (1 Ocak 1888 - 30 Kasım 1959)

Galata’daki en eski Ermeni Kilisesi olan Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’nin

bahçesinde 1886 yılında açılan Karaköy Getronagan Ermeni Lisesi önünde

1923 sınıfı öğrencileri ile, Mayıs 1921


Karaköy Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi ©Bolis Photo

Merdivenin bedelinin yarısı Belediye kaynaklarından karşılanmış, diğer yarısını da Süreyya Paşa lakabıyla ve yoksulları ve hastaları himayesiyle tanınan Süreyya İlmen kendi cebinden ödemişti.

Süreyya İlmen (1874-1955) ve eşi Adalet Hanım

Kaderin bir cilvesidir ki, Maltepe’de sahibi olduğu 1800 dönümlük Narlıdere çiftliğini 1950 yılında Veremle mücadele için SSK’ya bağışlayarak bir Sanatoryum inşaa edilmesini ve 1951 yılında açılmasını sağlayan Süreyya İlmen, Moda burnundaki yangından sadece 8 gün önce, 6 Şubat Pazar günü vefat etmiş, cenazesi yapılan devlet töreniyle kaldırılmış, Sanatoryumun yakınındaki Köşkünün arazisine daha önce hazırlatmış olduğu kabre defnedilmişti.

18 Eylül 1956’da Başbakan Adnan Menderes, başta 40 yataklı olarak açılan
Süreyyapaşa Sanatoryumu’nun 15 Temmuz 1957’de 400 yataklı yeni bir bina ile
hizmete başlayacağını bu ilan ile müjdelemişti.

Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey, 1918’de Hamburg Konsolosuyken emekli olmuş, bir süre çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra Süreyya İlmen’in Bahariye Caddesi’nde inşa ettirdiği Süreyya Operası’nda yöneticilik yapmaya başlamış, Opera’nın ilk müdürü olmuştu.

Hikmet Bey, 1932’de sokakta peşlerine takılan ve evlerinin önüne kadar onları terk etmeyen bir köpeği “Mussolini” adı vererek evlerine almıştı. Bir gün evde Samiye Hanım’ın “Fino” dediği köpeği beslemek isterken, köpek Hikmet Bey’in elini ışırmış, başvurduğu hastane de tedbiren ona kuduz aşısı yapmıştı. Piraye Hanım’ın Nâzım Hikmet ile evlenmeden önceki kocası, Mehmet Ali Paşa’nın oğlu senarist ve film yönetmeni Vedat Örfi Bengü’den olan oğlu (Nazım’ın deyişiyle Memet) Mehmet Fuat (1926-2002) “Aynı gün sinemaya film almaya giderken sokakta üstüne doğru gelen bir arabadan kurtulmak için yana sıçrayınca, sendeleyip duvara çarparak hastanelik olan adama, bu kez de, gene ne olur ne olmaz, bir tetanoz aşısı yapılmıştı.” diye anlatırken, 24 Mart 1932 tarihli Servetifünun gazetesi’nde yer alan haberde iki olayın arasının 15 gün olduğu yazılmıştı. Neticede iki aşı birden yapılan Hikmet bey tetanoz aşısı yapıldıktan sonra, ağır bir şekilde hastalanmış ve çok sürmeden de vefat etmişti. Bazı kaynaklar iki aşının uyuşmaması nedeniyle hastalanmış olduğunu yazsa da günümüz doktorları iki aşının zaten tedbiren bir arada yapıldığını, o tarihlerde yapılan aşıların uyumlu olmamasının söz konusu olmadığını belirtmekteler.


Burada hem tetanoz hem de kuduz aşısı olmuş birisi olarak ben kendi deneyimimi aktarmak isterim, yaşayarak öğrendim ki tek başına tetanoz aşısı bile ölümcül bir sonuç doğurabilmektedir. Üniversite yıllarımda bir gece kalabalık bir arkadaş grubu ile okuldan çıkmış ( o sırada gündüz çalışıyor gece okula gidiyordum) ara sokaktan ana caddeye çıkıyorduk ki, okulun otoparkından çıkıp arkamızdan süratle gelen bir otomobil benim yoldan kaçmama fırsat vermeden çarpıp beni havaya fırlatmıştı. Havaya fırladığımı ve yere sert bir şekilde düşerken de çenemi yere vurup yarıldığını hatırlıyorum. Çenem yarıldığı için de arkadaşlar beni alıp Ankara Numune Hastanesi’ne götürmüşler ve çeneme dikiş atılmıştı. Ankara Numune Hastanesi’nin bir geleneğiydi o zamanlar, bunu daha önce ilkokul sıralarında yine bir keresinde yüksek bir duvardan düşüp, hem dişimi kırdığım, hem dudağımı patlattığım hem de çenemi yardığımda çok iyi öğrenmiştim. Bu tür vakalarda o hastane ilk iş olarak tetanoz aşısı yapardı, o nedenle bu sefer de şaşırmamıştım.

Düştüğüm sokak gün içerisinde o zamanlar yük ve eşya taşıyan at arabalarının bekleme ve park yeri gibiydi ve de elbette  çok temiz değildi. O nedenle tetanoz olma ihtimali yüksekti.

Her neyse aşının üzerinden yaklaşık 15 gün geçmiş, dikişlerim kendiliğinden düşmüştü ve ben normal hayatıma devam ediyordum. Gece stüdyoda çalışırken boynumda bir kaşıntı hissetmeye başlamıştım, kaşıyordum da, eve döndükten sonra bu arttı ve aynaya baktığımda kaşınan yerlerin kızarmış olduğunu farketmiş ama sürekli kaşımama verip çok üzerinde durmayarak yatmıştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde elimde bir zonklamayla uyandığımda, elimin davul gibi şiştiğini, parmaklarımı kapatamadığımı farkettim ve aileme haber verdim, ben o an farketmedim ama bütün yüzüm gözüm şişmişti. Babam beni kaptığı gibi Hacettepe Hastanesi’ne götürmüştü. Acilden girdiğimiz anda bizi karşılayan doktorun, daha biz ağzımızı bile açamadan, “tetanoz serumu değil mi?.. halâ inatla şu at serumundan yapılan tetanoz’u kullanmaya devam ediyorlar!..” sözünü ve tepkisini hiç unutmam. Eskiden atların kanından elde edilen serum ile yapılırmış tetanoz aşısı. Hemen beni bir acil müdahale odasına alıp, serum bağlamışlardı ki, serumun ilk damlası ile birlikte ben kendimden geçmiştim. İyileşmiş olarak uyandığımda, babamdan 2 ünite serum verildiğini, sorunun müdahele edilmediği takdirde, bunun iç organları da tutabileceğini ve ölümüme bile neden olabilecek bir alerjik reaksiyon olduğunu öğrenmiştim. Ondan sonrasında değil aşısına, adına bile alerjim vardır tetanoz’un. Benim olayımdan yıllar sonra gazetelerde okumuştum, “ölümden döndü” diye, Cüneyt Arkın da, malum setlerde çok atlar zıplar, küçük bir set kazası geçirmiş ve ona da tetanoz aşısı yapılmıştı. O da benim gibi sonrasında bir alerjik reaksiyon yaşamış ve neredeyse ölümden dönmüştü. Kısacası, Hikmet Bey de belki iki aşının karışmasından değil tetanozun yarattığı bu tür bir alerjinin farkedilmemesinden dolayı hayatını kaybetmişti. 

Hasta yatağındaki Hikmet Bey’e ölümünden kısa bir süre önce bir ziyaretçi gelmiş, kızı Samiye hanım yaşananları anlatırken olayı isim vermeden aktarırken, Mehmet Fuat (Bengü) Süreyya İlmen, Nazım Hikmet’in yakın arkadaşı Zekeriya Sertel ise Süreyya İlmen’in oğlu Atıf Bey evlerine gelmiş ve sinemanın hesaplarıyla ilgili olarak kendisiyle konuşmuştu. Bundan kısa bir süre sonra Hikmet Bey vefat edince, oğlu Nâzım çok üzülmüş, babasının vefatından sorumlu tuttuğu kişiye karşı duyduğu öfke ile 1933’te “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübe-i Kalemiye” başlığıyla bir şiir yazmış, babası hasta yatağındayken ona hesap yaptıran adamı yerden yere vurmuştu;


Bir varmış, bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.

Benim babam,

dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatımuhteremin pederi
İkinci Sultan Hamidin
meşhur hırsız seraskeri.

Benim babam, dolu koymuş boş çıkmış,

bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatımuhteremin pederi,
Yemen çölünde açlıktan ölenlerin
suyundan, ekmeğinden çalarak,
kumun üstüne akan kandan
yüzde yüz komisyon alarak
han, hamam, apartıman yapmış...

Ey zatımuhterem!

Şaire, “Kısa kes, diyelim, sözlerini!”
Ölmüş sizin serasker peder.
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini,
siz onun yanındaydınız.

Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye

kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri. O eller..

Babamın gözleri artık
simsiyah defterleri göremiyordu...
Fakat yine siz haklısınız:
o gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.

İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.

Size bir tokat borcum vardı.
Dikkat!
Kolumu geriyorum.
İkimiz karşı karşıyayız.
Sizin peder ölmüş.
Öldü benim babam.

Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.

Benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum
MALUM!..

Size gelince:

sizi meşhur eden şey:
hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
Sizin şöhretiniz:
lanetle dolu bir yükün
çuval darasıdır.

Şöhretiniz:

kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren
çingene çadırlarının yüz karasıdır.
İnanmazsanız eğer,
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri:
anlarsınız ki, Edirne boyu çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu...

Bir varmış, bir yokmuş.

Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.

Ey zatımuhterem!

Ölmüş sizin serasker peder.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık
iki meşhur adam...

Bu şiiriyle babasının patronu Süreyya İlmen’e hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılmış, bir yıl hapis, 200 lira da para cezasıyla cezalandırılmıştı.


Süreyya İlmen’in babası, 5 Eylül 1891 tarihinden,

23 Temmuz 1908 tarihine kadar, Sultan II. Abdülhamit’in

16 yıl boyunca Seraskerliğini (Genel Kurmay Başkanlığı) yapan,

Mehmed Rıza Paşa’ydı. (1844 - 1920)

Süreyyapaşa Sanatoryumu, 1958
Yaklaşık 50 yıl sonra Süreyyapaşa Sanatoryumu, terkedilmiş ve harabeye dönmüş vaziyette.


Yangını Moda burnunun köşesinden başlayarak, Devriye sokağın en sonundaki Ali Ziya Kocainan evine kadar takip ederken, arada kalan ve uğramadan geçtiğimiz Moda Palas’a geri dönecek olursak;

Koço Restoran, Moda Deniz Kulübü, Merdivenler, Ali Ziya Kocainan evi ve Moda Palas

Yangın gecesi, şansı yaver giden, herhangi bir hasar almayan Moda Palas, yine de o gece korkulu dakikalar yaşamıştı. İtfaiye her ihtimale karşı Otel yönetimi uyarmış, otelin boşaltılmasını istemişti. O sırada bir çoğu odalarına çekilmiş ve uykuya dalmış olan misafirler uyandırılmış, durum izah edilerek bir an önce toparlanarak güvenlikleri için oteli terk etmeleri istenmişti. Buna o sırada daha henüz yatmamış, otelin restoranında ve barında içkilerini yudumlayan misafirler de dahil edilmişti elbet, zaten onlar sesleri duyup çoktan kapılardan dışarı çıkmış, bahçeden olan biteni izlemeye başlamışlardı. Uyku sersemliğiyle acele bir şekilde bavullarını toparlayan misafirler kısa sürede kendilerini arka bahçeye atmış, bahçeden Moda Palas’ın hemen yanındaki Lütfi Bey sokağına açılan servis kapısından çıkarak yangın yerinden uzaklaşmışlardı.


Daha önce Tubinilere ait iki malikanenin, baba oğul Tubinilerin vefatından sonra, Mano Palas binasının damat François Fréderici’ye, Moda Palas binasının da damat François Nomico’ya düştüğünü yazmıştım. François Nomico’nun vefatından sonra Moda Palas, büyük oğlu Arthuro (Arthur) Vittorio Nomico’ya (1868-1934) kalmıştı. Babası François Nomico’nun annesi yine Galata Bankerlerinden Vincenzo Corpi’nin kızı Maria (Marigho) Corpi’ydi, yani babaannesi Corpi’ydi.



Yukarıda görülen Arthuro (Arthur) Vittorio Nomico imzalı,18 Mayıs 1919 tarihli Moda Palace Hotel antetli makbuz

Moda Palas’ın Yerassimo Courouclis (Yerosimos Kuruklis) tarafından işletilmekte olduğunu göstermektedir. Ayrıca mukbuzda, Madam Corpi’den Madam Elota Nomico hesabına 50 Türk lirası tahsil edildiğine dair de bir açıklama notu görülmektedir. Arthuro (Arthur) Vittorio Nomico’nun amcası da, sevgilisi için yakın zamana kadar  Beyoğlu Meşrutiyet Caddesi üzerinde Amerikan Konsolosluğu olan Palazzo Corpi’yi yaptıran ancak 1882’de bittiğinde oturamadan vefat eden Ignazio Nomico’dur.

Palazzo Corpi

Corpi Sarayı’nın inşası tam dokuz yıl sürmüş ve 99 bin Osmanlı altınına mal olmuştu. Vefatından sonra saray tüm serveti gibi yeğenleri Bernardo ile Caterina’ya kalmış, onlar da oturmayı tercih etmeyerek, sarayı 1907 yılında ABD’nin Mart 1901’den, Haziran 1909’a kadar İstanbul Büyükelçiliği’ni yürüten John George Alexander Leishman’ın (1857-1924) nezdinde elçilik olarak kullanılmak üzere Amerikan Birleşik Devletleri’ne kiralamışlardı. Günümüzde Corpi Sarayı, Londra merkezli, “Soho House İstanbul” adıyla özel üyelere hizmet eden bir Turizm işletmesi tarafından kullanılmaktadır.


Moda koyunda çokca yapılan kürek yarışlarından bir fotoğraf ve arkada Moda Burnu



Değişik dönemlerde çekilmiş fotoğraflarda Moda Palas

19. yüzyılın sonlarına doğru Tubini ailesi tarafından inşaa edilen Tubini Malikanesiyken, daha sonra adı Miramare (İtalyanca’da hayranlık içerisinde denizi seyretmek anlamına gelirmiş) olan bir otel olmuş, en geç 1906 yılından itibaren (1906 tarihli Charles Edward Goad haritasında Moda Palas olarak kayda geçmiştir) de adı değiştirilerek Moda Palas yapılmıştı. Otel I. Dünya Savaşı sırasında (1914-1918) Kadıköy’de ve Haydarpaşa çayırında kamp kuran Alman birlikleri için ve cephelerde hastalanan ve yaralanan askerlerin tedavi ve istirahat dönemlerini geçirdikleri, yeniden sağlıklarını kazandıkları bir nekâhathâne olarak da kullanılmıştı.

I. Dünya Savaşı yıllarında Kadıköy Rıhtımı’nda kurulan Alman Kampları.
I. Dünya Savaşı yıllarında Moda koyuna inmiş bekleyen bir Alman Deniz Uçağı.
Fotoğrafın arka planında kayalıkların üzerinde yüksek duvarların ardındaki sundurma ve büyük bina, Ermeni Katolik Mıkhitarist Ruhban Okulu’dur (École des Péres Mékhitaristes / Armenian Catholic) Okul, Venedik Mekhitarist Ermeni Katolik Rahipler Topluluğu rahipleri tarafından 1869 yılında kurulmuştur. 1870 yılında vuku bulan Büyük Pera Yangını sonucunda bu semtte faaliyet gösteren Mıkhitaryan Okulu binası yanmış, bu yangından sonra okulun yönetici rahipleri, öğrenciler Kadıköy’e taşınmışlar ve o tarihten sonra okul yüksek ve yatılı olarak hizmetini sürdürmüştü. I. Dünya Savaşı döneminde, 24 Ekim 1914 tarihinde İtalyan uyruğundaki okula askeri yöneticilerce el konmuş ve bina 21 Ocak 1915 tarihinde çıkan yangında harap olmuştu. Bugün o bölgede okulun sahildeki yüksek duvarları haricinde hiç bir iz kalmamıştır.
Ermeni Katolik Mıkhitarist Ruhban Okulu yanıp yıkılmadan önceki yıllarında.

Birçok badireyi, en son olarak da Moda burnunu kasıp kavuran yangını hasarsız atlatan bu yaklaşık 100 yıllık konak sonunda tüm İstanbul’da olduğu gibi Moda’ya da sirayet eden “asri hayatın” modasına uymuş, apartmanlaşmaya yenik düşerek, yıkılmış ve yerine 1956-1957 yılları arasında mimar Mehmet Emin Halid Onat tarafından tasarlanıp inşaa edilen iki blokluk Marmara Apartmanları inşaa edilmişti.
Marmara Apartmanı ile ilgili olarak Dr. Müfit Ekdal, “Kapalı Hayat Kutusu / Kadıköy Konakları” kitabının 16. sayfasında Moda Palas fotoğrafının altına  “... binayı daha sonra Aliye Moralı satın almışsa da burada hiç oturmamıştı.” yazmış, bu not biraz devşirilerek Yazar Cemşit Piran’ın, 2017’de yazdığı “20 No'lu Tramvay Kadıköy-Moda” kitabına da “...Moda Palace, Aliye Moralı tarafından satın alındıktan sonra yıkılıp, 1956 yılında yerini Emin Onat’ın mimarisini üstlendiği Marmara Apartmanı’na bırakmıştır.” diye taşınmış olsa da,
konuyu Aliye Moralı’nın oğlu Ömer Aral’dan olan torunu Ali Aral’a sorduğumda, bu bilginin yanlış olduğunu, hatta halası Melek (Moralı) Keçeci’nin kızı 1948 doğumlu Şen Keçeci’nin de bu bilgiyi doğruladığı ve Aliye Moralı’nın (1867-1952) Marmara Apartmanı ile hiç ilgisi olmadığını belirtmiştir.
İbrahim Çallı tarafından 1933 yılında yapılan Aliye Moralı Portresi.
Tuval üzerine yağlı boya, 119x79 cm.
Ankara Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu
Tablo, 1980 yılında müzenin kuruluşu vesilesiyle Aliye Moralı’nın torunu
Emel Korutürk tarafından bağışlanmıştır. 

Moralı-zâde Celâleddin Paşa’nın kızı olan Aliye Moralı, iki kez Bahriye Nazırlığı, Valilik ve Meclis üyeliği yapmış bir devlet adamı olan, Moralı İbrahim Halil Paşa’nın oğlu, 24 Şubat - 5 Temmuz 1921 tarihleri arasında Kadıköy Belediye Başkanlığı yapmış, Mehmet Âlî Bey ile evlenmiş ve çiftin Hasene (Cimcoz), Melek (Keçeci) adında iki kızı, Selâhaddin Âlî ve Nâci Âlî adlarında adlarında iki oğlu olmuştu.

Yıkılmadan önce Moda Palas
Moda Palas’ın yerine inşa edilen Marmara Apartmanı
Moda Burnundan Marmara Apartmanı’na doğru Devriye sokağın
(günümüz Ferit Tek sokağın) bu günü.


20 Haziran 1971 tarihli bu fotoğrafta da Dr. Antipa Köşkü’den Moda Burnu’na doğru Devriye (günümüzde Ferit Tek) sokağın görüntüsü. Solda görünen apartmanlardan bazıları o tarihten günümüze bir kez daha yıkılıp yenilenmişler. Örneğin köşede görünen çok katlı apartman yıkılıp, bir önceki fotoğrafta görünen köşeleri yuvarlak balkonlu Mehtap apartmanı inşa edilmiş.
Fotoğrafın solunda görülen tahta perde de büyük bir ihtimalle günümüz Sabur Sami Bey Apartmanı’nın inşaatı. Tahta Perdenin yanında görülen ilk apartman da bir zamanların Sabur Sami Bey Konağı’nın yerine inşa edilmiş olan Mano Palas Apartmanı.

Geçmişte adı Devriye, günümüzde ise Ferit Tek Sokağı olan sokak üzerinde, gerek Sabur Sami Bey’in, gerek Mano Palas’ın gerekse de Sabur Sami Bey’in kızı Nazan Hanım’ın evlendiği Yavuz Bey’in Görey soyadı, Sabur Sami Bey Konağı’nın yerine yapılmış apartmanlarda yaşıyor.

Ferit Tek Sokak, Moda Burnu’na doğru, 2011
Moda Burnu’ndan İskeleye Ferit Tek Sokak, 2011

 (1) 40 numaralı Antipa (Ferit Tek) Köşkü’nden Moda burnuna doğru yürüdüğümüzde sırasıyla, (2) 38 Büyükhanlı Apt.

(3) 36 Sabur Sami Bey Apt.

(4) 34 Görey Apt. / (5) 32 Mano Palas Apt.

(6) 30 Subaşı Apt. / (7) 28 Mehtap Apt.

(8) Ufuk Apt. 18 (girişi Hüseyin Bey sokakta)

(9) 24 Manzara Apt. / (9) 22 Manzara Apt.

(10) 20 Marmara Apt. ve (10) 18 Marmara Apartmanları’nı görüyoruz. Sabur Sami Bey Konağı’nın ve bahçesinin yerine biri Hüseyin Bey sokakta, dördü Ferit Tek sokak üzerinde beş apartman inşa edilmiş.

50’li yıllarda İstanbul İtfaiyesi
İstanbul İtfaiyesi’nin kayıtlarına göre bu yangından önce;

1856’da “Büyük Kadıköy Yangını” adı verilen yangında, 250 bina, 1893’teki yangında Moda’da 150 bina, 1911’de yine Moda’da olan yangında da 50 bina yanmış.


1955 yılında yaşananları araştırmak için açtığım

FOtopsi Raporu’nu kapatmadan önce son olarak, bana geçmiş olayları sorgulamamı gerektiren, buna beni mecbur eden

22 Eylül 2020, Salı günü yaptığım FOtopsi’yi de ekleyerek kapatmak isterim Raporun kapağını…

Bu raporu daha önce 23 Eylül 2020,

Çarşamba günü Facebook’ta şöyle paylaşmıştım;


“Uzunca bir süredir mecbur kalmadıkça, keyfi davranmayıp evde kalıyor, ancak sadece zorunlu hallerde dışarı çıkıyor ve işimi halledip tekrar evime dönüyorum. Dün sabah bakkaldan alışverişimi tamamlayıp kasada ödeme yaparken, çoğunlukla "günaydın", "nasılsınız", “iyiyim, sağol, sen” gibi kısa sohbetler ettiğimiz bakkala nerden estiyse "evde otur otur bunaldım, çıkmışken şöyle bir dolaşayım" bari dedim, "nereye abi, sahile mi yoksa?" diye sordu adını dahi henüz bilmediğim bakkal genç. "Yok ya, sahil uzak şimdi, hiç olmazsa arabayla bir tur atar, hava alırım" diyerek öylece bindim arabama. Amaçsızca dolaşayım diye çıktığım yol, benim bile o an bilmediğim içimdeki özlem, beni Moda'ya o her zaman keyifle gezdiğim, çok sevdiğim Moda burnuna attı, beni çağırmış meğer, gel bende hikaye çok, sana göstereceklerim var daha dercesine...

Arabayı park edip, boş bulduğum bir banka ayaklarımı uzatarak ve Marmara denizinin enginliklerine bakıp, deniz havasını içime çekerek uzun süre oturduktan sonra, her zaman yaptığım gibi bir ring tur yapıp arabama dönmek üzere yürüyüşe geçtim. Daha önceleri bir kez daha sadece dışardan camın arkasından görüp hayran kalarak mimlediğim bir apartmanın önünde buldum kendimi, bu kez artık onunla tanışmalı ve ona yakından bakmalıydım. Uzunca bir süre kapalı olan kapının açılmasını bekledim; Ya içerden biri çıkacak, ya da dışardan biri içeri girmek için kapıyı açacak ki ben de tıpkı filmlerdeki gibi kapı kapanmadan içeri sızacaktım. Sabrımın sonunda öyle de oldu, içerdeydim ve onun tam karşısında; Bir müzeye kaçak girmiş bir sanat aşığı misali...

Bir süre sonra dışardan dolaştırmaya çıktığı iki köpekle gelen apartman görevlisi, ses etmedi benim bu kaçak halime, meğer benden öncesinde de böyleleriyle karşılaşmış, alışmışmış bu kaçaklara. Köpekleri dairelerine bırakıp döndükten sonra apartmanın diğer kapısını da kendisi açıp buyur etti ki kardeşiyle de tanışayım...

Her zaman olduğu gibi, bu küçük kaçamağımdan da “ceb”im dolu döndüm. Şimdi de bu KISA DÜNÜN KÂRINI” paylaşmalıyım...

1942-1953 yılları arasında, Orhan Arda ile birlikte Anıtkabir’i, 1952’de Ankara Kavaklıdere Cenab And Evi’ni tasarlayan, Mimarlar Odası’nın 1 numaralı ilk üyesi Ordinaryüs Profesör Mehmet Emin Halid Onat (1910-1961) Moda Deniz Kulübü inşaatı ile aynı zamanlarda, Moda Burnu Devriye Caddesi üzerinde, bir zamanlar Moda’nın ünlü oteli Moda Palas Oteli’nin yerine, 1956-1957 yılları arasında tasarlayarak Marmara Apartmanını inşaa etmişti. Salonları geniş pencereleri ve balkonlarıyla denize açılan ve yatay çizgilerin egemen olduğu modernist bir model olan, bir dönem kendi bürosunun da içerisinde yer aldığı, giriş katı üzerinde beş katlı, betonarme ve bitişik iki blok­tan oluşan 20 m. x 30 m. boyutlarındaki iki girişli Marmara (20) ve Marmara (18) Apartmanlarının giriş hollerine de, yakın arkadaşı, lirik soyut resimleriyle tanınan ressam Ercüment Kalmık (1909-1971) Hitit/Anadolu ezgileri taşıyan mozaik panolar yapmıştı, günümüzden 63 yıl önce.

İki değerli ustaya selam olsun…”


Genç yaşında vefat eden Ressam Altan Gürman (1935-1976) ve eşi Bilge Gürman
Marmara Apartmanı No:20’nin Giriş holündeki
Ercüment Kalmık’ın duvar mozaiğinin yapımında. 

Marmara Apartmanı N0:20 Girişi
Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holü sağ pano




Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holü sol pano

Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holündeki
sol panodan detay

Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holündeki
sol panodan detay
Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holündeki
sol panodan detay
Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holündeki
sol panodan detay
Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holündeki
sol panodan detay
Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holündeki
sol panodan detay
Marmara Apartmanı N0:20 Giriş holündeki
sol panodan detay
Marmara Apartmanı N0:18 Girişi

Marmara Apartmanı N0:18 Giriş holündeki tek pano


Marmara Apartmanı N0:18 Giriş holündeki tek panoda
Ercüment Kalmık imzası



Marmara Apartmanı N0:18 Giriş holündeki panodan detay

Marmara Apartmanı N0:18 Giriş holündeki panodan detay

Kapattığım dosyayı kaldırmadan önce kapağına da “not” olarak Kadıköy, Osmanağa Süleymanpaşa sokak doğumlu Sanat Tarihçisi, Kadıköy Araştırmacısı, öğretmen, Teolog (Tanrıbilimci) ve Başdiakon (Ermeni Kiliselerinde üç yüksek ruhban derecesinin son basamağı) Der Hagop Sargavak Minasyan’ın bir çocukluk anısını eklemek istedim;


“Benim küçüklüğüm üç katlı ahşap bir evde geçti. Ahşap evlerde en alt kat genelde bodrum olurdu. Odun, kömür burada depolanırdı. Giriş katında iki oda vardı, üstteki katlar yatak odalarıydı. Mutfak genelde giriş katta olurdu. Onun için aşağı inilirdi. Isıtmak için soba yakılırdı. Baca tutuşmasından dolayı çok yangın çıkardı. Fenerbahçe’de, Moda’da siren sesleri duyuldu mu koşar, yangın seyrine giderdik. En yoksulun evi bile sabun, lavanta kokardı. Evin bütün odaları her gün süpürülürdü, merdivenler arap sabunu ile fırçalanırdı. Yaz sıcağında kışa hazırlık olarak salça kurutulurdu, tarhana yapılırdı. Buzdolabı yoktu ama bahçelerde kuyu vardı. Soğuk su içmek için testilere konan su, kuyuya sarkıtılırdı. Et, balık günlük alınırdı. Şimdiki gibi pahalı yiyecekler değildi. Uskumrunun, istavritin kimse yüzüne bakmazdı. Etler bozulmasın diye tepsiye konulur, kuyunun içine sarkıtılırdı. Tabii ara sıra kuyunun içine kova, tepsi vs. düşürdüğümüz de olurdu. O zaman da, kuyu çengelleri vardı. Kuyunun içine onlar sarkıtılırdı. Şimdi tarihe karışmış bir eşyadır. Evlerimiz kuyulu ve sarnıçlıydı. Kuyu bahçede olurdu, sarnıçlar da evin içindeydi. Yağmur suyu sarnıçta biriktirildi. Her evin bir kedisi vardı. Ahşap evlerin hemen hepsinin bir kedisi olurdu. Bu nedenle eski İstanbullular kediyi çok sever, sayar.”


Modalı’lar hala kedileri seviyor ve

hemen her evin kapısında bir,

hatta birden fazla kedi var...

Bu fotoğrafı 14 Ocak 2015’te çekmiştim, eskinin Beşbıyık, günümüzün Nene Hatun sokağının köşesindeki Emlâk Ofisi’nin kedisiydi ve Moda’nın maskotu olmuştu, gelen geçen dayanamaz mutlaka severdi mutlaka. Moda’nın mutlu kedilerinden birisiydi o da, daha sonraki gidişlerimde göremedim onu bir daha, hakkın rahmetine kavuştu her halde. 


T E Ş E K K Ü R

Değerli Sanat ve Mimarlık Tarihi hocam Leyla Taylan Baydar’ın yayınlanmamış anılarını benimle paylaşan ve kullanmama izin veren kızı Gülsüm Baydar’a, her zamanki gibi bana zihin açıcı paylaşımlarıyla destek veren dostum Hayati İnaç’a, yazının yayınlanmasından sonra okuyarak Aralık 2020’de Bulgurlu Ailesi ile ilgili bölüm için bana ailesi ile ilgili bilgiler vererek yazıyı zenginleştiren torun Tevfik Bulgurlu’ya, her zaman olduğu gibi daha sorar sormaz, büyük bir samimiyet ve içtenlikle, hiç erinmeden ve üşenmeden aynı gün içerisinde benim için Ankara Çengel Han’a giderek fotoğraflayan ve benimle paylaşan Ankaralı değerli dostum Ahmet Soyak’a sonsuz teşekkürlerimle... 


Kaynakça:

1- Milliyet Gazetesi, 12 Ocak 1955, s.1

2- Akşam Gazetesi, 15 Şubat 1955, ss.1-2

3- Milliyet Gazetesi, 16 Şubat 1955, s.3

4- Milliyet Gazetesi, 17 Şubat 1955, s.3

5- “Varlık Vergisi Mağduru Sinemacılar, Ali Özuyar, Kebikeç/27, 2009

6- “Hatıralar, Türk Sinemasında 65 yıl”, Cemil Filmer, Kendi Yayını, Emek Matbaacılık ve İlancılık, 1984, İstanbul

7- “Aile boyu Sinema” Gökhan Akçura, İthaki Yayınları, Şubat 2004, İstanbul

8- “Alageyik Sokağı bir liman mıydı?”, Deniz Kavukçuoğlu, Can Yayınları, 2013, İstanbul

9- Cumhuriyet Dergi, 14 Ocak 1990

10- “Yalıdakiler”, Tayfun Er, Destek Yayınları, 2009, İstanbul

11- “Edebiyat Tarihi kaynaklarından hatıralar ve Osmanlı’dan günümüze Edebiyat hatıraları Bibliyografyası üzerine bir Deneme”, İrfan Karakoç, Kebikeç/26, 2008

12- “Fotoğraflarla Filmer’ler-Bir bakmışsın varmışlar, bir bakıyorsun, yok onlar.”
Ahmet Filmer, filmerler.blogspot.com

13- Semiha Bulgurlu Vefat İlanı, Milliyet Gazetesi, 7 Ocak 1960, s.2

14- “Bulgurlu davasının ilk celsesi açılıyor” Milliyet Gazetesi, 11 Temmuz 1955, s.8

15- “Muhittin Bulgurlu’ya ispat hakkı verilmedi” Milliyet Gazetesi, 12 Temmuz 1955, s.8

16- “Organizasyon yolsuzlukları davasının 2. celsesi 9 Eylülde açılıyor”
Milliyet Gazetesi, 7 Eylül 1955, s.8

17- Hürriyet Gazetesi, 6 Ocak 1999

18- “Fenerbahçe’de kongrecilik ve grupçuluk”, Halit Deringör,
Aydınlık Gazetesi, 25 Ekim 2013

19- https://fenerbahcetarihi.org/2020/05/fenerbahcenin-tescil-belgesi/

20- https://fenerbahcetarihi.org/2020/04/fenerbahcenin-ilk-sampiyonlugu/

21- “Mimar Constantin P. Pappa (1868-1931)” Pınar Öğrenci,
İstanbul Dergisi, Ocak 2001

22- “Kapalı Hayat Kutusu- Kadıköy Konakları”, Müfid Ekdal,
Yapı Kredi Yayınları, 2005, İstanbul

23- Reha Eken, “Bir centilmenin vedası” Reha Eken,
DİNYAKOS-Türkiye Futbol Tarihi üzerine notlar, 21 Ağustos 2013

24- “İlk Kadın Doktorumuz Safiye Ali Hanım”, Taha Toros, 1978

25- “Nazım Hikmet’in Yolculuğu”, Haluk Oral,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2019, İstanbul

26- “Müstakil Teke (Antalya) Mutasarrıfı Sabur sami Bey (Draz) ve Faaliyetleri”, Ahmet Kısa, Tarih Araştırmaları Dergisi, C39/S.68, 2020, ss.475-503

27- “Yahya Kemal’in Siyasetçi olarak Portresi”, Beşir Ayvazoğlu
Muhafazakâr Düşünce, Yıl:4, Sayı:13-14, Yaz-Güz 2007, s.15

28- “Cumhuriyet’in Hikayesi”, Yunus Nadi, Akis 10 Mayıs 1958, ss.16-17

29- “ÇANKAYA- Atatürk Devri Hatıraları”, Falih Rıfkı Atay, IV. Cilt, ss.63-64
Cumhuriyet Yayınları, 1999, İstanbul

30- “Varlık Vergisi konusundaki yolsuzluk söylentileri”, Doç.Dr.Nevin Coşar,
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 58-2

31- “Varlık Vergisi Faciası” Faik Ökte, Nebioğlu Yayınevi, 1951, İstanbul

32- “Vitali Hakko’nun babası kimdir?”, Rıfat N. Bali, Aylık Virgül Kitap ve Eleştiri Dergisi, Aralık 2002, s.69-70

33- “Bu Oyun Bozulmalı” Soner Yalçın,
OdaTV, 26. 12. 2009

34- “Devlet’in Yahudileri ve ‘öteki’ Yahudi”,
Rıfat N. Bali, İletişim Yayınları, 2004 ss.31-57

35- “Aile Günlüğü”, Memduh Ezine, Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2011, İstanbul

36- “Kim, Kimdir Ansiklopedisi” Nebioğlu Yayınları, 1962, İstanbul

37- “İstanbul Ansiklopedisi”, Reşad Ekrem Koçu, 1944-73, İstanbul

38- “Yıldız Sarayı”, Prof. Dr. Afife Batur, Devr-i Hamid/ Sultan II. Abdülhamid,
Cilt I. s.127

39- “Yıldız Sarayı”, Prof. Dr. Afife Batur, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 7
T.C. Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul 1994, s. 520-527

40- “XIX. Yüzyıl İstanbul’da Bahçe Köşkleri”, İdil Sürer, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Mimarlık Tarihi Programı Yüksek Lisans Tezi, Ekim 2012

41- “II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı:
Mimari mekanlar ve dönemin fotoğraflardaki temsili”, Dilruba Kocaışık
T.C. Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Sanat ve Tasarım Ana Bilim Dalı, Sanat ve Tasarım Yüksek Lisans Programı,
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2019

42- “İkinci Meşrutiyet’in İlanının 100. Yılı/ Osmanlı Yahudi Cemaati ve 1908 Devrimi” Paul Bessemer, Vehbi Koç Vakfı-Sadberk Hanım Müzesi, İstanbul 2008, ss.30-35

43- “Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar, Jak Deleon, İstanbul Kütüphanesi, 1990 İstanbul

44- “İşgal İstanbul’unun Kentsel Dönüşümünü Beyaz Ruslar Üzerinden Okumak”,
Bilge Ar, İstanbul Teknik Üniversitesi / YILLIK, Annual of Istanbul Studies 1,
2019, ss.101-122

45- The Orient News, 10 Temmuz 1919

46- The Orient News, 10 Temmuz 1920

47- “Erken Cumhuriyet İstanbul’da Kentsel Değişim (1928-1950)
Y. Mimar Ö. Sıla Durhan, Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü,
FBE Mimarlık Anabilim Dalı Mimarlık Tarihi ve Kuramı Programı, Doktora Tezi,
İstanbul, 2009

48- “Kentsel Gelişim ve Planlama Açısından İstanbul”, Prof. Dr. Ahmet Kala,
İstanbul Üniversitesi, Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi, 2013-2014

49- “Arşivden Çıktı: Bir erken dönem Cumhuriyet Dönemi Bürokratı olarak Ziya Kocainan ve Olağan Teknokratik Dili” Tayfun Gürkaş, SALT- Araştırma, 15 Aralık 2017

50- “Başkentin Tarihi, Arkeolojisi ve Mimarisi”, Günsel Renda
Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları, Ankara, 2004, s.286

51- “Şirket-i Hayriye’nin Boğaziçi Vapurları”, Ahmet Güleryüz,
Denizler Kitabevi, 1 Ocak 2015, İstanbul

52- “Türk Deniz Ticareti ve Türkiye Denizcilik İşletmeleri Tarihçesi I”, Bayram Camcı, Türkiye Denizcilik İşletmeleri, 1995

53- “Karşılaşmalar, yıkıntılar ve umutlar: Der Hagop Minasyan’ın öteki tarihi”

Berken Döner Röportajı, Gazete Duvar, 12 Nisan 2020 Pazar


54- “Yakın Dostları Yahya Kemal'i Anlatıyor”, Şemsi Küşeyri,

Büyüyenay Yayınları, 29.02.2016


55- “Constantinople and Istanbul, 72 years of Life in Turkey”

Sidney Edward Payne Nowill OBE

Troubador Publishing Ltd. 2011


56- Bulgurluzâde Tevfik Bey’in torunu Tevfik Bulgurlu ile

Aralık 2020’de yapılan yazılı ve sözlü görüşmeler.


57- “Beşbin Yılda Nereden Nereye Ankara”, Kemal Bağlum, Ankara 1992, ss. 126-127.


58- “Tiftik Tüccarı Kasapyan, Ankara’yı neden terk etti” Atilla Dirim, marksist.org


59- “Çankaya Köşkü’nün ilk sahibi Ermeni’ydi”, Soner Yalçın, 25 Mart 2007, Hürriyet


60- Şeref Erdoğdu, Ankaram, Ankara, Aklan Matbaacılık Ltd. Şti., 1965


61- “Baraka’dan Gecekonduya, Ankara’da kentsel mekanın dönüşümü: 1923-1960”, Tansı Şenyapılı, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, ss. 27-28


62- “Azmi Milli Yurdu Nizamnamesi”, Doç. Dr İhsan Güneş,

Atatürk Yolu Dergisi 3, Şubat 1993


63- “Onsekiz sene evvel Ankara yollarında Büyük Önderi karşılarken”,

General Ali Fuad Cebesoy, Ulus Gazetesi, 29.12.1937, Ankara, s.7


64- “Milli Mücadele Hatıraları” General Ali Fuad Cebesoy,

Vatan Neşriyatı, 1953, Ankara, s.55


65- Resmi Gazete, 19 Kânunuevvel (Aralık) 1928, Çarşamba, Sayı:1070, ss. 6301-02


66- “90. Yıldönümünde Sakarya Zaferi ve Haymana”,

Doç. Dr. Hakan Uzun, Dr. Necdet Aysal, Ankara Üniversitesi Yayınları No:354,

Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü:44, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 15 Temmuz 2016, ss.28-29


67- “Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi”, Eczacı Sevgi Dönmez Gülsoy,

DOZ-Ankara Eczacı Odası Yayın Organı, Sayı:7, 2014, s.43


68- “Atatürk Olmasaydı?”, Cemal Kutay, Beşiktaş Rotary Kulübü Yayını, 1993, s.112

1 yorum:

Adsız dedi ki...

merhabalar , blogun tamamını bitirmek tam bir seneyi buldu ; gerçekten büyük keyifle yaşayarak okudum emeğinize sağlık ,bloglar arası gezip içlerindeki konuları cımbızlamak sizin blogunuzda yapamadığım bir davranıştı ,tüm paylaşımlar bir birinden hoş...sağlıcakla kalın
sinan kalafat / pendik