Sayfalar

27 Şubat 2021 Cumartesi

Kimliğini zayi eden, edene...



Yıl 1974 ya da 75, Ankara’dan gelmişim, aylardan Ekim;
27’si sonu sayılır, Kasım kapıda. Aslında pek sevmem ben bu zamanını İstanbul’un, çok soğuk olmasa da üşütür, gözünü sevdiğimin Ankarası, soğuk olsa da bu kadar üşümezsin orada, rutubet yoktur çünkü, burada içine işler soğuk. Bir de o sıkıcı yağmurları da başlarsa ki o hiç çekilmez. Ama şanslıyım herhalde, şimdilik iyi görünüyor hava, en azından yağmur yok öyle diyeyim. Üsküdar’da bir arkadaşta misafirim, Rumî Mehmed Paşa Mahallesinde, fazla kalmayacağım zaten bir kaç günlük bir kaçamak. Ankara’da yaşarken severdim trene atlayıp bir gecelik İstanbul kaçamaklarını, hafta sonu Cuma akşamından atlayıp trene, vagonların o beşik gibi sallantısında güzelce uyuyup, sabah “pişmaniye, pişmaniyeee” sesleriyle uyanıp, sonrasında İzmit-İstanbul arasında yol boyunca, cama yapışıp seyrede seyrede, Süreyyapaşa istasyonunda mayolarıyla kolkola girip poz vermiş güzel kızlar panosuna selam verip, Haydarpaşa’da inmeyi, İstanbul’a onun merdivenlerinden günaydın demeyi. Cumartesi bütün gün gezer, akşam Çiçekpasajı’nda demlenir, geceyi ucuzundan bir Aksaray otelinde geçirip, sabahında tekrar dolaşmaya başlardım. Mümkün olduğunca çok yer gezip, şehrin keyfini çıkartır, gece tekrar Haydarpaşa’dan biner evime, Ankara’ma dönerdim. Her ne kadar İstanbul bir tutkuyduysa, o zamanların Ankara’sını da severdim, yok öyle “nesini seversin Ankara’nın diyenlere, İstanbul’a dönmesini” diyenlerden değilim ben. Pazartesi sabahı da Gar’dan doğruca işe; gençlikte kaldırabiliyor insan bu koşuşturmayı.

Bu sabah yine trenle geldim işte, ama bu sefer vapura atlayıp, karşıya Karaköy’e geçmedim. Mutat olarak her geldiğimde yaptığım gibi,

İskelenin karşı köşesindeki Murat Muhallebicisi’nde Karaköy böreği ve ayranla kahvaltı etmedim.  Merdivenlerde bekleyen bir taksiye atladım, şoföre de unutmayım diye küçük bir kağıda not ettiğim adresi okudum; “Üsküdar’a gideceğiz, Çeşme-i Cedid Sokağa”, yetinmedim sanki çok bilirmişim gibi Mustafa’nın bana tarif ettiği gibi, bir de tarif ettim; “Doğancılar Parkı’ndan sonra Üsküdar’a iner gibi yokuştan aşağı inmeyeceğiz, doğru devam edip” ilerde İmrahor Camii varmış demiyorum da, “İmrahor Camii’ni geçtikten sonra üçüncü sokaktan sola döneceğiz, Eşrefsaat sokak” diyorum bilmişce… “sonra düz gidip sol köşedeki eski çeşmeden sola dönelim, tamam burda, sağdaki sarı apartmanın önünde ineyim”…

Doğancılardan yokuş aşağı verip Üsküdar’a inmeyi çok iyi bilirdim aslında, çocukluğumda az inmedik o yokuştan, ama bu güzergah benim için yeni, İmrahor Camii’ni ben de geçerken görüp tanıyorum ilk kez. Ailemle Ankara’dan İstanbul’a gelişlerimizde Karacaahmet’i gördüm mü başlardı yürek çarpıntım, mezarlığı sağımıza alıp devam edince, az sonrasında solda Paşakapısı Cezaevi, sonra da Doğancılar Parkını görürdük, yaklaştık az sonra İstanbul ve deniz diye tatlı bir heyecan kaplardı içimi, sonra yokuştan inip düze varınca sola, az ilerde Üsküdar meydanı ve saatlerce bekleyeceğimiz araba vapuru kuyruğu. Olsundu sonunda gelmiştik ya, bu bekleyişin bitimi arabalı vapur, deniz havası alarak karşıya geçeceksin, sağda yüksek binanın tepesindeki Yapi Kredi’nin kocaman uçan leyleğine bakıp oyalan sen…


Arkadaşım Mikro Mustafa’nın ailesi eski Üsküdarlı, Çeşme-i Cedid sokağı, 14 numaradaki bu apartmanı da dede yadigarı 3 katlı eski bir ahşap evin yerine iki üç sene önce müteahhitlere dayanamayarak vermiş, yaptırmışlardı. Mikro’ya kalsa o hiç istemezdi muhakkak, unutur muydu hiç, çocukluğunda koşturduğu bahçeyi, yandaki bostana dalıp gizlice koparıp yediği kütür kütür salatalıkları, sulu sulu domatesleri, ya çilekleri, kaydırak yaptığı merdivenin o meşeden trabzanını, kendisine has özel bir kokusu olan o ahşap evi. Miras meselesi olunca ne yazık ki böyle çözümlemek zorunda kalınıyor ve olan da o güzelim eski ahşap evlere oluyor işte. Neyse ki o dedesinin sağlığında o evin keyfini çıkaran şanslı insanlardan biri o. Üçüncü sınıftayken Ankara’da yurt köşelerinde sürünmekten bezip, İstanbul’a Yıldız Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’ne yatay geçiş yapmış, ailesinin yanında olmak ona iyi gelmişti, Ankara’da kalsa belki sürünecek, okulu dahi bitiremeyecekti. Taksiden indiğimde beni yukarıdaki terastan seslenip el sallayarak karşıladı Mikro. Çatı arasındaki iki teras dairesinden birini aile ona vermişti. Genç bir adam için, üstelik de onun gibi küçük bir adam için, “Bundan alâsı Şam’da kayısı” derler ya aynen öyle işte. Keyifli olmasın da ne olsun, bir kere Üsküdar meydanına çok yakın, yürüme mesafesinde, esas en büyük sürprizi de manzarası; azıcık eğilip sola bakarsan Kızkulesi ve ardında Sarayburnu, diğer tarafa dönersen de Üsküdar ve boğazı göreceksin de, şu Fransız kapitülasyonlarından kalma o koskoca Şemsi Paşa Tütün Rejisi (Règie) Kompleksi olmasa… Ama hiç olmazsa hemen önlerinde Rumî Mehmed Paşa Camii var ve onun arkasındaki büyük yeşil alan. O günü evde geçiriyoruz, hem yol ne de olsa yoruyor, hem de gelir gelmez, hadi ben kaçtım, azcık dolaşayım demek olmaz. Ayrıca uzun zaman oldu görüşmeyeli, anlatacak çok şeyimiz var, akşam da şu güzel manzaraya karşı bir parlatırız artık. Bu manzara, hele gün batımında Kızkulesi, ardında Sarayburnu ve Sultanahmet’in minareleri arasından batan güneş, içirtir insana.


Her neyse, yine İstanbul’dayım işte, ama bu kez öyle bir gecelik kısa bir kaçamak değil, bir kaç gece ya da bir haftalık. Ev sahibimin sabrına ve misafirperverliğine kalmış artık. Yine de sayılı gün çabuk geçer derler, o yüzden iyi değerlendirmem gerek zamanımı, Mustafa işteyken. O kalkmış erkenden gitmiş bile, kendisi gibi ufak tefek sevimli bir Simca’sı var 72 model, çok severim ben de o arabaları ama bu 1.83 boyla benim için biraz zor olsa gerek. Ben de kahvaltı filan yapmadan, evde fazla vakit harcamayıp, bir an önce atıyorum kendimi sokağa, Ankara’ya dönmeden olabildiğince fazla anı toplamalı, keyif depolamalıyım. İskeleye gitmeden önce Mustafa’nın akşam bir ara hikayesini anlattığı, sokağa Çeşme-i Cedid adının verilmesine neden olan köşedeki çeşmeye yöneliyorum önce; Lale Devri’nin ünlü padişahı Sultan III. Ahmed, 1728 yılında, 11 Şubat 1708 doğumlu ikiz kızlarından Ümm-i Gülsûm Sultan (ikizi Zeyneb) için yaptırmış bu mütevazı çeşmeyi. Cedid, yani yeni denmiş, zira çeşmenin diğer tarafındaki Eşrefsaati sokakta 26 sene önce 1702’de yapılmış daha eski bir çeşme varmış da o yüzdenmiş. Eşrefsaati sokağın adı eskilerde Medrese sokakmış, sonraları Osmanlı’da bir işe başlarken devletçe belirlenen, uğurlu ve uygun zaman anlamına gelen “eşref-i saat” adı verilmiş. Zamanın şereflisi, muvafık zaman, denk gelme şeklinde ifade edilen eşref-i saat, müneccimbaşıların pâdişahın tahta çıkması, şehzâdelerin doğumu ve isimlerinin konulması, savaş ilanı, ordunun hareketi, önemli bir devlet işine başlanılması, sadrazama mühür verilmesi, bina inşaatına temel konulması, denize gemi indirilmesi, sultanların düğünlerinin yapılması gibi konularda belirledikleri uygun vakti anlatırmış. İşleri bu, keramet buyururlarmış kısacası.

Mustafa’nın dedesi, ta’lik yazı ile yazılmış, o dönemin ünlü şairi Şâkir’in (Gümrükçü Hüseyin Paşazâde Şâkir Bey) yedi beyitlik kitabesini bir vakitler okumuş da, bir de son derece güzel bir yazı ile tuttuğu günlüğe not etmiş, 22 Kanunuevvel 1341 (22 Aralık 1925) diye tarih de düşürerek, bulup gösterdi Mikro; kısaca aklımda kalan beşinci ve altıncı beyitinde;

“Nâmdâş-ı Ümm-i Gülsûm nûr-ı çeşm-i zıll-ı Hâk

Hazret-ı Sultân-ı vâlâ-şân-ı ismet-intimâ

Bu muallâ çeşmesârı yaptırıp ihlâs-ile

Kıldı atşândan devâm-ı ömrüne celb-i duâ”


diyormuş ki, not ettim defterime yeni Türkçesini;

“Şanı yüce Sultan III. Ahmed, gözünün nuru sultan kızı için, riyasız bir sevgi ile üstün güzellikteki bu çoklu çeşmeyi yaptırmış ve susamışlara adamış, onların da sultan kızının ömrüne duacı olmalarını istemiş.”

Ancak ne yazık ki Ümm-i Gülsûm Sultan, çeşme yapıldıktan dört sene sonra, daha 24 yaşındayken 1732’de hayata veda etmiş.


Bu çokgen planlı köşe çeşmesinin, ters bir tombul “T” şeklindeki mermer aynası, ve kitabesi ile mermer kurnası dışındaki kaba taş-tuğla almaşık duvarları ve belli ki sonradan yapılmış üzerini örten özensiz çimento tonozu ile pek de estetik olmadığını, hatta Lale Devri’nin o alışık olduğumuz şaşaasına uymadığını düşündüm, sanki padişah gözünün nuru kızını pek de önemsememiş gibi.

Bir kaç fotoğrafını çekip, çeşmeyi bırakıp, gerisin geri sokağa dönüyorum, fazla oyalanıp vapuru kaçırmak istemem. Tekrar apartmanın köşesine gelip, Mustafa’nın tarifine uyarak, Şemsi Paşa Bostanı sokaktan yürüyüp, Rumî Mehmed Paşa Camisinin yanından geçerek Şemsipaşa Caddesine iniyor, sahile çıkıyorum. Denizin kenarına 1580’de Koca Mimar Sinan tarafından yapılmış, onun belki de en küçük ama zarif yalı camisi Şemsi Paşa Külliyesi’nin arkasından devam ediyor, o kocaman Tütün Rejisi binalarının arkasından kıvrılarak devam eden yolu geçip meydana, validesi Râbia Emetullah Gülnûş Sultan’a gelince Sultan III. Ahmed’in hiç bir masraftan kaçınmayıp tamamını mermerden yaptırdığı o heybetli meydan çeşmesini şöyle bir vah vah’lanarak süzüp, iskeleye varıyorum.

Üsküdar Şemsi Paşa Külliyesi, sol arkada  Rumî Mehmed Paşa Camisi. Fotoğraf: Hayati İnaç

Hesapladığımdan erken girdim iskeleye, boşuna telaş etmişim gecikeceğim diye, biraz bekleyeceğim vapuru. Beşiktaşa geçiyorum, bu yakada da onca keyifli yerler varken günümün iki saatini bir sinema salonunda harcamak pek hoşuma gitmese de, arkadaşımı kıramayıp, 12:30 matinesinde Yumurcak Sineması’nın önünde buluşmaya söz vermiş bulundum çünkü. Neymiş uzun süredir kapalı olan Gürel Sineması’nı İnanoğlu’lar almış, baştan aşağı yenilemişlermiş, görmek gerekirmiş. Bari düzgün bir film olaydı da boşa gitmeseydi; Yumurcak efendi bu sefer de Küçük Kovboy olmuş; büyümüş de küçülmüş, çok bilmiş velet derdi böylelerine annem… Kırk yılın başı İstanbul’a gel, ilk gününün iki saatini de çok gerekliymiş gibi Yumurcak efendiyi izlemekle geçir, olacak şey midir bu? Oldum bittim Fatma Girik filmleri hariç, pek Türk filmlerini sevemedim zaten, Yılmaz’ı hariç tutuyorum ama bak. Neyse ki erkenciyim, vapur gelirse alt tarafı yarım saate Beşiktaş’tayım, matineye kadar vaktim olur biraz serbest takılırım. Orada da tekrar da olsa görmekten keyif alacağım şeyler var neyse ki. Sinema çıkışı belki biraz Beşiktaş Çarşı’sında dolaşır, ya da Tophane’ye Amerikan Pazarları’na takılır, ordan da her zaman yaptığım gibi Tünel ile Cadde-i Kebir’e çıkar, sağa sola takılır, Çiçek’te bir kaç bira atar sohbet ederiz, Mustafa da iş çıkışı katılırsa ne güzel olur, bu sayede dönüşte şu Boğaziçi Köprüsü’nden geçme şerefine de nail olurum böylelikle, değmeyin keyfime... Aslında yürüyerek geçmek de var o köprüden ama sonrasında ne yapacağım; diye düşünürken vapur da geldi işte, hem de benim en sevdiklerimden, Güzelhisar. Ne şanslı adamım ben, dakka bir gol bir, daha güne başlar başlamaz üstelik; bu keyif için bile değer sinemaya gitmek. Onu unuttum bile çoktan. Acele etmiyorum, o birbirini itip koşuşturanların acelesini, telaşını hiç anlayamadım zaten bunca yıldır, dertleri neyse. Aheste takılıyorum, neredeyse son kertede biniyorum vapura, çımacının sarı kalın eldivenleriyle palamarı topladığı sırada.

Bosphorus No:68 Newcastle’da
Güzelhisar bir de kardeşi Kalender, ikisi de Şirket-i Hayriye’den kalan belki de en son vapurlar; Güzelhisar 68 ve Kalender 67 baca numaralı. 20 Haziran 1911’de İngiltere’de Hawthorn, Leslie&Co. şirketinin Newcastle’daki tersanelerinde “Bosphorus No:68” adıyla denize indirildiğini, Temmuz 1911’den itibaren de Güzelhisar adıyla boğaz seferlerine başladığını okumuştum bir yerlerde. Bacasının diğer vapurlardan büyük olması nedeniyle farkedilirmiş. Geldiğinde siyah olan vapur daha sonra Şirket-i Hayriye’nin diğer gemileri gibi beyaz renge boyanmış. İlk kaptanı Rum azınlıklardan Estenefon Efendi, makinisti de Koço Efendi imiş. İstanbul’a geldiğinin 4. yılında I. Dünya Savaşı sırasında Marmara Denizi’ne sızan E-11 adlı bir İngiliz denizaltısı tarafından torpillenmiş ve bir haylı hasar görmüş de, hemen Hasköy Fabrikasına alınarak baştan sona onarılmış. 

Güzelhisar Eminönü’nde. Tablo: Osman Süha Özten


Güzelhisar’ın Kaptan Köşkü

Bir tarihin koynundaydım, onu soluyor ve ona dokunuyordum işte, daha ne isteyebilirdim ki. Tornistan yapıp, koyu bir istim salıyor önce sanki boğazını temizlercesine, sonra yorgun bedeninden çıkan inceden gıcırtılar ile hafifçe bir sarsılıp, sonrasında bir saat gibi tıkır tıkır çalışarak, sessiz sedasız yola koyuluyor Güzelhisar Beşiktaş’a doğru. Her zaman olduğu gibi büyüklü küçüklü beyaz martılar eşlik ediyorlar bu güzel deniz yolculuğuna ama bugünkü gibi pek itibar etmiyorlar simite, henüz istihkaklarını denizden çıkartabiliyorlar ne de olsa, ara sıra pike yapıp suya dalıp çıktıklarına bakılacak olursa. Oturulacak yerleri, iskelenin kapıları açılır açılmaz birbirini ezip koşuşturanlara bırakıyor, oturmuyorum, palamar rodasına takılmamak için az kenara çekilip, elimi uzatıp tavandan geçen borulardan birinden destek alarak ayakta duruyor, ciğerlerimi bol bol serin boğaz havası ile dolduruyorum, Ankara’ya dönünce hasret kalacağım bu mis gibi iyot kokan havalara ne de olsa.
Kaptan Güzelhisar’ın dümenini önce boğazın yukarısına doğru, sanki Defterdarburnu’na gidecekmiş gibi kırıyor, boğazın ortasına kadar gidip, sonra “viya” deyip rotayı çeviriyor, rüzgarın ve akıntının sayesinde yokuş aşağı vitesi boşa almış gibi Beşiktaş’a yöneliyor. Yaklaşıyoruz Beşiktaş iskelesine, iki eski dost birazdan tekrar buluşacaklar kimbilir kaç yüzüncü ya da bininci kez. Güzelhisar geldiğinin ikinci senesinde karşılaşır ilk kez yeni yapılan bu Beşiktaş iskelesiyle, o gün bugün ayrılmaz iki dost gibidirler. İstanbul’un eski iskelelerinin hepsi güzel, hepsi özeldir de bunun bende yeri bir başkadır, mimar Ali Talat Bey’in bir kuyumcu titizliğiyle onun çeşitli yerlerine pek de uygun bir şekilde ve dozunda hâkk ettiği o çiniler, ayrı bir hava katar ona, bir de o iki köşesindeki sekizgen kuleleri.

İskeleye yaklaştıkça, kaptan iskeleye doğru değil de sancak tarafını hedef alarak ilerler önce, sonrasında neredeyse rıhtıma şöyle bir 50-100 metre mesafe kaldığında hızını keser Güzelhisar’ın bırakır, boşlar onu boğazın akıntısına, bir kuğu gibi kayıp bir hamlede yaslar Güzelhisar’ı iskeleye, yılların verdiği o büyük beceri ve ustalıkla. İskele ile taa Beşiktaş’ın içlerinden, Fulya’dan akıp gelen Ihlamur Deresi’nin caddenin altından geçip, denize döküldüğü yerdeki “tonoz”un arasında o kumsaldaki çekek yerinde derme çatma ahşap kızaklar üzerinde, balıkçı tekneleri vardır, tek tük de balıkçı, ağlarının tamiriyle uğraşırlar. Yine oradalar işte, ardında da ağaçların altında çay bahçesi, çay bahçesinde insanlar çay içip simit yer, gazetelerini okur, bir yandan da boğazı, geçen gemileri seyrederler.
Beşiktaş İskelesi yanı çekek yerinde balık tutanlar.
(T. Can Öztürk katkısıyla)

Beşiktaş İskelesi yanı çekek yeri. (T. Can Öztürk katkısıyla)
Beşiktaş İskelesi ve Çay Bahçesi.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

O, ben değil miyim o? oradaki masada oturmuş, masanın üzerinde kitabı, elinde bir simit, önünde bir çay Güzelhisar’ı ağzı kulaklarında seyreden!.. Kot, gömlekle olduğuma bakılırsa yaz kampına geldiğim Pendik’ten inmişim, biraz dolaşmaya. Saçlar uzun, hafif de bronzlaşmış bir ten, kimbilir ne işim var orada? Evet, eskiden beri en sevdiğim yerlerden birisidir bu çay bahçesi, gelir oturur bir de çay söylerim gelirken iskelenin önündeki simitçiden aldığım simidimin yanına, beklerim birazdan gelecek benim Güzelhisar’ım diye. O gelene dek de oyalanırım, teknelerini kâh onaran, kâh boyayan, ya da ağlarını tamir ederken yanındakiyle yarenlik eden emektar balıkçıları izleyerek. Güzelhisar’ın dümenini Defterdarburnu’na çevirip de boğazın ortasına geldiğini gördüğümde bırakırım her şeyi, ona odaklanır, izlemeye başlarım, büyük bir huşu içerisinde. Onun boğazın ortasında burnunu Beşiktaş’a çevirişini, iskeleye yanaşmadan az önce burnunu azıcık sola kırıp, sonra kaptanın komutuna uyarak makinelerin hız düşürüşünü, pervanelerin kısa bir an için stoplanmasını hissederek, Güzelhisar’ın başı boş bırakılmış, sadece akıntının gücü ile, sanki geliyorum, geliyorum, geldim diyerek telaşla ama yumuşak bir şekilde iskeleye ustaca yanaştırılmasını izlemeye bayılırım. Yanaşırken de kaptanın başını köşkünden dışarı uzatıp, gururla iki kısa bir uzun düdük çalarak “bak bakalım ne yapacağım ben şimdi” deyişini izlemek, yüzüme bir gülümseme yayılır o an, mutluluk budur işte, hele bir de hava güneşliyse ve ıslanmıyorsam. Yanaşır yanaşmaz da daha çımacının halatı iskeleye atıp, palamarı bağlamasını, köprüleri sürmesini beklemeden iplerinden boşanmışcasına fırlar yolcular, vapurdan iskeleye atlayıp, zıplayarak, bir oluk gibi başlar koşuşturmaya. Ankara’nın o rahvan memur şehri ağırbaşlılığından sonra İstanbul’un bu koşuşturmacası, bu devinimi beni şaşırtır, bir o kadar da ilgimi çeker, düşündürür. Niye ki?..

Bu küçük keyfimi de bozdular 12 Eylül sonrasında, ne park kaldı, ne çay bahçesi, ne seyyar satıcılar, bomboş kör bir alan; Nasıl seyredeceğim ben Güzelhisar’ımın o gösterisini, nerde içeceğim çayımı, yiyeceğim simidimi? Neymiş, zinhar üç kişi bir araya gelmesinmiş, toplanmasınmış, gelirse, toplanırsa anarşi olurmuş. Hadi onu anladık da seyyar satıcılardan ne istediniz? Bak onu hiç bir zaman anlamamışımdır.

1970’lerde Beşiktaş İskelesi
Bu kez kimseye öncelik tanımadan önce ben indim işte vapurdan, ama heyhat ne fayda, yine sağdan soldan omuz atışlarıyla beni geçip solladılar, gittiler bile. Bu adamların telaşına ayak uydurmam çok zor benim, ne yapsam olmuyor, uyamıyorum bu şehrin temposuna. Çay bahçesi açık olsa yine oturur bir çay içer, gevrek bir simit yerdim ama nerde, geçti o günler mazide kaldı. Ağır ağır çıkıyorum iskeleden, yine Ankara’lı rahatlığıyla, kimsecikler kalmamış deminki o hercümerçten. Ben çıkana dek onlar varacağı yere varmıştır bile bu hızla. Büfeden bir 216 alıyorum, bir de kibrit. Açıyorum paketi bir tane yakıyorum, kibriti söndürüp kutuya tersine koyuyor, bir nefes daha çekip taksi kuyruğunun arasından sıyrılıp meydana yöneliyorum. İskelenin sağında sıra sıra otobüs durakları. Solda Barbaros Hayrettin ve levendleri bir kalyonun burnundan, elinde tur bayrağı ile heyecanlı bir şekilde birşeyler anlatan rehberin etrafında toplaşmış, yüksek sesle konuşan Japonlara selam veriyorlar adeta, ama onlar beklediğim hareketi yapmıyorlar, eğilip selama karşılık vermiyorlar. İşleri güçleri ellerindeki fotoğraf makineleri ile bol bol fotoğraf çekmek ve bağıra bağıra konuşmak. Fonetiği en kaba dil bizimki sanırdım, meğer bunlarınki daha da kabaymış, gözünü sevdiğimin Türkçesi.

Fazla takılmıyorum Japonlara, acelem de yok, keyfini çıkarmaya çalışıyorum onlara rağmen. Ancak heykelin hizasından ayrılmadan önce, az geri dönüp ve arkaya hafifçe kaykılıp, o da görüp deli demesinler diye, bir tek adaşlarım levend’lerin görebileceği şekilde, sağ elimi başıma götürürmüş gibi selamlıyorum onları.

Sağda yine bir Mimar Sinan eseri Barboros Hayreddin’in sekizgen türbesi, yeşillikler içerisinde 30 kadar mezartaşı olan haziresi ile adeta bir vaha, ikisinin ortası çascavlak bir meydan işte, top sahası gibi çıplak ve taş; ne bir yeşillik, ne bir ağaç. Ha bir kaç tane de o meşhur toplardan konmuş sırayla denize karşı, Fatih’in toplarından, çocuklar üzerine ata biner gibi binip dıgıdık yapsınlar diye sanki.

Yürüyorum öyle çizgilere basmamaya çalışıp, adımlarımı kare taşların ikisine denk getirerek. Çocukluktan kalma kendimce bir oyun sadece, obsesif kompulsif olduğumdan değil, küçük şeylerden mutlu olma hali bu, ama simetri takıntım vardır ki işte o bir hastalık; ilk kez gittiğim bir yerde kimselere çaktırmadan duvardaki yamulmuş çerçeveleri düzelttiğim çoktur bu yüzden. Türbenin oradan iki üç basamakla yola çıkar, soldan devam eder, belki 1940’larda Beşiktaş Vergi Dairesi’yken Deniz Müzesi’ne dönüştürülen kırmızımtrak taş kaplı önü kare sütunlu bir portik ile çevrili binaya girer, vakit doldururum diyorum, buluşmaya kadar. Yine bir kamyon Barbaros Bulvarı’ndan inerken freni boşalmış da binanın o sağ köşesindeki kolonuna çarpmış diye yazmıştı gazetenin biri geçenlerde, hem ona da bir bakarım; “kamyonlar çarpa çarpa, yıkacaklar bu gidişle bu hoş binayı da” diye hayıflanıyorum. Sinan Paşa Camii’nin tam karşısındayım, tam caddeye çıkan merdivenlerin basamaklarına yaklaşmışken, çizgilere basmıyacağım diye gözüm de yerde, o sırada nerden çıktığını bilmediğim bir rüzgar merdivenlerin kuytusunda yığılmış çınar yapraklarını süpürüveriyor önümden. İşte tam o anda bir nüfus defteri, içinden dışarı fırlamış bir fotoğraf ve çizgili defterden yırtılıp katlanmış bir de not kağıdı ortaya çıkıyor; Olacağı bu işte, o kadar koşturmacada, kimbilir hangi telaşlı İstanbullu düşürdü bunu otobüse ya da dolmuşa yetişeceğim derken?” diye söyleniyorum... Sanki rüzgar, sırf ben onları görüp bulayım diye, bir anda çıkmış ve çıktığı gibi de birden kesilivermişti...

Gayri ihtiyari eğiliyor, toplayıp kalkıyorum, Nüfus Cüzdanını, fotoğrafı ve not kağıdını. Doğrulunca önce dönüp bir etrafı kontrol ediyor, sanki sahibini bulacakmışım gibi, bakınıyorum. Sonra öncelikle fotoğrafı inceliyorum, genç bir kız öğrencinin siyah beyaz vesikalığı bu, beyaz gupür dantel yakası, siyah önlüğü ve muhtemelen kırmızı kordela bağlanmış örük saçlarıyla güzel bir kız çocuğu işte. Not kağıdını açıp bakıyorum, boş... onu bırakıp içini açıyorum hüviyetin, genç yağız bir erkek fotoğrafı, 1928 İstanbul doğumlu, Aleko oğlu Petro Denassi, fotoğraftaki kız çocuğu ya kardeşi ya da yavuklusu… Aklıma düşüyor o an, çevirip arkasına bakıyorum fotoğrafın; bir mani...

“Manici başı mısın,

Cevahir taşı mısın,

Sana resmimi versem,

Cebinde taşır mısın.”

-GÜNNÛR-

demek ki adı Günnûr, delikanlının yavuklusu,

sürekli cebinde, kalbinin üzerinde...


Başımı fotoğraftan kaldırıp tekrar bakınıyorum etrafıma, iskeleye doğru dönüyorum bu sefer, ama o ne!.. Japonlar sırra kadem basmış, nereye gittiler iki dakikada onca adam, kadın?.. Onların yerine Borsalino fötr şapkalı, belleri kuşakla bağlanmış uzun pardesülü adamlar, saçları Bette Davis bukleli ya da Rita Hayworth dalgalı, uçuşan uzun etekli kadınlar, peyda oluvermişti birden bire. Az önce selamlaştığım Barbaros ve levendleri oradalar oysa, önünde Japonlar da vardı, şimdi yoklar. İskele desen yerinde olmasına yerinde de, otobüs durakları kaybolmuş orada iki katlı koca bir bina durmakta. Güzelhisar da son yolcularını alıyor. Ama Fatih’in topları da yok olmuş, Japonlar mı alıp götürdüler kaşla göz arasında, “olacak şey değil” diyorum. Şaşkınlık ve biraz da korkuyla dönüyorum ki geri, sağımda bir kütle, önce bir sütun görüyorum burnumun dibinde, sonra başka sütunlar, hatta arasında bir de çeşme, tepemde koca bir çınar. Az önce burada olmayan koskocaman bir çeşme yapısı dikiliyor karşıma. Güzelhisar bağırıyor, gidiyorum ben diye, bir sürü karga havalanıyor canhıraş çığlıklarla, bir anda gökyüzü kapkara, karışıyorlar Güzelhisar’ın kara dumanına...

Şöyle bir dönenip, Üsküdar’ın, Ortaköy’ün de kargalarını toplayıp  büyük bir kara bulut halinde üzerime doğru geliyorlar sanki, meydanda benden başka kimse kalmamış, koskoca meydanın ortasında öylece kalakalıyorum, elimdeki kimlik ve vesikalık kayıp düşüyor yere. Korkumdan, artık ben mi küçülüyorum, yoksa kimlik mi büyüyor bilmem, düşerken çadır gibi kalmış kimliğin altına gizleniyorum. Tepemde dolaştıklarını hissedebiliyorum, kanat seslerinden, arada açık olan uçlardan gagaları ile dürttüklerini de. Elimi kolumu, ayaklarımı sallayıp kovalamaya çalışıyorum. Şimdi bunlar da nereden çıktı?.. neler oluyor?.. önümdeki merdivenler nereye kayboldular?.. ben neredeyim?.. ben... ben miyim?.. bu çeşme neyin nesi?.. cinler mi çarptı beni yoksa?.. tövbe töbe “iyi saatte olsunlar” demeye kalmıyor, debelenerek, sıçrayıp oturuyorum.

???

Yatağımın ortasında, kan ter içerisindeyim…

Ne kargalar, ne çeşme, ne de kimlik var ortada,

Karabasan dedikleri bu işte,

karaların baskınına uğradım resmen!

Hayırdır inşallah, fesuphanallah...

Annem olsa dalga geçer gibi “hayırdır hayır...”, kıçın diyemezdi de, “...üstün açık kalmış demek yine” der gülümser geçerdi...


O sersemliği üzerimden atıp, kafamı toparlayınca, el yordamıyla gözlüğümü bulup takıyor ve o anda bulduğum bir kağıt parçasına alelacele not alıyorum, unuturum yoksa... Bu bir rüyaydıysa, ki ne olacaktı başka, unutmamalı kaydetmeliyim, Üsküdar, Çeşme-i Cedid, Beşiktaş, Barbaros Hayreddin, Güzelhisar, merdiven, sütunlu büyük meydan çeşmesi, bir de isim neydi kimlikteki, asıl onu unutmamalıyım, Pet-ro, Petro De-nas-si, babası Aleko ve 1928 İstanbul doğumlu; haa bir de Günnûr, sevdiceğidir büyük ihtimal,

ya o boş katlanmış not kağıdı?..


Bu rüya ya da karabasan her neyse, belli ki bir şey anlatmak istemişti bana, ama neydi? Bulacak, çözecektim bu muammayı. Söz konusu çeşme rüyanın en kolay halkasıydı benim için, zaten aklımdaydı ne zamandır. Hatta çok yakınlarda çözmüştüm onun gizemini. 5 ya da 6 yıl önce Beşiktaş ile ilgili kapsamlı bir yazı planlamış, o konuda araştırmalara başlamış, bir hayli de eski zaman fotoğrafları toparlamıştım, Beşiktaş ile ilgili. İki üç tane fotoğraf bulmuştum, oldukça da yıpranmış, hayal meyal bir şeyler anlaşılıyordu ama yine de. Bir çeşme görünüyordu bu fotoğraflarda hemen Barbaros Hayreddin’in türbesinin civarında. Büyük ve gösterişli bir çeşmeydi bu, iki yüzlü, biri denize, diğeri Sinan Paşa Camii’ni bakan ikiz, dörder sütunlu, taçlı, tuğralı, mermer bir çeşme. İki yüzün ortasında da mermer kaplamalı büyükçe bir su haznesi. Orada bugün olmayan bu çeşmenin nerede olabileceğini, kimin yaptırdığını, kim için yapıldığını, uzunca bir süredir araştırıyordum. Bazı ipuçlarına da ulaştım bu araştırmalar sırasında, oradan bir tarihte sökülerek taşındığını, şu an sadece bir yüzünün Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nu girişinde yolun karşısına, Spor Sergi Sarayı’nın (Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı) altındaki toprak şevin önüne yapılan bir taş duvarın ortasına yerleştirildiğini keşfetmiştim zaman içerisinde. Hatta 2015 yılının Temmuz ayında gidip fotoğraflarını da çekmiştim. Ancak yine de bazı soruların cevaplarını bulamamıştım, ne bir kaynak bulabilmiştim, ne de çeşmenin üzerinde bir kanıt. Altı sene geçmiş bu arada, ne çabuk geçiyor zaman. Çeşmenin üzerindeki Tuğrası ve kitabesi silinmişti. Kimliksiz bir çeşmeydi benim için, ikizi de ortada yoktu. Ancak çok yakın bir zamanda başka bir yazım için araştırma yaparken, değerli arşivci Taha Toros’un adına İstanbul Şehir Üniversitesi ve Turing ortaklığıyla hazırlanan “Unutma İstanbul” projesinin tanıtım kitapcığında karşıma çıkan küçük bir not, benim sorularımı aydınlatmıştı. O nedenle Çeşme ile ilgili yeterli bir bilgiye sahip olduğum için, çeşmeyi sonraya bırakıp, önceliği kimliğe verdim. Bu kimlik kime aitti, bana ne anlatmaya çalışıyordu. Belli ki her kime aitse bu kimlik, onun başına kötü de bir iş gelmişti, kargalar bunun delaletiydi sanki, belki de çözmemi, dillendirmemi istiyordu hikayesini, bir de kız çocuğu vardı tabii işin içinde. Belki o boş ama katlanmış kağıt da bir mesajdı, kimbilir yaz mı diyordu ki bana…


27 Ekim, Pazartesi önemli bir gün herhalde, rüyamda onu bulduğumu gördüğüm gün, 15 gün öncesi ile 15 gün sonrası arasını taramakla başlıyorum bulabildiğim gazete arşivlerinde; 12 Ekim - 11 Kasım. Önce kayıp ilanlarına bakmayı düşünürken, allahtan akıl edip aynı zamanda o tarihlerdeki şehir haberlerine de göz gezdiriyorum, belki de bir olayın da işaretini veriyor bu rüya. Kayıp yani o zamanın adıyla “Zayi” ilanlarına ve “şehirden” başlığı altındaki yangın, hırsızlık, soygun, cinayet, yaralama, adam kaçırma haberlerine bakıyorum bir yandan da. 

Umduğum gibi Zayi ilanı çıkmıyor karşıma, çıkanlarda kriterlere uygun değil, ya kadın ya da daha yaşlı insanlar. Geri 15 günü bitirip, ileri 15 güne doğru gittiğimde çok geçmiyor işte, tam isabet; buluyorum aradığım zayi ilanını, 2 Kasım 1947 tarihli Akşam Gazetesi’nde bir ilan, isim tutuyor, yaş da...

“Zayi - Galata nüfus memurluğundan aldığım ve içinde askerlik muamelelerim yazılı kimlik cüzdanımı kaybettim.
Yenisini alacağımdan eskisinin hükmü yoktur.

1928 doğumlu Aleko oğlu Petro Denassi”.


Önümde bir hafta on günlük gazete sayıları kalıyor, zayi ilanını bir kenara ayırıp, devam ediyorum. 9 gün ileri gittim 11 Kasım’a geldim ama bulamadım hiç bir şey. Devam ediyorum, yılmadan, bulacağım bir haber, içime doğuyor. 13 uğursuz sayıdır derler ama, tam tersi oluyor, 13 gün sonrasında 24 Kasım 1947 tarihli Akşam Gazetesi’nin 6 sayfası, 3. sütununda bir haberin başlığı dikkatimi çekiyor; 

“Bir kişi yaralandı, 19 yaşında genç bir rum öldürüldü…”

Bir cinayet haberi, Genç, 19 yaş ve rum uyuyor benim kriterlerime, üstelik cinayet mahalli Beşiktaş’tan da çok uzak değil… Olur mu olur. Elimde bir “Zayi” ilanı, bir cinayet haberi ve ne tesadüf ki yine kimliğini yitirmiş, zay etmiş bir çeşme var.


Çok rüya görmem, daha önce de yazmıştım, ya da görüyorumdur belki de hatırlamadığım için görmüyorum sanıyorumdur. O nedenle de pek itibar etmem, rüyalara, rüya tabirlerine. Ama bu kez başka, bu kadar net ve ayrıntılı hatırladığım bir rüya, benim için bir ilk. Kesin bir iş var bu işin içinde. Durup dururken görmedim herhalde ben bu rüyayı. Her ne kadar inanmasam da başvurduğum ikinci kaynak rüya tabirleri oluyor, belki bir ipucu yakalarım, aydınlanırım umuduyla.


İpuçlarımı tek tek sorguluyorum;

Çeşme diyorum ve arıyorum; mesela rüyada harap olmuş, yıkılmaya ve çökmeye yüz tutmuş bir çeşme görmek, geçim darlığına ve kedere düşüleceğine işaret edermiş. Rüyada gördüğüm her iki çeşme de harap, yıkılmaya yüz tutmuş değillerdi, geçiyorum bunu. Ama bu ilginç: 

Rüyada sahibini bilmediği güzel ve görkemli bir çeşme görmek, gören kişinin itibar sahibi ve saygın bir kişi olacağına işaretmiş, bu aynı zamanda rüyayı görenin ömrünün uzun olacağına, rızkının bol ve geçiminin geniş olduğuna ve huzurlu bir hayat süreceğine delaletmiş. Hadi bakalım işime yaramasa da, benim için güzel şeyler söylüyor yine de.


Bir kimsenin rüyasında gördüğü çeşme ne derece büyük olursa, rüyanın tabir ve yorumu da o nispette hayır ve güzele işaret edermiş, belki de en anlamlısı bu içlerinde, belki de bu rüyayı çözümlemek bir hayıra vesile olacaktır. Çeşmeden tam da beklediğim gibi bir şey çıkmasa da devam ediyorum araştırmaya;


Yaprak diyorum, dalından kopmuş yerde bulunan bir yaprağı veya yaprakları görmek; iyiye yorumlanmazmış. Bu rüya, üzüntü ve kedere yorumlanırmış. Hissediyorum, bunun sonucunda ortaya hüzünlü bir hikaye çıkacak kesin zaten.

Bu ilginç işte, tam da benim şu anki durumumu özetliyor, Güzelhisar’ın ne alakası var diyordum, meğer vapur gören kişiler gördükleri bu rüyanın tabirini öğrenmek ister, detayları öğrenmek için de araştırmaya girişirmiş, işte aynen ben… Ayrıca vapura binmek uzun zamandır görülmeyen bir kişi ile karşılaşılacağına ve özlemin biteceğine işaret edermiş.


Bunu tahmin etmekte zorlanmasam da yine de bakıyorum kara kargaların anlamı neymiş rüyada diye, beni haklı çıkartıyor yorum; karga üzücü bir olayın, bir kaybın veya kötü bir olayın geleceğinin habercisiymiş. Biliyordum ki zaten, zira karga pek hayra yorulmaz.


Rüyada kimlik kaybı, hayırlı değilmiş, uğursuzluk ve şanssızlığı işaret eder, rüyayı gören kişinin gözyaşı döküp, mutsuz olmasına neden olacak bazı olaylar yaşanacağını ifade edermiş. Hele bir de bu kimlik kalabalık bir sokakta kaybediliyorsa kişinin kafasının karışık olduğuna, karmaşık bir duruma düşeceğine ve uzun uğraşlar sonucu yoğun çabasıyla bu durumdan kurtulacağına, zor zamanlar yaşıyacağına ama bunu çözeceğine delaletmiş.


Rüyada kaybedilmiş eski bir vesikalık fotoğraf; o kişinin kaybettiği bir kişiyi çok özlediği şeklinde yorumlanırmış. Ayrıca kayıp olan şey kıymetli (değerli) bir şey ise, sahibinin bir zarara uğrayacağına işaretmiş.


Rüya içerisinde rüya görmek ise, ki bu çok enteresan işte; Atacağı adımlara çok dikkat etmesi gerektiğini ve bazı rüya alimlerine göre de rüyanın gerçek yaşamda da meydana gelebileceğini rivayet edermiş.

Ne yalan söyleyim, biraz tırsıyorum, bunu okuduktan sonra.


Son olarak da deniz kenarında Beşiktaş parkında oturup çay simit keyfi yapmanın bir anlamı var mı bu rüyada diye karıştırıyorum tabirleri; deniz kenarında oturup çay içmeyi görmek rüyada ne anlama gelirmiş diye merak ediyor, araştırıyorum. O da sakin hayata duyulan özlemin habercisiymiş, rüyayı gören kişinin sakin bir hayata çok fazla özlem duymasını gösterirmiş ki yalan da değil, huzur arıyorum herkes gibi son zamanlarda…


Oturup bu bulduğum rüya tabirlerinden bir sonuca varıp, onları yorumlamayacağım, ama etkilenmediğimi söylersem yalan olur, belli ki pek de iyi bir hikaye beklemiyor beni, bulduğum somut kanıtları da düşününce. Oturup da bu rüyayı yorumlamayacağım, rüya tabircisi değilim. Ama ne olup bittiğini bir şekilde anlamaya, anlatmaya çalışacağım yine de, dilim döndüğü, kalemim yazdığınca;

Akşam Gazetesi’nin 24 Kasım 1947 Pazartesi günü nüshasının

6. sayfasının 3. sütunundan bir haber;

İstanbul’da bir cinayet

Bir kişi yaralandı, 19 yaşında genç bir rum öldürüldü.


“İstanbul- Nişantaşı Maçka semtinde vuku bulan kanlı bir hadise bir kişinin ölümü ve bir kişinin yaralanmasıyla neticelenmiştir:

Hayri Öviç adındaki bir tersane işçisi, 2. No.lu Park ile Açık Hava Tiyatrosu’nun arasından geçen yolun kenarında seyyar köftecilik yaparak hayatını kazanan Mehmet Zeybek ismindeki şahsa, yediği köftenin parasını ödemediği gibi, bir de100 lira kadar rakı parası istemiş, ancak sözünü geçiremeyince savuşup gitmiştir. Fakat bir saat kadar sonra bu sefer arkadaşı Arap Mehmet Ali ile birlikte tekrar gelip aynı isteği tekrarlamışlardır. ‘- Ben fakir adamım; ne sebeple size 100 lira verecekmişim?!.’ diye cevap veren Mehmet Zeybek’e karşı Hayri: ‘- Ama biz almasını biliriz!’ diye mükabelede bulunmuş ve bu esnada Arap Mehmet Ali, Hayri’yi yana itip, öne geçmiş, Mehmet Zeybek’in üzerine cebinden çıkarttığı sustalısıyla hücum etmiştir. Köfteci Mehmet de tezgahındaki bıçaklarını bilemekte kullandığı masatı çekip, ‘- Yaklaşma!’ ihtarını müteakip masatı savurmuş, onu kolundan şişlemiş, kolundan yaralanan Arap Mehmet Ali yere yuvarlanmıştır. Bu kez zaten olay öncesi aldığı aşırı alkolün etkisiyle zor ayakta duran Hayri Öviç yere düşen Arap’ın sustalısını alıp Mehmet Zeybeğin üzerine yürümüştür.

Mücadelenin bu korkunç safhasında yoldan geçmekte olan ve vaka yerine tesadüfen gelmiş bulunan kimliği belirsiz bir genç, Hayri’nin üzerine atlamış, hareketine mani olmak üzere müdahalede bulunmuş, Hayri’nin elinden bıçağı alabilmek için onunla mücadeleye başlamıştır. 4 kişinin iştirak ettiği kavganın bu safhasında yere düşen Arap Mehmet Ali yerden kalkarken eline geçirdiği iri bir kaya parçasını Hayri ile boğuşan genç delikanlının kafasına fırlatarak onun ölümüne sebebolmuştur.”


İş işten geçmişti; 2 No’lu parktan geçmekte olanlar ve civardan sesleri duyup gelenler yetişmişseler de, aşırı kan kaybeden genci kurtaramamış, ancak faillerin kaçmasına engel olabilmişti. İçlerinden biri bir koşu yakındaki Teşvikiye Karakolu’na haber vermiş, gelen polisler Arap Mehmet Ali’yi, Hayri Öviç’i sanık ve köfteci Mehmet Zeybeği ise ifadesini almak üzere, göz altına almış karakola götürmüştü. Olay yerine gelen ekipler, yok yere olaya müdahil olup kavgayı ayırmaya çalışırken hayatını kaybeden talihsiz gencin üzerinde yaptıkları ilk incelemede, üzerinde bir kimlik bulamamış, sadece gemici parkasının iç cebinde 2 Kasım 1947 tarihli bir gazete, sağ cebinde 75 kuruşluk bir maç bileti ve küçük bir siyah-beyaz kağıt Beşiktaş bayrağı bulmuşlardı. Gelen ambulans ile, öldürülen gencin cenazesi Şişli Etfal Hastanesi morguna kaldırılmak üzere nakledilmişti.


Teşvikiye Karakolu’nda sorguları tamamlanan iki saldırgan tutuklanma talebi ile savcılığa sevk edilmiş, tanık olarak ifadesi alınan köfteci Mehmet Zeybek ise daha sonra gerekirse mahkemede ifadesine başvurulmak koşuluyla, saat 13:30 gibi serbest bırakılmıştı. Mehmet tam karakoldan çıkıyordu ki, kapıda telaşla içeri girmek üzere olan 50 yaşlarında bir adam ile çarpışmış, adam bir şey demeye bile gerek görmeden içeri dalmıştı. Arkadan gelen delikanlı Mehmet’e yol verirken durumu açıklamaya çalışmak istemişti, ama Mehmet’in ne onu dinleyecek, ne de duyacak hali de, vakti de yoktu. Hiç bir şey olmamış gibi devam etmişti. Mehmet’in nutku tutulmuştu belli ki, karakolda ifadesi alınırken, ne Petro’yu tanıdığını, ne de Açık Hava Tiyatrosu’nun şantiyesinde çalıştığını söyleyememişti, belki çekinmişti, ya da geçmişindeki ufak tefek bazı pürüzler onu durdurmuştu. Tanış olduklarını söylerse, mazisinden dolayı başı beleya girer diye düşünmüş de olabilirdi. Bunları düşünecek hali yoktu, çıkmıştı ve şu an onun tek derdi, bir an önce şantiyeye gidip haberdar etmekti şantiyedekileri, Petro’nun arkadaşlarını. 


İçeri giren yaşlı adam ve delikanlı kayıp bildirimi yapmak üzere acilen komiser ile görüşmek istemişlerdi. Yaşlı adamın adı Kosta, genç ise Stelyo’ydu. Alekos, gece geç saate kadar bekledikleri oğulları eve gelmeyince, doğruca kardeşi Kosta’nın evine gitmiş, o da ilk iş olarak Tarlabaşı’na gidip Stelyo’yu bulmuş, Petro’yu sormuştu, akşam birlikte maça gideceklerinden haberi vardı, ne olmuştu yeğenine. Her yeri birlikte aramışlar, bir sonuç alamayınca da karakol karakol dolaşmaya başlamışlardı, bir umut. Son umutları bu karakoldu, Kosta Danessi, tüm aramalarına ve başvurularına rağmen yeğenini bulamadıklarını, akşam 19:30’dan itibaren ondan bir haber alamadıklarını söylediğinde, komiser onlara diğer karakollarda duydukları gibi, üzerinden 24 saat geçmeden üstelik de reşit olan biri için kayıp kaydı açamayacaklarını söylemek üzere ağzını açmıştı ki, o sırada söze giren Stelyo lafını ağzına tıkmış, “...akşam birlikteydik, İnönü Stadı’ndaki maçtan çıktıktan sonra ondan bir daha haber alamadık, gören olmadı, oysa eve döneceğini söylemişti…” deyince, duraksamış, içine bir acı çökmüştü, o da bir evlat sahibiydi sonuçta. Öncelikle onlara yer gösterip, oturmalarını istemiş, “az bekleyin, yine de bir bakalım” diyerek ortamı biraz yumuşatmaya çalışmıştı. Bir yandan da bir amcaya böyle bir haberi nasıl verebilir insan diye düşünüyordu. Kendisi çok emin olmakla birlikte yine de baştan kestirip atmak istememiş, umutlarının bir anda yitip gitmesine gönlü razı gelmemişti. Bu kadar tesadüf olamazdı, cinayet mahalli İnönü Stadyumu’na çok yakındı bir, cebinden bir kağıt Beşiktaş bayrağı çıkmıştı ki, biliyordu dün akşam Beşiktaş’ın maçı vardı orada, o da iki, eee bir de maç bileti vardı gencin cebinde; daha ne olması gerekti ki maktulün aranan genç olduğunu düşünmemek için... Araya bir takım başka işler sokup, sanki meşgulmüş havasına girmiş, gelen gidenle rastgele konuşmuş, seslenerek birilerini çağırıp emirler vermiş, bir kaç da evrak imzalamış, düşünmek için zaman kazanmaya çalışmıştı. Kosta ve Stelyo oturmuş, öylece umutla bekliyor, komiserin ağzının içine bakıyorlardı. Sonunda komiser sanki önüne yeni gelen evraklardan birinden okuyormuşcasına, “dün akşam bir vaka bildirilmiş bize”, mıntıka bilgisini vermeden “bir genç yaralı olarak bulunmuş, üzerinde kimliği de yokmuş, şu an Şişli Etfal’de müşahade altındaymış, isterseniz bir oraya bakın” deyip işin kolayına kaçmıştı. Gerçeklerle hastanede karşılaşmaları bu yaşlı amca için belki de en uygunu olur diye düşünmüştü. Ama bu bile Kosta’nın betinin benzinin atmasına yetmişti, çünkü biliyordu, yeğeni Petro’nun bu ay başında kimliğini kaybettiğini, hatta yenisini çıkartabilmek için de zayi ilanı verdiğini. Ayağa kalktığı gibi “bu bizim Pedros” diye bağırarak dışarı fırlamış, Stelyo ardından zor yetişmişti, en azından telaşla çıkarken o komisere bir teşekkür edebilmiş, hoşçakal diyebilmişti kapı aralığından.


Kosta ve Stelyo komiserin odasında bekleyedursun, kapıda onlara çarparak fırlayan Mehmet Zeybek, topuklamış, çoktan şantiyeye varmış, şef Ahmet’in karşısına dikilmişti, nefes nefese. Yüzü mosmor kesilmişti, koca göbeğini hoplata hoplata bir an önce haber yetiştireyim derken. Ahmet, önce bir otur hele deyip, bir bardak su yetiştirmişti, yoksa hücceten gidecekti gözlerinin önünde, yüzü pancar gibi olmuştu. Mehmet suyu bir dikişte içmiş, daha fazla bekleyememiş, böyleyken böyle diye tüm bildiklerini, tanık olduklarını bir çırpıda anlatıvermişti Ahmet’e. Lafının bitmesini beklemeden Ahmet fırlamıştı, duvarda asılı duran anahtarı kapıp dışarı, tiyatronun basamaklarını üçer beşer atlayarak koşturuyordu yukarıya doğru önden, arkasından da Zeybek. Ahmet koştururken gördüğü bir kaç kişiye daha yetiştirmişti haberi ki, onlar da takip etmişlerdi onları. Yukarı vardıklarında 7 kişiyi bulmuşlardı, gece bekçisi de kapıdaydı, şaşkın bakıyordu ne oluyor diye, ona da anlatıp şantiyenin kamyonetine atladı Ahmet, çalıştırdı hemen. Mehmet Zeybek ile bekçi yanına, diğerleri de arkaya atladıkları gibi yola çıktılar Şişli Etfal’e doğru. Gittiklerinde iş içten geçmişti çoktan, zaten Petro ambülans geldiğinde çoktan vermişti son nefesini. Yıkıldılar, her biri bir köşeye çekildi, ellerini başlarının arasına alıp sessizliğe gömüldüler. Ne kadar geçti bilinmez, bir süre sonra koşturarak gelen Kosta ve Stelyo, onları bu halde görünce, anladılar gerçeği, tüm açıklığıyla, bir şey söylemelerine gerek yoktu, yüzleri her şeyi tüm açıklığıyla yansıtıyordu zaten. Sadece Kosta büyük bir ahhh çekti, tüm hastane yankılandı neredeyse bu acı haykırışla… Kosta’nın oğlu yoktu, üç kızı olmuştu, o yüzden küçüklüğünden beri yanında olan Petro’yu oğlu gibi bellemiş, sevmişti. Gitmişti, dalyan gibi oğlu, gencecik yaşında, buna hangi yürek dayanırdı. Stelyo’ya sarıldı, anasından öğrendiği rumca bir ağıt tutturdu, gözlerinden sel gibi yaşlar döküyordu.


Stelyo ile Petro aynı mahallenin çocuklarıydılar, küçükken çok top koşturmuşlardı mahallenin toprak sahasında. Futbolu seviyorlardı ve Süleyman Seba’ya, “Baba” lakaplı Recep Adanır’a hayrandılar ikisi de. O yüzden Stelyo da, Petro da hasta Beşiktaşlılardı ve maçlarını kaçırmazlardı. Olur da kaçırırlarsa, o zaman da radyonun içine girerlerdi, kafa kafaya verip, kimseyi de konuşturmazlardı ki kaçırmasınlar anlatılanları. Sonraki yıllarda Stelyo’nun ailesi Tarlabaşı’na taşınsalar da Tatavla’daki çocukluk günlerini hiç unutmamışlar, görüşmeye devam etmişlerdi. O gün önemli bir gündü onlar için, yine Beşiktaş’ın bir maçı vardı. Ama bu günü farklı kılan daha da önemli bir olay yaşanacaktı, kaçıramazlardı bu tarihi anı, çocukluktan beri beklemişlerdi bunu, kolay mı?


Daha her ikisi de 11 yaşlarındayken Dolmabahçe Sarayı’nın has ahırlarının bulunduğu yere bir stadyum yapılacağını duymuşlar, sevinmişlerdi. Nasıl sevinmesinlerdi ki, hiç yoktan iyiydi elbette. Beşiktaş’ın ilk kaptanı ve teknik direktörü Ahmet Şerafettin Bey’in, 1910’da yanan Çırağan Sarayı’nın bahçesine yaptırdığı Şeref Stadı’nda maç izlemek pek keyifli olmuyordu.


Orası sıkı rüzgar alıyor, özellikle sonbaharda ve kışın üşüyor, ne üşümesi resmen donuyorlardı. Ayrıca da futbolculardan biri abanıp da sıkı bir şut çekecek olsa, top sekip denize kaçıyor, maç deniz kenarında bekleşen sandalcılar gidip topu alıp gelene kadar tatil ediliyordu. İyi olacaktı iyi; bitecekti bu dertleri yakında...

İtalyan mimar Paolo Vietti Violi’nin başlattığı, avan proje aşamasında Milano’da onunla birlikte çalışan iki türk mimar Fazıl Aysu ve Şinasi Şahingiray’ın ortaklaşa tamamladıkları bir projeye göre inşaa edilecek stadyumun temeli 19 Mayıs 1939’da atılmıştı. Ancak bir an önce bitmesini bekledikleri stadyumun inşaatı II. Dünya Savaşı nedeniyle yavaşlamış, 4 yıl sonra 19 Mayıs 1943’te tekrar bir temel atma töreni yapılmıştı. Artık 15 yaşına gelmişlerdi, iyice deli zamanları, gün sayıyorlardı, bitsin de şöyle gidip ağız tadıyla bir maç seyretselerdi. Ancak yine de hemen bitmemişti stadyum işte, 5 milyon liraya mal olan ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün adının verildiği İnönü Stadyumu nihayet işte bu akşam resmen açılacaktı; üstelik de Beşiktaş ile İsveç takımı A.I.K Solna arasında yapılacak ilk açılış maçıyla.

AIK Solna aslında daha önceki bir tarihte gelip Fenerbahçe ile bir dostluk maçı yapacaktı, ancak İsveç takımının uçağı sis nedeniyle gelemediği için maç ertelenmiş, maç İnönü Stadı’nın açılışına denk gelince de Fenerbahçe yerine Beşiktaş ile bir karşılaşma düzenlenmişti. Bunu kaçıramazlardı iki kafadar, o gün sözleşmiş, işlerinden yarım gün izin alıp birlikte bu maça gitmeye karar vermişlerdi. Gitmişlerdi de, heyecanlılardı. Takımlar sahaya çıktıklarında İsveç takımının ellerinde Türk Bayraklarıyla görünmeleri seyircileri şaşırtmış, bu jest sevinç ve çoşkuyla karşılanmıştı. Beşiktaş sahaya Feyzi, Yavuz, Vedii, Faruk, Saim, Tanaş Çaçi, Süleyman Seba, Hikmet, Şevket, Hakkı Yeten, Şükrü Gülesin on biriyle çıkmış, büyük bir tezahüratla karşılanmıştı. Hava güneşliydi ve saat 14:45’te maçın hakemi Ahmet Adem Göğdün’ün düdüğüyle başlayan müsabakanın 40. dakikasında soldan Şükrü’nün ortaladığı topu biraz sürdükten sonra sert bir şutla A.I.K Solna kalesine yollayan 21 yaşındaki sağ açık Süleyman Seba hem Beşiktaş’ın, hem de İnönü Stadı’nın ilk golünü atmıştı. Bu İnönü Stadı’nın kale ağlarının topla ilk tanışması tarihe geçecek bir an olmuştu. Bu ilk golün sevinciyle sahaya fırlayan seyircilerin coşkun sevgi tezahüratları arasında Süleyman Seba kapaklanıp yere düşmüştü. 21 yaşındaki Süleyman’ın yıldızı parlarken, Beşiktaş’ın kaptanı, 37 yaşındaki Hakkı Yeten’in de yıldızı sönmüştü. Sağ dizindeki kopan yan bağlar nedeniyle eski gücünü ve formunu gösterememiş, seyircinin tepkisini “Hakkı baba bırak bu işi, Hakkı dışarı, Hakkı dışarı” diye bağırarak dile getirmesi üzerine, sahada daha fazla duramamış, ilk yarının son dakikalarında soyunma odasına dönmüştü. Bu onun jübile yapmadan sessiz sedasız futbola vedası olmuştu. Kıran kırana bir maç olmuş, ilk golün ardından daha bir dakika geçmemişti ki A.I.K Solnalı Erik Karlsson İsveç’in ilk golünü, ardından 53. ve 63. dakikalarda Henry Carlsson A.I.K Solna’nın ikinci ve üçüncü gollerini atmıştı. Beşiktaş’ın ikinci ve maçın son golünü de 70. dakikada Şevket Yorulmaz atmıştı. Müsabakanın sonucunda hakem bitiş düdüğünü çaldığında, ne yazık ki siyah-beyazlılar İnönü Stadyumu’ndan 3-2’lik bir skorla mağlup olarak ayrılmıştı. Buna rağmen her hangi bir taşkınlık olmamış, futbola ve gole doyan tribünler staddan mutlu ayrılmıştı. Hafif bir burukluk taşısalar da, Stelyo ve Petro da hem Süleyman Seba’nın o ilk golünü seyretmekten, hem de yeni bir stada kavuşmaktan dolayı mutlu bir şekilde çıkmışlardı İnönü Stadyumu’ndan. Kalabalık seyirci topluluğunun seline kapılıp, ayırdına varmadan onlarla birlikte yokuştan yukarı doğru yürümüşler, Taksim Gezisi’nin içerisinden geçip İstiklal’e dalmışlardı. Hava henüz kararmamıştı, niyetleri biraz kafa dağıtmak, az da olsa bozulan morallerini düzeltmek için, belki bir iki arjantin birası içmek, sonra da çok geç olmadan evin yolunu tutmaktı. Biralarını yudumlarken Petro, sırdaşı Stelyo’ya o güne kadar açmadığı bir konuyu açmış, belki de alkolün tesiriyle dökülmüştü bir anlamda. Aşık olmuştu Petro, içi içine sığmıyordu, ancak bir sorun vardı; aşık olduğu kız bir müslümandı, askerliğini de bitirip gelmiş, onunla evlenmek istiyordu. Ancak bu durumu henüz ne o ailesine açmıştı ne de kızın ailesinin bundan haberi vardı. İkisi de aslında her şeye rağmen birlikte olmaya yemin etmişlerdi de nasıl olacaktı o iş, orası karışıktı. Petro ailesinin karşı çıkacağından çok emindi, kızın ailesinin de. İşin içinden çıkamıyor, deli deli fikirler kuruyor, bir yol bulmaya çalışıyordu. Belki de Stelyo’ya açılmasının nedeni de buydu, artık içinde taşıyamıyor bu sırrını, birisiyle paylaşmak istiyordu. Günnûr’du sevdiği kızın adı, ah şu kimliğini kaybetmeyeydi de Stelyo’ya onun resmini gösterebileydi. Daha Günnûr’a söyleyememişti zaten resmini kaybettiğini, Zayi ilanı vermişti gazeteye, yeni kimlik çıkartmak için, belki biri bulmuştur da o ilanı görüp, vicdana gelir, getirirdi kimliğini, kimlik önemli değildi, fotoğraf gelse yeterdi. Günnûr, “güneş gibi ışık saçan” demekti ve Petro’ya göre Günnûr, onu ilk gördüğü günden beri, dünyasını aydınlatmıştı. Karşıda oturuyorlardı, Üsküdar’da. Okuyordu Günnûr, seneye son sınıfa gidecekti, Mithatpaşa Kız Sanat Enstitüsü’nde. Şimdi anladın mı dedi Stelyo’ya “… hafta sonları neden hep işim var deyip seni niye boşladığımı, maçlardan kaytardığımı”; güldü ve 

“Haftasonları hep ona koşuyorum ki, görmesem olmuyor. Hatta yarın da gitmeliyim, göremezsem özlüyorum gül yüzünü. Dönüşte şantiyeye uğrayıp şeften izin alayım, bugün ilk aşkım Beşiktaş için harcadım Pazarımı, bir hafta daha dayanamıyacağım. Allahtan dün söylemiştim bugün maç olduğunu, yoksa merakından ölürdü gelmediğimi görünce. Ahmet abi iyidir halden anlar, gerekirse hafta içi fazla mesai yapar kapatırım bu açığı” diye devam etti.

Stelyo pek bir şey diyemedi arkadaşına, ne desin gerçekten de zordu arkadaşının durumu, ne yazık ki her iki taraf da karşılıklı olarak bu tür evliliklere, beraberliklere iyi gözle bakmıyordular halâ, o da biliyordu. Ne zor bir şeydi, aynı suyu içip, aynı ekmeği yiyen, aynı havayı soluyan toplumların böyle sadece dini inançları nedeniyle ayrıştırılmaları, ötekileştirilmeleri. Halbuki yüzyıllardır bir arada yaşayıp gidiyorlardı işte. Omuz omuza aynı işte çalışıyor, gerekirse öğlen tatilinde sefer taslarındaki tayınlarını paylaşıyor, azıklarını üleşiyor, aynı toprakları ekiyor, aynı hasatı alıyor, aynı keçiyi, öküzü güdüyor, sütünü sağıyor, birbirlerine maya verip maya alıyor, süte katıp yoğurt, peynir yapıyor, komşuluk ediyor, aynı türküleri dinleyip, aynı Kürdîlihicâskâr şarkılarla hüzünlenip, yanıp ağlıyor, otobüste, vapurda, tramvayda yan yana oturuyor ama iş kız alıp vermeye gelince orada donup kalakalıyorlardı. İki taraf için de aynı açmaz;

“Konu komşu ne der sonra?!..”


Petro kimliğini kaybettiği günün ertesi, onu kaybettiğini farkettiğinde, ilk aklına gelen elbette Günnûr’un ona “cebinde taşır mısın” diye verdiği fotoğrafı olmuş, kendini kötü hissetmişti, o an aklından ister istemez kötü düşünceler geçmişti, “allah korusun, ona bir şey olmasın”dı, onsuz yaşayamazdı. Güne bu karanlık düşünceler ile başlamıştı, şantiyeye gitmek için Kosta’nın kapısına vardığında, amcası anında farketmişti onun karamsarlığını. Sorgulamıştı Petro’yu, o da tabii Günnûr’dan bahsetmemiş, kimliğini kaybettiğini söylemişti sadece. Kosta, bunu çok olağan karşılamış, hatta “düşündüğün şeye bak, dert etme oğlum hallederiz” diye gülümseyerek, pencereden onları uğurlamaya çıkmış kızlara seslenmişti, “annenizi çağırın hele” diye. “Beja yengenin anne tarafından bir akrabasının çalıştığı ilânat acentesi var Çağaloğlu’nda, oraya bir zayi ilanı verirsin hemen, o olmadan yenisini vermezler, yanında para var mı?” diye Petro’yu rahatlatmaya çalışmıştı, çalışmasına da oğlanın aklı orada değildi belli ki, nedense pek rahatlamamıştı, aklında Günnûr’un fotoğrafı vardı. Hadi demişti, “sen doğruca oraya git bu işi hallet, öyle gel şantiyeye, ben şefe anlatırım durumu.” Beja bir kağıda yazdığı adresi atmıştı pencereden, onu aldı ve yola düştü Petro.

İlâncılık… KeHoSah

Ankara Caddesi, Kahraman Zade Hanı, birinci ve ikinci kat,
Telefonunu da yazmıştı Beja; 20094, 20095.

Son olarak da, Petro köşeyi dönmeden Beja ardından seslenmişti,

“Kemal Salih’in şirketi, Avram var orada, teyzem Amelia’nın torunu, onu sor bul, beni söyle yardımcı olur sana” diye.

Unuturum şimdi dedi Petro, cebinden kalemi çıkarıp,

ekledi notun altına “Avram”


1909 yılında David Samanon, Jak Hulli ve Ernest Hoffer tarafından kurulan “İlanat Reklam Acentesi”ne 1933’te Cumhuriyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Kamil Salih Sel de katılmış, şirketin adı, Kemal Salih - Hoffer - Samanon’un isimlerinden oluşan KeHoSah İlâncılık

Kollektif Şirketi olmuştu. Ülkenin ilk telefon numaralarından 94 ve 95’i alarak gazete ilancılığı yapmaya başlamışlardı. Gazetelerdeki neredeyse tüm ilanlar onlardan geçiyordu.


Petro, Kemal Salih’i biliyor, tanıyordu yazılarından, Cumhuriyet’te yazıyordu, şantiyede yemek aralarında okuyordu Cumhuriyet’i, hatta geçenlerde bir yazısını okumuştu, ilgisini de çekmişti üstelik. Çocuklukta az haylazlık etmemişti Petro ama, sonra sonra akıllanmış, okumaya merak sarmıştı. Yaşadığı bu kenti seviyordu, Kemal Salih de o gün bu konuda yazmıştı, İstanbul üzerine yazılan kitapların azlığından şikayet ediyordu.


Petro’nun okuduğu, 3 Ekim 1947 Cuma günü,

Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde;

“İstanbul’a dair yazılmış eserleri elden geçirdim; üzülmedim dersem, hakikati gizlemiş olurum. Bu şehre yerleşeliden beri geçen zaman, neredeyse, beş yüz seneyi dolduracak; bu zamanın yarısına yakın bir müddetten beri ise, gene bu şehirde, matbaacılık teessüs etmiş bulunuyor. Öyle olduğu halde, doğrudan doğruya; İstanbul şehrine veya Fatih’e müteallik olarak, basılmış eserlerin sayısı henüz cüzî rakammı bile dolduramamıştır! İşte kısaltılmış bir bilânço: Muhterem Osman Ergin’in başlıca altı kitabı, rahmetli Ahmed Refik’in külliyatı arasından ayrılmış dokuz eser, eski İstanbul’a ve semtlere müteallik on bir kitab (Celâl Esad’ın ve Halil Etem merhumun da eserleri dahil), fetihle ve Fatih’le alâkadar yedi kitab, camilere, mescidlere, tekkelere, türbelere müteallik on iki eser, doktor Süheyl Ünver’in Fatih külliyesi ve bir kaç küçük risalesi, İstanbul Halkevi neşriyatından üçü, Çaylâk Tevfiğin ‘İstanbul’da bir sene’ serisinden beşi, İstanbul nasıl eğleniyordu (Refik Ahmed), İstanbul ve Boğaziçi (Mehmed Ziya), Mir’atı İstanbul (Mehmed Raif), İstanbul sebilleri (İzzet Kumbaracılar), İstanbul Sarayları (İbrahim Hakkı Konyalı), İstanbul Çeşmeleri (İbrahim Hilmi), Fatih Divanı, İstanbul sularına dair ikisi eski, biri yeni üç kitab, bir kaç şiir kitabı ve bir takım küçük risaleler. Bizde matbaacılığm teessüsünden beri basılmış kitabların kat’î sayısına maatteessüf malik değiliz. Fakat bu rakamın elli ile altmış bin arasında olduğu tahmin edilebilir. Demek oluyor ki basılmış eserlerin İstanbul’a veya Fatih’e tahsis edilmiş olanları, umumî yekunun ancak binde biri kadardır! Kemal Salih Sel bile bitmemiş bulunan bu büyük eseri, yaslı bir edib ve müverrihin kalemine ve kafasına sahib bir gene Reşad Ekrem Koçu tek başına ve yalnız İstanbul aşkı ile yürütebilmektedir. Onun enerjisinden şüphe etmemekle beraber, karşılaştığı müşkülleri tahmin ediyor ve nihayet insan takatinin fevkindeki mesai ve mücadeleye tahammülün de bir dereceye kadar mümkün olabileceğini düşünüyorum. ‘Eski İstanbul’da meyhaneler ve meyhane köçekleri’ isimli eser, İstanbul Ansiklopedisi için toplanmış notlarla, müstakil bir kitab halinde neşredilmiştir. Reşad Ekrem Koçu bu zarif eserine mehaz olarak bir çok divanlar karıştırmış, seyahatnameler okumuş, tarihler tetkik etmiş, son devre kadar yetişmiş ve bu mevzuda yazılar yazmış muharrirlerin eserlerinden toplamalar yapmıştır. Çaylâk Tevfik merhumun altmış küsur sene evvel neşrettiği ‘Meyhane’ isimli risale ile bu kitabın mukayesesine imkân yoktur. Eskisi basit bir eserdir. vesika olmaktan fazla kıymeti yoktur. Yenisine gelince ciddî bir tetkik mahsulüdür, edebî değeri vardır. Eser bir çok fasıllara ayrılmıştır: İlk fasıllarda koltuk meyhanelerinden ayaklı meyhanelere, selâtin meyhanelerden han meyhanelerine kadar her nevi sabit ve seyyar meyhanelerden ve esnafı mel’unan’dan, yani meyhanecilerden bahsedilmiştir. Meyhane âdabına, içkilerin envaına dair malumat ve meşhur ayyaşlar hakkında fıkralar vardır. Köçeklere tahsis edilmiş bulunan son fasıllarda ise İstanbul’un gelip geçmiş bir çok şöhretlerinin hikâyesi yapılmıştır. Bu arada Enderunî Fazıl’ın ‘Defter-i aşk’ındaki meşhur ‘Köçek İsmail’ hikâyesi de, kısılarak, anlatılmıştır...”

diye yazmış, İstanbul üzerine yazılan neşriyatın azlığından dem vurmuştu Kemal Salih Sel…


Petro, Cağaloğlu Yokuşu’nu tırmanmış, Kahraman Zade Hanı’nın ikinci katında sormuş, soruşturmuş Avram’ı bulmuştu. Avram, onu üçüncü kattaki Türkiye’de her lisanda intişar eden (yayın yapan) gazeteler için bilümum resmi daireler ilânlarını kabul eden, Resmi İlanlar Türk Lt. Şirketi’ne çıkartmış, Akşam’ın 2 Kasım Pazar günü çıkacak gazetesi’nin dördüncü sayfasında yayınlanacak 2 cm’lik Zayi ilanı için, sütun/cm hesabıyla 200 kuruş ödemişti. Bu dikkatsizliği ona biraz pahalıya mal olmuştu. Ama hala o bu kaybı Günnur’a nasıl anlatacaktı, aklı hep oradaydı. 


Maç sonrası aç açına içtiği iki arjantin kafasının çakır keyif olmasına yetmişti Petro’nun, bir de Stelyo’ya açılmak onu rahatlatmış, sanki kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu. Belki de o yüzden, ayakları yerden bir karış havadaymış gibi geliyordu ona yürürken. Stelyo Çiçek Pasajı’ndan çıktıktan sonra, hemen Solakzâde sokağın başında, hoşçakal deyip, Petro’dan ayrılmış, Tarlabaşı’na doğru akıp gitmişti karanlığın içinde. Petro arkadaşını yolculayıp devam etmişti yoluna, Ağa Camii’nin hizasına geldiğinde içtiği biraların etkisiyle sıkışmış, kendini caminin abdesthanesine atmış, bir küçük su dökmüş rahatlamıştı. Normal zamanda olsa meydana gideceğine Tünel’e yürür 19b’ye atlar, tıngır mıngır, sarsıla sarsıla tramvayla Taksim-Harbiye- Pangaltı üzerinden Tatavla’ya, evin yolunu tutardı da, şantiyeye uğrayıp izin alacaktı; o yüzden yine meydana yürümüş İnönü Gezisi’ne dalmıştı.


Gezi’nin meydana bakan görkemli merdivenlerinden birer ikişer çıkmış, Alman heykeltraş Prof. Rudolf Belling’in yaptığı İsmet İnönü’nün bronz “Millî Şef Atlı Heykeli”nin yerleştirileceği yedibuçuk metrelik kaidenin yanından geçip, Taksim Gezisi’nin sağ kolundan yürümeye devam etmişti.


O yürüdükçe giderek yaklaşan, güzel bir tango melodisi geliyordu kulağına, bir gün o da böyle bir müzik eşliğinde Günnûr’uyla yanak yanağa dans edebilecek miydi, “inşallah dedi içinden, o da olacak bir gün; uzak değil yakın…”

Taksim Belediye Gazinosu’nun önündeki fıskiyeli havuza varmıştı, biraz duraksadı, ışıl ışıldı Taksim Belediye Gazinosu, çalan tangonun sesi şimdi daha da bir net duyuluyor, ateşli melodi sarıyordu bedenini, hoş duygular akıyordu damarlarında, kanı kaynamıştı. Bir erkek, yumuşak ve buğulu bariton sesiyle, gencecik 22 yaşındaki Necdet Koyutürk’ün yeni bestesi, “…Papatya gibisin beyaz ve ince, eziliyor ruhum seni görünce” tangosunu seslendiriyordu; yine Günnûr düştü aklına, sevdiceği de ince narin ve kırılgandı beyaz bir papatya gibi, hem demiyor muydu, Petro onun gür saçlarında parmaklarını dolaştırıp, saçlarının güzelliğine iltifat ettikçe, “…baharda babamın bostanından annemin topladığı papatyaları kurutup, onlarla yıkıyorum ben saçlarımı, hem besliyor, hem de parlatıyor…” diye. Sabırsızlanmıştı işte yine, içi içine sığmıyordu, bir an önce sabah olaydı da geçip karşıya görebileydi onu.


Gösterişli, lüks ve pahalı gazinolara gidemeyen halk da ucuza eğlenebilsin diye 7 sene önce açılmıştı, mimar Rüknettin Güney’in 1938’de projelendirdiği lüks ve şatafattan uzak ama şık ve modern 
Belediye Gazinosu’nun inşaatına 1939’un Temmuz ayında başlanmış, 1940 yılının 29 Ekim’inde Cumhuriyet Bayramı’nda kullanıma açılmıştı. Mahallelerinden yetişkinler anlatırlardı, dans yarışmalarına gittiklerinde, ballandıra ballandıra, “müzik ve dans, büyülü bir atmosfer, bir zevk mabedi adeta” diye. Daha fazla oyalanıp geç kalmayım diye yürümeye devam etti, yoksa durup müziğin o büyüsüne kendini bırakabilir, dalar giderdi hayallere bu çakırkeyf kafayla ki, keşke biraz daha kalaydı...

Gazinonun yanındaki merdivenlerden caddeye inip, yolun karşısına geçti, şöyle bir geri dönüp, “keşke şuraya bir yaya köprüsü yapsalardı da in-çık yapmasaydık boşuna” deyip merdivenleri tırmandı ve tekrar Gezi’ye dalıp, yürümeye devam etti. Aslında şantiyeye uğramayacak olsa devam edip böyle dümdüz, Harbiye’den “Domestik Parkı”ına çıkabilirdi. Zengin Teşvikiye, Nişantaşı ailelerinin çocuklarını ellerinden tutup tutup, bebeklerini pusetlere koyup koyup getirirlerdi dadıları, mürebbiyeleri, o yüzden “Domestik Parkı” denmiş kalmıştı öyle. Halbuki 1943’de Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar tarafından açılan bu parklar zincirinin tümüne birden, 1937’de bunları tasarlayan Fransız mimar Prof. Henri Prost, “2 No.lu Park” demişti çizerken.


Snob zenginler, evcil anlamında değil, o dadıları küçümseyerek aşağı tabakadan, yerli, köylü anlamında takmışlardı bu adı gezinin sonundaki bu küçük parka. Her neyse işte, biraz öfkelendi yine Petro, sonuçta kendileri de sıradan, orta halli bir aile sayılırlardı, hiç kimsenin hoşuna gitmeyeceği gibi, bu söz onu da incitiyordu, yoksa kendileri için de böyle mi düşünüyorlardı. Oysa insanlığın parayla satın alınamayacağını öğretmişti babasıyla amcası yıllarca. Ona hep dürüst olmayı, harama el uzatmamayı, vicdanlı olmayı ve güçlünün değil güçsüzün yanında yer almayı öğütlemişlerdi, bir de usulünce hakkını aramayı elbette. Pazar ayinlerinde papaz efendi de vaazlarında hep değinirdi bu konulara, can kulağıyla dinlerdi çocukluğundan beri onu. Bu düşüncelerden silkinip, düz devam etmekten vazgeçip Tenis, Eskrim ve Dağcılık Kulübü ile İstanbul’da yaşanan kolera salgını sonrasında Pasteur Enstitüsü’nden istenen yardım sırasında yapılan görüşmelerin sonrasında, imtiyaz sağlanan ve Sultan II. Abdülhamid tarafından bağışlanan araziye 1896’da inşaa edilen Fransız Pasteur Hastanesi’nin arasından Taşkışla’ya, yola inmişti. Gezinin içinden devam edip şantiyenin oradan da aşağı inebilirdi ama nedense parkın içinde bir ürperti gelmiş, daha yeni yeni boy atan ağaçların gölgeleri ona garip hayaletler gibi gelmiş, biraz ürkmüştü. Az kalmıştı, şu virajı da dönünce görünecekti Açık Hava Tiyatrosu. Virajı döndükten sonra burnuna güzel kokular gelmeye başlamıştı, aç açına iki biradan sonra midesi kazınmıştı. “Zeybek” abi yine vermişti köfteleri mangala ha babam yelliyordu belli ki, taa buraya kadar geldi meret köftenin kokusu dedi kendi kendine. Tam Açık Hava Tiyatrosu’nun karşısındaydı Mehmet Zeybek’in köfteci tezgahı, en yağlı müşterileri tiyatroya gelen müşterilerden sonra, inşaatlarda çalışan işçilerdi ne de olsa. Gerçi o sene Ağustos’tan beri işleri daha da çok açılmıştı. Yazları, Açık Hava Tiyatrosu’nda gösteri olduğunda gelen giden açları da doyuruyordu, oyun öncesinde ya da sonrasında. Tireliydi Mehmet usta, “Zeybek” soyadı da uyuyordu o yüzden, tam ona göre bir sıfattı. Tezgahın yanında koyduğu hasır taburelere oturup köftelerini yerken, bir yandan da onunla muhabbet ederlerdi, kalender bir adamdı, bazen paraları çıkışmazdı da, “olunca verirsin genç” der savuştururdu, tok gözlüydü. “Evde şimdi mutfağı karıştırıp, birşeyler devirir milleti uyandırırım bu saatte, bir ekmek arası götüreyim de öyle ineyim bari aşağı, hem Ali ağabeyle konuşmadan önce şöyle bol soğanlı birbuçuk köfte indirirsem mideye, bira kokusunu da bastırır belki, şimdi izin alacağız adamın karşısına içkili içkili çıkmayalım, ayıp olur” diye düşünüp, şantiyeye girmekten vazgeçip güvenlik kulübesini geçmiş, “Zeybek”e doğru yönelmişti Petro…

Jacques Pervititch’in 1924-5 ve 1925-6 tarihlerinde çizdiği 1/5000 ölçekli 2 Sigorta Haritası’nda “A” ile işaretli boş alan Henri Prost’un 2 No.lu Park için kullandığı alandır. 1924-25 yıllarında (1) Taksim Meydanı, (2) Taksim Topçu Kışlası, (3) Taşkışla, (4) Pasteur Fransız Hastanesi, (5) Harp Akademisi, (6) Maçka Maden Fakültesi ve (7) Maçka Karakolhanesi görülmektedir.

Açık Hava Tiyatrosu, yine Fransız mimar Prof. Henri Prost’un İstanbul için hazırladığı imar planının bir parçasıydı, Taksim-Harbiye hattından başlayıp Maçka’ya kadar devam eden vadide gerçekleştirilen 2 No.lu Park projesinin içerisinde bir Amphithéâtre, Açık Hava Tiyatrosu yapılması. Prost, Amphithéâtre için yaptığı ilk çalışmada onun için hemen Taşkışlanın solunda, bugün Atatürk Kütüphanesi’nin yer aldığı alanı düşünmüş, ancak daha sonra fikrini değiştirmiş, neredeyse tüm vadinin en gerisinde, geniş bir bakış açısıyla tüm vadi manzarasına hakim, Dolmabahçe Sarayı’nı, İstanbul Boğazını dahi görebilecek bir noktaya taşımıştı.
Projesini Nihat Yücel ve Nihat Uysal’ın hazırladığı Açık Hava Tiyatro’sunun temeli 1946 yılının Temmuz ayında çelenkler, çiçekler arasında Muhsin Ertuğrul’un da katıldığı bir törenle, Belediye Başkanı ve Vali Lütfi Kırdar tarafından atılmıştı, 16 ay önce yani. Kırdar törende yaptığı konuşmada; “...Kaba inşaat için beş buçuk milyon lira sarfedilecektir.” demiş ve eklemişti, “5.277 metrekarelik bir sahada inşa edilecek tiyatro binası, İstanbul’un 500. fetih yıldönümüne yetişecektir.” diye.
Açık Hava Tiyatrosu’nun inşaatı Kırdar’ın tahmininden ve verdiği sözden çok önce İstanbul’un fethinin 494. yıldönümünde, 12 ay gibi kısa bir sürede tamamlanmıştı. Kırdar daha sonra da “Yakında Taksim’e de kapalı tiyatro yaptıracağız. Bu binaları Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları için yapıyoruz. Kendilerinden daha nice başarılar bekleriz.” diyerek, temeli atılan Spor Sergi Sarayı’nın Taksim yönünde 500 metre öncesinde yapılacak bir kapalı tiyatronun da müjdesini vermişti. Açık Hava Tiyatro’nun tamamlanıp açılmasıyla, Muhsin Ertuğrul Sahnesi olarak bilinecek kapalı tiyatronun da hazırlıklarına başlanmış, temel atılırken Şehir Tiyatrosu sanatçılarının isimleri yazılıp küçük bir şişe içerisinde temele konmuştu.
Böylelikle Fransız mimar Prof. Henri Prost’un çizdiği ve uygulamaya koyulan 2 No.lu Park projesine ilk darbeyi bizzat bu projeyi onaylayıp uygulamaya koyan Lütfi Kırdar olmuştu. Üstelik bu yine Lütfi Kırdar’ın 1948’de temelini attığı Spor Sergi Sarayı ile devam etmiş, “Domestik Park”ın bağlantısı kopartılmıştı.



Açık Hava Tiyatrosu’nun inşaatı tamamlanıp açıldığında Spor ve Sergi Sarayı henüz ortada yoktu. Bir yıl sonrasında, Londra’da yapılan 1948 Yaz Olimpiyatları’nda, serbest güreşte 52-57 kiloda Nasuh Akar, 57-62 kiloda Gazanfer Bilge, 62-67 kiloda Celal Atik, 67-73 kiloda Yaşar Doğu, Grekoromen +87 kiloda Ahmet Kireççi, Grekoromen 57-62 kiloda Mehmet Oktav, toplamda 6 Altın, 4 Gümüş ve 2 Bronz madalya almıştı Türk güreşçileri. Efsanevi güreşçi Yaşar Doğu ay-yıldızlı mayoyu giyerek yaptığı 47 güreşin sadece birinde mağlup olmuş, 46 karşılaşmanın 33’ünü tuşla kazanmıştı.

Yaşar Doğu
(1913-1961)

O yıl yapılan Avrupa Güreş Şampiyonası’nda da yine Yaşar Doğu 6 maça çıkıp bütün rakiplerini yenerek, 73 kiloda Avrupa Şampiyonu ünvanını kazanarak büyük başarılara imza atınca, 1949 yılında Avrupa Güreş Şampiyonası’nın İstanbul’da yapılması kararlaştırılmıştı. Ancak şehir böyle bir uluslararası spor karşılaşmasının yapılacağı bir kapalı spor tesisine sahip değildi.

Bu ihtiyaç doğrultusunda daha öncesinde İnönü Stadı’nın da projesini hazırlayan İtalyan mimar Paolo Vietti-Violi ile Türk mimarlar Şinasi Şahingiray ve Fazıl Aysu’ya Mayıs 1947’de bir mimari proje hazırlatılmıştı.


Yeni Spor ve Sergi Sarayı’nın temeli, 30 Ocak 1948’de yine İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar tarafından atılmış, temel atma töreni sırasında, İstanbul Futbol ve Sporcular Federasyonu Başkanı yapılacak komplekse Dr. Lütfi Kırdar adının verilmesini önermişse de, Kırdar kendisi hayattayken ve hizmette bulunduğu sürece, yapılacak hiçbir esere, kendi isminin verilmesini kabul edemeyeceğini belirtmişti. Spor ve Sergi Sarayı’na ancak Dr. Lütfi Kırdar’ın 17 Şubat 1961’de vefatından 27 yıl sonra, 17 Şubat 1988’de İstanbul Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı adı verilecekti.


İnşaat 1,5 yıl gibi yine kısa sayılabilecek bir süre içerisinde tamamlanmış ve 3 Haziran 1949 tarihinde, ilk kez “Avrupa Güreş Şampiyonası” için hizmete açılmıştı. Yaşar Doğu bu şampiyonada da bir altın madalya kazanmıştı.  Sonrasında, 2 Ekim 1949'da Spor ve sergi Sarayı’nda ilk organizasyon olarak “İstanbul Uluslararası Ticaret ve Sanayi Fuarı” düzenlenmişti.

Daha sonraki yıllarda, Spor ve Sergi Sarayı’nın 7000 kişilik büyük salonunda basketbol, voleybol, hentbol, güreş, boks, halter, buz hokeyi gibi tüm salon sporlarını kapsayan ulusal ve uluslararası yarışmalar, buz pateni, dans ve sirk gösterileri yapılmış, diğer salonları da kullanılarak fuarlar, büyük konserler, toplantılar ve sergiler düzenlenmişti. Ben de iki kez o salonda bulunmuştum. Biri 60’lı yıllardaydı, babam bir iş nedeniyle İstanbul’a gitmiş, bir süre kalmış ve bir vesile ile o salonda bir buz pateni gösterisi izlemişti. Kısa bir süre sonra Ankara’dan tekrar İstanbul’a gideceği zaman annem ve beni de yanına almıştı ve Buz Pateni gösterisinin devam ettiğini öğrenince, bizlerin de görmesini istemiş, annemle bana bilet almış, kendisi de dışarda arabada gösterinin bitmesini beklemişti. Benim için unutulmayacak bir gündü, bir hayal alemi gibiydi, öncesinde belki bir iki Sirk izlemiştim, ama bu bambaşka bir şeydi, Sirkin o şaşaasının üzerine bir de buzun üzerinde uçarcasına dans eden, o rengârenk can alıcı renkli kostümler içerisindeki kızlı erkekli patencileri izlemek, o yaşta bir çocuğu büyülemek için yeter de artardı. Yanlış hatırlamıyor isem Horst Thelen’in yönetiminde Fransa’da yıllarca “Feerie de la Glace” adıyla gösteriler yapan Scala Buz Revüsü’ydü. İkinci kez ise 1985 yılının Temmuz ayında, sanıyorum İstanbul Sanat Festivali kapsamında konser vermek için Türkiye’ye gelmiş olan, Afrika şarkılarının kraliçesi Miriam Makeba’nın “Kara Afrika’ya yolculuk” adlı konserini izlemek için gitmiştim. Lise yıllarımda “Pata Pata” adlı çok bilinen şarkısı ile gönlümüze taht kurmuş bu siyahi kraliçeyi, 16 yaşımdayken 1969 yılının bahar aylarında, liseden arkadaşlarla birlikte gidip Büyük Sinema’daki konserinde de izlemiştim daha öncesinde.


Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı, 1996 yılında Birleşmiş Milletlerin, Habitat II Zirvesi’ni İstanbul’da gerçekleştirilmesi kararlaştırılınca, uluslararası bir kongre merkezine dönüştürülmüş ve İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı adıyla, turizm sektörüne hizmet vermeye başlamıştı.

Spor ve Sergi Sarayı’nın inşaası da yetmemişti; Ekim 1952’de daha sonraları Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Fatin Rüştü Zorlu, Dışişlerinde diplomat olarak bulunduğu New York’ta tesadüfen (!) tanıştığı Conrad Hilton’un oğlu vasıtasıyla dünya çapında 27 otele sahip Hilton ailesini, Türkiye’de üstelik de İstanbul’da bir otel yapmaya ikna etmiş, özel bir kanun çıkartılarak halkın kullanımına ait olan 2 No.lu Park’ın tam ortasında 62.337 m²’lik bölümü devlet eliyle İstanbul Hilton Oteli’ne tahsis edilmiş ve inşaata başlanmıştı. Meğer ne çok vesile olan vardı Hilton’un yapılmasına, bir zamanlar bir Türk Diplomatı ile, Murat Belge’nin babası, yüksek mimar Burhan Belge ile evlenip ayrıldıktan sonra, Amerika’ya yerleşip tanıştığı ve 1942’de evlendiği Conrad Hilton’a Halâ Türk vatandaşıydım. Türkiye'ye hayrandım. Conrad ise haritada Istanbul’un yerini bile gösteremezdi. ‘Türkiye’yi tanımalısın, İstanbul’a bir otel açmalısın,’ diye başının etini yedim...” dememiş miydi? ünlü Hollywood yıldızı, Macar güzeli Zsa Zsa Gabor da anılarında. Yıllar boyunca 2 No.lu Park’ın arazisi, kıyısından köşesinden “eccük” diyerek, bu şekilde projelerle parçalanmış, en önemlisi halkın kullanımına açık Taksim’den başlayıp Nişantaşı’na kadar devam eden yeşil yaya aksı devlet eliyle ufak ufak ortadan kaldırılmıştı.
13.500.000 Türk Lirasına mal olacak bu 294 odalı otelin işletmesi 20 yıl müddetle “Hilton Hotels International Inc.”ye kiralanmıştı.
Amerikalı mimarlık firması ünlü Skidmore, Owens & Merril (SOM) tarafından tasarlanan otelin Türkiye’deki danışmanı da Sedat Hakkı Eldem’di. Otelin yapılması için yurtdışından gelen malzemeler gümrüksüz olarak Türkiye’ye sokulmuş, devletin sağladığı bu kolaylıklar sayesinde 21 x 100 metre boyutlarındaki, bir katı 2100 m² olan otelin, her bir katının 14 gün gibi kısa bir sürede inşaa edilmesi sağlanmıştı. 20 Ekim 1952 tarihinde başlayan inşaat 21 Nisan 1955’te tamamlanmıştı.  

Conrad Hilton’un oğlu Nick Hilton’ın Hollywood ile bağları kuvvetliydi. Elizabeth Taylor’dan ayrıldıktan sonra birlikte yaşadığı Terry Moore, 10 Haziran 1955 Cuma günü, yapılan görkemli açılışta yalnız kalmamış, birlikte boy göstermiş, böylelikle dedikodulara da bir son vermişti. Onlardan başka daha kimler vardı kimler, büyük Olivia de Havilland, sayılı dans kraliçelerinden Ann Miller, yaşlanmış olmasına rağmen güzelliğinden pek fazla kaybetmemiş Irene Dunne, yeşil gözleri ve gamzeli yanaklarıyla Diana Lynn, Sonja Henie, TV yıldızlarından Jinx Falkenburg ve Marle Oberon da davetliler arasındaydı. Erkeklerden de Lon Mc Callister, Leo Carillo katılmıştı açılışa. Hilton Bosphorus, görkemli bir açılışla hizmete girmişti. Doğu’nun gizemli, hatta az bilinen şehri İstanbul’da böyle bir otelin açılması dünyada büyük yankı uyandırmıştı. Tabii ki kambersiz düğün olmazdı, çapkınlıkları ile ünlenmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Refik Koraltan da, oğlu Orhan Koraltan ile bu güzel bayanların arasında boy göstermişlerdi.
İlk inşa edilen Hilton Bosphorus
Yapılan ek sonrasında Hilton Bosphorus ve çevresi, hemen ardında 19 Kasım 1949’da
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yaptığı bir açılış konuşmasıyla hizmete giren İstanbul Radyoevi.
20 yıllık kira sözleşmesi bitmeden 294 odalı Hilton Bosphorus’ta talepleri karşılamıyor gerekçesi ile ek inşaat başlatılmış, yapıya kuzey yönünde yapılan bir ekleme ile uzunlamasına büyütülmüş, 1965 yılından itibaren de ek odalar peyder pey işletmeye açılarak otelin kapasitesi 417 odaya çıkartılmıştı.

Evet, artık Türkiye’nin de bir dünya markası oteli olmuştu sonunda. İtiraf etmeliyim ki hala da İstanbul’un en güzel otelidir. Ancak bir de Türkiye’nin gerçekleri vardı, her şeye rağmen. Aşağıdaki fotoğraf, bu anlamda gerçekten muhteşemdir; İstanbul’un 294 odalı bir Hilton’u olmuştur olmasına da, 1965 yılını geçmiş olmasına rağmen, İstanbul’un göbeğinde, hemen otelin biraz aşağısında, bir türk vatandaşı bir çift atın çektiği karasabanı ile sürdüğü bostanından, Türkiye’nin hala bir tarım ülkesi olduğunu haykırmaktadır adeta...

 Kapalı Tiyatro Salonu inşaatı, temel atıldıktan bir süre sonra, Dr. Lütfi Kırdar’ın 11 yıl sürdürdüğü görevinden, politik gerekçelerle 16 Ekim 1949’da alınması ve Ankara’ya kızağa çekilmesi üzerine, her şey gibi tiyatronun inşaatı da durmuştu. Bu sıralarda Muhsin Ertuğrul çok kez belki bir çalışma görürüm diyerek inşaata gelmişse de, yığılan malzemelerin çürümeye başladığına, sahnenin kuytularında güvercinlerin yuva yaptığı bir harabeye dönmüş olduğuna, hatta inşaatı bekleyen bir bekçi dahi olmadığına tanık olmuştu. Ne yazık ki Muhsin Ertuğrul Sahnesi adı verilen salon ancak 1969 yılında tamamlanabilmişti. Neyse ki 77 yaşına gelmiş olan Muhsin Ertuğrul tiyatronun açılışını görebilmişti. 2008 yılında da İstanbul Şehir Tiyatroları’nın merkez sahnesi olan Muhsin Ertuğrul Sahnesi, bölgenin Kongre Vadisi olarak yeniden düzenlenmesi projesi kapsamında yıkılmış, yerine cami inşaa edileceği söylentileri üzerine yükselen toplumsal muhalefetin gücüyle bundan vazgeçilmiş, yerine tekrar bir tiyatro binası yapılmıştı.

Açık hava Tiyatrosu ise, 3975 kişilik seyirciyi ve 30 kişilik protokolü ağırlayabilecek kapasiteyle, 200-300 figüranın serbestçe hareket edebileceği kadar geniş bir sahne ve 80 kişilik bir orkestra yeri ile inşaatı büyük bir gayretle, 12 ay gibi kısa bir sürede tamamlanmış, 9 Ağustos 1947 Cumartesi gecesi, Muhsin Ertuğrul’un sahneye koyduğu, ilk kez M.Ö. 428’de sahnelenmiş olan Sofokles’in “Kral Oedipus” adlı Yunan Tragedyası ile açılmıştı. O gece kız kardeşi Nikolia’yı da alarak hayatında ilk kez tiyatroya gelen Pedros, hem nasıl bir şey olduğunu bilmeden inşaatında çalıştığı mekanın nasıl güzel bir şeye vesile olduğuna tanık olmuş, bundan büyük gurur duymuş, hem de oyundan büyülenip, gözlerini sahneden alamamıştı. Bunu Günnûr ile de yaşamalıydı mutlaka, ilk fırsatta onu da getirecekti buraya, birlikte izlemelilerdi bu göz kamaştırıcı gösteriyi. Ayrıca tek tek gösterecekti sevgilisine onun elinin değdiği her bir taşı. Zaten sonraki buluşmalarında o kadar ballandırarak anlatmıştı ki, Günnûr da çok meraklanmış, sabırsızlıkla o günü bekler olmuştu.

Aslında 9 Ağustos’ta açılışı yapılmıştı, yapılmasına da biraz aceleye getirildiği için, seyircilerin göremeyeceği yerlerde daha bir çok işi kalmıştı tiyatronun, ayrıca Ankara Devlet Konservatuvarı yönetmenlerinden Carl Ebert de bazı eksiklikler tesbit etmiş, sahne tekniğine uygun değişiklikler yapılmasını istemişti. Hatta bu değişiklikler o kadar uzun sürmüştü ki, onun da belirlediği noksanlıklarla beraber tüm eksiklikler ancak 1950’de tamamlanabilmişti. O nedenle inşaat sürecindeki kadar kalabalık olmasa da küçük bir kadro, açılıştan sonra da özellikle tiyatro mevsimi bitince, daha da yoğun olarak çalışmalarına devam etmişti. Kaba işçiliğin dışında özellikle ince işçiliklerde epey eksik vardı, bir çoğu açılış yetişsin diye alel usül yapılmıştı, şimdi onlar Şantiye şefi Ahmet’in denetiminde tekrar elden geçiriliyordu. Kosta ustanın ve Pedros’un da dahil olduğu taş işçilerinin asıl işi ise, zaten açılışta nasıl olsa görülmeyeceği için ertelenmiş olan, analemma duvarının dış yüzey taş kaplamalarıydı. Analemna dediğimiz, seyircilerin oturduğu yarım daire planlı tribünleri iki yan taraftan sınırlandıran istinat duvarlarıydı, ve iç yüzeyleri açılışa kadar yetiştirilmiş, duvarlar küfeki ile döşemelerde kullanılan Uzunköprü taşı karıştırılarak bir renk uyumu yakalanmaya çalışılarak kaplanmıştı. Şimdi de aynı şekilde bu istinat duvarlarının dış yüzeyleri kaplanacaktı, onun için çalışıyordu küçük bir grup taş işçisi. Bu işçilerin bir çoğu Ermeniydi, zaten Kosta usta da bir Ermeni ustanın yanında çırak olarak başlamış, bu mesleği ondan kapmıştı. Şimdi de ustalık elini büyük bir hevesle yeğenine veriyor, onu yetiştirmekten gurur duyuyordu.
Açılış öncesinde çadır ve barakalardan oluşan şantiye kaldırıldığı için, artık kış mevsimi olduğundan ve tiyatro kullanılmadığından, Skene’nin (sahne binası) bir bölümü şantiyeye dönüştürülmüştü. İstanbul’da yaşayan Kosta usta ve Pedros gibi işçiler evlerine gidip gelirlerken, işçilerin özellikle çalışmak için Anadolu’dan İstanbul’a göçmüş, evli ve burada kazanıp memleketlerindeki ailelerine para göndermek zorunda olanlar, masraf olmasın diye, dekorların koyulduğu kısmı yatakhaneye dönüştürmüş, bir odun sobası yakarak orada yatıp kalkıyorlardı. Ki zaten geçtiğimiz sezon tek bir oyun sahnelenmiş, onun da dekorları bir kenara çekilince ranzaları koyabilmek için, gayet büyük bir alan açılabilmişti. Bir kaç bekar işçi vardı ki, onların durumu diğerlerinden farklıydı, öyle memlekette onlardan para bekleyenleri de yoktu ve gençtiler. Onlar Elmadağ’dan Dolapdere’ye inen ara sokaklardaki bekar pansiyonlarında üçü beşi toplaşıp kalıyorlardı. Bazı akşamları da bu bekar genç işçiler, Beyoğlu’na çıkar, bir iki bira içer, sonra da Tarlabaşı’nın Abanoz sokağındaki umumhanelerde tek gecelik dostlarını ziyaret etmeye gider, eğlenirlerdi.

23 Kasım akşamı, yukarıdaki güvenlik kulübesindeki Bekçi, etrafı iyice kontrol edip kapıları da kilitledikten sonra aşağı inmiş, o gün oynanan maçın radyodaki yorumlarını dinleyen işçilere katılmıştı. O gün maçı dışardan para ödemeden, beleşçilerin arasına karışıp stadın arkasındaki tepeden, bedavacı tribününden izleyen işçiler, biraz daha hararetliydiler;  Beşiktaşın kaptanı Hakkı baba’ya haksızlık yapıldığını söylüyor, bunca senenin Hakkı babasına bu reva mıydı? diye serzenişte bulunuyordu. Onların karşısında diğer bir grup da, Hakkı baba tükenmiş, bitmiş artık, yaşlandı çekilsin; 21 yaşında bir yıldız var artık meydanı ona bıraksın diye, Süleyman Seba’yı övüyorlardı. Zaman zaman tansiyon yükselmiş, bağırış çağırışın arasında, radyodaki yorumlar duyulsun diye ses de iyice açılınca, ortalık gürültüden geçilmez bir hal almıştı. Zaten caddeden uzak ve çukurda olduklarından o sırada yukarıdaki kargaşayı hiç kimse duymamış, görmemişlerdi. Ne zaman tartışmalar durulmuş, artık bağırmaktan yorulmuşlardı ki ambulansın sirenini duymuşlar, o zaman yukarıda birşeyler olduğunu farkedip, merakla Cavea’yı tırmanıp kapıya çıkmışlardı. Olay bitmiş, ambulans yola koyulmuş, olay yerini terk eden toplaşmış insanlardan birileri anlatmışlardı, köfteci Zeybeğe saldırmışlar, yoldan geçen bir genç de ayırayım derken pisi pisine gitmiş diye, nereden bilebilirlerdi ki o yoldan geçen genç onların Petro’suydu. Bekçi güvenlik kulübesine girdi, diğerleri de birer ikişer dağılıp aşağı indiler, sobaya bir kaç odun daha atıp soğuk yataklarına büzüşüp uykuya daldılar...


Aşağıda işçi arkadaşları, bağıra çağıra maçı tartışa dursunlar o sırada bundan habersiz olan Petro, Açık Hava Tiyatrosu’na girmekten son anda vazgeçmiş, güvenlik kulübesini geçip, köfte ekmeğin hayaliyle “Zeybek”e doğru seğirtmişti ki; iki kişi ile boğuşan Mehmet ustanın haykırışını işitmişti. Zeybek, “Yaklaşma!” diye bağırmış, ardından adamlardan biri yere düşmüştü. Ne olduğunu anlayana kadar diğerinin eğilip arkadaşının yere düşürdüğü her neydiyse onu alıp doğrulduğunda, bir anlık ışığın parlamasıyla onun bir sustalı olduğunu farketmiş, adam Zeybek ustanın üzerine hamle yapmadan, kara panter gibi üzerine atlamıştı. mahallede top oynarlarken kaleci olduğunda, gelen toplara da böyle sıçrar yakalardı panter gibi zaten. Esmerdi, kara yağız bir delikanlıydı Pedros.

Adamın kolunu yakalamış, ona engel olmaya çalışırken, adam Mehmet’i bırakmış, bu davetsiz misafire sustalıyı savurmaya başlamıştı. Petro ondan daha genç ve çevikti, adamın salvolarını boşa çıkartıyor ve onu yakalayıp elinden sustalıyı almaya çalışıyordu. Çok sürmedi bu mücadele, Petro tam adamın kolunu yakalamış, bükmüş elindeki sustalıyı düşürecekti ki, başında şiddetli bir sancı duymuş ve gözleri kararıp olduğu yere yığılmıştı. O adamla mücadele ederken, diğer adamı kollamamış, açıkcası Mehmet de boşlamıştı o sıra, basireti mi bağlanmıştı ne; yerdeki adam toparlanıp kalkmış, yakınında bulduğu büyük bir kaya parçasını kaldırdığı gibi arkasından yaklaşıp, olanca kuvveti ile Petro’nun kafasına geçirmişti. Tam o sırada parktan geçen insanlar sesleri duyup yetişmişler, ancak geç kalmışlardı. Petro’nun cansız bedeni, öylece yerde yatıyor, yüzü başından oluk gibi akan kanın oluşturduğu göllenmenin içerisinde gözleri açık olarak duruyordu. İşçiler iki saldırganı etkisiz hale getirip kaçmalarına engel olurken, içlerinden birisi de çoktan topuklamıştı karakola doğru...


1947’nin Nisan ayı ortalarıydı, kırlarda papatyaların boy verdiği, Petro ile Günnûr’un el ele kâh Salacak kıyılarında, kâh Doğancılar Parkı’nda, kâh Validebağ’daki koruda dolaşıp, birbirlerine aşk sözcükleri söyledikleri, Petro’nun yeni yeni maniler ile Günnûr’un kalbini tümüyle esir aldığı günlerde, Harbiye’deki Açık Hava Tiyatrosu’nun sahne binasının betonarme karkas inşaatı bitmiş, kalıplar sökülmüş, duvar işleri tamamlanmış, Cavea’nın basamaklarına başlanmıştı. O sırada Skene’nin taş kaplamalarına geçilmişti ki, Petro’nun taş ustası olan amcası Kosta (Konstantin) dahil olmuştu projeye, elbette çırağı Petro da. Ermeni taş ustası arkadaşları tavsiye etmişlerdi Kosta’yı. İyi de olmuştu, Üsküdar’daki işten sonra epeydir doğru dürüst bir işleri olmamıştı amca yeğenin.


Daha çok küçüktü Pedros, belli olmuştu adam gibi okuyup bir baltaya taş olmayacağı, bari bir mesleği olsun diye ilkokuldan sonra yazları amcasının yanına verilmişti ki, haylazlık edip gün boyu top peşinde koşmasın. Hoş ne değişmişti ki, o yine her fırsatını bulduğunda özellikle de hafta sonlarında Tatavla Heraklis Jimnastik Kulübü’nün antreman sahasında top koştururdu Stelyo ve diğer mahalle çocuklarıyla. Hiç bir şey yapamasalar, evlerinin önündeki sokakta tek kale maç yapar, konu komşunun camını çerçevesini indirirlerdi. Tatavla’nın sokaklarında top oynamak ne mümkün zaten, her taraf yokuş, top kaçtı mı, işin yoksa taa aşağı mahalleye kadar koştur, topu topla. O yüzden sokakta uzunlamasına ağız tadıyla bir maç yapamaz, sokağı enine kullanır tek kale oynarlardı, o yüzden de bir sürü cam zayiatı çıkardı doğal olarak. Zaten bu haytalığı yüzünden ortaokulu da ite kaka zor bitirtebilmişti özellikle annesi çok uğraşmıştı. Durumlarını görüyordu, hiç olmazsa o kurtarsaydı kendini. Tek oğullarıydı, ondan üç sene önce doğan ağabeyini 6 aylıkken ateşli bir hastalıktan kurtaramamışlardı. Bir de Pedros’dan üç sene sonra bir kızları olmuştu Nikolia (Niki), 1931’in 1 Aralığında, hiç unutmaz o günü Elefterya (Elephteria) hanım. Nasıl unutsun ki, doğum sancıları tuttuğunda kocası Aleko (Alekos) sanki günler torbaya girmiş gibi, onu evde koyup sinemaya gitmişti; Muhsin Ertuğrul’un ilk sesli Türk filmi, “İstanbul Sokaklarında” o gün Elhamra Sineması’nda gösterime girmiş de. Neyse ki komşusu Üftâde hanım, yardımına koşmuş, kızı Nimet’i mahallenin ebesi Müberra hemşireye koşturmuş, yetişen ebe bir sıkıntı olmadan evde doğumu yaptırmıştı, çok şükür. Üç saat sonra İstanbul sokaklarını arşınlayan Alekos eve geldiğinde, Nikolia’yı onun kucağına verip dönüp arkasını yatmıştı Elefterya, onu ele güne muhtaç ettiği için fazlasıyla gücenmişti. Kocasına fazla naz yapan bir kadın değildi aslında, ama o gün çok içerlemişti, olacak şey miydi, ya ters bir şey olsaydı. Neyse ki kin tutamazdı, çabuk geçmişti öfkesi, nasıl sürdürsün ki zaten, biraz sonra Nikolia yaygarayı basınca kalkıp emzirmek zorunda kalmıştı, ama yine de unutulmuyordu işte, unutmamıştı…


Pedros’a gelince, orta okulu binbir zahmetle bitirttikten sonra artık sadece yazları değil sürekli amcası Kosta’nın yanına katmışlardı, o nereye Pedros oraya, işin bir ucundan tutsundu hiç olmazsa, bir yandan da öğrenirdi bir şeyler iyi kötü. Günnûr’u da bu sayede tanımıştı Pedros zaten, yoksa onları hangi kuvvet bir araya getirebilirdi ki. 1945’in sonbaharıydı, Kosta ustayı Üsküdar’a bir işe çağırmışlardı mahalle muhtarlığı nereden duydularsa ününü, adını. Tonozu çöken bir mahalle çeşmesinin onarımı gerekiyordu.

Ümm-i Gülsûm Sultan Çeşmesi. Fotoğraf: Hayati İnaç
Rumî Mehmet Paşa Camii’nin bir arka sokağındaydı çeşme, Çeşme-i Cedid sokağı ile Medrese sokağının kavuştuğu köşedeydi, Lale Devrinden kalmıştı, padişah kızı Ümm-i Gülsûm Sultan için, 217 yıl önce 1728’de yaptırmıştı. İyi dayanmıştı çeşme bunca yıla, ancak işte bir incir yüzünden az kalsın tümden yıkılıp gidecekti.

Mahalleli kendi aralarında toplaşmış, muhtara gidip, şimdi harb zamanı her şeyi de devletten beklemeyelim, bu bir ecdad yadigârı, aramızda üç beş toplayalım da tamamen yıkılıp gitmesin demişti. Hem hala suyundan da istifade ediyorlardı iyi kötü. Meğer çeşmenin tonozu eskilerde kurşun levha ile kaplıymış, mahallelinin rivayetine göre 1877-78 Osmanlı ile Rus kapıştığında, hani rumi takvimle 1293 olduğundan 93 harbi diye bilinen savaş zamanı, güya bazı medrese, imaret gibi yerlerin kubbelerindeki kurşun levhalar sökülüp mermi yapmak için eritilmiş ya, işte bu çeşmeninkileri de o zaman sökmüşler hesapta. Kimbilir, belki doğru, belki de yanlıştır, kim bilebilir yoklukta birilerinin çalıp da satmadığını. Ne ise ne, sonuçta kurşun levhalar olmayınca elbet, tuğla tonozun derz aralarına bir güvercin gübresi ile gelip yerleşen bir incir tohumu, orada bir güzel boy atıp serpilmiş, ne güzel altında da bolca su, daha ne istesin ki. Mahalleli bunu önemsememiş, farketmemiş ya da... Ama sözü bile var; “ocağıma incir ağacı dikme!” dememiş mi ki atalarımız? Olan olmuş, büyüyen incirin kökleri bir gece korkunç bir gürültü ile çeşmenin tonozunu çökertmiş işte, mahalleli de gece yarısı “Alamanlar mı geldi?.. İstanbul’u bombalıyorlar” diye sokaklara fırlamış.


Sonuçta hesap kitap, böyle üçe beşe bu işi halletmek zor, mahallelinin de zaten elinde avucunda çok bir şey yok, kim nereden taş bulacak, tuğla bulacak, en önemlisi para bulacak da güzelce yapılacak bu tonoz. Hiç olmazsa zevahiri kurtaralım diyerek, fiyatı da uygun olunca çaresiz çimento ile beton bir tonoz yapıp kapatmaya karar vermişler hep birlikte. Demir yerine de sağdan soldan toparladıkları hurda demirleri kullanmışlar. Öylece başlamış bizimkilerin Üsküdar macerası işte. Sabah erkenden gelip, akşam hava kararmadan dönüyormuş, bizim amca yeğen. O günlerde kesişmiş yolları bizim Tatavlalı 17 yaşındaki rum delikanlısı Pedros ile 15’lik bahçıvan kızı Günnûr’un köşedeki çeşme başında. Günnûr, Medrese sokağının 15’lik pırıl pırıl güzel kızı, oğlan desen karayağız yakışıklı…


Günnûr dört çocuklu bir ailenin, tek kız çocuğu, sondan ikinci. Gazi, Ahmed ve Muhtar’ın arasından sırayı bozup, parlayarak doğan bir güneş gibi aileye katılmıştı. Babaları Rüştü efendi bahçıvandı, oğlanların isimlerinden de belli olduğu gibi, yıllarca Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın emrinde çalışmış, neredeyse ömrünü Paşa’nın Feneryolu’ndaki Köşkü, köşkün 63 dönümlük arazisinde, bağları ve bahçelerinde tüketmişti. Günnûr da erkek olaymış, onun adı Muhtar, en son gelenin de Paşa olacakmış herhalde; o derece bir sevgi ve bağlılık işte. Paşa da olmayıversindi artık, dört çocuk nelerine yetmiyordu ki. 1912 de Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın vefatının ardından, bir süre daha Feneryolu’ndaki Köşkün işleriyle uğraşmış, ancak Paşa’nın son eşi Duhter Hanım ve küçük oğlu Bedreddin maddi sıkıntılara düşüp, köşk haczedilince bir süre işsiz kalmıştı. Ancak Paşa’nın büyük oğlu Mahmud Muhtar Paşa, borcu ödeyip haczi kaldırınca, ona duacı olmuş, tekrar köşke dönemese de aynı görevi bu kez Mahmud Muhtar Paşa’nın Moda’daki mermer köşkünün bahçesinde sürdürmüştü. Köşkle ve bahçeler ile daha çok ilgilenen Prenses Nimetullah Hanım biraz aksi ve titiz olsa da, o alttan alarak, işini sabır ve sebatla sürdürmüştü, hatta onlar arada Mısır’a gittiklerinde bile elini bahçelerden eksik etmemişti. Şimdilerde eve yakın bir yerde kiraladığı bostanda, domates, biber, salatalık, mevsimine göre çilek yetiştirip, mahalleliye satıp geçiniyordu. Bir de gülleri vardı, reçellik, Vesile hanım reçel yapsın da çocuklar yesin afiyetle diye. Zaten iki büyük oğlan yetmiş, elleri iş tutmuş, eve de destek koyar olmuşlardı. Gazi askerliğini de yapıp gelmişti, yakında bir kızı takar koluna getirirdi, gidelim isteyelim diye. Hayırlısı elbette. Ahmet’in pek niyeti yoktu şimdilik evlenmeye, Günnûr’un da hayırlısıyla okulu bitirince iyi bir kısmet çıkar da başını bağlarlarsa, bir tek haylaz Muhtar kalıyordu ki, onun da işi gücü, anca top peşinde koşmak, ya da sahile inip olta ile gün boyu balık avlamaktı. Top bir yana balıktan bir şikayeti yoktu Vesile ananın, ne kadar az da olsa Muhtar’ın tuttuğu balıkları kızartıp gururla sofraya koyduğunda, Rüştü efendi, kırk yılda bir gelen bu fırsatı kaçırmaz, hemen bir tek rakı atardı, “çocuklarım sağlığınıza” deyip, kadeh kaldırarak. Arkasından da keyiflenir, bir tek daha doldurup “hanım az biraz da beyaz peynir getireydin bari” der içerdi. O kadar iki tek, o da balıktannnn balığa...


Günnûr, 16 yaşındaydı, üç erkeğin arasında işi zordu. İyi bir öğrenciydi, derslerinden arta kalan vakitlerinde anacığına yardıma koşardı, zordu dört erkeği doyurmak, bir de üç katlı evin işi gücüne yetmek. O da olmasa Vesile hanımın işi çok kolay değildi, yıka, doğra, kat katıştır, pişir doyur; sökük onar, düğme dik, yıka, kurut, ütüle giydir;  merdivenleri, rapıtaları fırçala, sil parlat, bir de arada git bostana, adama yardım et, çapa yap, ayrık yol; papatyalar kalsın...


Medrese sokağının köşesinde çeşmenin başında, amcası Kosta’ya malzeme devşirirken, işten kafasını kaldırdığında görmüştü Pedros, Medrese sokaktan aşağı doğru gelen, o beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü, güzeller güzelini ilk kez. Siyah önlüğü, beyaz yakası, elinde çantası ve saçındaki kırmızı kocaman kurdelesi ile belli ki okula gidiyordu. O kendine gelene kadar kız çoktan sokağın köşesinde kaybolup gitmişti, amcası Kosta’nın sesiyle kendine geldi ancak, “oğlum versene şu harç teknesini” diye bağırıyordu Kosta, “aşık! yine daldın gittin, nerelerdesin kimbilir?” Pedros tekneyi uzatacağım derken, harcın yarısını da yere dökmüştü telaştan. Akşama doğru paydos deyip, üstlerini başlarını temizleyip, dönüşe hazırlanıyorlardı ki, o güzel kız tekrar ortaya çıkmıştı, ama yine Medrese sokaktan aşağı doğru gelmiş, bu kez yanlarından geçerken, başını eğip Pedros’a kaçamak bir bakış atmış ve saçını savurarak yürüyüp gitmiş, köşede kaybolmuştu sabahki gibi. Bu son hareket, Perdos’un dizlerinin bağını çözmüş, ayakları birbirine dolanmıştı. O akşam ne ara vapura bindiler, ne ara eve vardılar, hiç farketmemişti Pedros, ne de yol boyunca hiç susmadan bir şeyler anlatan amcası Kosta’yı duymuştu. O an sadece kafasına takılan soruya cevap arıyordu, sabah da aynı yerden geldi gitti bu kız, akşam dönüşte de aynı yerden geldi geçti. Okul nerede, ev nerede?.. Akşam tam ters istikametten gelmesi gerekmez miydi?.. Yemeğini yemiş, sonra odasına çekilip hemen hülyalara dalmış, yarın inşallah tekrar görür, adını öğrenirim o güzelliğin diye dua etmişti.

Sabahı zor etmiş, alel usul kahvaltısını edip, soluğu amcası Kosta’nın kapısında almıştı. Kızlar bile şaşırmıştı kuzenlerinin bu kadar erken kapıda hazır olmasına, genellikle babaları Kosta kapıya çıkar, Pedros’un gelmesini beklerdi, dakikaları sayarak. Bu sabah ne olmuştu da bu hayta böyle erkenden dikilmişti kapılarına, o da buna bir anlam verememişti. Fark etmiyorlardı onun içinde pır pır eden yüreğini. Oysa Pedros’un bir an önce değil vapura filan binmek, kanat takıp uçası vardı Üsküdar’a Hezârfen Ahmed Çelebi misali. O gün ne yazık ki istediği gibi olmamış, değil adını öğrenmek yüzünü dahi görememişti o güzel kızın. Bütün gün aklı ona takılı kalmış, gözleri yolunu gözlemişti, ama yoktu işte, gelmemişti. İşe de verememişti kendini, bunu farketmişti Kosta, sabah o içi içine sığmayan oğlana ne olmuştu böyle, vardı bu işin içinde bir iş ama, dur bakalım anlarız elbet, allah sonunu hayır etsin deyip işe güce vermişti kendini.

Aslında kız o gün de okula gitmişti, ama onların önünden geçmemişti. Medrese sokağı ile Velioğlu sokağının köşesindeki evlerinden çıkmış, aşağıya değil yukarıya doğru yokuşu tırmanıp, Doğancılar Caddesine çıkmış okuluna gitmişti. Çoğunlukla her sabah aksini yapardı, Pedros da ona denk gelmişti dün.

Evden çıkar, sabahın erken saatinde Rumî Mehmet Paşa Camii’nin arkasındaki bostanlarında çalışmaya giden anne babasına uğrar, onların hayır duasını ve harçlığını alır, oradan devam edip, Eşrefsaati sokaktan Parlak sokağa geçer, oradan Doğancılar Caddesine çıkardı; hele kırtasiyeden bir şey alması gerekiyorsa değişmez yolu bu olurdu. Bu sabah dünden üşütüp hastalanan babası bostana gitmeyince, evden çıkıp hiç aşağı inmeden doğruca okula gitmiş ve aynı yolu izleyerek dönünce de Pedros onu görememişti. Mesele bundan ibaretti.

O akşam vapurda ağzını bıçak açmamıştı Pedros’un, gün içerisinde de pek farklı değildi zaten. Kosta da sessizdi bu akşam, hem yorulmuş, hem de oğlanın üzerine pek gitmek istememişti. Anlamıştı biraz, yaşının gereği diye tahmin yürütebiliyordu, o da geçmişti o yollardan ne de olsa, bu bir gönül işine benziyordu. O da gençliğinde yaşamamış mıydı, koşer kasap Yosef’in kızı Beja’yı (Beya-Bella) ilk gördüğünde. Onlar da çok zorluklar yaşamıştı, ama muratlarına ermişlerdi sonunda, her türden engele rağmen. Demek yeğeni Pedros’un da kaderi amcası gibi biçilmişti. Aşk bu bir anda çakar ve kimdir, nedir sordurmaz. Gönül işi böyle birşeydir, gün gelir bülbül eder şakıtır, gün olur böyle dut yemiş bübüle çevirir, sus pus eder insanı, diye geçirmişti içinden. Evde de devam etmişti Petro’nun keyifsizliği, pek bir şey yiyememiş, erkenden de yatıp uyumuştu. İki gecedir rüyasında hep onu görüyordu, başını eğip gülümsemesini ve saçını savururak gidişini.


Normale dönmüştü işte Petro, yine sabah Kosta’yı kapıda bekletmişti, nerdeydi dünkü Petro, nerde bu sabahki. Hatta sanki gidesi de yoktu pek, biraz naz yapacak oldu amcasına, kırgınlığım var, boğazım da hafif tırmalıyor diye, bekliyordu ki amcası onu salsın, işe gitmesin bugün. Ama Kosta bu, kolay kolay pabuç bırakacak biri değildi o, “hiç mızıldanma bakalım, düş önüme, çok işimiz var zaten” deyip kestirip atmıştı. Vapurda çaylarını içerlerken, bak demişti Kosta, yeğenim sana bir hikaye anlatayım mı?

İsteksizce başını sallamıştı Petro, yine ne veciz bir hikaye buldu bizim Kosta amca deyip isteksizce kulak kabarttı.

Kosta; anlatmaya başlamış “ ...çok eskilerde daha Bizans zamanında, Türkler daha İstanbul’u fethetmemiş ama eli kulağındaymış. Osmanlı Sultanı Fatih derler II. Mehmed, o sıralarda boğazdaki trafiği kontrol altına almak için Rumelihisarını yaptırırmış. O zamanlarda yine bugünki gibi boğazda ticaret gemileri işlermiş, ama tabii o zamanki gemiler böyle motorlu değil yelken gücüyle, yelkenlerini şişirip doldurur yol alırlarmış. Ancak adettenmiş, bir gelenek haline gelmişmiş, boğazdan geçen yabancı gemiler yelkenlerini indirirmiş. Yine günlerden bir gün, Sultan II. Mehmed Rumelihisarı inşaatını denetlerken, bir Ceneviz gemisi hisar önlerinden geçiyormuş ama yelkenlerini indirmemiş, bu bir diklenmeymiş, burunları havadaymış Cenevizlilerin. Ancak geminin kaptanını uyarıp, bir iki uyarı atışıyla hatırlatmalarına rağmen gemi yelkenlerini indirmeyince, Fatih emir verip gemiyi topa tutturmuş ve batırtmış. İşte o gün bugün ‘yelkenleri suya indirmek’ diye bir tabir vardır, hiç duymuş muydun bunu? Her neyse, demem o ki evlat, gel şu yelkenleri hemen suya indirme, başını dik tut, bırak bakalım ne olacaksa olsun. Biliyorsun gün olmadan neler doğar denir, biraz sabret” diyerek onu biraz gevşetmek, rahatlatmak istemişti.


Çeşmeye gelmişler, üstlerini başlarını değişip, hemen işe koyulmuşlardı. Yine Petro harç karıyor, tekne ile amcasına veriyor, o da tonozun tepesinde çalışıyordu. Petro işe dalmış, biraz dünkü hayal kırıklığını unutur gibi olmuştu ki, sokağın başından o güzel kız yine görünmüştü, tüm parlaklığıyla. Bu kez bakmamıştı yüzüne Petro’nun yürüyüp gitmiş, kaybolmuştu yine köşede. Petro bir amcasına bir köşeye bakmış, hiç bir şey demeden yelkenleri şişirip topuklamıştı. Köşeyi döndüğünde kızı görememiş, ne çabuk kayboldu bu kız diye düşünüp tam geri dönecekken, kızın sol yandaki bostandan çıktığını görmüştü, birilerine el sallayarak. Araya biraz mesafe koyup takip etmeye başlamıştı, ona görünmeden. Kız sağa dönmüş, birazdan da caddeye çıkmış, yokuş yukarı tırmanmaya başlamıştı. Petro da karşı kaldırıma geçip oradan izlemeye devam etmişti. Kız yokuşun ortasında kırtasiyeye girmiş, biraz sonra ne aldıysa alıp çıkmış, yolun karşısına geçip yoluna devam etmişti. Petro biraz adımlarını hızlandırıp aradaki mesafeyi kapatmış, onu okulun kapısından az önce yakalamıştı. “Pardon!.. bakar mısınız?” diye seslenmiş, kız dönüp onu görünce, önce bir gülümser gibi olmuş, ancak hemen kendini toparlayıp dönmüş ve yürümeye devam etmişti. Arkasından laf yetiştiriyordu Petro ama vaz geçmemişti, “iki gündür sizi düşünmekten gözüme uyku girmiyor, sizinle tanışmak isterim, mümkünse” derken, kız okula varmış ve arkasına bile bakmadan içeri girmişti. Petro ilk denemeden başarısız, kanadı kırık bir halde geri dönmüş, ancak Kosta onu yüzlememişti, böyle böyle öğrenecekti bir gün uçmayı nasıl olsa. Petro dönüşü kestirmeden yapmıştı, okulun hemen karşısından Eşrefsaati sokağa dalmış, yokuş aşağı kısa bir sürede çeşmeye varmıştı. Bu arada kızın bu sokakta bir evde oturduğunu düşünerek, kestirmeye çalışmış, tek tek evleri gözden geçirmişti, acaba hangisinde yaşıyordu o güzel kız.

Günlerce sürmüştü bu kaçış, kovalayış. Sabahları Medrese sokaktan alamıyordu gözlerini Petro, artık Kosta da oralı olmuyordu, salmıştı yeğeninin yularını, ses etmiyordu, farkındaydı aslında her şeyin. Sonunda evini de öğrenmişti, bu gözlemler sonrasında, kız evden çıkıp bu tarafa gelirse, bostanın oradan, evden çıkıp yukarı giderse, ardından seğirtiyordu her gün, aksatmadan. Ama kız pek yüz vermiyordu, ona rağmen dilbaz Petro vaz geçmiyor, ardından çeşitli manilerle ona tutkusunu anlatmaya çalışıyordu.


Gül yüzlü güzel kızım,

Hep parlayan yıldızım.

Senden uzak kalınca,

Bitmiyor yürek sızım…

diyor, dikkatini çekmeye çalışıyor; olmayınca bir başkasını yapıştırıyordu ardından hemen;

Mani maniyeleyim mi?

Bir mani söyleyeyim mi?

İşaret et sevdiğim,

Yanına geleyim mi?..

Yok, yok, yok… bir türlü başaramıyordu, bir kere bile döndürememiş yolundan, iki satır laf ettirememişti, bunca çaba, tatlı dile reğmen.


Ama öyle hemen havlu atacak göz yoktu Petro’da, derviş değildi belki ama bir derviş kadar sabrı vardı. Sonunda bir gün, tam Eşrefsaati sokağın Doğancılar Caddesi’ne kavuştuğu köşede bekleyen Petro; 

İn denize aşalım,

Kıyıda buluşalım.

Ben utangaç oğlanım,

Yardım et de konuşalım…

der demez, kız dönmüş, gözünü gözlerinden kaçırarak, senin adın ne deyivermiş ve eline bir şey tutuşturmuştu. Bu ani hareket Petro’yu saşırtmıştı, birdenbire soruverince kız. Anca kekeleyerek Pe Ped, roo, Ped-ros, Petro Danessi diyebilmiş ve kalakalmıştı öylece. Hiç hazırlamamıştı ki kendini böyle ani bir tanışmaya, o böyle donup kalırken, kız adını bile söylemeden çoktan koşturarak caddeyi geçmiş, okula varmış, içeri girmişti.


Olayın şokunu atlatan Pedros ancak o an hatırlayabilmişti, kızın eline tutuşturduğu şeyi, baktı siyah-beyaz bir vesikalık fotoğraftı bu, beyaz gupür dantel yakası, siyah önlüğü ve muhtemelen kırmızı kordela bağlanmış örük saçlarıyla güzeller güzeli... Çevirdi arkasını;

“Manici başı mısın,

Cevahir taşı mısın,

Sana resmimi versem,

Cebinde taşır mısın.”

-GÜNNÛR-

Oldu dedi, oldu bu iş... uçuyordu sevinçten, içi içine sığmıyordu, ne yapacağını bilememişti uzun süre, sonra yokuştan aşağı nasıl indi, çeşmeye nasıl vardı, bıraktığı işe nasıl canla başla sarıldı, hiç hatırlamıyordu. Tonozun üstünde çalışan Kosta gülümsüyordu, yeğeninin bu zil çalan eteklerine bakıp da,

“oldu bu iş sonunda işte” demişti kendi kendine…


Sonraki günler, artık her şey çok güzeldi onlar için. İlk konuştukları gün, Günnûr’un ilk sorusu sen Rum’musun? olmuştu, biraz çekinerek, onu gücendirmekten korkarak. Belli ki Rum olması biraz kafasına takılmıştı, ama bu vazgeçmesine yetmeyecekti, onun da kanı kaynamıştı artık bir kere yağız delikanlıya, allem etmiş kallem etmiş almıştı gönlünü sonunda, ok yaydan çıkmıştı, olsundu, ne olacaksa olsundu, yeter ki o hep yanında olsundu...

Kısa ve kaçamak da olsa artık her gün görüşüyorlardı kumrular, okul öncesi ve okul çıkışı dar zamanlarda, ya kırtasiyeye girip orada bir şeyler arıyormuş pozunda oyalanıp görüşüyor, ya da okuldan yukarı yürüyor, Doğancılar Parkı’nda oturuyorlardı bir süre. Ancak bu güzel günler çabuk geçmişti, bir süre sonra bitecekti her gün görüşebilmek. Çeşmedeki inşaat bitmiş, iyi kötü, çeşmenin üzeri kapatılmış, mahalleli memnun kalmış, helalleşip ayrılınmıştı. Artık her sabah Üsküdar’a gelemeyecek, Günnûr’unu göremeyecekti Petro. Fırsat yaratmaya çalışacaktı ama, yeni bir işe başlayana kadar gelip giderdi yine her zamanki gibi. Kosta da biliyordu durumu artık ve zaman zaman idare ediyordu sevgili yeğenini. Eğer yeni bir işe başlarlarsa da hafta sonları kaçıp gelirdi sevdiğinin yanına. Öyle de oldu aylarca sürdü bu iki yakanın aşkı. Cumartesi Pazar oldu mu bir koşturmacadır başlıyordu, Petro soluğu Üsküdar’da alıyordu aksatmadan. İşte zaten o koşuşturmalar arasında, düşürmüş kaybetmişti ya zaten Nüfus kağıdını, Beşiktaş’ta çeşmenin başında...


Son günlerde artık iki sevgili önlerindeki zorlukları düşünüyor, konuşuyorlar, gelecek planları yapıyorlardı. Ne yapacaklardı? Zaman zaman karamsarlığa kapılıyordu Günnûr, ümidini yitiriyor, kötü kötü düşüncelere dalıyordu. Zor diyordu bizim işimiz çok zor, ben babamları ikna etsem, seninkiler var, sen annenleri ikna etsen benimkiler ne der? Böyle açmazlara giriyor, o güzel mavi gözleri, gölgeleniyor, parlaklığını yitiriyordu. Petro daha umutluydu, çok karamsarlığa düşmüyor, kara bulutları dağıtmaya çalışıyordu var gücüyle. Aşacağız tüm engelleri güzelim, hiç bir şey bize, bizim sevgimize engel olamaz deyip, sevdiceğine daha fazla sarılıyor, yine maniler dizip onu rahatlatmaya çalışıyordu;

Öylesine büyük ki aşkın bende,

Seviyorsun biliyorum beni sen de.

Yakışmaz bize sevgisiz yaşamak,

Öyleyse iyi günde, kötü günde,

Hastalıkta ve sağlıkta,

Ölüm ayırana dek seveceğiz biz de...


Ölüm bizi ayırana dek demişti Pedros;

ölüm bizi ayırana dek...

Pedros’un cenazesi bir hafta kadar bekletilmişti Şişli Etfal’in morgunda, adli soruşturmanın tamamlanması gerekiyordu. Cenaze ancak 9 gün sonra aileye teslim edilmişti, bir gün sonra, 7 Aralık, Pazar günü de cenaze töreni yapılacaktı. Önce evde toplanmıştı cemaat ve aile yakınları, taziyelerden sonra da kiliseye geçilmişti. Cenaze Pangaltı Anarad Hığutyun Ermeni Katolik Kilisesi’nde yapılacaktı. Aile zaten yıllardır o kilisenin cemaatiydi, semtte başka bir Katolik Kilisesi olamadığından Ermeni azınlıklarla birlikte o kilisede ibadet ederlerdi. Kısacası azınlığın azınlığıydılar, çoğu rum aile göç etmişti, buna zorlanmıştı, onlar ayrılmak istememişlerdi. Mahallede kalan bir kaç Rum aileden biriydiler, kolay değildi yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk edip, sırf dindaş, soydaş diye hiç tanımadıkları topraklarda yeniden bir yaşam kurmak. Rahip Hovsep Arkutyan da aileyi tanır, özellikle onu çocukluğundan beri can kulağıyla, kara gözlerini kendisinden ayırmadan izleyen Pedros’u çok severdi, yaramaz ama vicdanlı ve sevecen bir çocuktu, kiliseye gelirken cebinde illaki bir şeyler taşır gelir, çıkışta avludaki kedileri elleriyle beslerdi bir köşeye çağırıp, üzgündü rahip Hovsep, hem de çok. Mahalleli de severdi Pedros’u, büyüklere karşı her zaman saygılıydı, ateşli bir gençti, özellikle söz konusu futbol olunca, ama kavgacı değildi, bu güne kadar bir kavga çıkarttığını ya da dalaşa karıştığını gören olmamıştı, barışçıldı, evet haksızlıkların ve özellikle de azınlıklara karşı bazı yanlış tutumların farkındaydı, isyan ediyorsa da, bunu yine de kendi içinde yaşıyor, dışarıya yansıtmıyordu. Açıktan söyleyemediklerini, dışa vuramadığı duygularını, bir defteri vardı ona döküyordu, sevdiği şiirleri de unutmamak için kaydediyordu, deri kaplı o küçük defterine. Doğru dürüst okuyamamıştı ama, doğuştan gelen bir yeteneği vardı, duygularını ifade etmekte, ağzı laf yapmakta mahirdi, sadece Günnûr’a dizdiği maniler bile bunun en güzel isbatıydı.

Gündüzleri madırga ve murç ile yapı taşı işleyen o yıpranmış kaba eller, gece olunca yüreğinin sesini dinleyip, pırlantalar traşlıyordu amcasının verdiği ucu çakıyla açılmış kurşun kalemini eline alınca.


Papatyalar sarı,

Menekşeler mor.

Seni nasıl sevdiğimi,

Gelde şu kalbime sor.



Papatyalar açıyor,
Seni her gördüğümde.

Soluyor o papatyalar,

Sen her gittiğinde.



Ne papatyanın dili varıyor,

Sevmiyor, demeye.

Ne benim cesaretim var,

O son yaprağı çekmeye.


Nikolia bunları okurken, odasında saklanıp; hıçkırıklarını gizliyor, ama boncuk gibi yaşlar döküyordu. Bilmiyordu biricik ağabeyinin imkansızı gerçekleştirmeye çalıştığını, böyle güzel bir aşkın peşinden gittiğini. Cenazenin beklendiği günlerde, Petro’nun odasına çekilip, eşyalarına sarılıp ağladığı sıralarda, bir çekmecenin dibinde bulmuştu, sakladığı o küçük meşin kaplı defteri. O zaman öğrenmişti ağabeyinin o coşkun duygularını, anlamalıydı aslında her hafta sonu onun, saatlerce ayna karşısına geçmesinden, yıkanıp paklanmasından, kendisine çeki düzen verip, çekip çekip, etekleri zil çalarcasına bir yerlere gitmesinden ve ağzı kulaklarında mutlu, mesud dönmesinden, hülyalı bakışlarından. Ne bilsindi tee Üsküdar’da bir müslüman kızına abayı yaktığını. Gözünün yaşlarını sildi, o kıza ulaşmalıydı, haberi olmalıydı, gözü yollarda boşuna ağabeyini gelir, gelecek diye beklememeliydi. Defteri daha fazla karıştırmaya başladı, bir iz bulmalıydı. Adı neydi, nerede oturuyordu? Bulsa bir fırsat yaratır, yalnız gidemese de bohçacı Süheyla abladan yardım ister, yine de gider, bulurdu kızcağızı. Zor olacaktı ona bunu söylemek ama, gerekliydi. Pedros, şiirlerin manilerin yanısıra, yeni öğrendiği Osmanlıca kelimeleri, anlamlarını, hoşuna giden deyimleri, hayatındaki önemli anları da günlüğüne kaydetmişti; tarih, gün de vererek. Çoğunlukla da hep hafta sonu günleriydi, sevdiceğiyle birlikte geçirdiği günlerin akşamına oturup yazmıştı, yaşadıklarını. Ümm-i Gülsûm Çeşmesi’ni buldu önce Nikolia, önemli olmalıydı bu onların birlikteliği için, başlardaydı, o yüzden öyle bir çıkarım yaptı, Mithatpaşa Kız Sanat Enstitüsü sonra, demek ki kız okuyordu henüz, Medrese sokağı buldu sonra, evleri oradaydı demek, babasının bahçıvan olduğunu, ama bir türlü adını bulamıyordu kızcağızın. Sonra tekrar baştan alıp tek tek sayfaları tekrar gözden geçirirken, önceden bilgi notu diyerek hızla geçtiği bir sayfada, sadece üç satır dikkatini çekti;

Mihrişâh (Osmanlıca) / Günnûr (Türkçe)

Şahların güneşi, padişahın güneş gibi ışık saçan sultanı: Mihrişâh

Güneş gibi ışık saçan yüreğe: Günnûr…


Bulmuştu işte, bu bir isimdi, kız ismi üstelik de, ağabeyinin yüreğine güneş ışığı saçan demek oydu, ne güzelmiş ismi diye düşündü, muhakkak yüzü de güneş gibidir, parlıyordur, ağabeyimin aklını başından aldığına göre; tekrarladı, Gün-nûr…

Rahatlamıştı, şimdi Süheyla ablayı bulup, onu ayarlamalıydı. Ama öncesinde yemin billah verdirecekti, Süheyla bu, satış yapacağım diye kapı kapı dolaşırken, topladığı dedikoduları da satardı konu komşuya, neme lazımdı. En iyisi gözünü korkutmaktı, yemin verdirdikten sonra, “bak bir kelime duyarsam orada burda abla, kızları tembihlerim, senden zırnık almazlar çeyizlerine ona göre” diye, “bu ona yeter” dedi gözleri parlayarak.


Cumartesi herkes cenaze hazırlıkları ile uğraşırken o bir fırsatını bulup evden çıktığı gibi Süheyla’nın evinde almıştı soluğu. Zaten evde öyle bir acı vardı ki, kimsenin kimseyi görecek gözü yoktu, farketseler de yokluğunu, odasına kapanmış ağlıyordur diye düşünürlerdi. Süheyla onu bekliyordu zaten, sırtına mantosunu ve çıkınını attığı gibi doğru Harbiye’ye. Oradan da Beşiktaş’a inip, vapurla Üsküdar’a geçeceklerdi. Otobüsten inmiş, kestirme diyerek sinemayla çeşmenin arasındaki aralıktan geçmiş koşturuyorlardı, vapur kalktı kalkacaktı, onlar koştururken Nüfus kağıdı sarı yaprakların arasında onların koşturmalarını izliyordu, dili olsa seslenecekti, “Nikolia, ben buradayım” diye. Nefes nefese kendilerini vapura attıklarında, bir yer bulup oturur oturmaz, “kız iyice not ettin mi adresi filan” dedi Süheyla, Niki’ye; “bak gidip orada ağzımızı havaya açıp bakmayalım aval aval...”, tamam abla dedi, hem defter de yanımda…


Zor olmadı çeşmeyi bulmak, nereye kaçacak, 219 yıldır kodukları yerdeydi. Süheyla yine mesleğini konuşturmuş, bir kaç kapıyı dolaştıktan sonra “çeyizlerim var, dantellerim, iğne oyalarım, çarşaflarım var” diye kapıları çalıp, araya “gelinlik güzel bir kız var derler Günnûr diye, ona da göstereyim isterim, evi hangisidir” diyerek, ikinci kapıda almıştı “nah şu köşedeki üç katlı ahşap evdir, aşı boyalı; anası babası bostanda olur, caminin arkasında, evde bulamazsan ora bakıver” cevabını. Akıllı kadındı Süheyla eve gitmeden önce bir koşu caminin ardındaki bostana bakmış, anne babayı orada çalışır görünce gelmişti Niki’nin yanına, “hadi yine iyisin, kız evde yalnız” demişti nefeslenirken. “Sen geri dur abla, ben varıp konuşayım kızla yalnız başıma” deyip, kapıyı çaldı Niki. Merdivenden inen ayak seslerini duymuştu, heyecanlandı, “sen bana kuvvet ver tanrım” diye dua ederken kapı açılıverdi, Günnûr karşısındaydı. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu, işte karşısındaydı ağabeyinin emaneti ve gerçekten de onun aklını başından aldığı kadar güzel bir kızdı, ışık saçıyordu bembeyaz teni, masmavi gözleri. Ağabeyi ne kadar haklıydı, bu duru beyaz tenli, sarı saçlı, saf güzellik, papatyadan başka ne ile özdeşleştirilebilirdi. Biraz sendeledi Niki, Günnûr gayri ihtiyari elini uzattı tuttu onu, yığılacak sandı birden, “buyrun, kimi aramıştınız” dedi. Ben Nikolia diyebildi, devamını getirip Petro’nun kızkardeşiyim diyemedi bile, Ped… deyip kaldı, gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Akıllı bir kızdı Günnûr, anlamıştı hemen ters birşeyler olduğunu, şöyle kafasını uzatıp kapıdan dışarı, kimse var mı yok mu diye bakıp, Niki’yi içeri çekiverdi, oturttu merdivenin başındaki sandalyeye. Sanki kötü bir haberin geleceğini biliyordu, kanı çekilmiş, adeta hissizleşmişti Günnur, yoksa bu küçük kızı hangi kuvvet onun kapısına kadar getirebilirdi. Beyni onu en kötüye hazırlıyordu, bir koşu mutfağa gidip, bir bardak su getirdi Niki’ye, biraz da kolonya serpti eline ki koklayıp açılsın diye. Kendisi de merdivenin üçüncü basamağına ilişip, sonuna kadar dinledi Niki’yi hiç kesmeden, soru sorup bölmeden, duydukları karşısında yıkılmıştı elbette ama metanetli kızdı, zaten biri kendini koyuverdi mi karşısındaki ister istemez böyle dirayetli durmaz mıydı. Aslında ikisi de aynı acıyı paylaşıyorlardı, ikisi de çok sevdiklerini kaybetmişlerdi, bu acı onları bir araya getirmişti, bugüne kadar hiç karşılaşmadıkları halde. Ama daha fazla dayanamadı Günnûr, tutamadı kendini, kalktı merdivenin basamağından, çöktü sandalyenin dibine, sarılıp Niki’ye sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Ne kadar böyle ağladılar kimbilir, ama kendilerini toplamaları gerekti, annesi babası çıkagelirse ne diyeceklerdi. Ayağa kalkıp üstünü başına çeki düzen verdi Günnûr, gözünün yaşlarını sildi, Niki’ye de yolu gösterdi ki, gidip elini yüzünü yıkasın kendini toparlasın. Çok geçmedi, kapı açıldı, annesi babası kapıdan girdiler içeri, annesinin elindeki sepet ağzına kadar turunç doluydu, reçel kaynatacaktı, meşakkatli de olsa, uzun sürse de çocuklar severdi onun bu acı tatlı turunç reçelini, bir de elbette babasının güllerinden yapılma mis gibi kokanını. Niki’yi görünce şaşırdılar, okuldan mı kızım dediler, evet diye yanıt verdi Günnûr, kitabı bende kalmış onu almaya gelmiş, deyip bir koşu üst kata çıktı ve eline geçirdiği ilk ders kitabıyla geri dönüp, Niki’nin eline tutuşturuverdi; “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”

Niki daha fazla rahatsızlık vermeyim, yarın okulda görüşürüz deyip ayaklandı, annesi babası içeri geçerlerken Günnûr da onu kapıdan uğurlamaya kalkındı. Kapının önünde tekrar sarıştılar, göz göze bakıp acılarını paylaştılar, tek bir kelime etmeden. Niki tam bir adım atıp gidecekti ki, aniden dönüp Günnûr’un eline birşey tutuşturup koşarak oradan uzaklaştı. Günnûr bir elindeki meşin kaplı küçük deftere, bir onun sokağın ucundan kaybolan, gözündeki yaşlar yüzünden bulanıklaşan silüetine bakıp öylece kaldı bir süre. Küçük defteri yeleğinin altına sokuşturup acele, kapıyı kapattı sessizce ve hızla merdivenlerden yukarı çıktı, odasına kapandı. Ağlamayacaktı, sorarlarsa ödevi vardı onu yetiştirmeliydi…

Elinde küçük meşin kaplı defter uzun süre oturdu pencerenin önünde, hafif hafif okşuyordu kapağını, meşinin o yumuşak ama pürüzlü yüzeyinde Petro’nun çalışmaktan kabalaşmış ellerini hissediyordu adeta. Uzun süre kendisiyle mücadele etti, açamıyordu kapağını bir türlü; sonunda yendi o duyguyu ve bağını çözüp, şöyle kapağını aralayıverdi. İlk sayfada kurutulmuş bir papatya yapıştırılmıştı boş sayfaya, ve altında da bir tarih vardı, bu onun verdiği papatya olmalıydı. Bu defterde o vardı demek, onun için tutmuştu bu günlüğü Petro.

O sayfayı çevirince;


Kederli bir sonbahar günü öğleden sonra öleceğim,

benim olmayan eşyalarda ve dağınık kitaplar arasında,

polis yetişecek, beni yatağımda bulacak

ve beni geçmişi olmayan bir adam olarak gömecekler.


Bir an için birbirlerine bakacaklar,

başlarını hüzünle, yavaşça sallayacak ve diyecekler ki,

“Ne adamdı be!.. Sadece dün hâlâ hayattaydı!”

sessizce kağıtlar karılıp dağıtılacak ve oyunlar yeniden başlayacak.


12 Şubat 1890 Konstantiniyye doğumlu,

Kóstas Ouránis’in (1890-1953)

“Yaslı öleceğim” şiirinden iki dörtlük…

diye de not düşmüştü altına;


Devam edemedi, yığıldı olduğu yere…


Cenaze kilisedeki yerini almış, kiliseye gelenlerin bazıları,

daha ziyade aileden olanlar ve kendisini Petro’ya yakın hissedenler, tabutun yanına kadar gidip ona son kez bakarak saygı duruşunda bulunup yerlerine oturuyorlardı. Pedros’un cenaze töreninde ailesi, cemaatten yakın dostları yanısıra, şantiyeden bir çok işçi arkadaşı, şantiye şefi, yıllarca sokakta, top sahasında futbol oynadığı arkadaşları ve Beşiktaşlılar da vardı. Herkes yerlerini aldıktan ve kapılar kapatıldıktan sonra Rahip Hovsep Arkutyan kürsüye çıkmış, cenaze törenlerinde adet olduğu üzere, pek fazla aşina olmayanları, farklı mezhepten olanları ve merhumun Hıristiyan olmayan arkadaşlarını düşünerek çok fazla Hıristiyan liturjisine (ekmek-şarap ayini) girmeden, herkesin anlayabileceği bir dil kullanarak, edebi olmadan ve fazlaca da övgüye girmeden kısa ve sade bir vaaz vermiş, merhuma veda etmenin, onun Tanrı’ya emanet etmek ve onu toprağa vermeden önce yapılması gereken son görev olduğunu belirterek, duaya geçmişti. 

 

Kiliseden sonra cenaze, çok yakında, Pangaltı’da ana cadde üzerindeki Feriköy Protestan Mezarlığı’nın hemen yanındaki, 1857’de Sultan Abdülmecid tarafından İstanbul’da yaşayan Katolikler için tahsis edilen ve inşaa edilen (Fransız) Latin Katolik Mezarlığı’na götürülmüştü. Kiliseden sonra hemen herkes katılmıştı kabristandaki cenaze törenine. Pedros toprağa verilmiş, üzerine bazıları çiçek atmış, toprak kapatılmış ve yavaş insanlar aileye taziyelerini bildirip evlerine doğru yol almışlardı. Bir tek aile kalmıştı, onlar da zor da olsa artık ayrılıp evde gelecek taziye ziyaretlerini karşılayacaklardı. Kosta bir ara kaş göz edip Stelyo’yu yanına çağırmış, kulağına eğilip bir şey gösterip, bir şeyler söylemişti. Kosta göz aşinalığı ile tanımıştı uzaktan da olsa o güzel kızı ve yanındaki delikanlıyı. Stelyo da, kimseye farkettirmeden Kosta’nın işaret ettiği yere doğru bakmış ve görmüştü onları. Kosta dönüp yavaş yavaş kabristanın kapısına doğru ayaklarını sürüye sürüye yürüyen aileye yetişmiş, bir tek Stelyo kalmıştı, o da bile isteye, Kosta belli ki ona gidip tanışması için göstermişti onları. İstanbul’da Harp Akademisi’nde öğretmenlik, Sultan’a yaverlik ve danışmanlık da yapmış olan, 23 Mart 1922’de öldüğünde vasiyeti gereği bu kabristana defnedilen Macar Kontu Ödön Széchenyi’nin (Ödön Seçenyi Paşa) kabrinin arkasına gizlenerek, onları uzaktan izleyen bir erkek ile başında beyaz da  kenarları iğne oyası ile işlenmiş tülbentiyle duran kızı fark etmişti, Kosta gösterdiğinde. Belli ki Hıristiyan değil Müslümanlardı. Tanıdık değillerdi ama Petro için geldikleri çok belliydi. İçinden bir ses “yoksa Günnûr mu.” demişti. Ama yanında bir de erkek çocuğu vardı, onu anlamak için biraz beklemişti, arkasına bakıp herkesin çıktığından emin olduktan sonra onlara doğru seğirtti. Ödön Seçenyi Paşa’nın mezarını çok iyi bilirdi, çocukluklarında duyar gelirlerdi, Macar itfaiyeciler şık, süslü üniformalarını giyinmiş olarak sürekli olarak o mezarı ziyaret eder, bir çeşit anma tertiplerlerdi. Çocukluk, o garip giysili adamlar onlara ilginç gelirdi işte. Tuhaf bir şekilde Günnûr onun kendilerine doğru seyirttiğini görmüş ama tedirginlik yaşamamıştı, elinde bir beyaz kasımpatı demeti ile gitmiyor öyle onun gelmesini bekliyordu; bu mevsimde papatya bulamamış, yerine ona benzer diye almıştı kasımpatlarını. Stelyo geldi, kendini tanıttı, yoksa siz Günnûr’musunuz? diye sordu. Gözünden iki damla yaş süzülen Günnûr sadece başıyla evet diyebildi, sesi çıkamamıştı. Ben dedi Stelyo, onun en yakın arkadaşıyım, daha ilk kez o akşam bana sizden bahsetmişti, yoksa varlığınızdan haberim yoktu hiç. “Uzun uzun…” deyip sustu, bir an yanındaki erkek çocuktan çekindi, ya söyleyeceklerinden onun haberi yoksa, ama Günnûr anladı onun tedirginliğini ve çok küçük bir sesle, sorun yok, kardeşim o, her şeyi biliyor diyebildi. Stelyo rahatladı ve çözüldü; “Maçtan sonra, uzun uzun sizi anlattı bana, nasıl tanıştığınızı, neler yaptığınızı, sizi nasıl sevdiğini… coşmuştu, hiç susmadı tüm akşam.”

“Hatta” dedi yuttu, söylememeliydi, yaptığı planlardan, onu kaçırmak istediğinden, evlenmek hayallerinden; vazgeçti bütün bunlardan, “neyse” deyip kapatıverdi. Bir süre öyle suskun yere bakıp durdular, sonra hadi gelin, çiçeklerinizi verelim ona dedi Stelyo, yürüdüler o yönde. Stelyo ve Muhtar biraz geri kaldılar, Günnûr tek başına kalsın vedalaşsın istediler Pedros ile. Bir süre Günnûr kısık bir sesle bir şeyler mırıldandı, ne dediğini anlamasalar da belli ki ona sözler veriyordu. Çok fazla bir zayıflık göstermemişti, metanetli davranıyordu, bir tek Stelyo geldiğinde istemeden gözünden iki damla yaş dökülmüştü, o kadar. Metin kızdı, yürekliydi, sevmişti Stelyo bu kızı ve bir kere daha yanmıştı arkadaşına ve ona, yazık olmuştu onların bu güzel aşkına. Günnûr da gelmişti artık yanlarına, gideceklerdi birazdan. O an Stelyo biraz önceki düşünceleriyle olsa gerek, biraz üzüntüyle ve sanki de pişmanlıkla “Keşke…” demiş ve o an bir şeyler boğazına düğümlenmişti, sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştı birden, koskoca adam, artık kendini tutamamıştı, günlerdir, bir tek damla göz yaşı akmamıştı gözünden, sürekli koşturmaktan, ailenin acısını paylaşmaktan, kendine fırsat bulamamıştı, yalnız kalamamıştı, yaşayamamıştı en yakın arkadaşını kaybetmiş olmanın acısını. Hıçkırıkların arasında dövünüyor arada da bir şeyler diyordu ancak anlaşılmıyordu, anlaşılsa eğer şunu diyordu aslında; bir pişmanlıktı bu… “Keşke onu o akşam İstiklal’de bir başına koyup da eve gitmeyeydim, ne vardı ki onunla beraber gitsem, ona yoldaşlık etsem, sonra da gidip onlarda kalsam, sanki kalmadığım bir yer miydi hiç. Belki o zaman bunlar olmazdı, bu güzellik, bu büyük sevgi böyle boynu bükük yarım kalmazdı.”

İşte sonunda olan olmuş, Günnûr da artık kendini tutamamış, boşanmış, hıçkıra hıçkıra ağlayarak ona katılmıştı.


Çok fazla vakitleri yoktu, isterdi daha fazla kalmak, acısını yaşamak, ama evden bir yalan uydurup çıkmışlardı işte, fazla gecikmeden dönmeleri gerekiyordu. Mezarlığın kapısında Stelyo’ya veda edip, Nikolia’ya da selam söyleyip ayrılmışlar ve koşuşturarak ana caddeye doğru uzaklaşmışlardı. Stelyo uzun süre onların arkalarından bakmış, caddeye çıktıklarını görüp, sonra mahalleye dönmek üzere ters yönde yürüyüp gitmişti isteksizce.


Anne babasına geçen ladeste yenildiği üç yaş küçük erkek kardeşi Muhtar’ı, eğer kazanırsa Beşiktaş’a gezmeye götürmeye söz verdiğine ikna etmiş, öyle izin kopartabilmişti Günnûr. Anne baba birbirlerine bakıp, yanında da Muhtar var nasıl olsa deyip pek karşı çıkmamışlardı, hatta hoşlarına bile gitmişti, bak kızları büyümüş de artık, kardeşini gezmelere götürürmüş diye. Ama evden çıkana kadar tembihlerin ardı arkası kesilmemişti, aman bu haytaya dikkat et, elini bırakma, vapurdan denize filan düşer şimdi bu balıklara, martılara bakacağım derken, sıkı giyinin, hava soğuk üşütüp hasta olmayasınız bu okul zamanı diye. Tabii bir fasıl nasihat da Muhtar’a geçilirdi, ablanın elini sakın bırakma, kaybolursun bak, sonra seni bulamayız filan diye. Öyle dışardan bir şey alıp yemeyin, temiz değildir, ben siz ne isterseniz alâsını yapar yediririm evde, demekten de vaz geçmemişti Vesile hanım, kapıdan sokağa çıktıklarında yetiştirmişti arkalarından da bunu. Biraz vapur beklemişlerdi, gecikeceğiz diye huzursuz olmuştu Günnûr, Beşiktaş’a yanaşır yanaşmaz tuttuğu gibi Muhtar’ın elini, atmıştı kendini iskeleye, başlamıştı koşturmaya. Meydana çıktıklarında Muhtar sıkılmış, kurtulmuştu ablasının elinden, ama ardından seğirtiyordu yine de. Otobüse binip çıkacaklardı Harbiye’ye, Günnûr çeşmeyi geçmiş sinemanın aralığına dalmıştı ki Muhtar’ın yokluğunu farketmiş, döndüğünde onun çeşmenin önünde yerdeki bir şeye takıldığını görmüştü. Seslenmiş, ama yetinmeyip geri dönüp, hadi geciktik zaten sallanma diyerek elinden tuttuğu gibi çekiştirmeye başlamıştı. Muhtar hala, ona abla dur bir şey gördüm şurda deyip, eğilip almaya çalışıyordu. Sonunda Günnûr baskın gelmiş, onu sürükleyerek gelen otobüse atmıştı. Şans bu işte, oysa yaprakların arasında Muhtar’ın farkettiği şey yine o nüfus cüzdanıydı. Ne gördüğünden pek emin değildi aslında, ama belki de ablasının fotoğrafı dikkatini celbetmişti Muhtar’ın. Belki de bu, şehir efsanesine dönüşmüş 25. kare olayı gibi bir durum yaratmıştı Muhtar’ın belleğinde. Hani şu 1950’lerin sonlarında Amerikan film endüstrisinde, kullanılan filmlerde 1 saniyede 24 kare yer alırken, 25. kareye yerleştirilen tek bir ürün görselinin seyircinin bilinç altında, o ürünü satın alma isteği doğurduğuna ilişkin bir tez vardır ya, işte o. Muhtar belki de o koşuşturma sırasında buna benzer bir şekilde ablasını görmüştü, o yaprakların arasında, kim bilebilir...


Dönüşleri böyle maceralı olmamıştı ama, yine Günnûr acele ediyordu, Muhtar unutmuştu bile giderken yerde görüp de takıldığı şeyi, onun aklı başka yerlerdeydi, o Stelyo’yu sevmişti, futbol deyince, akan sular durulmuş, kanı kaynamıştı ona. Keşke fırsat olsa da onlarla futbol oynayabilseydi, aklı onlardaydı haytanın, dümdüz yürüyüp geçmişlerdi bu sefer çeşmenin yanından, vapura binip eve varmışlardı vakitlice. Günnûr doğruca odasına çıkmış, defterde aramıştı teselliyi. Ne yaptıklarını, ne gördüklerini, ballandıra ballandıra uydurup anlatmak da Muhtar’a kalmıştı, iyi kıvırırdı böyle şeyleri. Valla bak bir şey yemedik diye annesinin gönlünü alıp aferini koparmayı da unutmamış, bir dilim biberli ekmeği kapmıştı.     

 

Kimbilir kaç kez yalnız hissettiğinde Günnûr, açıp açıp okumuştu o küçük meşin kaplı defteri; en çok da son sayfasındaki mani onu çok etkiliyordu;


Geldi son bahar mevsimi,

İyi sakla resmimi.

Dilerim ki Tanrı’dan,

Unutmazsın ismimi.

yazmıştı Petro, daha kimbilir neler yazacaktı yaşayabilse. Ama işte bu son olmuştu ve vasiyet gibi kalmıştı Günnûr’a. Elbette unutmamıştı ismini, ne bir başkasına gönül düşürmüş, ne de evlenmişti. Güzel kızdı, kapılarını aşındıran çok olmuştu, benim gönlüm bir başkasında diyemediği, diyemeyeceği için, her talibe bir kulp bulmuş savuşturmuştu. Kimi şehla idi, kimi düz taban, kimi çok uzun, kimi kısaydı, kimi çok sarı, kimi çok karaydı, bahane mi yoktu ona. Bir süre sonra zaten gelen giden azalmış, aile de vazgeçmişti artık, oğlanların yaptığı torunlarıyla avutmuşlardı kendilerini. Kendini okumaya vermişti Günnûr, okumuş öğretmen olmuş, yüzlerce çocuğa dağıtmıştı sevgisini. Ve her yıl bahar mevsimi geldiğinde aksatmadan üç demet papatya yaptırmış, birini şafak vakti kimseler uyanmadan, görmeden Ümm-i Gülsûm Çeşmesi’nin yalağına, birini Pangaltı’daki Latin Katolik Mezarlığı’nda yatan Petro’nun kabrine, sonuncusunu da son nefesini verdiği Mehmet Zeybeğin köftecisinin yerine sonradan taşınıp yerleştirilen, “Padişahın güneş gibi ışık saçan sultanı”, adaşı Mihrişah Sultan’ın o dört sütunlu görkemli mermer çeşmesinin teknesine…


Başlarda bu özel günlerde kendi giderdi, sonraları kardeşi Muhtar’ın büyük oğlu Paşa, işe çıkmayıp, taşırdı taksisiyle, yorulmasın halası diye. Ailede bir tek Muhtar biliyordu ablasının bu sırrını, bir tek ona açılmıştı Günnûr. Hoş açılmasa ne yazar, onun adı Muhtar’dı bir kere, her şeyden haberi olur, her şeyi görür, duyar, bilirdi. Ama çok da ketumdu, sır saklamayı iyi bilirdi, ağzı sıkıydı ve kimselere tek kelime etmezdi. İşte o yüzden kardeşi ile rahatlıkla paylaşmıştı hikayesini Günnûr, cenaze günü. O da onun yüzünü kara çıkarmamıştı hiç bir zaman. Onu senenin her baharında ordan oraya taşıyan yeğeni Paşa bile bilmezdi neden buraları dolaştıklarını, neden halasının özellikle o iki adrese papatya bıraktığını. Muhtar sıkı tembihlemişti oğlunu, ne bir şey soracaktı halasına, ne de kimseye bundan bahsedecekti, o kadar gözünü korkutmuştu ki, açıkça evlatlıktan men ederim seni bile demişti, bir şey duyarsam. Muhtar, babasının yolunu sürdürmüş, onun veremediği Paşa ismini ilk doğan oğluna vermişti ki seri tamamlansın. Gazi, Ahmed, Muhtar ve Paşa… Ama babacığı Rüştü efendinin ömrü vefa etmemiş bunu görememişti.

Olmaz ya, olur da bir bahar mevsiminde, bir gün yolunuz düşerse,  bu üç mekandan birine, ister taptaze, ister kurumuş, bırakılmış en beyazından bir demet papatya görürseniz, bilin ki Günnûr yaşıyor, sevgileri de; unutmamış Pedros’unu...

Her yılın, 23 Kasım’ında Günnûr, yine Paşa’nın taksisine kurulur, Eyüb’ün yolunu tutardı. Hiç aksatmazdı, muhakkak Eyüb Sultan hazretlerini ziyaret eder, el açar, dua eder, Pedros’un cennette huzur içinde yatmasını diler, ruhuna bir fatiha okurdu. Sonrasında da mutlaka adaşı Mihrişah Sultan’ın türbesine uğrar ona da bir fatiha gönderirdi. Dini bütün, hayır hasenat sahibi bir Sultan’dı Mihrişah, bir çok hayır işi yapmış, sağlığında Eyüb Sultan’da yaptırdığı imaret (aşhane), mektep, sebil ve çeşmelerden oluşan külliyedeki, türbesine defnedilmişti ölünce. Gürcü Güzeli diye anılan Mihrişah, Gürcü bir Ortodoks Papazın kızı olarak dünyaya gelmiş, bir vesileyle Osmanlı Sarayı’na cariye olarak girmiş, güzelliğiyle 26. Osmanlı Sultan’ı III. Mustafa’nın dikkatini çekmiş, gözdesi olmuş, padişahın hayatına girmişti. III. Mustafa’nın ona muhabbeti öyle bir boyuttaydı ki, bu gürcü güzeline, “şahların güneşi, padişahın güneş gibi ışık saçan sultanı” anlamına gelen Mihrişah adını vermişti. Müslüman olmuştu Ortodoks Mihrişah ve Mevlevî dergâhına intisab etmişti. Garip bir durumdu bu, bir ortodoks rahibin kızı olarak dünyaya gelmişti gelmesine ama, şimdi baş ucunda bir hemcinsi, üstelik de adaşı, ona fatiha okuyup, duacı oluyordu müslüman usullerinde. İşte bu esnada, Günnûr tam da o çok iyi bilinen özlü sözüyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi düşünüyordu;

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…”

dememiş miydi. Hatta yetinmemiş, Mesnevisinde;

Beri gel, daha beri; bu yol vuruculuk nereye kadar böyle? Bu hır gür, bu savaş nereye kadar? Sen bensin, ben senim işte…”

diye pekiştirmişti hoşgörüsünü. Mevlânâ ile hemen hemen aynı dönemde yaşamış olan Anadolu’daki Türkçe şiirin öncüsü Yûnus Emre de sanki bu hoşgörü dilini bir adım öteye götürmüş;

“Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım.

Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz.”

diye nasihat etmişti yüzyıllar öncesinden...

Bunları düşündü Günnûr, içinde bulunduğu durumun özeti buydu...

Hıristiyanmış, Müslümanmış, Rum’muş, Türk’müş, Yahudiymiş, Ermeniymiş ne gerek vardı tüm bu ayrımlara, insanlardı, bir rum delikanlısı ve bir müslüman Türk kızıydılar ve sevmişler, sevilmişlerdi sınırsızca...


O çok sevilen, şahların güneşi, padişahın güneş gibi ışık saçan sultanı:

Mihrişâh Sultan da sevmişti Mustafa’sını. Sevgisi karşılıksız değildi, hele bir de bu sevginin meyvesi olan şehzade Selim’in dünyaya gelmesi, tamamlamıştı aralarındaki derin muhabbeti. Kolay mı, 

23. Osmanlı Sultanı III. Ahmed’in 1728’de dünyaya gelip, küçük yaşta vefat eden şehzadesi Seyfeddin’in doğumundan beri Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’nda, 33 yıl 10 ay ve 20 gün sonra, 24 Aralık 1761’de ilk kez bir şehzade dünyaya getirmiş ve memleketteki büyük endişeye son vermiş, padişahın ve hanedanın nazarında itibarı artmıştı.

Şehzade Selim’in doğumu 7 gün 7 gece süren “şehrâyin” şenlikleri ile kutlanmıştı. Babasının vefatından 15 yıl ve bir padişah sonra tahta çıkıp 28. Osmanlı padişahı olan Sultan III. Selim de annesi Mihrişah Sultan gibi Mevlevî dergâhına intisab etmişti. Çeşitli tarihlerde tamir edilen Eyüb Sultan Camii bir kez de onun zamanında onarımdan geçmiş, tamirat sonrasında camiyi namaz kılarak tekrar ibadete açan yine o olmuştu. Hatta o tamirat sırasında avludaki demir parmaklıkların üzerine sembolik olarak yerleştirilen ve bugün dahi yerinde olan “sikke-i Mevleviyye”ler Sultan Selim’in Mevleviliğine şehadet etmişti.

Geçmişi çok eskilere dayanan, sözlükte sekk “vurmak, basınç uygulamak” kökünden gelen,
keçeden pres kalıpta dövülerek şekil verilip yapılan bu tür balıklara sikke adı verilmiştir.
Daha çok Mevlevîler giydiğinden de “Sikke-i Mevleviyye” veya “Külâh-ı Mevlevî” denmiştir.
Mihrişah Valide Sultan, ince ruhlu, şair ve bestekâr oğlu Sultan III. Selim’in 28 Temmuz 1808 Perşembe günü, uzun süredir tahttan indirilip hapsedildiği dairesinde hunharca katledilişinden 3 yıl önce 16 Ekim 1805’te, 60 yaşlarındayken Topkapı Sarayı’nda vefât etmişti. Hiç çocuğu olmayan oğlunun 9 karısından en fazla 4. eşi Re’fet Kadınefendi’yi severdi, gözlerinde onun oğlunu ne çok sevdiğini görmüş, ona inanmıştı. O nedenle vasiyet etmişti ki, hak vaki olur da bir gün Re’fet Kadınefendi vefat ederse yanıma defnedilsin diye; ebedi istirahatgâhlarında bile onunla bir arada, yan yana olmak istemişti.

Haksız da değildi bu kararında; Re’fet Kadınefendi son dakikaya kadar Sultan III. Selim’i hiç yalnız komamıştı. Sultan III. Selim’in katledildiği sırada yanında bir tek o vardı, iki cariye ile birlikte. Padişahın canını almaya gelen saldırganlara engel olmaya çalışmış, Selim’in tüm itirazlarına rağmen bedenini ona siper etmeye kalkmış, ancak Zenci Nezir, elini uzatıp onu olanca kuvveti ile çekmiş, ağzının ortasına bir tokat atmış ve sonrasında da bir bohça gibi sedire fırlatmıştı. Re’fet Kadınefendi yarı baygın vaziyette sevgilisi Selim’inin ölüsünü çığlıklar ve gözyaşları arasında seyretmişti.

O sabah Sultan Selim gün ışımadan daha erkenden uyanmış, yukarı katta uyuyan Re’fet Kadınefendi ve iki cariyeyi uyandırmamaya gayret ederek yavaşça kalkmış, meslerini giymiş, başına ince bir sarık sarmış, yeşil işlemeli entarisini sırtına geçirmiş, abdes almak için yandaki odaya geçmişti ki, köşede yanan mumun ve doğan günün ilk ışıklarında, başında beyaz tülbentiyle sedire oturmuş, Kur’an-ı Kerim okuyan Re’fet Kadınefendi ile karşılaşmıştı.

“Refet! Sende bu sabah başka bir hal sezerim. Benim bilmediğim bir derdin mi var?” diye sormuş,

“Asla efendimiz; sizi sıhhatli ve hep yanımda gördükçe ne derdim olacak? Mübarek yüzünüzün solmaması için gece gündüz Allah’ıma dua ederim. Hizmetinizde bir kusurum olursa o zaman kederlenirim” demişti Re’fet Kadınefendi.

“Niçin Kur’an okurdun?” diye sormuştu bu kez Selim;

O da, “Pederiniz Sultan Mustafa hazretlerini birkaç gece evvel rüyamda görmüştüm; üzgün bir hali vardı. Onun için hatim-i şerif indiririm efendimiz” diye yanıtlamıştı.

“Niçin bu rüyayı bana söylemedin?” diye üsteleyince de;

“Sizi üzmek istemedim; en ufak bir şekilde dahi ruhunuzun kararmasına gönlüm razı değildir.” demişti.


Kötü bir şeylerin yaklaşmakta olduğu sanki içine doğmuştu Re’fet Kadınefendi’nin, çok geçmeden dışardan sesler gelmeye başlamış ve o olmayası katliam yaşanmıştı.


Tüm bunları, Mihrişah Sultan’ın hayatını, Sultan Selim’in katledilişini, kimbilir kaç kez okumuş, hüzünlenmiş, kendinden bir şeyler bulmuştu bu hazin geçmişte. Pedros da Selim gibi ince ruhluydu, şairdi bir de üstelik, onun o manilerini kim yazabilirdi, anında, yeri geldiğinde hemen. Düşünmüştü bir de Mihrişah Sultan ile Re’fet Kadınefendi arasındaki bu derin gelin kaynana ilişkisini. Canından çok sevdiği oğlunu, bir başka kadının sevgisi ile aşkı ile paylaşabilir miydi bir anne onun gibi. Sevebilir miydi gelinini, onun oğlunu sevdiği kadar. Demek ki olabiliyordu, işte bu tüm gerçekliğiyle bu hikayede ortadaydı. Sonra düşünürdü, Pedros öldürülmeseydi ve tüm zorluklara rağmen evlenebilselerdi, sever miydi, onu da Pedros’un annesi Bayan Elefterya, Mihrişah Sultan gibi; bağrına basar mıydı, görse onun oğlunu kendi canından çok sevdiğini. Şu an gidip sorsan, kesinlikle oğlunun canı pahasına hiç bir itirazı olmaz, evlenmelerine dahi karşı çıkmazdı muhakkak. Yeter ki oğlu sağ olsun, sevdiceğine kavuşsun, daha ne isteyebilirdi ki bir ana bundan başka. Hele bir de torunlar alaydı kucağına...


Selim de annesini çok seviyordu elbette,

onun adına bir çok hayır işine soyunmuştu. Bunlardan en çok bilineni çeşmelerdi elbette, İstanbul’un bir çok semtine çeşmeler yaptırmıştı annesinin adına. Su İstanbul için çok değerliydi ama bugünkü gibi paralı değildi, büfelerde satılmazdı öyle pet şişelerle. Sevabına yapılırdı, içen hararetini söndürsün, duacı olsun diye. Sebiller yaptırılırdı bir de, suyun yanı sıra, ayran, limonata, bayram ya da kandil gibi mübarek günlerde buzlu demirhindi ya da karadut gibi şerbetler dağıtmak için, şimdi sebiller olmuş büfe, su satıyorlar, meşrubat ile birlikte.

Selim’in annesi Mihrişah Sultan için, onun vefatından bir yıl sonra 1806 yılında yaptırdığı en bilinen çeşmelerden biri ve belki de en zarifi Küçüksu çayırında, denize çok yakın bir noktada yanında bir namazgâh ile birlikte inşaa edilen Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi’dir.

Edmondo de Amicis’in, Cesare Biseo'nun 183 çizim ile resimlendirilmiş İstanbul adlı kitabından
Küçüksu Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi, 1883

Küçüksu Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi, Hayri Çizel (1891-1950) İmzalı, 1942, 
Duralite marufle edilmiş tuval üzerine yağlı boya, 45 x 35 cm

Bir diğeri Yeniköy’de 1805’te bir zamanlar Molla Çelebi Camii’nin kıble duvarına inşaa edildiği, ancak daha sonra yol genişletme çalışmaları sırasında caminin yıktırılması sebebiyle eski Köybaşı Caddesi üzerinde düzenlenen parka sırtı yola dönük, denize cepheli olarak taşındığı anlatılan, değişik bir mimarisi, renkli mermerler kullanılması, kiremit örtülü çatısı, geniş saçağı ve saçağı taşıyan dört konsolu ile dikkat çeken Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi’dir.

Taşınmadan önceki haliyle, Molla Çelebi Camii
ve Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi



Kemerin içerisinde Sultan III. Selim’in tuğrasının altında yer alan kitabesinde;
Sâhibet-ül vel-hasenat devletlû inayetlû
Mihrişah Valide Sultan aliyyet-üş-şan hazretleri.
yazmaktadır.

Bu iki çeşmenin dışında İstanbul’un değişik semtlerinde saptanabilmiş 11 tane daha, Mihrişah Valide Sultan için, kendisi ya da oğlu tarafından yaptırılmış çeşme vardır.


Mihrişah Valide Sultan Çeşmeleri’nden birisi de rüyada gördüğüm Beşiktaş’taki çeşmedir. Onun hikayesi ise başlıbaşına ayrı bir kimlik kaybıdır. Aslında onun hikayesi, kimliği yıllar içerisinde sürekli değişen ve giderek neredeyse tüm değerlerini yitiren Beşiktaş’ın hikayesinden ayrı değerlendirilemez muhakkak. Bugün var olan Beşiktaş Vapur İskelesi’nin inşaa edildiği 1913 yılının öncesi ve sonrası diye bir değerlendirme yapacak olur isek, Beşiktaş İskele Meydanı’nda o yıllardan bu güne kalabilmiş tarihi eser olarak sayabileceklerimiz bir elin parmaklarını geçmez. 1913 yılında inşaa edilen iskeleyi de ekleyerek sayarsak kalanları; Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesi ve Sinan Paşa Camii’dir, kısacası üç tane, gerisi tamamen yokolmuş, kaybedilmiştir. Bir de tonoz vardır ki, Ihlamur deresinin yer altına alınıp, denize döküldüğü yerdeki çıkışı, ondan da çoğu kimsenin haberi bile yoktur zaten.

1866’da Marsilya’ya gitmek için bindiği gemiden yaşamının sonunda kadar kalacağı İstanbul’da inen ve İstanbul’a yerleşerek 1870’de Pera’da No:414’de bir stüdyo açan İsveçli fotoğrafçı (Pehr Vilhelm) Guillaume Berggren’in (1835-1920) çektiği bir Beşiktaş sahili fotoğrafı.
Ortadaki iki geminin arasında tonoz çok belirgin olarak görülebilmekte.

20. yüzyıl başlarında Beşiktaş iskelesi ile Hayreddin iskelesi arasındaki kıyı şeridinde
sahildeki konutlar ve Tonoz


15. yy sonlarında oluşmaya başlayan bir gelenek sonucu Osmanlı Donanması Beşiktaş önlerinde demirlemeye başlamış, her yıl kış aylarında Haliç’deki tersanelerde yenilenen ya da donatılan gemiler Mayıs ayında sefere çıkmadan önce, Beşiktaş önlerine gelir, buradan Kaptan-ı Deryâyı alarak Sarayburnu kıyısındaki Yalı Köşkü’nde bekleyen padişahı selâmlayıp Marmara’ya ardından da Ege Denizi’ne açılırmış.

Beşiktaş’ın adının nereden geldiğine dair tarihçi Mehmet Cavit Baysun eski kaynaklarda, bu yerin adının “Beşiktaşı” biçiminde geçtiğini, Topkapısı’nın Topkapı’ya dönüşmesi gibi Beşiktaşı’nın da halk ağzında Beşiktaş’a dönüştüğünü iddia eder.

Osmanlı öncesi dönemde bu bölgenin, Taş Beşik (Kune Petro), İasonion, Sergion ya da Dafne (Defne) olarak adlandırıldığı da bir başka iddiadır.

Çeşitli tarihçilere ve Beşiktaş sakinleri arasındaki yaygın olarak anlatılan ve yazılı kaynaklarla da desteklenen başka bir teze göre de Beşiktaş adının aslı Beştaş’tır. Kaptan-ı Deryâ Barbaros Hayreddin Paşa’nın donanmasının gemilerini bağlamak üzere bu bölgede diktirdiği beş taş direkten dolayı bu yere “Beş taş”tan bozularak bugünkü Beşiktaş adına gelindiği kabul edilir.
Beşiktaş İskele civarı, denizden.  (T. Can Öztürk katkısıyla)
Serencebey'den Beşiktaş İskelesi'ne bakış.  (T. Can Öztürk katkısıyla)
Bense nacizane bunu bir adım daha öteye taşımak isterim;
Eğer Kaptan-ı Deryâ Barbaros Hayreddin Paşa, donanmasına ait gemilerin bağlanması için sahile beş taş diktirmişse, bu halk tarafından nasıl söylenmiş olabilir? “beş dikili taş” diye büyük bir ihtimalle.
“Beş dikili taş”tan “Beş dik taş”a;
“Beş-dik-taş”tan da, başka örneklerde de sıkça karşılaştığımız gibi hızlı söylendiğinde aradaki “d” düşerek, “Beşiktaş”a evrilmiş
olamaz mı? Pekala da olur...
Eski Beşiktaş İskelesi. Bu eski fotoğraf için, Bahattin Öztuncay, "Vassilaki Kargopoulo: Photographer to His Majesty the Sultan" adlı kitabında Kleomen Kargapoulo'yu (Vassilaki Kargopoulo'nun kardeşi olabilir) referans vermiş. (T. Can Öztürk katkısıyla)
1913 öncesi, eski Beşiktaş İskelesi. Fotoğraf, 6 Ağustos 1875 İstanbul doğumlu H.G. Dwight’ın (Harrison Griswold Dwight. Ö: 1959)  1915 tarihli,
"Constantinople: Old and New" adlı kitabının 121. sayfasında yer almaktadır.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Eski fotoğraflara bakıldığında, tarihleri her zaman çok kolay belirlenemese de 1913 yılı öncesinde Beşiktaş İskelesinin bulunduğu mevkii, yoğun bir yapı stoğuna sahiptir. 1911 yılında yapılan mimari düzenlemelere ait 1/500 ölçekli haritada, Beşiktaş Vapur İskelesi civarında fevki (altı boş, üstü) kayıkhane ve fevki gazino, tuğla sergisi, hamal iskelesi, odun ve kömür iskelesi, kayık iskele meydanı, Sinan Paşa Camii yönündeki alanda ise fevki (üstü) karakolhane ve tahtı (altı) dekakin (dükkanlar), çeşme (Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi), karakolhane, şekerci, Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi ve türbenin hizasında tramvay caddesi kenarında Muvakkithane yazıları görülmektedir. Nedense 1905 yılında vefat eden Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın ve Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesinin yakınına defnedildiği türbesinden bahsedilmez. 1912 tarihli 1/1000 ölçekli haritada ise yapı adaları gruplanmış, kırmızı bir hat ile yapılacak yol genişletme çalışmaları işaretlenmişti. 1915 tarihli 1/500 ölçekli “Beşiktaş İskelesi civarının istimlak haritası”nda da sahilde vapur iskelesi, fevki gazino, kargir dükkanlar, yukarıya doğru Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi, Yedi Sekiz Hasan Paşa Türbesi, tramvay caddesi üzerinde kargir dükkanlar, jandarma karakolu, çeşme (Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi), muvakkithane, fırın, aşağıya doğru odun meydanı, tuğla sergisi, altı ahşap dükkan üstü küçük ev gibi yapılar, depo, ambar, çarşı, üretim ve konut amaçlı yapılar ve çeşitli iskeleler gösterilmişti.

  

Pervititch’in 1922 tarihli haritasında bile, var olan bir çok ayrıntı ne yazık ki günümüze ulaşamamıştı. O haritada bugün Barbaros Hayrettin Anıtı’nın yer aldığı yerdeki, caddeden denize kadar, günümüz meydanının neredeyse üçte biri büyüklüğündeki bir alan, yakacak odunlarla dolu, yaz aylarında otlak olarak kullanılan bir yer, odun iskelesi olarak kaydedilmişti. O büyük alanın caddeye bakan tarafında tek sıra halinde iki dükkan, bir sinema bulunmakta devamında bağımsız olarak Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi, hemen yanında ise, Sultan Abdülaziz döneminde ağa payesiyle komutanlığını yaptığı ve o yüzden onun adıyla anılan ve imzasını eski türkçe yedi (V) ve sekiz (Λ) şeklinde attığı için Yedi Sekiz Hasan Paşa denilen paşanın komutanı olduğu karakol, arkasındaki ara sokakta belediye, yine cadde üzerinde Barbaros Hayreddin Paşa türbesi haziresinin köşesinde altıgen planlı Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın Türbesi yer aldığı görülmektedir ki, o Yedi Sekiz Hasan Paşa ki, II. Abdülhamid’i tahtdan indirip yerine V. Murad’ı tekrar tahta çıkartmak üzere Çırağan Sarayı’na baskın yapan “Sarıklı ihtilalci” lakabıyla bilinen, Türkçülük fikrinin ilk eylemcisi, düşünür ve yazar Ali Suavi’yi kafasına bir sopayla vurarak

 öldürmüştür.


Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın Türbesi meydan düzenlemesi sırasında yıktırılınca, kabri Beşiktaş Yahya Efendi Dergahı Haziresi’ne nakledilmiştir.

Yedi Sekiz Hasan Paşa Türbesi ve sağda Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi

Yedi Sekiz Hasan Paşa Türbesi

İskelenin hemen karşısında uzunlamasına altında kayıkhanelerin üzerinde bir gazinonun yer aldığı iki katlı büyük bir bina, Odun İskelesi alanının sınırında da yine uzunlamasına bir kayıkhanenin  yer aldığı görülmektedir. Odun iskelesinin diğer tarafında, günümüzde Deniz Müzesi’nin yer aldığı büyük alanda ise ticaretiyle, imalathaneleri ve konutlarıyla yoğun bir mahalle görülmekte, sahilde ise olağan bir şekilde bazı yalı ve köşkler belirtilmektedir.

1928 yılına gelindiğinde, Heyet-i Fenniye’nin hazırladığı bir haritada günümüzde Deniz Müzesi’nin yer aldığı o yoğun yapıların bulunduğu alanda, belki bir yangın sonrası ya da istimlak sonrası neredeyse o yapıların tümü ortadan kalkmış gibi (belki de detaya girilmeksizin), boş olarak gösterilmiş, ortaya çıkan iki büyük parselden iskeleye yakın olan bölümün hizasında sahilde bir iskele “Nuri Bey’in Hususi İskelesi” olarak kaydedilmiş, diğer bölüm ise 1922 tarihli haritada Hayreddin İskelesi’ne inen Hayreddin sokağını ve o cadde boyunca büyük bir hangar, yanında neredeyse kendi büyüklüğünde bir açık depo, caddenin deniz köşesinde de Bedri Bey’in Konağı ve büyük bahçesi görülmekte, o alan bir Avusturya-Türk şirketi arsası diye belirtilmekte ki, o belirtilen arsaya, 1876’da Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu Prens Abdülhalim Paşa tarafından satın alınan, Yeniköy’deki Sait Halim Paşa Yalısı’nı, harab ve yetersiz  olduğu için, yeni baştan yapmış olan Çanakkaleli kalfa-mimar Petraki Adamandidis’in oğlu mimar Viktor Adaman tarafından projesi çizilerek 1929 yılında yapılan Astro Tütün Deposu Binası (günümüzde güya restore edilerek Shangri-La Bosphorus Oteli oldu) yapılmıştı.

1929 yılı öncesinden bir fotoğraf. Hayreddin İskelesi, sağ taraftaki boş alanda Astro Tütün Deposu inşaa edilecek. ileride görünen ağaçlıklı bölge ve duvar Dolmabahçe Sarayı’nın sınırıdır, görünen kapıdan benim hatırladığım zamanlarda Beşiktaş İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne girilirdi, pasaport müracaatımı oraya yapmıştım, iyi hatırlarım, 1980’lerin sonunda. Daha sonraları restore edilerek oradaki eski binalar, Başbakanlık Dolmabahçe Çalışma Ofisi’ne dönüştürülmüştü sanırım hala da öyle kullanılmaktadır. 
Aynı harita üzerinde, “... yolun 13 m. genişletilmesi kabul edilip onaylanmıştır. Heyet-i Fenniye 16 Eylül 1928” notu görülmektedir. Söz konusu 13 metrelik yol genişletmesi, Beşiktaş Tramvay Caddesi üzerinde (günümüz Beşiktaş Caddesi) Hayreddin sokağının köşesinden başlayarak, günümüzde meydanın bitiminden iskeleye inen Çiğdem sokağına kadar olan bölümde cadde kenarındaki bazı binaların, ki buna Yedi Sekiz Hasan Paşa Karakolu ve Türbesi de dahildi. Bu yıkımdan sadece Hayreddin Caddesi’nin köşebaşındaki Mimar Sinan’ın eseri olan Beşiktaş Hamamı ve Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi kurtulabilmişti, ki onların da bir kısmı caddede kalmıştı. Evet Heyet-i Fenniye yol genişletilmesini 16 Eylül 1928’de kabul etmiş ve onaylamıştı ancak bu ne zaman işleme konmuş, ne zaman yıkımlar gerçekleştirilmişti, bu konuda bir tarih olmasa da 1933-37 yılları arasında çekilmiş olduğunu düşündüğüm bazı fotoğraflarda bu yıkımların o tarihlerden önce gerçekleştirildiği görülebilmektedir.



Günümüzde iskeleye inen Cezayir Caddesi’nin köşesinde 1940’larda inşaa edilen Beşiktaş Vergi Dairesi’nin ki, bu yapı daha sonraları 1960 yılında boşaltılmış ve Deniz Müzesi’nin kullanımına verilmişti. Onun arkasındaki parselin önünde de “Nuri Bey’in Hususi İskelesi” yazılı büyük arazide Cumhuriyet döneminin sayılı zenginlerinden, ilk yerli sigara kağıdı, ilk yerli paraşüt üretimi gibi bir çok ilki gerçekleştiren, İstanbul Boğazı üzerine köprü yapılması, Keban’a büyük bir baraj yapılması gibi büyük projeleri gündeme getiren, ilk muhalefet partisi olan Millî Kalkınma Partisi’ni kuran, 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’den Sivas Milletvekili seçilen, siyasetçi ve iş adamı Nuri Demirağ’a (1886-1957) ait bir teyyare fabrikası’nın yer aldığı görülür. Beşiktaş’ın göbeğinde bir Teyyare Fabrikası!.. NudTA, Nuri Demirağ Teyyare Atölyesi’nin temeli 17 Eylül 1936 günü atılmış, 1 Şubat 1937 günü de faaliyetlerine başlamıştı. Nuri Demirağ belki de bir sonraki aşamada, o dönemde popüler bir hava taşıtı olan deniz uçağı üretimi yapmayı amaçlamış, o nedenle fabrikasını böyle deniz kenarında inşaa etmişti.

1936 yılından sonra, 1941 yılı düzenlemelerinden önce Beşiktaş Meydanı,
karakol, çeşme ve diğer binalar henüz ayakta, yıkılmamış. Fotoğraf, Selahattin Giz (T. Can Öztürk katkısıyla)


Dönemin fotoğraflarından anlaşıldığı üzere sahilde yer alan konut işlevli köşk ve yalılar istimlak edilerek fabrika arazisine dahil edilmişti. Nuri Demirağ belli ki fabrika için bu arazi üzerinde çok öncesinde bir takım girişimlerde ve yatırımlarda bulunmuş, hatta 1928 yılında izin alarak sahilde kendi adına kayıtlı bir iskele dahi inşaa ettirmişti. Bu sırada Nuri Demirağ bir yandan da geç Osmanlı döneminde havacılığın temellerinin atıldığı Yeşilköy’de uçaklarının deneme ve test uçuşları için bir pist, hangarlar, okul ve yurt gibi diğer gerekli tesisleri kapsayan çalışmalara da başlamıştı.

Nuri Demirağ Teyyare Fabrikası, Nuri Demirağ’ın özel iskelesi ve sağda Tonoz


1958 sonrası, Barbaros Bulvarı açılmış, Nuri Demirağ’ın istimlak edilen Teyyare Fabrikası Hangarları dışında Beşiktaş Köprübaşı Hamamı da dahil tüm binalar yıkılmış.
(altta detay)


Nuri Demirağ’ın 1936 yılında Nu.D.-36 adıyla 12 adet ürettiği uçaklardan biri, 1938 yılında Eskişehir’de yapılacak kabul testlerine katılmak için, uçak mühendisi Selâhattin Reşit Alan ve makinist İlhami İstanbul’dan Eskişehir İnönü Havaalanı rotasında 13 Temmuz 1938 günü gerçekleştirdikleri uçuş sırasında, iniş yaparken hayvanlar piste girmesin diye yapılan hendeğe takılarak düşmüş, kazada Selâhattin Reşit Alan vefat etmişti. Selâhattin Reşit Alan, 35 yaşındaydı ve beş sene önce güzellik kraliçesi seçilen muallim Naşide Saffet ile evlenmiş, dört yaşındaki çocuğu öksüz kalmıştı. Bu olayın ertesinde Türk Hava Kurumu, daha önce fabrikaya vermiş olduğu uçak ve planör imalatı siparişini, şartnameye uygun olarak imalatları tamamlanmış olmasına rağmen, şartnameye uygun değildir diyerek iptal etmiş, uçakları almamıştı. Bu olay yeni yatırımlar yapan ve kuruluş aşamasındaki şirketi büyük sıkıntıya sokmuştu. Mahkemeye giden Nuri Demirağ, bilirkişilerin aksi görüşteki raporuna rağmen davayı kaybetmiş, üstelik de Mahkeme uçaklarının yurtdışına satılmaması için de bir kanun çıkartmıştı. Böylelikle İspanya, Irak ve İran’dan alınan siparişlere de engel gelmişti. Buna benzer bir şekilde imalatı tamamlanan Nu.D.-38 tipi uçaklarına Türk Hava Yolları da ilgi göstermemiş, bu da şirkete ikinci bir darbe olmuştu. Bütün bunlara rağmen Nuri Demirağ Nu.D.-38 adını verdiği uçağını 1944 yılında tamamlamış, uçak 26 Mayıs 1944’te İstanbul-Ankara seferini yapmış, ama buna rağmen Devlet Hava Yolları bu uçağı kabul etmemişti. Bundan sonra faaliyetlerini tamamen sona erdiren ve Yeşilköy’e taşınan Beşiktaş Teyyare Fabrikası, elde kalan uçakları hurdacılara satarak 1950 yılında kapanmıştı.1949 yılında istimlak edilen Beşiktaş’taki Atölyenin hangarları daha sonraki yıllarda Deniz Müzesi’ne tahsis edilmiş, müze de tarihi saltanat kayıkları ve kalyonların sergilenmesi için kullanmıştı.


Kaynaklara göre Beşiktaş’ın bilinen bu çehresini değiştiren tüm girişimler Dr. Lütfi Kırdar’ın Belediye Başkanlığı (8 Aralık 1938-24 Ocak 1949) döneminde başlayarak 1950’li yıllara değin yayılmıştı. Önce Odun İskelesi’nin gerisinde istimlakler ve yıkımlar yapılarak bir meydan açılmaya çalışılmış, Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi’nin etrafını çeviren şebekeli duvar kaldırılmıştı.


Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesi, son yıllarında oturduğu, ancak sonradan ortadan kalkmış olan yalısının yakınında, ölümünden (16 Temmuz 1546) beş yıl önce Mimar Sinan tarafından yapılmıştı. Bu türbe Mimar Sinan’ın o güne kadar inşaa ettiği ilk türbe olmuştu.

Gerçi türbesi vefatından 5 yıl önce yapılmıştı ama yine de Barbaros Hayrettin Paşa, ölümünden sonra en büyük arzusunu,

“yattığım yerden vatan-ı hususiyemin yani denizin şıyırdısını işitmek isterim” demiş, ayrıca da; “… ve yine Kasaba-i Beşiktaş’ta Deve Meydanı tabir olunan meydana kendü cesedim defnolunması içün müceddeden bina eylediğim türbe-i şerifime bu dâr-ı fenadan seray-ı bekaya rihlet eylediğimde cesedimi defnidüb bir salih kimesne türbedar nasb ve tayinolunub kabrimin üzerinde beher leyl ikişer kandil füruzân oluna ve türbenin cevanib-i erbaasına utekalarım ve evlad-u evladlarım defnoluna…” diye de vakfiyesinde kendisinden sonra yapılacakları belirtmişti.

Barbaros Hayrettin Paşa, türbenin bakımı için bir türbedar görevlendirilmesini ve kabri üzerinde geceleri iki kandil yakılmasını istemişti. Bu vasiyetin yerine getirildiği anlaşılıyor ki, 1910 yılında Evkaf Nezareti’nden verilen, senede üç kıyyelik mum tahsisatı yetersiz kalmış, diye bir kaynakta bahsediliyor ki, aynı kaynak 1945 yılında türbenin kapısında biri kırmızı, diğeri yeşil iki fener yakılmaya başlandığını belirtiyor. Ancak bu güzel geleneğin bugün artık terkedildiği anlaşılıyor, zira Barbaros Hayrettin Türbesinin kapısında günümüzde bahsedildiği gibi yeşil ve kırmızı renkli iki fener yok.


Aslında biri yeşil biri kırmızı fener, güzel bir düşünce olmuştu, bir denizcinin kabrine yakışırdı. Barbaros Hayreddin Paşa’nın yaşadığı dönemde olmasa da, 1900’lerden itibaren gemilerde kullanılan borda fenerleri, bir de beyaz ışıklı silyon feneri vardır. Özellikle geceleri ve sisli-puslu havalarda geminin kıç-baş doğrultusunda (sağ taraf) “sancak” yönünde 112,5ºlik yeşil fener ve (sol taraf) “iskele” yönünde ise 112,5ºlik kırmızı fener, geminin hareket yönünü belli etmek için kullanılır. Beyaz renkli silyon feneri 225ºlik açı ile ışık verir ve geminin ortasında, pruvasında (baş), yüksek bir yerde, genellikle direklerde bulunur. Bu seyir fenerleri sistemi ilk kez Amerika’da 1838’de tanıtılmış, 1849’da onları İngiltere izlemiş, 1897’de yapılan ilk Denizcilik Konferansında da deniz kazalarını önlemek için kurallar uluslararası olacak şekilde düzenlenip yayınlanmış.


Osmanlı döneminde bu borda ve silyon fenerlerinin kullanımı büyük bir ihtimalle, bir tazminat talebi karşısında, donanmaya çok itibar etmeyen ancak zorda kalan Sultan II. Abdülhamid’in, biri İngiltere’ye diğeri Amerika’ya ısmarlamak zorunda kaldığı iki kruvazör marifetiyle gelmişti. Abdülhamid adlı kruvazör İngiltere Elswick tezgahlarına, Abdülmecid ise Amerika’nın William Cramp and Sons şirketine sipariş edilmişti. Bir üçüncü gemi de İtalya’ya Ansaldo tezgahlarına sipariş edilmişti ancak Drama adlı o gemi, taksitleri zamanında ödenmediği için gecikmiş, 1912 yılı sonuna doğru inşaası bitmiş olsa da Osmanlı-İtalya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine Libia adıyla İtalyan Donanmasına katılmıştı. Abdülhamid Kruvazörü “Hamidiye” adıyla, Abdülmecid Kruvazörü de “Mecidiye” adıyla Osmanlı donanmasına 1903 ve 1904 yıllarında katılmışlardı ve her ikisinde de söz konusu olan borda ve silyon fenerleri vardı. Böylelikle Osmanlı Donanması yeşil ve kırmızı ışıklı borda fenerleri ile tanışmıştı.


Daha sonraları, Uluslararası Denizde Çatışmayı Önleme Sözleşmesi’nin uygulanmasıyla ilgili Denizde Çatışmayı Önleme Tüzüğü 4-20 Ekim 1972 tarihleri arasında Londra’da düzenlenen bir Konferansta kabul edilmiş, bu tüzük T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın 19.8.1977 tarih ve ÇSUD: 1128 sayılı yazısı üzerine, Bakanlar Kurulu tarafından 12.12.1977 tarihinde onaylanmış ve yürürlüğe girmişti.

Sekizgen planlı ve kesme taştan inşaa edilen türbe, dıştan çok sade bir görünüme sahiptir. Sadece kapı önünde üzeri ayna tonozla kaplı iki sütun ayağın taşıdığı bir revak bulunur.

Giriş kapısı alınlığı üzerindeki kitabesinde,

sülüs yazıyla yeşil zemin üzerine;

“Hâzâ türbe-i fâtih Cezayir ve Tunus, merhum
Gâzi Kapudan Hayrüddin Paşa Rahmet’u-llahi aleyh- sene 948”
(Bu Cezayir ve Tunus Fatihi merhum Gazi Kaptan Hayreddin Paşa’nın türbesidir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. 1541 ) yazılıdır.
Ayrıca kitabe üzerindeki kemerin arasında da yeşil zemin üzerine celî sülüs yazıyla;

“Allâhümmeftah lî ebvâbe rahmetike 1324”

Ya Rab, bana rahmetinin kapılarını aç 1809-10) ibaresi yer alır.

Türbenin içinin eski bir fotoğrafı

Türbe içindeki Barbaros Hayreddin Paşa, hanımı Bâlâ Hatun, Cafer Paşa ve Cezayirli Hasan Paşa’ya ait dört sandukadan başka, iki büyük şamdan, bir ahşap Kur’an mahfazası, bir sakal-ı şerif ve arabesk süslemeli bir metal vazo ile 1816 tarihli Seyyid İbrahim imzalı bir hat levhası bulunmaktadır. Bir zamanlar Barbaros Hayreddin Paşa’nın sandukası üzerindeki Barbaros’a ait sancağın yerine bir kopyası konmuş, aslı ise sergilenmek üzeri İstanbul Deniz Müzesi’ne götürülmüştür.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın sancağının,
İstanbul Deniz Müzesi Koleksiyonu’ndaki orijinalı

Sancağının en üstünde, bir kartuş içerisinde
Saff Suresi 13. ayet-i kerimesi; 

“Nasr'un minallahi ve fethun kariybun ve beşşiril mü'mi-niyne”

(Allah'tan bir yardım ve yakın bir fetih vardır. Mü’minlere müjde ver) yazmaktadır. Sancağın ortasında bulunan kılıç, Hz. Muhammed’in damadı Hz. Ali'nin çatal şeklindeki Zülfikâr adlı kılıcıdır.  Zülfikâr’ın kabzasına yakın olan beyaz el ise Pençe-i Âl-i Abayı yani Hazreti Muhammed, kızı Hz. Fatma, damadı Hz. Ali ile torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere 5 kişiyi temsil eder.

Sancağın dört köşesinde, 4 Büyük Halifenin, Hz. EbubekirHz. OsmanHz. Ömer ve Hz. Ali’nin isimleri yazılıdır. En alt ortada, 

Zülfikâr’ın çatalının arasında, birbirine ters olarak iç içe geçmiş iki eşkenar üçgenden oluşan altı kollu yıldız, müslüman denizciler için hayati derecede önemli olan rüzgarın, Süleyman zamanında bu peygamberin emrine verildiğine inanıldığından kullanılan Hz. Süleyman’ın mührüdür ve Mühr-ü Süleyman olarak bilinir.

Türbenin çevresinde, Barbaros’un yakınlarının olduğu hazîre zamanla genişlemiş, meydanın düzenlenmesi sırasında 50’si bırakılmış, diğerleri Beşiktaş Yahya Efendi Dergahı Haziresi’ne nakledilmiştir

Barbaros Hayreddin Türbesi'nin duvarı yıkılırken

Meydan düzenlendikten sonra, genişletilen tramvay yolu ve Barbaros Hayreddin Türbesi

Barbaros Hayreddin Türbesi ve Beşiktaş Meydanı.  (T. Can Öztürk katkısıyla)





Barbaros Hayreddin Türbesi.  (T. Can Öztürk katkısıyla)
Barbaros Hayreddin Türbesi ve Beşiktaş İskelesi.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Barbaros Hayreddin Türbesi.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Barbaros Hayreddin Türbesi.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

17 Temmuz 1941 Perşembe günü Vatan Gazetesi;

“Barbaros Türbesi, Türbenin etrafının açılmasına devam edilmektedir. Bu sahaya Barbaros’un bir büstü konacak.

Vali ve Belediye Reisi Dr. Lütfi Kırdar, Mimar Prost dün bu sahada tetkikler yaptı.” başlığıyla,

“Vali ve belediye Reisi Lütfi Kırdar dün, şehircilik mütehassısı Prost’la beraber Beşiktaşta Barbaros türbesine giderek açılma işile meşgul olmuştur. Şimdi yıkılmakta bulunan polis karakolunun yerine Barbarosun büstü konacaktır. Bu heykel Güzel Sanatlar Akademisinden Hadi Bora ile Zühtü Müridoğlu tarafından 40.000 liraya yapılacaktır. Bundan başka kaşık ve çatal fabrikasının da istimlak işine başlanmıştır. Buradaki tetkiklerden sonra Dolmabahçeye giderek burada yapılmakta bulunan tribünler hakkında bazı emirler vermiştir.”

diye bir haber yayınlanmıştı.

Vatan Gazetesi’nin 1941’de verdiği haberde bir büst yapılacağından söz edilse de, zaman içerisinde proje genişletilmiş olmalı ki, büst yerine bir Barbaros Anıtı yapılmasına dönüşmüştür.

Fotoğraf: Hayati İnaç 

O sırada meydanın düzenlemesi Fransız mimar Henri Prost tarafından yapılmış, anıtı da 1941-43 yılları arasında mezun olduktan sonra her ikisi de Fransa’da deneyim kazanan Zühtü Müridoğlu ve arkadaşı Ali Hadi Bara hazırlamıştı. Dökümleri Yusuf Akpınar ve Ali Haydar Seymen ustalar tarafından gerçekleştirilen bronz heykel, 6,9 ton ağırlığındaydı. Anıt, bir kaç basamaklı bir platform üzerinde bir kaide, bir sütun ve bronz heykel olmak üzeri üç bölümden oluşmaktaydı. Anıtın tüm yüksekliği 11,5 metreydi. Anıt o dönemin parasıyla 52.000 liraya mal olmuştu. Bu haliyle anıt Cumhuriyet döneminde konusu Atatürk ve Cumhuriyet olmayan, meydan anıtları arasında en büyüklerden birisi olmuştu. Adeta bir Osmanlı kalyonunun pruvasını stilize etmiş şekildeki 2,5 metre yüksekliğindeki kaidenin sağ yanında Barbaros’un Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edilişi, sol yanında ise Preveze Deniz Zaferi’ni anlatan iki adet bronz kabartma yer alıyordu.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın Kanuni Sultan Süleyman’a takdimi. Fotoğraf: Hayati İnaç

Preveze Deniz Zaferi. Fotoğraf: Hayati İnaç
Kaidenin üzerinde de gerçek insan boyutunun 1/3 oranında büyütülmüş haliyle ve ayakları açık vaziyette iki levendin ortasında Barbaros Hayreddin Paşa yer alıyor, bir adım gerisinde, sağındaki levendin sağ elinde o yıllarda yeni yeni kullanılmaya başlanan bir tabanca, sol elinde de bir sancak bulunmaktaydı.
Sol tarafındaki levend sol kolu ile arkadaki kütleye tutunurken,

sağ elinde de bir kılıç tutuyordu.


Heykel ile kaide arasında bir uyumsuzluk olmuş, boyutlar iyi hesaplanmadığı için, soldaki levendin dayanan eli, sığmamış o nedenle de arkadaki kütlede küçük bir oyuk açılmış. Fotoğraf: Hayati İnaç 

Fotoğraf: Hayati İnaç 

Soldaki levendin duruşu ve hareketi, bana Macar heykeltraş Anton Hanak’ın 1935 yılında

Ankara Yenişehir’de yapmış olduğu, Ankara Emniyet (Güven) Anıtı’ndaki

iki dev figürden soldakini hatırlatır. (aşağıda)

Bronz heykelin arkasında ise heykellere fon oluşturacak şekilde sivri köşeli prizmatik bir kütle vardır ki, ben onu stilize edilmiş bir yelkene benzetirim. O kütlenin güneye bakan arka yüzünde, en yukarıda 1944 tarihi, altında iki osmanlı karanfili ve lalesinden oluşan küçük bir bronz figür, onların aşağısında da Yahya Kemal Beyatlı’nın 26 yılda tamamladığı söylenen, destan ruhuyla yazılmış ve 6 bölüm,

86 mısradan oluşmuş,

“Süleymaniye’de bir Bayram sabahı” şiirinden alınmış;


“Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor?

Barbaros belki donanmayla seferden geliyor.

Adalardan mı? Tunus’dan mı? Cezayir’den mi?

Hürr ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi,

Yeni doğmuş ayı gördükleri yerden geliyor.

O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?”

mısraları ve en altta da şairin adı,

bronz döküm harflerle yer alır.

Bu mısralar anıta yazılırken ilk iki kelime değiştirilmişti;
şiirin aslında “Çok uzaklarda bu top sesleri nereden geliyor?” diye yazmıştı şair oysa. Ayrıca anıt açıldıktan sonra, 1938’de Fransa’da bir şiir yarışmasında birincilik kazanmış olan şair Edip Ayel, dördüncü mısradaki “yeni doğmuş ayı” kelimelerini yeni doğmuş bir ayı yavrusu gibi hissederek tenkit etmeye kalkmış, bu Yahya Kemal Beyatlı’yı fazlaca kırmıştı. Ve kırılan şair, yakın dostlarının ikna çabalarına rağmen o mısrayı değiştirmiş, daha sonraki yayınlarda,

“Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor.”

şeklinde düzenlemişti.


Barbaros Hayreddin Anıtı’nın açılışı, 25 Mart 1944, Cumartesi günü saat 15:20’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de katıldığı coşkulu bir törenle yapılmıştı. Açılış öncesinde Türk Bayrağına sarılı olarak heykelin kaidesinin önünde Barbaros dönemine ait giysiler içerisinde üç levend nöbet tutuyordu. Kaidenin sağ ve solunda ise ellerinde bayraklarıyla kız ve erkek izciler, ayrıca bir de bando yer alıyordu.

Üzerinde redingotu ve elinde silindir şapkası ile Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve maiyetindekiler anıtın açılışında.
Sol baştaki İstiklal Madalyalı İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar. Lütfi Kırdar Kurtuluş Savaşı 
sırasında Kızılay Sağlık ve Sıhhi İmdat Ekibi Başkanlığı yapmış ve o nedenle de kendisine İstiklal Madalyası verilmişti.
Fotoğraf, Çelik Gülersoy'un "Beşiktaş Daha Dün" kitabından.  (T. Can Öztürk katkısıyla)


Kocatepe ve Tınaztepe muhripleri de merasime katılmak için sahile yakın olarak demirlemiş, çeşitli deniz vasıtaları bayraklarla donanmış olarak hazır bekliyorlardı. Başta Vali ve Belediye Reisi Dr. Lütfi Kırdar kısa bir konuşma yaparak Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü bayrağın kordelâsını kesmeye davet etmişti.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Anıtın açılışı sonrası konuşma yaparken.

İnönü kordelâyı kesmiş, örtü yavaş yavaş açılırken muhripler ve deniz vasıtalarının iştirakiyle meydan düdük sesleri yankılanmıştı.

O günden beri, Barbaros Hayreddin Anıtı önünde,

her yıl 1 Temmuz’da “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı”,

27 Eylül gününde de Preveze Deniz Zaferi’nin Yıldönümü olan “Deniz Kuvvetleri Günü” gerçekleştirilir.


Barbaros Hayreddin Anıtı önünde bir tören.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Barbaros Hayreddin Anıtı önünde düzenlenen bir tören sonrası
çektirilen bir hatıra fotoğrafı, 1950


Barbaros Hayreddin Anıtı’nın açılmasından 19 gün sonra 13 Nisan 1944, Perşembe günü Ulus Gazetesi’nde, o sıralarda Maraş Milletvekili de olan, şair, edebiyat tarihçisi, yazar ve akademisyen Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), 
“Sanatkârı da Hatırlayalım” başlığıyla oldukça önemli bir noktaya parmak basan bir yazı kaleme almış hassasiyetini dile getirmişti;
“Bizde sanat hayatının garip bir cilvesi vardır. Sanat ve sanatkardan, çok defa yokluğunu söylemek, kendimizi bildiğimiz veya bilmediğimiz, sadece hatırladığımız veya işittiğimiz başka diyarlar namına kötülemek için söz açarız. Denebilir ki tenkid bizde sanatı bir çırpıda ilga gibi kendisine en az yakışan, hatta bizzat kendisine hayat hakkı bile vermeyen bir vazifenin peşindedir. Bunun dışında sanat üzerinde konuşma çok defa sanatkarın ve sanatın hudutlarını aşan bir laf yığını olur.

Bu hazin itiyadımızı bu sefer Barbaros abidesinde daha iyi gördüm. Barbaros abidesi İstanbul’da, çok kadir bilici insanlar tarafından Türk tarihinin büyük hatırasını taziz için yapılmış bir eserdir. İkinci imparatorluk devrinin payitahtı, Cumhuriyet Türkiyesinin büyük ve tarihi şehri, güzel İstanbul’u bir mazi hatırasiyle süsleyen bu eserle, Türk milleti denizcilik tarihinin şerefi olan büyük Amiralin hatırasını kutlamakta ne kadar haklı ise, İstanbul şehrinin, yattığı yere onun bir abidesini dikmekte o kadar hakkı vardır. Bilhassa denizlerimizi tekrar kendimize açtığımız bu devirde bu hatırlama kadar mesut bir şey olamaz.

Fakat bir şey unuttuk. Barbaros abidesi, oraya kendi kendisine gelmemiştir. Onu sadece resmi makamlar yapmış değildir. Oraya dikilen o üç figür, tabiatın yarattığı insanlar da değildir. Ne Barbaros, ne de onun hayatını yapan ölüm dirim destanında yanı başında cenk eden, ayaklarının ucunda can veren adsız leventler ebedi uykularını bırakıp oraya kendi kendilerini rekzetmiş değildirler. Bu üç figürü, bu üç heyeti umumiyeyi oraya sanatkar dikmiştir. Üç sene dağ yığını gibi çamurla uğraşan, tabiatta mahpus şekli, insan kafasının o güzel çocuğunu sert maddede arayıp bulan, kafasında nisbet fikriyle tarihi şe’niyeti, büyüklük hissini birleştiren, bunu o toprağa, sonra da tunca geçiren büyük sanatkar…

Şu halde Barbaros abidesi bir sanat eseridir. Abidenin açılacağı günler, İstanbul’da bulunamadım. Anadolu içinde zaruri bir yolculuk yapıyordum. İstasyonlarda, otel ve kahvelerde, dost evlerindeki tesadüflere göre, bu abidenin açılacağından ve açılışından bahseden gazeteleri ancak okuyabildim. Bizzat Milli Şef’in abideyi açmış olması hadisenin ne kadar mesut olduğunu gösterir. Bu demektir ki Türk sanatı yeni bir talih ve tarihe giriyor. Milli şef bu lütfuyle yeni başlayan bu sanatı, milli varlığın en öz çocukları arasına koymuş oldu. Bu açış, Türk heykeltraşlığının Türk tarihi namına takdisi idi.

Bu gazetelerin hemen hepsinde Barbaros anıtı ve Barbaros’un hatırası canlı bir şey gibi yaşıyordu. Bu tamamiyle haklıydı. Şehir büyük hemşehrisini bu vesile ile kutluyordu.

Bu sanat eserini bize hediye eden sanatkarlardan bahseden bir satırı beyhude yere aradım. Hayır. Bir kısmı, üzümü sıkıp şırasını aldıktan sonra posasını atan adam gibi Barbaros abidesini almışlar, sanatkarı bir tarafa bırakmışlardı. Büyük bir kısmı ise, sadece açılış merasiminin peşinde idiler. Ve nihayet Barbaros’a ait hatıraların tekrarı vardı. Halbuki hakikatte Barbaros abidesi İstanbul Belediyesinin bir imar veya terfih planı kadar, Türk denizcilik tarihi kadar Türk sanat tarihini de alakadar eden bir meseledir.

Abidenin kendisinden bahsedilmesi, teferruatıyla figürlerin verilmesi, hakkında fikirler yürütülmesi ve nihayet sanatkarlarından bahsedilmesi lazımdı.

Herkes eline geçen Türkçe kitabın muhteviyatıyla İngiliz ansiklopedisinin Barbaros maddesini bir yere toplayınca büyük amiral hakkında bazı fikirler sahibi olabilir. Gazetelerin bu mühim sanat hadisesini ehil kalemlere bir sanat hadisesi gibi yazdırması lazım gelirdi. Hatta bununla da kalmamalı, bu anıtın etrafında kendi sanat meselelerimizin münakaşası yapılmalıydı. Barbaros anıtı senelerce zevkimize bir şey ilave etmeyen ecnebilere meydanlarımızı teslim ettikten sonra nihayet doğru yolu bulan bir zihniyetin mahsulüdür. Ondaki nisbet Reims veya Frankfurt katedrallerinin, Floransa ve Milano şaheserlerinin nisbeti değil, Bursa ve İstanbul’u süsleyen eserlerin, Sinan’ın, Hayrettin’in nisbetidir. İyi ve kötü, bizim havamızdan gelir, mazimizin, tarihimizin içinden çıkar.

Niçin bu vesile ile Türk heykelciliğinin mukadderatından, varsa -ki vardır- mazisinden, şimdiden çok feyizli görünen istikbalinden, diğer sanatlarımızdan ve nihayet Cumhuriyet devrinde yeniden hız alan sanat inkişafının Türk şehirciliğine yapacağı yardımdan ve artık güzellik mukadderatını kendi elimize almamız lazım gelen şehirlerimizden bahsedilmesin?

Başka bir memlekette olsa sayfalar dolusu yazılar yazılması muhakkak olan bu bahisler bir tarafta kalsın, sanatkarlarının adı bile geçmiyordu. Matbuat tarafından sanat böyle mi teşvik edilir? Bir sanatkar ne bekler? Senelerce çamurun arı gibi ısırdığı, yaktığı elin, bir insan başını mengene gibi sıkan fikrin, azaplı tereddütün mükafatı, herhalde eserinden bahsedilirken adının unutulması değildir. Okuyucularıma bu küçük hizmeti ben yapacağım. Türk İstanbul’da, Türk tarihinin bu büyük hatırasını tunca nakleden heykeltraş Zühtü Müridoğlu ile Hadi’nin cömert istidatlarıdır.

Heykeltraş Zühtü Müridoğlu Barbaros Heykeli’nin
modellemesi üzerinde çalışırken
Seyredenlerin alnını bir okyanus rüzgarının serinliğiyle dolduran bu tunç zafer rüyasını, Barbaros’un içinden yetiştiği ırkın öz çocukları vermiştir. Yarının bu alaca sabahta, titreye titreye çantası koltuğunda ilk mektebe giden Beşiktaşlı çocukları arasında, birisi, gelip geçerken seyrettiği bu heykele bakarak sanat aşkının kendisini ısırdığını hisseder ve kendisini heykele veya resme verirse, sanatkar kaderini alevden bir gömlek gibi sırtına giyerse Türk tarihinin seyrine bir zincir daha ilave edilecek, bir gelenek daha kurulacak, bir tohum daha yeşermiş olacaktır. Onun içindir ki bu abide ve yurdun her tarafında az çok görülen, fakat yapanlarının adları gereği gibi tekrarlanmayan kardeşleri, bugünün üzerinde en ehemmiyetle durulacak milli hadiselerinden biridir.

Unutmayalım ki sanat sevgi ve alaka ile gelişir.”

Haklıydı da bu serzenişinde; Yahya Kemal Beyatlı ne derece değerli bir sanatçı ve şair ise; adı da yazılabiliyorsa, Zühtü Müridoğlu ve Ali Hadi Bara da önemli sanatkârlardı, nice heykeltraş yetiştirmişlerdi, onlar da hak etmez miydi, bu derece önemli bir anıtın hiç olmazsa bir köşesine koyulacak küçük bir plaket ile anılmayı.  
Zühtü Müridoğlu ve Hadi Bara Paris’te bir sergide birlikte, 1948


Barbaros Hayreddin Paşa Anıtı’nın inşaası sırasında ve sonrasında bir süre daha Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesi dışında Beşiktaş Meydanı’nda kalabilen tek tarihi eser Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi’ydi ki, o da 1947 den sonra, muhtemelen 1948-49 yıllarında Beşiktaş’taki yerinden sökülüp, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nun karşısına taşınıp orada yeniden kurulmuştu.


Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi’nin taşınmasına ilişkin olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün uşağı Cemal Çelebi Granda’nın Atatürk’ün uşağının Gizli Defteri” adlı anı kitabına dayandırılan, asılsız, mesnetsiz ve yanlış bir rivayet vardır;



Beşiktaş Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi
En üstte çeşmenin tac kısmınan ortasında bir madalyonun içerisinde bir tuğra,
ki büyük bir ihtimalle Sultan III. Selim’in tuğrasıdır, alt kısımda da çeşme nişinin biraz üzerinde
içinde kitabesinin yer aldığı kenarları yuvarlak bir kartuş görülebilmektedir.
Fotoğraf, Çelik Gülersoy'un "Beşiktaş Daha Dün" kitabından.

“İngiltere Kralı, İstanbul’a gelişinde Barbaros Hayretin Paşa’nın Beşiktaş’taki türbesine çelenk koymak istemiş. Bugünkü Beşiktaş Parkı’ndaki Barbaros Anıtı’nın bulunduğu yerde Abdülhamid’in Beşiktaş Muhafızı 7-8 Hasan Paşa’nın türbesi var. Atatürk, Beşiktaş’a gidip, türbeyi görmek istiyor.

‘Barbaros’un Türbesi bu mu?’ diye soruyor.

‘Hayır Paşam. Bu 7-8 Hasan Paşa’nın Türbesi’ diyorlar.

‘Burada ne işi var 7-8 Hasan Paşa’nın. Barbaros’un kanatları altına girmiş.’

Türbenin onarılmasını ve çevresinin park haline getirilmesini emrediyor... Hasan Paşa Karakolu ile Türbe kaldırılıp, duvar yıkılıyor. Barbaros’un Türbesi meydana çıkıyor. Meydan onarılıyor, oduncular iskelesi kaldırılıyor. Hamidiye Çeşmesi de Spor ve Sergi Sarayı alanına naklediliyor. Bütün bunlar üç gün içinde oluyor. Kral da getirip çelengi koyuyor.”

Rivayet budur;

Birincisi: “... bütün bunlar üç gün içinde oluyor. Kral’da gelip çelengi koyuyor” diyor ya, İngiltere Kralı VIII. Edward İstanbul’a 4 Eylül 1936’da geliyor ve 6 Eylül’de ayrılıyor, yani hepi topu 2 gün, üç gün değil. İkincisi: “... Hamidiye Çeşmesi de Spor ve Sergi Sarayı alanına naklediliyor” cümlesinde çeşme Hamidiye Çeşmesi değil, çeşme Mihrişan Valide Sultan Çeşmesi, ayrıca Spor ve Sergi Sarayı’nın o sıralarda düşüncesi bile ortada yok, Spor ve Sergi Sarayı 13 sene sonra, 3 Haziran 1949 tarihinde, ilk kez “Avrupa Güreş Şampiyonası” için hizmete açılmıştı ve belki de 1936’da Spor ve Sergi Sarayı ile Açık Hava Tiyatrosu arasından geçen yol, Henri Prost’un 2 No.lu Park’ı bile inşaa edilmemişti. Üçüncüsü: Yedi Sekiz Hasan Paşa Türbesi de 1937-1941 yılları arasında yıktırılmıştı.

Sinan Paşa Camii önünde bir resmi merasim hazırlığı. Solda Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi.
 (T. Can Öztürk katkısıyla)


Yedi- Sekiz Hasan Paşa Karakolu ve Mihrişah Valice Sultan Çeşmesi. (T. Can Öztürk katkısıyla)

Bir de bu yalan yanlış iddiayı, gazeteci Melih Aşık, 22 Temmuz 2007 tarihinde Milliyet Gazetesi’ndeki “Açık Pencere” köşesine taşıyıp yazmış.

Aşağıda 1935-1941 yılları arasında çekilmiş olan ve birbirlerine benzer şekilde tahribata uğramış (aynı koleksiyonda olmalılar)

3 fotoğraf da bu yanlışlığı göstermektedir.


Çeşme benim tahminimce, 1948-49 yıllarında Beşiktaş’tan sökülüp, daha yeni tamamlanmış olan Açık Hava Tiyatrosu’nun karşısına, onunla bir bütünlük arzetmesi için de, o inşaatta kullanılan taşlar ile yapılan bir düzenlemenin ortasına yerleştirilmişti.

Tahminen 1935 yılı, Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi ve solunda Yedi Sekiz Hasan Paşa Karakolu,
arka planda başka binalar ve Beşiktaş iskelesi.
Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi. (T. Can Öztürk katkısıyla)
Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi, sağında Yedi-Sekiz Hasan Paşa Karakolu. (T. Can Öztürk katkısıyla)

40’lı yıllarda Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi, solundaki bina ve sağ ilerdeki Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesi dururken, hemen sağındaki Yedi Sekiz Hasan Paşa Karakolu yıkılmış, Beşiktaş iskelesi ile çeşme arasında da bir meydan düzenlenmiş.


Bu fotoğraf ise 1941 sonrası olmalı, zira bir önceki fotoğrafta çeşmenin solunda görülen (bu fotoğrafta sağında kalıyor) bina ve o sıradaki başka binalar, o yılda yapılan düzenleme sırasında tamamen yıkılmış.

Yukarıdaki fotoğraf ile hemen hemen aynı noktadan çekilmiş olan aşağıdaki fotoğrafta, artık Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi’nin yerinde olmadığı görülmektedir. Fotoğrafın tarihi 1947’den sonra olmalıdır, zira yolda görülen küçük otomobil, büyük bir ihtimalle 1947 model bir Simca 5’tir. Ayrıca anıtın sağ arkasında görünen binaların 1956-57’de yıktırıldığı düşünülürse bu fotoğrafın o yıllardan da önce olduğu kesindir. Özetle 1948 - 1956 yılları arasında taşınmıştır denilebilir.


1947 Simca 5

Harbiye’deki Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nun giriş binasının

karşısında yol kenarında bulunan bu çeşmenin kesme taştan yapılmış geniş bir cephesi vardır ki, bu sonradan yapılmıştır, orijinal çeşmede böyle bir duvar söz konusu bile değildir. O duvarın cephesinde kullanılan taşlar da Açık hava Tiyatrosu’nun inşaasında kullanılan taşlar ile aynıdır. Büyük bir ihtimalle o inşaattan kalan taşlar kullanılmıştır. Bu duvarın inşaasında Kosta usta da çalışmış olabilir mi? Mümkündür.

















Ortada dört mermer sütuna bindirilmiş oymalı muhteşem bir başlığın koruduğu esas çeşme ortadaki büyük, iki yanındakiler küçük olmak üzere üçlü bir niş grubu teşkil eder. Orta çeşmenin oymalı çok büyük bir ayna taşı ve sağlam bir teknesi vardır. Fakat suyu akmamaktadır.
Küçük çeşmeler nakışlı kemerlerle süslenmiş ve önlerine kurna şeklinde yüksek yalaklar konmuştur. Bu küçük çeşme ve nişlerden yapının sağına ve soluna üçer tane daha yerleştirilmiştir.

Prof. Naci Yüngül’ün “Taksim Suyu Tesisleri” adındaki eserinde verdiği bilgiye gore bu çeşme evvelce Beşiktaş’ta Beşiktaş Caddesi üzerinde Hasan Paşa karakolu yanında iken buraya kaldırılmıştır. Çeşme iki yüzlü iken cephelerinden birisi Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu karşısında kurulmuş diğeri ise Sular İdaresinin Feriköy deposunda muhafaza edilmişti. Böyle bir depo günümüzde var mıdır? Varsa da çeşmenin ikizi hala o depoda mıdır? Bilinmez...


Eliptik madalyonun ortasında Tuğra olması gereken yerdeki bazı izler tuğranın kazınmış olduğunu da göstermektedir.


Ataköy’de deniz kıyısında, bir seyir ya da dinlenme köşkü olarak, Sultan III. Selim tarafından yaptırılmış leb-i derya Baruthane Kulesi ya da eski adıyla Baruthane Kasr-ı Hümâyûn’undaki madalyonun şekli, tarzı Sultan III. Selim dönemini göstermektedir ki, Beşiktaş Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi’nin üzerindeki kitabenin yazılı olduğu madalyonun şekli ve tarzı da bununla büyük benzerlikler göstermektedir. Baruthane Kasr-ı Hümâyûn’unun üzerine konulan tanıtım tabelasında, Sultan Murad tarafından yaptırıldığı yazmaktadır. İnsanın aklına şu soru gelmekte hemen, Hangi Murad? Sarı çizmelisi mi?.. Olacak şey değil Osmanlı Devleti’nde tam beş adet Murad adında padişah hüküm sürmüştür, işte bu da bizim tarihi eserlerimize ne kadar sahip çıktığımızın ve hangi bilinç düzeyinde olduğumuzun açık bir göstergesidir. Gerçekte Baruthane Kasr-ı Hümâyûn’u Sultan III. Selim tarafından yaptırılmış, gerek Sultan III. Selim, gerekse ondan sonra gelen Sultan II. Mahmut ve Sultan Abdülmecid tarafından baruthaneyi ziyarete geldiklerinde, barut imalatını denetledikleri, çıkıp oturdukları, kahvelerini içip Baruthane’nin ileri gelen yöneticileriyle sohbet ettikleri bir yer olarak kullanılmıştır.

Ataköy’deki Baruthane kasr-ı Hümâyûn’u
Beşiktaş Meydanı’ndan sökülerek Harbiye’deki Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu karşısına taşınmış olan Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi’nde, kitabe, yazı ve tuğra yoktur. Oval madalyonlar içindeki tuğra ve kitabe nakil sırasında silinmiş, yerleri boş bırakılmıştır. Eski fotoğraflarda çok net olmamakla birlikte kitabe madalyonunun ve taçtaki Tuğra yerinin içerisinde birşeylerin varlığı hissedilmektedir.

1958 sonrası, Barbaros Hayreddin Anıtı inşaa edilmiş, sadece Sinan Paşa Camii,
Barbaros Hayreddin Türbesi ve Beşiktaş Vapur İskelesi kalmış, çeşme yok.


14 Mayıs 1950 Genel seçimleri yapıldığında, 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren ve seçimi kazanıp iktidara gelen Demokrat Parti hükümeti, 15 yıl süre ile İstanbul’un imarını yürüten Fransız mimar Henri Prost’un görevine 1951’de son vermişti.


Başbakan Adnan Menderes, İstanbul'da trafiği rahatlatmak, yeni yollar ve meydanlar açmak, şehri güzelleştirmek ve tarihi yapıları korumak amacıyla, 25 Eylül 1956'da “İstanbul’u yeniden fethetmek” sloganıyla imar çalışmaları başlatmış, İstanbul için Alman mimar ve şehir planlamacısı Hans Högg’ü Türkiye’ye davet etmişti. Kısa bir süre sonra İstanbul’a gelen Högg, 1963 yılına kadar şehrin yenilenmesi için çeşitli devlet kurumlarında danışman olarak çalışmıştı. Ayrıca 1 Nisan 1958'de de İstanbul İmar ve Planlama Müdürlüğü kurulmuş, İstanbul’a çağrılan İtalyan mimar ve şehir planlamacısı Luigi Piccinato yönetiminde, İstanbul için nazım planı hazırlanmıştı.

Adnan Menderes’in “tarihi yapıları korumak” sözü, lafta kalmış, Demokrat Parti İstanbul’da yıkımları başlatmak için kanunlar çıkartmış, 9 Temmuz 1956 tarihinde çıkarılan yeni İmar Kanunu’na göre yıkılması istenilen yapılar, Yüksek Kurul onayı beklenmeden hemen yıkılmaya başlanmıştı. 8 Eylül 1956’da çıkartılan bir istimlâk kanunu ile de istimlâk etme yetkisi belediyelere verilmişti.

1956-58 yılları arasında sadece Karaköy-Beşiktaş hattında yapılan istimlakler ve yıkılan tarihi eserler. (30)ve (31) numaralar ile gösterilen yapılar Sinan Paşa Hamamı ve Sinan Paşa Çeşmesi değil Beşiktaş Köprübaşı Hamamı ve Mihrişah Valide Sultan Çeşmeleridir.

Ancak uygulamada “imar planı” değil, “plansızlığı” hüküm sürmüş, Belediye Meclisi kararıyla Başbakan Adnan Menderes’e “Fahri Belediye Başkanı” nişanı ve beratı bile verilmişti. Böylelikle Menderes’in istediği yerlerde caddeler açılmış, çok geniş yollar yapılmış, tarihi binalar yıkılmıştı. Plansız programsız bir şekilde istimlâkler yapılmış, 1958’e gelindiğinde artık o kadar fazla istimlak yapılmıştı ki, belediye artık istimlâk borçlarını ödeyemez duruma gelmişti. Sırf 1958–1960 arasında İstanbul’da istimlâklere 536 milyon lira harcanmış, bu meblağ Türkiye’deki tüm belediyelerin toplam bütçesini aşmıştı. Zamanla istimlak bedelleri azalmış, ödemeler aksamış, mal sahiplerine uzun vadeli bonolar verilmişti. Bu konu 1961'de Yassıada’da görülen davalardan biri olmuş “İstimlak Yolsuzluğu” davası açılmıştı.

1956-58 yılları arasında yapılan imar faaliyetlerinin durumunu en güzel gösteren fotoğraflardan birinde, Eminönü, Mısır Çarşısı civarının öncesi, sonrası.

3 Eylül 1956 tarihli Milliyet Gazetesi’nin 2. sayfasında,

“Beşiktaş’ta istimlâk yapılacak” başlığı altında;

“Yolların genişletilmesi ve trafiğin ferahlatılması için başlanılan istimlâk hareketlerine devam edilmektedir.

Karaköy meydanının açılması ve Yüksek kaldırımın daha elverişli bir hale getirilmesi için başlanılan çalışmalardan sonra, Beşiktaş’ta tramvay caddesindeki Hamam ile Maliye binası arasındaki dükkanların da yıktırılması karar altına alınmıştır.

Diğer taraftan şehrin muhtelif semtlerindeki yolların da onarılmasına devam olunmaktadır.”

diye haber yapılmıştı.

Yine Milliyet Gazetesi’nin 20 Eylül 1956 tarihli sayısının

1. sayfasında bu kez Maliye Binası’nın deniz tarafında yapılacak olan istimlâkler ile ilgili resimli bir haber çıkmıştı.

1956-1958 yıllarına gelindiğinde, Beşiktaş meydanı ve çevresinde oldukça kapsamlı çalışmalara gidilmişti, Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in Karaköy’den Tophane’ye oradan da Beşiktaş’a kadar uzanan yol genişletme çalışmaları, istimlakler, yıkımlar sonunda Beşiktaş’a kadar varmıştı.

Beşiktaş'ta yıkımlar.  (T. Can Öztürk katkısıyla)


Sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın 1555 yılında Mimar Sinan’a yaptırdığı külliyenin bir parçası ve yine Mimar Sinan’ın eseri olan, Hayreddin İskelesi sokağı ile Tramvay Caddesi’nin köşesindeki Beşiktaş Hamamı, o güne kadar yapılan tüm düzenlemeler sırasında kurtulmuşsa da, bu yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılmış, hamamın bir kısmı yola giderken, geri kalan kısmına sonraki yıllarda bir benzin istasyonu inşaa edilmişti.

Beşiktaş Hamamı yerine yıkımdan sonra yapılan Benzin İstasyonu, solda ağaçların altında ünlü MotoRest.
(T. Can Öztürk katkısıyla)



İki Bahriyeli, çarşı izinlerinde Beşiktaş Köprübaşı Hamamı’nın Kadınlar bölümünün kapısı üzerindeki
Köyiçi’ndeki 800 kişilik Suat Park Sineması’nın afişleri üzerine konuşmaktalar.
Soldaki afiş, Hedy Lamarr, Louis Hayward ve George Sanders’ın rol aldığı 1947 yapımı,
“Tehlikeli Kadın” (The Strange Woman) filmini, sağdaki afiş ise 
Olimpik yüzücü Buster Crabbe ve Charles Middleton’un başrollerini paylaştıkları 1941 yapımı,  “Esrarengiz Şehir” (Jungle Man”filmidir.
Bu da fotoğrafın 1947 yılı sonrasında çekilmiş olabileceğini gösterir.

Bu hamama Beşiktaş İskele Hamamı dendiği gibi, Ihlamurdan gelen derenin üzerindeki taş köprünün başında yer aldığı için Köprübaşı Hamamı da dendiği olmuştu.

1811 yılında çıkan bir yangının sabahında, müthiş bir yağmurun sele dönüştüğünü ve hamamı su bastığını söyleyen Reşad Ekrem Koçu, Hamamın erkekler kısmındaki bazı çalışanların kaçıp kendilerini kurtarırken, bazılarının ise selden korunmak için kapıları kapatıp hamamın yüksekçe yerlerine çıktıklarını ve yağmurun dinmesini beklerken, aksine yağmur şiddetini arttırınca, hamamın kapılarını kırarak içeri dolan sel sularında boğulduklarını aktarır.

Beşiktaş Köprübaşı Hamamı’nın yıkılmasına çok üzülen Reşad Ekrem Koçu, isyan etmiş ve; “Menderes imarı adı verilen ve Türk İstanbul’unun üzerinden korkunç bir tayfun, barbar vandal akını gibi geçen kör kazmanın kurbanı sanat şaheseri bir yapı, yıkılması için zannederiz ki salahiyetli bir kuruldan yahut ilmî otorite bilinen bir şahıstan, fâni ceberûta hasisi pis kaygularla, zelil inkiyadın eseri bir höccet alınmış olacaktır. Bir dâhinin eseri olan bu hamam, yıktıranı ve yıkılmasına cevaz vereni, verenleri, o tüyler ürpertici vandalizmin yok ettiği ecdad yadigârı yüzlerce yapı ile beraber kıyamete kadar lanetle andıracaktır.” demişti.

Beşiktaş Köprübaşı Hamamı yıkılmadan az öncesi ve yıkımdan sonrası




Bu dönemde Beşiktaş’ın kimliğini büyük ölçüde değiştirecek olan en önemli çalışma ise tam Sinan Paşa Camii’ni geçer geçmez Zincirlikuyu istikametine doğru dümdüz, ancak dik bir bulvar açılmasıydı. Bulvarın Beşiktaş meydanındaki yüksekliği deniz seviyesinden 1,5 metreyken, Zincirlikuyu’da 135 metreye varıyordu. Balmumcu’ya kadar olan bölümünün genişliği 50 metre, eğimi ise %8 civarındaydı, Balmumcu Zincirlikuyu arasında ise bulvarın genişliği 30 metreye, eğimi ise %2-3”e iniyordu.

İlk yıllarda halkın Yıldız Yokuşu dediği bu bulvar daha sonraları artık Barbaros Bulvarı olarak anılmaya başlanacaktı. O yol açılırken ne kadar konut, işyeri ve tarihi eser istimlak edilip yıkılmıştı bilemiyorum, bunun bir envanteri de tutulmamıştı zaten. O sıralarda sağı ve solunda dutluk, çayırlık ve çok az sayıda bahçeler içerisinde mütevazı evlerin bulunduğu bu geniş caddenin etrafı 1960’lardan itibaren hızla yapılaşmıştı.

Yıldız Yokuşu ya da sonraki adıyla Barbaros Bulvarı inşaa edilirken 1956-58 yılları arası iki fotoğraf,.
Barbaros Bulvarı açıldığı yıllarda Beşiktaş Meydanı, Meydana bağlandığı noktada sağda Tramvay Depoları.
(T. Can Öztürk katkısıyla)

 Beşiktaş  Tramvay Depoları girişi.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Beşiktaş Tramvay Depoları.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Barbaros Hayreddin Türbesi ve arkasında Beşiktaş Tramvay Depoları.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Beşiktaş Tramvay Depoları.  (T. Can Öztürk katkısıyla)



O günlerde Beşiktaş’ta yapılanlar 30 Eylül 1956 Pazar günü Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle aktarılmıştı;

“Hayrettin İskelesi ihya edilecek, Maliye Binası’ndan başlayarak Akaretler durağına kadar uzanan ada tamamen yıkılacaktır. Devlet kırtasiye deposunun bulunduğu yer Devlet Resim ve Heykel Galerisi’ne kadar yıkılıp açılacak, Beşiktaş Kaymakamlığı başka yere nakledilecektir. Beşiktaş iskelesinin civarı açılıp genişletilecektir. Tramvay yolunda Zirai Donatım Kurumu’ndan daha ileriye kadar uzanan binalar Barbaros Parkı’na kadar tamamen açılacak, Levent’ten gelen 30 m. genişliğindeki Yıldız Yolu doğruca bu meydana inecektir. ”

Barbaros Bulvarı.  (T. Can Öztürk katkısıyla)
Barbaros Bulvarı'ndan, Barbaros Hayreddin Türbesi ve Beşiktaş İskelesi. Solda Tramvay Depoları.  (T. Can Öztürk katkısıyla)
1958 sonrası, muhtemelen 1960’lar Barbaros Bulvarı bitmiş, solda Tramvay depoları henüz durmakta.
Beşiktaş İskelesi ve Barbaros Bulvarı.  (T. Can Öztürk katkısıyla)

Barbaros Bulvarı, Barbaros Hayreddin İskelesi ve Beşiktaş Meydanı.  (T. Can Öztürk katkısıyla)



Günümüzde Beşiktaş Meydanı
2014 yılında yapılan “Beşiktaş Meydanı Yayalaştırma Projesi” eğer uygulanırsa
Beşiktaş Meydanı’nın geleceği.

19. yüzyılın sonlarında, İstanbul’un ana su şebekesinden ayrı olarak, Yıldız Sarayı gibi özel yerlere su götürmek için de çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Yine de, özellikle 19. yüzyılın sonlarında çok büyük bir nüfusa ulaşan Yıldız Sarayı ve çevresinde su sıkıntısı baş göstermiş

ve bunun üzerine oluşturulan komisyon tarafından Kemerburgaz’ın güneydoğusundaki Karakemer ve Kovukkemer civarındaki memba sularının getirilmesine karar verilmişti. Resmî olarak kabulü 1902 yılında yapılan ve Haliç’in kuzeyindeki bölgeye su veren tesisler, Sultan II. Abdülhamid’in adına izafeten “Hamidiye Suları” olarak adlandırılmış. Hamidiye Sularının, 20 kadarı Maslak’ta toplanıp, özellikle Yıldız Sarayı ve Beşiktaş bölgesindeki

126 çeşmeye su veriliyordu.

Hamidiye Sularının İstanbul’un çeşitli semtlerine dağılmış, adeta tek tip ve bir çok benzeri olan
Hamidiye çeşmelerinden birisi de bir zamanlar Galata Kulesi civarındaymış.

İşte bu Sultan II. Abdülhamid’in banisi olduğu çeşmelerden birisi de, ki o diğer standart Hamidiye Çeşmeleri’nden farklıdır. Araştırmacı yazar İbrahim Hilmi Tanışık (1891-1967) İstanbul Çeşmeleri” adlı kitabında,  Mekteb-i İdadiye-i Harbiyye-i Şahane hocalarından Kolağası Mehmed Râif Bey’in 1916-17 yıllarında kaleme aldığı, 2 ciltlik (2. Cilt üç fasikülden sonra devam edememiştir) “Mir’ât-ı İstanbul” adlı kaynak kitabının 313. sayfasındaki bir bilgiye dayandırarak, günümüzde Balmumcu’da bulunan Sultan II. Abdülhamid Meydan Çeşmesi’nin bir zamanlar Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesinin civarında bulunduğunu iddia etmektedir.

Büyük bir ihtimalle Barbaros Bulvarı’nın açılması sırasında, her neredeydiyse yerinden sökülerek kaldırılan, Sultan II. Abdülhamid Meydan Çeşmesi, Balmumcu’ya taşınmış orada tekrar kurulmuştu. Çeşme, günümüzde Barbaros Bulvarı’nın doğusunda, Ertuğrul Mahallesi’nde, Ertuğrul Sitesi’nin (Askeri Lojmanlar) girişinde sağda, büyük bir ağacın gölgesindedir ve fotoğraflayabilmek için, Balmumcu’daki Orhaniye Kışlası’ndaki İstanbul Merkez Komutanlığı’ndan izin almak, gönderilen bir asteğmeni beklemek, fotoğrafları çektikten sonra da tek tek her kareyi gösterip, onayını almak, onaylamadıklarını ise silmek gerekmektedir.

  

vdesi sarı küfeki taşından olan, bir platform üzerine oturtulmuş, dört yüzlü, üstü kurşun kaplı ve pirinç bir alemle taçlandırılan bir çatı ile örtülü, geniş saçaklı, dört birbirinin eşi cepheli bu meydan çeşmesi her cephedeki, alt ve üst kısımları kum saati şeklinde biçimlendirilmiş çifte sütunceler ile simetrik olarak üç eşit bölüme ayrılmıştır. Dört cephenin ortasında yer alan mermer su teknelerinin hizasına kadar mermer kaplı olan çeşmenin etrafını dolanan, mermer bir silmeden sonra sütunceler, ayna taşları ve stalaktitli nişler başlar. Cephelerin orta bölümündeki dikdörtgen ayna taşlarının üstünde, sırasıyla mukarnaslı bir silme, rumîli bir süsleme, ortasında rozet bulunan istiridye kabuğu formunda bir dolgu yer alır. Cephelerdeki diğer ikişer yüzde stalaktitli nişler bulunur. Dört cephede de ayna taşlarının ve stalaktitli nişlerin üzerinde ince bir hat halinde cel-î ta’lik hatla yazılmış 1306 (1890) tarihli 11 levhalık bir kitabe yer alır. Sadece Doğu cephesinde ayna taşının üzerinde kitabe yoktur. Kitabelerin bir üst sırasında da her bölümde ikişer tane olmak üzere dilimli kaş kemer şeklinde ikiz nişler sıralanır. Çeşmenin bugün düz ve kagir olan saçağı (belki vaktiyle farklıydı, tamamiyle ahşap olabilir) sütunceleri takip eden ikişerli konsollara oturmaktadır. 

Küp gövdeli bu meydan çeşmesinin Türk klâsik devir mimarîsinin kemer, niş, tezyinat gibi unsurları bol miktarda kullanılarak küçük âbide meydana getirildiği, son örneklerden birisidir. Bu nedenle Türk Meydan Çeşmeleri mimarîsinin yükseliş ve ortadan kayboluşunun son halkasının bu çeşme ile temsil edildiği iddia edilmektedir.


Çeşmenin kitabesi;


İşbu tarihim ider bir reşha-i lûtfu beyan

Cündie bu çeşmeyi yapdı Şeh-i derya-kerem

1306 (1890)*


Olsun eyyamı hayatı rahmet Asab-ı hisab

Taht-ı şevket ola Şad-ab feyzi demmam


Ol şehin cari ola mersuyyi hükmü sükkanı

Çeşi tufan cusı kılsun şemam gark-ı lem


Kıl nazar tarihime ister vuzu’al ister iç

Zemzem icra eyledi Şehinşah-ı Dârâ-himem

1306 (1890)


Olmıya bir nev çeşme-sar-ı dil-nişin

Oldu güya bahtıyla buna telsin-aram


Sebusu mısr-ı lule sendendir revan-ı ab-ı hayat

İçe İskender-miyat nev bir orduy-ı la cürum


Bî-bedel tarihim oldu müjde-bahş-ı teşnegân

Eyledi mâ-ül-hayrat icra Şeh-i âlem

1306 (1890)


Çeşme yapdı askere Muhtar tarihin dildi

Kıldı Şah Abdülhamid icra-yı şehdab-ı niam

  1306 (1890)


Abruy-ı saltanat yenbu-ı cuy-ı merhamet

Ab-ü tab mülk-ü devlet şah İskender haşem


* İbrahim Hilmi Tanışık, “İstanbul Çeşmeleri” kitabında, çeşmenin altı kıtadan oluşan kitabesinin bazı beyitlerinin (bold olarak işaretlenmiş olanlar) ebced hesabiyle çeşmenin inşa tarihini gösterdiğine dikkat çekmiştir.






Kimliğini yitiren sadece Petro’muydu, kimliğini yitirmekle kalmamış canını da yitirmişti üstelik. Ya da yapıldığı yerden, toprağından taş taş sökülüp, kuş uçumu 1,5 km. ya da yol teperek 2 km. öteye, tanımadığı bir aleme, iklime taşınan çeşme miydi yoksa, bir de yetmezmiş gibi, tuğrası, kitabesi silinerek iyice kimliksizleştirilen. Ya bu sırada birlikte doğduğu ve hiç ayrılmadığı ikizinden ayrı düşürülmesi, o da cabası. Beşiktaş da kimliğini yitirmişti, bu yıllar içerisinde, İstanbul da, Türkiye de...

İstanbul’un kimliksizleştirilmesi çabaları içerisinde, elbette Güzelhisar gibi bir çok şehir hatları vapuru da nasibini almıştı. 1911 yılında İngiltere’de çelik gövdeli olarak inşaa edilen, 46,421 m. boyunda, 7,924 m. eninde, 3,139 m. su hattı yüksekliğindeki, 453 grostonluk iki pervaneli Güzelhisar Vapuru, 73 yıl boyunca her gün, yaz aylarında 903, kış aylarında 773 kişiyi taşımıştı, boğaz sularında bir yakadan öteki yakaya.

Temmuz 1911’den itibaren Şirket-i Hayriye’nin 68 baca numaralı vapuru olarak hizmet veren Güzelhisar, 1944’te diğer tüm Şirket-i Hayriye vapurları ile birlikte devletleştirilmişti. 1952 yılından itibaren T.C. Denizcilik Bankası Türk Anonim Ortaklığı tarafından devr alınmış ve 1986 yılında emekli edilene kadar da Şirket-i Hayriye’den kalan son vapur olarak hizmete devam etmişti.  Güzelhisar’ın son seferi ise gerçek bir veda seferi olmuş, son süvarisi İbrahim Kaptan ve son makinisti Hasan Bey’in yönetiminde özel davetlilerle Boğazici’nde son bir sefer yapan zarif vapur, bu jübileden sonra Pendik Tersanesi’ne götürülerek bağlanmıştı. 1993 yılında Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından restore edilmek, müze olarak korunması amacıyla satın alınmış ve Hasköy’deki Rahmi M. Koç, Sanayi, Endüstri, Ulaşım ve İletişim Müzesi’nin önüne çekilmiş, daha sonra da Tuzla’daki R.M.K tersanesine alınmıştı.

Aslında Güzelhisar motorlu gemilerin devreye girmesi ile kömürle çalışan gemilerin hizmet dışı kalmaları sonucu Şehir Hatları İşletmesi tarafından hizmet dışı bırakılmış, Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü 16 Haziran 1986 tarihinde müze olarak kullanmaya karar vermişti. Ancak onarım ve restorasyonu için bütçede yeterince para bulunmadığı için bu aşamada Bedrettin Dalan’ın Başkanlığı döneminde 1988’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi devreye girmiş ve vapura talip olmuştu. Buna rağmen İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin isteği kabul edilmemiş ve vapur 8 Aralık 1992 günü 263 sayılı toplantıda alınan bir kararla, o sırada TUSİAD Genel Başkanı olan Rahmi Koç’a satışı, vapur için 140 milyon, diğer bazı tarihi gereçler için de 25 milyon TL. değer biçilerek onaylanmıştı.

20 Ekim 1991 tarihinde gerçekleştirilen Erken Genel Seçimler sırasında %10’luk seçim barajını aşamayacağı için Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) listelerinden seçime katılıp, Muş’tan Milletvekili seçilen Halkın Emek Partisi’nden (HEP) Dr. Muzaffer Demir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 4 maddelik bir yazılı soru önergesi vermiş ve Güzelhisar’ın neden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne değil de TUSİAD Genel Başkanı Rahmi Koç’a satıldığını sorgulamıştı.

Bunun üzerine T.C. Ulaştırma Bakanlığı, Araştırma ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı B.H.O.APK.0.10.00.00/B-4-57-5435 sayı ve 5 Şubat 1992 tarihli, Ulaştırma Bakanı Yaşar Topçu imzalı bir yazı ile, Muş Milletvekili Dr. Muzaffer Demir’in soru önergesine istinaden hazırlamış olduğu bir cevabı TBMM’ye göndermişti;

“...İstanbul Büyük Şehir Belediyesi 21 Mart 1988 tarihli teleksi ile Haliç Islah Projesinde değerlendirilmek üzere 68 Güzelhisar gemisinin Belediye’ye tahsisi ile bedelinin bil­dirilmesi hususunda Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğüne müracaatta bulunmuştur. 

Genel Müdürlük, 29 Mart 1988 tarihli teleks ile 68 Güzelhisar gemisinin, yönetim kurulu kararı uyarınca KDV dahil 75 milyon TL. bedelle belediyeye satışının uygun bulunduğunu bil­dirmiştir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi bahse konu geminin yaklaşık KDV dahil 35 milyon TL. bedelle satın alınabileceğinin düşünüldüğünü, bildirmiş ve taraflar arasında yapılan görüşme­lerde de bir neticeye varılamamıştır. 

Ayrıca bu dönemde de Güzelhisar gemisinin TDİ Genel Müdürlüğü’nce restore edilerek müze gemi olarak değerlendirilmesi düşünüldüğünden konu kapanmıştır. 

Dolayısıyla 1988 yılındaki istekle, 1992 yılındaki istek arasında herhangi bir tercih söz ko­nusu değildir.”


Ancak Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’nın finansman bulamadığı için uzun süre tersanede bekletilen Güzelhisar, bu uzun süre içerisinde iyice çürüdüğü için artık restore edilemeyecek hale gelmiş ve 2011 yılında da sökülerek hurda haline getirilip yokedilmişti. Böylece İstanbul’un belleklerinden biri daha 100 yaşında ne yazık ki bir daha geri dönmeyecek bir şekilde yok olmuştu. 





Halbuki İstanbul denince, Şehir Hatları Vapurları, Şehir Hatları Vapurları denince de İstanbul akla gelirdi bir zamanlar. Sahi neredeler, göreniniz var mı artık onları? Onlar adeta şehrin birer simgesi gibiydiler, belki de dünyanın başka hiç bir metropolünde bu şekilde birbiri ile uyumlu fazlaca örnek gösterilebilecek bir ikili yoktur deniz sözkonusu olduğunda. Belki de buna en güzel örnek, Londra ve iki katlı kırmızı otobüsleri ve kırmızı telefon kulübeleridir. İki katlı o kırmızı otobüsler ve kırmızı telefon kulübeleri Londra için ne demekse, Şehir Hatları Vapurları da İstanbul için o demekti işte. Nerede görseniz o iki kırmızı şehir mobilyasını dersiniz ki Londra burası. Bu bir kimliktir işte, şehrin en önemli sembollerinden biriydiler oysa onlar. Yavaş yavaş, eskidikleri bahane edilerek hatlardan çekilen o vapurların yerine ise bu gün İstanbul silüetinde ona hiç yakışmayan “düdüklü tencere” misali, dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz kadar çirkin, estetikten yoksun, deniz yolculuğu keyfi vermeyen, neredeyse tamamen kapalı, sefertası kılıklı, ne idüğü belirsiz garabetler dolaşmaktadır, Şehir Hatları Vapuru diye.

Nerede Güzelhisar’ın o suları yaran, boğazda süzülen, narin gövdesi, nerede bu ŞH. GÖKSU’nun takoz gövdesi?!.

Geçmiş olsun İstanbul...



Nice kişi, çeşme, sebil, hatta vapur kimliğini, özünü kaybetti yıllar içerisinde, ama aslolan koskoca İstanbul’un, sadece İstanbul da değil tüm ülkenin yitirdiği kimliği, özü sorgulanmalı. Nerede o güzel ülke, o güzel insanlar, hepsi de güzel atlara binip gitmediler ya, ya o güzelim kentler?.. Acımasızca yokedilen, kıyılan, yokedilen aslında ne insanlarımız, ne tarihi değerlerimiz, sadece kültürümüz oldu. Yüzünü medeniyete dönmüş, soylu, görmüş geçirmiş, en azından buna çalışan, gayret eden bir toplumdan, ahlâktan, geleneklerden, kısacası kültürden, bizi kim, kimler, neden ve nasıl bu görmemişlik (görgüsüzlük) noktasına getirdi, bıraktı…


Asıl acı olan, insanın içini yakan da işte bu gerçekler…
Rahatsız olmamanın yolu, bunları görmemek, farketmemek, ayırdına varmadan, öylece önlerinden geçip gitmek mi acaba, o zaman mı mutlu olabiliyor insan bilemedim, bilemeyeceğim…

Özlüyorum ben o eski günleri, eski Ankara’yı, eski İstanbul’u, o güzel aydınlık yüzlü, gülümseyen, birbirine selam verip, saygı gösteren, “lütfen” demesini bilen, kibar, sevecen insanları...


Günaydın / Kalimerasas…


Merhaba / Ya su...


İyi günler / Yahara…


İyi akşamlar / Kalisperasas...


Eksik olma / Na’se kala…


Teşekkür ederim / Efharisto…


Halbuki, 16 Ocak 1992 tarihinde Malta Valetta’da, Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Malta, Hollanda, Polonya, Portekiz, San Ma­rino, İspanya, İsveç, İsviçre, İngiltere, Bulgaristan, Rusya ve Türkiye’nin de, 21.7.1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarım Koruma Kanunu ile koruma altına alınan kendine özgü kültür mirası dolayısıyla, hükümetin verdiği yetkiye istinaden dönemin T.C. Kültür Bakanı Fikri Sağlar tarafından imzalanan, “Arkeolojik mirasın korunmasına ilişkin Avrupa Sözleşmesi” bize özetle şunu söylemektedir ki, dikkate alınması gerekir.

“... Tarihî kentler ve kentsel alanlar üç boyutlu yapılardır; bir toplumun evrimini ve kültürel kimliğini yansıtırlar. Daha geniş bir doğal ya da insan yapımı bütünün parçasıdırlar ve bu bütünden ayrı düşünülemezler. Bu alanlar, onları oluşturan geçmişin canlı kanıtlarıdır. Bu taklit yapı, geçmişin bir kanıtı ve parçası olamayacak, insanları yanıltacaktır. Yine bu prensiplere göre, tarihî kentlerde kamusal alan sadece sirkülasyon için kullanılacak bir alan değil, aynı zamanda düşünme, öğrenme, eğlenme işlevleri için kullanılacak bir kaynaktır. Tasarımı ve düzenlenmesi ve hatta yönetimi, taklit yapılarla yanıltıcı bilgiler sunmaya değil, karakterini ve güzelliğini korumaya yönelik olmalıdır.”

.....


 Cağaloğlu yokuşunda, aynı kaldırımda yıllarca kâh ardından, kâh önünden yürüdüğüm, aynı kapıdan içeri girip, aynı hanın farklı katlarında çalıştığım, işlerine hayranlık duyup, grafikerlik konusunda üstat kabul ettiğim, hep saygıyla andığım, her zaman şık, her zaman kibar, her zaman bir İstanbul beyefendisi, Sait Maden’in bilmezdim çizgilere hükmettiği eli kadar, kelimelere de hakim bir dili olduğunu, onlara dans ettirdiğini, bilmezdim ardında güzel şiirler bıraktığını; aslında yakışırdı da ona. Bu da benim toyluğum, cahilliğim…


Ben de var oldum bütün bu nesneler arasında

su gibi, ağaç gibi, ot gibi gerçek.


Kimi kanatlar öptü, kimi ayaklar alnımdan,

ya sevinçten içerim pır pır; ya korkudan benzim uçuk.


Titredim karşısında dünyanın gün gün, saat saat

taşlar arasında ben yüce, düşler arasında ben küçük.


Bütün değişimlerin durdum eşiğinde uykusuz,

bir yüzüm gecelerden içeri, bir yüzüm tanlara açık.


Ve tenle can arasında mevsimler boyu,

bir elim çöl, bir elim çiçek.


Her şeyle, her şeyle, her şeyle kardeşliğim var:

Denizle kum, yaprakla çiğ, balıkla kılçık.


Dağın arka yamacında kalanlara kör,

Götüren kervan oldum bulut ve burçak.


Uçsuz bucaksız evrene oğullar, oğullar saldım,

Atlar ki zor karanlığı yırtıp geçecek.


Tattım denizlerin tuzunu, bal sızdırdım güneşlerden,

Yaşayanlarla öldüm, ölülerle dirildim;

Ne kaldı çok çok?


Bu “Kimlik” adlı şiirini, 30 Ocak 2012’de,

saat 02:02:00’da kaydedip bırakmıştı ardında;


Sait Maden’e saygıyla...

(3 Mayıs 1931-19 Haziran 2013)



Teşekkür

Bu yazımın yayınlanmasından sonra okuyarak,

bana elimde bulunmayan bazı fotoğrafları gönderip, desteğini esirgemeyen

ve blogun zenginleşmesini sağlayan,

Sayın Tuğrul Can Öztürk'e teşekkür ederim.





Kaynaklar:


1- “Belki bir gün”, Bekir Büyükarkın, Ötüken Neşriyat A.Ş.


2- “Beşiktaş Teyyare Fabrikası (1936-1943)”, Nedime Tuba Yusufoğlu, Nuran Kara Pilehvarian, Megaron 2017, 12 (2), ss. 249-262


3- “Basında Şehit Teyyare Mühendisi Selâhattin Reşit Alan”, Can Erel


4- “Ölmeyi bilen adam, Muhsin Ertuğrul’ Ayşegül Çelik,

Can Sanat Yayınları, Ocak 2013, İstanbul


5- “Antik Çağda Tiyatro”, İnş. Müh. Nurettin Korkmaz,

Türkiye Mühendislik Haberleri Dergisi, 455, 2009/3, ss.64-67


6- “Süleymâniye’de bir Bayram Sabahı”, Nihad Sâmi Banarlı,

Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi, Sayı II,

İstanbul Edebiyat Fakültesi Basımevi 1964, ss. 13-46


7- “Cumhurreisimizin yüksek huzuriyle, Barbaros’un heykeli dün İstanbul’da törenle açıldı”

26 Mart 1944 Ulus Gazetesi, 26 Mart 1944 Pazar,  ss. 1-3


8- “Yaşadığım Gibi”, Ahmet Hamdi Tanpınar,

Dergah Yayınları, İstanbul 1970, ss. 396-398


9- “Mirât-ı İstanbul Üzerine”,  Günay Kut, Hatice Aynur,

Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi,

Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı 5, Yıl 1989


10- “Gazi Barbaros Hayreddin’in Türbesi ve Evkafı”, Ali Şükrü, 

Donanma Mecmuası, 4 (1326), s.292.


11- “Büyük Amiral Hayrettin Barbaros’un Vakfiyenamesi”, Emin Yakıtal,

Deniz Mecmuası, 375/ 57, 1945, s.50


12- “Beşiktaş’ta Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi”, Nalan Dönmez Yakarçelik,

Fethinin 500. yılında Cezayir, Barbaros Hayreddin Paşa ve Osmanlı Denizciliği Sempozyumu, 1-3 Aralık 2016


4 yorum:

Tuğrul Can dedi ki...

Birkaç hafta önce tesadüfen Erenköy ile ilgili harika yazınızı bulup okuduktan sonra keşke Levent Hoca çocukluğumun geçtiği Beşiktaş'ı da böyle yazsa diyordum içimden. Meğer dileğim gerçek olmuş. Bu yazınızı da büyük bir heyecan ve merakla okudum. Beşiktaş benim kimliğim ve ne yazık ki Güzelhisar vapurundan Köprübaşı Hamamı'na kadar pek çok tarihi değerimizi kimliğimiz gibi zayi ettik. Sayenizde birçok neslin Beşiktaş'ta yaşadıkları eşsiz bir belgesel haline gelmiş ve merak edeceklere miras kalacak. Emeğiniz ve duyarlılığınız için çok teşekkürler.

-Tuğrul Can/New York

Levent Civelekoğlu dedi ki...

Sayın Tuğrul Can, güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Ne mutlu bana ki sizin bir dileğinizi gerçekleştirebilmişim. Bu yazı için uzun yıllardır niyetliydim ve belge topluyordum bir yandan da. Ancak bir türlü fırsat olmamıştı. Her şeyde olduğu gibi bunda da bir vesile gerekiyormuş demek, o da gerçekleşince artık yazmasam olmazdı. Eski fotoğraflarını bulup da kimliği hakkında yeterince bilgi sahibi olamadığım çeşmenin bilgileri tamamlanınca, başrollerden birini o kaptı.Belki ilk düşündüğümde yazı bu şekilde olmayacaktı, daha didaktik bir anlatımla Beşiktaşı’ı anlatacaktım, ancak tarih, yer ve mekan bilgileri doğru olmak koşuluyla kurmaca bir öykünün içerisine yerleştirmek geldi aklıma ve sanki de iyi oldu. Daha önceki yazılarımda da denediğim bir şeydi kurmaca öyküler ama bunun kadar yoğun ve baştan sona hakim olan bir durumu yoktu onların. Bu bir ilk oldu, belki bir önceki “Bir tam-üç çeyrek asr ve iki muvazi öykü...” beni buraya yönlendirdi. Tekrar teşekkür ederim. Saygılarımla.

Levent Civelekoğlu dedi ki...

Teşekkür ederim Osman Bey

enessaroglu dedi ki...

bilgim yoktu öğrendim
Teşekkürler ;