“Ankara’nın bağları da,
büklüm büklüm yolları...”
diye başlayıp devam eden, günümüzde çok da popüler olan, “haydi eller havaya” modundaki bu türküyü çok sevmemekle birlikte;
gerçekten de Ankara’nın bağları vardı...
bir zamanlar, hatta ben küçükken ve gençken dahi...
Ankara’lılar, yaz sıcağında birçok Anadolu kentinde olduğu gibi şehirden kaçıp, yazı geçirdikten ve bağ bozumunu yaptıktan sonra tekrar şehre döndükleri, çoğu yüksek yerlerde veya vadilerde yer alan bağlarda yaşarlarmış. Çoğunlukla bu bağların içerisinden küçük derecikler geçer, bağ ve bahçe için gereken su ya bu derelerden ya da açılan çok da derin olmayan kuyulardan sağlanırmış. Ne yazık ki bu bölgeler çağdaş yaşamın ritmine dayanamamış, yanlış politikalar sonucunda kentleşmeyle birlikte, yapılaşmaya açılmış ve eski yeşil alan niteliklerini, bağ yaşantısını, kültürünü ve geleneğini kaybetmişti. Tabii ki bu kayıpların arasında belki de en önemlilerinden birisi de bağ evleriydi. Herbiri Mimari Mirasımız olan değerli bağ evlerinden bugün kalabilenler tahmin ediyorum ki iki elin parmaklarını geçmemektedir. Bir envanter çalışmam olmamakla birlikte kuvvetle hissediyorum ki durum böyledir. Google Map üzerinden söz konusu alanı taradığımda dahi, açık ve net bir şekilde gördüm ki hemen heryer apartmanlar ile kaplanmış durumdaydı. Zaten bu şartlarda, yani bağı, bahçesi olmadıktan sonra, beş on apartmanın arasında sıkışıp kalabilmiş ve restore edilebilmiş olan evlerin de artık, o kültür, o yaşam, o bağ, o bahçe olmadıktan sonra ne anlamı olabilir ki. Buna söylenebilecek tek kelime, olsa olsa “Mostralık” olabilir.
Ankara’nın çevresinde çoğunun adını bugün belki de ilk defa duyduğumuz, bazılarını ise tanıdığımız 32 adet bağlık ve bahçelik semt varmış, Keçiören, Çoraklık, Kızlarpınarı, Mecidiye, Hacıkadın Deresi, Karabağ, Solfasol, Çin Çin, Karacakaya, Samanlık, Abidinpaşa, Kınalı Köşk, Frenközü, Seyran Bağları, Dikmen, Çankaya, Yukarı Öveç, Aşağı Öveç, Keklik, Çatlaklı, Söğütözü, Pamuklar Çiftliği, İğdelidere, Ayvalı ve Etlik...
Ankara’lılar, yaz sıcağında birçok Anadolu kentinde olduğu gibi şehirden kaçıp, yazı geçirdikten ve bağ bozumunu yaptıktan sonra tekrar şehre döndükleri, çoğu yüksek yerlerde veya vadilerde yer alan bağlarda yaşarlarmış. Çoğunlukla bu bağların içerisinden küçük derecikler geçer, bağ ve bahçe için gereken su ya bu derelerden ya da açılan çok da derin olmayan kuyulardan sağlanırmış. Ne yazık ki bu bölgeler çağdaş yaşamın ritmine dayanamamış, yanlış politikalar sonucunda kentleşmeyle birlikte, yapılaşmaya açılmış ve eski yeşil alan niteliklerini, bağ yaşantısını, kültürünü ve geleneğini kaybetmişti. Tabii ki bu kayıpların arasında belki de en önemlilerinden birisi de bağ evleriydi. Herbiri Mimari Mirasımız olan değerli bağ evlerinden bugün kalabilenler tahmin ediyorum ki iki elin parmaklarını geçmemektedir. Bir envanter çalışmam olmamakla birlikte kuvvetle hissediyorum ki durum böyledir. Google Map üzerinden söz konusu alanı taradığımda dahi, açık ve net bir şekilde gördüm ki hemen heryer apartmanlar ile kaplanmış durumdaydı. Zaten bu şartlarda, yani bağı, bahçesi olmadıktan sonra, beş on apartmanın arasında sıkışıp kalabilmiş ve restore edilebilmiş olan evlerin de artık, o kültür, o yaşam, o bağ, o bahçe olmadıktan sonra ne anlamı olabilir ki. Buna söylenebilecek tek kelime, olsa olsa “Mostralık” olabilir.
Ankara’nın çevresinde çoğunun adını bugün belki de ilk defa duyduğumuz, bazılarını ise tanıdığımız 32 adet bağlık ve bahçelik semt varmış, Keçiören, Çoraklık, Kızlarpınarı, Mecidiye, Hacıkadın Deresi, Karabağ, Solfasol, Çin Çin, Karacakaya, Samanlık, Abidinpaşa, Kınalı Köşk, Frenközü, Seyran Bağları, Dikmen, Çankaya, Yukarı Öveç, Aşağı Öveç, Keklik, Çatlaklı, Söğütözü, Pamuklar Çiftliği, İğdelidere, Ayvalı ve Etlik...
Ankara’nın bağlarından biri,
ETLİK...
ETLİK...
Eskiler, yeni kesilen etleri bir ağaca asar, et kısa sürede bozulmaz ve tazeliğini kaybetmez ise, o bölgenin havasının sağlıklı olduğuna inanırlarmış. Ankara’nın kuzeyindeki yüksek ve fazlaca rüzgar alan bu bölgesine de bu yüzden Etlik adı verilmiş. Ankara’nın bu hava akımı bol ve sağlıklı sırtları uzun yıllar Ankara’nın zenginlerinin tercih ettiği ve çoğunlukla iki katlı ahşap bağ evlerinin olduğu bağlık, bahçelik bir semtiymiş.
Etlik denince, çocukluk anılarım içerisinde hayal meyal olarak ilk hatırladığım, babamın mesleği gereği zaman zaman arkadaşlarını, yakın dostlarını ziyaret etmek için gidilen ve güzel bahçelerinde koşuşturulan ve havuz başında piknik yapılan Etlik Bakteriyoloji Enstitüsü’dür.
Ahmet Şefik Kolaylı 1876-1976 |
Bugün Veteriner Kontrol Merkez Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü adını almış ve Ahmet Şefik Kolaylı Caddesi No:23 adresinde yer alan Enstitünün kurucusu Ahmet Şefik Kolaylı, aslen Samsun Bafra’nın Kolaylı köyündendir ve babamın Bafra Karaköy Harası Müdürlüğü yaptığı yıllardan başlayarak Ocak 1976 tarihinde vefatına kadar sürekli olarak ilişkisini sürdürdüğü ve saydığı bir meslek büyüğüdür.
Babam Abdurrahim Civelekoğlu ve Ahmet Şefik Kolaylı Ankara Palas’ta bir resepsiyonda. |
1876’da Bodrum’da doğmuş ve 1907 yılında İstanbul Baytar Mekteb-i Ali’sinden mezun olmuş ve ünlü şair Neyzen Tevfik’in kardeşi olan Ahmet Şefik Kolaylı, Birinci Dünya Savaşı başladığında İstanbul’un düşmanlar tarafından işgal tehlikesi belirdiğinde sığır vebası serumunun hazırlanması için Baytar Müfettişi Mazlum Bey’in emriyle Eskişehir’de bir handa kurulan serum darülistihzarı’nı (Hazırlama evi) işletmek üzere, Mülkiye Baytar Mektebi içindeki bakteriyolojihanenin serum öküzleriyle aletlerinin bir kısmını da alarak Eskişehir’e gitmişti. Eskişehir’in Yunan kuvvetleri tarafından işgali üzerine de kurumu önce Kırşehir’e daha sonra da Etlik’e taşımış ve bu günkü müesseseyi, Etlik Bakteriyoloji Enstitüsü’nü kurmuştu.
Ailem Bafra’da yaşadığı yıllarda Kolaylı ailesinin Bafra içerisindeki iki katlı evlerinde kiracı olarak oturmuş, daha sonraki yıllarda ilişkileri ve dostlukları kesintisiz sürmüş, hiç aksatılmadan yazları Pendik’teki tek katlı küçük şirin yazlıklarına, kışları da Ankara Küçükesat’ta yaşadığı evlerine ailece birçok kez Bayram ziyaretlerine gidilmiş, ben de kendisiyle tanışma fırsatını bulmuştum.
Liseyi bitirip Üniversite’ye başlamadan önce çalışma isteğimi aileme iletmiş, babamın vasıtasıyla Tarım Bakanlığı Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü’nde Teknik Ressam olarak iş bulmuştum. Ancak orada kadro olmadığından, yeni bir kadro açılana dek, o sırada babamın Fakülteden sınıf arkadaşı Bekir İyigören’in Müdür olarak görev yaptığı Etlik Bakteriyoloji Enstitüsü’nden verilen bir memur kadrosu ile çalışmaya başlayabilmiştim. Öte yandan daha henüz 17 yaşında olduğum için ve devlet memuru olabilmek için 18 yaşında olmam gerektiğinden, yaşımı büyütebilmek için mahkemeye başvurmak zorunda kalmıştık. Çocukluk arkadaşım ve 1971 yılı Türkiye ve Akdeniz şampiyonu olan bir zamanların ünlü boksörü Mehmet Kumova’nın babası ve babamın meslekdaşı Cevat amca, mahkeme’de “oğlum Mehmet’in doğumundan on gün sonraydı, duyduk ki Abdurrahim Bey’in de bir oğlu olmuş” diye şahadet edince, mahkeme kararı ile yaşım büyütülmüş, böylece doğum günüm 8 Nisan’dan 8 Ekim’e, doğum yılım da 1953’den 52’ye değişmiş, bir anda bir yıl yaşlanıvermiştim...
Etlik söz konusu olunca, yine çocukluğumda Ankara’dan şehir dışı bir seyahate gideceğimizde otobüse binmek için ya da Konya’dan gelen ablam Birand’ı ve yeğenlerim İbrahim ve Serap’ı karşılamak için gittiğimiz, Ankara’nın o eski ve belki de ilk Şehirlerarası Otobüs Terminali’ni hatırlarım.
Etlik Bakteriyoloji Enstitüsü kadrosu ile işe başladığım yıl aynı zamanda bir yıl sonra devletleştirilerek adı Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi olacak olan Hacı Ali Demirel’in Yükseliş’ine kaydolmuş ve Mimarlık eğitimi almaya başlamıştım gece bölümünde. Gündüzleri işte teknik ressam, akşamları işten sonra Mimarlık öğrencisi... Bu benim yaptığım bir tercihti ve hiç bir zaman da bundan ne pişmanlık duydum ne de gençliğimi yaşayamadım diye hayıflandım, üzüldüm.
Mimarlık bölümündeki eğitimimin üçüncü yılıydı, 1973’te, ders müfredatımıza Bülent Onaran hocanın verdiği Röleve ve Restorasyon adıyla bir ders konmuştu. Bu dersi alınca, teorik derslerin yanısıra bir de uygulama ödevi seçmemiz gerekiyordu. Proje için üç kişilik bir grup kurmamız gerekmişti ve Süleyman Sarper Ünlü ve bu gün çok net hatırlamıyor olmakla birlikte hafızam beni yanıltmıyor ise Meral Kalyoncu birlikte çalışmaya karar vermiştik. Proje için bir de eser bulmamız gerekiyordu ve bunun için ben, Etlik’teki Enstitüye gidiş gelişlerimde dikkatimi çeken iki katlı ahşap eski bir bağ evini önermiş, arkadaşlarım da görüp beğenince, birlikte çalışmaya başlamıştık.
O yıl, ben Tübitak Yapı Araştırma Enstitüsü’nde çalışıyordum ve bağ evinin fotoğraflarını çekmek için Enstitü’deki bir büyüğümden, Deprem Mühendisliği konusunda önemli bir uzman olan Yüksek Mühendis Alkut Aytun’dan yardım almıştım. Alkut ağabey, bu konuda bana gerek fotoğraf makinesi ile gerekse geliş gidişlerde o çok sevdiğim, beyaz Peugeot 404 otomobili ile çok yardımcı olmuştu.
Bugün sağında solunda yükselen birçok apartmanın arasında kalan
244. ya da Veteriner sokak 13 numaralı Bağ Evi
|
Sevgili dost Ahmet Soyak’dan, Bağ evininin bugünü |
İki katlı olan bağ evi, eğimli bir arazi üzerinde inşaa edilmiş, yol seviyesinde tek katlı, bahçe seviyesinde ise iki katlı ve çatı arasında bir cihannüması olan, giriş cephesindeki üçgen alınlıklı saçağı ve onu taşıyan iki adet ahşap sütunu, mermer sütun altlıkları ve gösterişli giriş kapısı ile oldukça farklı bir yapıydı.
Kuzeybatı cephesi ve giriş
|
Sevgili dost Ahmet Soyak’dan, Bağ evininin bugünü |
Alt kat taşdan, üst kat, ahşap taşıyıcıların üzerine 1-2 cm aralıklarla çakılan çıtaların arasının tuğla, kerpiç ve benzeri malzemeler ile doldurulup üzerine sıva yapılmasıyla meydana gelen “bağdadi” tekniği ile, cihannüma ise tamamen ahşap olarak inşaa edilmişti.
Giriş katı “bağdadi” tekniği ile inşa edilmişti. |
Güneydoğu cephesi |
Bizim proje için seçtiğimiz zaman artık normal kullanımdan çıkmış, T.C. İş Bankası’nın deposu olarak kullanılıyordu. Alt katta da depoya bakmakla görevlendirilmiş bir bekçi ve ailesi yaşamaktaydı.
Türkiye İş Bankası Genel Müdürlük Etlik Arşivi hala Bağ Evi’nin karşısında (fotoğraf: Ahmet Soyak) |
Giriş kapısı |
Üst kat tavan detayı |
Üst kattaki büyük salon ve odalarda içleri dosya ve evrak dolu o yılların meşhur gri boyalı dosya dolapları, yine o yıllarda artık modası geçmiş ancak, devlet dairelerinde çocukluğumda çokça görmeye alışkın olduğum ve eskilikten artık yer yer çatlamış ve kabuk kabuk kalkmaya başlamış büyük siyah “maroken” koltuklar vardı. Büyük bir ihtimalle Fas’ta işlenmiş yumuşak keçi derisinden değil de, ona benzesin diye üzerine küçük benekler basılarak ona benzetilmiş koyun derisinden yapılmışlardı. Kendine has, koyun yünü yağı (lanolin) gibi bir kokusu olan bu koltukların çocukluğumdan aklımda kalan diğer özelliği ise, sertçe oturulduğunda şişkin minderinin içerisindeki havanın boşalırken çıkarttığı “fısss” sesiydi...
Böyle bir şeydi işte o siyah Maroken koltuklar, ben çocuk olduğum için belki de, bana çok büyük görünürlerdi. |
Bekçi ailesinin yoksulluğu ve biraz da “saldım çayıra mevlam kayıra” boşvermişliği, evin tümüne sirayet etmişti, hepimiz evin içerisinde ölçü alırken ayaklarımızın altında dolaşan tavukları oldukça yadırgamış, oraya buraya gelişigüzel ve doğal bir şekilde bıraktıkları pisliklerine basıp kaymamak için de özel bir çaba sarfeder olmuştuk.
Özel detaylar vardı bu bağ evinde, bunlardan belki de en dikkat çekeni, giriş holünün sağından ve solundan iki kollu olarak dönerek aşağı kata inen merdivenin altında oluşan nişin içerisindeki özel olarak tasarlanmış bir mermer çeşmeydi.
Alt katta merdiven altındaki niş içerisindeki mermer çeşme |
Çeşmenin mermer aynası yerinden sökülmüş bir kenara bırakılmış ve ardındaki duvar büyük bir ihtimalle rum ve ermenilerin evlerini terk edip gitmek zorunda bıraktırıldıklarında, daha sonra dönüp almak düşüncesiyle para ve kıymetli eşyalarını sakladıkları söylentisine inanan birileri tarafından, defineyi bulmak için gözü dönmüşlükle kırılmış, koca bir delik açılmıştı. Kırılan mermer kurna parçası da yıkılan taş duvarın içerisinde kalan oyuğa tıkılmıştı.
Define aramak için yerinden sökülen mermer çeşme aynası duvara dayatılmış olarak duruyor. |
Dikkatimizi fazlasıyla çeken bir başka detay ise alt kattaki büyükçe mutfak, mutfaktaki büyük yerli ocak ve ocağın üzerinde 10 cm. derinliğinde içi ince kum dolu havuzcuktu. Yadırgadığımız ve merak ettiğimiz bu detayın, Ankara’nın meşhur kış armutlarını daha tam olgunlaşmadan toplayıp bu kum havuzuna yatırarak ve ocağın sıcaklığından istifade ederek olgunlaşmalarını ve yumuşamalarını sağlamaya yaradığını öğrendiğimizde çok şaşırmış ve bu yaratıcılığa hayran kalmıştık.
Güneydoğu Cephesi Çıkma ve altındaki konsol |
Güneydoğu Cephesi Çıkma ve altındaki konsol |
Güneydoğu Cephesi Çıkma detay |
Güneydoğu Cephesi Çıkma detay |
Alt kat taş duvar ve pencere detayı |
Alt kat taş duvar ve pencere detayları |
Üst Kat bağdadi sıva ve Pencere detayı |
Üst Kat Pencere detayı |
Kuzeydoğu Cephesi |
Kuzeydoğu Cephesi |
Güneybatı Cephesi |
Güneybatı Cephesi |
Güneybatı Cephesi |
Restorasyon sonrası Ahşap Cihannüma’nın görünüşü (fotoğraf: Ahmet Soyak) |
Ahşap Cihannüma |
Ahşap Cihannüma detay |
Ahşap Cihannüma detay |
Çatı örtüsünden detay |
Bekçi, bize normalden farklı duran bu bağ evinin, bir zamanlar bir papaza ait olduğunu ve çatıdaki cihannümayı ise papazın kullandığını söylemiş, ancak o zaman bu detayı aklımızın bir kenarına not etmiş, fazla da önemsememiştik.
Ancak bugün, 41 yıllık bu siyah-beyaz fotoğrafların negatifini bulmamla birlikte, giriştiğim bu yazı için biraz araştırma yapınca, Google Map’te araştırıp Bağ Evi’nin hala ayakta olduğunu gördüğümde çok sevindim. Bu yazıyı yazmadan önce bir fırsatını bulsaydım gidip bugünkü halini de fotoğraflayıp bu yazıda onları da paylaşmak isterdim. En yakın zamanda bu isteğimi gerçekleştirip fotoğraflarını çekip yine bu yazı içerisinde paylaşmaya çalışacağım, hatta belki de benim gidip çekmeme gerek kalmadan Ankara’da yaşayan bir dostumdan rica edip o fotoğrafları en kısa zamanda bu yazıya ekleyeceğim.
Sevgili Ankara’lı dost Ahmet Soyak’a
Bağ Evi’nin fotoğraflarını bizzat giderek çekip benimle paylaştığı için teşekkür etmek isterim.
Çekmiş olduğu fotoğraflar ile, restorasyonun önemini ve gerekliliğini, ne için ve nasıl yapılması gerektiğini sorgulamama neden oldu bir kez daha. Çok derin ve kapsamlı bir tartışmayı bu satırlar içerisinde kısıtlamak istemediğim için kısaca tek bir noktaya parmak basmak istiyorum. Biz geçmiş kültürlerimize ait eserleri restore ederken onları gelecek nesillere aktarmaya ve onların bu eserlerden bir şeyler öğrenmelerine ve ders çıkarmalarına gayret ettiğimizi sanıyoruz, öyle değil mi?
Ama bir restorasyonu yapan kişi eğer, o eserin özüne, değerlerine, ölçülerine, proporsiyonlara, malzemesine ve en önemlisi ruhuna saygı göstermiyor ve ben yaptım işte oldu!.. olmamış mı?.. diye yaklaşır ve bunu da savunursa, vah gelecek nesillere!..
Bağ evinin etrafını saran betonlaşmaya değinmiyorum bile...
Sevgili Ankara’lı dost Ahmet Soyak’a
Bağ Evi’nin fotoğraflarını bizzat giderek çekip benimle paylaştığı için teşekkür etmek isterim.
Çekmiş olduğu fotoğraflar ile, restorasyonun önemini ve gerekliliğini, ne için ve nasıl yapılması gerektiğini sorgulamama neden oldu bir kez daha. Çok derin ve kapsamlı bir tartışmayı bu satırlar içerisinde kısıtlamak istemediğim için kısaca tek bir noktaya parmak basmak istiyorum. Biz geçmiş kültürlerimize ait eserleri restore ederken onları gelecek nesillere aktarmaya ve onların bu eserlerden bir şeyler öğrenmelerine ve ders çıkarmalarına gayret ettiğimizi sanıyoruz, öyle değil mi?
Oriinal bağ evinde olmayan bu detayın giriş saçağının üzerinde işi nedir? Bu arabesk onikigeni buraya yerleştirince, bu ev eski Türk Evi mi oluyor şimdi? |
Bağ evinin etrafını saran betonlaşmaya değinmiyorum bile...
Bu arada yine araştırmalarım sırasında karşıma çıkan bir haber beni biraz meraklandırdı ve heyecanlandırdı...
O haberde bahsedilen Papaz’ın Evi
bizim bağ evimiz olamaz mı?..
20 Aralık 2011 tarihli bir haberde,
“GATA’nın yeniden inşası için Milli Savunma Bakanlığı’nın tahsis ettiği arazi Vank Manastırı’nın (Papazın Evi) rekonstrüksiyonu şartı ile TOKİ’ye devredildi.
Gülhane Askerî Tıp Akademisi (GATA)’nın yeni hastane binası inşası için Milli Savunma Bakanlığı’na tahsisli Etlik’te konut ve iş merkezi yapımına uygun arazide bir kültür varlığının olması nedeniyle devreye Kültür ve Turizm Bakanlığı girdi. Arazi, Vank Manastırı’nın (Papazın Evi) rekonstrüksiyonu şartı ile TOKİ’ye devredildi.
GATA’ya yapılacak hastane projesine Vank Manastırı’nın rekonstrüksiyonu da eklendi. Projenin başlamasıyla eşzamanlı olarak Vank Manastırı'nın rekonstrüksiyonu da gerçekleştirilecek.”
denmekteydi...
Ancak, daha sonra verilen bir haberde de bahsi geçen kültür varlığının Vank Manastırı değil, ki zaten Vank Manastırı’nın bugünkü GATA’nın yerinde olduğu biliniyor, yıkılan ve bazı kalıntıları kalmış bir bağ evi olduğu ve bulunan fotoğraflarla da rekonstrüksiyonu yapılarak yeniden inşa edileceği açıklanmakta.
Bulunduğu söylenilen fotoğraf (?) |
Google Map’te T.C. İş Bankası Arşiv Deposu’nun solunda bir parçası görünen büyük inşaat alanı,
söz konusu GATA’nın yeni hastane inşaatının arazisi, görüldüğü gibi arazi bizim bağ evimize pek de uzak değil. Ortada bir de bekçinin bize söylemiş olduğu aklına takılınca insanın ve fotoğrafı da görünce sanki bizim bağ evimizin daha bir papaz evine benzediğini düşünmeden edemiyor insan.
Haydi hayırlısı, belki Projenin Müellifi Mehmet Emin Çevik de bu yazıyı okur ve onun da benim gibi biraz kafası karışır.
Kaynaklar:
1- “Ankara Kent Yazıları”, Yavuz İşcen, http://yavuziscen.blogspot.com.tr
2- Prof. Dr. E.Kadri UNAT'ın Gözünden Şefik KOLAYLI, Milliyet Gazetesi, 8 Şubat 1976
3- “Ankaram”, Şerif Erdoğdu, Alkan Matbaacılık Ltd. Şti/Ankara/1965
3- “Ankaram”, Şerif Erdoğdu, Alkan Matbaacılık Ltd. Şti/Ankara/1965
12 yorum:
LEVENT BEY MERHABA;
SİTENİZE ETLİĞİN ESKİ
FOTOĞRAFLARINI ARAŞTIRIKEN
RASLANTI ESERİ ULAŞTIM.BEN 1970
ANKARA DOĞUMLUYUM.BABAM
VETERİNER ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜNDEN
EMEKLİ OLDU VE BİZ UZUN YILLAR
ENSTİTÜ GİRİŞİNİN KARŞISINDAKİ
LOJMANDA KALDIK.YANİ BÜTÜN
ÇOCUKLUĞUM O BÖLGEDE GEÇTİ.SİZİN
YAZIDA BELİRTTİĞİNİZ EVİ ÇOK İYİ
HATIRLIYORUM HATTA YANLIŞ
HATIRLAMIYORSAM YAKININDA BİR
ÇEŞME VARDI VE BİZ ORADAN EVE SU
TAŞIRDIK.BU FOTOĞRAFLARI GÖRÜNCE
ESKİ ETLİĞİ BİR KEZ DAHA
HATIRLADIM.SİZDEN BİR RİCAM
VAR:GENEL OLARAK ETLİĞİN ÖZELDE
İSE ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ VE
ÇEVRESİNİN ESKİ FOTOĞRAFLAR
I VARSA VE BENİMLE PAYLAŞIRSANIZ
MEMNUN OLURUM.ŞİMDİDEN
TEŞEKKÜRLER.
BU ARADA BİR ÖNCEKİ MESAJDA MAİL
ADRESİMİ VERMEYİ UNUTMUŞUM:mesutdgn@hotmail.com
TEKRAR TEŞEKKÜRLER.
Levent bey yazıyı bir arkadaşımın uyarısıyla yeni gördüm. Orayı en kısa zamanda görüntüleyeceğim. Selamlar.
TARİHE IŞIK TUTTUĞUNUZ İÇİN
TEŞEKKÜRLER
Ne yazık ki Bizden Sonraki Nesiller
Sadece buraları İzleyerek GEÇMİŞE ait
Meraklarını giderecekler..
Çocukluğum ve de gençliğimin geçtiği yerler.anilarimtazelendi.tesekkürler..
Bu arada, İncirli, İncirli İlk okulu vardı.. Ankara nın tamamını görebilen bir konumda. ön bölümünde Kazım Karabekir Paşa nın köşkü vardı...
Şimdi yok,hatta arkasına sonradan yapılan bina da yıkıldı...!!!!
Ankara da doğup büyümüş biri olarak Ankaradaki şehirleşmenin birebir şahidi oldum.81 doğumluyum. Keçiören Kuyubaşında halamlar otururdu. Oturdukları ev köşk şeklinde bir bağ eviydi. koskocaman ağaçlarla dolu bir bahçesi vardı.bahçede kullanılmayan bir kuyu ve söylentilere göre eve açılan bir tübel vardı.o çevrede bildiğim öyle bir kaç konak daha vardı hatta bir tanesi oldukça ihtişamlıydı. iki katlı cumbalı o konakta bir çok güzel çocukluk anım var ve hala o ev rüyalarıma girer.evin ön kısmında bir süs havuzu vardı.öyle masalsı bir yerdi ki benim için...bir sürü dolap ve yüklük yeri vardı ve buralar gizemli ve geceleri korktuğum gündüzleri hoşuma giderek baktığım alanlardı.ev sonradan eklemelerle büyütülmüştü. asıl mekan bir salon ve üç odadan oluşuyordu.alt katına açılan servis kapısı şeklinde ufak bir kapı vardı.yaklaşık 25~27 yıl önce maalesef bu güzel bağ evi konağını yıktılar tüm bahçesini beton yığını evlerle doldurdular.gittiğimde tanıyamadım ve çok üzüldüm. nasıl bir anlayış geçmişin üzerine bu kadar kolay beton dökebilir. bir tarihçi olarak geçmişin bu kadar kolay silinmesi beni üzüyor.keşke bir zaman makinası olsa da o güzel anılarımın olduğu o konağa uzaktan da olsa bir anlığına bakabilsem...
Benim de çocukluğum keçiören kızlarpınarı cdesinde bir bağ evinde geçti bu bağ evi oldukça büyük bir bahçesi vardı ve büyük bir köşkü vardı siz bunu anlatınca benim aklıma ilk gelen yer burası oldu
Çocukluğum orada geçti mağara derdik oralara mağradan akan içme suyu vardı
Askeriyenin dibindeki tarihi binada oturan aile vardı binanın girişinde süs havuzu ve Aslan başı vardı aşağıdaki diğer bina arşivdi etrafında piknik yapardık Hıdırellez kutlardık mahallece’veterinerin üst taraflarında oturuyorduk okul yolumdu oralar şimdiki tarihi eser,antik yer merakım,doğa keşiflerimin buraların eseri kim bilir
Geçmişe götürüp hatırlamaya çalıştığım bu görüntüler için teşekkür ederim.
1955-60 arasında seyran bağlarının tepesinde teyzem ve eniştemin yanında kalarak okula giderken dahi oralarda bağ ve bağ evleri vardı. Her neyse, resimler ile desteklenmiş çok güzel bir belge olmuş çok teşekkür ederim.
Resimler ile birlikte çok güzel bir belge olmuş Çok teşekkür ederim Levent Bey.
Harika resimler ve bilgiler. Emeğinize çok teşekkürler.
Çocukluğum Gülhane Hastanesi arazisine komşu bir evde geçti. Gülhane arazisi içinde, Tokat Sokak’ın açı ile döndüğü noktanın bulunduğu yerin karşısında, bekçi ile korunan büyük bir köşk vardı. Sonra yıkıldı. O zamanlar burası için Kazım Karabekir’in evi derlerdi. Ancak Kazım Karabekir’i araştırdığımda böyle bir bilgiye rastlayamadım. Bu köşk hakkında bir bilginiz var mıdır? Çok teşekkür ederim
Yazınız ve detaylı fotoğraflarınız incelikli , özenli, dikkatli bir emeğin ürünü... size ve emeği geçen diğer arkadaşlarınıza teşekkürler.
Yorum Gönder