Sayfalar

26 Mart 2017 Pazar

26 MART; 96 YIL ÖNCE BUGÜN, MİMAR MUZAFFER BEY VEFAT ETMİŞTİ.

TARİHTEN BUGÜNE DÜŞEN NOTLAR:
26 MART 1921;

96 YIL ÖNCE BUGÜN,


37 yaşında felç geçirmesine rağmen, o vaziyette görevini tekerlekli sandalye ile şantiyeye giderek icra etmeye çalışacak kadar kendini mesleğine adamış olan

Mimar Muzaffer Bey

Konya’da en verimli çağında, 

40 yaşında vefat etmişti.

Mimar Muzaffer Bey
(1881-1921)
Ne yazık ki defnedildiği Şeyh Sadrettin Türbesi civarındaki Turgutoğlu Türbesi yanındaki kabri,
mezarlık kaldırılırken kaybolmuştu.

1881 yılında Posta Telgraf Nezareti Başkatibi Ramiz Bey ve eşi Saime Hanım’ın oğlu olarak İstanbul’da dünyaya gelen Muzaffer Bey, İptidaî ve Rüştiye öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra bir süre Halıcıoğlu’ndaki Hendese-i Mülkiye Mektebi’ne devam etmiş, derslerde resim ve desen konusundaki yeteneği ile hocalarından İnşaat Mühendisi Yusuf Razi (Bel) Bey*in dikkatini çekmişti. Onun yönlendirmesi ile hocası Yusuf Razi (Bel) Bey*in kardeşi Mimar Vedat (Tek) Bey’in bürosunda çalışmaya başlamış, burada mimarlık ve resim ile ilgili çalışmalar yapmıştı.

Mimar Vedat Tek (1873-1942)
Mimar Vedat Tek’in projesini çizdiği ve inşaasını da yürüttüğü İstanbul’daki en önemli eserlerinden Sirkeci’deki Posta ve Telgraf Nazırlığı Binası (Büyük Postane 1903-1909), yanındaki Hobyar Mescidi (1909) ve Sultanahmet’teki Defter-i Hakani (Tapu ve Kadastro-1908) binalarının yapımında görev almıştı. Bu çalışmaları sırasında Muzaffer Bey bir yandan da Kadastro Fen Heyeti’nde görev almış, Hendese-i Mülkiye Mektebi’nde Mimarlık Öğretmen yardımcısı olarak derslere girmişti.
Yusuf Razi (Bel) Bey
(1870-1949)

*Yusuf Razi (Bel) Bey; Mütareke yıllarında, 5 Aralık 1920-23 Şubat 1921 tarihleri arasında kısa bir süre İstanbul Belediye Başkanlığı da yapmış Galatasaray Lisesi’nden mezun olmuş ve Paris’te İnşaat Mühendisliği eğitimi almıştı.
Şair ve besteci Leyla Saz Hanım
(1850-1936)

Yusuf Razi (Bel) Bey, musikide ün yapmış, sözleri Türk Dil Kurumu’nun ilk Başkanı ve Mehmet Akif Ersoy ile 1072-1074 yılları arasında Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Türkçe’nin bilinen en eski sözlüğü “Dîvânü Lügati't Türk”ü Türkçeye çeviren, “Garip Akımı”nın kurucularından şair, oyun yazarı ve romancı Oktay Rifat’ın (1914-1988) babası Samih Rıfat (Yalnızgil)’e (1875-1932) ait “Yaslı gittim şen geldim, aç koynunu bel geldim...” dizesiyle başlayan ünlü Gelibolu Marşı’nın (sonradan Akdeniz Marşı olarak tanınmıştır), ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün sevdiği şarkıların başında gelen ve her fasıl programında da birkaç kez tekrarlattığı, sözleri şair Nigar’a ait “Mani Oluyor Halimi Takrire Hicabım” dizesiyle tanınan Hicazkâr şarkının bestecisi ve bestesi Hânende İbrâhim Uygun’a ait Hicaz makamında, ağır aksak usûldeki “Seni sevda çiçeğim, tac-ı serim” şarkısının güftekârı şair, yazar ve besteci Leyla Saz hanım ile Trabzon, Diyarbakır, Adana ve Bağdat valilikleri yapmış Giritli Sırrı Paşa’nın (1844-1895) oğludur.

Mimar Vedat Tek (1873-1942)
Yusuf Razi (Bel) Bey ayrıca, Birinci Milli Mimari Akımı’nın önde gelen isimlerinden Mimar Vedat Tek’in de kardeşiydi. 6 Temmuz 1915’te Enver Paşa’nın da isteği ile Ömer Seyfettin, Ahmet Yekta (Mardan), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Nazmi Ziya (Güran), ressam İbrahim Çallı, Orhan Seyfi (Orhon), Mehmet Emin (Yurdakul)’un de aralarında bulunduğu Türk yazar ve sanatçılarından oluşturulan bir heyet ile Çanakkale Cephesine de giden Yusuf Razi (Bel) Bey, savaştan önce yıllarca Fransa’da çıkan L’Illustration dergisinin Türkiye muhabirliğini yapmıştı.

Çanakkale Cephesine katılan Yazar ve sanatçılardan oluşan Heyet

Ayrıca Türklere olan sevgi ve ilgisiyle, Kurtuluş Savaşı sürecinde Mustafa Kemal’i destekleyen, bizzat kendisiyle tanışan ve her fırsatta ona hayranlığını dile getiren Fransız yazar Claude Farrère’in (Klodfarer) bir gün Recaizade Mahmut Ekrem’in oğlu gazeteci, yazar ve siyasetçi Ercüment Ekrem Talu’ya (1886-1956) “Ce petit bout d'homme est un monde!” (Bu küçücük adam bir âlem!) diyerek hayretini ve hayranlığını dile getirdiği Yusuf Razi (Bel) Bey, eski Kudüs Mutasarrıfı (Defterdarı) Cevdet Özoğul ile birlikte “Türk Seyyahin Cemiyeti”nin ilk kurucularındandır ve ilk tüzüğü 5 Kasım 1923’de İstanbul Vilayetince tasdik edilen bu kurum, günümüzün Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’dur.

30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz’in tahttan indirmesinden sonra önce Sultan V. Murad kısa bir süretahta oturtulmuş, sonra da onun ruh sağlığı uygun olmadığı için indirilerek yerine Meşrutiyeti ilan edeceği sözünü veren Sultan II. Abdülhamid tahta geçirilmişti. Sultan II. Abdülhamid’in 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’yi (Anayasa) ilan etmesiyle de Meşruti yönetime geçilmişti. Ancak bu çok uzun sürmemiş, Sultan II. Abdülhamid 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgisini bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı kapatmış ve Meşrutiyete son vermişti. 29 yıl askıda kaldıktan sonra, 23 Temmuz 1908’de Kanun-i Esasi’nin yeniden kabul edilmesiyle II. Meşrutiyet ilan edilmiş, hemen ardından da seçimlere gidilmişti. Seçimleri liberal görüşlü “Ahrar Fırkası”nın karşısında seçimlere katılan “İttihat ve Terakki” kazanmış, oluşturulan yeni Meclis-i Mebusan, 17 Aralık 1908’de çalışmalarına başlamıştı.



88 gün sonra, 13 Nisan 1909 günü, yönetime karşı büyük bir ayaklanma başlamıştı. Rumi takvime göre 31 Mart 1325’e denk gelmesi nedeniyle tarihimize “31 Mart Vakası” (İsyanı, Ayaklanması, Olayı veya hadisesi) olarak geçmişti. Askeri bir hareket olarak Taksim Topçu kışlasında başlayan olaylar, isyana dahil olan softaların propogandalarıyla dini bir hal almış, gerici bir ayaklanmaya dönüşmüştü. İsyanın ilk günü Hükümet istifa etmiş, isyancılar yedi gün süre ile İstanbul’a hakim olmuş, bir milletvekili, bir Nazır ve tesbit edilemeyen çok sayıda asker ve sivil hayatını kaybetmişti. Selanik’te bulunan 3. Ordu ve Edirne’de bulunan 2. Ordulara mensup askerlerin ve gönüllü Rumeli halkının katıldığı, Mustafa Kemal’in de Kurmay Başkanı olduğu “Hareket Ordusu” İstanbul’a gelmiş, üç gün süren çatışmalar sonucunda sıkıyönetim ilan edilmiş ve 27 Nisan 1909 Pazartesi günü 3. Ordu komutanı Mahmut Şevket Paşa, Saraya girerek denetimi ele geçirmişti. Ardından Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilmiş ve sürgüne gönderilmiş, yerine Sultan V. Mehmed Reşad tahta oturtulmuştu. İsyana katılanlar ve destekleyenler yargılanarak 70 kişi idam edilmiş, 420 kişi ise çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı.
Le Petit Journal’in 9 Mayıs 1909 tarihli yayınında,
Türkiye’deki olaylar başlığının altında Veliaht Reşad’ın
V. Mehmed olarak tahta geçtiğinin haberi.
Sultan V. Mehmed Reşad tahta geçtiği 10 Mayıs 1909 günü, Sultan Abdülhamid’in kullandığı Yıldız Sarayı yerine Dolmabahçe Sarayı’nı tercih etmişti. Ancak uzun yıllar kullanılmadığı için eskiyen ve bakımsız kalan Dolmabahçe Sarayı’nın ayrıntılı bir onarımdan geçirilmesi, bütün odaların, bodrum katı dahil olmak üzere tamir edilip uygun hale getirilmesi gerekiyordu. Bu nedenle Sultan V. Mehmed Reşad’ın ilk icraatlarından biri bu işlerin altından kalkabilecek Mimar Vedat Bey’i Sermimar-ı Hassa (Saray Başmimarı) olarak atamak olmuştu. Daha sonra Sermimar-ı Hassa Vedat Bey’in tavsiyesiyle de Mimar Muzaffer Bey Posta ve Telgraf Nazırlığı mimarlığına getirilmişti. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya’dan getirttiği postane binaları projeleri üzerinde çalışmış, belirli posta merkezlerine göre çeşitli seri projeler geliştirmiş ancak uygulamalarını görememişti.

31 Mart Vakası sırasında II. Meşrutiyet uruna hayatlarını kaybeden Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve 68 er, toplamda 71 asker, isyanın bastırılmasından sonra “Hürriyet Şehidi” ilan edilmişler, 26 Nisan’da düzenlenen büyük bir cenaze töreniyle de Kağıthane vadisine hakim, Şişli’deki yüksek bir tepeye defnedilmişlerdi. Sultan II. Mehmed’in İstanbul’u kuşatması sırasında otağını kurduğu rivayet edilen yerlerden birisi olan bu tepeye bu olaydan sonra “Hürriyet-i Ebediye Tepesi” adı verilmişti. Ardından Sultan V. Mehmed Reşad Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Şehitlerinin anısını ölümsüzleştirecek bir anıt yapılmasına karar vermiş, himayesinde bir “Abide-i Hürriyet” komisyonu kurulmuş ve komisyon tarafından abide için bir mimari yarışma düzenlenmişti.

Yarışmaya, Konstantin Kiryadiki Efendi, Mimar Vedat (Tek) Bey, Mimar Kemalettin Bey, Alexandre Vallaury gibi o devrin önde gelen mimarlarının yanısıra, genç mimar Muzaffer Bey de katılmış ve yapmış olduğu proje ile birinciliği 
kazanmıştı.
Âbidenin yapılması münasebetiyle altın ve gümüş olarak bastırılan,
bir yüzünde Sultan Mehmed Reşad’ın tuğrası ile âbidenin resmi,
diğer yüzünde “Târîh-i İstirdâd-ı Hürriyyet, 10 Temmuz 1324” ve
“Timsâl-i Meşrûtiyyet, 11 Temmuz 1325” yazıları bulunan madalya.
Abide’nin yapımı için gereken maddi tutar halkın gönüllü bağışlarıyla elde edilmiş, II. Meşrutiyet’in birinci yıldönümü olan 23 Temmuz 1909 Perşembe günü yapılan İyd-Millî* kutlamaları sırasında, Sultan V. Mehmed Reşad’ın
“...değil bir taş koymak mümkün olsa idi de bu abideyi kendi başıma inşâ etse idim yine de şühedânın hakkını tamamen edâ edemezdim.” sözleriyle temel atılmıştı.
(Tanin Gazetesi, No:321, 12 Temmuz 1325)
35. Osmanlı Padişahı
Sultan V. Mehmed Reşad
(1844-1918)

* İyd-Millî: Osmanlı İmparatorluğu’nda kutlanan ilk ve tek milli bayram. 1909 yılından itibaren II. Meşrutiyetin kurulduğu tarih olan 23 Temmuz günü kutlanmaya başlanmış olan bu Milli Bayram, 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına rağmen 1934 yılına kadar kutlanmış, 27 Mayıs 1935 tarihinde kabul edilen bir kanun ile kaldırılmıştı. 
İki yıl sonra, II. Meşrutiyet’in üçüncü yıldönümü olan 23 Temmuz 1911 Cumartesi günü, İyd-Millî kutlamaları sırasında bazı hanedan üyelerinin, askeri ve mülki erkanın huzurunda Bakanlar Kurulu tarafından abidenin açılışı yapılmış, açılışta Harbiye Nazırı Enver Paşa ile seryaveri hazır bulunmuştu. Abidenin açılışı sırasında mimar Muzaffer Bey Sanayi Madalyası ile ödüllendirilmişti.
Sanayi İftihar ve Liyakat Madalyası
Muzaffer Bey, İstanbul’da Osmanlı döneminde inşa edilmiş ilk Ulusal Anıt olan bu abideyi yerden yükseltilmiş üçgen planlı mermer bir kaide üzerinde dikilmiş bir top namlusu şeklinde tasarlamış, Klasik Osmanlı mimarisinin geliştirilmiş mimari elemanları ve bezeme motiflerinden yararlanmış, geçmiş ile yaşadığı çağ arasında bir bağlantı kurmaya çalışmıştı. O yıllarda büyük beğeni toplayan anıt, devre egemen olan Neo-Klasik / Birinci Ulusal Mimari Akımı’nın, başarılı bir örneği olarak ünlenmişti.

Muzaffer Bey, Abide-i Hürriyet Anıtının sadece projesini çizmekle kalmamış, uygulamanın son noktasına kadar anıtın bütününde çalışmalara bilfiil katılmıştı.


Mimar Muzaffer Bey’in tasarımı biçim olarak üçgenin ve onunla bağlantılı altıgenin kullanılması ile geometrik bir örgüye büründürülmüştü. Abide, köşeleri pahlanmış bir eşkenar üçgen plato üzerine oturtulmuştu. Pahlanmış köşelerden üç geniş merdiven ile üçgen biçimindeki zemine ulaşılmaktaydı. Anıtın yapımında çeşitli taş malzeme kullanılmıştı. Top namlusunun oturduğu kaide de üçgen biçiminde, köşeleri kesilmiş, altıgene dönüştürülmüş ve bu dar köşelere top güllesi misali, büyük pembe renkli cilalı taştan birer küre yerleştirilmişti.




















Altıgen gövdede mukarnasların yardımıyla bir daire oluşturulmuş ve burada prizmatik üçgen geçiş şeridinden yararlanılarak daha da dar bir ikinci halkaya ulaşılmış, bunun üzerine de yuvarlak namlu biçimindeki anıtın ana gövdesi olan top namlusu oturtulmuştur.

Reşad Ekrem Koçu gazetedeki “Günün ışığında Tarih” başlıklı sütununda “Abide-i Hürriyet” başlıklı makalesinde;
Ehram şeklindeki bir kaidenin üzerine istalaktitli bir mermer çember konmuş, onun üzerine de yine mermerden örme olan top namlusu inşâ edilmiştir. Namlunun gün doğusu tarafında bir cankurtaran simidi, bir gemi çapası, süngüleri takılmış on tane tüfek ve bir Türk bayrağından mürekkep tunçtan bir plâk vardır.” diye yazmıştı. 



Bu gövdenin üzerine süngülü tüfekler, kılıçlar, cankurtaran simidi, bayrak, askeri figürler metal döküm olarak yerleştirilmişti.
Alttaki üçgenin kenarlarının ortasına da alt mahzendeki namazgahı aydınlatan pencereler bulunmaktadır. Çiçek motifleriyle süslü kesik piramit şeklindeki asıl kaidenin üç yüzündeki altıgen mühürler içerisine burada yatan 71 kişinin isimleri işlenmişti.








Gövdenin ön yüzünde Sultan V. Mehmed Reşad’ın tuğrası, diğerlerinde de “Tarih-i İstirdâd-ı Meşrutiyet, 12 Temmuz 1325” yazan kitabeler yerleştirilmiştir. Kaidenin üzerinde stalaktitlerle bezeli bir kasnak ve onun da üzerinde örme taştan bir top namlusu yer alır.













Abidenin altına doğu yönünde, üzerinde “Makber-i Şüheda-ı Hürriyet” kitabesi yazılı kemerli bir kapıdan geçilerek 18 basamakla inilen yine üçgen planlı bir mahzen (kripta) vardır. Abidenin tüm ağırlığını köşelere taştan örülü üç fil ayağı ve bunlar arasına atılmış üç kemer taşır. Kemerlerin üzerinde mermer plakalara hâkedilmiş kitabe şeritleri yer alır. Anıtın altında yer alan bu mahzen üçgen biçiminde bir namazgâhtır ve güneydoğu köşesine mermer bir mihrap yerleştirilmiştir.
Reşad Ekrem Koçu gazetedeki “Günün ışığında Tarih” başlıklı sütununda “Abide-i Hürriyet Mescidi” başlıklı makalesinde;
... Kapı kanatları oymalı tunçtandır. Âbide-i Hürriyet mescidinin mihrabı giriliş istikametine nazaran sol köşeye raslar. Âbidede medfun şehidlerin lâhidleri bu mihrab duvarının içindedir. Âbidenin bütün ağırlığı, üç tane gayet kalın fil ayağı ile bunların arasına atılmış üç kemer üzerine oturtulmuştur. Bu kemerlerin ortasına tutturulmuş renkli camlardan bir kubbeciğe bir âvize asılmıştır. Câmilerin içine yazılması mûtâd âyetler mermer plâklar üzerine oyularak duvarlarla üç fil ayağının ortaya bakan yüzlerine konulmuştur. Mescidin içindeki yazılar Mızıka-i Hümâyûn İmamı Hattat Hacı Hasan Sabri Efendinin kaleminden çıkmıştır. Hâlen yağışlı günlerde içini su bastığı için döşemeleri kaldırılmıştır.” diye yazmıştır.





Kriptanın üzeri rumi motifli, renkli camlı bir vitray kubbe ile örtülmüş, ortasına da büyük bir avize yerleştirilmişti. Anıtın çevresi geniş bir parmaklıkla çevrilidir.










Sonraki yıllarda anıt ve parmaklıklarla çevrili alan, II. Meşrutiyet ile İttihat ve Terakki Hareketinin önde gelenlerinin defnedildiği bir anıt mezarlığa, şehitliğe dönüştürülmüştü.
Mahmud Şevket Paşa
(1856-1913)





31 Mart Vakası sırasında Hareket Ordusu’nun başında İstanbul’a gelen Mahmud Şevket Paşa, 27 Nisan 1909’da saraya giderek Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde rol oynamış, daha sonra tahta çıkan Sultan V. Mehmet Reşad’ın saltanatında 23 Ocak 1913’te Sadrazamlığa atanmış, 11 Haziran 1913 günü Beyazıt Meydanı’nda makam otomobilinin içindeyken uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülmüş naaşı 31 Mart Şehitleri anısına inşaa edilmiş olan Şişli Abide-i Hürriyet anıtının bulunduğu Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne abidenin 40 metre kuzeybatısına defnedilmişti. O senenin sonuna gelmeden de projesi Evkaf Nezareti Başmimarı Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılan türbe inşaa edilmişti.
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’ya düzenlenen suikast sırasında içinde bulunduğu otomobil, üniforması, öldürülen yaverlerinin kıyafetleri ve Suikastçıların (Yüzbaşı kazım, Topal Tevfik ve Çerkez Mehmet) fotoğrafları ve kullandıkları silahlar İstanbul Harbiye’deki Askeri Müze’de sergilenmektedir.

Mahmud Şevket Paşa Türbesi; kare planlı yüksek bir zemin üzerinde, iki sütun ve iki ayağın üzerine yerleştirilen dört sivri kemerin taşıdığı çift cidarlı kubbeye sahip, kesme taş ve mermer malzeme kullanılarak inşaa edilmiş baldaken* bir türbedir. Türbe zeminden 1,65 metre yükseltilmiş ve zeminin altına bir mezar odası yerleştirilmiştir. Projede olmasına rağmen kuzey cepheden bu mezar odasına yapılması düşünülen giriş yapılmamış, bu bölümde mezar odasının varlığının anlaşılabileceği küçük (aydınlatma gibi) açıklıklar da bırakılmamıştır. Ana mekanın kubbe altında Mahmud Şevket Paşa’ya ait mermer lahit (sanduka) bulunur. Sandukanın üzeri, örtü şeklinde işlenmiştir. Bu şekilde türbe içerisinde sanduka örtülerine benzer bir şekilde mermerin işlenmesi yeni ve benzersiz bir uygulamadır. Türbenin arka cephesinde uzun bir kitabe kuşağı yer almaktadır. Sütun başlıkları ve ayaklar üzerindeki sivri kemerlerle aynı şekilde yapılan kubbe yapının abidevi bir görünüme sahip olmasını sağlar. İçeride kubbeye geçişler pandantiflerle sağlanmıştır. Ulusal Mimarlık Dönemi’nde Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılan türbe dönemin hemen bütün özelliklerini taşımaktadır.


*baldaken: Mimarlıkta bir Altar ya da kabrin üzerini örten, kolonlarla taşınan, mekanı sınırlayan duvarlardan bağımsız, sundurma biçimli örtüye denir ve sayeban ya da sayapan da denir.

















Sevgili dostum Ahmet Soyak’ın katkılarıyla, Mahmud Şevket Paşa Türbesi, 15.08.2014
https://www.youtube.com/watch?v=DRvZBvVGnFE


Fausto Zonaro’nun fırçasından Mahmud Şevket Paşa
Bu alana daha sonra defnedilmiş diğer kişiler:
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa (1856-1913) birlikte şehit edilen koruması Kazım Ağa
ve Yaveri İbrahim Efendi, (1884-1947)


Sadrazam Mithat Paşa (1822-1884)

(Ölümü ve ilk defni:Taif,

Taif’den getirilerek yeniden defni: 26 Haziran 1951)
Abide-i Hürriyet, Mahmut Şevket Paşa Türbesi ve Mithat Paşa Kabri Vaziyet Planı







Abide-i Hürriyet ve sağda Mithat Paşa Anıt Mezarı
Mithat Paşa Anıt Mezarı için 1951 yılında TC. Ziraat Bankası bir yarışma düzenlemiş, katılan 81 projeden 45’i ilk elemede, 27’si ikinci elemede ve son olarak da 2 si üçüncü elemede çıkartılmış, geriye kalan 7 proje içinden mimar Muhlis Türkmen, mimar Muhteşem Giray, mimar Ekrem Ökeren ve Heykeltraş Nusret Suman’a ait 76 sıra no’lu proje “Hürriyet anıtına müteveaccih mütevazi ve sakin rölyefli iki duvarın vakur ifadesi, yerine çok uygun bulunarak birinci mükafata layık görülmüştür” denilerek Birinci seçilmişti.      
Birinci seçilen Mithat Paşa Anıt Mezarı Projesi 1952 yılında inşaa edilmişti.
Mithat Paşa Anıtı, Abide-i Hürriyet’e yönelmiş birbirine paralel dış satıhları rölyefli iki duvar ve bunların arasına yerleştirilmiş alçak bir platformdan oluşmaktadır. Duvar ve döşemeler Şile, Lahit kapağı ise yekpare yeşil Çanakkale taşındandır.


Mithat Paşa Anıtı’nın iki duvarından birinin dış yüzeyindeki kabartma rölyef.
Rölyefler Ankara’daki Hitit Güneşi anıtını da yapmış olan heykeltraş Nusret Suman (1905-1978) tarafından yapılmıştır.






Harbiye Nazırı Enver Paşa (1881-1922)
(Ölümü ve ilk defni: Çeğen/Tacikistan,
yeniden defni: 4 Ağustos 1996)
Sadrazam Talat Paşa (1874-1921)
(Ölümü ve ilk defni: Berlin,
yeniden defni: 25 Şubat 1943)
Milletvekili Eyüp Sabri Akgöl(1884-1953)
Milletvekili Mithat Şükrü Bleda (1874-1956)
Milletvekili Atıf Kamçıl (1880-1947)

İsmail Enver Paşa
(1881-1922)
İttihat ve Terakki’nin kurucu ve önde gelen liderlerinden ve 1914’te Padişah Abdülmecid’in Şehzade Süleyman’dan olan torunu Naciye Sultan ile evlenerek Osmanlı Hanedanına damat olan Enver Paşa, Ekim 1921’de Orta Asya Müslümanlarını, sömürgeci İngilizlere karşı birleştirme ve bir İslam birliği kurma niyetiyle Batum’dan Buhara’ya giden Enver Paşa, İslam Devleti’ni kurmak için büyük uğraşlarda bulunmuştu. Şubat 1922’de topladığı Basmacı birlikleri ile Sovyet birlikleri ile savaşan Enver Paşa, 28 Haziran 1922’de Kafiran Savaşı’nı kaybettikten sonra dağlara çekilmek zorunda kalmış, 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Bolşevikler ile yapılan bir çarpışma sırasında üzerine düşen bir havan topu mermisiyle hayatını kaybetmiş, naaşı Başkent Duşanbe’nin 200 km doğusundaki Belçivan kentine bağlı Obtar köyünde defnedilmişti. Eylül 1995’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Tacikistan ziyareti sırasında yaptığı temaslar neticesinde, uzman ve bilim adamlarından oluşturulan 8 kişilik bir heyet 30 Temmuz 1996’da kabri açmış, diş yapısından Enver Paşa’ya ait olduğu tesbit edilen naaş, 3 Ağustos 1996’da İstanbul’a getirilmiş, ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996’da da Abide-i Hürriyet Şehitliğinde Mehmed Talat Paşa’nın yanındaki mezara defnedilmişti.
Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kabri
Mehmed Talât Paşa, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurucu lideri ve İttihat ve Terakki’nin kurucu ve önde gelen liderlerindendir. 1908 ihtilâlinin hazırlanmasında önemli rol oynamış, 1908-1918 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin siyasetine yön veren en önemli aktörlerden birisi olmuştu. 1917’de Dahiliye Nazırlığı yapan Mehmed Talât Paşa, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinde ve Ermeni Tehciri’nde Enver Paşa ve Cemal Paşa ile etkin rol oynamış, I. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinden sonra İngilizlerin İttihat ve Terakki üyeleri hakkında yakalatma emri çıkarması üzerine, partili arkadaşları Cemal ve Enver Paşalarla birlikte bir Alman torpidosuyla ülkeyi terk etmiş, önce Odessa’ya oradan da Berlin’e geçmişlerdi.
Mehmed Talât Paşa,15 Mart 1921’de gündüz vakti, Berlin’in Charlottensurg semtinde Hardenbergstrasse Caddesinde oturduğu evin önünde, 1915 Haziran’ında annesi, üç kız kardeşi, kız kardeşinin kocası ve iki yaşındaki yeğeni ile birlikte tehcir edilmiş ve Ermeni Devrimci Federasyonuna katılmış olan Erzincan doğumlu Soğomon Tehliryan (1897-1960) adında bir Ermeni tarafından ensesinden vurularak öldürülmüştü. Soğomon Tehliryan, bu suikastından önce Osmanlı Ordusu’nda askeri doktor olan ağabeyini ve yengesini de vurarak öldürmüştü. Cinayeti işlediğini itiraf den Tehliryan Alman Mahkemelerinde 3 avukatın savunmasıyla 2 günlük bir yargılamadan sonra, tehcirden dolayı geçirdiği travma ve cinnet gerekçesiyle suçsuz bulunarak beraat etmişti.  
Mehmed Talât Paşa (1874-1921)    
Mehmed Talât Paşa’nın naaşı Berlin’de Türk Mezarlığına defnedilmişti. 1926 yılında T.B.M.M’de kabul edilen bir kanun ile Mehmed Talât Paşa’nın ailesine bir ev tahsis edilmiş ve ayrıca şehit aylığı bağlanmıştı. 1943 yılında alınan bir Bakanlar Kurulu kararıyla da naaşı Berlin’den Türkiye’ye taşınmış ve 25 Şubat 1943’te Abide-i Hürriyet Şehitliğine defnedilmişti.

Sadrazam Talat Paşa’nın kabri
Milletvekili Atıf Kamçıl’ın kabri
Milletvekili Mithat Şükrü Bleda’nın kabri
Milletvekili Mithat Eyüp Sabri Akgöl’ün kabri



Abide-i Hürriyet anıtının bulunduğu Hürriyet-i Ebediyye Tepesi, oldukça büyük bir alana sahipti ve Park olarak şehre nefes alacak bir alan sağlamaktaydı. Bugün ne yazık ki neredeyse tüm alanın yarısından fazlasının üzerine Avrupa Yakası Adliye Sarayı inşaa edilerek Hürriyet-i Ebeddiyye Tepesi, Abide-i Hürriyet Anıtı ve diğer kabristanlar yeni yapılan bu dev boyutlu yapının ağır kütlesi altında ezilmektedir.

Dün-Bugün






Anıtın stilize edilmiş olan silüeti günümüzde

Şişli Belediyesi ambleminde yer alır.


Sevgili Ankaralı dostum Ahmet Soyak, yine bir güzellik yaptı; 15.08.2014 tarihinde çekmiş olduğu bir videoyu benimle paylaştı. Özellikle kimselere pek kısmet olmayacak birşey, Abide-i Hürriyet’in altındaki kriptayı izlemeyebilmek.
Bu katkısı nedeniyle her zaman yardımlarını benden esirgemeyen dostuma, bu vesile ile bir kez daha teşekkürü borç bilirim.

Abide-i Hürriyet Anıtı (15.08.2014)


...

1914 yılında Osmanlı Hükümeti İngiltere’ye Para, Kıymetli kağıt ve Pul basan Bradbury Wilkinson & Company şirketiyle Osmanlı Posta Nezareti için bir seri pul basılması için sözleşme imzalamıştı. Posta ve Telgraf Nazırı, Ermeni asıllı Oskan (Mardikyan) Efendi Londra’da bastırılması kararlaştırılmış olan bu posta pullarının grafik düzenlemelerini hazırlama işini Mimar Muzaffer Bey’e vermişti. Muzaffer Bey  pulların üzerindeki grafikleri hazırlarken geleneksel motiflerden ve çini desenlerinden hareketle süsleme ve nakışları oluşturmuştu. 
Oskan Mardikyan EfendiPosta ve Telgraf Nazırı
(Haziran 1913 - Kasım 1914)
1. Londra serisi adı verilen bu seri için Osmanlı Savaş gemisi Hamidiye Zırhlısı’nı gösteren 2 adedi dışında, Kız Kulesi, Fener Bahçesi, Rumelihisarı, Süleymaniye Camii, Abide-i Hürriyet, Sultanahmet Camii, Yeni Cami, Sultan Ahmet Çeşmesi, Beyazıt Harbiye Nezareti (Daire-i Umur-ı Askeriyye), Küçüksu Köprüsü ve Küçüksu Kasrı, Sultan Ahmet Camii, Dikilitaş, Çemberlitaş, Yedikule gibi İstanbul ve çevresinin mimari yapıtlarını ve manzaralar fotoğraflardan yararlanılarak hazırlanmış, çerçeveleri ve diğer bezemeleri, desinatör olarak Mimar Muzaffer Bey tarafından, yazı ve hatlar ise Hattat Mehmet Bey tarafından hazırlanmıştı. Bu 1. Londra serisinde İstanbul manzaraları ve Türkiye’den mimari eserler dışında bir de Sultan V. Mehmed Reşad’ın portresinin olduğu tek bir pul da yer almıştı. Pullar, basım için gönderildikleri Londra’da gerçek bir sanatçı işi ve birer sanat yapıtı olarak değerlendirilmiş ve büyük beğeni kazanmışlardı.

14 Ocak 1914’te Londra’da hatıra anlamında basılan bu ilk Posta Pulu Serisinde kullanılan kağıdın kalınlığı ve kalitesi o günkü dünya pulları kalitesindeydi.


Ancak aynı yıl içerisinde Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, pulların üretimini ve yapılan sözleşmeyi de etkilenmişti. Hazırlanan gravür baskı plakaları İngiltere’de kalmıştı.1918 yılında Bağdat ve Irak’ın büyük bir bölümünü işgal eden İngiltere, kontrolü altındaki topraklarda sivil bir posta servisi kurmuş, Bradbury Wilkinson & Company Limited’in elinde kalan Osmanlı Pulları üzerine “Iraq in British Occupation” şeklinde siyah ile ek bir baskı yapılarak pullar Irak’a gönderilmişti.



Aynı pullar 1920’de ilk tasarımlardan daha farklı renklerde yine Bradbury Wilkinson & Company Limited tarafından basılarak Osmanlı Posta İdaresinin kullanımına sunulmuştu.

Bu seri pulların üzerindeki bezemelerde, Mimar Muzaffer Bey geleneksel Osmanlı motiflerinden, Çini desenlerinden, Osmanlı süsleme sanatlarından fazlasıyla yararlanmış, mimari eserlerin ve manzaraların desenleri hazırlanırken ise çoğunlukla önceki yıllarda Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Albümleri için çekilmiş fotoğraflarından yararlanılmıştı.

Abide-i Hürriyet’in yapımından sonra Mimar Muzaffer Bey, Posta ve Telgraf Nezareti mimarlığı görevinden ayrılmış, Konya Valisi Hüsnü Bey’in çağrısıyla 1914 yılında Konya’ya gelmişti. Konya Vilayeti Başmimarı olarak görev yaptığı süre içerisinde Mimar Muzaffer Bey, öncelikle bir kısmı başlanmış yapılar için gerekli koşulların var olmadığını tesbit ederek, büyük çabalar ve zorluklarla Konya’da yerli işçi ve usta yetiştirmeye çalışmış ve kısa zamanda da belirli bir düzeye eriştirmişti. Mimar Muzaffer Bey çalışmaları başlamış olan Dârü’l Muallimîn (Erkek Öğretmen Okulu) inşaatını 1917 yılında tamamladıktan sonra daha önce temelleri atılmış olan Dârü’l Muallimât’ın (Kız Öğretmen Okulu) yapımına girişmişti.
Eski bir fotoğrafta Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın veziri olan İhtiyareddin Hasan Hoca (1176-1188) tarafından inşaa ettirilen XII. yüzyıl Camii, arkasında Dârü’l Muallimîn Binası.
1997 yılından bu yana Konya Lisesi olarak hizmet veren ve günümüzde de aynı isimle hizmet vermekte  olan Mimar Muzaffer Bey’in eseri olan bina 1923-34 yılları arasında Dârü’l Muallimîn (Erkek Öğretmen Okulu), 1934-1972 yılları arasında Konya İdadisi, 1977-1997 yılları arasında Gazi Lisesi olarak hizmet vermişti.  
İhtiyareddin Hasan Hoca Camii, 2013


Mimar Muzaffer Bey’in 1917’de inşaatını
bitirdiği Dârü’l Muallimîn binasının ilk öğrencileri Askeri Rüştiye öğrencileri olmuş, 1923-24 yılları arasında Dârü’l Muallimîn, 1934-72 arası Konya İdâdîsi, 1972-77 yılları arasında Gazi Lisesi ve 1997’den beri de Konya Lisesi olarak eğitim ve öğretime hizmet etmiştir.
Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden
Dârü’l Muallimîn binası, Mondros Mütarekesi sonrasında (1918) kısa bir süre İngiliz karargahı olarak kullanılmıştı. Daha sonra 24 Nisan 1919’da Konya İstasyonundan başlayan İtalyan işgalinde, 28 Kasım 1918’de Konya Valiliği’ne atanan ancak işgalden önce 4 Mart 1919’da kurulan Damat Ferit Paşa Hükümeti’ne 7 Mart’ta Dahiliye Nazırı olarak atanıp Konya’dan İstanbul’a giden, Ermeni yanlısı olduğu için Artin Cemal diye anılan, Cemal Keşmir emriyle, Dârü’l Muallimîn binası boşalttırmış ve İtalyan askerleri binaya yerleşmiş, okul İtalyan işgal kuvvetlerinin karargahı olarak kullanılmıştı.

Dârü’l Muallimîn binasının düşman askerlerine terk edilmesi, öğretmenleri ve öğrencileri çok üzmüş, göz yaşları içinde okuldan ayrılmalarına sebep olmuştu. O gün mektebin eşyalarının bahçeye taşınması sırasında Müdür Eşref Bey, bir hademeyi çağırarak: 
“Oğlum, git bak. Unutulmuş bir şey var mı?” demiş, hademe dolaştıktan sonra dönüp,
“Efendim. Talebeden Topal Ali efendi içerde,
bir türlü çıkmıyor…” 
“Neden ?..” diyen müdüre 
“Bilmiyorum” diye cevap vermişti. 
Müdür Eşref Bey, hayretle binaya girmiş, giriş kapısına geldiğinde Ali’yi ellerinde taş, rengi uçmuş, gözleri yerinden fırlamış bir halde bulmuş,
 “Oğlum burada ne yapıyorsun ?”
diye sorduğunda da 
“Affet Müdür Bey, Mektebimin İtalyanlara verilmesine tahammül edemiyorum” 
cevabını almış,
Eşref Bey’in gözleri yaşarmış ve;
“Oğlum, hissiyatını takdir ederim. Ama elden bir şey gelmiyor. Hem, elindeki taşlar nedir?” 
diye korkarak sormuştu. Talebe Ali Efendi;
“Taşlar mı ? Şey efendim...
Buraya ilk adımını atan İtalyanın…” 
diye cevap vermiş ardından talebe Topal Ali Efendi zorlukla ikna edilip, okuldan çıkartılabilmişti.

14 Mart 1920 günü, Konya Öğüt Gazetesi,
“İtalyanlar Konya’dan çekiliyor.”
diye çıkarak Konya halkına müjdeyi vermişti.
Gazi Lisesi önünde Atlı tramvay ve Konya’nın simgesi Fayton


Anadolu-Bağdat Demiryolu’nun 1895’de Konya’ya ulaşması ve 1896 yılında trenin çalışmaya başlamasıyla şehir merkezinden İstasyona ulaşımda zorluk yaşanmaya başlamış, bir ulaşım aracına duyulan ihtiyacı karşılamak üzere de, artık elektrikli tramvayların sefere konulduğu Selanik’deki atlı tramvaylar Konya’ya naklettirilmişti.

Konya’ya Atlı Tramvay ilk olarak 1917 yılında Belediye Başkanı Mehmet Muhlis Koner (1886-1957) tarafından Selanik’ten sökülerek getirilmişti. Yazlık ve kışlık olarak iki çeşit olan atlı tramvayların kışlıklarının ikisi kırmızı, ikisi yeşil biri de sarı renliydi. Bu tramvaylarda İstanbul’da olduğu gibi birinci ve ikinci mevki bulunmuyordu. Oldukça yavaş ilerleyen atlı tramvayların gün geçtikçe yolcu sayısı azalmış, Otomobilciler Şirketi’nin protesto ettiği ve iki adet küçük otobüs getirerek İstasyondan Hükümet Meydanına seferlere başlayarak rekabete girmesi üzerine de 1924 yılında dönemin Belediye Başkanı İzzet Bey tarafından hizmetten kaldırılmıştı. Tramvaylar hurdaya ayrılmış, sökülen raylar da eritilerek elektrik direği olarak kullanılmışlardı.
 

Dârü’l Muallimîn yığma tekniğiyle inşaa edilen binasında inşaat malzemesi olarak Sille ve Gödene taşı kullanılmıştı. Sille taşı Sille yöresinde çıkan Volkanit ve Andezit özellikleri taşıyan bir taş çeşididir ve 2000 derece kadar ısıya dayanıklı olması nedeniyle tuğla ve kiremit fabrikalarında ayrıca kireç ocaklarının fırın yapımında da kullanılır. Konya’da Cami gibi bir çok anıtsal yapıda kullanılmıştır. Gödene taşı da Konya’nın 17 km. güneyinde Meram ilçesine bağlı Gödene (Dikmeli) ve Hatıp da bulunan ve antik çağlardan beri mimaride kullanılan önemli bir yapı taşıdır. Bu farklı renklerdeki taşlar, değişik bir süsleme unsuru olmuştur. Özellikle ön cephede 150 metre mesafeyle binanın ana kütlesinden öne çıkartılan dersliklerin olduğu iki kütlenin kenarlarında kullanılan açık renkli Gödene taşıyla düşey bant etkisi yaratılmış ve yapıya dengeli bir canlılık kazandırılmıştır.

Binanın cephelerinde her kattaki pencerelerde farklı kemer yapıları kullanılmıştır.

Oldukça belirgin bir şekilde taşkın olarak yapılan yapının saçakları geometrik desenli, kartuşlu, gülbezek motiflidir.


Bina bodrum da dahil olmak üzere dört katlı olarak yapılmış, çatı arası sonradan kullanıma dahil edilmişti. Yapı ortadan korudorlu olup, tüm derslikler bu geniş koridora açılmaktadır.

Cephelerde oldukça az olarak, ancak etkili bir biçimde kullanılan geleneksel motifli düşey çiniler, kat aralarını belirginleştiren ince yatay çini bantları binaya önemli bir özellik katmaktadır.

Dârü’l Muallimîn binasının girişi güneybatı köşesindedir ve sütunlu ve kemerli, mukarnaslı sütun başlığı ile oldukça dikkat çekicidir.

Giriş kapısının solundaki pencerenin üzerindeki küçük kartuşun içerisinde
“Mimar Muzaffer 1333” yazar.


Dârü’l Muallimîn binasının kuzeydoğu ve güneybatı uçlarındaki merdiven kovaları ve holler simetrik olarak düzenlenmiştir ve yapının dışında ayrı bir kule olarak farkedilirler.





3.2.1929 tarihli bir fotoğrafta, 1924 yılında açılan,
Konya Dârü’l Muallimât (Kız Öğretmen) Mektebi
Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden
 Mimar Muzaffer Bey daha önce temelleri atılmış ancak yarım bırakılmış Dârü’l Muallimât inşaatına 1917 yılında başlamış ancak 1921 yılında vefatı nedeniyle yarım kalan inşaatın tamamlanması ve 1924’te öğretime açılabilmesi yine Muzaffer Bey’in yetiştirdiği yardımcısı Mimar Falih (Ülkü)’nün çalışmaları ile mümkün olabilmişti.
Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden

Muzaffer Bey, diğer yapılarında olduğu gibi bu inşaatta da en küçük ayrıntıya kadar çizimlerini tamamlamış, ölümüne kadar da 1918 yılında, 37 yaşında felç geçirmiş olmasına rağmen tekerlekli sandalye ile gelip giderek uygulamanın başında bulunmuştu. 1924 yılında inşaatı biten okul 1925 yılında eğitim ve öğretime açılmıştı.
Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden


Doğu Batı aksında T planlı olarak tasarlanmış olan yapı, Bodrum dahil üç katlıdır. Yapının inşaa edildiği arazideki eğim nedeniyle doğan ön ve arka bahçe arasındaki 75 cm’lik kod farkını Muzaffer Bey iyi değerlendirmiş, yapıyı zeminden önde 150, arkada ise dolayısıyla 225 cm yükseltmiş olmasıyla bodrumun bolca ışık almasını sağlamıştı. Yapının belki de en ilginç detayı kat yüksekliklerinde görülen farklardadır. Bodrum kat 3.30 cm. Zemin kat 4.75 cm. birinci kat ise 4.50 cm. yüksekliğindedir. Yapının cephesi beyaz Gödene ve kırmızımtrak renkli Sille taşlarıyla almaşık düzende yapılmış, sepet kulplu kemerli girişi ve giriş üzerindeki balkon ve yüksek alınlığı ile girişe vurgu sağlanmıştı. 1930’larda genişletilmek istenmiş, sağına ve soluna iki bina daha eklenmişti.
Yapının inşaası sırasında döşemeleri ahşap yapılmışken, zemin kat döşemesi 1958 yılında, birinci kat döşemesi ise 1959 yılında betonarmeye dönüştürülmüştü. O nedenle bugün yapının döşemelerinin ve tavanlarının ilk yapıldığında hangi özellikler gösterdiği bilinememektedir.
Alâeddin Tepesi eteklerinden çekilen eski bir fotoğrafta Dârü’l Muallimât Mektebi ortada,
solda Karatay Medresesi.

1 Temmuz 1976 tarihinde geçirdiği bir yangın sonucu çatısı ve birinci kat pencereleri yanınca eğitime ara verilmiş, tamir edilmiş ve 1977-78 yılında yeniden eğitim ve öğretime açılmıştı. Çatı katı döşemesi de ahşap kirişleme üzerine ahşap çıtalarla geometrik bir düzen anlayışıyla bezenmiş, köşelerinde sekizgen yıldızlar yer almakta ve ahşap payandalar ile saçak görünümü desteklenmekteyken, yangın sonrasında saçaklar da düz betonarmeye döndürülmüş ve aslından 35 cm. de kısa tutulmuş, o etki ortadan kalkmıştı. 1979 yılına kadar Kız Öğretmen Okulu olarak hizmet veren bina, bu tarihten sonra Kız Sanat Yüksek Öğretmen Okulu’na dönüştürülmüş, günümüzde ise Selçuk Üniversitesi Rektörlük Binası olarak hizmet vermektedir.
Eski bir fotoğrafta, Dârü’l Muallimât, solda köşesi görünen köşe
Karatay Medresesi’nin taç kapısıdır.






Muzaffer Bey’in Dârü’l Muallimîn binası, özgün yapısını Dârü’l Muallimât binasına göre daha iyi bir şekilde muhafaza etmiş, korumuş ve günümüze ulaştırabilmiştir.
Muzaffer Bey devrin yaygın anıtsal görünüşlü cephe anlayışını belli bir oranda yumuşatmış,

yapılarında Selçuklu ve Osmanlı mimarisinde karşımıza çıkan bezeme örneklerini uzun yıllar üzerinde çalışmış olmasına rağmen gerektiği oranda yer vermiş, fazla abartıya kaçmamış,

cepheleri yoğun çini ve taş bezeme örnekleri ile boğmamıştı. Bu yaklaşımına o devrin ekonomik koşullarının payı olduğu da düşünülebilir.



Muzaffer Bey Dârü’l Muallimîn ve Dârü’l Muallimât inşaatları çalışmalarının arasında Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadesi Selim’in Konya Valisi olduğunda 1558 yılında Mimar Sinan’a başlattığı daha sonra da II. Selim olarak tahta çıktıktan sonra 1570 yılında tamamlattığı, 1685 ve 1816’da onarım geçirmiş Selimiye Camii’ni son olarak onarmıştı. Dârü’l Muallimîn inşaasının ardından ilk nüvesi 1914 yılında Konya Valisi Haydar Bey tarafından Numune Çiftlik adıyla başlatılan Konya Harası’nın oluşturulması için çalışmış, bir yandan da Konya Ziraat Abidesi üzerinde çalışmıştı.

Zaimüddün Şehabeddin Anber Reis Camii

XIII. yüzyılda, Feridiyye Mahallesi’nde Selçuklu Saray ağalarından Zaimüddün Şehabeddin
Anber Reis (Amber Reis Camii de denmektedir) bir cami ve türbe yaptırılmıştı. Zamanla harab olan cami Mehmet Arifi Paşa’nın (1858-1915) Konya Valiliği (1911-12) döneminde yıktırılmış yerine 1913 yılında yeniden bir cami inşaa edilmiş, türbe ise XIX. yüzyıl başlarında yıkılmıştı. Caminin inşaa tarihi ve Mimar Muzaffer Bey’in Konya’ya davet edilerek geldiği ve eserler verdiği tarih arasında bir, iki yıl gibi bir süre farklılığı söz konusu olsa da, birçok kaynak Anber Camii’nin mimarının Mimar Muzaffer Bey olduğunu belirtir. Tarihler arasındaki farklılığın, en az birinin yanlış olma ihtimali göz önünde bulundurulursa ve Anber Camii’nin gerek mimari yapısına, gerek inşaatında kullanılan yapı malzemelerine ve çinilerine bakılarak rahatlıkla bu bilginin doğruluğuna inanılabilir.
Kuzey güney doğrultusunda dikdörtgen planlı cami, tıpkı Dârü’l Muallimîn gibi kesme Sille taşıyla inşaa edilmiştir. Üstü, uzun süredir camilerde kubbe kullanılmasına rağmen Beylik dönemi camiilerine benzer bir şekilde ahşap kırma bir çatı ile örtülüdür. Tek şerefeli minaresi kuzeydoğu köşesinde olan cami, bulunduğu mahallenin adını alarak “Feridiyye Camii” ismini almış ancak zaman içerisinde Anber (Amber) Reis camii olarak bilinmiştir. En önemli özelliklerinden biri olan cephelerinde neredeyse yarısını kaplayan kare mavi Kütahya çinileri nedeniyle “Çinili Cami” diye ananlar da vardır.


Oldukça sade olan iç mekanda dikkat çeken tek unsur Kütahya çinileri ile bezeli olan mihrabı ve mihrabın üst hizasında sağ ve solunda yer alan iki, doğu yönünde minber tarafında iki ve batı yönünde de iki olmak üzere yine Kütahya çinisinden toplam altı adet yuvarlak hat levhadır. Caminin güneydoğu köşesine yerleştirilmş olan ahşap minberi de dikkat çekicidir. Caminin kıble yönünde ve girişinde kapının iki yanında iki, diğer yönlerdeki üçer penceresi bir taş lentoyla kesildikten sonra sivri bir kemerle sonlanır ve bu üst kısımlar renkli camlar ile belirginleştirilmiş ve iç mekana mistik bir hava katmıştır. Dış cephede ise bu lentoların belirginleştirdiği hattın üzeri, taş kemerlerin etrafı da dahil olmak üzere bir sıra çivit mavisi konturun tüm çerçeveyi belirginleştirdiği kare mavi çiniler ile kaplanmıştır. Beyaza boyalı tavana yaklaştıkça daralan ve tavandan bir metre kadar aşağıda kare kesitli ve selçuklu motifli sütun başlıkları ile taçlandırılan sekizgen kesitli dört ahşap sütunun taşıdığı tavan ise çıtalama tekniği ile yapılmış ve doğal renginde bırakılmıştır. Mihrabın stalaktitli nişini kaplayan özel üretim çinilerin çivit mavisi rengi yine akla Mimar Muzaffer Bey’i getirmektedir.


İç mekanda ahşap çatıyı destekleyen dört ahşap direk de bu tarihi esere büyük bir estetik ve sağlamlık kazandırmıştır. Rivayet edilir ki bu ahşap direkler Venedik gemi direklerinden yapılmıştır.

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivlerinde yer alan bazı belgelere göre; Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na katılınca, Hükümet Osmanlı Devleti arşivlerinin en önemli evrakları, 1915 yılında 208 sandık içerisinde korunması amacıyla Armağan Vapuru ile Kabataş’tan İzmit’e, oradan da askeri tren ile Anadolu’nun ortasındaki, güvenli ve iklimi nedeniyle (rutubetin az olması) evrak saklamak için uygun görülen Selçuklu’nun eski başkenti Konya’ya nakledilmişti. Bu depolama/saklama işi için Anber Reis Camii tahsis edilmişti.
...
Daire-i sadaret umur-i mühimme kalemi’nden
“Konya vilayetine,

 Bab-ı Ali hazine-i evrakdaki mühim vesikaları içeren iki yüz sandık evrak hazine-i evrak memurlarından Melik Bey refakatinde gönderildi. Evrakın yangın ve rutubet gibi yıpratıcı etkilerden korunabileceği bir mahalde muhafaza edilmesi, sürekli gözetim altında bulundurulması ve kaybolmamaları için gerekli tertibin alınması, hiçbir kimse tarafından açılmaması için son derecede dikkat ve itina olunması kesinlikle gereklidir. Bu hususta gerekli tedbirin alınması ve zikr olunan sandıkların teslim edildiğine dair adı geçen Melik Bey’e bir vesika verilerek kendisinin bu tarafa gönderilmesini rica ederim.”

26 Rebiülahir 1333 / 13 Mart 1915

...

Konya Valisi’nden
“Sadrazamlık makamına,

 28 Şubat 330 tarihli ve 254 numaralı emirnamelerine cevaben yazıdır. Melik Bey refakatinde gönderilen hazine-i evraka 
ait 208 sandığın tamamen teslim olunarak
tarafınızdan emredildiği gibi rutubetten ve
yangın tehlikesinden korunmuş olarak tedarik
edilen uygun ortama tamamen yerleştirilip
korunmaya alındığı arz olunur.” 


2 Cemaziyelevvel 1333 / 18 Mart 1915 

...
Vali Samih Rifat’tan


“Huzur-i sami-i cenab-ı sadaret-i uzmaya
Konya’da bulunan Anber Reis Camii şerifinde
muhafaza edilmekte iken İstanbul’a nakil ve sevk edilen Sadrazamlığa aid evrakın trene kadar tramvay ile nakliye ve vagona yüklenme ücreti olarak Konya belediyesinden harcanan dört yüz kuruşun ödenmesi için havalename gönderilmesine izin verilmesi arz ve istirham olunur.”


18 Kanunusani 1331 / 31 Ocak 1916

...
Daire-i sadaret umur-i idariye kalemi’nden

“Bab-ı Ali hazine-i evrakına aid sandıkların Konya’dan Haydarpaşa’ya kadar nakliye ücreti olup Anadolu Osmanlı demiryolu şirketince talep olunan altın akçe otuz dokuz bin beş yüz seksen dört kuruş yirmi beş santimin üç yüz otuz bir senesi örtülü ödeneğinden ödenmesi vükela meclisi tarafından onaylanarak Dahiliye Nezaretine bildirilmiştir.”

7 Cemaziyelahir 1334 / 11 Nisan 1916

Söz konusu değerli evrakın yangın, rutubet gibi tesirlerden korunarak kesinlikle hiç bir kimse tarafından açılmasına izin verilmemesi hususunda Konya valisine çok kesin emirler verilmiş, yaklaşık 1 yıl sonra da bu 208 sandık tahsis edilen askerî tren ile Haydarpaşa’ya oradan da bir kısmı, Şirket-i Hayriye’nin 1911 yılında İngiltere Newcastle’da Hawthorn, Leslie&Co. tezgahlarında çift uskurlu ve çelik sac gövdeli olarak inşaa edilen ve 25 Haziran 1984’de hizmet dışı kalan 67 numaralı Kalender yolcu vapuru ile, (15 Kanun-i Sani 1331) 28 Ocak 1916 Cuma günü, geri kalanı ise ertesi gün Şirket-i Hayriye’nin Nüzhet vapuru ile Ellidört Osmanlı lirasına Sirkeci’ye geri taşınmıştı.
Şirket-i Hayriye 67 / Kalender

KONYA
ZİRAAT ABİDESİ





1916 yılında Konya Valisi Ahmet Muammer Bey’in (1875-1928) girişimleri ile ziraat alanında büyük yararlılıkları görülen Konyalı kadınlar için bir anıt yapılması planlanmıştı.

Konya’nın bir ziraat memleketi olması nedeniyle, bunu sembolize eden kağnı, buğday, başak demetleri ve birkaç köylü bulunan abide kompozisyonunu hazırlayıp istasyon yolu üzerine inşa ettirmeyi planlaması ile başlamıştı çalışmalar. Bu iş için görevlendirilen Mimar Muzaffer Bey abide için hazırladığı projesini resmi makamlara sunmuş, tasarım ve teklif beğenilmiş ve derhal inşasına başlanmıştı.

Mimar Muzaffer Bey’in sekizgen bir platformun üzerinde yükselen ve dört cephesi de aynı taç kapının birleştirilmesi ile oluşturduğu, dört ayak üzerine yükselen baldaken tarzı Ziraat Anıtı’nın tasarımında Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus devrinde 1251 yılında yaptırılan Karatay Medresesi’nden ilham aldığı söylenmekle birlikte, Birinci Mimarlık Akımı’nın önemli temsilcilerinden biri olan Muzaffer Bey’in hem Selçuklu, hem Beylikler Dönemi, hem de Osmanlı eserlerinden bir senteze gittiği düşünülmelidir. Zira Karatay Medresesinin kapısı incelenir ise görülecektir ki o anıtsal kapıdan alınmış bir tek detay, dört anıtsal kapının birleştirilmesi suretiyle yaratılmış olan takın veya baldakenin her bir cephesindeki açıklıkların üst sağ ve solundaki boşlukları doldurmak için yerleştirilmiş olan ikişer adet kobalt mavisi çini kabaradır.
Konya Karatay Medresesi Anıtsal Kapısı
Genel anlamıyla eğer Muzaffer Bey’in Ziraat Anıtını tasarlarken hangi mimari eserden dana ziyade etkilendiği sorgulanacak olur ise, bunun için Klasik Osmanlı Mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan Mimar Sinan’ın “kalfalık dönemim” dediği, 1551-57 yılları arasında inşa edilen Süleymaniye Camii’nin anıtsal kapısına bakmak yeterli olacaktır.
Süleymanye Camii Anıtsal Kapısı (1551-1557)
 Ya da bunun biraz daha yalınlaştırılmış, modernize edilmiş bir başka örneği olan Ermeni Sarkis Balyan Kalfa’nın 1885-86 yılları arasında Yıldız’da inşaa ettiği Yıldız Hamidiye Camii’ne bakılabilir.
Yıldız Hamidiye Camii (1885-1886)

Birinci Dünya Savaşının başlaması ile Ziraat Anıtı’nın inşaatı bir hayli ilerlemesine rağmen,  bazı maddi ve manevi nedenlerle durdurulmak zorunda kalınmış, ardından Mimar Muzaffer Bey’in 26 Mart 1921’de vefatıyla da proje tamamlanamadan sona ermiş, uzun bir süre Ziraat Anıtı bu şekilde kaderine terk edilmişti.

Mimar Muzaffer Bey’in Ziraat Anıtı için Ziraati sembolize eden kağnı, buğday, başak demetleri ve birkaç köylü bulunan bir abide kompozisyonu hazırladığı üzerine tüm yazılı kaynaklar söz birliği etmiştir, bundan bahseder. Ancak Mimar Muzaffer Bey’in bu Anıt için yapmış olduğu taslakları, çizimleri sanıyorum ki kimsenin elinde değil ve bir bilinmeyen olarak durmakta. Sadece ve sadece elimizde Muzaffer Bey'in tasarımından geriye kalan inşaa edildiği için bilebildiğimiz Anıtın bembeyaz taşlarla yaptığı akça pakça “Zarf”ı var. Zarfı diyorum zira Muzaffer Bey’in tasarımı sadece bununla sınırlı değildi diye düşünüyorum. Eğer yazıldığı gibi ise hani burada kağnı, buğday, başak demetleri ve köylüler, kadınlar?.. Muzaffer Bey, eğer söylendiği gibi bir tasarım yapmışsa ki öyle olmalı, bugün gördüğümüz kısmıyla anıttan kalan sadece onun kaidesidir, muhakkak ki bu anıtın içerisinde de birtakım figürlerin yer aldığı ve Ziraati anlatan bir veya birkaç heykel kompozisyonu olacaktı, beyaz zarfın içerisinde onunla kontrast yapacak bronz heykeller, tıpkı Taksim Meydanı’nda Pietro Canonica tarafından yapılan ve 8 Ağustos 1928’de açılan Cumhuriyet Anıtı’nda olduğu gibi. O anıtta da heykel kompozisyonlarını ki dört yönde dört farklı kompozisyon vardır, İtalyan heykeltraş Pietro Canonica yaparken, anıtın kaidesini ve çevre düzenlemesini de mimar Guilio Mongeri üstlenmişti.
Taksim Cumhuriyet Anıtı, Pietro Canonica & Guilio Mongeri, 1928

Burada da kaide ve çevre düzenlemesi var ancak heykel ya da heykel grupları yok...
Her ne kadar bugün gelinen noktada Konya Atatürk Anıtı’ndan çok hoşnut olsam ve onu seviyor, hem mimarı Muzaffer Bey’i hem de heykeli yapan Heinrich Krippel’i saygı ile anıyor olsam da, Mimar Muzaffer Bey’in hazırladığı o “Zarf”ın içindeki “Mektub”u da görmek, okumak isterdim doğrusu...
Böyle bir şey mi tasarlamıştı?
Bu “Mektub”u canlandırmak, onu gözümün önüne getirmek isteği ile bir örnekleme yaptım. Mimar Muzaffer Bey, belki de mukarnaslı kemerlerin üzerinde bugün boş olarak gördüğümüz kaşların içerisine bir kitabe ya da  Dârü’l Muallimîn binasında yaptığı gibi çini panolar yerleştirmeyi düşünmüştü. Anıt bitirilemediği için yerlerine o çinileri de koyup, Zafer Dağdeviren’in 2012 yılında Manisa Salihli’ye yapmış olduğu Tarım ve Çiftçi heykelini de kaidenin içerisine yerleştirip, hayal etmek istedim. Ortaya böyle bir sonuç çıktı, ömrü vefa etse ve bu projeyi tamamlayabilseydi, bugün belki de böyle bir anıtın karşısında durup hayranlıkla izleyecektik...
Mimar Muzaffer Bey’in tamamlanamamış Konya Ziraat Anıtı önünde
bir Konyalı ihtiram duruşunda...



KONYA
ATATÜRK ANITI

Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte, ülkede gerek yeni düzenin yerleştirilmesi, gerekse ulusal bilincin uyandırılıp güçlendirilmesi düşüncesinden hareketle büyük kentlerin meydanlarına kurtuluş sonrası Cumhuriyet ve ilkelerini konu alan anıtların yapılmasına ideolojik olarak gereksinim duyulmuştu. İlk adımı atan Konya Belediye Başkanı Kazım Gürel, bunu Gazi Mustafa Kemal’den izin alarak başlatmış, ardından da 1924 yılında Konya Belediye Meclisi yarım kalan Konya Ziraat Abidesinin tamamlanması ve üzerine de Mustafa Kemal Atatürk’ün bir heykelinin dikilmesine karar vermişti. Ancak bu dönemde henüz bu anıtları yapacak yetkinlikte yetişmiş Türk heykeltıraşlar olmadığı için heykelin Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel’e sipariş edilmesine karar verilmişti.


Neden Heindrich Krippel?
Bu soruya cevap bulabilmek için biraz gerilere gitmek gerekir. 1922 yılında Ankara’da Yeni Gün gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi (Abalıoğlu) ilk Millet Meclisi karşısına bir “Zafer Abidesi” dikilmesine önayak olmuş, bunun için de kaynağın Avrupa’daki örneklerde olduğu gibi halkın maddi manevi desteği ile sağlanması Meclis’te kararlaştırılmıştı. Meclis Başkan Vekili Ali Fuat Paşa (Cebesoy) başkanlığında otuz kişilik bir komisyon kurulmuş ve son katılım tarihi önce 27 Temmuz 1925 olarak saptanan ancak daha sonra 31 Aralık 1925 olarak değiştirilen Uluslararası bir yarışma açılmıştı. İşte Türkiye Cumhuriyeti Avusturyalı heykeltraş Heindrich Krippel ile bu yarışmayı kazanması vesilesiyle tanışmıştı. Krippel bu yarışmayı kazandıktan sonra bizzat Mustafa Kemal tarafından Türkiye’ye davet edilmiş ve 1938 yılına kadar Türkiye’ye sıkça gelip gitmiş toplamda altı adet anıt-heykele imza atmıştı. Krippel daha Ankara Zafer Anıtı projesi için kolları sıvamıştı ki, bu kez Mustafa Kemal Atatürk’ün sekiz yıl aradan sonra ilk kez eski başkent İstanbul’a gitmesinden önceye yetiştirilmek üzere Sarayburnu’na bir Atatürk Heykeli yapılması işi ile görevlendirilmişti. 25 Ağustos 1925’te başlanan Sarayburnu Atatürk heykelini de 1 Temmuz 1927’de gerçekleşen bu ilk ziyaretten 10 ay önce, 3 Ekim 1926’da bitirmişti.
Sarayburnu Atatürk Heykeli
Hem Sarayburnu, hem de Ankara Zafer Anıtı projesi ile uğraşırken ve o bitirilmemişken bu kez de Konya Belediye Başkanı Kazım Gürel’den davet almıştı. Aynı zaman sürecinde üç proje ile birden ilgilenmek durumunda olan Krippel, bir yandan Ankara Zafer, diğer yandan İstanbul Sarayburnu ve son olarak da Konya Atatürk Anıtı için çalışmak zorunda kalmış ancak hepsini de başarıyla sonuçlandırabilmişti.
Heinrich Krippel, 1937
(1883-1945)
Krippel, Konya’ya geldiğinde, heykelin oturtulacağı daha önce inşaatı yarım kalmış Mimar Muzaffer Bey’in Ziraat Anıtının kaidesinde araştırmalar yapmış, sonra da Viyana’ya dönerek stüdyosunda heykelin çalışmalarına başlamıştı.
Heinrich Krippel’in Viyana Auhofstraße No:127’deki Atölyesi
Ankara Zafer Anıtı çalışmaları

copyright © Hietzing County Museum
Üstteki ve alttaki iki fotoğrafta görünen atölyesinde Krippel’in Ankara Zafer Anıtı ile ilgili olarak yaptığı birebir Atlı Atatürk Heykelinin model çalışmasıdır. Yukarıda önce bir metal konstrüksiyon kurulduğu, altta ise o metal konstrüksiyon üzerine heykelin alçı modelinin çalışıldığı görülmektedir. Bu arada fotoğraftaki detaylar incelenecek olursa farkedilir ki, hemen karşıda Ankara Zafer Anıtı’nın daha küçük boyutlu bir modeli de vardır. Daha da ilginç olan diğer bir ayrıntı ise, o atlı küçük modelin hemen sağında dolabın üzerinde, Konya Atatürk Anıtı, Atatürk Heykeli’nin küçük bir modeli durmaktadır. Ayrıca üstteki fotoğrafta her iki küçük modelin arasında bir Atatürk büstü görülmektedir ki, bunun da Zafer Anıtı’ndaki Atatürk figürü için bizzat Atatürk’ün sanatçıya poz verdiği söylenen çalışma olması muhtemeldir.
Heinrich Krippel’in Viyana Auhofstraße No:127’deki Atölyesi
Ankara Zafer Anıtı çalışmaları

copyright © Hietzing County Museum





Ankara Zafer Anıtı, ilk düşünülen ve projelendirilen olmasına rağmen, 4 Ekim 1927’de Ankara Etnografya Müzesi önünde hazırlanan kaideye yerleştirilen, ancak 4 Kasım’da açılışı yapılan İtalyan heykeltraş Pietro Canonica’nın Atlı Atatürk Heykeli’nden 20 gün sonra 24 Kasım 1927’de açılarak, Cumhuriyet döneminde yapılan ve açılan dördüncü Atatürk Heykeli olmuştu.

Ankara Zafer Anıtı, ilk fikir ve ilk proje olmasına
rağmen, öncesinde ilk olarak 3 Ekim 1926 Pazar günü Sarayburnu Atatürk Anıtı, ardından da 26 gün sonra 29 Ekim 1926’da, Cumhuriyet Bayramı’nda Konya Atatürk Anıtı açılmıştı.



Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden.
2 Şubat 1925’te, Hariciye Vekaleti’nce düzenlenen bir kanun teklifiyle 29 Ekim’in bayram olması önerilmiş, teklif Meclis Anayasa Komisyonu tarafından incelenmiş, 18 Nisan’da karara bağlanmış ve 19 Nisan’da ise TBMM tarafından kabul edilmişti. 628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim, 1925 yılından başlayarak ülke içinde ve dış temsilciliklerde “Cumhuriyet Bayramı” adıyla resmi olarak kutlanmaya başlamıştı. Konya Atatürk Anıtı bu kanun sonrasında açılan ilk anıt olarak ideolojik bir ritüele ve kült ayinine dönüşen anıt açılış seremonilerinin milli günlere, resmi bayramlara denk getirilmesinin de ilk örneği olmuştu. Ayrıca Konya Atatürk Anıtı, Cumhuriyet döneminde açılmış ikinci Atatürk Anıtı olma ünvanını da almıştı. Konya Atatürk Anıtı’nın bir başka özelliği de ilk anti-sivil Atatürk imgesinin örneği olmasıydı.





Konya Atatürk Anıtı Cumhuriyetin ilanının 3. yıldönümünde üzeri beyaz atlas ve bayrak sarılı olarak açılışa hazırlanmış ve Vali İzzet Bey(1874-1932), Belediye Başkan Vekili Nuri Bakkalbaşı, Konya Milletvekili Kazım Hüsnü, Kolordu Komutanı Naci Eldeniz, Cumhuriyet Halk Fıkrası Müfettişi İsmail Hakkı Bey, askeri ve sivil erkan, öğrenciler ve vatandaşların katıldığı büyük bir merasimle, Belediye Başkan Vekili Nuri Bakkalbaşı’nın yaptığı bir konuşmanın ardından açılmıştır.


Bu sırada heykelin iki yanında, biri “Hürriyet”i diğeri “Cumhuriyet”i temsil eden beyaz tüller içerisinde iki genç kız  yer almışlardı.

Sarayburnu Atatürk Anıtı’ndan sonra ikinci Atatürk Anıtı’nın Konya’ya yapılmış olması dönemin siyasal gerilimiyle de bağdaştırılabilir. Milli Mücadele sırasında İstanbul Hükümetinin de tahrikleriyle zaman zaman isyankâr muhalif seslerin çıktığı yerlerden birisi de Konya’dır. Anıtın muhafazakâr, hatta zaman zaman da reaksiyoner bir tabana sahip Konya’da görsel anlamda Atatürk’ün varlığının hissettirilmeye çalışılması için bir tahakküm hamlesi olduğu da düşünülebilir.
40’lı yıllarda İstasyon (Ferit Paşa) Caddesinden Anıta doğru yürüyüş yapan Konyalılar.


İstasyon istikametinden Atatürk Anıtına bakış
Solda başta Ahmet Haşhaş ve Şükrü Doruk’a ait çıkmalı eski Konya evlerinden sonra

İstasyon yönüne doğru yine Konya’nın ileri gelen ailelerine ait bahçeli evler yer alırdı.
Mehmet Gödeneli Ailesinin, Şakir Dedeağaçlı Ailesinin, Kaçıkçı Ailesinin vb.
Günümüzde dahi bazı muhafazakar Konyalılar arasında anıtın adı “Beton” ya da “Taş Mustafa” olarak telaffuz edilir ve Mustafa Kemal Atatürk’ün heykelinin bakış yönünün ters olduğu, Konya’yı sevmediği, şehre küs olduğu, şehre arkasını döndüğü söylentileri de bir şehir efsanesi olarak dilden dile dolaşır.

Atatürk Anıtından İstasyon istikametine bakış
Sağda Ahmet Haşhaş ve Şükrü Doruk’a ait eski Konya evleri



Halbuki, Atatürk Milli Mücadele’nin başlangıcından ölümüne kadar Konya’ya 13 defa gelmiş ve bu gelişlerinde toplam 33 gününü Konya’da geçirmiştir. Ayrıca Atatürk Heykeli dönemin kent girişi niteliğine sahip İstasyon yönüne dönüktür ve konum olarak şehre gelen yabancıların şehre girerken ilk görecekleri bir noktadadır.
Anıtın açılışından bir fotoğraf, önde kurban.
Kentin Batısında, Konya Tren İstasyonu ile kent merkezini bağlayan İstasyon Caddesi üzerine yer alan, 6,5m. yüksekliğindeki kaide ve 2,8m. boyundaki bronz Atatürk heykelinden oluşan Konya Atatürk Anıtı; 1911’de inşaa edilen Amber Reis Cami’nin Güneyinde, Devlet Tiyatrosu’nun Batısında, Konya Lisesi’nin Güneybatısında, Devlet Su İşleri ve eski Atatürk Stadyumu’nun Kuzeyindeki meydanda yer alır.

Atatürk Stadyumdan Atatürk Anıtı yönüne bakış.
4 katlı modern bina Devlet Su İşlerinin binası, Anıtın görünmesini engellemiş, arkada görünen iki eski Konya evi Ahmet Haşhaş ve Şükrü Doruk evleri, arkada Amber Reis Camii’nin minaresi.

Atatürk Anıtından İstasyon yönüne bakış, yolun bitimi İstasyon.
Sağdaki eski iki Konya evinin yerine dikilmiş koca bloklar, solda D.S.İ ve Atatürk Stadyumu




Kaide olarak kullanılan daha önce inşaa edilmiş Ziraat Anıtı; her bir kenarı 5,85m. uzunluğunda, 1,23m. derinliğinde, 20cm. taş korkuluk kalınlığı olan sekizgen planlı havuzun içerisinde oluşturulan 96cm. yüksekliğinde bir platformun üzerine yapılmıştı. Bu sekizgen platformun
yüzeylerinde, 48,5cm. derinliğinde, 98,5cm.
eninde ve 68cm. yüksekliğinde nişler bulunmaktadır. Platformun birinci basamak
seviyesinde köşelerde iç çapı 122cm. olan, küçük havuzcuklar bulunur.
Anıtın Planı
Dört cephede taç kapı şeklinde tasarlanmış anıta, her yönden 6 basamaklı merdivenlerle ulaşılır. Bu merdivenlerin rıht yükseklikleri 17,5cm. ancak sadece son rıht 16,5cm. yükseklikte yapılmıştır. Merdivenlerden çıkıldıktan sonra, kare planlı anıta ulaşılır. Karenin kenar uzunluğu 451cm. içi boş olan
anıtın kare biçimli ayakları 150cm. uzunluğundadır. Bu kare ayaklar pahlanarak L planlı köşe ayaklara dönüştürülmüştür.
Anıtın Kesiti
Anıtın köşelerinde altta âlemli kubbecikler
ve üst kısımlarında aslan başlı çörtenler
bulunur. Kubbeciklerin üzerinde üst kotlarda yer alan aslan başlı çörtenler ise Antik Roma döneminde görülen bir süs öğesidir. Eski resimlerinde, Ziraat Abidesi’nin köşelerinde bu aslan başları görülmez, 1926 yılında Atatürk Anıtı kaidesine dönüştürülmesi sırasında eklenmiştir.

Cepheden Görünüş
(4 Cephe de biribirinin aynısıdır)
Sekizgen havuzun su ile doldurulması, devri daim ile bu fıskiyelerden alt kısımdaki havuzcuklara suyun gelmesi oradan da tekrar suyun alttaki büyük havuza akması düşünülmüştür.

Atatürk Anıtı ve solda arkada Gazi Lisesi,
sağda arkada görülen yeşil alan, bugün Devlet Tiyatrosu'nun yer aldığı park Millet Bahçesi idi.

Yapının taç kapılarına bakıldığında ise, Rumi motiflerin çokluğu görülmektedir. Taç kapıların giriş kısımlarında 210cm. yüksekliğinde sütunçelerde, altta ve üstte 35cm. yüksekliğinde vazo figürü, aralarda 140 cm. uzunluğunda hançer biçimli palmetler bulunmaktadır. Burada vazo içerisinden çıkan çiçekler motifinin, Mimar Muzaffer Bey tarafından sütunçelere işlendiği görülmektedir. Bu fikir özellikle İlhanlı taş işlemeciliğinde öne çıkmış ve uygulanmıştır. Sütunçelerin ve taç kapının etrafında Selçuklu taş işçiliğinde görülen boş, kavisli ve motifli bordür sırası dönmektedir. Bu sıra anıtta, 8 cm. boş, 6 cm. kavis, 3,5 cm. boş, 12 cm. Rumi motif ve 2,5 cm. boş olarak sıralanmaktadır.







Taç kapılarda sütunçelerin üzerlerinde,

mukarnaslı kemer bulunmaktadır. Taç kapıların

alınlıkları büyük Rumi motiflerle süslenmiştir.

Motiflerle birlikte alınlıkta iki adet de çini kabara

yer almaktadır. Bu kabaralar lacivert seramikten

yapılmış ve süslemesizdir. Anadolu Selçuklu

Mimarisinde Taç Kapılarda görülen kabaraların

işlevleri, boş alanların yalınlığını biraz olsun

hafifletebilmektir. Dikdörtgen formlu bu taç

kapının üzeri üç sıra mukarnaslı silme ile

bitirilmektedir. Anıttaki mukarnas işçiliğine

bakıldığında ise Osmanlı dönemi özelliklerinin

uygulandığı görülmektedir.


Mukarnaslı silmenin üzerinde, kavisli üçgen

alınlık gelmektedir. Alınlığın üst kısmında iki

Rumi motifin birleşmesiyle oluşan palmet

motifleri yer almaktadır. Daha sonra köşelerde

yarım plastır bulunan kasnak gelmektedir.

Kasnağın üzerinde Osmanlı mukarnasları

bulunmaktadır. Mukarnaslardan sonra Rumi

motiflerle kasnak bitirilmiştir. Son olarak da

kasnağın üzerinde Selçuklular döneminde

külahların üzerinde kullanılan ters palmetlerle

bezenmiş yalancı kubbe ile abide sonlanmaktadır. Neo‐Klasik dönemde öne çıkan bir kullanım şekli olan yalancı kubbe, dışarıdan hissedilmekte fakat iç mekâna yansımamaktadır.
Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden.


Atatürk Heykeli, abidenin üzerinde ayakta, askeri kıyafet içerisinde; tasvir edilmiştir ve üç bölümlü silindirik kaide üzerinde durmaktadır.
Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden.


Konya Atatürk Anıtı, mimarlık tarihimizde,


Birinci Ulusal Mimarlık ve Cumhuriyet

dönemlerinin anıt yapım geleneğinin, iyi bir

örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.


Atatürk heykelinin, yapıya sonradan

eklenmesi abide ana fikrini değiştirmemiş;

aksine yeni bir yaklaşımla eski kurgu

güçlendirilmiştir. Heykelin yapımı sırasında 

abidenin ilk fikrine sadık kalınarak, Konya’nın 

ziraat memleketi olması, Krippel tarafından 

Atatürk figürüne buğday başakları eklenerek 

öne çıkarılmıştır. Krippel yine Atatürk 

heykelinin oturduğu silindirik kaideyi rumi motiflerle süsleyerek, Ziraat Abidesi ile uyum 

aramıştır.
Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden.
Anıtın kaide kısmını oluşturan Ziraat 

Abidesinde ise, Mimar Muzaffer Bey Selçuklu 

dönemi, Beylikler dönemi ve Osmanlı dönemi 

yapı öğelerini, taş işçiliğinin bezeme örneklerini 

kullanmış, ancak bu bezemeleri kullanırken, 

kendi yorumunu katmış ve bezemeye gerektiği 

oranda yer vermiştir.





Kubbeciklerdeki palmetlerde, sütunçedeki vazo ve çiçek kompozisyonunda, kavisli alınlıktaki palmetlerde Mimar Muzaffer Bey’in yorumu ön plana çıkmıştır. Mimar Muzaffer Bey, Neo‐Klasik dönemin bütün özelliklerini Konya Ziraat Abidesi’nde büyük bir ustalıkla göstermiştir.





Anıtta, iki farklı üslubun bir araya gelmesi, Osmanlı-“eski” kaide, Cumhuriyet “yeni” heykel ile karşıtlığın da çok belirgin olarak bir arada sunulması onu daha da özel kılmıştır.
















Anıtın köşelerinde zemin seviyesinde dört L ayağın dış yüzünde âlemli kubbecikler

bulunur. Çeşitli motiflerle süslü, köşe kubbecikler bir mimari yapının kubbesi gibi ele alınmış altta köşeler pahlanarak çokgen kasnaklar oluşturulmuştur. 33,5cm’lik geçiş bölgesinden sonra diyagonal olarak iç içe geçen kare motiflerin yer aldığı, 15cm. kalınlığında sekizgen bir kasnak gelmektedir. 18cm’lik sekizgenden daireye geçiş sağlayan bir boşluktan sonra Osmanlı Dönemi süslemelerinde görülen baklava dilimleri ile bezeli 6,5cm. kalınlığında ikinci bir band bulunur. Bu bandan sonra kubbe başlamaktadır. Kubbenin yüzeyi Selçuklu ve Osmanlı Dönemi mimarisi taş işçiliğinde kullanılan salbekli şemse, ucunda lale (palmet) motifi ile kabartma olarak bezenmiştir. Bu motifte Mimar Muzaffer Bey’in yorumu ön plana çıkmaktadır. Kubbecik, Selçuklu ve Osmanlı bezemesinde kullanılan balıksırtı motifi işlenmiş âlem ile son bulur. 








Dört aslan başı çörten, Mimar Muzaffer Bey tarafından yapılan Konya Ziraat Abidesi kaidesinde daha önce olmayan ancak Konya Atatürk Anıtı’na dönüştürüldüğünde Mimar Muzaffer Bey’in yetiştirdiği Belediye Fen Memuru Mimar Falih Ülkü tarafından eklenen bir ayrıntıdır. Bu değişim, anıtın güneydoğu yönündeki aslan başı çörtenin hemen üzerindeki Osmanlıca kitabede de belirtilir. Eklenen bu dört aslan başı çörten ile ilk uygulamada sekizgen büyük havuz ile zemindeki dört küçük havuzcuk arasında planlanmış olan iki seviyeli su gösterisi üç seviyeye çıkartılmıştı. Bir devridaim ile dört köşedeki aslan başı çörtenden suyun önce zemindeki dört küçük havuzcuğa, oradan da en alttaki büyük sekizgen havuza akması düşünülmüştü. Bu düzenek, zamanla devridaimi sağlayan boruların tahrip olması yüzünden yıllar içerisinde tekrar kullanılamamıştı.

 















İtalyan heykeltıraş Henrich Krippel, heykelin altındaki üç seviyeli yuvarlak kaidenin üzerine anıt ile uyum sağlaması için Rumi motifler işlemiştir. Atatürk, mareşal üniformasıyla ve omuzlarını saran bir pelerin içerisinde ayakta tasvir edilmiştir. Sağ ayağı diğerine göre bir adım önde, hafifçe öne uzattığı sağ kolu ileriye uzanmış ve eli yerden çıkmakta olan başak demetini okşar vaziyettedir. Sol eli ile de ucu yere değen kılıcının kabzasını kavramıştır. O dönem Türk ordusunda kılıçlar düz olmasına rağmen bu kılıcın, yatağan gibi yay şeklinde olması eleştirilmişse de, bu duruma heykelin tüm dinamiğine ve başakların hareketine koşut olarak ve estetik düşünceyle şanatçının yorumu olarak bakmak ve saygı duymak gerekir. Başak demeti abidenin ilk çıkış fikrine uygun olarak Konya’nın ziraat memleketi olmasının altını çizer. Anıtın başakla ilişkilendirilmesi ulusal kalkınmayı, tarımın bunun içindeki önemi ve Anadolu aydınlanmasını simgelemesi bakımından da dikkat çekicidir. Bu simgesel yönüyle de anıt, daha sonra yapılacak olan Atatürk ve Tarım, Atatürk ve Yerel Yönetim, Atatürk ve Sanayi gibi değişik konu ve alanlardaki Atatürk Anıtlarına da öncülük etmiştir.



Mimar Muzaffer Bey, kısa süren yaşamı boyunca, çok güç koşullarda çalışmasına rağmen, yapıtlarındaki titiz çalışma anlayışını Konya Ziraat Abidesi’nde de göstermişti. Ziraat Abidesi’ndeki anıt yaklaşımı, ona gösterdiği özen, abide fikrindeki düşünce ve ona uygun çözümler Mimar Muzaffer Bey’in titiz çalışmasının sonucudur. Mimar Muzaffer Bey, bunları yaparken ustalığını, mimarlığını ve sanatını kullanarak, dönemin en iyi mimarlarından biri olduğunu topluma kanıtlamıştı.
Ankara Mithatpaşa Caddesi’nde mimari tasarımı Alman Mimar Paul Bonatz tarafından yapılan 1954 yılında inşaa edilen Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlük Binası’nın uygulama projelerini çizen ve imzalayan, ayrıca Aydınlıkevler’de 179 konuttan oluşan ve 1952 yılında tamamlanan Ucuz Subay Evleri’nin proje mimarı, Muzaffer Bey’in oğlu Yüksek Mimar Ali Mukadder Çizer’di. O da babası gibi Mimarlık eğitimi almış ve tesadüf odur ki, o da yıllar sonra 1958’de Konya’da Alâeddin Tepesi’nde inşaa edilen Torans Aile Gazinosu’nun iç dekorasyonunu yapmıştı.

Alâeddin Tepesi, tepenin eteklerinde sağda eski Orduevi, en sol başta Gökalp Tiyatrosu
(daha sonraki yıllarda Belediye Sineması olarak kullanılmıştı), Gökalp Tiyatrosu’nun sağında eski Halkevi (daha sonra Milli Kütüphane olarak kullanılmıştı) yolun alt tarafında da Fransız Katolik Kilisesi solunda da Dr. William Dodd Amerikan Hastanesi, sağında Eczanesi, önünde de Fahrettin Paşa Parkı.

Alâeddin Tepesi, 1957


Alâeddin Tepesi 1964 sonrası

Alâeddin Tepesi 2000’li yıllar. Tam tepede Torans Aile Gazinosu
Sağda yakın bir tarihte yıkılan Ordu Evi, arkada ise tarihi 
Alâeddin Camii

1910 yılında geniş bir salonu, iki katlı yirmi dört locası ile tamamen ahşap olarak yapılan ve Gökalp Tiyatrosu adıyla açılan, iki sene kadar faaliyet gösterdikten sonra Milli Mücadele yıllarında askeri amaçlarla kullanılıp 1923’ten itibaren Sinema olarak hizmet veren Belediye Sineması, 29 Eylül 1956’da sabaha karşı çıkan bir yangın sonucu tamamen kül olmuştu.

Gökalp Tiyatrosu-Belediye Sineması



Gökalp Tiyatrosu-Belediye Sineması 


Mimar Muzaffer Bey Caddesi üzerinde
Dr. William Dodd Amerikan Hastanesi ve yanında Eczanesi
1956’da Ordu Evi’nin 250 metre uzağına, 
Alâeddin Tepesi’nin en tepe noktasına, kısa bir süre sonra Belediye tarafından Alâeddin Gazinosu inşaa edilmişti.
1958’de Amerikan Başkanı Dwight Eisenhower’in 1956’da başlattığı Kardeş Şehir Programı çerçevesinde Kaliforniya’nın Torrance şehri ile Konya, Mustafa Sıtkı Bilgin’in Belediye Başkanlığı döneminde (1958-1960) Kardeş Şehir ilan edilmişti. Konya Belediyesi, Amerika’nın Torrance beldesi ile hemşeri olmanın hatırasına, Alâeddin Tepesi’ne inşaa edilen Gazinoya Torans (Torrance) Aile Gazinosu adını vermişti. Buna karşılık Amerikalılar da Torrance’deki bir caddeye Konya Caddesi adını vermişti. Torans Aile Gazinosu’nda balolar, düğünler, orkestra eşliğinde dans yarışmaları yapılmış, alt katında da bir dönem gece kulübü işletilmişti. Bina, yapılan pek çok tadilatla günümüzde Alâeddin Keykubat Düğün Salonu olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Torans Aile Gazinosu / Alâeddin Keykubat Düğün Salonu


1927 yılında inşaa edilen ilk Orduevi, 1960’ların başında yıktırılmış,
yerine 1964’te yeni bir Orduevi yapılmıştı ki, o da geçtiğimiz günlerde yıktırıldı. 


Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden.


1964 yılında inşaa edilen Orduevi
ve aşağıda yıkıldıktan sonra.
 Yüksek Mimar Ali Mukadder Çizer, belki de İstiklal Caddesi Narmanlı Yurdu’ndaki bürosunda yaptığı bir söyleşide, babası Mimar Muzaffer’i
şöyle anlatmıştı;


“Çocukluğum Konya’da geçti. Evimiz Atatürk Anıtı’nın sağındaki çıkartmalı evlerin İstasyon tarafındaki sonuncusu idi. Babam ömrünün hastalıkla geçen son yıllarını bu evde geçirdi ve bu evde 26 Mart 1921 günü vefat etti. Lise’nin inşaatına, kendine tahsis edilen özel bir araba ile giderdi. Lise binası babamın son eseridir. Daha sonra Mimar Falih Bey ile Ziraat anıtı olarak hazırlanan ve daha sonra üzerine Atatürk heykeli konan yapıya da çok emek vermiştir.”
.....

Tahminen, 29 Nisan 1968 ve sonraki günleri anlatan, Olcay Akkent’in “Hatırladıklarım ve Hatırlamadıklarım” yazı dizisinden, 21- Yoksa Kaza “Geliyorum” Diyor mu? başlıklı anısından;
Montreux - Tour d'Ivoire, 1969
Montrö - Fildişi Kulesi
Bu otelin kimlik bilgilerinde Mimar olarak Hugo Buscaglia’nın adı geçmekte, Belki Mimar Mukadder Çizer'in iç mimarisinde, dekorasyonunda bir katkısı vardı.

“Ben Lozan’dan ayrılmadan bir gün önce Perihan beni Montreux’ye götürmek istedi. Çünkü kız kardeşi İlhan’ın kocası Mimar Mukadder Çizer Montreux’de bir otel yapmıştı.
Bu otel Leman Gölü’nün kenarına dikilmiş bir gökdelendi. Halk, antik Montreux şehrine bir gökdelenin yakışmayacağını düşündüğünden önce karşı çıkmış, sonra beğenmiş, hatta giderek sevmişti. Perihan bana bu oteli göstermek istiyordu. Ben de görmek istiyordum.
Mukadder beyi Ankara’dan tanıyordum. Kısa boylu, şişman bir beydi. Parmağına çok büyük bir yüzük takardı. Bu adeta onun simgesiydi. Nermin ablamın kocası Cevat (Erbel) eniştemin meslektaşıydı. Bilgili, görgülü ve kültürlü bir beydi.
Montreux - Tour d'Ivoire

Mukadder bey ölmüştü. İlhan matemdeydi. Montreux’ye gittiğimiz gün İlhan’ın misafir kabul günüydü. Beni de davet etmişti.”


1955, Atatürk Anıtı’nda Ben
(Civelekoğlu ailesine, dolayısıyla şahsıma  ait bu anı fotoğrafını, lütfen izinsiz ve kaynak belirtmeksizin kopyalayıp başka platformlarda kullanmayınız.) 
Nisan 2013, Atatürk Anıtı’nda Ben
Atatürk Anıtı ve Konya ile ilgili belleğimde kalanları da yazdım;
http://lcivelekoglu.blogspot.com.tr/2017/03/62-yl-sonra-bellegimde-kalanlarla-konya.html


Uzun bir süredir restorasyona alınan Atatürk Anıtı’ndaki çalışmaların 19 Mayıs’ta bitirileceği ve açılacağı haberlerini okuyordum basında,
ancak görülüyor ki söylenenden önce bitirilmiş ve açılmış. Taşlar temizlenmiş, çini kabaraların kırıkları ve eksikleri yenileri ile değiştirilmiş ve tamamlanmış, bronz heykeldeki oksitlenmeler temizlenmiş, pırıl pırıl olmuş, keşke hep böyle tertemiz kalabilse.
Ah bir de, o aslanbaşı çörtenlerden önce zemindeki küçük yuvarlak havuzlara oradan da alttaki büyük havuza sular akabilse, ne güzel olurdu...








Kaynaklar:

1- Ercüment Ekrem Talu, Yusuf Razi Bey
Taha Toros Arşivinden.

2- Mithat Paşa Anıt Mezarı,
ARKİTEKT Cilt: 1964 Sayı: 1964-03 (316) Sayfa: 113-117 

3- Mithat Paşa Anıt Mezarı için açılan Proje Müsabakası Jüri Raporu
ARKİTEKT Cilt: 1951 Sayı: 1951-09-10 (237-238) Sayfa: 165-170 

4- Yıldırım Yavuz, Mahmut Şevket Paşa Türbesi,
İstanbul Ansiklopedisi, Tarih Vakfı, İstanbul, 1994, C. 5, s. 272-273

5- Osman Nuri Dülgerler, Tülay Karadayı Yenice,
Türklerde Anıt Mimarisinin bir Örneği; Konya Atatürk Anıtı
Selçuk Üniversitesi, Müh-Mim Fakültesi Dergisi, Cilt: 23 Sayı:1, 2008

6- Metin Sözen, Osman Nuri Dülgerler,
Mimar Muzaffer’in Konya Öğretmen Lisesi
O.D.T.Ü. Mimarlık Fakültesi Dergisi Cilt:4, Sayı:1, Bahar 1978

7- Ü. Aylin Tekiner, Atatürk Heykelleri - Kült, Estetik, Siyaset
İletişim Yayınları, 2010

8- Banu Öztürk Kurtaslan, Talha Hatipoğlu
Açık alan heykellerinin çevre ile ilişkisinin Konya Atatürk Anıtı örneğinde irdelenmesi
T.C. Selçuk Üniversitesi, Selçuk Tarım ve Gıda Bilimleri Dergisi 25(4): (2011) 79-90

9- Seyit Küçükbezirci, “Konya Belediyesi, Üçler Mezarlığı’nı Şükrü Doruk'a Satmıştı.”
Memleket e-gazete, 18 Temmuz 2016

10- Osmanlı’nın Güvenli Veri Merkezi Konya, 

T.C. Kalkınma Bakanlığı, Konya Ovası Projesi


11- Hüseyin Köroğlu, Yeni Konya Gazetesi, 04-05 Ocak 1958

12- http://akkentolcay.blogspot.com.tr

13- Erol Yurdakul, Vezir-i azam Hoca Hasan’ın XII. yüzyılda Konya ve Kayseri’de
yaptırdığı bazı eserler.

14- Mustafa Önge, 19. yüzyıldan günümüze değişen ve dönüşen
bir kültür mirası olarak Konya Alâeddin Tepesi
Çankaya Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi

15- Mahir Selim Akçakaya, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Konya’da Günlük Yaşam
T.C. Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı,
Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2010

16- Doç. Dr. Osman Akandere, Cemal Bey’in Konya Valilikleri Dönemi
T.C. Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı,
Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2006

Hiç yorum yok: