Sayfalar

3 Mart 2017 Cuma

“Gidelim Göksu’ya, bir âlem-i âb eyleyelim...”

Belki de şehrin bu kadar merkezinde, üstelik boğazın kıyısında olup da, bir o kadar zamanın, çağdaşlaşmanın, teknolojinin yarattığı erozyona maruz kalmamış bir köşesinden bahsetmek istiyorum bu kez, İstanbul’un...
François-Marie Rosset (1743-1824)
Bölgenin belki de en eski resimlerinden birisi, 34x58cm.
 
Bölgenin sanatçısı belli olmayan bir başka eski resmi,1820
Suluboya, 36,7x53,7cm. Victoria & Albert Museum Koleksiyonu


Karşıda görünen Beyaz yapı,
geçmişin Rüştiye Mektebi, günümüzün Anadoluhisarı Öğretmen Evi


Elbette o da diğer İstanbul semtleri, mahalleleri, mekanları gibi özelliklerinden epey kayıp verse de en azından topoğrafyasında çok büyük bir değişikliğe uğramadı, yüzyıllar öncesinden günümüze biraz yoksullaşarak da olsa gelebildi.

Gidelim Göksu’ya, bir âlem-i âb eyleyelim
O kadehkâr güzeli, yâr olarak peyleyelim
Bize bu tâliimiz olmadı yâr, neyleyelim
O kadehkâr güzeli, yâr olarak peyleyelim.
-Yahya Kemal Beyatlı-


Göksu deresinde sandal sefası
Göksu çayırından Anadoluhisarı

Bir zamanların o muhteşem Göksu çayırından günümüze kalan...


Bu semt ilk kez Sultan IV. Murat’ın ilgisini çekmiş, o çevrede yapılaşma onun zamanında başlamıştı. Tam da Sultan IV. Murat’ın dönemine (1623 - 1640) denk gelen, hatta onun iradesiyle musahip* olarak saraya kabul edilen, 1630-81 yılları arasında 51 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki sınırları içerisinde hemen her yeri gezip görmüş ve gezip gördüğü yerleri, yalın, duru, zaman zaman da fantastik bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde, toplam 10 ciltlik Seyahatnâmesi’nde anlatan Evliya Çelebi’nin anlatımıyla O semt’i keşfe çıkalım. 

* musahip: Osmanlı döneminde, tatlı söyleşileriyle padişahların hoşça vakit geçirmelerini sağlamakla görevli kimselere verilen san.


Michel-François PRÉAULX (1796-1827)
Anadolu Hisarı ve Göksu çayırı, 1817
“Âb-ı hayat misal bir nehirdir ki Alem dağlarından cereyan edip gelir. İki tarafları yüksek ağaçlarla müzeyyen bağlardır ve ekseri yerleri Halıcı Zade bahçeleri ve un değirmenleridir. Bu nehir üzerinde bir tahta köprü vardır. Cümle erbab-ı sâfâ kayıklar ile bu nehirden ileri ferahfezâ köylere varıb ağaçlar altında zevk ve safâ ederler. Vacib-ül seyr bir mesiredir.”
Küçüksu kenarında ve çayırda mesire yapan eski İstanbullular.

Evliya Çelebi sadece bir nehirden bahseder ki gerçekte Alem dağlarından başlayarak sel yataklarının birleşmesiyle oluşan ve büklümler yaparak düzlüğe inen, nadir olarak geçmişten günümüze hala varlıklarını sürdürebilen iki deredir onlar. Bu iki dere denize söz konusu çayırın biri kuzeyinden, diğeri güneyinden kavuşarak İstanbul Boğazı’na dökülür. Çayırın kuzeyinde, Anadolu Hisarının yanından boğaza dökülen Göksu’dur, Hekimbaşı’nın vadilerinden geçerek çayırın güneyinden Göksu deresine yaklaşık 500-600 metre uzakta boğaza dökülen ise Küçüksu’dur. İşte kuzeyden Göksu deresi ve güneyden de Küçüksu deresi ile çerçevelenmiş ve her iki suyun getirdiği alüvyonlarla oluşmuş, iki tarafı yüksek ağaçlarla ve bağlarla çevrili bu düzlük, bu ova Göksu çayırı olarak anılır.

Bu ikiz dereye Avrupalılar, “Asya’nın Tatlı Suları” adını verir.


Göksu’yu, Göksu çayırını bir de 20. yüzyılın çelebisinden, Çelik Gülersoy’dan okumak gerekir, Çelik Gülersoy “Göksu’ya Ağıt” adlı Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu yayınlarında 1987 yılında yayınlanan kitabında kısaca şöyle anlatır Göksu’yu Sunuş bölümünde;
“Bir uçta masmavi sular, güneyden esmekteyse rüzgâr, biraz cam göbeğine yakın. Yılın büyük bölümünde, güneşin altın ışıklarıyla yıkanan yakamoz yağmurları ve platin yıldızlarla ışıldayan, bir maviliktir, Boğaz.
Kenarında yükselen çok eski bir Hisar’dan, içeriye saptınız mı, na kadar çok şey birden değişiverir.
Önce rüzgârlar susar. Çünkü solda yükselen bir tepe, Karadeniz’den gelen esintilere koca gövdesiyle, tâ uzaklarda keser. Suların uğultusu da diner, bir sessizliktir, başlar.
İnce bir müzik. Bu da müsiki, yine!
Ama artık bir kanalın ve engin denizlerin değil, usul usul akıp gelen yeşilliklerle haşır, ipek kadar yumuşacık, bir derenin durgun müziğidir dinlenen. Denize belli belirsiz varan, duruyormuş gibi akan, bir çayın yumuşak sesi, iyi huylu bir dost selamla sarıp sarmalar sizi.
Dinlendiren bir müzik bu.
Denizden içeri doğru bir kayışla az sonra mavilikler biter. Sandalın altında maviler geriye doğru akar gider, yavaş yavaş, bambaşka bir boyanın çevremizi kendine göre renklendirdiğini görürsünüz: Açık yeşil, orta yeşil, koyu yeşil, cam göbeği, filiz rengi, yosun gibi zümrüdümsü ve neftiler.

Karşıda sol yanda, bir tepe, o da boydan boya yeşil. Yamaçlarında yer yer boy atmış selviler.
İki yanda, göz alabildiğine çayır. Dereden birazcık da yukarda kalır. Orada da suya sarkar, suyu öper, suyu seyreden, yeşillikler. Neler mi? Dikenler, mürverler, yaban gülleri, sazlıklar ve kamışlar, sarmaşıklar, böğürtlenler, böğürtlenler...
Erimiş billurdan gibi bir su, bütün bu sümrüt âlemi yüzünde aynalaştırır, hepsinin içerisinde eritir, yoğurur özümser, taa ilerdeki tepelerden, bu denize kadar her çeşit yeşili, yeşillerin alaşmasını sessizce, usul usul beraberinde sürükler.”
Çok sayıda şehir tarihi çalışmasıyla tanınmış ve 200’ün üzerinde eseri bulunan Tarihçi, Gazeteci ve Yazar İbrahim Hakkı Konyalı (1895-1984) ise şöyle tanımlamıştı bu bölgeyi;
“…Türkler bu topraklardaki hâkimiyetlerinin ilk yapısını taşıyan Anadolu Hisarı’na çok önem vermişlerdir. Yıldırım’ın eşsiz yadigârını güzel yalılarla, saraylarla hâlelemek istemişlerdir. Padişahlar, şehzadeler, devlet büyükleri, zenginler ve halk, Anadolu Hisarı’na çok rağbet ederlerdi. Padişahlar en çok binişlerini buraya yaparlardı. Tarihin efsaneler gibi kaydettiği en muhteşem saz ve söz âlemleri Göksu ve Küçüksu derelerinin gümüş birer sırma gibi işlediği yeşil çayırlıklarda, ormanlı yamaçlarda yaşanmıştır…”

İbrahim Hakkı Konyalı, kütüphanesinde bulunan çok değerli kitaplarını, el yazmalarını, fotoğraflarını ve arşivini, Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağışlamıştı.

Daha öncesinde bu çayırlıktaki bahçeleri kim düzenlemiştir bilinmez, ancak burayı Osmanlı hanedanından ilk farkeden ve çok seven Sultan IV. Murat dere kıyılarını düzenletmiş, “Bağçe-i Göksu” adıyla anılan bu has bahçeye Kandilli’ye dek uzanan büyük servi ormanından dolayı da “Gümüş Servi” adını vermişti. 

Böylelikle bölgede yapılaşma başlamış, ilk yapılanlardan birisi de sultana ait bu has bahçeyi ve Boğaziçi kıyısını korumakla görevli olan Bostancılar için Bostancı Ocağı olmuştu. Lale Devri’nde (1718-30) Kağıthane, Sâdâbâd’ın yanısıra Göksu ve Küçüksu derelerinin kenarlarında da çok sayıda köşk ve kasır inşaa edilmiş, Göksu çayırı da Kağıthane deresi gibi saraylıların ve halkın başlıca eğlence alanlarından biri haline gelmişti. Ancak bu ihtişamlı hayat, Patrona Halil’in önderliğindeki Yeniçerilerin 28 Eylül 1730’da başlayıp günlerce süren isyanı sonrasında bitmiş, Sadrazam İbrahim Paşa boğdurularak idam edilmiş, Sultan III. Ahmet tahttan feragat etmek zorunda kalmış yerine 2 Ekim 1730’da Sultan I. Mahmut (1730-1754) geçmişti. İsyan sırasında İstanbul’un çoğu yerinde olduğu gibi Bağçe-i Göksu’daki ihtişamlı yalılar, köşkler, kasırlar ve bahçeler de nasibini almış, yağmalanmış, ve çoğu yakılıp yıkılmıştı.

Bu kanlı isyan bastırılmış, ertesinde Sultan I. Mahmut isyan sırasında yakılıp yıkılan Kağıthane ve civarını imar etmek yerine, Boğaziçi kıyılarında eğlenmeyi ve dinlenmeyi tercih etmişti. 1749’da Sultan I. Mahmut, Göksu hasbahçelerini yenileyip, genişletmiş, fıskiyeli bir havuz ve selsebil ile süslenen bir kısmını da mesireye dönüştürüp, halkın kullanımına açmıştı. İstanbul halkı da kendilerini haftanın farklı günlerinde farklı bir çeşme başına götüren bir sosyallik ritüeline uygun olarak Cumartesi günleri Kalender Çeşmesi’nin etrafına gittiği gibi, başka günlerde de Göksu mesiresine toplanmaktaydı. Bu tür kamusal alanlarda düzenin korunması görevini üstlenen Bostancılar için de yeni barakalar inşaa ettirmiş ve bir gurup Bostancı buraya yerleştirilmişti. İşte bu dönemde padişahın bu bölgeyi ve özellikle de mehtabını çok sevdiğini bilen Sadrazam Divitdar Emin Mehmet Paşa, Bağçe-i Göksu’daki bu hasbahçenin deniz kıyısındaki iki eski yalının yerine Eski Şehremini Yusuf Efendi’nin hazırladığı bir projeye uygun olarak, iki katlı ahşap bir kasır inşaa ettirmişti. Kasır, 1751 yılında büyük törenlerle açılmıştı. Kandilli yamaçlarında kuyular kazılmış, terazilerle kasra su getirilmişti. Getirilen su, kasrın ihtiyacını karşılamakla birlikte, havuz ve sebiller için de kullanılmıştı. Sadrazam Divitdar Emin Mehmet Paşa, kasrın döşeme masraflarını, Kedhüda Bey, Defterdar Efendi, Reis Efendi, Çavuş Başı, Yeniçeri Ağası, Cebeci Başı, Darphâne Nazırı, Gümrükçü ile Buğdan Voyvodası arasında paylaştırmıştı.
Göksu’nun mehtabını seven Sultan I. Mahmut, özellikle mehtabı izlemek niyetiyle Arabi ay takvimine göre her ayın 10’undan 20’sine bu kasırda kalmaya başlamıştı. 

Kasrın inşaasını, tarihçi “Fındıklılı” Şem‘dânîzâde Süleyman Efendi’nin kaleme aldığı hadikada, 

“Nüzhetgâh-ı mezburda kadimden bir iki kasır mevcut iken, cennetmekân Sultan Mahmud han evvel hazretleri bu mesiregâh-ı mezkûre rağbet ettiklerinden Sadrazam-ı vakit olan Divitdar Mehmed Paşa mahalli mezburun tecdidine himmet edüp Şehremin mazüllerinden muhasebeci-i evvel olan Ağametçi biraderi Yusuf efendiye emin-i bina rasb-ü tayin ederek, yine ahşap olmak üzere 840 zira’lık bir arsa üzerine bir kasr-ı Ali bina kılmış, canibi cenubisinde vaki dağdan müstakil su cereyan ettirülüp havuz ve fıskiye ve selsebil inşasıyle kemal mertebe zinet verilmişdir.”



şeklinde kayıt düşmüştü.

Ertesinde 1752’de de devrin şairlerinden Mehmed Râsih Efendi,

“Çün ihyası olup Sultan Mahmud Han Cemcahın

Küçük su bir büyük nüzhetgâh-ı kan-ı safâ oldu”

şiiriyle burayı yüceltmişti.



Ahşap Kasr-ı Alî’nin içinde “Kasr-ı Hümayun” denilen büyük köşk odasından başka 9 büyük oda, biri büyük, diğeri daha küçük iki sofa, bir ara sofası, dehlizler, kahveci ve şerbetçi odaları mevcuttu. Kasr iki kısımdan oluşuyordu. Denize doğru dik olarak uzanan tek katlı ve yüksek tavanlı kısım, yapı alanının büyük bir kısmını kaplıyor, bunun arkasında kıyıya paralel iki katlı kısım yer alıyordu. Denize doğru uzanan kısım, denizin üzerinde kısmen 6 metre uzunluğunda sağlam ağaçlardan yapılmış kazıklar üzerine inşaa edilmişti. 30 Temmuz 1792 tarihli bir belgeye göre, Hassa sermimarı Mehmet Ârif'in hazırladığı bir keşifte bazı temel kazıklarının çürüdüğü ve temiz su borularının hasarlı olduğu rapor edilmiş, ayrıca çatıda dış kaplamalarda, pencerelerin çerçevelerinde, bazı doğramalarda ve iç sıvalarda tamir gerektiğine de işaret edilmişti. Diğer bir keşifte ise kasrın iç duvarlarındaki bazı altın yaldızlı dekoratif tezhiplerin yenilenmesi gerektiği belirtilmişti. Bu keşif raporlarının ertesinde Sultan III. Selim (1789-1807) emriyle kasr neredeyse yeniden yapılırcasına süslemeleriyle birlikte geniş bir onarım görmüş, baştanbaşa yenilenmişti.
2 Aralık 1792 tarihli bir belge de
Kasr-ı hümâyunun tamiri ve altın yaldızlarının masrafına ilişkin bilgiler içermektedir.

III. Selim, 1805 yılında vefat eden ve kendisi gibi Mevlevi olan validesi Mihrişah Valide Sultan’ın ruhuna, 1806 yılında Kasrın kuzey yönünde Küçüksu Valide Sultan Çeşmesini yaptırmıştı.
Julies Coignet (1798-1860) 
Julies Coignet (1798-1860)
Fransız Kraliyet süvari muhafız birliğinde subay olan M. Charles Pertusier (1779-1836) 1812 yılından Napolyon’un düşüşüne dek, Fransa elçisi A. Fr. d'Andréossy’nin askerî ataşesi olarak İstanbul’da yaşamış, İstanbul kentinin 19. yüzyıl başındaki durumu hakkında yazılmış en ilginç kitaplardan birini, Osmanlı başkentinin hem anıtları hem de burada bir arada yaşayan çeşitli etnik ve farklı dinlere mensup cemaatler hakkında sayısız bilgileri içeren Atlas des promenades pittoresques dans Constantinople et sur les rives du Bosphore”u yazmıştı. 
Michel-François Préaulx (1796-1827)İstanbul 1817



Kitabın “Atlas”eki, İstanbul anıtlarını ve çeşitli manzaraları gösteren gravürlerden oluşmaktaydı. Gravürlerin üstün kaliteli nakşı Benedict Piringer tarafından, çizimler ise tanınmış ressam çizer ve mimar Michel-François Préaulx tarafından yapılmıştı. Préaulx 1796’dan 1827’ye dek İstanbul'da kalıp Pertusier’den başka Th. Hope, Lord Elgin, Ed.D. Clarke, Fr. Andréossy gibi birçok batılı gezgin hesabına da çalışmış, yaptığı desenler birçok seyahatname kitabını dekore etmişti. Michel-François Préaulx’un bu 1817 tarihli gravüründe ahşap Kasr-ı Alî, yalın kat olarak deniz tarafında kazıklar üzerine oturan ve yanında odalar bulunan bir köşk halindedir. Arkasında ise iki katlı konakları andıran daha yüksek bir bölümün yer aldığı görülmektedir. Bu haliyle özellikle deniz üzerindeki yalın kat olan ana köşk kısmının Kanlıca’daki Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı’nın Divanhânesinde görüldüğü gibi üç kollu bir salon halinde olduğu anlaşılmaktadır. Gravürde ayrıca Mihrişah Valide Sultan çeşmesi ağaçların altında ve kasrın arkasında kalan Mihrişah Sultan Camii’nin minaresi de  kasrın çatısının arkasında görülebilmektedir.
Michel-François Préaulx (1796-1827)
Küçüksu Kasrı, 1817
19 yaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya elçisi tarafından İstanbul’a gelen Fransız seyyah, mimar ve ressam Antoine Ignace Melling, Osmanlı Padişahı III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’ın Ortaköy’deki sarayını restore etmiş, yeni ek tasarımları ile de bu saray İstanbul’daki ilk Neoklasik tarzdaki yapı olmuştu. Yıllarca Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde çalışan Melling çeşitli yapıların inşa ve restorasyonunu üstlenmiş, ayrıca da İstanbul’un çeşitli semtlerinden manzaralar içeren gravürler çizmişti. 1802’de Paris’e döndükten sonra 1803’te Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore” adıyla gravürlerini yayınlamış ve bunu 1819 yılına kadar devam ettirmişti.
Antoine Ignace Melling (1763-1831)
Kandilli sırtlarından Göksu,1819
Antoine Ignace Melling’in 1819 tarihli, Kandilli sırtlarından Boğaz manzarası gravüründe ise sağ tarafta ilerde Anadolu Hisarı ve daha yakın planda da Göksu ve ahşap Kasr-ı Alî
görülmektedir. Bu gravürde daha az ayrıntı olsa da kasrın denize uzanan tek katlı kısmı ile ona dik olan iki katlı blok çok açık bir şekilde görülebilmektedir.

Kasr-ı Alî için bir diğer resimli kaynak da
İngiliz yazar Miss Julia Pardoe’nin “The Beauties of Bosphorus” adıyla 1838’de Londra’da yayınladığı kitabında çelik baskı gravürleri ile yer alan William Henry Bartlett’in 1838 tarihli Anadoluhisarı ve Rumelihisarı gravürüdür.





William Alexander Duckett’in “La Turquie Pittoresque” adlı kitabından

Thomas Allom (1804-1872) gravürü, Asya’nın Tatlı Sulari 1855

Thomas Allom (1804-1872)
Küçüksu vadisi, Asya’nın Tatlı Suları,1838
Gravür
Thomas Allom (1804-1872)
The Valley of Guiuk-Suey, The Sweet Waters of Asia,1838
Suluboya versiyonu, Victoria&Albert Museum Koleksiyonu

Thomas Allom’un 1838 yılında yapmış olduğu
gravürde ve suluboya çalışmada ise, önde Valide Mihrişah Sultan Çeşmesi ve mesire yeri tasvir edilmiş, arka planda ağaçların arasında ise ahşap Kasr-ı Alî ve gerisinde de Mihrişah Sultan Camii yer almaktadır.
Charles Colville Frankland (1797-1876)
View of Djouk Soyou, 1829

John Frederick Lewis (1804-1876)
Sweet Waters of Asia, 1838

Comte  Antoine-François Andréossy (1761-1828)
Châteaux d'Europe et d'Asie et fontaine de Sultan-Selim, 1828




































Çeşmeyi besleyecek su kaynağı olmadığı için, kuzey yönündeki sırtlarda iki büyük kuyu açtırılmış, birbirlerine bağlanmış ve su akımı terazi ayaklarıyla yükseltilerek çeşmeye ulaştırılmıştı.

William Henry Bartlett (1809-1854)
Fountain Near the Asian Valley of Sweet Waters, on the Bosphorus, 1839

Çeşme, işlemeli ayna taşları ile barok üslûbun aşırı bezemeli olmayan iyi bir örneğidir ve
dikdörtgen prizma şeklindeki çeşme tümüyle mermerdendir.
Felix-François-Georges-Philibert Ziem (1821-1911) Küçüksu Çeşmesi


Felix-François-Georges-Philibert Ziem (1821-1911) Küçüksu Çeşmesi

Deniz kenarında olduğu için yuvarlak planlı dört basamakla çıkılan, zeminden yükseltilmiş dikdörtgen bir sofa üzerine inşaa edilmiştir. Gövdesinin içi su haznesi olarak kullanılmıştır.

Stanisław Chlebowski, Asyanın Tatlı Sularındaki Çeşme başında Türk kadınları,1873
Polonya’da 1865-1890 yılları arasında Edebiyat, Bilim ve Sanat içerikli haftalık olarak yayınlanan resimli Kłosy (Kulaklar) isimli Dergide 1877’nin birinci yarısında yayınlanmış bir kopyası.
Polonya asıllı ressam Stanisław Chlebowski (1835-1884), Fransız Orientalist ressam Jean-Léon Gérôme'nin öğrencisi olarak Paris'te altı yıl burslu olarak çalışmış, 1864-1876 yıllarında Sultan Abdülaziz'in baş ressamı olarak İstanbul’a yerleşmiş, 1876’da Paris’e taşınmıştı.

Prizmanın geniş yüzeylerinde Sultan III. Selim’in tuğrası, dar yüzlerinde ise “maaşallah-ü kan” yazılıdır. Dört yüzde de sülüs hatla hacegân-ı divan-ı hümayun’dan Mehmed Emin tarafından yazılmış kitabeler vardır. Çeşmenin kitabesinde “Valide Sultan-ı Zişanın, hedaya etti ruh-u pakine” yazılıdır. Çeşmenin dört yüzünde de Sultan III. Selim’e yazılmış methiyeler yer alır.


Köşke bakan
Kuzey cephesi üzerindeki kitabede; 
Şehinşah-ı cihan Sultan Selim Han-ı Hümayun-fer 
Şua-ı pertev-i iclaline peyk-i zafer yaver
Feza-yı sinesi gülzar-ı mazmun-ı meanidir 
Cihana gelmemiştir böyle bir şah-ı suhan-perver
Nigahı maye-i iksir-i can-bahş-ı sadettir 
Künuz-ı cevher-i eltafının hasret-keşi Kayser
Yed-i teshire al şimden girü sen heft ekalimi 
Olunca rayet-i ikbaline avn-i Huda rehber

Denize bakan
Batı cephesi üzerindeki kitabede;
Tulu'u Mihr-i Şah'dan gün gibi ol mah-ı garranın 
Sipihr-i tali’-i mesudun remz etdi şeyh ekber
Bu alemde hebab-ı ab-ı lutfu olsa ger evzan 
Ne mümkündür derahim ola ana bahr ile hem-ber 
Bu cay-ı dil-küşada yadigar olmak içün her bar 
Derun-ı enverinde hayli müddeddir olup muzmer 
Yapıldı fi-sebilillah bu asar-ı cemil elhak 
Ola hoşnud u razı hidmetinden ruh-ı peygamber

Anadolu Hisarı’na bakan 
Güney cephesindeki kitabede; 
Me’subat-ı cezilin valide sultan-ı zi-şana 
Hedeya etdi ruh-ı pakine şah-ı bülend-ahter 
Temaşa eyleyen zuvvar du’a-yı sahibü’l-hayra 
Heman elfaz-ı ma’nasın su gibi eylesin ezber 
Feramuş etti dilden çeşme-i hurşid ile mahı 
Bu dü-cu menba-ı seyreyleyip çarh-ı sitem-perver 
Şehidan-ı itaş-ı Kerbela'ya eyleyip tebşir 
Dedi rıdvan-ı cennet işte ma nuş eyle gel kevser
Çayıra bakan 
Doğu cephesindeki kitabede; 
Nikat-ı lafz-ı şirini çekerken satr-ı imlaya 
Kesildi su duyunca lezzet-i vasfında kend-i ter 
Çıkıp kestirme yoldan rağbet etmezken terazuya 
Ne ta'mirat ile bulmuş suyun nev ma’den-i gevher 
Suyunca varmak ister ma-ceramız bundadır şimdi 
Olup sahn-ı çemende serv kad-i nazende bir dil-ber 
Bu dil-cu çeşmeye şayeste hatif böyle bir tarih 
Küçüksu verdi zira kıt’a-i elmasa zib ü fer 
yazar.

Her kitabenin altında birer ayna taşı ve önünde de su teknesi bulunur. Zamanında Çeşmenin yola bakan ayna taşının kabartmaları arasında renkli ve kıymetli taşlarla süslemeler varmış, fakat daha sonraları bu taşlar halk tarafından yağmalanmış. Çeşmenin cephelerindeki bezemeler Sultan III. Selim döneminin mimari üslubunun “ampire”e dönüştüğünü gösteren bir örnektir.
Jean-Baptiste Eugène Napoléon Flandin, Asya’nın Tatlı Suları’nda Çeşme, 1853

Fransız asıllı oryantalist ressam Jean-Baptiste Eugène Napoléon Flandin (1809-1889) Napoli'de doğmuş, 1844’te arkeolog Emile Botta ile birlikte Asur başkenti Ninova’yı aramak üzere Mezopotamya’ya gitmiş, altı ay boyunca çok zor koşullarda bölgedeki yontu ve mermer kabartmaların resmini çizmişti. 1851 yılında E. Coste’la birlikte altı ciltlik İran Yolculuğu kitabına ve aynı yıl içinde seyahatinin iki ciltlik vakayinamesine imza atmış, bunları 1853 yılında L'Orient adlı kitabı ve 1864’te Rodos Şövalyeleri kitabı izlemişti. L'Orient, İstanbul’un değişik bölgeleri, Galata ve Boğaziçi’nden manzaralar ve tarihi anıtlar gösteren 40 tane taş gravür ve bunların ilk 31’i hakkında açıklayıcı metinler içermekteydi.


Kemerler dışındaki yüzeylerde görülen hafif kabartma soyut dal ve çiçek desenleri klasik tarzda yapılmıştır ve bu tarzın İstanbul’daki tek örneğidir. Bir başka özelliği ise çatı altının ve saçaklarının da ahşap yerine mermerden oluşudur. Çeşmenin su tekneleri “S” biçiminde süslü barok konsollar tarafından taşınır. Çatı örtüsü geniş saçaklı ve dört köşe kuleciği ve merkezi büyük bir kubbe örtü ile oluşur.
Comte Amadeo Preziosi (1816-1882)
Mihrimah Sultan Çeşmesi
Comte Amadeo Preziosi (1816-1882)
(5. Preziosi Kontu Aloysius Amadeus Raymondus Andreas)

In a Turkish Park / Mesire, 1847
Karton üzerine suluboya, 19 x 38,5 cm.




Çeşme aslında bir namâz-gâh çeşmesidir. Namâz-gâh çeşmeleri, yolcu kervanlarının konakladığı şehirlerarası menzil noktalarında olduğu gibi şehir içinde de eğlence yerlerinde, mesirelerde seferilerin namaz kılabilmeleri için yapılmış, yerden 40-50 cm. yüksek birkaç basamakla çıkılabilen, abdest almak ve su içmek için yapılmış çeşmelerdir.
William Pulser, Asya’nın tatlı sularının çayırında 1820-1830
Sert kağıt üzerine suluboya

Valide Mihrişah Sultan Çeşmesi de bu özellikleri gösterir, bunu destekleyen en önemli unsur, taş duvarlı bir dikdörtgen sofa üzerinde yer alan çeşmenin kuzey ve güney yönlerinde çeşmeye yaklaşık 3-4 metre uzaklıkta dikilmiş olan iki namâzgâh kıble taşıdır.
Karl Pavlovich Briullov (1799-1852), İstanbul yakınlarında tatlı sular, 1849
92 x 71cm. Moskova Tretyakov Devlet Galerisi Koleksiyonu


Bu taşların üzerine işlenmiş olan zincirli kandil, Kâbe’yi işaretleme adına yol göstericidir. Bu anlamıyla taşlar mihrâb görevi görür ve kıble yönünü işaret eder.
Felix-François-Georges-Philibert Ziem (1821-1911) Küçüksu Çeşmesi

Bir benzeri Sultan II. Mahmud tarafından 1831 yılında yaptırılmış olan Bostancı Derbent köprüsü başındadır, namâz-gâh çeşmesi ve mihrabı, bugün Bostancı meydanında yol kenarındadır.
Johann Michael Wittmer (1802-1880) Asyanın tatlı suları
Tuval üzerine yağlıboya, 1837
Münih New Pinakothek Sanat Müzesi Koleksiyonu


Baron Marie-Théodore Renouard de Bussierre (1802-1865),
Asya’nın Tatlı Sularında Çeşme, 1846
Victoria & Albert Museum Koleksiyonu



Julien Thibaudeau (1859-?), Asya’nın Tatlı Suları’nda Çeşme 1895
Suluboya, 24,3 x 33 cm. Bernard d’Agesci Müzesi, Niort/Fransa

Hermann David Salomon Corrodi (1844-1905)
Boğaziçi’nde Asya’nın Tatlı Suları Çeşmesi
Yağlı boya, 86,5 x 165 cm.
İtalyan ressam Hermann David Salomon Corrodi’nin yağlı boya tablosu, 24 Nisan 2013’te ünlü Sotheby’s Müzayede salonlarında yapılan bir açık arttırmada
518 bin 500 sterlin’e (1 milyon 143 bin TL) satılmıştı.


Leonardo de Mango (1843-1930)
Göksu Çeşmesi, 27 Ağustos 1918

Leonardo de Mango (1843-1930)
Göksu Çeşmesi, 21 Ağustos 1910
Fausto Zonaro (1854-1929)
Küçüksu Çeşmesi
Tuval üzerine yağlı boya 42 x 66 cm.
Erol Makzume Koleksiyonu

Nazmi Ziya Güran (1881-1937)
Küçüksu’dan
Tuval üzerine yağlı boya 42 x 62 cm.
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi

Tristam Ellis (1844-1922)
View of Kucuksu, 1894
Kağıt üzerine Suluboya, 34 x 51 cm.


Charles II Rowbotham (1856-1921)
Turks at a water fountain by the Bosphorus, 1882
Kağıt üzerine Suluboya, 29,5 x 60 cm.


Jean Giovanni Brindesi (1826 - 1888)
Küçüksu Çeşmesi ve kadınlar
Francis Hopkinson Smith (1838-1915)

The Temple of Sweet Water

Craft kağıt üzerine kurşun kalem, siyah kömür (füzen) ve guaş,

36,20 x 63,80 cm
Hikmet Onat (1882-1977)
Çeşmeli Peyzaj 73 x 55 cm.



Ahmet Doğuer (1890-1945)
Göksu Çeşmesi, 1942
Tuval üzerine yağlı boya, 58 x 69 cm.
Merkez Bankası Sanat Koleksiyonu



Göksu Çeşmesi 1852, Ernest de Caranza

Fransız Endüstri Mühendisi Ernest de Caranza, resmi bir görevle mi geldiği pek bilinmemekle birlikte teknik bir görevle bulunduğu Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli bölgelerinde, Aynoroz’da Athos dağında, Bulgaristan’da Varna’da, Çanakkale Boğazı’nda ve 1852 yılında geldiği İstanbul’da 1852 ve 1854 kışında iki seri halinde Calotype* çekmişti. Bunlardan 55 adedi ile hazırladığı bir albümü Sultan Abdülmecid’e takdim ederek, Sultan fotoğrafçısı ünvanını almıştı. Ernest de Caranza 1855’ten sonra Paris’e dönmüş, aydınlatma için ahşaptan gaz üreten bir fabrikada çalışmaya başlamıştı.

*Calotype: Veya talbotip, Wlliam Henry Fox Talbot tarafından tanıtımı 1841’de yapılan gümüş iyodür tuzu ile kaplanmış mumlu bir kağıt kullanılarak çekilen erken dönem bir fotoğraf yöntemidir. Kalotip yunanca “kalos”-güzel ve “tupos”-izlenim’den gelmektedir.









Çeşme başında kurbanlıklar ve simitçi


Küçüksu Çeşmesi James Robertson ve Felice Beato 1850’ler







Göksu, Valide Mihrişah Sultan Çeşmesi başında bir yaz günü, 1939 




Sultan II. Selim’in 1807 yılında Nizam-ı Cedid Ordusu’nun kaldırılmasını isteyen yeniçerilerin ayaklanmasıyla başlayan karışıklıklar sonunda önce tahttan çekilmesi, sonra da amcaoğlu IV. Mustafa emriyle boğdurularak öldürülmesinden sonra tahta çıkan IV. Mustafa ancak 14 ay tahtta kalabilmiş, Alemdar Mustafa Paşa marifetiyle tahttan indirilmiş, yerine de onun boğdurularak öldürülmesine karar veren kardeşi II. Mahmud geçmişti. Ahşap Kasr-ı Alî, Sultan II. Mahmud (1808-1839) tarafından da  yine ufak tefek onarımlarla yaşatılmış ve kullanılmaya devam edilmişti. Sultan II. Mahmud, Türk-Rus Savaşı sırasında Bayramlaşma törenini Küçüksu Kasr-ı Ali’sinde yapmış, ayrıca bazı ramazan günlerinde de iftarını bu kasırda açmıştı.


Sultan II. Mahmud, Osmanlı hanedanı içerisinde en başarılı kemankeşlerden birisiydi. İstanbul genelinde yaklaşık 300 adet menzil taşı olduğu rivayet edilir, ancak bunların pek azı günümüze erişebilmiştir. Sultan II. Mahmut’un da İstanbul’un çeşitli semtlerinde bir çok nişan taşı mevcuttur ve halen ayaktadır. Bu taşlara menzil taşı da denir. Bunlardan birkaçını sayacak olursak; Keçepiri Mahallesinde biri Ufuk Sokakta, diğeri Şahin sokakta olmak üzere iki tane, Piyalepaşa Ülev sokakta, Sütlüce Bademlik’te, Kağıthane’de, Acıbadem’de, Topağacı’nda, Beşiktaş Dikilitaş’ta, Teşvikiye Camii avlusunda, Yıldız Ihlamurda bir kaç tane Sultan II. Mahmud anısına yapılmış nişantaşları mevcuttur.
Sultan II. Mahmud’un bazı rekor atışları da şöyledir; 1225 gez (808,5 m), 1228 gez (810,48 m), 1219 gez (804,54 m). Bu mesafelerin, padişaha iltimas geçildiği düşüncesi yaratmaması için Sultan II. Mahmud o kadar hassas davranmıştır ki, sırf ona yaranmak ve gözüne girmek için mesafeyi daha fazlaymış gibi göstermeye, tahrif etmeye çalışan iki havacıyı (okların düştüğü yeri gözetleyen kişi) işlerinden azletmiştir.
Henri Guillaume Schlesinger ( Heinrich Wilhelm Schlesinger ) (1814-1893)
Sultan II. Mahmut’un portresi
20 Eylül 1836 tarihli, kağıt üzerine yağlı boya 40 x 33 cm.
Sotheby’s de bir açık arttırmada 122.000 $’a satılmıştı.
Anadoluhisarı Nişan taşı mevkii’ne yaklaşık olarak 6,40 metre yüksekliğinde, 59 cm. çapındaki silindirik ve alçak dairesel bir kaide üzerine yerleştirilmiş olan mermer nişan taşı diğerlerinden farklı bir özellik arzeder. Zira, diğerlerinin ve bilinenin aksine Sultan II. Mahmut 1811 yılında ağaçlar ile kaplı koruluklardan geçerek Göksu çayırında karargah kurmuş ve silah talimi yapmıştır. Bu talim sırasında tüfek kullanarak tek bir atışla hedefi darmadağın etmesindeki başarısının anısına hedefin olduğu yere bu nişan taşı dikilmiştir. Menzil taşlarının hemen hepsinde atışı yapanın adı, erişilen mesafe ve atışın tarihinin yazılı olduğu bir manzum kitabe olur. Tarih özel bir yöntemle, ebced hesabıyla kaydedilir, bu nedenle bu metinler Türk hat sanatının ve edebiyatının eşsiz örnekleridir. Anadoluhisarı Nişan taşının da 10 beyitli celi ta’lik bir kitabesi ve taşın üzerinde Sultan II. Mahmud’un tuğrası yer alır ve her ikisinde de hattat Yesari Zâde Mustafa Rakım Efendi’nin imzası vardır.
Henri Guillaume Schlesinger (1814-1893)
Şahlanan at üstünde Sultan II. Mahmut
Alman asıllı Heinrich Wilhelm Schlesinger, Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim okumuş ve ilk önce Viyana'da etkin olmuştu. Daha sonra Paris’e taşınan ressam Paris’te sanatsal eğitimine devam etmiş, 1840-1889 döneminde çalışmalarını Salon de Paris’de sergilemişti. 1837 yılında Henri-Guillaume Schlesinger, Sultan II. Mahmud’un atlı portresi de dahil olmak üzere birçok resmi portre üretmişti. 1870-1871 yıllarında Londra’da yaşayan Schlesinger 1866’da Legion of Honor’u almış ve 1870 yılında da Fransız vatandaşı olmuştu.
II. Mahmud’un kendisi de en az kendisinden celi cülüs dersi aldığı Yesari Zâde Mustafa Rakım Efendi kadar Hat sanatına meraklı ve istidatlıydı. Daha şehzadeliği sırasında Kebeçizade Mehmet Vasfi Efendi’den sülüs-nesih çalışarak 1807 tarihinde icazet alan Sultan II. Mahmud’un levhalarını, hocası Rakım Efendi’nin sonrada tashih ettiği söylenir. Bazı levhalarda Sultan II.Mahmut’un imzası olmasına rağmen onlar dahi Rakım’a izafe edilir. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde, Sultan II. Mahmud’un tashih görmeyen yazılarından örnekler de vardır. Yesari Zâde Mustafa Rakım Efendi, Sultan II. Mahmut için o zamana kadar görülmemiş çok farklı bir imza yaratmıştı. Bu istifli imzada “Ketebehü Mahmut b.Abdülhamit Han” ibaresi bulunur.

Göksu Kasr-ı Alî
Misafirleri ve Anılar
-1835-

İngiliz yazar Miss Julia Pardoe (1806-1862)

İngiliz yazar Miss Julia Pardoe, babası ile birlikte gemi ile 1835 yılında İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’un güzellikleri karşısında gözleri kamaşmıştı. Gerçekte amacı o dönemin Avrupalı gezginleri gibi Yunanistan, İstanbul ve Mısır’ın gezmek olan Julia Pardoe, İstanbul’a gelince kararını değiştirmiş ve dokuz ay İstanbul’da kalmıştı. Sultan II. Mahmud’un saltanat sürdüğü bu dönemde Julia Pardoe, İstanbul’un mesire yerlerini, anıtlarını, çarşılarını gezmiş, Bayram alaylarına ve Saray’ın Düğün alaylarına katılmış, devlet kademesinden çeşitli isimlerin konaklarına misafir olmuştu.
“Türk kadınlarını kendi evlerindeymiş gibi
rahat görmek isteyen seyyahlar,
bir Cuma günü Asya’nın tatlı sularının
yani güzel Göksu’yu ziyaret etmelidir”





“Bir Avrupalı burası hakkında önceden bir fikir sahibi olmadan hop diye Göksu’ya konabilseydi, büyülendiğini ve o zamana kadar Şark’lı bir masalcının mübalağa kabul ettiği şeylerin, hakikat halini aldığına şahit olduğunu zannederdi.”

İstanbul’daki anılarını ve gezi notlarını
İngiliz ressam William Henry Bartlett (1809-1854) tarafından çizilen çelik baskı gravürleri ile de pekiştirdiği, bir harita ve metin dışında 80 adet gravür ile İstanbul ve çevresindeki mimari doku ve günlük yaşamı aslına son derece sadık kalarak yansıttığı, “The Beauties of Bosphorus” adlı, 1838’de Londra’da yayımlanan ve Türkçe’ye “18. Yüzyılda İstanbul” ismiyle çevrilen kitabında, o dönemin Göksu’sunu da şu satırlarla tasvir etmişti Miss Julia Pardoe;
“... Kayıkçınız, buranın hoş serinliği ile ferahlayarak, kayığı çabucak, basık bir köprüye doğru çeker. Bu köprü, derenin en dar kısmında Göksu Vadisi'nin iki tarafını birbirine bağlar. Tatil gününü geçirmek isteyerek buraya gelen birçok kimse, öğle güneşinin kızgın sıcağında, burada toplanırlar ve üzeri bol arabesk işli, çok güzel beyaz mermer çeşmeden su içmek ve Boğaz'dan esen rüzgarla ferahlamak için akşama kadar kalırlar.”
...

“... Burası, geniş bir sahayı kaplayan çimenlik bir yerdir. Burada hanımlar seccadelerini yayarlar, araba ile gezerler, uzun süren yaz gününü geçirirler. Bu çimenlik ile Göksu Deresi arasındaki küçük sahayı kaplayan sık bir ağaçlık vardır. Bu ağaçlığın arka tarafı erkeklere ayrılmıştır. Onlar, burada ve kendilerinden çok konuşan eşlerinin yaptıkları dedikodulardan uzak, çubuklarıyla şerbetlerini içip kavun yiyerek eğlenirler, burası bu haliyle dünyanın en görülecek yeridir.” 

...

“Bir yanda, yumuşak çimenlerin üzerinden sultanların arabaları, ağır ağır geçerler. Bu arabaları çeken öküzlerin başlıkları üzerindeki ayna levhalarla, araba tentelerinin sarı kılaptan saçaklı kenarları, güneşin altında pırıl pırıl parlarlar. Bu sırada arabadaki sultanlar, yüzlerinde her zamankinden daha az özenti ile bağlanmış yaşmaklarıyla, ipek minderin üzerine yaslanırlar. (...) Başka bir yanda da, beylerin, efendilerin ve emirlerin eşleri, İran seccadeleriyle, al renkli halılarını sererler. Bunların yaşlıcaları, yaşmaklarının, yüzlerinin alt kısmını örten tarafını kaldırarak, kadınlara özel çubuklarını tüttürüp keyif çatarlar. Daha genç olanları da, seccadenin kenarına diz çöken halayığın tuttuğu aynaya (bir Türk hanımının daimi yol arkadaşı) bakıp hotozlarını düzelterek eğlenmekte büyüklerinden aşağı kalmazlar.”

...

“...Vadinin kendisi çok güzeldir; çimenler kentin başka hiçbir yerinde olmadığı biçimde parlak ve boldur. Yazın, tatil günü olan Cuma günlerinde her sınıftan insan, akan dere, çiçekler, yapraklar ve güneşin tadını, büyük bir zevkle ve ancak Doğuluların yapabileceği bir şekilde çıkarırlar. Hızlı atların çektiği uçları yaldız püsküllü, rengarenk ipekli kumaştan gölgelikleriyle yaldızlı boyalarla boyanmış faytonlar; ve şık giyimli kürekçilerinin sayısının, sahiplerinin rütbe ve servetlerini belirttiği kayıklardan her an yolcular çıkıyor; asil ağaçların kalın dalları minderler ya da halıların üzerine çömelmiş olan ve hizmetkârlarının kendilerine hizmet ettiği, müzikleri karşılığı para ve övgü toplayan Eflak ya da Bulgar müzisyenleri saatlerce dinleyen, kara gözlü Bohemyalı çiçekçi kızların anlamlı biçimlerde düzenlemiş olduğu çiçeklerden satın alan, ya da İslavlar'ın danslarını seyreden beyaz fareceli kadınları güneşten koruyor. Orada burada, kalabalıktan biraz uzakta zarif bir şekilde romalka yapan Rumlar var. Gruplar halindeki güzel çocuklar, su satıcıları ve satıcılar çimenlerde dolaşıyor ve her taraftan gülümsemelerle karşılanıyorlar. Kısaca, büyüleyici bir sahne ve fayton ve kayığa binmeyecek kadar fakir olanlar, burada kendilerine bir yer kapmak için kızgın güneşin altında şehirden buraya yürümeye razılar.”

...

“Türk kadınınına bu kadar müspet gözle bakmamıştım. O gün sanki bütün yürekler bayram yapıyordu. Akşam çöküp kayığımıza döndüğümüzde, Göksu vadisine veda ederken, Türkleri artık daha iyi tanıdığımı hissettim. İçtimai karakterlerini o güne kadar olduğundan çok daha doğru anlamıştım… Sözünü etmeğe değer mühim bir nokta daha var. Peşin hükümleri bir yana bırakmaya ve bu insanların milli itiyatlarını tetkik etmeye kararlı bir Avrupa’lı, Şark’lılarla daha fazla beraber oldukça, hem onları tesir altında bırakan efkar ve hissiyattan, hem de hareketlerinin nasıl tutarlı bir bütün oluşturduğuna daha fazla hayran oluyor. Yabancı misafirlerinin sinir bozucu ve intibaksız itiyatlarına ve peşin hükümlerine gösterdikleri müsamaha da cabası.”



Sultan III. Selim gibi,
Göksu’yu çok seven Sultan II. Mahmud’un Göksu için yazdığı şu güftesi meşhurdur;

“Göksuya gel ey servinaz 
Dibesteler eyler niyaz 
Bülbüller oldu namesaz 
Güller açıldı geldi yaz”



Sultan II. Mahmud’un bu güfteyi kimin için yazdığı bilinmemekle birlikte onun hayatında birçok kadın olduğu bir gerçekti.



Kendinden önce tahtta olan amcası III. Selim’in hiç çocuğu olmadığı için, Sultan II. Mahmut tahta çıktığında Osmanlı Hanedanı, uzun süredir bir padişah evladının, şehzadenin dünyaya gelmesini bekliyordu. Artık hanedanın geleceği Sultan II. Mahmut’a bağlıydı.


Sultan II. Mahmud’un annesi Nakşidil Valide Sultan (1768-1817)
İddia edilir ki, asıl adı Aimée du Buc de Rivéry’dir ve
Fransız imparatoru Napolyon Bonapart’ın eşi Josephine’in kuzenidir.
Çok genç bir yaşta denizde korsanlar tarafından kaçırılmış
ve Osmanlı haremine cariye olarak satılmıştır.
Bu nedenle annesi Nakşidil Valide Sultan başta olmak üzere tüm saray mensupları, onun birçok hanımla nikahlanmasını sağlamış, beraberliklerinden 17’si kız, 18’si de erkek olmak üzere 35 çocuğu olmuştu. Sultan II. Mahmut’un sağlığında 16 erkek evladı ve 13 kız evladı, küçük yaşlarda çeşitli hastalıklardan hayatlarını kaybetmiş, geriye kız çocuklarından Saliha, Atiye ve Âdile Sultanlar, erkek çocuklarından da sadece Bezm-î Âlem Valide Sultan’dan (1807-1853) olma Abdülmecid (1823-1861) ve Pertevniyal Valide Sultan’dan (1812-1883) olma Abdülaziz (1830-1876) kalmışlardı.
Sultan II.Mahmud’un tuğrası
Sultan II. Mahmut’un vefatından sonra erkek çocukları, Abdülmecid ve Abdülaziz, yaş sırasıyla 31. ve 32. Osmanlı padişahları olarak tahta çıkmışlardı. Gerek Bezm-î Âlem, gerekse Pertevniyal Sultan sahip oldukları tek erkek çocukları sayesinde Valide Sultan olarak yaşamış, son dönem Osmanlı Hanedanında etkin, önemli, güçlü ve saygı duyulan Sultanlar olmuşlardı. Her ikisi de hayır hasenata çok önem vermişler, oğullarını devlet işlerinde destekledikleri ve etkiledikleri gibi, yapımına vesile oldukları ve bazen de banisi oldukları hastane, cami, okul, çeşme, vakıf gibi birçok değerli eser ile de sonraki yıllarda hep hatırlanmışlar, hayırla yad edilmişlerdi.


Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerinin demirlediği büyükçe bir koy iken zamanla bataklık haline gelen sahil,17. yüzyılda doldurulmuş ve padişahların dinlenme ve eğlenceleri için hasbahçeye (hadayik-hassa) dönüştürülmüştü. Bu bahçeye çeşitli dönemlerde köşkler ve kasırlar yapılmış ve uzun süre Beşiktaş Sahil Sarayı olarak anılmıştı. Bu sarayda bir süre oturan Sultan Abdülmecid, 1843’te ikamet etmek, devlet işlerini yürütmek, misafir kabul ve ağırlamak amacıyla Avrupai bir sarayın inşaasına karar vermiş, bunun için Ermeni Garabet Amira Balyan ve oğlu Nikoğos Balyan’ı görevlendirmişti. 250.000 m²’lik alan üzerinde yapılacak olan yeni sarayın inşaasına 13 Haziran 1843’te başlanmış, Dolmabahçe Sarayı adı verilen sarayın inşaası 13 yıl sürmüştü. Sarayın 7 Şevval 1272 (11 Haziran 1856) tarihli Ceride-i Havadis gazetesinde 7 Haziran 1856’da resmen açıldığı bildirilmişti.
James Robertson’un objektifinden, Dolmabahçe Sarayı inşaatı.
1840 yılında Sultan Abdülmecid Osmanlı Darphanesi’nde yenileme çalışmaları başlatmış, bu çerçevede, Nisan 1840’da gerekli bütün teknik donanımın ve uzman kadronun Londra Kraliyet Darphanesi’nden getirtilmesi emrini vermişti. 1841 yılı Haziran ayında “Başhakkâk” kadrosu ile James Robertson, Darphane-i Amire’de yabancılar için ödenen en yüksek ücretle, ayda kırkdört Osmanlı altın lirası maaşla işe başlamıştı. 1843/44 döneminde desenleri ve kalıpları Robertson tarafından hazırlanan ilk modern altın ve gümüş sikkelerin üretime geçilmişti.
Modelci ve Gravürcü James Robertson (1813-1888)
Abdullah Frères Stüdyosu, 1875
Darphane-i Amire kayıtlarına göre, 1877 yılına kadar 26 değişik madalyanın desen ve kalıpları da James Robertson tarafından hazırlanmıştı. 1853 yılı yaz aylarında James Robertson boş kalan zamanlarında ilk kez fotoğrafçılıkla ilgilenmeye başlamış, ilk İstanbul fotoğrafları albümünü Ekim 1853’de Londra’da piyasaya sürmüş ve hem İngiliz gazetelerinde, hem de sanat çevrelerinde büyük yankı uyandırmıştı. James Robertson 1854 yılı içinde Beyoğlu, İstiklal Caddesi Postacılar Sokağı köşesi, 293 numarada bir stüdyo ve satış mağazası açmış, İstanbul’un 360°lik ilk panoramik fotoğraflarını Beyazıt Seraskerlik Kulesi’nden çekmişti.
James Robertson, Beyazıt Seraskerlik Kulesinden Panorama, 1875





James Robertson’un İstanbul Panoramasından detay, 1875

1854- 1857 yılları arasında Atina, Malta, Kudüs ve Kahire’de çekimler yapmış, başta İstanbul fotoğrafları olmak üzere bütün fotoğraf çalışmaları ile Londra, Paris, Manchester ve Edinburgh’da sergilere katılmış ve uluslararası düzeyde büyük bir üne kavuşmuştu.

1867 yılı Ekim ayında Beyoğlu’ndaki stüdyosunu kapatarak fotoğrafçılığı tamamen bırakmış, Darphane-i Amire’de dört Osmanlı Sultanı emrinde ve tam 40 yıl süren görevine 29 Ekim 1881 tarihine kadar devam etmiş, İstanbul’da evlenmiş olduğu eşi Matilda ve üç kızı ile birlikte Kasım 1881’de kayınbiraderi ve aynı zamanda da birçok fotoğrafında asistanı, zaman içerisinde de ortağı olan Felice Beato’nun yaşadığı Japonya’nın Yokohama şehrine göç etmiş, 18 Nisan 1888’de de, 75 yaşında Yokohama’da hayata veda etmişti.
1855-56 yıllarında James Robertson ve asistanı Felice Beato Rumelihisarı sırtlarından bir boğaz fotoğrafı çekmişlerdi, o fotoğrafta Anadoluhisarı, Göksu, Küçüksu dereleri ve aralarında kalan büyük Göksu çayırı görülmekteydi.

James Robertson, Boğaz manzarası, 1855-56
Birçok kaynak Boğaz kıyısında Avrupai
Saraylarda yaşamayı tercih eden Sultan Abdülmecid’in Göksu çayırındaki Kasr-ı Ali’yi yıktırarak 1856-57 yıllarında yeni bir kasır inşaa ettirdiğini yazsa da, James Robertson’un 1855-56 yıllarında çekmiş olduğu yukarıdaki fotoğraftada da görüldüğü gibi Göksu çayırında eski Kasr-ı Ali’den eser kalmadığı olmadığı görülmektedir.

Dolayısıyla yıktırarak yeni bir kasır yaptırdı dendiğinde, ister istemez bugünkü kentsel dönüşüm uygulamalarında olduğu gibi, bu işlemin ardı ardına gerçekleştiği düşünülmekte, yıkılıp hemen ardından yeni kasır inşaa edildiği akla gelmektedir. Oysa bu fotoğraf bu sürecin daha farklı işlediğinin bir kanıtı gibidir.
Yeni kasrın inşaatı, ya Kasr-ı Ali’nin yeni inşaat başlatılmadan bir süre önce yıktırılması, veya kendiliğinden yıkılması ya da yanarak yok olması sonrasında başlamış olmalıdır.


“Osmanlı padişahlarının özellikle son yüzyıllarda at veya saltanat kayığı ile yaptıkları kısa süreli gezintiler için ‘biniş’ tabiri kullanılır. ‘Biniş-i hümâyun’ veya ‘Biniş-i Saltanat’ denilen bu geziler küçük fakat gösterişli bir tören halinde olur ve özellikle yabancıların büyük ilgisini çekerdi. Kısa süreli gezilere ‘yarım göç’, uzun süreli, bazen bir mevsimi geçirmek üzere yapılan göçe de ‘nakl-i hümâyun’ denirdi. Padişahların Boğaziçi’ne çıkışları Kızkulesi’nden ve hisarlardan atılan toplarla ilân edilirdi. Aynı şekilde saltanat kayığının bir iskeleye yaklaşmakta olduğu da hasekiler tarafından yüksek sesle duyurulurdu. Biniş veya göç sırasında çadırcıbaşılar güneşlikler ve nihalîler götürürlerdi. Uzun süreli göçlerde Dârüssaâde ağası mutfağı vb. eşya da nakledilir, ikamet süresince görevli hamlacı, sandalcı, piyadeci ve bostancı neferlerine zamlı tayınlar verilirdi. Ziyaret edilen yerlerde padişahın dinlenmesi için bazı devlet adamları tarafından yaptırılmış ‘Biniş Kasrı’ denilen çok süslü küçük köşkler de bulunurdu.”









Aşiyan mezarlığının üstlerinden Küçüksu Kasrı, Küçüksu deresi ve Kandilli sahil yalıları.

Rumelihisarı sırtlarından çekilen bu fotoğrafta Anadoluhisarı, hemen yanında Göksu deresi, büyük Göksu çayırından sonra da Küçüksu kasrı ve Küçüksu deresi görülmekte.
Gerek Göksu çayırında, gerekse kıyıda Küçüksu kasrından başka hiçbir yapı görülmemekte.

Nicholas V. Artamonof’un 1930-1947 yılları arasında çektiği İstanbul fotoğraflarından biri. Rumelihisarı Zağanospaşa burcundan çekilen bu fotoğrafta önde Halil Paşa Burcu,
boğazın karşısında Küçüksu kasrı ve Küçüksu deresi görülmekte.
 

Aşiyan mezarlığının köşesinden Küçüksu kasrı.Fotoğrafı, Sultan II. Abdülhamid'in 1880-1893 yılları arasında çeşitli fotoğrafçılara çektirerek hazırlatmış olduğu 1819 fotoğraftan oluşan “Yıldız Albümleri” fotoğraf albümünde yer alan fotoğrafçılardan Ermeni asıllı Gülmez Frères kardeşler çekmiştir.

Sultan II. Abdülhamid’in hazırlattığı 
“Yıldız Albümleri”lerine çektikleri fotoğraflar ile katılan fotoğrafçılar; (Viçent) Abdullah Frères, Ali Sami Aközer, Ali Rıza Paşa, Ali Sami Bahriyeli, Nikolas Andriomenos, Behçet, Guillaume Berggren, Constantin Joseph Fettel, Gülmez Frères, Hazım, Hüsameddin Bey, Hüseyin Zekai Paşa, Mihran İranian, Vassilaki (Basile) Kargopoulo, Cleomene Kargopoulo, Ömer Fuad Keskin, Baron von Küller, Mehmed ( Mülazım-ı evvel Mehmed), Mehmed Rıfat Efendi, Dimitri Michailides, J.X.Raoult, Rıza (darülaceze Fahri Fotoğrafçısı), Römmler&Jonas, Jules Sandoz, Sébah & Joaillier (Pascal Sébah ve Polycarpe Joaillier) , Şevket, Bogos Tarkulyan (Phébus). 


Gülmez Kardeşler, 1870 yılında Pera’da bir stüdyo açmış, İstanbul’un kırsal görünümlerinin fotoğraflarını çekmişlerdi, 1900’de stüdyolarını kapatarak bütün fotoğraflarını Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın da birçok fotoğrafını çekmiş olan Ressam, dekoratör ve fotoğrafçı Aşil Samancı’ya (1870-1942) satmışlardı.


Burdan hareketle denilebilir ki bu fotoğraf 1900’den önce çekilmiş olmalıdır, 1870-1900 arası.



Robert Kolej sırtlarından çekilen bu fotoğrafta Küçüksu kasrı çok yakınmış gibi görülmekte.
İki hisarın arasının Boğazın en dar yerlerinden biri olduğu düşünülürse çok da yadırgamamak gerekir.

Nicholas V. Artamonof’un 1930-1947 yılları arasında çektiği İstanbul fotoğraflarından bir başkası. Rumelihisarı Şehitlik Dergahı mezarlığından çekilen bu fotoğrafta Robert Kolej karşı kıyı, Anadoluhisarı ve Küçüksu kasrı görülmekte. 
Nicholas V. Artamonof’un çektiği fotoğrafla aynı yerden hemen hemen aynı açıda,
1956 Atıf Yılmaz yapımı “Beş Hasta Var” filminden bir sahne, yine Rumelihisarı Şehitlik Dergahı mezarlığından çekilen bu fotoğrafta yine Robert Kolej, karşı kıyı, Anadoluhisarı ve Küçüksu kasrı görülmekte.

1956 yapımı, Senaryosu Atıf Yılmaz ve Nejat Saydam’a ait
Yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın, Müziklerini Hulki Saner'in yaptığı,
Nedret Güvenç, Muzaffer Tema, Sadri Alışık’ın Başrollerini paylaştığı
“Beş Hasta Var” filminin afişi.



Göksu-i sagir*
Kasr-ı hümayûnu 
*sagir: ufak, küçük


Sultan Abdülmecid’in Göksu çayırında eski
Kasr-ı Ali’nin yerine inşaa ettirdiği yeni “Biniş Kasrı”nın mimarı yine Dolmabahçe Sarayı’nı inşaa eden Sultan Abdülmecid’in sanat danışmanı da olan Nikoğos Balyan kalfadır. İddia edilir ki Göksu Kasrı, 7 Haziran 1856’da açılışı yapılan Dolmabahçe Sarayı inşaatından kalan malzemeler ile inşaa edilmiştir.

Göksu Kasrı ile ilgili başka bir iddia ise kasrın Sultan Abdülmecid tarafından değil de, onun annesi Bezm-î Âlem Valide Sultan tarafından yaptırıldığıdır. Bazı kaynaklarda bu şekilde not düşülmüş, hatta bahçesindeki Bezm-î Âlem Valide Sultan’ın kırmızı güllerinin nefasetine methiyeler dizilmiştir.
Murat Ersin, Küçüksu Kasrı
50 x 100 cm.
Kasrın zerafeti, süslemeleri de kasrın inşaasına bir kadın elinin değdiğine işaret eder gibidir, zira Göksu Kasrı’nın bezemeleri ve bunların bolluğu, o dönem yapılmış benzeri tüm saray ve kasırları gölgede bırakacak kadar ince bir zevkin ürünü ve fazlasıdır. Ayrıca Göksu çayırında bugün bile hala tapusu Bezm-î Âlem Valide Sultan’ın kurduğu vakfa ait büyük arazilerin varlığı bu iddiayı ihtimaller arasında tutmaktadır.
Sir David Wilkie (1785-1841), Sultan of Turkey Abd-ul-Mejid, 1840
Ahşap üzerine yağlıboya, 70,2 x 58,7 cm.
Windsor Şatosu Kraliyet Koleksiyonu

Her ne kadar Küçüksu Kasrının mimarı Nikoğos Balyan kalfa olarak bilinse de, bazı sanat tarihçileri Balyan ailesinin bir müteahhit firma olduğunu ve beraberlerinde başka birçok kalfanın da götürü usulüyle bu kasır ve saray inşaatlarında birlikte çalıştıklarını iddia etmektedir. Küçüksu Kasrı’nın inşaat bedelindeki bir anlaşmazlığın kayıtlara geçmiş olması da bunu destekler mahiyettedir. Rus Constantin Kalfa, o dönem inşaatlarda görev alan diğer kalfalar gibi, inşaat işlerini finanse etmek için o dönemde Osmanlı Devletinin de borç açıklarını kapatan ve kredi bulan, gerekirse ceplerinden Osmanlı Devleti’ne borç veren Galata Bankerlerinden Jean Lorando’dan (1811-1891) kredi almış ve ona borçlanmıştı. Ancak işin bitiminde harcadığını ve alacağını Osmanlı Devleti’nden alamayan Constantin Kalfa, bankere olan borcunu ödeyememiş ve Rusya’daki malının, mülkünün satılmasına St. Petersburg Senatosu tarafından karar verilmişti.

Constantin Kalfa 10 Eylül 1878’de Rusya İmparatorluğu’nun 1878-79 yıllarındaki Büyükelçisi Alexey Borisovich’e kısacası Prens Lobanow-Rostovsy’e (1824-1896) bizzat bir dilekçe yazarak, kendisinden daha önce üç kez yapmış olduğu müracaatlarına geri dönmeyen Bab-ı Ali’ye durumu iletmesini, aracı olmasını rica etmişti. Bankere olan borcu faizlerle de oldukça büyümüş, alacak davası otuz seneye yakın sürmüş, ödenmeyen borç yüzünden oğlu mücadeleye sürdürmek zorunda kalmıştı. 

Uzun kenarı denize paralel, dikdörtgen planlı ve yerden 3m kadar yüksekteki bir alt bölüme oturan kasır, 15 m x 27 m’lik bir alanda tuğla, taş, mermer ve ahşap kullanılarak, kâgir ve yığma tekniğiyle inşaa edilmiştir ve bodrumu ile birlikte üç katlıdır.
O dönemde çekilmiş olan tüm fotoğraflarda açıkça görüleceği gibi Kasrın süslemeli kısımları haricinde kalan duvarları, satıhları sıvalı ve boyalıdır, bugün ise kasrın tüm duvarlarındaki taş işçiliği sıvasız olarak görülebilmektedir.


Bodrum katı mutfak, kiler ve hizmetçi odalarına ve ofislere ayrılmış, diğer iki kat ise bir orta sofaya açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir. Her oda, hem sofaya, hem de yanındaki diğer bir odaya açılır. İlk yapıldığında bügün gördüğümüz kadar fazla süslü olmayan, daha yalın olan kasrı Sultan Abdülaziz fazla sade bulmuş olacak ki, cepheleri yeniden elden geçirtmiş, çiçekli vazolar, girlandlar (iki nokta arasında sallanan ve bir yapraklarla, çiçeklerle hatta meyvelerle zincir oluşturarak yapılan süsleyici motif) ve rozetlerden oluşan yüksek taş kabartma dekoratif elemanlar o dönemde eklenmiştir.

Denize bakan odalarda iki, kara tarafındakilerde ise bir şömine bulunur. Geleneksel Türk evi plan tipini uyan yapı, devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde de mermer kapısı olan ve demir döküm zarif parmaklıklarla çevrilidir. Kasır, tablolardan fırlamış gibi duran şık, zarif bahçe düzenlemesi ile tamamlanır. Kasrın kuzeyindeki çeşme, mermer rıhtım, etrafını çeviren dantel görünümlü parmaklıklar, hepsi birbirinden güzel olan bu detaylara eşlik eden kavisli yollar, küçük süs havuzu İngiliz bahçelerini hatırlatır.

Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz (Batı) cephesi, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzu ve merdivenlerinde çeşitli batılı süsleme motifleriyle kara (Doğu) cephesine göre daha gösterişlidir.

Deniz tarafında bulunan kapıya, at nalı biçimli, iki kollu görkemli bir mermer merdivenle ulaşılır. Bu görkemli mermer merdivenin iki kolu arasında fıskiyeli istiridye kabuğu formunda mermer bir havuz yer alır. Merdivenlerin sonunda giriş öncesinde dört sütunun taşıdığı kemerli bir sahanlık bulunur ve giriş kapısı bu sahanlığın arkasındadır.
Küçüksu Kasrı, Mihran Iranian

1891 yılında Pera’da Stüdyosunu kuran Mihran İranian, 1895 yılında Gugasyan adında başka bir fotoğrafçı ile ortaklık kurmuş, 1900’lü yıllara gelindiğinde, imzasını taşıyan fotoğrafların fazla ilgi görmemesi nedeniyle çalışmaları giderek kaybolmaya yüz tutmuştu. Fotoğraflarına nadir raslanır ve günümüze ancak 300 civarında fotoğrafı ulaşabilmiştir.



Kasrın ikinci katına, zemin katta iki yarım daire kolla başlayıp ortada bir ara sahanlıkla birleşerek tek kollu düz görkemli bir merdivenle ulaşılır. İkinci katın sofasında yerde İran Şahı Pehlevi’nin İstanbul’u ziyareti sırasında hediye ettiği değerli bir İran halısı serilidir, yine aynı sofada Şeker Ahmet Paşa imzalı bir manzara tablosu yer alır.





 Kasrın zemin katının Kuzey ve Güney cephelerinde boydan boya konsollara taşıtılan ve zemindeki ayaklara oturtulmuş iki balkon vardır. Kasrın bütün cepheleri, en tepede konsolların taşıdığı ve çatıyı gizleyen bir parapet duvarıyla çevrilidir. Deniz cephesinde bu parapet duvarı, ortasında yer alan Sultan Abdülmecid’in tuğrasının yer aldığı bir akoter ile tamamlanır.


Erkân-ı Harbiye Fotoğraf şefi Albay Ali Rıza fotoğrafı

Göksu Kasrı’nın ön cephesinin kabartma süslerle, bahçe duvarlarının ve dört yöndeki bahçe kapılarının da son derece ince işçilikle yapılmış dökme demir kapı ve parmaklıklarla süslenerek hareketlendirilmesini Sultan Abdülaziz (1861-1867) istemiştir. Kasrın ön cephesinin ve bahçe duvarları ve kapılarının bugünkü şekli o devirden kalmadır.


Kasrın içi de dışı gibi özenle donatılmıştır.
Hereke yapımı nadide halılar, ipek seccadeler, Abdülmecid tuğralı ayna ve mobilyalar, farklı desendeki ahşap döşemeler göz okşar. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, bu iş için 1851’in Mayıs ayında Sultan Abdülmecid tarafından sarayın dekorasyonunu tamamlamak üzere davet edilerek İstanbul’a gelen, Dolmabahçe Sarayı Harem Bölümü Hünkar Dairesi, Ziyafet Salonu, Saray Tiyatrosu gibi yapıların inşaası sırasında izler bırakan, Viyana Operası dekoratörü Fransız Charles Polycarpe Séchan (1803-1874 ) görevlendirilmişti.
Charles Polycarpe Séchan’a on yıl içerisinde çalışmalarının karşılığı olarak dört milyon frank gibi çok önemli bir meblağ ödenmişti.
Charles Polycarpe Séchan
(1803-1874 )
Charles Polycarpe Séchan’a atfedilen bir Trompe-l’oeil* çalışma
110 x 125 cm. tuval üzerine yağlı boya
*Trompe-l’oeil: Bu sözcük “gözü aldat” anlamına gelir. Bu öykünmeci biçemin en önemli özelliği, izleyicinin ilk bakışta imgeyi temsil ettiği şeyin ta kendisi olduğunu sanmasıdır. Trompe l'oeil etkileyici bir aldatma sanatıdır. Trompe l'oeil biçemiyle çalışan ustalar resimlerini fırça darbesi görülmeyecek bir biçimde oluştururlar.


Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki bu kasrın ısıtması, deniz tarafındaki odalarda çift, kara tarafındaki odalardaysa tek olarak yerleştirilmiş, mermerleri İtalya’dan getirilerek yapılmış şöminelerle sağlanmıştır. Şömineler her odada farklı renk ve desende mermerlerden farklı tasarımlarda yapılmışlardır.



Sultan Abdülaziz döneminde cephe süslemeleri elden geçirilen yapı, zaman zaman çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmıştır.













Göksu-i sagir* Kasr-ı hümayûnu
Misafirleri ve Anılar














-1855-

Britanya hükümetinin Osmanlı hükümetine verdiği borcun halli konusunda İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğuna Yüksek Mahkeme kurmak, hakemlik ve arabuluculuk yapmak üzere diplomatik görevle atanan Yargıç Sir Edmund Hornby, eşi ile birlikte gelmişti İstanbul’a. Osmanlı başkentinde Büyükada’da ve Tarabya’da kaldığı süre boyunca, asker ve diplomat olan Francis Maceroni’nin kızı Lady Elizabeth Emelia Bithynia Horby (1826-1866) annesine, kızkardeşine ve yakınlarına bol bol mektup yazarak anlatmıştı yaşadıklarını.

Lady Elizabeth Emelia Bithynia Horby’nin seyahat anlatıları, 24 Ağustos 1855’te Calais’ten başlamış, Paris’e oradan Marsilya’ya devam etmişti. Marsilya’dan vapur ile Korsika, Malta, Siros’tan geçerek İzmir’e varmışlar, İzmir’den Çanakkale boğazını geçerek İstanbul’a geçip Tarabya’ya yerleşmişlerdi. Bundan sonraki mektupları birçok ayrıntıyı onun kadınca düşünüş tarzını ve gözlem yetisini sergiler. Osmanlı başkentinde yaşam koşullarını, Ermenisinden, Levantenine, Türkünden, Rumuna çeşitli milletler hakkında, özellikle Osmanlı’da kadınların özel yaşamından sahneler betimlemişti bu mektuplarda. Ayrıca dinî kutlamalardan, padişah Sultan Abdülmecit’ten, Heybeliada ve öteki Prens Adaları’ndan ve 1855 yılının ağır kış koşullarından bahsetmişti. O sırada yaşanan Kırım Savaşı’nda meydana gelen siyasi ve askerî olaylardan, hastane ve salgın hastalıklardan, Florence Nightingale’den de bahsettiği mektuplarının sonuncusu 5 Şubat 1858 tarihini taşımıştı.

Lady Elizabeth Emelia Bithynia Horby bu mektuplarından bir kitap çıkartmış ve ilk kez 1858’de “In and around Stamboul” başlığıyla az sayıda yayınlamıştı. Daha sonra 1863’de birkaç renkli gravürle donatılmış olarak ve “Constantinople During the Crimean War” adıyla yeniden yayınlamıştı. Bu kitabında ekseriyetle Osmanlı müslüman kadınların özel hayatıyla ilgili taş baskı gravürlerin çizimlerini, İstanbul’da tanışıp arkadaş olduğu Mary Adelaide Walker yapmıştı.
M. Ad. Walker, İstanbul’daki bir kilisede görevli olan bir İngiliz papazın kızkardeşiydi ve büyük bir olasılıkla İstanbul’a Kırım savaşından biraz sonra, aşağı yukarı 1856’da gelmiş ve kırk yıl boyunca Şark’da yaşamıştı.

Lady Elizabeth Emelia Bithynia Horby Göksu mesire alanını ziyaret ettiğinde burayı Türklerin “Hyde Park”ı olarak nitelemiş ve eşşiz güzelliğine de dikkat çekerek;
“Üç tarafı tepelerle çevrili, önünde ışıltılı bir boğaz manzarası olan ve Avrupa yakasındaki surlarıyla, burçları sarmaşık kaplı Rumeli Hisarı’nı gören büyüleyici bir yer”
diyerek anlatmıştı Göksu’yu.



Bir Cuma günü Göksu mesiresinde gördüğü kadınların giyim kuşamı karşısında da oldukça etkilenmiş ve Türk kadınlarının renkleri birbirine yakıştırma konusunda son derece başarılı olduğunu ifade etmişti. Lady Elizabeth Emelia Bithynia Horby, bu manzarayı bir çiçek bahçesine benzeterek, ev sahibesi kadının kenarları siyah kadifeyle ya da simle işlenmiş gösterişli pembe bir ferace giydiğini, yüzündeki yaşmağın ise güzelliğini gizlemekten çok ortaya çıkardığını belirterek;
Comte Amadeo Preziosi (1816-1882)
Küçüksu Çeşmesi ve Öküz arabasında kadınlar

“Söz konusu kadın genellikle, tavus tüylerinden yapılma, iki tarafı da aynı olan bir yelpaze taşıyor. Hemen yanındaki kadının kıyafeti beyaz janjanlı uçuk saman renginde; daha sonraki kenarları altın sırmalı bir zümrüt yeşili, onun yanındakiyse, güzel bir menekşe kıyafet giymiş. Beyaz yaşmak bu renklerin tümüyle hoş bir tezat oluşturuyor”

diye betimlemişti gördüklerini.
Comte Amadeo Preziosi (1816-1882)
Göksu’da kadınlar

-Nisan,1860-
1830 yılında Hollanda’ya karşı ayaklanarak bağımsızlığını ilan eden Belçika, 1831 yılında dokuz eyaletli meşrutî bir krallık olarak kurulmuş, Saksonya Dükü Georges-Chrétien-Frédéric, I. Léopold (1790-1865) adıyla ilk Belçika Kralı olarak tahta oturmuştu.

1837’de Osmanlı İmparatorluğu Sultan II. Mahmud döneminde, Belçika’nın bağımsızlığı tanımış, aynı yıl Belçika Baron Sullivan’ı İstanbul’a Orta Elçi olarak atamıştı. Bundan sonra iki ülke arasında 1838, 1840 ve 1862 yıllarında dostluk ve ticaret antlaşmaları imzalanmıştı.

Belçika Kralı I. Léopold’un oğlu Cambridge Dükü 1854’te İstanbul’a gelmiş, 8-10 gün kalmış, daha sonra da 1855’de I. Léopold’un diğer oğlu ve veliahtı Braban Dükü Louis Phillippe Marie Victor (1835-1909) Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında başta Kudüs olmak üzere, Nablus, Hayfa, Beyrut, Şam, Baalbek, Trablus, Kandiye, Hanya, Kıbrıs, Rodos, Girit, Sisam ve sakız adası şeklinde süren uzun bir yolculuk yapmıştı. Zaten o dönemde Avrupa’nın en çok gezen hükümdarlarından biri olarak ünlenmişti.
Braban Dükü Louis Phillippe Marie Victor (1835-1909)

Braban Dükü 5 yıl sonra 1860’da Sultan Abdülaziz’in resmi davetiyle İstanbul’u ziyaret etmiş ve bu seyahati ile ilgili 1873’te bizzat kendisinin kaleme aldığı notları “Voyage A Constantinople 1860”  Sophie Bash tarafından kitaplaştırılmıştı. Viyana, Eflak, Boğdan üzerinden Tuna yoluyla gelen Braban Dükü Tersane-i Amire’den Galati’ye (Osmanlı döneminde Kalas) gönderilen Beyrut vapuruyla alınarak, Ramazan ayının 17. Pazartesi günü 8 Nisan 1860’da İstanbul’a gelmiş, Tophane-i Amire’de Sultan Abdülmecid’in huzuruna kabul edilmişti.

Bu ilk karşılaşma anını Braban Dükü kendi yazdığı notlarında şu şekilde anlatmıştı;

“Mehmed Ali Paşa’nın kayığı ile Tophane’ye çıktık. Sahilin her iki tarafında askerler dizilmiş, toplar patlıyor, askeri bando çalıyordu. Sultan benden önce beni karşılamak için iskeleye gelmişti. Karşılamadan sonra salona girdik. Merdivenlerin üstünde küçük bir kanepe vardı. Sultan onun üstünde oturmam için beni çağırdı. Bizim dışımızdaki herkes ayakta kaldı. Fuad Paşa tercümede Sultan’ın benden övgü dolu sözlerle bahsettiğini aktardı. Sultan’ın bana ve babama karşı büyük saygısı vardı. Babamın sağlığını sordu. Ramazan ayının sonuna kadar burada kalmamı istedi. Beklenmedik bir engel olmadığı sürece kabul ettim. Her cümlenin sonunda uzun bir sessizlik oluyordu. Sessizlik çok uzun oldu, benim İmparatorluğa önceki ziyaretimden bahsediyordu. Ben yanımda getirdiğim kişileri tanıttım. Sultan onlara baktı ama hiç bir şey söylemedi. Fuad Paşa konuşmalarımızı son derece saygılı bir şekilde çevirerek tercümanlık yaptı. Sonunda Fuad Paşa kalacağım yere nasıl gitmek istediğimi sorunca, ben ayrılma vaktinin geldiğini fark ettim ve Sultan’la birlikte iskeleye doğru gittik. Sultan merdivenlerin önünde biraz Fransızca bildiğini söyleyerek benimle konuştu. Ama cesareti yoktu. Sultan aslında gerçekten iyi Fransızca konuşuyordu. Yarın Sultan beni görmek istiyordu. Çirkin ve hastalıklı görünen Sultan, büyük ayakkabılar giymiş ve heybetli gibi duruyordu.”
Sebuh Manas imzalı Sultan Abdülmecid’in minyatür Portresi (tasvir-hümâyûn), 1854
Kağıt üzerine suluboya, 6 x 4,8 cm. çerçeve içerisinde.
Bir iddiaya göre, Kapadokyalı Manas ailesinden Sebuh Manas (1816-1889), Sultan II. Mahmud tarafından eğitim için Avrupaya gönderilmiştir. Sebuh, İtalya’da eğitim gördükten sonra Paris Osmanlı elçiliğine birinci sekreter olarak atanmış ve bu görevde 30 yıl kadar çalışmıştır. Bu sırada Sultan Abdülmecid’in portrelerini yapıp İstanbul'a göndermiş, 1854 yılında Çırağan Sarayı’ndan gönderilen bir telgrafla Sultan Abdülmecid’in gönderilmiş olan “tasvir-hümâyûn”dan memnuniyet duyduğu ve tanesi 1500 kuruştan 9000 kuruş karşılığı 6 portre daha sipariş edilmişti. Ressamın 1868 tarihli bilinen tek Abdülaziz portresi ise Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığındadır. Sultan Abdülaziz’e ait bu 
tasvir-hümâyûn, 2014 yılında Sotheby’s tarafından düzenlenen bir müzayedede 8.750 pound’a alıcı bulmuştur. 1854’de yine Sebuh Manas imzalı neredeyse aynı başka bir minyatür Abdülmecid portresi Londra’daki Nasser David Khalili Koleksiyonundadır. Bunun da Sultan Abdülmecid’in sipariş ettiği 6 portreden biri olması muhtemeldir.

Bu görüşmenin ardından da Beyrut vapuru Braban Dükü’nü kendisi için ikametgah olarak tahsis edilen Emirgan Sahilsarayı’na götürmüş ve orada bir süre dinlenmişti. Daha sonra Sultan Abdülmecid’in Emirgan Sahilsarayı’na gelmesi ile resmi karşılama töreni burada yapılmıştı.


 İstanbul’a gelmiş olan Prens için Sultan Abdülmecid tarafından 28 Nisan Cumartesi akşamı Beşiktaş Sahilsarayı’nda bir ziyafet tertip edilmiş, törene davet edilenlerin nasıl giyineceklerine dair yazılan tahriratta (resmi yazı) şöyle denilmişti;
Pusulasında muharrer zât-ı hazeratın içinde bulunulan Şevval ayının 7. Cumartesi günü akşamı Beşiktaş Sahilsarayı’nda Padişah tarafından tertiplenen ziyafette bulunmak üzere belirtilen günde saat 11 sularında büyük üniforma, sırmalı lacivert çuka pantolon, nişan-ı âlî, ve kılıç ile ecnebi nişanı olduğu halde bunların giyinip takılmasıyla gelinmesi istenmiştir. Şayet gelmeye mani bir engeli olan olursa, bunların Teşrifat-ı Hariciye’ye önceden durumlarını bildirmeleri istenmiştir.”

Bu yemek sırasında Braban Dükü Sultan Abdülmecid’e çok beğendiği Boğaziçi’nden arazi satın alma isteğini iletmiş, Sultan Abdülmecid de Boğaz’da bu şekilde arazi satamayacaklarını ve bunun başka devletler tarafından da istenebileceği yönündeki mahsurlarını anlattıktan sonra Dük’ün isteğini onu kırmadan kibarca geri çevrilmişti.

29 Nisan Pazar günü ise Sultan Abdülmecid Göksu Kasrı’nda Prens’i kahvaltıya davet etmişti. Sultan Abdümecid’in 29 Nisan Pazar günü Göksu Kasrı’nda verdiği kahvaltıdan sonra Belçika Kralının veliahd oğlu Dük De Braban’ın 30 Nisan Pazartesi günü Sultan Abdülmecid ile resmi bir görüşme yaptıktan sonra İstanbul’dan hareket edeceği ve Trieste yoluyla Belçika’ya döneceği duyurulmuştu.

Braban Dükü Louis Phillippe Marie Victor, beş yıl sonra babası I. Léopold’un vefatı üzerine II.  Léopold adıyla Belçika’nın ikinci kralı olarak tahta oturmuş 1909 yılına kadar hükümdarlık yapmıştı.

-Aralık,1861-

Braban Dükü’nün İstanbul ziyaretinden bir yıl sonra 2 Aralık 1861’de, bu kez Birleşik Romanya’nın (birleşik Eflak-Boğdan prenslikleri) ilk prensi olan Alexandru Ion Cuza (1820-1873), İstanbul’a yaptığı ziyaretinde Göksu Kasr-ı Ali’de misafir edilmişti.


Prens Alexandru Ion Cuza bu ziyareti sırasında Padişahın fermanını almış, Domnitor ünvanı tanınmış, Bükreş’e döndükten sonra da 5 Şubat 1862 tarihinden başlayarak, 22 Şubat 1866’da Romanya Krallık olarak ilan edilene ve I. Carol ilk Romanya Kralı ilan edilene dek Romanya Dominatorü (kontrolü eminde bulunduran) olarak hüküm sürmüştü.
Sultan Abdülâziz’in Dolmabahçe Sarayı’nda
Eflak-Boğdan Prensi Alexandru Ion Cuza’yı kabulü.


















-Mayıs,1862-

Prens Alexandru Ion Cuza nın İstanbul
ziyaretinden bir yıl sonra 20 Mayıs 1862’de, bu kez İngiltere Kraliçesi Viktorya’nın büyük oğlu ve veliahtı, ki daha sonra 1901 Ocak ayında ancak 60 yaşında İngiltere tahtına VII. Edward olarak oturabilecekti, Galler Prensi Albert Edward (1841-1910) ve nişanlısı Danimarka Prensesi Alexandra, Kraliyet yatı Ariadne ile İstanbul’u ziyaret etmişti.
Danimarka Prensesi Alexandra
(1844-1925)
Bu ziyaretleri sırasında Padişah Sultan Abdülâziz nişanlıları 26 Mayıs Pazartesi günü Göksu Kasrı’nda verilen bir sabah kahvaltısı ziyafetinde ağırlamıştı. Bu ziyafette Sultan Abdülâziz ilk kez vükelasıyla birlikte yemek yemişti. Galler Prensi Albert Edward ve nişanlısı Prenses Alexandra Christina adına verilen ziyafetin en belirgin özelliklerinden birisi de hanımların da katıldığı, Avrupalılara verilen ilk ziyafet oluşuydu. Bu durum, Türk kültürünün sofra âdâb ve erkânında ulaştığı değişimin en önemli kırılma noktalarından birine işaret eder.
Galler Prensi Albert Edward (1841-1910)
ve 4. Leiningen Prensi Ernst Leopold (1830-1904)
Bu ziyafet’e Sultan Abdülaziz’in yanısıra Sadrazam Keçecizâde Mehmed Emin Fuad Paşa, Hariciye Nazırı Ali Paşa, İngiltere elçisi Sir Henry Bulwer, Kraliçe Viktorya’nın üvey erkek kardeşi 4. Leiningen Prensi Ernst Leopold, (Sultan Abdülmecid’in kız kardeşi Adile Sultan ile evli olduğu için Damad denilen) Kaptan-ı Derya Damad Mehmet Emin Âli Paşa,
 Serasker Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa da eşlik etmişti. Bu kahvaltıda, bir Osmanlı padişahı ilk kez devlet adamları ve yabancı bir hanedan mensubu ile aynı masada yemek yemişti.
Galler Prensi Edward’ın ziyareti sırasında
James Robertson ile kayınbiraderi ve iş ortağı Felice Beato tarafından çekilmiş bir fotoğraf.

Göksu Kasrı’ndaki Kahvaltıya Kraliyet yatı ile gelen Prens Edward ve maiyetine, Padişah tarafından verilecek ziyafetlere ayrıca önem verildiği, Prens Edward’ın 1869’daki ikinci ziyaretinde günlüğünü tutan William Howard Russell tarafından günlüğe yazılanlardan da anlaşılmaktadır. William Howard Russell günlükte İstanbul seyahati boyunca yedikleri hiçbir yemeğin, Sultan’ın ziyafetinde verdiği yemek kadar lezzetli olmadığına dikkat çekmiş ve bunun siyasi bir tutum olduğunu da belirtmişti. Bu ifadeler de göstermektedir ki ziyafetin unutulmaz bir tecrübe olması istenmiş, ziyafetin verileceği yapı dahi özenle seçilmişti. Aynı zamanda Osmanlı devlet geleneğinde bir ilk olan bu ziyafet için, Barok ve Rokoko üsluplarının Osmanlı coğrafyasında yorumlanmış bir biçimi olarak inşa edilmiş bulunan Göksu Kasrı özellikle seçilmişti. Aynı zamanda bu sabah kahvaltısı ziyafeti ile Prens’e resmi bir veda töreni de gerçekleştirilmiş, ona bu törende birinci dereceden bir Osmanlı nişanı ile birlikte Kasır’da içtikleri nargile ile birlikte askeri kıyafetler hediye edilmişti.

Galler Prensi Albert günlüğüne 26 Mayıs’taki bu ziyafet ile ilgili olarak şu notları düşmüştü;
“Sultan müstesna bir ziyafet hazırlatmıştı...
Her şey çok iyi gitti, ayrıca Sultan çok nazik,
kibar ve medeniydi.”
Galler Prensi Albert Edward’ın İstanbul Pera’da Abdullah Freres Stüdyosunda Kraliyet fotoğrafçısı Francis Bedford tarafından çekilen fotoğrafı, 27 Mayıs 1862 
Galler Prensi’nin Mısır, Suriye, Filistin, Lübnan, Yunanistan ve Türkiye'yi kapsayan bu Kraliyet Turunda ona eşlik eden Kraliyet fotoğrafçısı Francis Bedford’un çekmiş olduğu birçok fotoğraf sayesinde o günlerin İstanbul’u hakkında zengin bir görsel koleksiyona sahibiz bugün.

-Ekim,1869-


Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon, 1867 yazında, Sultan Abdülâziz’i Paris’teki Uluslararası Sergi’nin açılışına davet etmiş, Sultan Abdülâziz bu davete icabet ederek, Avrupa’ya savaş dışında giden ilk padişah olma ünvanını da kazanarak Paris’e gitmiş, Paris’ten sonra Londra’ya geçmiş ve Belçika üzerinden İstanbul’a dönmüştü. Sultan Abdülâziz’in Paris’te karşılaştığı, Fransa’nın güzelliği ve zekasıyla ünlü bir hanım, Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon’un eşi İmparatoriçe Eugenie, ilk bakışta Sultanın aklını başından almıştı. Söylentilere göre Sultan Abdülâziz Paris’te başka hiçbirşeye bakmamış, aklı fikri İmparatoriçe Eugenie’de kalmıştı.



Sultan Abdülâziz’in İmparatoriçe Eugenie’yi tekrar görebilmesi, ancak iki sene sonra, 1869 yılının Ekim ayında, İstanbul’da nasip olmuştu. İmparatoriçe Eugenie, Süveyş Kanalı’nın açılış merasimine davetliydi, Mısır’a gemiyle gidiyordu ve giderken İstanbul’a uğramıştı. Tarihler 13 Ekim 1869’u gösteriyordu.
İmparatoriçe Eugenie’nin İmparatorluk yatı Aigle ile İstanbul’a gelmesini tasvir eden illüstrasyon,
30 Ekim 1869 tarihli Fransız Le Monde Illustré gazetesinden

İstanbul’da bir hafta kalan İmparatoriçe Eugenie o süre içerisinde Kapalıçarşı, Pera, Ayasofya ve Yedikule Zindanlarını gezmiş, gittiği her yerde halkın coşkun tezahüratıyla karşılanmış ve bu gezilerde kendisine Hariciye Nazırı Fuad Paşa refakat etmişti.
30 Ekim 1869 tarihli Fransız Le Monde Illustré gazetesinin başsayfasında,
İmparatoriçe Eugenie’nin Beylerbeyi Sarayı’na Sultan Abdülaziz ile birlikte saltanat kayığı ile gelişini tasvir eden Pierre (Pietro) Montani Efendi’nin gravürü.

Fransa İmparatoriçesi Eugenie şerefine Beykoz Tokat bahçesinde düzenlenen av partileri için Hümâyunâbâd Kasrı (Tokat Köşkü) inşaa edilmişti. Ancak bu kasırdan günümüze hiçbir iz kalmamıştır.

İmparatoriçesi Eugenie’nin Beykoz Tokat bahçesi
Hümâyunâbâd Kasrı’nda karşılanışı











Sultan Abdülâziz, Beylerbeyi Sarayı’nda misafir edilen İmparatoriçe ile 17 Ekim gecesi saatlerce beraber kalmış ve bu çok özel anlar yıllarca bir söylenti olarak dilden dile aktarılmıştı. Bu söylentinin gerçekliği ve detayları ancak yakın bir tarihte İspanyol Cervantes Enstitüsü Müdürü Pablo Martin Asuero’nun yazıp yayınladığı “Mavi Sütunlu Saray” adlı kitapta ortaya çıkmıştı.
İmparatoriçesi Eugenie Beylerbeyi Sarayı’nda adına düzenlenen resepsiyonda,
Sultan Abdülaziz ile birlikte





İstanbul’da bir hafta kalan İmparatoriçe Eugenie o süre içerisinde Kapalıçarşı, Pera, Ayasofya ve Yedikule Zindanlarını gezmiş, gittiği her yerde halkın coşkun tezahüratıyla karşılanmış ve bu gezilerde kendisine Hariciye Nazırı Fuad Paşa refakat etmişti.
İmparatoriçe Eugenie Kapalıçarşı’da

20 Ekim Pazartesi günü Üsküdar çevresindeki mesireleri ziyaret eden İmparatoriçenin bu  ziyaretlerinde kendisine Sultan Abdülâziz de eşlik etmiş, önce Anadolu yakasındaki Göksu’ya gidilmişti. İmparatoriçe Eugenie Göksu’ya at yerine süslü iki öküzün çektiği bir araba ile götürülmüştü. O dönemin Fransız gazetelerinde işte Osmanlı’nın kullandığı araba bu diye resimli haberler çıkmıştı.
20 Ekim 1869, Sultan Abdülâziz ve İmparatoriçe Eugenie Göksu’da,
30 Ekim 1869 tarihli Fransız Le Monde Illustré gazetesinden






Sultan Abdülâziz sıklıkla dışarıya çıkar, at ve arabayla uzun geziler yapardı. Maslak, Kâğıthane, Hekimbaşı Çiftliği, Beykoz ve Alem dağı ormanları onun en çok sevdiği yerlerin arasındaydı. Sultan Abdülâziz Göksu’dan sonra konuğu İmparatoriçe Eugenie’yi Alemdağı köyüne götürerek onun şerefine bir av partisi düzenletmişti. Av partisi sonrasında akşama doğru Çamlıca yoluyla Beylerbeyi Sarayı’na dönülmüştü.  21 Ekim Salı günü bu seçkin konuğun İstanbul’daki son günüydü, İmparatoriçe Eugenie tıpkı gelişinde olduğu gibi büyük sevgi gösterileri arasında Süveyş’e gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştı.



-1874-
Edmondo de Amicis (1846-1908)




Daha çok çocuk ve okul hayatını konu edinen eserleri ile tanınan İtalyan romancı, öykü yazarı ve şair Edmondo De Amicis (1846-1908) 1874 yılında büyük bir heyecanla ziyaret ettiği ve kısa bir süre kaldığı İstanbul üzerine Orhan Pamuk’un “Eski İstanbul üzerine yazılmış en güzel kitap” diye bahsettiği “İstanbul 1874” isimli kitabını arkadaşı ressam Enrico Junck’un birbirinden güzel İstanbul desenleriyle 1877-78’de yayınlamıştı.



“...Kandilli’nin sağında, koyun üstünde, birbirinden az bir uzaklıkta, büyük ve küçük ilâhî dere vadileri açılıyor, bunların arasında akçaağaç, meşe ve çınarlarla kaplı, Dolmabahçe sarayı üslûbunda çizilip oyulmuş ve kocaman kıpkırmızı gül bahçeleriyle çevrilmiş Sultan Abdülmecid’in annesine ait kasrın hakim olduğu Asya Tatlı Sularının enfes çayırlığı yayılıyor. Ve ‘büyük ilâhî dere’nin öbür tarafında, Rumeli sahili üzerinde inşa edilmiş II. Mehmed hisarının karşısında bulunan Yıldırım Bayezid hisarının ince kulelerinin yükseldiği bir tepenin sırtları üzerine yayılmış Anadoluhisarı köyünün çeşit çeşit renkleri görülüyor. Boğaz’ın bütün bu kısmı, bu sırada, hayat dolu idi. Rumeli tarafındaki koyda yüzlerce sandal kayıp gidiyordu; Bebek iskelesine giden yelkenli ve buharlı gemiler geçiyordu; Türk balıkçılar çapraz iki uzun sırığın suyun üstünde tuttuğu kocaman sepetlerinden ağ atıyorlardı; bir İstanbul vapuru küçük Avrupa köyünün iskelesine Rum hanımlar, lazaristler, Amerikan protestan mektebi talebesi, paket ve sepet taşıyan ailelerden meydana gelen bir kalabalığı boşaltıyordu ve karşı tarafta, dürbünle bakınca, Tatlı Suların ağaçlarının altında gezinen Türk beyleri ve Türk hanımlarıyla dolu bir sürü tenteli kayık ve sandal sahil boyunca gidip gelirken ‘ilâhî dere’nin kenarına daire halinde oturmuş küme küme Müslüman hanımlar görülüyordu.


Bayram günü gibiydi. Bu, insana gemiden atlayıp yüze yüze sahillerden birine çıkmak, orada kalıp ‘Ne olacaksa olsun, artık buradan hiçbir yere kıpırdamam; Müslümanlara mahsus bu saadetin içinde yaşamak, bu saadetin içinde ölmek istiyorum’ demek arzusunu veren ne olduğunu bilmediğim Arkadia saadeti ve aşk gibi bir şeydi.

diyerek son derece şairane bir dille anlatmıştı Edmondo De Amicis, Asya’nın Tatlı Sularını ve bu güzellikler karşısındaki duygularını 1874’de, İstanbul’dan ayrılırken bindiği gemi Karadeniz’e doğru yol alırken ve son kez bu güzel şehri güverteden izler, veda ederken...
 

-1893-


Amcası Sultan Abdülâziz’in 1876’da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü üzerine, tahta geçen ağabeyi V. Murat’ın da üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilip, Çırağan Sarayı’na hapsedilmesi sonucunda 31 Ağustos 1876’da Sultan II. Abdülhamid 34 yaşında, 34. Osmanlı padişahı olarak ilan edilmiş, 7 Eylül günü de Eyüp’te kılıç kuşanmıştı. Sultan II. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir bunalım içerisindeydi.


1891-1895 yılları arasında Doğu Anadolu’daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak için, bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapılması talebine rağmen, bu reformların ertelenmesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerinin olası bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gidilmesi üzerine, Ermeniler arasında da devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazanmıştı. 1895’te bu olayların ülke çapında bir ihtilale dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul’da Ermeni örgütlerinin Kumkapı’da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Osmanlı Hükümeti, Anadolu’da Ermeni topluluklarına yönelik sert baskı tedbirleri almaya başlamıştı. Bu olaylar Batı kamuoyunda genellikle Hamidiye katliamları olarak adlandırılmış ve liberal Avrupa basınında Sultan II. Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmıştı. İşte böylesi bir ortamda 1893’te İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği’nde katib olarak çalışan Wilhelm Max Müller’in (1862-1919) ebeveynleri Oxford Üniversitesi hocalarından Filolog ve Oryantalist Friedrich Max Müller (1823-1900) ve eşi Georgina Adelaide Grenfell Müller (1835-1916) hem hayatlarında bir değişiklik yapmak ve dinlenmek hem de oğullarını ziyaret için İstanbul’a gelmiş ve iki ay kadar kalmışlardı.

Friedrich Max Müller
(1823-1900)
Çifti Büyükelçi Sir Clare Ford ve elçiliğin tüm üyeleri ilgi ile karşılamışlardı. Bu süre içerisinde pek çok kez Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda misafiri olmuşlar ve Sultan Abdülhamid’in tahsis ettiği bir saray yaveri eşliğinde İstanbul’u gezmişlerdi. Sıradan bir elçilik katibinin oğlunun ebeveynlerinin Saray katında kabul görmeleri elbette dikkat çekicidir. Alman asıllı Friedrich Max Müller 1855 yılında 32 yaşında İngiliz vatandaşı olmuştu. Eşi ile de 1859’da evlenmişler 3 kızları bir oğulları olmuştu. Oğulları Wilhelm Max Müller de enteresandır, daha sonraki yıllarda 1888’de Amerikan vatandaşı olmuş, Pennysyvania Üniversite’sinde Mısır Bilimi üzerine dersler vermeye başlamıştı. Filolog ve Oryantalist baba Freidrich Max Müller ise İndoloji konusunda hem akademik, hem de popüler eserler kaleme almış, Doğu’nun Kutsal Kitapları’nın 50 ciltlik İngilizce çevirilerini hazırlamıştı. Asıl ilginç olan ise 1830’larda Ural-Altay dilleri üzerine araştırma yapan Macar dilbilimcilerinin literatüre kazandırdığı “Turan” kavramını 1854 yılında bir halk kategorisi olarak tanımlayan  ilk kişi Alman C.C.J. Bunsen olsa da, Turan teorisini popülerleştiren kişi Freidrich Max Müller olmuştu. Milliyetçi Sultan II. Abdülhamid ve Turan teorisyeni Freidrich Max Müller’in Yıldız Sarayı çatısı altında konuşacak çok şeyleri olmuştu muhakkak!..
Bu sırada anne Georgina Adelaide Grenfell Müller de boş durmamış, İstanbul günlerinde yazdığı mektupları ve tuttuğu notları değerlendirmiş, İngiltere’ye döndükten sonra onları derleyerek “Letters from Constantinople” İstanbul’dan Mektuplar adıyla Londra’da 1897 yılında yayınlamıştı. İngiltere’de Türk ve Padişah düşmanlığı zamanında, Mrs. Max Müller yayınladığı bu kitapta, Sultan II. Abdülhamid’i şöyle tanımlamıştı.
Sultan II. Abdülhamid (1842-1918)
“...II. Abdülhamid kartal burunlu, derinlere nüfuz eden bakışlı, orta yaşlı bir adam. Bir subay ceketi giyiyor ama, hiçbir rütbe işareti veya apolet taşımıyor, yahut madalyası da yok. Başında herkesinkinin aynı bir fes, belinde ucu kıvrık bir kılıç var. Selamlıklarda arabasında karşısında yalnız Müşir Gazi Paşa oturuyor, başkasını arabasına almıyor. İyi Fransızca biliyor. Beni çok nazikane kabul etti. Bizzat kendisi sigara ikram etti ve sigaramı gene kendisi yaktı. Avam Kamarası* üyesi olan kocamın bir kitabının Fransızca tercümesini okuduğunu ve orada İstanbul’dan överek bahsetmesinden memnun kaldığını, nazik, basit ve samimi bir şekilde söyledi. Çıkarken kolumdan tutup yürüterek oda kapısına kadar beni teşyi etti. Yıldız’daki çok zengin kütübhanesini hemen her gün ziyaret ederek kitap incelediğini ve okuduğunu öğrendim. Protokol icabı Türkçe konuştuğu halde, bir ara benim kadın oluşumdan samimileşerek Fransızca da konuştu...”
* Avam Kamarası üyesi olduğuna dair bir kaynak bulamadım ben.
Abdül-hamid Han“Osmanlı İmparatorluğu’nun Hükümdarı”
21 Şubat 1897 tarihli Le Petit Journal kapağı
“İstanbul’dan Mektuplar”ın Boğaziçi’nde Piknikler bölümünde ise Mrs. Max Müller, 1893’ün Göksu Mesiresini ve Kasrı şöyle anlatmıştı;
“Bu ismin bizzat kendisi romantik, ve yalnız İstanbul Boğazı’nı görmüş olanlar böyle bir gezintideki güzelliği, eğlenceyi ve şiir dolu havayı anlayabilir. Oğlumun doğum günü olan 9 Haziran’da Beyoğlu’nda bulunduğu sıralarda ona yakınlık göstermiş insanlar için bir piknik tertiplemeye karar verdik. Sevgili dostumuz Sadık Bey planımıza büyük bir iştiyakla katıldı. İstanbul’un sisler içinde silüetini seyredebileceğimiz Adaların en büyüğü olan Büyük Ada’ya gitme fikrini ileri sürdüğüm zaman, Sadık Bey Sultan’ın motorlarından birini temin edebileceğini söyledi. Sefaretin idare memuru da bütün hazırlığı üstüne aldı ve hakikaten de son derece mükemmel bir şekilde başladı. Arkadaşlarımız davet edilmiş ve bütün işler tamamlanmıştı. Tam bu esnada Sadık Bey yeni bir haberle geldi. Küçük büyük her olaydan haberdar olan Sultan’ın mevsim başlarında kötü bir kaza neticesi içindeki bütün eşya ve altın sofra takımlarıyla birlikte batmış olan bir motoru hatırlayarak, böyle bir gezintiyi arzu etmediklerini bildirdi. Maamafih Zat-ı Şahaneleri büyük bir lütufta bulunarak iki tane beş çifte kayığı ve Rumelihisarı’nın tam karşısında Kandilli’nin üst kısmında Göksu ve Küçüksu derelerinin ağzındaki bir köşkü emrimize verdiklerini söyledi. Keyhüsrev’in geçtiği yer olarak kabul edilen Boğaz’ın bu en dar noktası muhakkak ki bu nefis su geçidinin en güzel kısmını teşkil ediyor. Vaka Büyük Ada’ya gitmekten, çamlıklara çıkmaktan vazgeçmek pek kolay değildi ama Padişahın lütfunu şükranla kabul etmekten başka da çaremiz yoktu.”
Abdulhamid II fotoğraflı kartpostal, 1909
“Misafirlerimizi kararlaştırılmış saatte iki büyük güzel kayığın bizi beklediği Tophane rıhtımında karşıladık. Kayıkların her birinde onar tane kayıkçı bulunuyordu. Hepsi baştan aşağı beyazlar giymişti. Bol beyaz pantolonlar. Bursa ipeklisinden kenarları sırma işlemeli beyaz ceketler ve tabii ki fes. Grubumuzda değişik milletlerden insanlar vardı. Fakat konuşulması kabul edilen dil İngilizce idi. On küreğin harekete geçirdiği kayık süratle Dolmabahçe’nin uzun, beyaz mermer cephesini geçti; Abdülaziz’in son günlerini yaşadığı ve şimdi padişahın kardeşi ve selefi şehzade Murad’ın kendini intihar edercesine, içkiye verdiği, etrafta bekleyen nöbetçilerin kurşunlarına hedef olmak korkusuyla hiç bir kayığın yakınından geçemediği kare biçimindeki Çırağan Sarayı’nı geçti; talihsiz Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmış Boğaziçi’ndeki yazlık sarayların en güzeli Beylerbeyi Sarayı’nı da geçti; Anadolu kıyılarında bir burnu yalıyarak kuvvetle akan şeytan akıntılarıyla büyük bir mücadeleden sonra Kandilli’ye geldi. Buradan bazı arkadaşları almak için iskeleye yanaştık. Ve nihayet, tamamiyle mermerden yapılma bu şahane Kasra (Bu kasır Abdülmecid’in annesi tarafından yaptırılmıştır) takriben bir saat sonra varmış olduk.”




“Hizmetkarlar, kayıkla getirmiş olduğumuz yemekleri hazırlarken biz de binayı gezdik. Her katta güzel bir sofa ve etrafında dört oda bulunuyordu. En alt katta kilerler ve ofisler vardı. Odalar büyük bir zevkle döşenmişti. Oymalı ve sedef kakmalı masalar, sandalyeler, çekmeceler ve konsollar, hepsi birer şaheserdi. Perdeler de baştan başa sırma işlemeli, güzel ipeklilerden yapılmıştı. Fakat, zemin tamamiyle çıplak olup, yerde hiç bir halı yoktu. Yalnız parkeler çok iyi cilalanmıştı. Binanın bütün duvarları mermerdendi. Ayrıca çok bakımlı olan bahçenin etrafını çeviren parmaklıklar da mermerdendi. Bahçenin dört duvarının ortalarında bulunan dört kapı da çok güzel oymalı mermerden yapılmıştı. İmparatoriçe Eugenie’ye tahsis edilmiş köşk bu idi ve hususi olarak bunun için bu kadar güzel döşenmişti. Türkiye’de yapılacak bir piknik için bu yerin Büyükada’dan daha uygun bir yer olduğunda hepimiz birleştik. Öğle yemeği büyük bir odayı kaplayan çok kıymetli bir masa üstünde hazırlanmıştı. Boğaz’da Saray’a ait bu tip küçük köşklerden bir hayli var. Bunlar zaman zaman Türkiye’ye gelecek hükümdarlara veya başka mühim ziyaretçilere tahsis edilmek üzere, burada olduğu gibi, daima temiz ve hazır bir şekilde bekletilmektedir. Bunların en büyüğü olan Beylerbeyi Sarayı sık sık ecnebi krallara tahsis edilmiştir.”

Göksu deresinde kayık sefası

“Genç davetliler dışında bir İtalyan çalgıcının çaldığı orgu duyunca onu içeriye çağırmakta israr ettiler. Cilalı parkeler üstünde epeyce dans ettiler. Tahsilini Berlin’de yapmış olan Sadık bey bu işin en heveslilerinden biri ve muhakkak ki en iyi dans edenlerinden idi. Bu meyanda bir çoğumuz da dışarıya çıkıp gezdik. Beyaz mermerden yapılma arabesk tarzı oymalar ve birçok kitabelerle kaplı güzel çeşmeyi de uzun uzun tetkik ettik. Bu çeşme saray duvarlarının dışında geniş çayırlığın kenarında, bütün Göksu Deresi boyunca yetişen değişik cins çınar ağaçlarının gölgelediği bir yerde yaptırılmıştı. Maalesef günlerden Cuma değildi. Zira yaz aylarında Cuma günlerinde bu vadi grup grup, yere serilmiş halılar üstünde oturan, kahve ve sigaralarını içen Türk hanımlarıyla dolarmış. Danstan sonra tekrar kayıklara binip derenin iç taraflarına, Ayazma’ya gittik. Buradaki umumi bahçelerde bütün öğleden sonraları çalınan acayip Arap müziğini dinledik. Göksu’nun güzelliği bakımından hayal kırıklığına uğramıştık. Birçok Türk şairinin öğünerek medhettikleri söylenen bu manzara İngiltere’de bulunan birçok küçük derelerden daha güzel değildir...”

Küçüksu deresinde kayık sefası
Yıldız Sarayı’ndan pek dışarı çıkmayan, çıkarsa da Şehzadelik yıllarında kullandığı Maslak Kasırlarını tercih eden II. Abdülhamid’in pek itibar etmediği Göksu Kasrını, kardeşi V. Mehmed Reşad (1844-1918), günübirlik kullanmış, diğer kardeşi VI. Mehmed Vahdettin (1861-1926) ve amcaoğlu son halife II. Abdülmecid Efendi (1868-1944) de pek itibar etmemiş, çok az kullanmışlardı.

Edirne Selimiye Camii

1914 yılında Osmanlı Hükümeti İngiltere’ye Para, Kıymetli kağıt ve Pul basan Bradbury Wilkinson & Company şirketine Osmanlı Posta İdaresi için bir seri pul siparişi vermişti. Bu Posta pullarının üzerlerinde yer alacak resimlerin hazırlanma işini de 1909 yılında 31 Mart Olayı şehitleri için yapılan anıt-mezar yarışmasını birincilikle kazanmış ve Şişli Abide-i Hürriyet anıtının da mimarı olan ve o sırada Posta ve Telgraf Nezareti mimarı olarak görev yapan Mimar Muzaffer Bey’e vermişlerdi. Muzaffer Bey, ülkenin mimari yapıtlarını betimleyen resimler hazırlamış, bu resimler basım için gönderildikleri Londra’da birer sanat yapıtı olarak değerlendirilmiş ve büyük beğeni kazanmıştı.
Mimar Muzaffer Bey’in, Abide-i Hürriyet Anıtı
Pullarda Kız Kulesi, Fener Bahçesi, Rumelihisarı, Süleymaniye Camii, Abide-i Hürriyet, Sultanahmet Camii, Yeni Cami, Sultan Ahmet Çeşmesi, Beyazıt Harbiye Nezareti (Daire-i Umur-ı Askeriyye), Hamidiye Zırhlısı, Küçüksu Köprüsü ve Küçüksu Kasrı gibi mimari eserler ve manzaralar yer almıştı.
Küçüksu Deresi ağzında bir kayık.
Karşı kıyıda Rumelihisarı, sağda Küçüksu Kasrı’nın döküm demir bahçe korkulukları
Muzaffer Bey, Küçüksu Deresi ağzında bir kayık desenini büyük bir ihtimalle bu fotoğraftan yararlanarak hazırlamıştı.
Küçüksu Deresi üzerindeki tahta köprü


Ancak aynı yıl içerisinde Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, pulların üretimini ve yapılan sözleşmeyi de etkilenmişti. Hazırlanan gravür baskı plakaları İngiltere’de kalmıştı.1918 yılında Bağdat ve Irak’ın büyük bir bölümünü işgal eden İngiltere, kontrolü altındaki topraklarda sivil bir posta servisi kurmuş, Bradbury Wilkinson & Company Limited’in elinde kalan Osmanlı Pulları üzerine “Iraq in British Occupation” şeklinde siyah ile ek bir baskı yapılarak pullar Irak’a gönderilmişti.
Çemberlitaş
Aynı pullar 1920’de ilk tasarımlardan daha farklı renklerde yine Bradbury Wilkinson & Company Limited tarafından basılarak Osmanlı Posta İdaresinin kullanımına sunulmuştu.
S.M.S. GOEBEN Zırhlısı


Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanların Goben ve Breslau adındaki savaş gemileri Ege Denizi’nde İngilizlere ait Indomitable ve Indefatigable isimli savaş kruvazörleri ile karşılaşınca, İngiltere'nin daha Almanya'ya savaş açmamış olmasından yararlanarak hızlıca kaçmaya başlamış, Çanakkale Boğazı’ndan içeri girerek 11 Ağustos 1914 Salı günü Osmanlıya sığınmışlar İstanbul Boğazına demir atmışlardı.


Goeben ve Breslau İstinye Tersanesinde bakımda.
Bu iki gemi İstinye Tersanesi’nde bakım gördükleri sırada geminin Alman mürettebatı Anadoluhisarı Küçüksu Mesiresinin yeşillik alanında Anadoluhisarı İdman Yurdu Spor Kulübü futbolcularıyla bir maç yapmışlar, hatıra olarak birde fotoğraf çektirmişlerdi. Daha sonra 29 Ekim 1914 Perşembe sabahı bu iki gemi gönderine Osmanlı bayrağı çekmiş, Amiral Souchon’un kumandasında Goeben, Breslau ve dokuz Osmanlı savaş gemisiyle birlikte oluşturulan bir donanmayla Karadeniz’e açılmıştı. Rus liman ve gemileriyle temas kurmuşlar, Odesa, Sivastopol, Novorossisk ve Fedosya limanlarını bombalamışlardı. Bu olay Osmanlı İmparatorluğu’nun zoraki olarak Birinci Dünya Savaşı’na girmesine neden olmuştu.
Goeben ve Breslau İstinye’de, Zeplinden çekilmiş bir fotoğraf.
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesiyle de teslim olmuştu. 13 Kasım 1918 tarihinden itibaren de başta İngilizler olmak üzere İstanbul’a işgal kuvvetleri girmeye başlamıştı. İngilizler ile Fransızlar arasında bir yarış vardı, Fransa’nın Doğu Orduları Kumandanı General (Louis Felix Marie François) Francet d’Esperey, 23 Kasım 1918 Cumartesi sabahı bir savaş gemisiyle İstanbul’a ulaşmış, Dolmabahçe rıhtımından karaya çıkmış, Beyoğlu’nun girişindeki Fransız Büyükelçiliğine çıkmış ancak karşılamadan memnun kalmadığı için birkaç gün sonra yeniden gelmek üzere şehirden ayrılmıştı.

Bundan iki ay sonra Fransa’dan gelecek General ve Subaylar için Fransızlar karargah arayışına girmişlerdi. O günleri Dolmabahçe Sarayı’nda kalan Sultan VI. Mehmed Vahdettin’in Mabeyn Başkatibi Ali Fuat (Türkgeldi) Bey hatıratında şöyle anlatır;
“19 Ocak 1919 Pazar günü Başmabeyinci ile beraber sultanın huzuruna davet olunduk. Bolşevizme karşı Rusya’da yapılan sefer için Fransa’dan bir general ile dört yüz kadar subay geleceğinden ve İstanbul’da Genel Karargah kurulacağından bunların ikameti için Ortaköy’de şehzade ve sultanlara mahsus ‘Feriye Daireleri’ ile ‘Fehime Sultan’ yalısının ve Çırağan’da Osman Fuad Efendi’nin dairesi civarında mektep ve askeri orkestra kışlası olarak öngörülen binalar ve Enver Paşa’nın zevcesi Naciye Sultan’ın sahildeki yalısının tahliyesini Sadrazama gönderdikleri bir ültimatom ile talep eylemiş olduklarını ve o dairelerde bu kadar hanedan üyesinin nakil ve başka yerlere yerleştirilmeleri işindeki müşkülatı hayretler içerisinde ortaya koyarak bunlara mukabil Beylerbeyi Sarayı’nı terk ve tahsis edilmek üzere kendilerini ikna için Refik Bey’i Sadrazam’a gönderdiğini söyledi. Beylerbeyi Sarayı gibi memleketin iftihar edilen güzel eserlerinden olan muhteşem bir sarayın ecnebi askeri tarafından işgali beni müteessir ederek; ‘…Aman Efendim! Beylerbeyi Sarayı Saltanat Makamına mahsus saraydır. Bu sarayın boşaltılıp işgal güçlerinin ikametine tahsis edilmesine müsaade buyrulmasın. Bari bu saray yerine Validebağ ile Kağıthane Kasrı’nın verilmesi teklif edilsin’ diyerek Sultanın huzurunda ağlamaya başladım. Çünkü bunu Saltanat-ı Osmaniye’nin yok edilme alametlerinden ad eyledim. Zat-ı şahane zaten üzgün bir halde bulunduğundan bunun üzerine büsbütün sinirlenerek; 

‘…Canım siz nasıl bir kafa taşıyorsunuz? Biz esaret halindeyiz. Dolmabahçe Sarayını da isterlerse ne yapacağız? Ihlamur, Göksu ve Beykoz köşklerini teklif ettim, onları kabul etmiyorlar’ dedi…
Ertesi gün huzura kabulümde Zat-ı Şahane bana; 
‘…Dün siz pek müteessir olup ağladınız’dedi.
Ben de; ‘…Saltanata mahsus bir büyük sarayı ecnebi askerinin işgal etmesinden müteessir olmam tabiidir efendim’ dedim. 
Zat-ı Şahane; ‘…Bence Osmanlı Devleti’nin mülküne girdikten sonra, hudutta bir kulübeye girmekle benim sarayıma girmesi arasında fark yoktur.’cevabını verdi.”
General Francet d’Esperey İstanbul’a neredeyse tam bir yıl sonra yine bir Cumartesi günü, 8 Kasım 1919’da dönmüş, bu kez Sirkeci rıhtımından 21 pare top atışıyla karşılanarak çıkmıştı.

Şehri fethetmiş havalarındaki General gazetecilere Dolmabahçe Sarayı’nda kalacağını açıklamıştı. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’e özenerek bir atın sırtında Sirkeci’den Tünel’e oradan da Şişhane yokuşunu kullanarak, Dolmabahçeye yerleşene kadar ikametgah ve karargah olarak kullanacağı Taksim’deki Fransız Büyükelçiliğine gitmişti. Yol boyunca azınlıklar tarafından konfetiler, bayraklar ve her köşe başındaki bandolar ile şık(!) bir şekilde karşılanmıştı.

General Topart komutasındaki 122. Fransız tümeni Sirkeci’de 1912’de inşaasına başlanan ancak dışı tamamlanmış içinin inşaatı devam etmekte olan 4. Vakıf Han’a yerleşmiş, kapısına da Caserne Victor (Victor Karargâhı) yazılmıştı. Ayrıca Fransız birlikleri Müze-i Hümâyûn, Süleymaniye Kışlası, Meclis-i Mebusan gibi kamu binalarına; Ortaköy’deki Feriye Saray Dairelerine, Fehime Sultan Yalısına, Nişantaşı’nda Halil Rıfat Paşa Konağı gibi özel binalara el koymuşlardı. Birkaç Fransız subay, Valikonağı caddesindeki Mimar Vedat Tek Bey’in evini görüp beğenmişler, Ancak Vedat Bey, odalara aceleyle duvarlar ördürerek mekanları küçültmüş ve taşınmalarını engellemişti.

Caserne Victor (Victor Karargâhı)
4. Vakıf Han
Bu arada General d’Esperey, Dolmabahçe Sarayı olmayınca, Enver Paşa ve Hatice Sultan’a düğün hediyesi olarak verilmiş olan Kuruçeşme’deki yalılarına göz dikmiş, O sırada Türkistan cephesinde olan Enver Paşa’nın eşi Hatice Sultan, henüz yeni doğum yapmış olmasına rağmen, yalıyı bütün eşyaları yerinde kalmak koşuluyla hiçbir şey almadan terke zorlanmıştı. Yalıyı Özel karargâhı yapan General d’Esperey yalıya yerleştikten sonra Osmanlı Devlet geleneğindeki her gün üç nöbet Mehter çalınmasını Fransız geleneğine uydurarak her gün sabah, öğle ve akşam yalının rıhtımında askeri bandoya Fransız Milli Marşı Marseillaize’yi çaldırtmaya başlamıştı. Söz konusu yalı, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra İttihat ve Terakki’nin önde gelenleri ile birlikte İstanbul’u terk eden Enver Paşa’dan sonra kendi haline bırakılmış, Cumhuriyetin ilk yıllarında Kuruçeşme Kömür Depoları yaptırılırken yıktırılmıştı.


İşgal sırasında İstanbul basını işgalcilerin sansürü altındaydı, ancak Hadisat Gazetesi’ne yapıp ne edip Süleyman Nazif’in kaleme aldığı “Kara bir Gün” makalesini 9 Kasım 1919 Pazar günü gizlice basmıştı.
(günümüz türkçesiyle)
“Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk'ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terkedeceğiz. Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer takının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. 
Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azabı duymamıştı. Çünkü ‘‘Fransız’’ nâmını taşıyan her kişi, çünkü yalnız Hıristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o millî matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı. 
Biz ise millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim âlîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘Buna müstehak değildik’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felâkete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş. Araplar’ın güzel bir sözü var:
‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’
(Sen sabret, çünki zaman sabretmez)
derler.”   

Makalenin tercümesi General Francet d’Esperey’in önüne geldiğinde çılgına dönmüş, kurmaylarına Süleyman Nazif’i derhal bulun ve yokedin emrini vermişti. Süleyman Nazif bir süre gizlensede bir müddet sonra Fransızlar’ın değil ama İngilizler’in eline geçmiş ve apar topar bir gemi ile Malta’ya sürgüne yollanmıştı.
Mondros Mütarekesi sonrası tüm yurt düşman işgali altına girerken bundan Anadoluhisarı da Anadolu İdman Yurdu da nasibini almıştı.
Anadoluhisarı İdman Yurdu İdari Binası
9 Nisan 1917
 
İşgali takip eden altı ay sonra Anadoluhisarı İdman Yurdu günümüzde Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü mensupları dinlenme tesisleri olarak kullanılmakta olunan İdare merkezi binası İngiliz Silahlı Kuvvetleri tarafından işgal edilmiş İdman yurdu binayı terke zorlanmış, sportif hizmetler sunma faaliyetlerine son vermek mecburiyetinde bırakılmıştı.
Günümüzde Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü Mensupları Küçüksu DinlenmeTesisi
olarak kullanılan eski Anadoluhisarı İdman Yurdu İdari Binası
Bu aşamadan itibaren Küçüksu Mesire Alanı işgalci İngiliz silahlı birliklerinin denetimi altına girmişti. Bu yüzden Hisar halkı evlerine çekilmek zorunda kalmıştı.
İşaretli kırma çatılı bina bir zamanların Anadoluhisarı İdman Yurdu İdare Binası,
günümüzde Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü 
Küçüksu Dinlenme Tesisi
İstanbul’un işgalinden neredeyse tam tamına dört yıl sonra, 17 Kasım 1922, Cuma sabahı Sultan VI. Mehmed Vahdettin, küçük oğlu Mehmet Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayı’ndan bir kayığa binerek Boğaz’da demirli olan İngiliz zırhlısı HMS Malaya gemisine binerek Malta’ya gitmişti.
17 Kasım 1922, Sultan VI. Mehmed Vahdettin’in
Dolmabahçe Sarayını terketmesi
6 ay sonra, 24 Temmuz 1923 Salı günü imzalanan Lozan Barış Andlaşması sonrasında işgalci İtilaf Devletleri İstanbul’dan ayrılmaya başlamış, son İtilaf Birliği 4 Ekim 1923 Perşembe günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk Bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. 2 gün sonra 6 Ekim Cumartesi günü Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girmiş, ve 4 yıl 10 ay 23 gün süren işgal resmen sonlanmıştı. Her yılın 6 Ekim’i İstanbul’un Kurtuluş Günü olarak belirlenmiş ve kutlanmaya başlanmıştı.
6 Ekim 1923, 3. Kolordu İstanbul’a girmiş, Galata Köprüsünden geçmekte


Göksu, XIX. yüzyıl sonuna kadar şöhretini sürdürmüş, Göksu kıyılarına gazinolar, kahveler, orta oyunu sahneleri, birahaneler açılmıştı.
1905 yılındaki bir sel baskını ve 1909 da dere’nin taşmasıyla Küçüksu Kasrı’nda bir hasar olmasa da bölgede ilk tahribatlar başlamış, 1920 den sonra halkın yaşayışı ve alışkanlıkları değişmiş, köşkler kaybolmuş, ahşap köprü yıkılmıştı.
Küçüksu Kasrı, 10 Haziran 1925 ve 24 Temmuz 1930 tarihli Bakanlar kurulu kararıyla Yalova Köşkü, Ihlamur Kasrı ve Yıldız Sarayı’nın sadece Merasim Dairesi, Uluslararası Kongre ve Konferanslara takdim edilmek üzere Milli Saraylar Müdürlüğü’ne devredilmiş ve TBMM Başkanlığına bağlanmıştı.
Küçüksu Kasrı 1857





















1930 yılından itibaren de Devlet erkanı tarafından kulanılır hale gelmişti. Küçüksu Kasrı Cumhuriyetten sonra Atatürk’ün de ilgisini çeken yapılardan biri olmuştu. Atatürk’ün İstanbul’da bulunduğu süreler içinde çalışma ve dinlenme amacıyla, veya boğaz gezisine çıktığı zamanlarda Göksu Kasrına uğradığı, geldiğinde ise üst katta çayır yönündeki odayı kullandığı bilinmektedir.
Küçüksu Kasrı bir ara Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan Hanım’a tahsis edilmiş ancak eşya ve denkleri getirilerek açılmış olmasına rağmen, Atatürk’ün emriyle bu karardan vazgeçilmişti. Küçüksu Kasrı Devlet konukevi olarak da kullanılmıştı.












Küçüksu Kasrı Biniş köşkü olarak yapıldığı için banyo ve yatak odası bulunmasa da Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından özellikle yaz aylarında zaman zaman kullanılmıştı.
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar,
Küçüksu Kasrının deniz tarafındaki girişinde 
Celal Bayar sözkonusu olunca Küçüksu kasrının yanında duran bir Cadillac yakıştı.
1970’li yıllara kadar devlet yöneticilerin zaman zaman kullandıkları Küçüksu Kasrı, o yıllarda bakıma alınmış, onarılmıştı. Saçak kornişleri çatının onarımıyla beraber 1976 yılında yapılmış ve yapının onarımı bitmişti. Bu sırada denize paralel ön duvarda üstten aşağı daralan bir çatlak tesbit edilmiş, bunun yapının anataşıyıcı sistemine, çatının konstrüksiyonuna etkisi, çatlağın zeminden mi, rıhtım kaymasından mı kaynaklandığı Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından İTÜ, İGS ve Limanlar Bölge Müdürlüğünden uzmanlara incelettirilmiş, raporları geldiğinde, onarım şeklinin saptanmasına karar verilmişti.
Çatının onarımı bittikten sonra yapının içi onarılmış, bahçe parmaklıkları boyanmıştı.
Onarım sonrası tutulan raporda, Küçüksu Kasrının çevresindeki düzensiz gelişmeye, rıhtımındaki çökmelere, Kasrın yanındaki vapur iskelesi çirkinliğine ve yanaşan vapurların uskur suyunun tazyikinin rıhtım üzerindeki olumsuz etkisine, iki taraftaki Göksu ve Küçüksu Derelerinden özellikle de yakın olan Küçüksu deresinden akan pis atık sularına ve pis koku yaymasına, Kasır bahçesinin parmaklıkları dışında kalan arazinin de Kasra ait olması gerekirken bunun Kasra dahil olmadığına dikkat çekilmişti.

İlk kez 1975 yılında, daha sonra da Mayıs 1989’dan itibaren yapıdaki çatlak ve deformasyonlar tesbit edilmiş, artış eğilimi fark edilmiş, özellikle Ekim 1989’da deniz tarafında oturma ve hareketler artmış ve gözle görünür hale gelmişti. Hatta deniz tarafındaki mermer ve ferforje kapı tehlikeli bir biçimde denize doğru yatınca sökülerek korumaya alınmıştı. Daha sonra yapılan fotogrametrik ölçümlerde Nisan 1993 ve Haziran 1994’de iki kez yapılan ölçümlemelerde özellikle kasrın özellikle doğu-batı doğrultusunda denize doğru eğrilmesi farkedilmişti. Oturma ve deformasyonların hızlanması ve üst yapıda çatlak, ayrılma ve bahçede gözle görünür hareketlerin meydana gelmesi, temel takviyesini güncel hale getirmişti. Kasrın yapı yüklerinin “jet-grout” kolonları ile kaya tabakasına aktarılması ilkesine göre takviye yapılmıştı. Kolonların boyları, kuzey cephesinde 23 m’ye, kaya derinliğine bağlı olarak güney cephesinde 15 m’ye ulaşmıştı. Temellerin her iki yönünde “jet-grout” kolonlar yerleştirildikten sonra teskil edildikten sonra yapının temelleri yer yer açılmış ve her iki yana 0.60x0.60 m kesitinde betonarme yanak kirişleri dökülerek takviye edilmişti.

Küçüksu Kasrı bir onarım sırasında












1983 yılında Müze-Saray olarak ziyarete açılan Küçüksu Kasrı, ertesi yıl 1984’de zemin ıslah çalışmaları nedeniyle kapatılmış,1992’de başlayan restorasyon çalışmaları bittikten sonra da 1996 yılında tekrar Müze-Saray olarak halkın ziyaretine açılmıştı.
Küçüksu Deresi ağzından bir Basile Kargopoulo fotoğrafı,
sağda Küçüksu Kasrı, karşı kıyıda Rumelihisarı ve Robert Kolej
.Rum asıllı Vassilaki veya Basile Kargopoulo (1826-1886), 1850’de Grand Rue de Péra’da bir stüdyo, daha sonra da Edirne’de E. Foscolo ile ortaklaşa ikinci bir stüdyoyu açmıştı. Kargopoulo özellikle İstanbul panoramaları, Kent ve Boğaz manzaraları ve İmparatorluk Saraylarının fotoğrafları ile ünlüdür. Simit ve şerbet satanlar gibi balıkçılar, bostancılar ve sokak satıcıları da dahil olmak üzere İstanbul özgü sokak insanları serisi ile tanınmıştı ve bunlar 6x9 cm boyutlarında kartpostal baskılar olarak satılıyordu. Kargopoulo, Sultan Abdülmecid döneminde Saray fotoğrafçısı olarak atanmış ve Sultan V. Murad’ın özel fotoğrafçısı olmuştu. Sultan II. Abdülhamid tahta çıktığında stüdyosunun duvarındaki V. Murad portresini indirmediği için Saray fotoğrafçılığı görevine son verilmişti. Ancak kısa bir süre sonra isteneni yerine getirince tekrar Saray fotoğrafçılığına kabul edilmişti. 
Küçüksu Deresi ağzından bir başka bir fotoğraf,
karşı kıyıda Rumelihisarı ve sağda Bostancı Ocağı.


Bir zamanların ünlü Küçüksu plajı, Küçüksu Kasrının hemen yanıbaşı













Küçüksu Kasrının güneyinde Küçüksu deresinin karşı kıyısından itibaren yükselerek bir tepe oluşturur. Kandilli ile Göksu Çayırı arasında manzaraya hakim 57.140m²lik bu tepe tümüyle sahildeki 64 metrelik uzunluğu ile boğazın en uzun cepheli olan Kıbrıslılar Yalısı’nın korusudur. 18. yüzyılın son çeyreğinde inşaa edilen bu ahşap yalının ilk sahibi Sultan I. Abdülhamid’in sadrazamlarından İzzet Mehmet Paşa’dır. Yalı birçok kez el değiştirdikten sonra 1840 yılında Kıbrıslı mehmet Emin Paşa tarafından satın alınmış ve o zamandan bu güne Kıbrıslılar Yalısı ve Kıbrıslılar Korusu olarak anılmıştır. Korunun içerisinde 300 yıllık olduğu tahmin edilen ağaçlar vardır. Kıbrıslılar Korusu’nun Göksu Çayırına bakan yamacı,1930’lu yıllarda bir yarışmada Hollywood yıldızı Rudolph Valentino’ya benzerliği nedeniyle birinci seçilen Kandillili yakışıklı Teğmen Valentino Vahit’in zengin bir ailenin kızı olan Belkıs’la beraberliklerine kızın ailesi engel olup üstelik de kızlarını Kıbrıslılar Yalısının varislerinden Emin Dirvana ile evlendirmek isteyince, daha önce sık sık buluştukları bu koruda Vahit’in önce Belkıs’ı ardından da kendisini vurarak intihar etmesi sonucunda yaşanan trajik aşk hikayesinin ardından “Sevda Tepesi” diye anılmaya başlanmıştı. 1982’ye kadar Sevda tepesi eteklerinde bir çay bahçesi mevcuttu ve bu mutevazı çay bahçesinde oturup çayınızı yudumlarken muhteşem boğaz manzarasını ve 
Küçüksu Kasrını izlemek mümkündü.














Ancak, 1982 senesinde Sevda Tepesi’nin de içinde bulunduğu Kıbrıslılar Korusunu abisinin ölümü üzerine 2005’te Suudi Arabistan tahtına geçen ve 23 Ocak 2015’te vefat eden o sıralarda Prens olan Abdullah bin Abdülaziz el-Suud 27 milyon dolar (431.941.614 TL ) ödeyerek satın almış, sonrasında da yıllarca süren bir tartışmaya neden olmuştu. 2005’te kral olduktan sonra 2012 yılında tepeye bir otel yapmak için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan izin istemiş, Bakanlık ise teklif plan hazırlayarak 31 Mayıs 2012’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na göndermişti. Teklifte “imar bütünlüğünü bozmayacak şekilde yapılanma hakkı verilmesi” talep edilmiş, ardından Bakanlık’tan gelen bu teklif planı, İBB Meclis İmar ve Bayındırlık Komisyonu’na gönderilmiş, 16 Haziran 2012 tarihinde de İBB meclisi yapılanma hakkı vermişti. Ancak Aralık 2014’te Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Şehir Plancıları Odası tarafından yapılan itiraz ve TMMOB’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Üsküdar Belediyesine karşı açtığı Sevda Tepesi için değiştirilmiş mevcut imar planları İstanbul 1. İdare Mahkemesi’nde görülen dava sonucu iptal edilmişti. O günlerde Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Şehir Plancıları Odası tarafından yapılan açıklamada şunlar dile getirilmişti:
“Kamuoyunda Sevda Tepesi olarak bilinen ve Boğaziçi İmar Yüksek Koordinasyon Kurulu’nun 22.10.2012 tarih ve 2012/4 sayılı kararı ile onaylanan Üsküdar İlçesi, Kandilli Mahallesi, 945 ada, 12 parsele ilişkin 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı Değişikliği ve 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı Değişikliği Odamız tarafından 25.02.2013 tarihinde dava konusu edilmişti. Dava konusu imar planları ile Boğaziçi Alanı’nda sahil şeridinde ve öngörünüm bölgesinde kalan ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’nda yeşil alan olarak korunması gerekliliği açıklıkla ifade edilen Sevda Tepesi’nde özel kişilere ayrıcalıklı haklar tanınmakta ve Boğaziçi Kanunu’na, şehircilik ilkelerine ve planlama esaslarına aykırı olduğu halde yapılaşmaya izin verilmekteydi. Odamız tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Üsküdar Belediyesi’ne karşı açılan ve İstanbul I. İdare Mahkemesi’nde görülen davada Sevda Tepesi’nde yapılaşmaya izin verecek ve Boğaziçi alanında telafisi mümkün olmayan tahribata yol açacak imar planları iptal edilmiştir.”
Bu iptal kararının üzerinden bir beş yıl geçti, son durum nedir açıkcası bilemiyorum, ancak İstanbul adına hala endişe taşıdığımı söylemeden de geçemiyorum.

Ali Rıza Beyazıt (1883-1964) Peyzaj
Duralit üzerine yağlı boya, 29 x 49 cm.

Kıbrıslılar Yalısı’nın korusundan Küçüksu Kasrı


Sahilde Kıbrıslılar Yalısı ve Korusu, arka planda Küçüksu Kasrı

Sevda Tepesi Çay Bahçesi

Sevda Tepesi Çay Bahçesinden Küçüksu Kasrı ve boğaz manzarası
Sevda Tepesi Çay Bahçesinden Küçüksu Kasrı ve boğaz manzarası











Üzerinde birçok söğüt ağacının da bulunduğu Göksu Çayırı ne yazık ki 1970 yılında Boğaziçi Köprüsü’nün yapımı nedeniyle şantiye alanına dönüştürülmüştü. Aynı akıbet bir kez daha 1986 yılında yaşandı, bu kez Fatih Sultan Mehmet köprüsü için de şantiye olarak kullanılmıştı. Her iki çalışmada da Göksu Çayırı üzerinde bulunan birçok ağaç bu çalışmalara engel olduğu için kesilmiş, doğal bitki örtüsü yok edilmişti. Boğaziçi Köprüsü inşaatı 20 Temmuz 1970’de başlamış, Göksu Çayırı’ndaki her biri ortalama 304 Ton olan 60 tabliyelerden sonuncusunun montajı da 26 Mart 1973’te bitmiş ve köprü 29 Ekim 1973’te açılmıştı. Ne yazık ki o günden başlayarak Göksu Çayırı bir daha eski günlerine dönemeyecek kadar ihmal edilmiş ve yoksullaştırılmıştır.
1970’lerde Boğaziçi Köprüsü’nün tabliyeleri burada üretilmiş taşınarak köprüye monte edilmişti.


Göksu plajı­nın diğer plajlardan farkı Müslüman ahalinin ilk plajı olmasıydı. Göksu plajı gerisinde uzanan alüvyonlu ova boyunca İstanbul’un, o meşhur mor patlıcanlarına ait tarlalar yer alırdı. İstanbul hanımla­rının mutfağında en makbul olan patlıcan, lezzeti, yumuşak ve çekirdeksiz özelliği ile Göksu’nun sulak vadi toprağında yetişirdi.
Patlıcan ve Enginar’ın dışında İstanbul’un ilk mısır tarlaları da Göksu Çayırı’ndaydı. 17. yüzyılın başlarından itibaren İstanbul’da yetiştirilmeye başlanan mısırın lezzetine İstanbullular, yazları Göksu’da kurulan mısır kazanlarında kavuşurlardı. Bahçelerden kırılıp çayıra getirilen süt mısırların soyulup, kazanlara atılması bir sere­moni gibiydi. Arnavut mısırcılar ilk kazanlarını sabahın en erken saatlerin­de çoktan kaynatmış olurlar, hatta sandalda portatif bir ocak üzerinde mısır kaynatan satıcılar bile bulunurdu.
Göksu’da Mısır kazanı ve Mısırcı.
Küçüksu Kasrı, 1983 yılında müze haline
getirilmiş ve halkın ziyaretine açılmıştır.
Ahmet Fazıl Aksoy

















Küçüksu Kasrı’nı, Normal biletle 2,5 TL’ye, öğrenci iseniz 1 TL’ye ziyaret edebilirsiniz. Kasrın içerisinde serbest dolaşmanız ve fotoğraf çekmeniz yasaklanmış, belli sayıdaki ziyaretçi ile belli aralıklarla içeri alınmakta ve bir rehber eşliğinde bilgilendirilerek gezdirilmektesiniz.
Eğer özel aracınız ile gelmiş ve Kasrın karşısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin şirketi İspark’ın hiçbir özel çaba harcamadan sadece kapısına bir kulübe yerleştirip iki de görevli diktiği taş, toprak, çukur ve çamur içerisindeki otoparka bırakırsanız aracınızı, bir saate kadar 6 TL, daha da uzun bırakırsanız listeye göre fiyat ödemek zorundasınız.
Müze 2,5 TL, Otopark en az 6 TL.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu güzelim doğa parçasını değerlendirip, eski günlerindeki gibi bir mesire yerine çevirip halkın kullanımına açmaktansa, Göksu Çayırını hiçbir çaba sarfetmeden paraları cebe indirmeyi daha uygun bulmuş ve kendisine Otoparkçılık işini vazife edinmiş görünüyor. Oysa bizim Belediyelerden beklediğimiz hizmet bu değil elbette, halka yararlı ve onun yararlanacağı işler yapmalılar. Öyle değil mi?
Örneğin Çöpleri toplamalılar, Çöplük yaratmamalılar... Ya da en azından bu alanı inşaat molozu dökme yeri haline getirenlerle mücadele etmeliler !..




...




Kasrın karaya bakan Dou cephesi diğer iki yan ve ön, deniz cephesine göre çok sadedir. Sadelik burada merdivene de yansımış, deniz cephesinde daha gösterişli iki kollu bir merdiven kullanılmışken burada tek kollu düz bir merdiven ile yetinilmiştir.


Kasrın tümünde, Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu gibi doğadan çıktığı anda her tür işlemeye çok uygun olan, havayla temas ettikçe havadaki karbon dioksiti bünyesine alarak sertleşen dayanıklı ve güçlü Küfeki taşı ile yine yumuşak, işlenmeye çok uygun, homojen ve ucuz olan Kandıra taşı ve mermer kullanılmıştır. Kullanılan keresteler Romanya’dan, kapı, lambri ve parke gibi değerli ahşap için keresteler Afrika veya Hindistan’dan getirilmişti.


Birinci ve ikinci katta pencereler çeşitli bitki motiflerinden oluşan dekoratif bezemeler ile çerçevelenmiştir. İkinci katta bitki motifleriyle bezenmiş altı adet büyük konsol üzerine oturtulmuş ortası dış bükey geometrik desenli mermer korkuluklu balkon ortadaki üç pencerenin önünde yer alır. Balkonun mermer olan zemininde alttan görünen iri rozet şeklinde motifler yer alır. İkinci katta balkonsuz olan iki pencerenin alt kısımları küçük mermer sütuncuklar yerleştirilerek ile hareketliliğin devamı sağlanmıştır.
Pencere alınlıklarının üzerindeki furuşlar* ve çatı çıkması ile üst kat sınırlanmış ve kandıra taşı ile düz olarak kaplanmıştır.
*furuş: çıkmaların altına sadece süslemek amacıyla konulmuş küçük destekler.

Kasrın bütününde yer yer farklı renk taşların varlığı dikkat çekmektedir. Dolmabahçe Sarayı inşaatından kalan malzemeler ile yapıldığı düşünülürse, inşaası sırasından beri böyle olmaları bir olasılıktır. Ayrıca eski fotoğraflara bakıldığında süslemeli yapı parçaları hariç Kasrın düz duvarlarının boyalı olduğu farkedilmektedir. Bu da olasılığı güçlendiren bir kanıt olabilir. Ancak ben, bu bazı taşlardaki renk farklılığının, özellikle son dönemde yapılan restorasyon sırasında eskimiş, yıpranmış bazı taşlarda yapılan değiştirmelere bağlı olduğunu daha fazla düşünmekteyim.






Her iki yan cephede bodrum katta sekiz ayak üzerine oturtulan balkonlar tüm cephe boyunca devam eder. İki katlı kaideler üzerine oturtulan ve yukardan aşağıya doğru incelen ayakların üzerinde kesiti inceltecek şekilde zarif kabartma motifler vardır. Balkonun taş korkulukları dairesel sarmal motiflerle hafifletilmiştir.  









Üzerlerinde kompozit sütun başlıkları olan dört adet yivli sütun dizisinin ardında geri çekilen giriş mekanının ortasında kasrın camları renkli ve iki kanatlı ana giriş kapısı yer alır. Dört sütunun oluşturduğu giriş boşluğunun ardındaki duvarda da sütunların aynısı duvara gömük olarak tekrarlanmıştır. Bu bölümde sütunlar, kemerler, pencere süveleri tümüyle mermerdendir. Dört sütunun oluşturduğu bu arkadın üç açıklığından giriş kapısına denk gelen ortadaki geniş diğer ikisi ise daha dardır. Sütunların arasındaki basık kemerler tümüyle kabartma akantus yaprakları ve bitkisel motiflerle bezenmiştir. İri kemer taşları da aynı şekilde bitkisel motiflerle oluşturulmuştur. 





Sultanlar Küçüksu Kasrı’na deniz yoluyla geldikleri için kasrın deniz cephesi giriş olarak düzenlenmiş ve diğer cephelere göre daha özenli ve süslü yapılmıştı.







Kasrın denize bakan giriş cephesinin tam ortasında çatı parapetinin üzerinde girlandalar, akantus yaprakları ve çiçekler ile çerçevelenmiş yuvarlak akroter*in ortasında yeşil üzerine altın yaldızlı Abdülmecid’in tuğrası vardır. Çatının sağ ve solunda yine akantus yaprakları ve çiçekler ile bezenmiş iki akroter daha vardır.
*akroter: Bir alınlığın tepesine veya yanlarına yerleştirilerek üzerine heykel ve süslemeler konulan kaide. Akroterler genellikle alınlığın katı geometrik havasını yumuşatmak ve cephenin plastiğini zenginleştirmek için kullanılmışlardır. 

At nalı biçimindeki mermer giriş merdiveninin kendisi gibi mermer olan korkulukları birbirine bağlanan girlandlar ve aralarında kabartma çiçek rozetleri ile helezoni kıvrımlı akantus yapraklarıyla süslenmiştir.

 Çift kollu merdivenin kolları arasında yer alan duvara dayalı olarak mermerden kabartma motiflerle süslenmiş bir selsebil yer alır. Bu selsebil ve hemen altındaki havuz Osmanlı mimarisinde suya gösterilen ilginin özgün örneklerinden birisidir. Üçe bölümlenmiş bu panelin ortasındaki selsebilin ana motifi kanatlarını açmış uçmaya hazırlanan, ancak bu arada önüne yerleştirilmiş çeşitli meyvelerin de tadına bakan bir kuğudur. Kuğunun üstünde küçük bir istiridye kabuğu onun üzerinde de vazo içerisinde bir çiçek demeti yer alır. Meyve ve çiçek demetleri barok ve rokokonun karakteristik özelliğidir.



Gerek çeşmenin kurnası, gerekse çeşmeden dökülen suların doldurduğu merdiven kolları arasında kalan boşluktaki havuzun formu istiridye şeklindedir. Çeşmenin sağ ve solundaki paneller ise akantus yaprakları ve asma yaprakları, bunların aralarında da üzüm motifleri ile kaplıdır.




Kasrın ön cephesindeki düz duvarı ile sağ ve soldan gelen dışbükey duvarların birleştiği noktada yuvarlak kemerli iki niş yapılmış ve nişlerin içerisine bir kaide üzerine oturtulmuş, içinde çiçekler bulunan iki büyük vazo yerleştirilmiştir. Niş kemerinin içerisinde kemerin tepesini oluşturan istiridye kabuğu, yine baroğun karakteristik bir özelliğidir.















Bitki ve meyve motiflerinin ardışık ve çok sık olarak kullanılmasıyla izleyici üzerinde yaratılacak tek düzeliği kırmak için aralara istiridye kabuğu gibi motifler yerleştirilmiş, böylelikle bir canlılık kazandırılmıştır. Bu ağır rokoko süslemeler Küçüksu Kasrı’nın genelde barok olan mimari karakterini de bir ölçüde gizlemektedir.





Yuvarlak merdiven kovasının içinde zemin katta iki kollu olarak başlayıp orta sahanlıkta birleşip tek kollu olarak üst kata çıkan merdivenin tepesindeki 8 yıldız madalyonun içerisindeki çiçekler, onların altın varaklı geometrik çerçeveleri ve aralarındaki beyaz kartonpiyerlerin oluşturduğu bezeme düz bir satıhta olmasına rağmen aşağıdan yukarıya çıkanlar tarafından kubbe gibi algılanır. 






















26. Osmanlı padişahı III. Mustafa’nın 3 eşinden biri olan, Gürcü Ortodoks bir rahibin kızı olarak dünyaya gelmiş, Osmanlı sarayında Gürcü Güzeli diye anılan iyiliksever ve nazik bir kişi olarak bilinen, Mevlevi tarikatına bağlı Mihrişah Sultan (1745-1805), oğlu III. Selim’in 27. Osmanlı padişahı olarak tahta çıkması ile Valide Sultan olmuştu.
1750 yılında Mihrişah Valide Sultan tarafından Küçüksu Kasrı’nın hemen karşısında 30 metre mesafede bostana bakan tarafta Bostancı Ocağı'nın yanına 214 m² taban alanlı, kargir duvarlı, sıvalı ve ahşap kırma çatılı bir mescid yaptırılmıştı. 1835 yılında ise, yıllar içerisinde bakıma muhtaç hale gelen mescid Sultan II. Mahmut tarafından onarılmıştı. Daha ziyade Kasrın çalışanlarının ve Bostancı Ocağı’nın kullandığı mescit, 1930’larda Küçüksu Kasrı Devlet erkanına tahsis edilince, önce cemaati azalmış ardından da bilinmeyen bir nedenle minaresi yıkılmış ve atıl bir hale gelmişti. Minarenin İstiklal Savaşı’nı yaşamış yaşlı kişilerin anlatımına göre, İstanbul’un işgali sırasında İngilizler tarafından yıkılmış olduğu da rivayet edilir. Minaresi yıkılmış olan yapı, 1938-48 yılları arasında Küçüksu İdman Yurdu İdare Binası, Anadoluhisarı Karakolu, Nahiye Müdürlüğü olarak kullanılan mescit binası, daha sonraları Halk evi ve lokal olarak kullanılmaya başlanmıştı. Bir dönem mekanın ortasından bir siyah perde çekilerek bir tarafta sporcu gençler ping pong oynarken çıkarttığı raket sesleri, diğer tarafta karakolun daktilosundan çıkan tuş seslerine karışırmış. 1950’den sonra kamuoyunun tepkisine rağmen Anadoluhisarı halkı Vakıflar Müdürlüğü’ne başvurmuş ancak bir netice alamamıştı. 1959’da zaman zaman Küçüksu Kasrını kullanan 3. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Celal Bayar tartışmalara son vermek için mescidin tamamen yıktırılmasını istemişti.
Küçüksu Kasrı ve Camii 1930


1934 yılı Ocak alında çekilmiş bu fotoğrafta arka planda cami’nin minaresi görülebilmektedir.
(Fotoğraf, Selçuk Yılmazer arşivinden)



“Anadoluhisarı’na gelin geldiğim ilk yıllar (1930) idi. Birkaç öğretmen arkadaşımız ile sahilde yürüyüş yapıyorduk. Kandilli istikametinden Hisar istikametine doğru arkamız Küçüksu Deresine gelecek şekilde Küçüksu Kasrı’na on beş yirmi adım mesafede iken birden Hisar istikametinden doğru bir kalabalığın bizim tarafa doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Kalabalığın tam ortasında ise ATATÜRK bulunuyordu. Hemen

olduğumuz yerde durduk. ATATÜRK bize doğru yaklaşıp ve bana hitaben sarayın tam karşısında bulunan bina hakkında (Bu bina nedir ?) diye bilgi sordu. Bir an göz göze geldiğimizde ATATÜRK’ün gözlerinden sanki şimşekler çakıyordu. Biran bakamadım. Gözlerimi yere indirdim. Nutkum tutuldu ve cevap veremedim. Sustum kaldım. Çok heyecanlanmıştım. Halimi anlamış olacak ki ısrar etmedi ve aynı soruyu başkalarına sordu. Semtin eski mensupları ise; (Binanın cami olduğunu, minaresinin ise önceleri yıkılmış olduğunu) bildirdiler. ATATÜRK daha sonra Küçüksu kasrından içeri girdi. Bu hatırayı hiç unutmam.”

1904 doğumlu Emine Rahşende Kazancıbaşı'nın Canlı kaynak sıfatı ile tanıklar huzurda imza karşılığında, 15 Ağustos 1970 tarihli yazılı beyanından.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Beykoz Belediyesi’nin ortak çalışmasıyla 1959 yılında tamamen yıktırılan mescid eski fotoğraf ve rölevelerden yararlanılarak 2013 yılında tekrar inşaa edilmiş ve ibadete açılmıştır.
Bir dönem Küçüksu Kasrı restorasyonunda da çalışan Mimar Sinan Genim, “Konstantiniyye’den İstanbul’a” adlı kitabında mescidin kitabesi ile ilgili olarak;
“Bazı kaynaklar günümüz Göksu Camii'nin yan cephesine monte edilen H. 1251/1835-36 tarihli kitabeyi esas alarak Değirmen Mescidi'nin Sultan II. Mahmud döneminde yenilendiğini ileri sürerlerse de gerçekte bu kitabe bir dönem Küçüksu Kasrı'nın arkasında bulunan Bostancı Ocağı'nın yanındaki mescidin kitabesidir. 1950'li yıllarda yıkılan bu mescidin kitabesi Göksu Camii'ne taşındığı için, tıpkı Anadoluhisarı Camii'nde olduğu gibi yanlış bir kanaat oluşmuştur.”

diye bilgi verir.





Göksu’da geçmiş asırlar boyunca nice alemler yapılmış zevk-i sâfa edilmişti. Türk edebiyatında şiir sanatıyla meşgul olup da, Göksu’ya dair bir tek beyit yazmamış şair neredeyse yok gibidir.

“Gam çekme güzel ne olsa baharın sonu yazdır
Sevdaların en coştuğu yer şimdi Boğazdır
Tekrar ediyor söylediğim şarkıyı dağlar
Körfezde kopan kahkahalar Göksu’da çağlar”


-Faruk Nafız Çamlıbel-

Bodrum kat pencereleri üçer adettir, ilginç formları dışında çok sadedirler ancak, gizlemek için önlerine konmuş olan ferforje korkuluklar Kasrın zerafetine ve bütünlüğüne uygundur.


Göksu

“Son gül dağıldı, son kuş uçup gitti, şimdi yaz
Yol yol sürüklenen sarı yaprak sesindedir
Eşsiz güzelliğiyle hayalimde hep Boğaz
Gönlüm yaz ortasında Bebek Bahçesi’ndedir
Üstünde incecik buğudan tül, öbür kıyı
Sakin bir öğle sonrası hazzıyla uykuda;
Bir ses, hüzünle perdeli, bir eski şarkıyı
Rüyada bir dua gibi söyler Küçüksu’da
Artık uzak ve hatıralaşmış güneşli yaz
Yaprakların tabiatı örten pasındadır;
Her an, yaz ortasında hayal ettiğim Boğaz
Masmavi, göz kapaklarımın arkasındadır”

-Faruk Nafız Çamlıbel-

21 Şubat 2017, Küçüksu Kasrı ziyareti

“Küçüksu'da gördüm seni
Gözlerinden bildim seni
İnkar etmem sevdim seni
Ne kadar cefa etsen de
Gönül ayrılmıyor senden”

-Tanburi Mustafa Çavuş-





Kaynaklar:

1- Shirine Hamadeh, The City’s Pleasures, Istanbul in the Eighteenth Century,
Şehr-i Sefa, 18. Yüzyılda İstanbul / Çeviri: İlknur Güzel, İletişim Yayınları 2010

2- İnş. Müh. Mustafa Serkan Sarı, Temellerin Takviyesi ve Uygulamadan Örnekler,
Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Haziran 2008

3- Gönül Aslanoğlu Evyapan, Eski Türk Bahçeleri ve Özellikle İstanbul Bahçeleri
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü Yayın No: 20, 1972 Ankara

4- TDV İslam Ansiklopedisi, Semavi Eyice / Çeşme, Cilt: 8, Sf:277-87

5- TDV İslam Ansiklopedisi, Semavi Eyice / Küçüksu Kasrı, Cilt: 26, Sf:530-31

6- Edmondo De Amicis, İstanbul 1874 / Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980

7- Zabit Acer (Yrd. Doç. Dr. Dumlupınar Üniversitesi Yakınçağ Tarihi)
Dük De Braban’ın İstanbul Yolculuğu
Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/7 Summer 2014, p. 83-116, ANKARA-TURKEY
8- TDV İslam Ansiklopedisi, Abdülkadir Özcan / Çeşme, Cilt: 6, Sf:184-85

9- Dr. Murat Yıldız, Bostancı Ocağı (Bahçıvanlıktan Saray Muhafızlığına,
Yitik Hazine Yayınları, 01.12.2011

10- Süleyman Faruk Göncüoğlu, Osmanlı İstanbul’unun ilk yapıları, Hisarlar ve Mahalleleri
Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, Mart 2016

11- Charles Séchan İstanbul’da, Claire Vignes-Dumas / Çev. Osman Nihat Bişgin
Milli Saraylar Tarih, Kültür, Sanat, Mimarlık Dergisi, Sayı:9, 2012 
TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi Saraylar Daire Başkanlığı Yayını

12- Selçuk Düğer, Batılı kadın seyyahlar imgeleminde Osmanlı kadını
KOSBED, 2015 / 29: 71-90
Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Dalı yüksek Lisans öğrencisi

13- Ferda Kazancıbaşı, "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Küçüksu Mesire Yeri Belgeseli,
Beykoz Belediyesi Yayınları

14- M. Sinan Genim, Konstantiniyye'den İstanbul'a, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü

15- Y.Mimar Müh. Ziya Payzın, Millet Meclisi Genel Sekreter Teknik Yardımcısı.
Türkiye Büyük millet Meclisi Milli Saraylar Restorasyonu Mastr Plan-Hazırlık Raporu.
Millet Meclisi Basımevi, 1976

16- İnş. Mühendisi Mustafa serkan sarı, Temellerin takviyesi ve uygulamadan örnekler.
İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Haziran 2008 

17- İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleri ile Üsküdar Tarihi, Cilt:II, Sf: 223.

18- Ali Fuad Türkgeldi, Görüp Işittiklerim,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1984, sayfa: 175-176.

19- Oya Şenyurt, Konstantin Kalfa’nın mektubu
YTÜ Mimarlık Fakültesi E-Dergisi Cilt 3 Sayı 2, 2008

20- Nurdan Küçükhasköylü, Osmanlı Sarayında Ermeni Ressamlar: Manas Ailesi
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi.


21- Zehra Ongül, Küçüksu Kasrı Tarihçesi
MİMARCA, Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Dergisi, Mart 2006, Yıl: 17, Sayı: 73, Sf: 58-64

22- Doğan Hasol, Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü
Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, 1975

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Bu kadar kapsamlı bilgi birikimini anlaşılır ve akıcı bir şekilde bizimle paylaştığınız için size naçizane bir teşekkür etmek isterim.