Sayfalar

25 Ocak 2020 Cumartesi

Çamlıca’nın Efendi Hazretleri... Efendi Hazretleri’nin Çamlıca’sı... -II-


ÇAMLICA’NIN
EFENDİ HAZRETLERİ

Uzun yıllar Osmanlı egemenliğindeki Abhazya’ya Rusların hakim olmaları, 1810 yılında Sohum Kalesi’nin Osmanlı askerlerinden alınmasından başlayarak yirmi yıl sürmüştü. 

17 Şubat 1810’da Rus Çarı I.Alexander’in manifestosu ile Abhaz Prensliği, Rus İmparatorluğu'nun himayesi altına alınmış Abhazya hükümdarına sadece özerk bir yönetim hakkı bırakılmıştı. 
10 Haziran 1810’da Koramiral Yazıkova’nın talimatı ile Sivastopol’den Sohum’a; 640 personel ve aralarında fırkateynlerin de bulunduğu 60 gemiden oluşan bir filo gönderilmiş, 15 Haziran’da da General Tormasov tarafından, askeri güç kullanılarak Sohum’un Rusya’ya ilhakı ve Georgi Çaçba’nın (Şervaşidze) Abhazya yönetimine getirilmesi kararı imzalanmış, Abhaz halkının da “Rusya İmparatorluğu’nun yüksek himayesi, Çarlık küresi ve koruması altında bulunduğu” ilan edilmişti.

8 Temmuz 1810’da Rus filosu Sohum’a baskına gelmiş, Sohum kalesi top ateşine tutulmuş, 9 Temmuz’da gemiler kaleyi tekrar ağır bir bombardımana tutmuşlardı.

28 Mayıs 1812’de Balkan Savaşı’nın bitiminde, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasında imzalanan Bükreş Barış Andlaşması ile Sohumkale tekrar Osmanlı İmparatorluğuna iade edilmişse de;

14 Eylül 1829’da yine Osmanlı ve Rus İmparatorluğu arasında imzalanan Yunanistan’ın da bağımsızlığını kazandığı Edirne Andlaşması ile bölge tekrar Ruslara bırakılmıştı.
19. yüzyılda Sultan’ın vapurlarıyla İstanbul’a ulaşabilenlerin çıktıkları Galata rıhtımı
İşte bu karmaşa içerisinde Sohum’un tekrar Ruslara bırakılması üzerine, başka çareleri kalmayan Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa, eşi Halime Hanım Çikotua 1830’un başlarında Sohum’u terk edip Batum’a yerleşmek zorunda kalmışlardı. Batum’da yeniden düzenlerini kuran Mahmud Bey Dziapş-İpa ve Halime Hanım Çikotua’nın 15 Mart 1835’da Melek, 1839’da Ayşe Kemalifer, 1842’de de Aliye adında üç kızları dünyaya gelmişti. Altı yıl kadar sonra tahminen 1844-45 yıllarında eşi Halime Hanım Çikotua’yı da kaybeden Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa artık Batum’da da yaşamanın da zorlaştığını görerek, üç kızını da yanına alarak 1847 yılında gemiyle Batum’dan İstanbul’a doğru yola çıkmıştı.
Dziapş-ipa Prensliği’nin Aile Arması

Mahmud Bey Dziapş-İpa’nın İstanbul’a geldikten sonra ne olduğunu, ne yaptığını, daha ne kadar ve nasıl yaşadığını bilmesek de, kızları 12 yaşındaki Melek, 8 yaşındaki Ayşe Kemalifer ve 5 yaşındaki Aliye’nin İstanbul’a geldikten sonra nerede ve neler yaşadığını biliyoruz;
31. Osmanlı Padişahı
Sultan Abdülmecid
(25 Nisan 1823-25 Haziran 1861)

Mahmud Bey Dziapş-İpa’nın ve kızları Melek, Ayşe Kemalifer ve Aliye’nin İstanbul’a geldikleri 1847 yılında, payitaht İstanbul’da 24 yaşındaki Sultan Abdülmecid tahttaydı. Sultan II. Mahmud ve Bezm-i Alem Valide Sultan’dan doğma 31. Osmanlı Padişahı Abdülmecid, 1939’da tahta çıktığında henüz 16 yaşındaydı. Batı kültürüyle yetiştirilmiş, iyi derecede Fransızca bilen, batı müziğinden hoşlanan, yenilikçi, ince narin yapılı ve yakışıklı olarak tanımlanan Abdülmecid, nazik, zeki, merhametli, duyarlı, adil ve hayırsever ancak kararsız, müsrif, zevke, alkollü içeceklere, eğlenceye ve süse düşkün bir genç padişahtı. Hayatının çoğunu hareminde geçiren Abdülmecid’in haremi de oldukça kalabalıktı. 25 zevcesi ve onlardan doğan 21’i kız 20’si erkek olmak üzere 41 çocuğu olmuştu ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dört padişahı, sırasıyla 33. V.Murad, 34. II. Abdülhamid, 35. V. Mehmed Reşad ve 36. VI. Mehmed Vahidettin, Sultan Abdülmecid’in farklı eşlerinden doğmuş oğullarıydı. İlk çocuğu olan Mevhibe Sultan, Abdülmecid 17 yaşındayken, 1840 yılının 8 Mayıs’ında ikinci çocuğu Murad ise Şevk-efza III. Kadınefendi’den aynı yılın 21 Eylül’ünde dünyaya gelmişti. Mevhibe Sultan uzun yaşayamamış, 2 Kasım 1941’de 1,5 yaşında vefat etmiş, Murad ise 36 yaşına geldiğinde V. Murad adıyla 33. Osmanlı Padişahı olmuştu.
Sultan Abdülmecid
Dolmabahçe Sarayı Koleksiyonu
 Abdülmecid’in ilk eşi ve Baş Kadın Efendisi Farsça’da “Zenginliklere layık” anlamına gelen Servet-sezâ kadındı. Abdülmecid ile aynı yaşta olan Servet-sezâ Kadın 1823’te Kafkaslarda Temruko Prensi Mansur Bey ve Gürcü hanedanından Dadeşkeliani’nin kızı olarak Adığe’lerin başkenti Maikop (Maykop) da dünyaya gelmişti. Abdülmecid’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan kendisi de Gürcü olduğundan Dadeşkeliani ailesini iyi tanıyor ve oğlu vasıtasıyla Kafkasların namlı aileleri ile akrabalık bağları kurmak istiyordu. Bu yüzden Temruko Prensesi Servet-sezâ’yı babası Prens Mansur Bey’den isteyerek İstanbul’a getirtmiş, Temruko ailesinin bu karardan vazgeçmesine fırsat vermemek için de Servet-sezâ’yı 1837 yılında her ikisi de henüz 15 yaşındayken oğlu Şehzade Abdülmecid ile nikahlamıştı. Ancak Şehzade Abdülmecid’in gözü kendisinden 4 yaş büyük Hüsn-i Cenan’dan başkasını görmüyordu, ona deliler gibi aşıktı. Tahta çıkmadan dört ay önce Şubat 1839’da Kuzey Kafkasya, Şapsığ’lı Çerkes Hüsn-i Cenan’a da nikah kıymış ve onu gözde makamına yükseltmişti. Ancak bu sevda çok uzun sürmemiş, Abdülmecid bu kez, çok sonraları “… bu kadın kendine karşı kalben en hakiki muhabbet hissettiğim yegâne zevcemdir. Onunla ömrümü birlikte geçirdiğim için gençliğimden beri kendisine bütün kalbimle bağlandım…” diyeceği, 1826 yılında Sarayova’da dünyaya gelmiş, kardeşi Bimisal hanım ile birlikte saraya verilmiş olan Gül-cemâl’in güzelliği ile büyülenmiş, 1840’da onunla da evlenmişti. Gül-cemâl aynı yıl Fatma Sultan’ı, iki sene sonra Refia Sultan’ı ve 1843’ün 2 Kasım’ında Şehzade Reşad Efendi’yi dünyaya getirmişti. Bu arada Hüsn-i Cenan hanım da o yıl henüz 25 yaşındayken veremden vefat etmişti. 



1847 yılı İstanbul’a gelen Mahmud Bey Dziapş-İpa, kızları 12 yaşındaki Melek ve 8 yaşındaki Ayşe Kemalifer’i kendileri gibi Kafkaslardan gelen Servet-sezâ Başkadınefendi’nin haremine ona hizmet etmeleri için vermiş, henüz 5 yaşındaki Aliye ile yanlız kalmıştı. Servet-sezâ Başkadınefendi kültürlü ve bilgili bir melikeydi ve tıpkı Avrupa saraylarındaki kraliçeler gibi yaşıyordu. Servet-sezâ Başkadınefendi hizmetinde bulunan cariyelerin de kendisi gibi bilgili olmalarına özen gösterir, bu yüzden bu hizmetkarların piyano çalmalarını ve yabancı dile öğrenmelerini sağlardı. Haremdeki kızlar en başta padişah ve hanedan ailesine nasıl ve ne şekilde davranılması gerektiğini, hitap ve konuşma usullerini öğrenir, ardından da yazı, müzik, resim dersi alırlardı. Bu dersler onların kabiliyetlerine göre artar ya da eksiltilirdi. 

Melek ve Ayşe Kemalifer de hareme intisab ettikten sonra Servet-sezâ Başkadınefendi’nin hareminde böyle sıkı bir eğitime tabii tutulmuşlardı. 



Onların hareme geldiklerinin kısa bir süre sonrasında Sultan Abdülmecid’in hastalanan eşi Gül-cemâl’i muayene eden Alman doktor Spitzer, ilerlemiş hastalığına rağmen onun güzelliğini; “yüzüne örtülü şalı kendi açtı, işte o zaman karşımda öyle bir güzel kadın başı gördüm ki, ömrümde böylesini görmedim…” diyerek anlatmıştı. Gül-cemâl 16 Kasım 1851’de Ortaköy Sarayı’nda tıpkı Hüsn-i Cenan hanım gibi veremden vefat etmişti. 



Tüm bu aşk trafiği içerisinde Servet-sezâ Başkadınefendi, Abdülmecid’in üzerine sürekli kadın getirmesine gücenmiyor, aksine sanki onaylıyordu. Hiç çocuğu olmadığı için kendini saray hayatından geriye çekmişti. 

Sultan Abdülmecid’in Servet-sezâ Başkadınefendi’ye itimadı sonsuzdu, bu yüzden vefat eden eşi Gül-cemâl’den olan 11 yaşındaki Fatma Sultan’ı, 9 yaşındaki Refia Sultan’ı ve 7 yaşındaki Şehzade Reşad Efendi’yi ona evlatlık olarak vermiş, yetiştirmesini istemişti. O sırada 27 yaşında olan Servet-sezâ Başkadınefendi de onlara kendi çocukları kadar iyi bakmış, yetiştirip büyütmüştü. 



Saraya getirilen Türk, Gürcü ve Çerkez kızları, saraya mahsus talim ve terbiyeyi öğrendikten sonra padişah tarafından beğenilirler ve birkaçı Sultan tarafından seçilirdi. Sultanın haremine seçilen bu cariyelerden onun en çok sevdiğine Baş ikbal denir, Sultan onu nikahına alırsa çocuk doğursun, doğurmasın ona Kadınefendi ünvanı verilir, Sultan onu nikahsız olarak bırakırsa, Haseki Kadın, veya Haseki Sultan denirdi. Kadınefendi ünvanı Sultanın ilk dört zevcesine nikah sırasına uygun olarak verilir, Kadınefendilerden biri vefat ettiğinde diğeri onun yerine kaydırılırdı. Dördüncüden sonrasına ikbal ünvanı verilir, Beşinci zevceye Başikbal ya da Başhanımefendi denirdi. 



Yıllar geçmiş, Servet-sezâ Baş Kadın Efendi’nin hareminde iyi bir eğitim alıp, yetişen Melek, serpilip güzel bir genç kız olmuş, Servet-sezâ Baş Kadın Efendi tarafından nedimeliğe seçilmişti. İyi bir piyanist olmuş, Fransızca’yı anadili gibi konuşmaya başlamış, resime olan kabiliyeti sayesinde onu daha da geliştirerek yaptığı pano resimlerini Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan’a ve Servet-sezâ Başkadınefendi’ye hediye etmeye başlamıştı. 

1855 yılında bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda Sultan Abdülmecid’in kendinden 7 yaş küçük ve Pertevniyal Sultan’dan doğan, 25 yaşındaki erkek kardeşi Şehzade Abdülaziz Efendi, yengesi Servet-sezâ Başkadınefendi’nin hareminde orta boylu, zayif ince belli, uzun sarı saçlı ve ela gözlü Melek’i görmüş, beğenmiş ve onu yengesinden istemişti. Ancak, Servet-sezâ Başkadınefendi Şehzade Abdülaziz Efendi’nin bu isteğine şiddetle karşı çıkmış; “Arslanım, bu kızlar benim kendi evlatlarım gibidirler, onları tıpkı Avrupa kadınları gibi büyütüp yetiştirdim. Şimdi bu kadar eğitimden sonra onlardan birini sana nasıl cariye olarak vereyim?” diye cevap vermişti. 



Buna çok üzülen ancak Melek’ten hemen vazgeçmeye hiç niyeti olmayan Şehzade Abdülaziz Efendi, bir süre geçtikten sonra yengesi Servet-sezâ Başkadınefendi’ye bir mektup yazarak, Melek’I nikah kıymak üzere zevce olarak istemişti. Bu teklif üzerine Servet-sezâ Başkadınefendi, Melek’I azad ederek hürriyetine kavuşturmuş, Şehzade Abdülaziz Efendi’ye vermişti. 26 yaşındaki Şehzade Abdülaziz Efendi ile 21 yaşındaki Melek 20 Mayıs 1856 Salı günü Dolmabahçe Sarayı’nda sade sayılacak bir düğün ile evlenmişlerdi. Şehzade Abdülaziz Efendi düğünden sonra Meleğe Dürr-i Nev adını vermiş, düğünden 1 yıl 4,5 ay sonra, 29 Eylül 1857 Salı günü Dürr-i Nev ilk çocukları Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’yi dünyaya getirmişti. Ancak doğum şehzadelerin çocuk sahibi olmaları yasaklandığından, Dürr-i Nev’in hamileliği belli olmaya başladığından itibaren yaşadığı, Eyüp’teki Mekke Mollası Kadri Bey’in evinde gerçekleşmişti. Doğan Şehzadeye, annesinin yüz güzelliğini* aldığından Yûsuf, gelecekte dinin değeri, gücü ve ululuğuna mazhar olması temennisiyle de İzzeddin adını verilmişti. 

* Dillere destan olan güzelliktir ve rivayete göre “güzellik” dünyaya indirileceği zaman ortadan ikiye ayrılmış yarısı Hz. Yusuf’a verilmiştir. Yusuf Peygamberler arasında Yakub peygamberi’in on iki oğlunun sondan ikincisidir, güzelliğiyle nam salmış ve asırlar boyunca adeta güzelliğin simgesi olmuştur... Hz. Yusuf, ak tenli, güzel yüzlü, yüzü güneş gibi parlayan, kıvırcık saçlı, iri gözlü, ince burunlu, kalın pazulu, kalın bacaklı, düz karınlı, düz göbekli, yanağı benlidir. 

Mekke Mollası Kadri Bey, bu hizmetinden dolayı Kazaskerliğe atanmış, çocukları da padişahın yakın ilgisine mazhar olmuştu. 



Sultan II. Mahmud’un 3. İkbali Tiryâl Hanımefendi, 1835’de doğurduğu şehzadesi Nizâmettin'i daha üç yaşındayken 1838’de kaybedince, bütün sevgisini 8 yıl sonra Sultan II. Mahmud’un Beşinci Kadinefendisi Pertevniyal Hanım’ın (1812-1883) 18 yaşındayken, 8 Şubat 1830’da doğurduğu Şehzade Abdülaziz’e vermişti. Tiryâl Hanımefendi’nin Şehzade Abdülaziz’e olan sevgisi ve bağlılığı yıllar içerisinde azalmamış, bu sevgisini Veliaht Şehzade Abdülaziz’in Osmanlı hanedan gelenekleri ve saray kurallarına aykırı olarak daha tahta geçmeden Dürr-i Nev Hatun’dan doğan Şehzade Yusuf İzzeddin’de de devam ettirmişti. 



Bir süre geçtikten sonra Dürr-i Nev Hatun ve Şehzade Yusuf İzzeddin, Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nin tavan arasında düzenlenen mekanda gizlilik içerisinde yaşamaya başlamıştı. 

Hıfzı Topuz, 1998 yılında yayınlanan Pertevniyal Valide Sultan’ın 1880’lerde dikte ettirerek yazdırdığı “Sergüzeştnâme”sinden yola çıkarak, çeşitli belgelerden, sandıklarda saklanan aile mektuplarından yararlanarak kaleme aldığı “Meyyâle” adlı romanında yaşanan bu olayı şöyle aktarır; 

“Pertevniyal Valide Sultan, her şeyden önce Veliahd Dairesinin tavan arasını döşetmekle işe başladı. Yerlere halılar serildi, yatak ve çamaşır dolapları yaptırıldı, birkaç koltuk yukarıya taşındı; Lambalar, sürahiler, bardaklar, kahve şerbet takımları... Yavaş yavaş üst kat çok belirginleşmeye başlayınca  Pertevniyal Kadınefendi,
Dürr-i Nev’i bu daireye kapattı... 

Dürr-i Nev artık hiç kimseye çıkmıyor ve alt katlara inmiyordu. Abdülaziz Efendi de işlerini bitirdikten sonra tavan arasına çıkarak geceyi sevgili eşiyle birlikte geçiriyordu.’’ 



“Şehzade Yusuf İzzeddin, babaannesi Pertevniyal Kadınefendi’nin koruması altında Abdülaziz’in tahta geçeceği 1861 yılına, yani dört yaşına dek, Valide Sultan tarafından Ruslar’ın Kafkasya’ya saldırıları sırasında, 40 günlük bebekken annesiyle birlikte Kırım’dan İstanbul’a getirtilen şehzade ile yaşıt Ubıh kökenli Meyyâle ve Çeşmidil isimleri verilen, iki kız çocuğunun refakatinde tavan aralarında, gizli bölmelerde gözlerden ırak büyütülmüştü...”




Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi o yıllarda tavan aralarında birlikte yaşadığı Meyyâle’yi unutmamış, yıllar sonra, kızı Şükriye’nin bebeklik resmini, 1903 yılında tavan arasını paylaştığı Meyyâle'ye göndermişti. 


“Devletlü 3. İkbal” Tiryâl Hanımefendi (1810-1883),
Sultan II. Mahmud’un 13 eşinden ayrı olarak 1826’da evlendiği
3. İkbal*iydi. Tiryâl Hanımefendi’nin sevgisine karşılık Abdülaziz de ona, tahta çıktıktan sonra Pertevniyal Vâlide Sultân kadar saygı göstermişti. Valide Sultan Pertevniyal’e yakınlığı nedeniyle ikinci Valide Sultan gibi itibar gören ve belli bir saygınlığa sahip olan Tiryâl Hanımefendi,
29 yaşında dul kaldıktan sonra Beylerbeyi Sarayı’nda ve Çamlıca’daki Sultan II. Mahmud’un onun için yaptırttığı Camlı Köşk’te yaşamıştı. 1883 yılında vefat eden Tiryâl Hanımefendi’nin bağışladığı değerli kitapları halen Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndedir. 
*İkbal: Saraya yeni alınan ve “acemi” denilen câriyeler haremde sıkı kurallara göre eğitilir, zamanla şâkird (çırak), kalfa ve ustalığa yükselirlermiş. Padişahın dikkatini çekip Firâş-ı Hümâyun’a (Hünkar yatağı) dahil olanlar gözde veya ikbal olurlardı. İkbal uygulamasına ilk kez Sultan II. Mustafa döneminde rastlanır. Daha sonraki devirlerde padişahların aldıkları ikbal sayısı bir ile altı arasında değişmiştir. Sayıları birden fazla olunca kendi aralarında başikbal, ikinci ikbal, üçüncü ikbal şeklinde sıralanırlar, Padişaha çocuk veren ikballere kadınefendilerde olduğu gibi daire ve câriyeler tahsis edilir, ikballer için hanım veya hanımefendi unvanı kullanılırdı.

32. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz
(8 Şubat 1830-4 Haziran 1876)

Pierre Désiré Guillemet, Topkapı Sarayı Müzesi.
Şehzade Abdülaziz Efendi, 25 Haziran 1861’de 32. Osmanlı padişahı olarak tahta oturunca, (Melek Dziapş-İpa) Dürr-i Nev de Başkadınefendi ünvanını almış, beraber hareme geldikleri kız kardeşi Ayşe Kemalifer saraydan ayrılarak, Rusya’nın işgali üzerine Osmanlı İmparatorluğu’na göç etmiş büyük bir Kafkas Hanedanına mensup ve aynı zamanda da Şehzade Abdülaziz Efendi’nin katibi olan Prens Ömer Açba ile evlenmiş, beş çocuk sahibi olmuştu.

Ayşe Kemalifer (Dziapş-ipa) Açba Hanım
(1838-1901)
Dürr-i Nev de Başkadınefendi’nin en küçük kardeşi Aliye ise, yine bir Abhaz asilzadesi ve annesi Halime Hanım Çikotua tarafından akrabası olan İsmail Çikotua ile evlenmişti. Çiftin 12 Haziran 1870 tarihinde Beşiktaş’ta Rukiye adında bir kızları daha sonra da Behiye adında ikinci kızları olmuştu. İki kız kardeş 1874’te teyzeleri (Melek) Dürr-i Nev Başkadınefendi’nin yanına saraya verilmişlerdi. Teyzeleri onları özel olarak eğitmiş, Fransızca öğrenmelerini sağlamıştı. Sultan Abdülaziz’in vefatı sonrasında teyzeleri ile Fer’iye* Sarayı’nda yaşamaya başlamışlardı. Rukiye, 18 yaşındayken yengesi Dürr-i Nev de Başkadınefendi’yi ziyarete gelen Şehzade Reşad Efendi onu görmüş ve aşık olmuştu. Şehzade Reşad onu yengesinden istemiş, 1888 yılında Veliaht Dairesi’nde evlenmişlerdi. Rukiye’nin adı evlendikten sonra Nâzperver olmuştu. Bir sene sonra Refia adında bir kızları olmuş ancak çok yaşamamış, bebekken vefat etmişti. Nâzperver Kadınefendi’nin bir daha çocuğu olmamış, Dördüncü Kadınefendi sıfatıyla Sultan V. Mehmed Reşad’ın vefatına kadar onunla birlikte yaşamış,
9 Mart 1929’da Üsküdar’da 58 yaşında vefat etmişti.
* Fer’iye: İkincil ya da Yardımcı anlamına gelir.
Dürr-i Nev de Başkadınefendi
(Prenses Melek Dziapş-İpa)
Dürr-i Nev Başkadınefendi hareminde çok kalabalık bir maiyete sahipti. Dziapş-lpa, Çikotua, Lou-Lov, Geçba prenseslerini saraya aldırtarak nedimeleri yapmış, eski padişahın eşleri kadar olmasa da büyük masraflar yapmıştı. Paris modasına uygun elbiseler sipariş etmiş, çok pahalı mücevherler satın almış ancak kimse buna itiraz etmemişti; Çünkü Dolmabahçe Sarayı’nda hemen herkes onu taklit etmeye çalışmış, Kayınvalidesi Pertevniyal Valide Sultan bile gelini Dürr-i Nev Başkadınefendi’den aşağı kalmayıp o da aynı şekilde debdebeye düşmüştü. 

Sultan Abdülaziz, ilk gözağrısı, Şehzadesi Yusuf İzzeddin’i sanki diğer iki oğlundan daha çok seviyordu. Devlet erkânı da padişahın bu ilgisini fark ettiğinden olacak Şehzade Yûsuf İzzeddin’e daha çocukluğundan itibaren yaltaklanmaya başlamış, bu nedenle Şehzade’nin şımarıklığına hiç gem vurulamaz olmuştu. Pertevnihal Valide Sultan da onun aşığıydı. Onun için de Yûsuf İzzeddin bir tarafa, diğer şehzadeler bir tarafaydı. Büyük Valide Sultan’ın bu tarafçılığı yüzünden Padişah Abdülaziz bile diğer iki oğlunu gizlice sever olmuştu. 

Büyük resim: Stanislaw Chlebowski - Mohaç Meydan Muharebesi, 1865-72
Tuval üzerine yağlı boya, 112 x 175 cm, Harbiye Askeri Mzesi Koleksiyonu.
Küçük resim: Sultan Abdülaziz'in yaklaşık 1865-72 yılları arasında, kağıt üzerindeki mürekkep ile yaptığı, Mohaç Meydan Muharebesi eskizi, Abdülaziz’in 14 eskizinin yer aldığı 26.7 x 17.4 cm. boyutlarındaki albüm Krakow Ulusal Müzesindedir.
Sultan Abdülaziz sanata düşkündü ve iyi de bir ressamdı. Çocukluğunda Ques ve Joseph Schranz’ın aralarında olduğu ressamlardan resim dersleri almıştı. Sultan Abdülaziz, Polonya’lı ressam Stanislaw Chlebowski’yi (1835-1884) maaşlı ressam olarak saraya getirtmiş ve hatta kendisi de resimler yapmıştı.
Osmanlı padişahları tablosu.
32. Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz'e kadar tahta çıkmış 32 Osmanlı padişahını Sultanahmed Camii'nin önünde bir arada gösteren bu tablo Stanislaw Chlebowski'ye aittir.
Abdülaziz'in emriyle 1865'te İstanbul'a gelen Polonyalı ressam Stanislaw Chlebowski saray ressamı olarak görev yapmış, aynı zamanda Padişah'a resim dersleri de vermişti. Chlebowski'nin Osmanlı tarihini konu alan pek çok resminin arasında en ilginci olan bu tablo saray koleksiyonlarındaki resimler örnek alınarak yapılmıştır. Sanat tarihçilerine göre tüm padişahların fizyonomik özellikleri dikkate alınarak yapılan tablonun padişah portreciliğinde bir benzeri yoktur.
Beylerbeyi Sarayı inşa edildiğinde sıra içinin süslenmesine gelindiğinde Sultan Abdülaziz işi bizzat ele almış, bunun için Chlebowski ile birlikte çalışmıştı. Duvarlara çizilecek tabloların kompozisyonlarını kendi belirlemiş, boyama işini ise Chlebowski’ye bırakmıştı.




Abdülaziz ile Chlebowski’nin bu ortak çalışmalarını ilgi ile izleyen biri de 1868 yılında Hayranidil Kadınefendi’den doğan ikinci şehzadesi Abdülmecid Efendiydi. Fırsatını bulup, Chlebowski’yi yalnız yakaladığında kendi resim defterindeki eskizleri gösterirdi. Şehzade Abdülmecid Efendi’nin eskizlerini dikkatle inceleyen Chlebowski onun resim sanatına yatkınlığını ve kabiliyetini farketmiş ve bunu uygun bir dille ve zamanda Sultan Abdülaziz’e çıtlatmıştı. 
Bir hatıra albümün sayfasından kağıt üzerine kırmızı mürekkep ile yapılmış Türk Donanması eskizi. 19.2 x 23.3 cm boyutlarında ve Seweryna Szembek Czaykowska’ya ait olan albüm, Krakow Ulusal Müzesindedir. Solda, Abdullah Fréres’in (Biraderler) fotoğrafıyla, Sultan Abdülaziz kartviziti, sağda da Polonya’lı fotoğrafçı A. Szubert imzalı, Stanislaw Chlebowski kartviziti görülmektedir.

Stanislaw Chlebowski, Mohaç Meydan Muharebesi eskizi, 1865–72,
kağıt üzerine kara kalem, 27 x 39.8 cm, Varşova Ulusal Müzesi Koleksiyonu
Şehzadesi Abdülmecid Efendi’nin bu yeteneğinden haberdar olmayan Sultan Abdülaziz, Chlebowski’den fırsat buldukça şehzadeye ders vermesini, özellikle de yağlı boya tekniğini geliştirmesini istemişti. Daha sonra Son Halife olacak olan Şehzade Abdülmecid Efendi’nin ressamlık macerası işte bu şekilde başlamıştı. 

Aynı günlerde babasının gözdesi olan, Şehzade Abdülmecid Efendi’den 11 yaş büyük olan, kibirli Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin ise, kendisinden öğrenecek bir şey kalmadığı gerekçesiyle ona özel ders veren hocasını kovmuştu. Bu durumu dönemin tanıkları “Abdülmecid Efendi deli gibi çalışır, ilerlerken Yûsuf İzzeddin Efendi boş gururu ve tembelliği yüzünden kıpkızıl cahil kaldı...” diyerek tarihe kayıt düşmüşlerdi. 
Sultan Abdülaziz’in iki şehzadesi.
Dürr-i Nev de Başkadınefendi’den 1857’de doğan Veliaht Şehzade Yusuf Yûsuf İzzeddin ve Hayranıdil Kadınefendi’den 1868’de doğan kardeşi Şehzade Abdülmecid Efendi
Veliaht Şehzade Yusuf Yûsuf İzzeddin, kardeşi Şehzade Abdülmecid Efendi kadar resim sanatına yakın ve yatkın olmasa da, Türk resim sanatına küçük, sevimli, ancak unutulmaz bir katkı sağlamış, küçük de olsa bir iz bırakmıştı. 

İlk saray ressamlarından biri olan Ahmet Ali Paşa, 1896’da yabancı misafirleri ağırlama işleriyle ilgilenen Yabancı Konuklar Teşrifatçısı (Protokol Sorumlusu) olmuştu. Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Padişahın huzurunda bulunduğu bir gün, Sultan Abdülaziz “Yaver Ahmet Efendi’yi çağırınız” diye emredince, mabeynci hangi Ahmet olduğunu anlayamamış, ancak Veliaht Şehzade atılarak, “canım bizim Şeker Ahmet” deyivermişti. Çok şaşıran ve bundan hoşlanan Sultan Abdülaziz kahkahalarla gülmeye başlamış ve o günden sonra artık Yaver Ahmet Ali Paşa, iyi kalpliliğinin ve uysallığının karşılığı olarak “Şeker Ahmet Paşa” lâkabı ile anılmaya başlanmıştı ki, O Şeker Ahmet Paşa Türk Resim Sanatının asker ressamlar geleneğinden gelen en önemli temsilcilerinden birisi olmuştu. Şeker Ahmet Paşa, Harbiye Mektebi’nin resim öğretmenliği bölümündeki başarılarından dolayı Sultan Abdülaziz tarafından Paris’e gönderilmiş, 7 yıl eğitim görmüştü.
Ressam Şeker Ahmet Paşa
(1841-5 Mayıs 1907)
Abdülaziz Efendi şehzadeliği boyunca oğlunun köle olduğunu söyleyerek saraya getirtip kendi dairesinde terbiye etmiş, saray halkı da onu köle olarak bilmişti. Tüm gizliliğe rağmen rivayet edilir ki Sultan Abdülmecid’in bu doğumdan haberi olmuş ancak bilmemezlikten gelmişti. Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin doğumundan haberdar olmasına rağmen Sultan Abdülmecid’in ses çıkarmaması bu hususta yaşanacak olan önemli bir zihniyet değişiminin habercisi olmuştu. Bu olay, şehzadelerin hayatındaki önemli değişimlerin ilki değildi, zira, Sultan Abdülmecid önce kafes hayatını kaldırmış, şehzadelerin serbestçe gezip dolaşmalarına müsaade etmişti.
32. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz
(8 Şubat 1830-4 Haziran 1876)
 Sultan Abdülmecid’in 26 Haziran 1861 Salı günü ölümünden sonra tahta çıkan Abdülaziz, üç yıl dokuz ay önce doğan oğlunun doğumunu bir hatt-ı hümâyunla ilan etmiş, Cülustan sonra Dolmabahçe Sarayı’na davet ettiği Abdülmecid Efendi’nin çocuklarının huzuruna Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’yi de getirmiş, onların ellerini öptürdükten sonra “Bu da sizdendir. Merhum Efendimiz de biliyordu. Buna bakıverin” demişti.

Sultan Abdülaziz’in Tuğrası
Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin doğumunu ilan eden Hatt-ı Hümâyun şu şekildeydi: “Vezir-i ma’âlî-semirim: Hazret-i Rabbi’l-âlemînin ihsân-ı ilâhisi olarak yetmiş dört senesi şehr-i Safer’-l-hayrın yirmi birinci cumartesi gecesi (11 Ekim 1857) bir mahdûmum dünyaya gelüp, ismi Yûsuf İzzeddin tesmiye kılınmış olduğundan, müşârünileyhin usulü vechile ilân-ı vilâdetine ibtidâr olunsun. ilâh.”
Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
Aynı gün Sultan Abdülaziz, Abdülmecid’in çocuklarına,
“Size bir vechile sıkıntı çektirmem. Pederinizin zamanında ben nasıl gezdim ise siz de öylece pâdişah-zâdeliğe yakışacak sûrette gezmelisiniz. Cuma günleri istediğiniz camie gidip namaz kılınız. Sâir günler okuyup yazınız” demişti. 
Vak’anüvis* Cevdet Paşa zamanın siyasî olaylarını anlatan “Tezâkir-i Cevdet”** adlı eserinde bu konuyla ilgili olarak; 
“Fi-l-asl (aslında) şehzâdeler kafeste mevkuf olarak bir mahalle çıkıp gezemezler iken Abdülmecid Han Hazretleri biraderine müstakilen dâire verip serbest olarak gezmesine ruhsat vermiş idi. Bu usûl-i haseneden şimdi kendi şehzâdeleri dahi müstefid (istifade eden) olmuşlardır ve şehzâdeler te’ehhül (evlenme) edemedikeri cihetle çocukları olamazdı. Hâlbuki Abdülaziz Han’ın efendiliğinde odalığından müşarün-ileyh (ismi evvelce söylenmiş olan) Yûsuf İzzeddin Efendi tevellüd (doğmak) edip eğerçi kendisi anı Eyyub tarafında gizleyip ve biraz vakit mürûrunda (bir zaman geçince) sarây-i hümâyûna getirtip köle diyerek kendi dairesinde terbiye eylerdi… Lâkin Abdülmecid Han hazretleri hakikat-i hâle (işin aslında) vâkıf olduğu halde tecâhül (bilmezlikten gelme) ederdi...”
diye yazmıştı. 
*vak’anüvis (vekāyi‘nüvîs): Osmanlı Devleti’nde resmi tarihçiler için kullanılan bir ünvan. İki ayrı dilden iki ayrı kelimenin birleşimiyle oluşan vakanüvis tabiri, olayları yazan anlamında kullanılırdı. İlk olarak 17. Yüzyılda ortaya çıkan bu memuriyet, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiş ve daima saygınlığını korumuştu. 
**Tezâkir: Cevdet Paşa’nın vak‘anüvisliği zamanında (1855-1865) bizzat kendisinin de içinde bulunduğu olaylara dair tuttuğu notlardan teşekkül eden bir hâtırat niteliği taşımaktadır. Cevdet Paşa bu notları kendisinden sonra vak‘anüvis olan Ahmed Lutfi Efendi’ye tezkireler halinde yollamıştır. Bu sebepten dolayı da esere Tezâkir-i Cevdet adını vermiştir. Kırk tezkireden meydana gelir. 

Abdülaziz tahta çıktıktan sonra ağabeyi Abdülmecit’in Başkadınefendisi Servet-sezâ hanımefendi Kabataş Sarayı’nda bir daire tahsis etmiş, Dürr-i Nev Başkadınefendi de bir yıl iki ay sonra 9 Ağustos 1862 Perşembe günü Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’den beş yaş küçük olan kızı Saliha Sultan’ı dünyaya getirmişti. 
Saliha Sultan ve Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
Sultan Abdülaziz’in 7 kızından dördüncüsü olan Saliha Sultan 9 Ağustos 1862’de Dürr-i Nev Başkadınefendi’den Dolmabahçe Sarayı’nda dünyaya gelmişti. 13 yaşına geldiğinde Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın oğlu İbrahim Hilmi Paşa ile nişanlandırılmış, ancak Sultan Abdülaziz’in vefatından 3 ay sonra tahta oturan kuzeni Sultan II. Abdülhamid nişanı bozmuştu. Sultan II. Abdülhamid ancak 13 yıl sonra, kendisinden 30 yaş büyük olan Ahmed Zülküf Paşa’yı uygun görmüş, onunla 20 Nisan 1889’da Yıldız Sarayı’nda evlendirilmişti. Kamile Hanımsultan adında tek bir çocuğu olmuş, ancak o da altı yaşında vefat etmişti. 1924'te Osmanlı Hanedanı’nın yurtdışına gönderilmesi üzerine Avrupa’ya oradan da Kahire’ye geçmiş, son yıllarında sefalet içinde yaşamış,
1941 yılında da vefat etmişti.
Saliha Sultan
(1862-1941)

“Halife’nin hizmetinde olarak tanımlanan” Ahmed Zülküf Paşa (1832-1892), 1868-1875 yılları arasında Diyarbakır Valiliği yapmış, 1875’te 3. Ordu Komutanlığı, 1876’da Erzurum Valiliği yapmış, 1877-78 yılları arasında 93. Harbine katılmış, 1880-81 yılları arasında da İstanbul’a çağırılarak Hassa Ordusu Komutanlığına atanmış olan Karslı Şerif Bey’in oğlu ve Diyarbakır Valiliği sırasında Kürt olmamasına rağmen yaptığı hizmetlerden dolayı onu seven halkın taktığı isimle Kürt (Hatunoğlu) İsmail Hakkı Paşa’nın (1818-1897) oğluydu ve Saliha Sultan ile evlendikten sonra Damad Ahmed Zülküf Paşa olarak anılmaya başlanmıştı.Sultan Abdülmecid’in kız kardeşi Adile Sultan ve onun kızları Cemile ve Münire Sultanlar için yaptırdığı Fındıklı Salıpazarı arasındaki Çifte Saraylar ya da Salıpazarı Sahil Sarayları’nın Tophane tarafındaki olanı 1862’de Münire Sultan’ın vefatından sonra bir süre boş kalmış, Sultan II. Abdülhamid o sarayı düğün hediyesi olarak Saliha Sultan ve Damad Ahmed Zülküf Paşa’ya tahsis etmişti. Çifte Sarayın diğer bölümü Meclis-i Mebusan binası olarak kullanılan Çırağan Sarayı’nın 20 Ocak 1910’daki yangında harap olmasının ardından, varislerden satın alınmış, 1913-1920 arasında Meclis-i Mebusan/Meclis-i Ayan olarak kullanılmış ve Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecindeki son meclis oturumlarına da tanıklık etmişti. Çifte Sarayların Fındıklı tarafındaki bölümünde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra bazı İstiklal Mahkemesi davaları görülmüş, diğer Tophane tarafındaki bölümü ise III. Kolordu Komutanlığı Karargahı, ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Atatürk Kız Lisesi olarak kullanılmıştı. Çifte Saraylar ikisi birlikte 1926 yılından itibaren Güzel Sanatlar Akademisi olarak kullanılmaya başlanmış ancak 1 Nisan 1948’de çıkan bir yangından harap olmuş, bu esnada kütüphanesindeki değerli kitaplar, dosyalar, ders malzemeleri ve tablolar da yok olmuştu. Sedat Hakkı Eldem ve Mehmet Ali Handan tarafından hazırlanan proje doğrultusunda yeniden inşaa edilen Çifte Saraylar, 23 Nisan 1953’den itibaren tekrar Güzel Sanatlar Akademisi’nin bir parçası olarak kullanılmaya başlanmıştı.



Çifte Saraylar’ın dışında Saliha Sultan’ın Anadolu Yakası’nda Selamiçeşme’de de bir Köşkü vardı. Saliha Sultan için 1865 yılında inşaa edilen pencere kasaları dahi ceviz ağacından ve tavanları altın yaldızlı olan bu Köşk’ün bahçesinde Çam, Çınar ve kestane ağaçları iki adet bostan kuyusundan bir atın çevirdiği dönme dolapla çekilen sular ile sulanırdı. Günümüzde Köşkün yerinde bir benzin (Shell) istasyonu bulunmaktadır.

Saliha Sultan
(1862-1941)

İyi bir eğitim gören Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, Miralay Süleyman Bey, Ömer Efendi, Tophane Müftüsü Ömer Lutfi Efendi, Ahmed Muhtar Paşa ve Gürcü Şerif Efendi’den dersler almıştı. Sultan Abdülaziz’in hekimbaşısı Marko Paşa (Marko Apostolidis, 1824-1888) ile Sakızlı Ohannes’in damadı Şarl şehzadenin Fransızca hocaları olmuştu. Abdülhak Hâmid Tarhan, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Fransızca bildiğini, ancak biraz tutuk konuştuğunu belirtmişti. Fransızca dersleri ilerki yıllarda veliahtlık döneminde de sürmüştü.



Osmanlı İmparatorluğu saltanatının kendi çocukları ile devamını isteyen Sultan Abdülaziz Mısır üzerindeki Osmanlı Devlet otoritesini yeniden tesis etmek için 3 Nisan 1863’te seyahate çıkmış, o sırada 6 yaşında olan Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’yi de yanında götürmüştü. Mısır’dan dönüşünde saltanatın babadan oğula geçmesini isteyen Sultan Abdülaziz bu hususta ağabeyi Sultan Abdülmecid’den daha ileri gitmiş, Mısır ziyareti dönüşünde Nisan 1863’te seyahatte yanında bulunan henüz altı yaşındaki Yûsuf İzzeddin’i kara kuvvetlerine, diğer oğlu Şehzade Mahmud Celâleddin Efendi’yi de Deniz Kuvvetlerine kaydettirerek ileride yapmayı düşündüğü veraset değişikliğinde itirazların gelebileceği askeri bürokrasiyi yanına çekmeye çalışmıştı.
Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
9 yaşındaki Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, 3 Temmuz 1866’da Hassa Ordusu Beşinci Talîa Taburu binbaşılığına getirilmiş, Binbaşı Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, Ekim ayında İstanbul’u ziyaret eden Prens Karl von Hohenzollern-Sigmaringen için düzenlenen tören sırasında taburuna emir verip resmi geçit yaptırmıştı.
1 Kasım 1839’da Bursa’da Katırcıoğlu Hacı Halil Ağa’nın oğlu olarak dünyaya gelen ve 1860’da Harbiye Mektebini birincilikle bitirerek teğmen olan Ahmed Muhtar (1839-1919) 1866’da yarbay rütbesiyle 9 yaşındaki Şehzade Yusuf Efendi’nin hocalığına getirilmişti.
21 Haziran 1867 Cuma günü Avrupa yolculuğuna çıkan Sultan
Abdülaziz’in maiyetinde hanedandan, 10 yaşındaki büyük oğlu Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, Veliaht Murat Efendi ve Şehzade Abdülhamit Efendi de bulunuyordu. Bu seyahate Ahmed Muhtar da Şehzade Yusuf İzzeddin’in hocası olarak katılmıştı. Bu seyahat sırasında Avrupa’da Veliaht Murad Efendi oldukça fazla ilgiyle karşılanmış, ancak bazı yerlerde Sultan Abdülaziz Veliaht Murad yerine oğlu Yûsuf İzzeddin Efendi’yi ön plana çıkartacak hareketlerde de bulunmuştu.

Sultan Abdülaziz Avrupa Seyahati sırasında Paris’te Elyée Sarayı’nda 11 yaşındaki Emperyal Prens  Eugene Joseph Louis Napoléon Bonaparte (1856-1879) ile tanışma merasimi. Sultan Abdülaziz’in arkasında bu merasimi izleyip, kendi aralarında konuşanlar da, Sultan’ın iki yeğeni Şehzade Murad (V.Murad) ve Şehzade Abdülhamid (II.Abdülhamid)tir.
İmparator III. Napoléon ve İmparatoriçe Eugénie de Montijo tek çocukları Emperyal Prens  Eugene Joseph Louis Napoléon Bonaparte ile birlikte. Emperyal Prens  Eugene Joseph Louis Napoléon Bonaparte 1879’da henüz 23 yaşındayken Güney Afrika’da Zulu Krallığı’nda yerlilerle girdiği bir çatışmada öldürülmüştü. Belki de bu nedenledir ki İmparatoriçe Eugénie de Montijo oğlu ile hemen hemen aynı yaşlardaki (1 yaş küçük) Paris’te tanıştırıldığı Şehzade Yûsuf İzzeddin’i unutmamış, sonraki yıllarda İstanbul’a aralıklarla yaptığı iki ziyaretinde de onu görmek için özel bir çaba sarfetmişti. Muhakkak ki Şehzade Yûsuf İzzeddin, ona genç yaşta kaybettiği biricik oğlu Prens  Eugene Joseph Louis Napoléon Bonaparte’ı hatırlatıyordu.
27 Temmuz 1867’de Viyana’da Sultan Abdülaziz’i ve maiyetini görkemli bir törenle karşılayan Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in arabasına Fuat Paşa ve Yûsuf İzzeddin Efendi’yi almıştı.

Avrupa Seyahati sırasında Sultan Abdülaziz, heyeti ve Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi Viyana’da Ambrass Galerisini ziyaret ederken.
L’Illustration, 17 Ağustos 1867


Avrupa Seyahati dönüşünde, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, 3 Eylül 1867’de 10 yaşındayken kaymakamlık rütbesine yükseltilmiş, ayrıca Mekteb-i Harbiyye’ye devam etmişti. 

Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi , bir yıl sonra 15 Temmuz 1868’de 11 yaşındayken Hassa Ordusu Saf Piyade Alayı miralaylığına (albay), iki yıl sonra 30 Mayıs 1870’te 13 yaşındayken Hassa Ordusu Birinci ve İkinci Saf Piyade Alayları mirlivâlığına (tuğgeneral) atanmıştı.

Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
 Sultan Abdülaziz, oğulları 13 yaşındaki Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi,

8 yaşındaki Mahmud Celâleddin Efendi ve dört şehzadenin daha sünnetlerini İstanbul halkının da davetli olarak katılacağı büyük bir eğlenceyle kutlayarak yapmak istemiş, fakir çocuklarının da sünnet edileceği bir sosyal hizmete dönüştürülecek bu şenlik, 5 Haziran 1870’te 7-8 bin evi harap eden ve pek çok kişinin yanarak ölmesine neden olan Büyük Beyoğlu Yangını yüzünden iptal edilmişti. Yangının yaraları sarıldıktan sonra Şehzadelerin sünnetleri 20 Haziran 1870’te Gümüşsuyu Kışlası’nda gerçekleştirilmiş, merasim 17 gün boyunca sürmüş, bu süre içerisinde İstanbul’da 14.925 fakir çocuk da sünnet ettirilmişti. Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin sünnetini yapan Kadri Paşa’ya 1450 lira ve Feriklik rütbesi verilmiş, ayrıca Harem-i Hümayûn tarafından verilen hediyelerle taltif edilmişti. 

Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
3 Kasım 1871’de 14 yaşında Ferik (orgeneral) rütbesiyle Hassa Ordusu Erkân Reisliğine ve 18 Nisan 1872’de 15 yaşındayken Murassa Mecidî Nişanı verilerek Hassa Müşirliği (Mareşal) rütbelerini almıştı. Tüm bu görevleri aslında bir vekil vasıtasıyla yürütmekte, bir yandan rütbeleri yükseltilirken diğer yandan da babasının yanında selâmlık törenlerine katılarak kamuoyunun gündeminde tutuluyordu. 

Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
Hassa Müşirliğini benimseyen Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi askerî tatbikatlara ve geçit törenlerine katılıyor, Tophane’yi, Askerî Birlikleri, Mekteb-i Harbiyye ve Mekteb-i Tıbbiyye’yi denetliyor, bu mekteplerde okuyan öğrencilerin derslerine giriyordu.

Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi
Diğer yandan Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin her fırsatta bu kadar fazla ön plana çıkartılması halk ve bürokratlar tarafından pek hoş karşılanmıyordu. Bu arada İsmâil Paşa’nın Mısır’daki ekberiyet (saltanatın babadan oğula geçmesi) usulüne dayalı veraset sistemini değiştirme isteklerine Sultan Abdülaziz’in karşı çıkmaması sonucunda, 28 Mayıs 1866 tarihli fermanla veraset usulünün İsmâil Paşa’nın çocukları lehine değiştirilmesi, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi lehine Sultan Abdülaziz’in yapmayı düşündüğü düzenleme için kamuoyunun hazırlaması operasyonu olarak yorumlanmış, bu algı sadece iç kamuoyunda değil, yabancı diplomat, seyyah ve gazeteciler için de yaklaşık aynı olmuştu.

Fransa İmparatoriçesi Eugénie de Montijo
(1826-1920)
İmparatoriçe Eugénie de Montijo’nun İstanbul’a gelmesi ile ilgili
Fransız gazetesi LE MONDE ILLUSTRÉ’nin 30 Ekim 1869 tarihli nüshası
 Süveyş Kanalı’nın görkemli açılış törenine davetli olan Fransız İmparatoru III. Napolyon’un eşi İmparatoriçe Eugénie de Montijo Süveyş Kanalı açılışı öncesinde 13-19 Ekim 1869 tarihleri arasında İstanbul'u ziyaret etmiş ve Beylerbeyi Sarayı’nda misafir edilmişti.
İmparatoriçe Eugénie de Montijo’nun İstanbul’a gelmesi şerefine Beykoz Çayırında inşa edilen özel pavyon ve düzenlenen karşılama töreni.

İmparatoriçe Eugénie de Montijo’nun Ayasofya’yı ziyareti
İmparatoriçe’nin ziyareti esnasında onu haremde kabul eden Dürr-i Nev Başkadınefendi, İmparatoriçe Eugénie de Montijo’dan daha güzel ve modaya uygun kıyafetiyle başta İmparatoriçe Eugénie de Montijo olmak üzere herkesi büyülemiş, duruşu, bakışı ve yürüyüşüyle ayrı bir asalet sergilemişti.
15 Haziran 1976 tarihli
Milliyet Gazetesi küpürü.
Bu ziyareti sırasında İmparatoriçe Eugénie, Sultan Abdülaziz’e değerli armağanlar vermişti. Bunlardan birisi de Versay Sarayı’nın som gümüşten bir maketiydi. Yaklaşık 15 milyon lira değerindeki bu armağanlar Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin vefatından yıllar sonra, 1976 yılında varisleri arasında yaşanan bir anlaşmazlık sonucu ortaya çıkmış ve bu armağanlara Mali Polis tarafından el konulup, Topkapı Sarayı’na devredilmişti. 
İmparatoriçe Eugénie de Montijo
Sultan II. Mahmud ile birlikte Osmanlı yaşam biçiminde büyük değişiklikler başlamış, Padişahın kılık kıyafetinden, yaşayış ve davranış biçimlerine Batılılaşmanın getirdiği bir model gelmişti. Aynı şekilde Harem kadınları ve kızları da Avrupalı prensesler gibi giyinerek daha debdebeli bir yaşam sürmeye başlamışlardı.
Fotoğraf, 19. yüzyılın büyük moda ikonu, Fransızların son İmparatoriçesi,
Eugénie de Montijo’nun stüdyoda çekilen bir fotoğrafının,
sonradan renklendirilmesi ile elde edilmişter.

Empress Eugénie as an Odalisque (1861-65) (İmparatoriçe Eugénie bir Odalık/Cariye gibi)
Fransız portre fotoğrafçısı Pierre-Louis Pierson’un (1822-1913) çektiği, gümüş baskı fotoğrafı, Marck adlı bir sanatçı tarafından yağlı boya ile rötuşlanıp, boyanmış. 17 x 12 cm.
Metropolitan Sanat Müzesi, Gilman Koleksiyonu (Howard Gilman Vakfı tarafından hediye edilmiş) Fotoğrafın sağ alt köşesine kırmızı ile Marck, altına da kurşun kalemle
“L'Impératrice” (İmparatoriçe) yazılmış.

Başlangıçta daguerreotype* kullanan Fransız bir fotoğrafçı ve portreci Pierre-Louis Pierson’un Stüdyosu Paris’in merkezinde 2. ve 9. bölgeler arasındaki sınırda, Bulvar des Capucines’de yer alıyordu. Pierson-Mayer Stüdyosu, 1844’ten itibaren suluboya veya yağlı boyalarla rötuşlanan portre fotoğrafçılığı konusunda uzmanlaşmış ve bu konuda ilklerden biri olmuştu. 1852’de İkinci İmparatorluğu kurduktan sonra Fransız İmparatoru III. Napolyon ve ailesi özellikle Pierson-Mayer Stüdyosunu tercih etmişlerdi. Pierson 1855’te yine daguerreotype stüdyosu yöneten Louis Frédéric Mayer ile ortak olmuş ve ortaklar, Pierson ve Mayers Stüdyosu adıyla Fransız emperyal ailesinin çok sayıda portresini yaratmış ve bu portreler halk tarafından çok iyi satın alınmıştı. O sırada Fransa İmparatoru III. Napolyon tarafından “Majesteleri İmparatorun Fotogğrafçıları” olarak seçilmişlerdi. 1862’den başlayarak, müşterileri daha çeşitlenmiş, İmparatorluk Sarayı haricinde, aristokrasiden, güçlü iş adamlarından, aktristlerden ve müzisyenlerden bir çok kişi fotoğraflarının çekilmesi için onlara gelmişti.

* daguerreotype: Dagerreyotipi, gümüş nitratla ışığa duyarlı hale getirilen bakır levhaların, camera obscura (karanlık oda) içinde 10 ila 20 dakika pozlanarak, cıva buharına tabi tutulup geliştirilmesiyle fotoğrafik görüntü elde etme yöntemidir.
Empress Eugénie as an Odalisque” (İmparatoriçe Eugénie bir Odalık/Cariye gibi),
1860’lar, Anonim. Paris, Photothèque Hachette

Fransa İmparatoriçesi Eugénie, İstanbul’a geldiğinde, Osmanlı İmparatorluk haremini de ziyaret etmiş, Sultan Abdülaziz tarafından annesi Pertevniyal Valide Sultan’a takdim edilmiş, ancak rivayete göre Pertevniyal Valide Sultan, hareminde yabancı bir kadının varlığıyla öfkelenmiş ve İmparatoriçe Eugénie’yi neredeyse uluslararası bir olayı başlatabilecek bir tokatla karşılamıştı. Ancak İmparatoriçe’nin hareme yaptığı bu ziyaret, daha sonra harem kadınları arasında Batı modasını popüler hale getirmiş ve haremde kalıcı bir etkiye neden olmuş, bir kostüm reformunu başlatmıştı.


Fas’ın Fez kentine özgü bir başlık olan fes’i benimseyen ve yaygın olarak kullanan Sultan II. Mahmud, diğer taraftan gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini değiştirerek Osmanlı modernleşmesinin temellerini atmış, ölümünden dört ay sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı’na giden yolun hazırlayıcısı olmuştu. Hükümdarlığı dönemindeki icraatları nedeniyle, bazıları kendisini devleti tekrar ihya etmek üzere her yüzyılda bir gelmesi beklenen müceddid (yenileyen) olarak kabul etmiş, muhalifleri ise gavur padişah olarak nitelendirmişlerdi. Diğer yandan 30. Osmanlı padişahı olan Sultan II. Mahmud, Osman Gazi ve Sultan İbrahim’den sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun üçüncü ve son soy atasıydı.

Yaşayışta ve saray hayatında en büyük değişiklikler ise Sultan II. Mahmud’un oğlu Sultan Abdülmecid döneminde zirveye çıkmıştı. Artık Hanedan ikametgahı olarak da bu dönemde inşaa edilen Dolmabahçe Sarayı kullanılmaya başlanmıştı. Harem kadınlarının kıyafetlerini değiştirmeleri tutucu çevrenin tepkisini çekmiş, zaten “gavur padişah” dedikleri Sultan II. Mahmud’dan sonra haremde yaşayan sultan ve cariyelere de “Haremi padişahide olan cevari (cariyeler, kadınlar) setr-i avret (örtünmesi gereken yerler) olacak don telebbüs (giyinmek) etmeyüb firengâne fistan ve Libas-ı mahsusa-i Kâfiristan telebbüs ederler” diyerek eleştirilerini dile getirmişlerdi.

O dönemde Haremdeki Başkadınefendi kıyafeti şu şekilde betimlenmekteydi; 
“Başlarına (bağtak) denilen hotozları gayet güzel renklerden ve tepesi sivri olarak yapılan bu başlığın üzerinde kıymetli taşlar ve çiçekler bulunurdu. Başlığın tepesinde tüyler de bulunurdu. Bir kısmının üstünde (tepelik) vardı. Uzun saçlar (topuz) yapılarak başlığın üst kısmına yerleştirilirdi. Boyunlarında gayet kıymetli (gerdanlık) vardı. Gerdanlıklar inci ve elmastan yapıldığı gibi, altın paralar ile de yapılırdı. Kulaklarda küpe. Giysi olarak; Arkasına omuz, sırt ve yakaları kürklü, zemini sevaî (Osmanlı Devleti’nde dokunan bir ipekli kumaş) bir elbise giyerdi. Bir kısım elbiselere (tepe-başı) denirdi. Bunlar, üzeri som sırma işlemeli gayet ağır ipekten kumaşlardan yapılırdı. Altın işlemeli sevaîler bilhassa tercih edilirdi (simsimiye) denilen ağır kumaş da bu işte kullanılırdı. Bursa ve İstanbul kârhanelerinden (fabrika) gelen kıymetli kumaşlar, terziler kârhanesinde (işletme) dikilerek sahiplerine giydirilirdi. Bilhassa altın işlemelerin yapıldığından buraya alınacak kimseler sarayda iyi tanınmış olanlardı. (Kadın kuşağı) denilen bir örtü göbek üzerine bağlanırdı” 
Pierre Désiré Guillemet (1827-1878)
Portrait of a Lady of The Court playing the Tambourine, 1875
Saraylı Hanım’ın Tef çalan portresi
Tuval üzerine yağlıboya, 98 X 79 cm. Pera Müzesi Koleksiyonu
1841-1850 tarihleri arasında Sultan Abdülmecid’in Başkadınefendisi Servet-sezâ Hanım için ekibiyle birlikte çeşitli giysiler diken “hayyâtin-i hassa” (saraya ait elbise diken) sınıfından Şahin Terzi Monolaki, Servet-sezâ Hanım için dikilen libasları “Terzi Defteri”nde şu şekilde anlatır; 
“Leylaki canfesten bir uruba dikildi. Kırmalarıyla içine canfes ile harcı üstadiyesi yüz guruş idar." 

Daha teferruatlı olan başka bir giysiyi; 
“Gümüşî canfesten (desensiz, ince dokunmuş, genellikle yanar döner, parlak ve tok ipekli kumaş) bir entari dikildi. Dikişlerine çifte bükmeleriyle benekli rumiler dikildi. Yan neft oymalar sekiz kat çifte bükmeden benekli filuzlü tepsi kenarı harclarıyla dülbent harcı üstadiyesi altı yüz guruş idar.” şeklinde betimler. 

Bazen de birkaç giysiyi bir arada anlatır; 
“Kınârî (kısa), mâi (mavi), siyah göz canfeslerden beş dane hırka dikildi. Dülbend harcı üstadiyeleri yirmi beşer guruştan yüz yirmi beş guruş. Defa leylakî bir şalvar dikildi. Yirmi guruş. Cümlesi yüz kırkbeş guruş idar.” 

Terzi Şahin Monolaki, Mayıs 1841-Kasım 1850 tarihleri arasında Servet-sezâ Başkadınefendiye 893 (yaklaşık 900) parça dikmişti. Bunlar arasında boğça, sofra (bezi), yastık, Tandır yorganı, namazlık, oyun takımı gibi ürünler görülmekte ise de sayıları giysilere göre azdı. Gardrobunda entari, şalvar ve hırka ağırlıkta olan Servet-sezâ Başkadınefendiye esas olarak 295 entari, 294 şalvar, 128 hırka, 66 uruba, 13 kürk kabı, ferace, 5 zar ve 40 içlik dikmişti. 

Servet-sezâ Başkadınefendi’nin gardrobunda pamuklu kumaştan yapılan giysiler hakimdi. 167 pamuklu entari, 155 şalvar, 26 hırkaya karşı, 87 ipekli entari, 104 şalvar, 61 hırka ve 55 uruba, toplamda 348 pamuklu giysiye karşı, 307 ipekli giysi bulunuyordu. Yünlü giysiler 112 adetle ipeklileri takip etmekteydi. Ayrıca en fazla kullanılan renkler ise mavi, pembe, beyaz, leylakî, sarı, mor, siyah ve yeşildi. 
Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762)
1716 yılında eşi Edward Wortley Montagu ve oğlu ile İstanbul’a gelen Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) 1718’de geri dönmeden önce 1717 yılında Edirne’den yazmış olduğu bir mektupta; 
“... Evvela bacaklarımı örterek topuklarıma kadar inen gayet ince, pembe renkli ve kenarı gümüş işlemeli çok geniş bir şalvarım var. Terliklerim de altın işlemeli ve keçi derisinden yapılmıştır. Şalvarımın üzerine kısa ve geniş kollu, beyaz ipekten mamül ve her tarafı işlenmiş, tül gibi bir gömlek giyiyorum ve yakasını elmaslı bir düğme ile kapatıyorum. Gömleğim o kadar incedir ki göğsümün rengi ve şekli olduğu gibi gözükmektedir.”
Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762)
“... Entarime gelince; çiçek nakışlı ve Şam kumaşı deseninde olup altın sırma ile işlenmiştir. Düğmeleri ve etrafı elmas ve incilerle süslüdür. Bunların üstüne giydiğim kaftan da şalvarımın kumaşının aynıdır ve topuklarıma kadar uzundur. Kaftanımın kolları uzun olduğu kadar dardır. Hepsinin üzerine takdığım kemer dört parmak eninde ve serapa elmas ve diğer değerli taşlarla süslüdür. Kürküm yeşil renkli ve sırma işlemelidir. Başıma koyduğum kalpağın kışlığı inci ve elmaslarla işlenmiş nefis bir kadifeden, yazlığı ise çok ince parlak gümüş sırmalı kumaştan yapılmıştır.”
diye yazarak Osmanlı kadını kılığına büründüğünü ve o giysisini anlatmıştı. 
Julia Pardoe (1804-1862)
1855 yılında İstanbul’a gelen İngiliz şair, edebiyatçı, tarihçi ve seyyah Julia Pardoe (1804-1862) ise bir tüccarın haremine yaptığı ziyaret sırasında, harem kadınlarının ayaklarına birşey giymemiş olduklarını fark etmiş ve gözlemlerini, 
“Ara sıra, ancak ayak parmaklarını örtecek kadar küçük terlikler giyiyorlardı. Hepsi, ince kurdele saçaklarla süslü bürümcük gömlekler ve desenli pamuklu kumaştan yapılmış geniş ve topuklarına kadar uzun şalvarlar giymişlerdi. En üstte giydikleri fistan ya da uzun etekli giysilerini yerlere sürüyerek, o küçük terliklerle rahatça yürüyorlardı. Üste giydikleri giysileri, çok açık renk, desenli pamuklu kumaştandı. Evin kızının giysisi, mavi zemin üzerine sarı desenliydi ve pembe yeşil saçaklarla süslenmişti. Dikişsiz olan bu uzun etekli giysiler, kalçalarda toplanan kaşmir bir şalla sarılıyorlar. Kışın bu giysi, içi kürk kaplı dar bir yelekle destekleniyor. Bunun rengi de çoklukla açık yeşil, yahut pembedir” diyerek tasvir etmişti.
İngiliz edebiyatçı Julia Pardoe’nin 1836-37 yıllarında bulunduğu İstanbul’da edindiği izlenimlerle yazdığı “The Beauties of the Bosphorus” Boğaz’ın Güzellikleri adlı kitabını İngiliz Gravür sanatçısı William Henry Bartlett resimlemişti. Bu çok bilinen resim de o kitapta yer alan
“Haremde Odalık” adlı gravürüdür. O dönemde haremde giyilen kostümleri betimlemesi açısından önemlidir.
Fransız asıllı mimar, ressam ve gravürcü Antoine Laurent Castellan (1772-1838) Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde güney Yunanistan ve adalarda kısa bir gezinti yapmış, İstanbul ve Çanakkale’yi gezmiş, Sultan III. Selim zamanında, Fransa devletinin Osmanlı İmparatorluğuna karşı yaptığı diplomatik açılım kapsamında, gemi tamiri ve limanda inşaat çalışmaları yapmak üzere İstanbul’a gelen heyette çizimci olarak yer almıştı. Antoine Laurent Castellan İstanbul izlenimlerini mektuplar biçiminde ve kendi desenlerine dayanan birçok gravür eşliğinde üç ayrı kitapta yayınlamıştı. 1812 tarihli “Moeurs, usages, costumes des Othomans” (Osmanlıların Görgü kuralları, gelenekleri, kostümleri) başlıklı eseri Lord Byron tarafından özellikle övülmüştü. 
Fransız ressam Antoine Laurent Castellan’ın seyahatnamesinde yer alan
Başkadınefendi’nin giysisi. 
Resim altı: Tahtın Veliaht Şehzadesi, Sultan’ın Başkadınefendisi
 Sultan Abdülaziz 18 yaşını dolduran Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi lehine olacak veraset değişikliğiyle ilgili çabalarını sonuçlandıramadan,

30 Mayıs 1876 Salı günü gerçekleştirilen bir darbe ile tahttan indirilmiş, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin de eski şaşaalı günleri sona ermişti.
O Salı gününün sabahı, Sultan Abdülaziz henüz uyanmamış ve sabah namazına dahi kalkmamışken, başını bir gün öncesinde Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’den fetva alarak hazırlanan Sekasker Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa, Harbiye Mektebi Nazırı Süleyman Paşa’nın çektiği darbe sırasında “...Mayıs’ın sonu olmasına rağmen Boğaz havası soğuğa yakın serindi. Henüz güneş doğmuştu. Çiseleyen yağmur hızını arttırmış, fırtınalı denecek bir şekilde yağıyordu. Sultan Aziz, ailesi ve yakınları, aceleyle giyinmişler, kahvaltı etmemişler ve Saray’ın rıhtımına indirilmişlerdi. Burada kendilerini birkaç kayık bekliyordu. İlk kayığa Abdülaziz Han, oğullarının büyüğü Yûsuf İzzeddin Efendi ve Mahmud Celâleddin Efendiler, Başmâbeynci Hafız Mehmed Bey ve Başkâtib Âtıf Bey bindirildiler. İkinci kayığa Pertevniyâl Valide-Sultan ile padişahın küçük yaştaki oğulları Abdülmecid ve henüz bebek olan Seyfeddin Efendiler yerleştirildiler. Kadın-Efendiler ve padişahın diğer yakınları başka kayıklara taksim edildiler.”
Ve Sarayburnu’ndan Topkapı Sarayı’na nakledilip, 68 yıl önce Sultan III. Selim’in katledildiği daireye yerleştirilmişlerdi. Bu nakil sırasında Sultan’ın ailesindeki kadınlar hakaret ve tacizlere maruz kalmış, üzerlerindeki ziynet eşyaları zorla alınmış, Sultan ve ailesi kayıklar ile Topkapı Sarayı’na nakledilirken Dolmabahçe Sarayı’na giren subay ve erler ile bazı generaller, Sultan ve ailesinin özel eşyalarını, mücevherlerini yağma etmişti. Sadece Sultan Abdülaziz’in şahsî serveti olarak, 85.000 altın nakit para, 800.000 altın değerinde olduğu tahmin edilen ve bir milyon altından fazla edeceği söylenen mücevher ve değerli taş, 7.400.000 altın değerinde de tahvil dışında başkaca şahsına âit bir servetinin bulunmadığı söylenir. Kısacası Sultan Abdülaziz’in şahsi servetinin toplamının o gün yağmalanan ve yüzbinlerce altın değerinde oldukları ileri sürülen mücevherler dışında 8.285.000 altın olduğu sonradan tespit edilmişti ki bu tesbit sırasında da bir sürü yolsuzluk yapıldığı söylentileri de vardır. 

33. Osmanlı Padişahı
Sultan V. Murad
(21 Eylül 1840-29 Ağustos 1904)
Bir süre sonra durumdan rahatsızlık duyan tahta çıkarılan Sultan V. Murad’ın hatırını sormak aklına gelmiş, Topkapı Sarayı’na gönderdiği Başmabeyncisi Edhem Bey’e Abdülaziz,

“... Ortaköy’de Sultan-Efendilerin (prensesler) ikameti için yeni yaptırdığım Fer’iye Sarayı’nın baştaki dairesi boş mudur?.. Öyle ise, orasını hemen hazır ediniz, bir vakit evvel oraya nakledeyim, burası yaşanacak gibi değil! Fakat yaz için Beylerbeyi Sarayı’nı isterim. Kışları Ortaköy’de oturacağım. Sözlerimi aynen Zât-ı Şâhâneya arz et!..” demiş ve bundan kısa bir süre sonra ailesi ile birlikte
Ortaköy’e Fer’iye Sarayı’na nakledilmişti. 

Sultan Abdülaziz, Ortaköy Fer’iye Sarayı’na nakledildiği sıralarda, Dolmabahçe darbesinin üzerinden üç gün geçmiş olmasına rağmen, acı haber Osmanlı Devletinin bütün ülkelerinde telgraflar vasıtasıyla duyulmuştu ve cihan kan ağlıyordu... Hatta Türküler yakılmaya, mersiyeler söylenmeye başlamıştı; 
“Seni tahttan indirdiler 

Beş-çifteye bindirdiler
Top-kapuya gönderdiler
Uyan Sultân Azîz uyan
Uyan da tahtına dayan
Yandı gitti bütün cihan

Kolunda makas yaresi
Nedir bu derdin çaresi
Yûsuf’umun ciğer paresi
Uyan Sultân Azîz uyan
Uyan da tahtına dayan
Yandı gitti bütün cihan

İki kanadlı kuş olsam
Sarayın üstüne konsam
Sarayda nolduğunu duysam
Uyan Sultân Azîz uyan
Uyan da tahtına dayan
Yandı gitti bütün cihan

Sarayının perdesiyim
Sultanımın dertlisiyim
Yûsuf’umun anasıyım
Uyan Sultân Azîz uyan
Uyan da tahtına dayan
Yandı gitti bütün cihan

Sarayında yeşil perde
Sen uğrattın beni derde
Şindi girdim elem derde
Uyan Sultân Azîz uyan
Uyan da tahtına dayan
Kan ağlıyor bütün cihân...”
Bu Beş-çifte kayık meselesini ve Dolmabahçe’deki darbe sırasında yaşanan olayları, o sırasında 9 yaşında olan Pertevniyâl Valide Sultan’ın çocuk nedimelerinden ve daha sonraları Sultan II. Abdülhamid’in dördüncü Kadın Efendisi olacak Ayşe Dest-i Zer Müşfika Kadınefendi (1817-1877) yıllar sonra şu şekilde anlatmıştı; 

“...Cennet-Mekân Abdülaziz Hân’ın annesinin nedimesi idim. Daha doğrusu ben ve kız kardeşim, figüran ve süs eşyası idik. Çocuk olduğumuz halde mücevherlere boğulmuş vaziyette, bir haşmet unsuru olarak Vâlide-Sultan Efendimiz’in çevresinde dururduk. Bütün vazifemiz bu ve birkaç şeyi Vâlide-Sultan’a vermekten ibâretti. Bir yandan da Saray’da hazinedar kalfalardan ders görürdük. Kuzey Kafkasya beylerinden Gazi Şehid Mahmud Bey’in kızıyım. Babam Ruslar’a karşı şehid olunca, kızkardeşimle beraber, Pertevniyâl Vâlide Efendimiz bizi yanına almıştı. Sultan Aziz vak’asından dokuz buçuk yıl sonra Sultan Abdülhamid Hân Efendimiz’le evlendim ve Ayşe Sultan’ı doğurdum. Halk kan ağlıyordu. Bilhassa Abdülaziz Hân Hazretleri’nin kendi parasıyla yaptırıp yaldızlatıp Avni Paşa’ya hediye ettiği ve çok güzel bir san’at eseri olan beş-çifte makam kayığına bindirilmesi, halkın muhayyilesini tutuşturmuş, gönüllere ateş düşürmüştü. Söylediğiniz türküyü hatırlıyorum. Mersiyede geçen “beş çifte” lafzından da halkın bu işe ne kadar üzüldüğü anlaşılıyor. Avni Paşa, bu suretle hakanımızı tahkıyr etmek, küçük düşürmek, kendi kendini, kinini tatmin etmek istemişti. Fakat elde ettiği netice aksi oldu. Ne derecede keyiflendiğini bilemem, Zira bilebilmek için onun gibi ruh ve vicdan düzeni bozuk olmak lâzımdır. Fakat halk, serasker paşaya lânet etti. Avni Paşa, herkesi aptal sanırdı. En akıllı kendisi idi. Zira kelimenin bütün mânalarıyla şevketlü bir hâkanın sırtını yere getirmiş, annesi Vâlide-Sultân efendimi yerlerde sürütmüştü. Onun için, halk bir şeyden anlamaz sanırdı. Halk içinde, asker olduğundan kendisini sevenler varsa, onlar da kalmadı. Aptal sandığı halk, beş çifte hikâyesini aynı gün duydu ve seraskerlerinin ruhen sapık bir adam olduğunu idrak etti...”
Sultan Abdülaziz
Fer’iye Sarayı’na taşındıktan sonra 48 saat geçmişti, 4 Haziran sabahı saat 9.36’da, daha öncesinde sakalının uzayan bazı tüylerini kesmek için kalfasından makas isteyip odasına kapanan sabık padişah Abdülaziz, bir süre sonra kilitli olduğu için, Pertevniyâl Vâlide hanım ve Fahri Bey tarafından omuzlanarak açılan kapıdan girildiğinde, kapının karşısındaki sedirin köşe minderi üzerinde sağ tarafına yatmış vaziyette, her iki bileğinden kanlar akar vaziyette bulunmuştu. Sedirin önündeki küçük bir masanın üzerinde Yûsuf Suresi açık vaziyette duran bir Kur’an-ı Kerim vardı. Sabık padişah Abdülaziz büyük bir karmaşa içerisinde 4 Haziran 1876 Pazar günü 46 yaşını 3 ay 25 gün geçe vefat etmişti. Bu olay tarihimize intihar mı, cinayet mi tartışmaları ile geçse de ileri sürülen kanıtların çoğu Abdülaziz’in intihar etmediği, katledildiği kuvvetle işaret eder. Çok fazla ayrıntısına girmek istemediğim bu konuyu, sadece intihar eden bir insanın iki bileğinin de aynı şekilde kesilmiş olmasının olanaksız ve inandırıcı olmadığını ve sol bileğinde üç santim derinliğinde kesik olan birinin o elle sonrasında sağ bileğini nasıl kesebileceğini, söyleyerek kapatmak istiyorum. Okuduğum kaynaklara dayanarak benim de kişisel kanım, Sabık Sultan Abdülaziz’in iki bileğini de keserek (!) intihar etmediği, katledildiği ancak intihar süsü verildiği yönündedir. 



Olay günü sarayda bulunan Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’ye, odasının önünde diğer aile fertlerinin odalarında olduğu gibi birer ya da ikişer süngülü nöbetçi koyulduğundan, odasından çıkma izni verilmemişti. Olaydan sonra o sırada müşîr rütbesi taşıyan ve o sırada 19 yaşında olan Yûsuf İzzeddin Efendi, o gün sarayın her tarafına asker doldurulduğunu ve anahtarların bile askerlere verildiğini belirtmiş, olay vuku bulduğunda yattığını ve gürültüyle uyandığını dile getirerek, babasının yanına gitmek istemesine izin verilmediğini ifade etmiş, olayın nasıl gerçekleştiği hakkında bilgisi olmadığını belirterek, babasının intihar etmeyip, şehit edildiğinden emin olduğunu belirtmişti.
Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin, yapılan sorgulaması sırasında verdiği ifade, alınan tutanakta şu şekilde kayda geçirilmişti;

Devletlü necabetlü efendi hazretlerinin malumatı Saraydan ….. cennetmekân gayet mustarip olduklarından medar-ı teselli olacak bazı ifadatda bulunmuş ise de merak buyurdukları şey suret-i zilletde bir itlaf vuku'u maddesi olduğunu beyan buyurmuşlardır.

“Sarayın her tarafına asker doldurulmuş ve anahtarlar dahi alınıp askerlere verilmiş olduğundan bizde dahi elem ve ıstırap pek ziyade idi. Binaen aleyh bîhuş yatmış idim. Vakıanın zuhurundan olan gürültü üzerine uyanmış ve cennetmekânın odasına gitmiş isem de içeriye girmeğe bırakmadılar. Dairemizde bir odada toplanıp vukuat-ı müellimenin ıstırabında ve her taraftan ağlanıp bağırılmakta olduğu halde asker de dolmuşlar idi. Bu halin arasında edilen harekât-ı gaddarane keyfiyetinden ma'lumatım olmayıp ancak cennetmekânın şehit edildiği her hal her hareketten his olur ve anlaşılıyor idi. Diğer mahale gitmemiz teklif olunmuş ve güya sesten ağlayıştan rahat olunamayacağı ifade edilmiş ise de benim tarafımdan muvafakat olunmadı. Cennetmekânın hallinden sonra şehadetleri vukuuna kadar harekât ve sekenat ve ifadelerinde asla tağyir hâsıl olmayıp zaman-ı hilafetlerinde her ne halde iseler yine öyle idiler. Cennetmekân haklarında asker tarafından hürmetsizlik vukuu huzurlarında sigara içmek derecesinde bir hakaret halinde olarak fakat kendileri asla tağyir buyurmamıştır.”



Açık bir şekilde görülmektedir ki, bu olay Osmanlı Hanedanının iki büyük dalı arasında, “Mecîdîler” ve “Azîzîler” arasındaki bir iktidar savaşının sonucuydu. Sultan II. Mahmud’dan başlayarak İmparatorluğun son bulduğu tarihe kadar saltanat, tümü onun iki oğlu, Abdülmecid ve Abdülaziz (diğerleri bülûğ yaşına kadar yaşayamamıştı) tarafından sürdürülmüştü. Ancak gerçek olan Abdülaziz sadece ağabeyi Abdülmecid’in vefatından sonra en büyük erkek çocuk olarak tahta çıkmış ve sadece 15 yıl saltanat sürebilmiş, sonrasında “Azîzîler“ bir daha saltanat yüzü görmemişlerdi, ta ki tahta bir padişah olarak oturamasa da Sultan Abdülaziz’in Hayranidil Hanım Kadınefendi’den 1868’de doğan küçük şehzadesi Abdülmecid Efendi, 19 Kasım 1922’de Osmanlı’nın son halifesi seçilene kadar. Abdülaziz’in katli sonrasında tahta çıkan 4 padişah da “Mecîdîler” soyundandı; V. Murad (1840-1904), II. Abdülhamid (1842-1918), V. Mehmed Reşad (1844-1918), VI. Mehmed Vahideddin (1861-1926) Sultan Abdülmecid’in şehzadeleriydiler. 



Sultan Abdülaziz tahta çıktığında ağabeyi Abdülmecid’in vefatı sırasında dul kalan en genci 19, en yaşlısı 41 yaşında (Şevk-Efzâ) olan 9 yengesini ve yeğenlerini aileleri ile birlikte tahsis ettiği dairelerine göndermiş, mallarına, mülklerine, paralarına, mücevherlerine dokunmamış, ancak onlara maaşları dışında babaları zamanında alıştıkları gibi hediye, bahşiş ve mücevher ihsan etmemişti. Bu nedenle başlarında Şevk-Efzâ Kadın olmak üzere “Mecîdîler”in özellikle Murad dalı, Sultan Abdülaziz’den de, annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dan da nefret ediyorlardı. Zira eski muhteşem yaşayışlarını bırakmak zorunda kalmış, mesire âlemlerine gidemez olmuş, daha muhafazakâr ve mütevazı giyinmeye mecbur kalmışlardı. Eski günlerdeki gibi vur patlasın, çal oynasın serbest hayat yoktu artık, Sultan Abdülmecid devrindeki davranışları dolayısıyla, Vâlide Pertevniyâl Sultan tarafından sevilmediklerini ve beğenilmediklerini de artık öğrenmişlerdi.



Kocasının tahttan indirilmesinden sonra Fer’iye 

Sarayı’na hapsedilen Abdülaziz’in katledildiği odanın üst katında ve tam üzerindeki kendi dairesinde ikamet eden Dürr-i Nev Hanımefendi, kocası Abdülaziz’in cansız bedenini gördüğünde bayılmıştı. Abdülaziz’in vefatından sonra mahkemeye çıkartılıp, sorguya çekilen Dürr-i Nev Hanımefendi, mahkeme görevlileri tarafından ağır hakaretlere maruz kalmıştı. Aynı şekilde Kayınvalidesi ve diğer hanımlar da çok ağır hakaretlere uğramışlardı. Mahkemeden sonra Fer’iye Sarayı’nda nedimeleri Şemifer ve Zevkyâb Hanımlar ile bir odaya hapsedilmişti. 

Dürr-i Nev Hanımefendi, Sultan V. Murad’ın tahttan indirilmesine kadar hapis hayatı yaşamış, II. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla hürriyetine kavuşmuş, Fer’iye Sarayı’ndaki dairesinde sessiz ve sakin bir şekilde yaşamaya devam etmişti. 

Prenses Melek Dziapş-İpa olarak Batum’da doğan Dürr-i Nev Hanımefendi, 4 Aralık 1895’te İstanbul’da Fer’iye Sarayı'ndaki dairesinde 60 yaşında vefat etmiş, cenazesi Çemberlitaş, Divanyolu’ndaki Sultan II. Mahmud Türbesi’ne defnedilmişti.
Sultan Abdülaziz’in Hayranıdil Kadınefendi’den 14 Şubat 1866’da doğan kızı Nazime Sultan ve yine Hayranıdil Kadınefendi’den 28 Mayıs 1868’de doğan oğlu Şehzade Abdülmecid Efendi
Sultan Abdülaziz’in Hayranıdil Kadınefendi’den 28 Mayıs 1868’de doğan
oğlu Şehzade Abdülmecid Efendi
 Sultan Abdülaziz’in ölümünden 12 gün sonra, darbenin ilk günü Dolmabahçe’den Topkapı Sarayı’na götürülürken omuzlarındaki şalı, üzerinde mücevher taşıyor denilerek alınan ve o vaziyette çıplak kalan omuzlarına yediği yağmur nedeniyle hemen o gün hastalanan ve birkaç gün sonra vefat eden, 5. Eşi Neş’erek (Nesrin) Kadınefendi’nin 2 yaş küçük kardeşi ve Sultan Abdülaziz’in kayınbiraderi ve Yûsuf İzzeddin Efendi’nin yaveri, Kolağası (Binbaşı) Çerkez Hasan, darbeden 17 gün sonra, 16 Haziran 1876 günü, saat 22.30’da Mithat Paşa’nın Bayezid’deki konağına giderek Hükümet Toplantısını basmış, o sırada hareme kaçan Mithat Paşa ve kilere saklanan Mahmud Celaleddin Paşa kurtulmuş, Çerkez Hasan, tabancasını ateşleyerek darbenin başını çekenlerden Hüseyin Avnî Paşa’yı göğsünden ve karnından vurmuş, ardından üzerine çökerek hançerini birkaç kez karnına saplamıştı.

Kolağası (Binbaşı) Çerkez Hasan
Arkasından sarılıp kendisini durdurmaya çalışan Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa’nın ellerini ve kulaklarını doğramış, salona dönerek Hariciye Nazırı Raşid Paşa’yı da öldürmüştü. Yetişen askerler tarafından yaralı olarak ele geçirilen Çerkez Hasan yaka paça merdivenlerden indirilirken, kendisine hakaret eden Bahriye Kolağası Şükrü Bey’i de onca askerin arasında çizmesine sakladığı küçük tabancasını çıkarıp, vurarak öldürmüştü. Böylece Sultan Abdülaziz’in ve ablası Neş’erek (Nesrin) Kadınefendi’nin intikamını alan, 5 Devlet adamını öldürüp, 10 kişiyi de yaralayan Çerkez Hasan, olayın ertesi sabahı, mahkemeye çıkartılmış, mahkemede

“Şuray-ı Devlet Reisi Mithat Paşa ile Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa’yı öldüremediğim için müteessirim, biçare zabit ve muhafızları istemeden hırpaladığım için ise pişmanım. Nefsim için yapmadım, millet için yaptım. Cezama razıyım” demiş, yaralarını sarmak isteyen hekime de “beyhude uğraşmayın, nasıl olsa asacaklar. Devletin malzemesi zayi olmaya!” diyerek izin vermemişti.
Çerkez Hasan’ın idam edilmesinden sonra ardından şu ağıt yakılmıştı;
 Aksaray'dan kar geliyor,
Ben sandım ki yar geliyor,
Çıktım baktım pencereye,
Çerkeş Hasan can veriyor.
Bayezid'tir meydan yeri,
Hanımların seyran yeri,
Çerkeş Hasanı astılar,
Sol yanında ferman yeri.
Kolağası (Binbaşı) Çerkez Hasan
 Kısa süren bir mahkemenin ardından, tarihe Yeniçeri Ayaklanmalarının başladığı yer olarak geçen Beyazid Et Meydanında, yeniçerilerden kalma bir çınar ağacına asılarak idam edilmiş, cenazesi Edirnekapı Mezarlığına defnedilmişti. Çok değil kısa bir süre sonra, Abdülaziz’in katlinden 88 gün sonra tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Beyazid meydanındaki o çınar ağacını kökünden söktürmüş ve Çerkez Hasan’ın kabrini yaptırtmıştı. Mezar taşına da; 
“Ümerâ ve guzât-ı çerâkiseden (düşmanla savaşmış Çerkez gaziler arasından) İsmâil Beyin oğlu olup, Harb Okulunu bitirip, kıdemli yüzbaşı rütbesindeyken genç yaşında velînîmeti uğrunda fedâ-yı cân eden Çerkes Hasan Beyin kabridir.” yazdırmıştı. Bu da Sultan II. Abdülhamid’in amcası Abdülaziz’in katlinden duyduğu teessürün ve onaylamadığının bir göstergesidir.
Kolağası Çerkez Hasan bey’in infazı, Seraskerat, İstanbul,
Illustrated London News, 8 Temmuz 1876, s.32
 
Darbe sırasında 33 yaşında olan Şehzade Abdülhamid de darbe sabahı dairesinde kordon altına alınmış, pencereden amcasının ve ailesinin kayıklara bindirilerek zırhlıların açığından geçirilip Sarayburnu’na çıkarıldığı sahneyi, hiç unutmamış daha sonra tahta çıktığında bu olaya dahli olanları doğduklarına pişman etmiş, hayatlarını, cehenneme çevirmişti. Darbenin ertesinde; “Sultâniye vapuru Şam’dan birkaç tabur Arab askeri getirmişti. Bunlardan iki taburla Dolmabahçe Sarayı kordona alındı. Önce bunlara padişaha suikast yapılacağı, gece ve sabah saraya girmek isteyen kim olursa olsun ateş etmeleri emredildi. Sultan Abdülaziz, Topkapı Sarayı’na nakledilince de, padişahın öldüğü bildirildi. Asker, birkaç saat içinde birbirine benzemez yalanlarla aldatıldı.” diyerek meselenin ardındaki gerçekleri bildiğini açıklamıştı. Bu nedenledir ki, tahta çıkınca öncelikle çok sıkı tedbirlerle korunan Yıldız Sarayı’na çekilmiş ve saltanatı boyunca kendisi de benzeri bir oyuna gelmemek için, halkı çok bezdirecek bir sürü tedbir almış, direkt kendisine bağlı gizli bir istihbarat teşkilâtı kurarak, “hafiye” (jurnalci) denen ajanları ile her şeyi öğrenmeye çalışmıştı. Bu arada Sultan II. Abdülhamid, Abdülaziz’in onun himayesine sığınan oğulları, kızları, eşleri ve geçimleri Abdülaziz’e bağlı adamlarını korumuş, onların her birine maaş bağlayıp, oturmaları için ikametlerine mülkler vermişti. 

Çocukluğu zorluklar içinde geçen ve bu nedenle de içine dönük, ürkek, yalnız ve bunalımlı bir gençlik geçiren Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, 18 yaşında babasının kanlar içerisinde cansız bedeni ile karşılaşınca, yalnızlığı ve bunalımı iyiden iyiye artmıştı. Samimiyeti ve dürüstlüğü ile saray halkının kalbinde özel bir yeri olan şehzade, toplumdan uzaklaşmak istediği anda, Tiryâl Hanım’ın ona karşı duyduğu sevginin nişanesi olarak Büyük Çamlıca eteklerinde hediye ettiği köşkü tercih etmiş, çok fazla vakit kaybetmeden Mayıs 1876’da acılarını unutabileceği bu köşke taşınmıştı. 
Ancak, Şehzadenin bu ıhlamur, at kestanesi, kara ve sarı çamlar, ladin, sakız, defne, çınar ve su sediri ağaçlarıyla çevrili, huzur veren köşkteki sakin hayatı çok uzun sürmemişti. 
Babasının ölümünden sonra tahta geçen amcası Abdülmecid’in oğlu V. Murad’ın 93 gün sonra tahttan indirilip yerine kardeşi II. Abdülhamid’in geçmesi ile tekrar devlet meseleleriyle ilgilenmek zorunda kalmış ancak, diğer şehzadeler gibi Sultan II. Abdülhamid tarafından sürekli göz hapsinde tutulmuştu. 

34. Osmanlı Padişahı olarak tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid döneminde mevcut mali sıkıntılardan Yûsuf İzzeddin Efendi de nasibini almış, diğer bir çok hanedan üyesi gibi onun da maaşının ödenmesinde zorluklar yaşanmış, aylarca maaş alamadığı olmuştu. Ancak Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Sultan II. Abdülhamid nezdinde itibarı yüksekti, ancak kendisi de maiyetindekiler de Sultan II. Abdülhamid’in hafiyelerinin sürekli gözetimi altındaydı.

Şehzadeliği sırasında amcası Sultan Abdülaziz ile birlikte Avrupa Seyahatine katılan Sultan II. Abdülhamid, amcasına sevgi ve saygısından dolayı mıdır, yoksa kardeşlerini kendine çok yakın görmediğinden midir, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’yi diğer şehzadelerden daha fazla sevmiş ve ona yakınlık göstermiştir, ki bu 4 Haziran 1905 tarihli Şehzade maaşları bordrosunda da görülebilmektedir. Veliaht Şehzade Devletlü Necabetlü Reşad Efendi Hazretleri 200.000 kuruş, ikinci sırada Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi 147.500 kuruş maaş alırlarken, iki gün ara ile doğmuş olan Şehzade Mehmed Vahideddin (1861-1926) ile Süleyman Selim Efendiler (1861-1909) 80.000’er kuruş, Sultan Abdülaziz’in küçük Şehzadesi Abdülmecid Efendi 80.000 kuruş ve ondan altı yaş küçük olan Şehzade Mehmed Seyfettin Efendi’de (1874-1927) 30.000 kuruş maaş alıyorlardı. Kısacası Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin maaşı, kendisinden sadece üç yaş küçük olan Şehzade Mehmed Vahideddin ve Şehzade Süleyman Selim Efendil’erden yaklaşık iki kat fazlaydı.     


Abdülaziz tahttan indirilip de yerine Murad Efendi padişah olunca Kabataş Sarayı’nda yaşayan Servet-sezâ hanımefendi çok sevinmişti. Çünkü evlatlığı Fatma Sultan ile aynı yaşta olan Abdülmecid’in ikinci Kadın efendisi Şevk-efzâ’dan doğma Murad’ı da oğlu gibi severdi. Ama bu sevinci ancak üç ay sürdü. Çünkü V. Murat (1840-1904) sağlık sorunları neden gösterilerek tahttan indirilmiş, yerine Abdülmecid’in üçüncü Kadın efendisi Tîr-i Müjgân’dan doğma şehzade Abdülhamid (1842-1918),
II. Abdülhamid adıyla tahta geçmişti. Servet-sezâ Hanımefendi, Abdülhamid’in saltanatını hep geçici saymış ve Murad’ın iyileşir iyileşmez tahta kavuşacağına inanmıştı. 

V. Murad taraftarları olan Servet-sezâ hanımefendi daima Murad’ın haklı olduğunu savunmuş, II. Abdülhamid’e de “Hamid Efendi” diye seslenmiş, II. Abdülhamid’in, Murad’ın yerine padişah olmasını hiç hazmedememişti. Her zaman aleyhinde konuşmuş ve sağda solda hep Abdülhamid’in bir taht hırsızı olduğunu söylemişti. 

Servet-sezâ hanımefendi, bir gün oğlu saydığı Reşad Efendi’ye giderek; “Ben bu akşam iftara* Abdülhamit’in sarayına gideceğim ve kendisine, ‘Bırak artık şu tahtı, onun sahibi sen değilsin, taht ağabeyin Sultan Murat’ındır. Çekil de Sultan Murat tahtına otursun’ diyeceğim” demişti. Bu sözlerden çok ürken Reşad Efendi “Aman Valide sakın böyle bir şey yapma, hem Murat Efendi’ye yazık edersin, hem de kendine.” diye onu durdurmaya çalışmıştı. 
*1878 yılında, Ramazan’ın nasıl başladığını, dönemin gazetelerinden biri şöyle aktarmıştı; “Evvelki cumartesi günü (31 Ağustos), akşam saat dörde kadar Ramazan-ı mağfiret-nişanın dünkü pazar günü için ilan ve işaası (duyurulması) umum tarafından intizar olunmuş (beklenmiş) ise de, ancak saat altı sularında gurre-i Şaban-ı muazzam (mübarek aylardan ikincisi olan Şaban ayının başlangıcı) ispat edilmesine mebni (-den dolayı) hemen icab-ı bi’l-icra ( lüzum eden muamelenin yerine getirilmesi için) top endaht (atılmış) olunup Ramazan-ı Şerif pazar günü (1 Eylül) için ilan edilmiştir.” 

Reşad Efendi ne dediyse Servet-sezâ Hanımefendi’ye söz dinletememişti. Analığı o akşam saraya giderek, iftar sırasında Abdülhamit’e pat diye “Ben bu akşam niye geldim biliyor musun? İki yıldır kardeşine vekalet ediyorsun. Yeter artık, onun hakkını ver, biraz da o saltanat sürsün.” deyivermişti. Buz gibi olan Abdülhamit hemen kendini toparlayarak, Servet-sezâ Hanımefendi’nin sözlerini sükûnetle dinledikten sonra, “Pek doğru söylüyorsun valide, ben de zaten onu düşünüyordum. İftardan sonra gel de seninle görüşüp kararlaştıralım.” diyerek Servet-sezâ Hanımefendiyi şerbet içmek için salona davet etmişti. 
Servet-sezâ Hanımefendi bu sözlere çok sevinmiş ve umutlanmıştı. İftardan sonra salona geçilmiş ve kendisine ikram edilen şerbeti tadını çıkararak keyifle içmişti. Şerbeti içtikten bir süre sonra sancılar içinde kıvranmaya başlamış, bunun üzerine kendisini Kabataş Sarayı’na götürüp teslim etmişlerdi. Ertesi gün, 25 Eylül 1878 Çarşamba günü Ramazan Bayramı’na yedi gün kala Kabataş Sarayı’ndaki dairesinde rahatsızlanıp, öldüğü bildirilmişti. Servet-sezâ Hanımefendi (1823-1878) vefat ettiğinde elli beş yaşındaydı. 

Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, 1884 yılından itibaren, Sultan II. Abdülhamid tarafından, Avrupa’ya sürgüne gönderilmeden önce, Sarkis Balyan’a 1876-1880 yılları arasında, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi için yaptırdığı, günümüzde Anadolu İnşaat Teknik ve Yapı Meslek Lisesi olarak kullanılan Zincirlikuyu’daki Konağına taşınmış, ancak yaz aylarında Büyük Çamlıca’daki Köşklerde yaşamaya da devam etmişti. 

Öte yandan onu tekrar tahta çıkarmak isteyenler tarafından çeşitli girişimler yapılsa da sabık padişah V. Murad ailesi ile birlikte Çırağan Sarayı’nın harem binasında zorunlu ikamete mecbur edilmişti. Çırağan Sarayı’nın dışarı ile irtibatı tamamen kesilmiş, saray sıkı bir tasarrut altına alınmıştı. Eski sağlığına kavuşan Murad günlerini piyano çalarak, torunlarına ithaf ettiği besteler yaparak ve onların müzik eğitimleriyle ilgilenerek geçirmişti. Bu arada onunla birlikte yaşayan validesi Şevk-efza Hanımefendi’nin 1899’da vefatı onu derinden sarsmış, günlerce kimseyle görüşmek istememiş, yemek dahi yiyemişti. Annesinin kaybıyla birlikte hayata bağlılığını kaybetmiş, kızı Hatice Sultan’ın Sultan II. Abdülhamid’in damatlarından Kemalettin Paşa ile yaşadığı gizli gönül ilişkisinin açığa çıkması üzerine iyice kötülemiş, şeker hastalığı azmış, ona eşlik eden kanlı basurun etkisiyle 29 Ağustos 1904 Pazartesi günü vefat etmişti. Vasiyet ettiği türbeye defnedilmesine Sultan II. Abdülhamid izin vermemiş Eminönü Yeni Cami yanındaki Cedid Havatin Türbesi’nde validesi Şevk-efza Hanımefendi’nin yanına defnedilmesini emretmişti.
1 Şubat 1909’da Evrensel Bilimsel İttifak, Uluslararası Bilim Adamları Derneği,
Yüksek Komitesi, Merkez Komitesi’nin kararı ile Prens Yusuf İzzeddin'e Mevcut Koruyucu Üye olarak Paris’te Fahri Diploma vermişti. Diplomayı Başkan, Başkan yardımcılarından biri ve Sekreter imzalamıştı.
31 Mart Olayı, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne, iktidara tam hâkim olmak ve Sultan II. Abdülhamid'i etkisiz hale getirmek için bir bahane olmuştu. İttihatçılar, isyanın faturasını padişaha keserek “hâl” edilmesine karar vermişlerdi. 27 Nisan 1909 Salı günü Meclis-i Umumi-i Milli, Sultanahmet'teki Meclis dairesinde 240 mebus, 36 ayandan oluşan bir heyetle toplanmış, ilk metnini Elmalılı Hamdi (Yazır) Hoca’nın kaleme aldığı “Hâl Fetvası”nı meclise davet edilen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi’ye onaylatamayınca, usule aykırı da olsa Şeyhülislam Ziyaüddin Efendi’ye imzalanmış ve Sultan II. Abdülhamid Hân’ın Saltanat-ı Osmâniyeden düşürülmesine oybirliğiyle karar vermişlerdi.
Hâl Fetvası : 
“İmamü'l- Müslimin olan Zeyd, bazı mesail-i mühime-i şer'iyyeyi, kütüb-i şer'iyyeden tayy ü ihrac ve kütüb-i mazkureyi men' ü hark ü ihrak ve beytü'l-mal'de tebrir ü israfla müsevvek-i şer'i hilafında tasarruf ve bila-sebeb-i şer'i katl ü habs tağrib-i raiyye ve sair guna mezalimi itiyad eyledikten sonra salaha rücu' etmek üzere ahd ü kasem etmişken yemininde hanis olarak ahval ü umur-u müslimini bi'l-külliye buhtel kılacak fitne-i azime ihdasında ısrar ve mukatele ika etmekle men'a-i Müslimin Zeyd-i mezburun tagallübünü izale ettiklerinde bilad-ı İslamiye'nin cevanib-i kesiresinden mezburu mahlu' tanıdıklarına dair ahbar-ı mütevaliye vürud edüb mezburun bekasında zarar-ı muhakkak ve zevalinde salah melhuz olmağın Zeyd-i mezbure imamet ve saltanattan feragat teklif etmek veya hal' etmek suretlerinden hangisi erbab-ı hall ü akd ve evliya-yı umur tarafından ercah görülür ise icrası vacip olur mu? El-Cevap: Olur. Ketebehu el-fakir es-Seyyid Muhammed Ziyaeddin ufiye anhu” 
Türkçesi: 
Müslümanların imamı olan kimse, bazı önemli şer-i konuları şeriat kitaplarından çıkarsa ve bu kitapları yasak etse, yaksa, yırtsa devlet hazinesini israf edip şeriata aykırı şekilde harcasa, idare ettiği kimseleri şer’i sebep olmadan öldürse, hapsetse, sürse, başka türlü zulümleri de adet edindikten sonra, doğru yola yemin etmişken sözünden dönse, Müslümanların yaşayışını tamamen bozacak şekilde fitne çıkarmakta direnip onları birbirine öldürtse, buna engel olacak durumdaki Müslümanlar, onun zora dayanan tutumunu ortadan kaldırıp, İslam memleketlerinin pek çok yelerinden metbuu tanınmadığına dair haberler gelip yerinde kalmasında zarar ve ayrılışında iyilik olduğu düşünülürse, kendisine imamlık ve sultanlıktan vazgeçme teklif etmek veya hal etmek şekillerinden hangisi erbab-ı hall ve akd tarafından uygun görülmüşse, bu kararın uygulanması yerinde ve gerekli olur mu? 

Kararın tebliği için Meclis-i Ayan üyelerinden eski Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Draç Mebusu Arnavut Esad Toptani Paşa ve Selanik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu Efendi'den oluşan bir heyet teşkil edilmişti. Heyet Sultan II. Abdülhamid’e “Millet seni azletti” diyerek 32 sene, 7 ay, 27 gün süren saltanatının sona erdiğini bildirmişti. Sultan II. Abdülhamid “Hüküm Allah’ındır” diyerek durumu kabullenmek zorunda kalmıştı.
“Saltanatın sonu”

L’Illustration 15 Mayıs 1909
 L’Illustration, 1843’ten 1944’e kadar Paris’te yayınlanan haftalık bir Fransız gazetesiydi. Édouard Charton tarafından kurulmuş ve ilk sayısı 4 Mart 1843'te yayınlanmıştı.1891'de L’Illustration, fotoğraf yayınlayan ilk Fransız gazetesi olmuştu. Bu fotoğrafların birçoğu Chusseau-Flaviens gibi sendikal fotoğraf basım ajanslarından gelmişti, ancak yayın ayrıca Léon Gimpel ve diğerleri gibi kendi fotoğrafçılarını kullanmıştı. Ayrıca, 1907’de L’Illustration renkli fotoğrafı yayınlayan ilk gazete olmuştu.
Servet-sezâ Hanım’ın 31 yıl önce dilediği şey sonunda gerçekleşmiş,
27 Nisan 1909 Salı günü Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmiş, Servet-sezâ Hanım’ın büyütüp yetiştirdiği Şehzade Mehmed Reşad Efendi, V. Mehmet Reşad adıyla tahta çıkarılmıştı.

“Türkiye’deki olaylar / Prens Rechad, Mehmet V. adıyla Sultan ilan edildi.”
Le Petit Journal, 9 Mayıs 1909
Le Petit Journal, Gazeteci ve bankacı Moïse Polydore Millaud (1813-1871) tarafından kurulan muhafazakar bir günlük Paris gazetesiydi; 1863’ten 1944’e kadar yayınlanmış, Le Petit Parisien, Le Matin ve Le Journal ile birlikte, dört büyük Fransız gazetesinden biri olmuştu.

Uzun süren göz hapsinden sonra, II. Abdülhamid tahtan indirilip yerine kardeşi (Mehmet Reşad Efendi) V. Mehmed’in, 27 Mayıs’taki cülusuyla, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi 52 yaşında yine hanedanın yaşayan en büyük erkeği olarak ikinci kez Veliaht olmuş, “Veliahd-ı Saltanat” ünvanını almıştı.

Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Longines marka cep saati
 Ancak aynı tarihte alınan bir kararla 1876’dan itibaren Sultan II. Abdülhamid adına padişahın emlâkine aktarılan bütün arazi, imtiyaz ve taşınmazlar maliye hazinesine devredilmişti. Bunlar arasında, Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin babası Abdülaziz döneminde Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi adına tapuya kayıtlı olan Tophane’deki seksen yedi dükkân, Hekimbaşı ve Çavuşbaşı çiftlikleri de vardı.

Hekimbaşı Kasrı ve Çiftliği ile ilgili ayrıntılı bilgi için;
Ocak 2014’te yazmış olduğum yazı, bu linkte.
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2014/01/istanbulun-hekimbasinda-yapayalniz-bir.html
Çavuşbaşı Çiftliği
Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi bu karar üzerine dükkânların altmış dördünü askeriyeye bağışlamış; geri kalan yirmi üçünü de kendi adına tescil ettirmişti. Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin asıl ikametgâhı Zincirlikuyu Kasrı’ydı.
Harem, Selamlık, Bendegân ve Av köşkleri ile ahırlardan oluşan Zincirlikuyu Kasrı, 1876-1880 yıllarında, II. Abdülhamid tarafından, Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi için Sarkis Balyan’a inşa ettirilmişti, Yûsuf İzzeddin Efendi kış aylarını bu Kasırda geçirmekteydi.
Cumhuriyet’in ilanıyla Zincirlikuyu Kasrı, Çanakkale ve Balkan şehitlerinin çocuklarına eğitim barınağı olmuş,1928 yılında Kasır “Darül Eytam” adındaki Öksüz Okulu’na, 1930’lu yıllarda Hürriyet-i Ebediyye İlkokulu’na dönüştürülmüş, 1939-1940 eğitim yılında ise Yapı Usta Okulu adıyla mesleki eğitime geçmişti. Zincirlikuyu Kasrı yapı grubu günümüzde Zincirlikuyu İSOV (İstanbul Sanayi Odası Vakfı) Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi olarak kullanılmaktadır.

1924 tarihli Pervititch Sigorta Haritasında günümüzde de mevcut olan Nişantaşı Karakol’unun tam karşısında, Teşvikiye Camii’nin hemen yanındaki büyük köşe parsel ve içindeki ahşap kagir konak "Grand Parc” ve “Konak du Prince Youssouf- Izzeddine” olarak kaydedilmiştir. Haritada Sarı ile işaretlenmiş olan bölüm Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi tarafından eklenen 3 katlı bölümdür. Günümüzde Işık Lisesi Binasının yer aldığı bu parseldeki Konağın ilk sahibi Necip Paşa’dır. Konak önce Necip Paşa’nın varislerinden Hazine-i Hassa’ya geçen konak daha sonra Sadrazam Cevad Paşa’ya, ondan sonra tekrar Hazine-i Hassa’ya, ardından Avlonyalı Ferid Paşa’ya, Ferit Paşa’dan geri alınarak Maliye’ye, arada da Hazine-i Hassa Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’ye tahsis etmiş, sonrasında dönüp dolaşıp Işık Lisesi’ne geçmiş, 1966’da yıktırılarak yerine modern lise binası yapılmıştı. 

Necip Paşa Konağı bahçesine Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi‘nin eklettiği
ahşap bölümden Teşvikiye Camii ve avlusuna bakış, 1895.
Günümüzde Caminin girişindeki sütunların arasında görünen camekanlı bölüm yerinde yoktur.

Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin küçük kardeşi Şehzade Abdülmecid Efendi’nin onun vefatı sonrasında da Nişantaşı’ndaki Konakta yaşamaya devam eden ailesi ile, özellikle de çocukları ile ilgilendiğini, Abdülmecid Efendi’nin Seresvapçısı İsmail Baykal (Belediye Müzeler Müdürü) anılarında;
Abdülmecid Efendi’nin “...kızı Dürrüşehvar Sultanın okumasiyle alâkadar olduğu kadar büyük biraderi Yusuf İzzettin Efendinin çocuklarının tahsilleriyle de yakından alâkadar olurdu. Nişantaşındaki dairelerine kadar gidip ders programlarını bizzat tanzim ediyor, fakat babalarının vefatından sonra çocukların dairesine yerleşen Beşir Ağa (siyahi ağalardan) amcalarının bu yakın alâkaları pek hoşuna gitmiyor ve daima baltalamağa, mümkün olduğu kadar amcalarının ayağını daireden kesmeğe uğraşıyordu. Bunu anladığı halde bazan titizlenen Şehzade yine kararından dönmeyip talimatını vasileri yoliyle vermeğe çalışıyor ve bir yandan da küçük biraderi Seyfeddin Efendinin çocuklariyle de yine daire müdürleri vasıtasiyle alâkadar oluyor ve bu alâkasını biraderine duyurmadan yapıyordu.” diye anlatır.

Veliaht Yûsuf İzzeddin ayrıca, Maçka-Dolmabahçe’deki Küçük (Levend) Çiftlik Parkı’nın da sahibiydi. Mirasçılarına varlık vergisi uygulanmış ve bu arazisinin yerine Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Lütfi Kırdar Fuar Merkezi, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu inşa edilmişti. Bu büyük alan, 1879 tarihli bir kadastro  haritasında “Devletlü necabetlü Yusuf İzzeddin Efendi nin uhdelerinde bulunan arazi” yazılarak işaretlenmişti.


1931 yılında İnönü Stadyumu yapılacağı zaman önce Veliaht Yûsuf İzzeddin’e ait olan Dolmabahçe Küçük Çiftlik’teki arazi düşünülmüş, ancak varisler verilen fiyatın üç katı bir fiyat isteyince vazgeçilmiş, Stadyum 1939’da Dolmabahçe Sarayı’nın eski Has Ahırları yıktırılarak yerine yapılmıştı. Söz konusu araziler 1943’de çıkarılan Varlık Vergisi’ne tabi tutulmuş, İstanbul Defterdarlığı, Yûsuf İzzeddin’in varisleri Varlık Vergisini tediye etmeyince (ödemeyince) Küçük Çiftlik Parkını ve etrafındaki geniş araziyi parça parça satılığa çıkartmıştı.



İnönü Stadyumu ile ilgili olay basında olay şu şekilde yer almıştı;

“İstanbul Belediyesi, stadyomun senelerce lakırdısını ettikten sonra nihayet bir yer beğenebilmişti. Bu yerde, Yusuf İzzeddin Ef.’nin veresesine aitmiş. Veresenin vekili 35.000 liraya müşteri aradığı bu arsaya, Belediyenin talip olduğunu duyunca, 100.000 lira istemiş... Belediye pazarlığa girişmiş, fakat, sporcu gençliği Yusuf İzzeddin Ef. veresesi mi düşünecek? Biraz daha ısrar edilirse 150.000 lira istemeleri bile muhtemeldir. Bu vaziyette, ya Belediye başka bir yer arıyacak, yahut ta stadyomun inşaası çıkmaz ayın son çarşambasına kalacak!

Vali ve Belediye reisimiz, sporu sevseydi, gençliğin ve milletin sıhhat ve hayatı için sporu teşvik ve himaye etmek lazım geldiğine iman etseydi, menfaati umumiye namına bu araziyi istimlak ederdi. Fakat böyle bir şey yapmak için, başta Belediye reisi olmak üzere bütün İstanbul Belediyecilerinin yüreğinde spor aşkı olmak lazım... Bu aşk ise o yüreklerde yoktur. Zorla sevgi olamıyacağı için de İstanbul’un şehir stadyomu daha uzun müddet bir hulyadan ibaret kalacaktır.”
İnönü Stadyumunun inşaa edildiği Dolmabahçe Sarayı Has Ahırlarının yeri.

Veliaht Yûsuf İzzeddin, bazı sivil toplum kuruluşlarında da aktif görevler almış, 1908 yılında kurulan Türk Derneği’nin hâmisi ve fahrî başkanıydı. Osmanlı Donanma Cemiyeti’ne de yardım ediyordu.

Yûsuf İzzeddin, Veliahd-ı Saltanat sıfatıyla Sultan V.Mehmed Reşad’ın yurt içi gezilerine katılmış, 2 Eylül 1909’da Ertuğrul yatıyla Sultan V. Mehmed Reşad’la birlikte Mudanya’ya gitmiş, oradan trenle geçtikleri Bursa’daki türbeleri, camileri ve padişahın seyahati şerefine açılan sergiyi ziyaret etmişti. 27 Ekim 1909’da yine Sultan V. Mehmed Reşad’la birlikte trenle İzmit’e gitmiş ve geceyi İzmit’e gönderilen Ertuğrul yatında geçirmişti. 

35. Osmanlı Padişahı
Sultan V. Mehmed Reşad
(2 Kasım 1844-3 Temmuz 1918)
Sultan için yapılmış, Brevet marka,18 ayar altından, arkası İmparatorluk amblemi ve Sultan V. Mehmed Reşad tuğralı portreli altın cep saati. 
15 Kasım 1909’da Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilen Meclis-i Meb‘ûsân’ın ikinci devre açılış merasimine “Veliahd-ı Saltanat” ünvanı ile katılmış, her yıl ramazan ayının on beşinde yapılan hırka-i şerif ziyaretine, 21 Mart 1910 günü de Sultan Mehmed Reşad’ın ilk resmi misafiri Bulgar Kralı I. Ferdinand ile Kraliçe Eleonore’yi Sirkeci Garı’ndaki karşılama törenine katılmıştı. Sultan V. Mehmed Reşad, konuklarına önce Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’yi takdim etmişti. Ayrıca Kral Ferdinand maiyetiyle birlikte Yûsuf İzzeddin Efendi’yi Veliaht Dairesi’nde ziyaret etmişti. 3 Nisan’da İstanbul’a gelen Sırbistan Kralı Petro da yanındaki heyetle birlikte Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Dairesi’nde misafir edilmiş, aynı gün Kral Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’yi ikinci kez Ihlamur Kasrı’nda ziyaret etmişti.

Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi, Ihlamur Kasrı önünde.
Yurt dışında da Osmanlı İmparatorluğu’nu temsil eden Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin, bir heyetle birlikte 6 Mayıs 1910’da vefat eden İngiltere Kralı VII. Edward’ın cenaze törenine katılmıştı. Cenaze dönüşünde heyetle birlikte Belgrad ve Sofya’ya uğramış daha önce İstanbul’u ziyaret eden Sırp ve Bulgar krallarına iade-i ziyarette bulunmuştu.

Eski Fransa İmparatoriçesi
Eugénia María de Montijo de Guzmán
Eski Fransa İmparatoriçesi
Eugénia María de Montijo de Guzmán

İlk olarak babası Abdülaziz’le Avrupa Seyahatine gittiğinde Fransa’da 10 yaşındayken tanıştığı, daha sonra da 1869’da İstanbul’u ziyaret ettiğinde 12 yaşındayken bir kez daha karşılaştığı Fransa İmparatoru III. Napolyon’un eşi Eugénie de Montijo ile 29 Haziran 1910 Çarşamba günü özel yatıyla bir kez daha İstanbul’a geldiğinde, Sultan V. Mehmed Reşad’la yapacağı görüşmeye “ilk seyahatinde pek küçük bir çocuk olarak tanıdığı Yûsuf İzzeddin’i de görmek arzusunu izhâr ettiğinden bu mülâkat esnasında o da” hazır bulunmuştu. Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin ayrıca daha sonra imparatoriçenin yatına giderek onu özel olarak da ziyaret etmişti.



Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin, 23 Temmuz 1910’da Meşrutiyet’in ilânının ikinci yıl dönümü münasebetiyle Osmanlı donanmasının Haydarpaşa önlerinde yapılan geçit resmini padişah ve diğer davetlilerle birlikte Ertuğrul yatından Yûsuf İzzeddin Efendi de izlemiş, 28 Ağustos’ta Osmanlı Donanma Cemiyeti yararına Moda’da düzenlenen kayık yarışlarına Ertuğrul yatıyla gitmiş ve gece şenliklerini takip etmişti.

27 Ekim 1910’da Kırklareli’nin Seyyitler bölgesinde Balkan devletlerine gözdağı vermek amacıyla yapılan manevraya Sultan V. Mehmet Reşad ile birlikte katılmış, ertesi gün Selimiye Camii’ndeki cuma selâmlığına katılmıştı. 14 Kasım’da yapılan Meclis-i Meb’ûsan’ın üçüncü dönem açılış merasimine iştirak etmişti. 



Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin, 9 Mart 1911’de Sultan V. Mehmed Reşad’ın himayesi altında yeniden oluşturulan Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin fahrî başkanlığına getirilmişti.
Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin bu fotoğrafı, Kraliyet Prensi Kral V. George’un taç giyme törenine katıldığında Londra'daki Lafayette Studios'ta çekildi. Orijinal plaka ve telif hakkı şimdi Londra'daki Victoria ve Albert Müzesi Lafayette Koleksiyonu'nda tutulmaktadır. Copyright hakkı Koleksiyona aittir.
 Bir yıl sonra bir kez daha İngiltere’ye, bu kez İngiltere’nin yeni kralı V. George’un 22 Haziran 1911 Perşembe günü yapılacak taç giyme merasiminde bulunmak için gitmiş, Londra’ya giderken Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı Clément Armand Fallières’le görüşmüştü. Westminster Katedrali’nde yapılan taç giyme törenine ve bu münasebetle gerçekleştirilen diğer törenlere iştirak etmişti. Bu ziyareti sırasında yeni Kral George kendisine Victoria nişanı vermişti.

İngiltere’nin yeni kralı V. George’un 22 Haziran 1911 Perşembe günü
Westminster Katedrali’nde yapılan taç giyme merasimi.
Dönüşte Londra’dan Roma’ya geçmiş, İtalya kralı tarafından istasyonda karşılanıp Quirinale Sarayı’nda iki gece misafir edilmiş, 11 Temmuz Salı günü Viyana üzerinden trenle İstanbul’a dönmüştü.
Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin bu fotoğrafı, yine Haziran 1911’de
İngiltere Seyahati sırasında Winsdor’da çekilmişti.
Veliahtın boynunda 
Hanedan-ı Âl-i Osman Nişanı görülmektedir.
Hanedan-ı Âl-i Osman Nişanı
Sultan II. Abdülhamid zamanında 31 Ağustos 1893 tarihinde Osmanlı Hanedan üyelerine ve diğer ülkelerdeki kraliyet hanedan üyelerine tevcih edilmek üzere oluşturulan şeref nişanıdır. İlk başlarda sadece Osmanlı hanedan üyelerine verilmekteydi. Nişan bir kırmızı-beyaz renklerle bezenmiş zincir ve şerit üzerine yerleştirilmiş değerli taşlarla süslü bir rozetten oluşur. Rozetin üzerinde mücevherlerle birlikte Sultan II. Abdülhamid'in tuğrası ve "Osmanlı Devleti'nin Hükümdarı, Allah’ın yön göstericiliğine dayanan Abdülhamid Han" yazısı bulunmaktadır. Koyu kırmızı emaye halkası etrafında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu hicrî 699 yılı ile nişanın dağıtılmaya başlandığı hicrî 1311 yılı yazmaktadır. Alt kısmında defne yaprakları bulunmaktadır. Nişanın yapımı çok maliyetliydi. Erkekler kırmızı-beyaz kurdele veya bir zincir ile bu nişanı takmaktaydı.



Alman İmparatoru II. Wilhelm, 1 Eylül 1911’de yapılacak askerî tatbikatı izlemesi için Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin’i Berlin’e davet etmişti. Veliaht, bir heyet ile birlikte Mecidiye kruvazörüyle Köstence’ye gitmiş ve Romanya kralının Sinaya’daki yazlık köşkünde şerefine verilen ziyafete katılmış. Daha sonra Berlin’deki tatbikatı izleyerek 12 Eylül Salı günü trenle İstanbul’a dönmüştü.
Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Berlin’de
 Yûsuf İzzeddin Efendi, Veliaht sıfatıyla, hukuki bir çerçevede diplomasi trafiği içerisinde yer almış, kimi zaman kendi köşklerinde kimi zaman da Dolmabahçe Sarayı’ndaki makamında elçileri kabul etmişti. Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi; 15 Nisan 1910 Cuma günü, İsveç ve Romanya sefirleri Mösyö Dankorod ve Mösyö Papinko’yu;  28 Haziran 1910 Salı günü, Dersaadet İtalya Sefiri Marki Mayor De Blanch’iyi; 9 Haziran 1912 Pazar günü Çamlıca Köşkü’nde, Padişaha itimad-namesini takdim eden yeni Almanya Sefiri Baron Wangenheim’i; 13 Haziran 1912 Perşembe günü, Almanya’nın Breselau Başşehbenderi Joseph Prezedegi’yi, 13 Şubat 1913 Perşembe günü Beşiktaş Sarayı’nda, Resmi Üniformaları ile Yeni Romanya Sefiri’ni; 28 Nisan 1913 Pazartesi günü, İsveç sefiri ile Yeni Hukuk Müşaviri Kont Ostrorog’u; 11 Temmuz 1913 Cuma günü de, Refakatinde Sefarethane Baş Tercümanı Mösyö Mandelstam ve sefarethane yeni ateşemiliteri bulunduğu halde Rusya Sefiri’ni kabul etmişti...
Alman basınında Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi 

1911 yılının sonlarına doğru onun sağlık sorunları bahane edilerek, Şehzade Mehmed Vahîdeddin Efendi’nin ikinci veliahtlığa tayin edilme arzusu ve bu konudaki girişimler şüphelerinin ve vesveselerinin daha da artmasına yol açmıştı.

Sultan V. Mehmed Reşad bu şüphenin giderilmesi için “hatt-ı desti ile kendisine tezkire yazarak yemin ile teminât” vermesine rağmen, teminatın etkisi geçici olmuştu. Esasen Yusuf İzzeddin Efendi’nin “meşrû’-ı veliahd-ı saltanat ve hilafet” olduğu ve yemin hadisesi

18 Kasım 1914 tarihli iradede şöyle ifade edilmişti;

“Meşrû’ Veliahd- ı Saltanat ve Hilâfet Devletlû Necâbetlû Yusuf İzzeddin Efendi Hazretleri elyevm Veliahd- ı Saltanat ve Hilafet bulundukları gibi evvelce üç defa tahrîren maa’l kasem arz ettiğim misillü bu kere de huzûr- ı necâbet- penâhîlerinde üç defa yemin etmişimdir. Vallah keyfiyet böyledir.”

Gazi Ahmed Muhtar Paşa
(1839-1919)
Tüm tetkik ve telkinlere rağmen Veliaht Yusuf İzzettin Efendi yanındakilere sürekli olarak kendisinin hasta olduğunu bu nedenle de veliahtlıktan düşürüleceğini söylüyordu.


93 Harbi sırasında, 25 Ağustos 1877 günü ani bir hücumla Ruslar’ı yenerek Kızıltepe (Gedikler) zaferini kazanması üzerine, Sultan II. Abdülhamid tarafından askerî alandaki üstün meziyetlerinden dolayı, döneminde sadece üç kişiye lâyık görülen “Gazi” unvanı, bir kılıç, iki at ve Murassa “Mecîdî” nişanı ile ödüllendirilen Veliaht Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi’nin hocası ve Sultan V. Mehmed Reşad’ın saltanatı sırasında üç ay sekiz gün Sadrazamlık (22 Temmuz-29 Ekim 1912) görevi de yapmış olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, 29 Ekim 1913 günü bir mektup yazmıştı. Mektubunda günlük yaşantısından örnekler vererek, bir gününü nasıl geçirdiğini anlatmış, ona tavsiyelerde bulunmuş, yemeğinden uykusuna, yatma saatinden cinsel hayatına kadar çeşitli konulara değinmiş ve “... Bu yolda muntazamane yaşamanızı fevkalade ister ve temenni eder olduğumu izhar ile kelam eylerim efendim velinimetzadem hazretleri” diyerek bitirmişti mektubunu.

Gazi Ahmed Muhtar Paşa, bu mektubundan yirmi iki gün sonra, 19 Kasım 1913 günü bir mektup daha göndermiş;
“Velinimetzadem efendim hazretleri, mesmuatıma göre efendimizde gene bir kanser fikri tulû etmiş, halbuki bir şey-i habisin olmadığını geçen sene teminen efendimize kasemi billah ederek yazdığım gibi beni fiiliyat dahi tasdik etti; çünkü o vakitten beri hiç olmazsa bir sene geçti zannederim; halbuki ağız kanseri, altı aydan ziyade kimseyi yaşatmaz; anın musabı en çok altı ay yaşar. Daha şimdiye kadar yedi ay yaşayan katiyen yoktur; binaenaleyh sizde kanser olmadığına kasemi billah eder ve sizi temin ederim. Bendeniz sizde öyle habis bir illet olmadığına emin olduğumdan andan hiç korkum yoktur. Ancak şu aralık bendenizde tevellüd eden korku ondan da ağırdır; o da şu ki: Eğer sizde böyle bir sevdayı vahi peyda olduğu şuyû bulacak olursa iş sizin için pek vahim olacaktır; buna çare ise tıbben şahzınıza göre iktiza eden bir rejimi takip etmektir; kala akibet vahimdir. Rica ederim, elinizi ayağınızı öperim, şu sözümü dinleyiniz; buna da ancak velinimetzadem olduğunuz için bila tekellüf söylüyorum hem de yazıyorum, artık ötesi efendimizin bileceği şeydir. Her halde emri ferman hazretleri veliyülemrindir.” 

Gazi Ahmed Muhtar Paşa, daha sonra Veliaht Yûsuf İzzeddin’in veliahtlıktan düşürüleceği vehmi üzerine de 20 Eylül 1914 günü yeminler ederek, temin eden ve rahatlatmaya çalışmış;

“Veliaht-ı saltanat Yusuf İzzettin Efendi Hazretlerinin veliahtlıktan ıskatına dair Meclisi Mebusanda ve Heyet-i Âyan’da hiçbir karar ittihaz edildiyse ve bugün kendileri veliaht-ı saltanat değilse oğlum Bedrettin’in validesi olan yegâne haremim talâkı selâse ile benden boş olsun.”
diye bir mektup daha yazmıştı.

Artık bu veliahtlıktan düşürüleceği konusu o kadar huzursuzluk yaratmıştı ki, Veliaht Yûsuf İzzeddin’i aleyhine hiçbir girişimin ve düşüncenin olmadığına ikna etmek için Şair-i Âzam Abdülhak Hâmid (Tarhan) Bey bile bir şiir yazarak bunu veliahta vermek gereğini duymuştu;
“Ey veliaht-ı Taht-ı Osmani
Nücümnüvar baht-ı Osmani

Kimseler yok aleyhinizde bugün

Vehminizden fakat biziz küskün

İnanın sıtkına bu kimsesizin

Kimseler yok aleyhinizde sizin

Gösterin siz bize o her kimse

Öyle bir şeyi görüp işittimse

Lanet etsin bana babam annem

Boş ola zevce-i fakirhanem

Semerat-ı hayatımın yekta

Göreyim inidamını hatta”



Sultan V. Mehmed Reşad’ın, Hükümet’in, hocasının kanser konusunda doktorların ve çevresinin ikna çabalarının sonuç vermemesi üzerine Veliaht Yûsuf İzzeddin’i tedavi için İsviçre’ye göndermeye karar vermişti. 9 Ağustos 1912’de Köstence üzerinden trenle Viyana’ya ulaşan Veliaht Yûsuf İzzeddin ve yanındakilerin düşüncesi buradan İsviçre’ye geçmekti. Fakat Veliaht Yûsuf İzzeddin’i muayene eden İmparator Franz Joseph’in hekimi Dr. Hermann Schlesinger (1866-1934) onun hastalığının kanser değil psikolojik olduğunu belirtmesi üzerine Viyana yakınlarındaki bir sanatoryumda tedavisinin yapılması kararlaştırılmıştı. Veliaht Yûsuf İzzeddin 7 Ağustos-2 Ekim 1912 tarihleri arasında Viyana yakınlarındaki çam ormanları ile çevrili bir sanatoryumda psikiyatrik tedavi görmüştü. Dr. Hermann Schlesinger tedavi neticesinde Veliaht Yûsuf İzzeddin’in şikâyetlerinin azaldığını, ancak depresif ruh halinin bir süre daha devam edebileceğini söyledikten sonra heyetiyle birlikte 7 Ekim Pazartesi günü trenle İstanbul’a dönmüştü. 



Balkan Savaşı sırasında 4 Kasım 1912 Cumartesi günü trenle askerleri şevke getirmek ve moral vermek için bir heyetle birlikte Çatalca’ya gitmiş, ancak mektep arkadaşı Nazım Paşa’nın aç ve perişan askerlerin nasihat dinleyecek durumda olmadığını söylemesi üzerine trenden hiç inmeden geri dönmüştü. 



1914 ilkbaharında hastalığın biraz daha artması üzerine tekrar Avrupa’ya gönderilmesine karar verilmişti. Bu arada veliahtlıktan düşürülmeyeceğine dair teminat vermesi için Sultan V. Mehmed Reşad’ı sıkıştırmaktan da geri kalmamıştı. Sultan V.Mehmed Reşad böyle bir şey düşünmediğini ona kesin bir dille bildirse de I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine Avrupa gezisi ertelenmişti. Sultan V. Mehmed Reşad’ın Mabeyn Başkatibi olan Cumhuriyet döneminin ünlü Türk romancısı ve yazarı Halid Ziya Uşaklıgil anılarında “Hele Yûsuf İzzeddin Efendi de bu sabırsızlığa inzimâm (eklenme, katılma) eden veliahtlıktan iskat (düşürülmek) edilmek ve kendisine ait sıranın Vahdettin’e intikalini görmek endişesi, günden güne artarak nihayet cinnet derecesini bulan bir buhran husûle (meydana çıkartmak) getiriyordu.” ve hastalığı ilerledikçe, “...vücudunun en küçük zerresine kadar kibir, azamet ve gururla dolu olduğunu, titiz, huysuz, kesik, tutuk ve hafakana tutulmuşçasına kısa cümlelerle konuştuğunu belirttiği” Veliaht Yûsuf İzzeddin’in vehimlerinin sorguya dönüştüğünü, karşılaştığı kişilere hastalığı konusunda yeminler ettirerek canından bezdirdiğini kaydetmişti. 



6 Temmuz 1915 Salı günü savaşın sürdüğü Çanakkale cephesini müşahade etmek ve gazi askerleri tebrik etmek üzere ordu karargahına ulaşmış; Ordu kumandanı ile Harb erkanı tarafından karşılanmış ve bando eşliğinde bir müfreze asker tarafından “resmi tazim” (saygı duruşu) ifa edilmişti. Veliaht Yûsuf İzzeddin, geldiği günün akşamı Arıburnu’na giderek savaş cephesini görmüş ve geceyi ordu karargahında geçirerek ertesi gün  Seddülbahir mıntıkasına geçmişti.

Bu ziyaret esnas›nda Yusuf İzzettin Efendiyi, 
19. Piyade Tümeni Komutanı Yarbay Mustafa Kemal ile onun Kurmay Başkanı Orgenaral İzzettin Çalışlar Bey (1882-1951) karşılamıştı. Çanakkale’ye yapılan bu geziye İsmail Baykal anılarında şöyle değinir;
“Saros Körfezi kıyılarındayız. Düşman gemileri taaruza hazır bir vaziyette bulundukları için bütün askeri nakliyat geceleri icra ediliyordu. Biz de bunların arasına katılarak başta veliahdın otomobili olmak üzere bütün otomobillerin fenerlerinin söndürülmesi bildirililmişti. Ani bir bombardımana uğradık. Atılan dokuz mermiden üç tanesi bizim otomobilin yakınlarından geçmişti. Sürati artırarak Gelibolu sırtlarında bir dinlenme yapıldı. Bu sırada haber aldı ki bu hadiseye Veliahtın yolda şöföre verdiği bir emirle otomobilin fenerlerinin yakılmas› sebep olmuştur. Doğruca Akbaşta Fon Leyman Paşa (Alman general Otto Liman von Sanders) karargahına yerleştik. O gün Arıburnu ve sonra Seddülbahir karargahlarına gidilerek normal teftişler yapıldı. Yalnız dehşetli top sesleri arasında bir aralık usulca ‘İsmail galiba Vahdeddin cülus ediyor’ demesi üzerine ‘Aman efendimiz merhamet buyurunuz, burası harp sahası, cülus toplarının burada ne işi var, bu kadar ses veren cülus topu olur mu? Görüyorsunuz düştüğü yerleri harman çevirmiş dedim. Geceyi karargahta Akbaş ta geçirdik, ikinci günü Çanakkkale’ye geçilerek bütün istihkamları Cevat Paşa ile gezdiler. Gece Gelibolu’ya döndük.”




Geçen yıllar içerisinde Osmanlı Veliahtı Yûsuf İzzeddin Efendi’nin, Sultan V. Mehmed Reşad’ın yanısıra basında yer alışına dair önemli mesafeler kat edilmişti. Artık Sâlnâmeler, dergi ve gazetelerin çoğunluğunda, Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi, Sultan V.Mehmet Reşat ile birlikte yer alır hale gelmiş, özel sâlnâmelerde önce “Padişah-ı Cedid Muhterem Beşinci Sultan Mehmed Han Hazretleri bin Sultan Abdülmecid Han” ifadesi kullanılarak Sultan V. Mehmet Reşad’ın fotoğrafı, sonra da “Veliahd-ı Âli-yi Saltanat Devletlû Necâbetlû Yûsuf İzzeddin Efendi Hazretleri bin Sultan Abdülaziz Han” ifadesi kullanılarak Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin fotoğrafı kullanılmakta, daha sonra da diğer şehzadelerin fotoğraflarına yer verilmekteydi. 



Yûsuf İzzeddin veliaht olduktan sonra İttihatçılar tarafından çevresine yerleştirilen yaver ve teşrifatçı gibi özel görevlilerin üzerinde kurdukları baskı yüzünden ruhsal açıdan yıpranmış, önce kalp hastası olduğu vehmine kapılmış; ancak yapılan tetkikler sonucu kalp hastası olmadığı ortaya çıkınca, bu kez bir süre sonra gırtlak kanserinden şüphe etmeye başlamıştı. O günlerin tanığı İsmail Hakkı Baykal’ın “...dış görünüşü sert, ancak nazik, hatır bilir, muhabbeti hoş, vücutça sağlam, hâfızası güçlü, kültürü geniş, asil, açık sözlü ve yardım sever” biridir diye tanımladığı Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi, tedavisi için daha önce ertelenen Avrupa Seyahati tekrar gündemdeydi; 1 Şubat 1916 Salı günü tedavi edilmek üzere yola çıkacaktı, treni hazırlanmıştı. Hareketinden bir gün önce Zincirlikuyu Kasrı’ndaydı. Ertesi gün yola çıkacağını bilmesine rağmen, o başka bir yolculuğu tercih etmiş, hayatına son vermişti. 



Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı o günü tanık ifadelerinden yararlanarak şöyle anlatmıştı; 

“.... Pazartesi günü her zamanki gibi tenezzühe (gezintiye) çıkmış, ikindi namazını Aksaray’da büyük validesi Pertevniyal Validesultan camisinde kıldıktan sonra onun kabrini ziyaret ederek (başka kaynaklarda ilk eşi Çeşm-i Âhû ile oğlu Mehmed Bahâeddin’in kabirlerini de ziyaret ettiği yazılır) on biri biraz geçerek köşke dönmüş ve harem dairesine girmiştir. Harem dairesinde nöbetçi olarak Demsaz Kalfa bulunuyordu; doğru üst katta hamam ittisalindeki (bitişiğindeki) yatak odasına gitmiş, aptes bozmak üzere ceketini çıkarıp cebinden çıkardığı ustura ile çıkmış. Bu sırada Demsaz Kalfa elindeki usturayı kaparak sofaya fırlatmış, veliaht kalfaya bir tokat atarak koşup usturayı kapıp almış ve beze sararak ‘Korkma kendime bir şey yapmam’ demiş ve usturayı beze bağladıktan sonra selamlık dairesine geçmiş. Selamlıkta bulunan nöbetçi ağaları Necip Ağa, nöbetçi yaveri yüzbaşı Nail Bey’e veliahtın üzerinde ustura bulunduğunu söylemesi üzerine Nail Bey münasip surette üzerlerinde bir şey olup olmadığını sorarak aramak ister gibi-çünkü hükümetçe bir felakete mahal vermemek üzere köşkteki bütün memurlara emir verilmişti- bir vaziyet alınca Yûsuf İzzeddin Efendi üzerimde bir şey yoktur, kendime bir şey yapmayacağım diye yemin etmesi üzerine ileri gidilememiştir. Yûsuf İzzeddin Efendi selamlıkta akşam yemeğini yemiş sonra ezani saat beşte harem dairesine gitmiştir. Yatmadan evvel Demsaz Kalfa’ya hiddetle‘Ben sabah Avrupa’ya gitmeyeceğim’ demiş, o da ‘İrade efendimizindir, isterseniz gider istemezseniz gitmezsiniz’ cevabını vermiştir. Bunun üzerine soyunarak bir don bir gömlekle kalmış ve kendisinin saat yedi buçukta uyandırılmasını emretmiştir. Demsaz Kalfa odada oturmuş, saat yedi buçuğa geldiği halde uyumamış ve saat sekizde uyandırmasını ve odadan çıkmasını söylemiş ve biraz uyumuş; uyandıktan sonra kalfaya ‘Sen gene burada mısın’ diyerek üç defa su istemiş ve birer yudum içmiş ve Demsaz Kalfa’ya odadan çıkmasını emreylemiş fakat o sırada eline aldığı usturayı koynuna koyduğunu gören kalfa bunu istemekte ısrar edince ‘Israr etme, kendime bir şey yapmam; şayet ısrar edersen kendimi pencereden aşağıya atarım; sen git, ben yatacağım’ demiştir. Bu sırada saat ikiye gelmiştir. Kati emir üzerine Demsaz Kalfa odadan çıkmakla beraber şüphelenerek yukarı katta bulunan nöbetçi kalfalardan Bedricemal ve Dilbeste Kalfaları haberdar etmiş, onlarla birlikte gözetlemişlerse de bir şey görememişlerdir. Beş dakika kadar dışarda kalan Demsaz Kalfa tekrar odaya girince Yûsuf İzzeddin’i yatakta, sol kolu dirseğinden yukarı sıvanmış olduğu halde kan içinde görmesiyle bir taraftan kanın fazla akmaması için elini omuzuna kaldırıp tazyik ve bir taraftan da yetişin diye feryat etmesi üzerine yakında bulunan Bedricemal ve Dilbeste Kalfalar odaya girip bu hali görünce daire bahçıvanı vasıtasıyla selamlıkta bulunanları haberdar etmişler. 

Bunun üzerine yaver Fuat Bey’le veliahtın beylerinden İsmail Bey ve Necip Ağa koşup gelmişler ve daire müdürü ve teşrifatçı Ahmet Müfit Bey’i vaziyetten haberdar ederek acele bir doktor gönderilmesini bildirmişler ve fazla kan akmaması için kolunu pazusundan sıkıp yüzüne kolonya sürmüşlerdir. (Burada adı geçen İsmail Bey, Topkapı Sarayı Müzesi’nden emekli olan İsmail Baykal’dır. Ahmet Müfit Bey ise, sonradan İzmit mebusu, vali olmuş ve mülkiye müfettişliği yapmıştır) Bu sırada gözlerini açan Yûsuf İzzeddin Efendi hafif bir hareket göstererek ‘Kolumu bırakınız kalfacığım’ diyerek kanı durdurmak isteyenleri itip yarayı tahriş ederek intiharda sebat göstermiş, buna meydan verilmemişse de biraz sonra baygınlık hali görülmüş ve bu esnada karyolada sağ elinin yanında, kısmen kılıfı içine konmuş ve sap tarafı eline yakın bir mahalde duran usturayı evvela yaver Fuat Bey görerek alıp beyaz bir beze sarıp vitrin üzerine koymuştur. Saat üçe doğru yetişen operatör Raif ve doktor Rıfat Beyler acele yaranın iptidai tedavisini yapmışlarsa da fazla kan zayi etmesi neticesinde vefatı vuku bulmuştur. Cesedi yirmi tabip tarafından muayene edilerek intihar kastiyle kolunun iltiva-yı mirfakiyesinden (dirseğin büküldüğü yerden) cerh ile mühim damarların kesilmesi ve fazla kan zayi etmesi sebebiyle vefatı vuku bulduğu 19 Kanunisani 331 (1 Şubat 1916) tarihli muhtasar raporla beyan edilmiş, İstanbul Müddeiumumiliği’nden (Savcılık) yapılan davet üzerine gene aynı tabiplerin vermiş oldukları aynı tarihli mufassal (ayrıntılı) raporda da izahat verilmiş ve netice olarak intiharın asıl sebebinin müptela olduğu cinnet-i istihaliyeden ileri geldiği tesbit olunmuştur. Damarlarını kesmek suretiyle intihar etmek istediği, gerek maiyetinde katip ve beylerin damarlarını ve apteshanede kendi kolunu sıyırarak eliyle damarlarını yoklamasından anlaşılmaktadır. Müddeiumumilikçe müracaat edilen kimselerin müttefikan (hep birlikte, oy birliğiyle) ifadelerine nazaran kendisindeki cinnet halinin dört sene evvelinden beri devam ettiği tespit olunmuştur. İntihardan evvel kendi el yazısıyla evrakı arasında bulunan mektupta da katiyen intihara karar vermiş olduğu görülmektedir.”

Öldüğü güne kadar her daim Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin yanında bulunan İsmail Hakkı Baykal, 30 Kasım 1950’de Tarih Dünyası’nda yer alan “Veliahd Yusuf İzzettin Efendi Nasıl İntihar Etti?” başlıklı yazısında veliahtın ölümünü şöyle anlatmıştı;

“...Dairemizdeki odamızın yanından harem tarafına giden bir yol vardı ki kuş uçmazdı. Oradan ayak patırdısı ile birinin koşmakta olduğunu duydum. Esasen kulağımız tetikte olduğu için bu patırdıyı pek hayra yormadım, hemen bir lahza giyip dışarı fırladım. Harem kapısı önünde Harem Ağalarından Necip Ağanın iki ellerini dizlerine vurarak ‘Yetiş İsmailciğim Efendimiz dediğini yaptı’ dediğini işitince, işi anladım ve olanca kuvvetimle koşarak Haremden yatak odasına girdim... Birden operatör Raif Bey’i yanımda gördüm, derhal fenni tedbirlere başladı. Bir aralık kestiği şiryanı (atardamar) pensle tutan Raif Bey, ‘Makarnaya dönmüş, imkanı yok kurtulamaz, fakat ben yine lazım gelen tedbirleri alıyorum’ dedi. Veliahd bitkin bir halde idi, hareket tamamı ile kesimişti. Komodinin üzerindeki el aynasını tuttuk, o kendinden geçmiş, emeline nail olmuştu. Saat 6.50 de, çenesini arkadaşım Şükrü Bey ile bağladık, yatağının üstünü örterek son ve acı hizmetimizi de görmüş olduk.”



Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi 1 Şubat 1916 Salı günü sabaha karşı Zincirlikuyu Kasrı’nda vefat etmişti. Kendi el yazısıyla bıraktığı mektupta; 

“Vücutça hiçbir ıstırabım yoktur; Fakat bulunduğum hal nâkabil-i tahammüldür; Vaktiyle idhar-ı servet (hor gördüğüm serveti) ve düçar olacağım (tutulduğum) felaketi bilmediğim cihetle bugün elim bir halde bulunuyorum. İntihar mezmum (makbul sayılmayan) bir haldir; fakat bazı kere insanı mecbur eder. Bu hayata tahammül, bir insan-ı kâmil için gayri mümkündür. Vatanım için her türlü fedakârlığı icraya amade olduğum, akıl ve fikrim tam olduğu halde bu ıstıraba tahammül kabil midir? Bu ecelden Cenab-ı Hakkın mağfiret (affına) guhranına (bağışlamasına) iltica ederek (sığınarak) intihar ediyorum;” demiş ve “Cenab-ı Hak kusurumu affetsin.” sözüyle bitirmişti. Cenaze namazı Sultanahmet Camii’nde kılınmış, cenazesi Çemberlitaş, Divanyolu’ndaki dedesi Sultan II. Mahmud’un Türbesi’ne defnedilmişti.
Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Cenaze töreninden


Şûrâ-yı Devlet Âzâsı Hasan Sırrı Bey’in oğlu olan Roman, Hikaye ve Oyun Yazarı Nahid Sırrı Örik (1895-1960)

“Son Veliaht ve Halife Abdülmecit Efendi” makalesinde;


Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin küçük erkek kardeşi

Abdülmecid Efendi’yi kastedip,

“Sultan Reşat yerine tahta çıkarılmasını tavsiye ettiği büyük biraderinin ehliyetine ne derecede kaildi veya bu tavsiye sadece tahtın Sultan Mecit kolundan Sultan Aziz koluna geçmesini görmek emelinin mi bir mahsulü idi, tayin edemem. Fakat Yûsuf İzzeddin Efendi’nin intiharından sonsuz bir acı duymuş olduğunu o tarihte başmabeyinci bulunan Tevfik Beyin kendisinin cenaze alayındaki haline bakıp babama söylediğini hatırlıyorum. Tevfik Beyin bu münasebetle : ‘Sultan Aziz kolunda gayri tabii ve mühlik bir hassasiyet bulunduğuna o gün Abdülmecit Efendi’nin gösterdiği meyusiyet ve ızdırabın derecesine bakarak hükmettim. Kendisinin hali beni istikbali hakkında adeta endişeye düşürdü.’ Dediğini merhum pederim söylemişti. Bununla beraber, ve onun padişahlığı İttihatçılara tavseyi etmesine rağmen, Abdülmecit Efendi’nin bazen de nefsini büyük biraderinden üstün gördüğü, Yûsuf İzzeddin Efendi’nin babasının veliahtlığında dünyaya gelip mevcudiyeti ancak saltanatından sonra ilan edildiğini kastederek ‘O, Şehzade Abdülaziz Efendi’nin oğludur, bense Sultan Abdülaziz Han’ın oğluyum’ tarzında sözler de söylediği iddia olunmamış değildir.” diyerek, Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin intiharı sonrasında küçük erkek kardeşi Abdülmecid Efendi’nin duygu ve düşüncelerini aktarmıştır.



Altı kez evlenen Yûsuf İzzeddin Efendi’nin ilk eşi 1879’da evlendiği Çeşm-i Âhû Hanımefendi Şubat 1883’te doğup 8 Kasım 1883’te ölen Şehzade Mehmed Bahâeddin Efendi’nin annesiydi, 1911’de Beşiktaş Sarayı’nda ölmüştü. Daha sonra 20 Mayıs 1885’te teyzesi Prenses Ayşe Kemalifer Dziapş-lpa’nın (1838-1901) evlatlık kızı Câvidan “Esma, Züleyha” (1870-1935) ile, 6 Temmuz 1886’da Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in ilk eşi Amine Nazikeda Kadınefendi’nin dayısı Prens Halil Arebda’nın büyük kızı (Amine Aredba) Nâzikedâ (1872-1946) ile, 15 Ekim 1892’de 10 Ekim 1875’te Abhazya Poti’de doğan Fâika Tâzende (Yücesan)(1875-1950) hanımlarla evlenmiş, bu hanımlarından çocuğu olmamıştı.

Câvidan-“Esma, Züleyha” Hanım (1870-1935)
Teyzesi Prenses Ayşe Kemalifer Dziapş-lpa’nın oğlu Prens Mehmet Refik Açba’dan olan torunu ve Osmanlı Hanedanının 1924’te sürgüne gönderilmesine kadar Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in ilk eşi Emine Nazikeda Kadınefendi’ye nedime olarak hizmet eden Leylâ Gülefşan Açba-Ançabadze (1898-1931), anılarını yazan ilk Osmanlı nedimesi olarak yazdığı “Harem Hatıraları” kitabında, Yûsuf İzzeddin Efendi’yi “kısa boylu, kumral saçlı, yeşil-elâ gözlü hoş bir insan” olarak tanımlamıştı. 



Son eşi olan 14 Haziran 1888’de Batum’da doğan Leman (Ünlüsoy) Hanımefendi (1888 Batum-1953 Çamlıca) ile 4 Şubat 1902’de Çamlıca Köşkü’nde evlenmişti. 24 Şubat 1906’da Hatice Şükriye Sultan Çamlıca Köşkü’nde, 10 Şubat 1909’da Mehmed Nizâmeddin Efendi ve 1 Haziran 1916’da da Mihriban Mihrişah Sultan Beşiktaş Sarayı’nda doğmuştu. Bunların dışında Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Mülevven ve Bedricemal adlı iki de gözdesi vardı.


Çamlıca Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü’nde dünyaya gelen Hatice Şükriye Sultan, 14 Kasım 1923’te Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Nişantaşı’ndaki Konağı’nda Sultan Abdülmecid’in küçük oğlu Şehzade Selim Süleyman’dan doğan torunu, Galatasaray ve Harbiye’den mezun, sürgün öncesinde teğmen rütbesindeki 19 Mayıs 1904 doğumlu Şehzade Mehmed Şerefeddin (1904-1966) ile evlenmiş, 1924’te İmparatorluk ailesi sürgün edildiğinde taşındıkları Beyrut’ta 1927’de boşanmışlardı.
Hatice Şükriye Sultan,
boynunda Hanedan-ı Âl-i Osman Nişanı ile.
(24 Şubat 1906 Çamlıca- 1 Nisan 1972 Kahire)
Hatice Şükriye Sultan, Şehzade Mehmed Şerefeddin’den boşandıktan sonra Kahire’ye taşınmış, 4 Eylül 1935’te Kuveyt’in onuncu emiri Ahmed Al-Jaber Al-Sabah (1885-1950) ile Kahire’de evlenmişti. (Ahmed Al-Jaber Al-Sabah, Kuveyt’in sekizinci hükümdarı Jaber II Al-Sabah’ın oğludur ve onun vefatından sonra 29 Mart 1921'de Kuveyt'in dokuz hükümdarı olmuş, 29 Ocak 1950’ye kadar hükmetmişti.)

Hatice Şükriye Sultan, Kuveyt emiri Ahmed Al-Jaber Al-Sabah’tan da boşanmış, 1949’da Türk kökenli, Amerikan vatandaşı Kıbrıslı işadamı, 1894 Kıbrıs doğumlu Mehmed Şefik Ziya (1894-1970) ile evlenmişti. Hatice Şükriye Sultan,1952'de kocası ve kız kardeşi, Osmanlı hanedanından sultanlar için sürgün kararının kaldırılmasının ardından İstanbul’a dönmüş ve Çamlıca Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü’ne yerleşerek yaşamaya başlamıştı. Hatice Şükriye Sultan, 1 Nisan 1972'de Kahire’de vefat etmiş ve büyük büyükbabası Sultan II.Mahmud’un, Çemberlitaş Divanyolu’ndaki türbesine defnedilmişti.
Mehmed Nizâmeddin Efendi
boynunda Hanedan-ı Âl-i Osman Nişanı ile.
(1 Haziran 1916 Çamlıca- 19 Mart 1933 Locarno)
Yûsuf İzzeddin Efendi’nin oğlu Mehmed Nizâmeddin Efendi 19 Mart 1933’de İtalya Locarno’da vefat etmiş, önce Kahire’ye defnedilmiş, daha sonra 1967’de cenazesi Çemberlitaş Divanyolu’ndaki Sultan II. Mahmud Türbesi’ne nakledilmişti. 

Yûsuf İzzeddin Efendi’nin ikinci kızı Mihriban Mihrişah Sultan, babasının intiharından 7 ay önce, 1 Haziran 1916’da Beşiktaş Sarayı’nda dünyaya gelmişti. Mihriban Mihrişah Sultan, 1924’te İmparatorluk ailesi sürgün edildiğinde annesi Leman Hanımefendi ile birlikte İskenderiye’ye gitmişti.



Mihriban Mihrişah Sultan, kuzeni ( amcası Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu) Ömer Faruk Efendi ile 31 Temmuz 1948'de dini bir törenle evlenmişti. Ömer Faruk Efendi, ilk evliliğini son Osmanlı Padişahı Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan ile yapmıştı ve üç kızları vardı. Sabiha Sultan ile iyi gitmeyen evliliklerini Sabiha Sultan’ın Osmanlı İmparatorluğu sona erdikten sonra yurt dışında süren Osmanlı İmparatorluk Evi Başkanlığı (23 Ağustos 1944'teHalife Abdülmecid Efendi ve Şehzade Mehmed Selaheddin Efendi’nin oğlu ve Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in torunu Ahmed Nihat Efendi arasında süren) tartışmalarında taraf tutmasını bahane ederek sonlandırmıştı. Zaten Mihriban Mihrişah Sultan’a da aşıktı. Ancak bu evlilik çok uzun sürmemiş, bir kaç yıl sonra, daha evlenmeden önce yapılan evlilik anlaşmasında kocasından boşanabilme hakkını sözleşmeye dahil ettirmiş olan Mihriban Mihrişah Sultan, Ömer Faruk Efendi’yi boşamıştı. 



Mihriban Mihrişah Sultan, Ömer Faruk Efendi’den boşandıktan sonra Şevket Arslanoğlu ile evlenmiş ve 1952 yılında Osmanlı hanedanından sultanlar için sürgün kararının kaldırılmasının ardından İstanbul’a dönmüştü. Son yıllarını amcası Şehzade Mehmed Seyfeddin’in kızı olan kuzeni Gevheri Sultan ile Taksim Meydanı’ndaki geniş bir dairede geçirmişti. Mihriban Mihrişah Sultan, 25 Ocak 1987'de vefat etmiş ve ve büyük büyükbabası Sultan II.Mahmud’un, Çemberlitaş Divanyolu’ndaki türbesine defnedilmişti.


 Vefatı sonrasında Veliaht Yûsuf İzzeddin’in bu trajik ölümü pek çok söylentiye ve senaryoya malzeme teşkil etmişti. Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin intiharı oldukça şüpheli karşılanmıştı. Bir iddia, intiharın arkasında Almanların olduğuna dairdi. İddialar arasında İttihatçılar tarafından öldürülüp, intihar süsü verildiği de mevcuttu. Bu iddiaların dayanağı ise; Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin, yatağında yorganı üzerine düzgünce örtülü bir şekilde, sol bileği kesilmiş, intihar için kullandığı usturanın ise kapalı bir şekilde, omuzu ile yastığının arasında bulunmasıydı. Normal şartlar altında bir insanın bileğini kestikten sonra üzerini örtmesi, bıçağı kapatarak yatağının altına sokması ve tüm bunları yaparken etrafa kan bulaştırmaması pek mümkün görünmediğinden bu durum Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin öldürülmüş olabileceği ihtimalini gündeme getirmişti. Ölüm nedeninin cinayet olduğunu kabul eden kişiler, oklarını Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin ölümüyle, Veliaht Şehzade makamına yükselerek, bu işten en fazla fayda sağlayacak kişi olan Vahdeddin Efendi’ye çevirmişlerdi.1966 yılında vefat eden Sultan Abdulaziz’in torunlarından Tevhid Efendi, Yusuf İzzettin Efendi’nin kızı Mihrişah Sultan’a anlattıklarına “Şahbaba” adlı kitabında yer veren Murat Bardakçı’nın aktardığına göre;
 “...Zincirlikuyu’daki köşkte her gece dört doktor kalırdı. Harem ağalarından biri, ‘bu gece hanımların eğlencesi var, oyuncularla sazendeler gelecek. Efendi Hazretleri (Yusuf İzzettin Efendi) zaten erkenden odalarına çekilecekler, dolayısıyla sizin kalmanıza lüzum yok’ diye doktorları evlerine göndermiş. Akşam çengilerle saz heyeti geldi. Geç vakte kadar musiki yapıldı. Gece Efendinin odasında garip bir sessizlik olduğunu fark ettik ve içeri girdik. Efendi bilekleri kesilmiş kanlar içerisinde yatıyordu. İşin garibi duvarlar da kan içindeydi. Odada sanki bir mücadele olmuştu. Üstelik aylardan Şubat’tı, hava buz gibi soğuktu ama pencere ardına kadar açıktı ve penceredeki ağaçlardan biri pencerenin önüne kadar yükseliyordu...’
Ayrıca Veliaht Yûsuf İzzeddin’in cenazesini yıkayan Sultanahmet Camii imamı, Veliahtın iki dişinin kırık, saçının ve sakalının yolunmuş, göğsünde de büyükçe bir çürük gördüğünü ifade etmişti.


Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi'nin ölümünden sonra yapılan incelemelere göre Veliaht'ın bankalara ve diğer kişilere toplam 9.716.106 kuruş borcu ve 1.883.495 kuruş birikimi olduğu anlaşılmıştı. Mevcut para düşüldüğünde kalan borç miktarı, 7.832.610 kuruştu ve günden güne faizleri artmakta olan borçların varisleri sıkıntıya sokması tehlikesine karşılık bir seferde ve toptan ödenmesi kararlaştırılmıştı. Bunun için oluşturulan Komisyon, Veliaht'ın varislerinin Vasisi Hacı Evliya Efendi ile de görüşerek borçların tesviyesi yollarını araştırmış, bunun için kredi alınırken bankalara rehin bırakılan mücevherlerin açık arttırma ile satılması ve Veliaht'ın taşradaki emlakinin Hükümet tarafından değeri üzerinden satın alınması kararlaştırılmıştı. Mücevherler için Avusturyalı bir şirket 50.000 lira teklif etmiş, şirketle pazarlık ve emlakin satılması için Hacı Evliya Efendi’ye yetki verilmişti.

Veliaht Yûsuf İzzeddin’in vatan sevgisine, yönetim anlayışına, kadının toplum içindeki yerine, Osmanlı milletinin yöneticilerine karşı itaatkâr sabrına, matbuat ve sansüre, demokrasinin (usûl-i meşveret) erdemlerine, şairlerin ilim ve maarifteki konumuna, panislâmizme, adalet sistemine ve adliyelere, deniz kuvvetlerinin önemine, kapitülasyonlara, eğitime ve sosyal hayata dair görüşlerini ihtiva eden yazdığı birçok not günümüze ulaşabilmiştir. Aslında 1900 yılında kaleme aldığı bu yazıların kendisini iktidara hazırlama çalışmalarının bir yansıması olduğu düşünülebilir.



Yazının devamı olan;
“Efendi Hazretleri’nin Çamlıca’sı”
aşağıdaki linktedir:
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2020/01/camlcann-efendi-hazretleri-efendi_25.html


Kaynaklar:

1- “Kronolojik Abhazya Tarihi” Prof. Dr. Timur Açugba,
Çeviri: Oktay Chkatua, İstanbul 2015

2- “Dünya Harbinde Osmanlı Devleti ve Abhazya” Mesut Erşan. VAKANÜVİS-Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl:2, Kafkasya Özel Sayısı, Sf: 146-149

3- “Sohum Kalesi Kitabesi ve Kaybedişin Hikayesi” Hasibe Durmaz. Ahenk Dergisi, 62, Ocak-Şubat-Mart 2020

4- “Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları”, Leyla Açba,
Timaş Yayınları, Mart 2004

5- Vak’a-Nüvis Ahmed Lutfi Efendi Tarihi, c.X,
Yayına Hazırlayan: Münir Aktepe, Ankara, 1988, s.13–14, 92.

6- “Şehzade evliliklerinde değişim” Yrd. Doç. Dr. Cevdet Kırpık,
Erciyes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Güz 2009 

7- “Harem” M. Çağatay Uluçay
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1971

8- “1992-1993 Abhaz-Gürcü savaşında Abhazya’da işgalci Gürcülerin vahşetine tanıklık edenlerin ifadelerinin bir kısmı...” Gurbetçinin sesi Abhaz Postası, 2 Haziran 2018

9- “Ateş Altındaki Cennet- Abhazya” 24 Eylül 1993-30 Eylül 1993 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi’nin 21. Sayfasında Nazım Alpman’ın kaleminden yayınlanan, 7 bölümlük yazı dizisi

10- Tezâkir 13–20, Ahmed Cevdet Paşa, Ankara, 1991, s.146–147.

11- “Son Dönem Osmanlı Padişah eşleri / Kadın Efendiler 1839-1924”, Harun Açba, Profil Yayıncılık, İnceleme-Araştırma, Kasım 2007

12- “Abdülmecit, İmparatorluk çökerken sarayda 22 yıl”
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi

13- “Osmanlı’da Harem” Meral Altındal, Altın Kitaplar Yayınevi, 1993

14- “19. Yüzyılda Şehzade Olmak: Modernleşme Sürecinde Şehzadeler” Füsun Gülsüm Genç, Yüksek Lisans Tezi
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2015

15- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendinin İntiharı” İsmail Hakkı Uzunçarşılı
Resimli Tarih Mecmuası, Sy: 54, İstanbul 1954, Sf: 3150-3154.

16- ‘’Veliahd Yûsuf İzzeddin Efendi Nasıl İntihar Etti?’’
İsmail Baykal, Tarih Dünyası, 30 Ekim 1950.

17- “Cumhuriyet Öncesinde Türk Kad›n› (1839-1923)” Şefika Kurnaz, s:52 Ankara: Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, 1990.

18- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden Çamlıca” Adnan Giz, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Kasım 1969, Yıl:5, Cilt:2, Sayı:10, Sf: 26-31

19- “İki Aşina” Semiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006

20- “Hey gidi günler hey” Semiha Ayverdi,
Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2002

21- “Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi” İbrahim Hakkı Konyalı, Türkiye Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1977, 2 Cilt

22- “Meyyale” Hıfzı Topuz, İletişim Yayınları, İstanbul 1998

23- “Üsküdar’lı Meşhurlar Ansiklopedisi” Üsküdar Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, İstanbul Ocak 2012

24- Üsküdar Sempozyumu I, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi, İstanbul Ocak 2004

25- Üsküdar Sempozyumu II, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi Yayın No:16, İstanbul Mart 2005

26- “Abdülhak Hâmid’in Hatıraları” Hazırlayan: İnci Enginün,
Dergah Yayınları, İstanbul 1994

27- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi Köşklerinin
XIX. Yüzyıl Türk Sanatı İçinde Değerlendirilmesi” Cavidan Göksoy,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997

28- “Sultan III. Mahmud,Cihan Hakanı ve Yenileşme Padişahı”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Haziran 2014

29- “Bir Darbenin Anatomisi”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, 1984

30- “Saraylı bir kadının gardrobu (19.yy.)” Serap Yılmaz
Bildiri, XIII. Türk Tarih Kongresi III. Cilt, II. Kısım

31- “Rıdvan Paşa Köşkü ve Yapıları: Nuriye Hanım Davet Köşkü, Restorasyon Önerisi” İlkay Kolbay, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı

32- Seda Özen Bilgili, twitter.com/Seda_Ozen

33- (Evvel zaman içinde) “Tarihimizde Hayal olmuş Hakikatler”
Ahmed Semih Mümtaz, İbrahim Hilmi Çığıraçan Kitabevi, İstanbul 1948

34- “Entertainment among the Ottomans” (Osmanlılar arasında Eğlence)
Ebru Boyar-Kate Fleet, Brill 2019

35- “Geçmiş Zamanların, Mekanların ve Hatırlamaların Rafında,
Kadıköy'ün Kitabı” Tamer Kütükçü
Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Eylül 2014


36- “Recâi-zade Ekrem’in Araba Sevdası romanında gerçekçilik” Güzin Dino
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkiyat Mecmuası XI, İstanbul 1954 Sf:57-74

37- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden, Çamlıca” Adnan Giz

Hayat Tarih Mecmuası 5(10) Sf:27-31, İstanbul 1969

Hiç yorum yok: