Sayfalar

25 Ocak 2020 Cumartesi

Çamlıca’nın Efendi Hazretleri... Efendi Hazretleri’nin Çamlıca’sı... -III-


EFENDİ HAZRETLERİ’NİN
ÇAMLICASI;


İngiliz Seyyah ve yazar Miss Julia Pardoe’nin 1838’de yazdığı “The Beautuies of The Bosphorus” (Boğaziçi’nin Güzellikleri) adlı kitabında yer alan, “Wiev from Mount Bulgurlhu” (Bulgurlu tepesinden manzara) başlıklı William Henry Bartlett gravürü.
 
İlk kez 1832-33 yılları arasında, daha sonra da 1850’de iki kez İstanbul’u ziyaret etmiş, Sultan Abdülmecid tarafından kabul edilmiş ve görüşş, siyasi kariyeri sonrasında büyük maddi sıkıntılar içine girdiğinde Fransa’dan ayrılıp Türkiye'ye yerleşmek istemiş ve Sultan Abdülmecit’e bir mektup yazarak çiftlik kurmak üzere İzmir veya Marmara yakınlarında kendisine bir arazi verilmesini talep etmişti. Hükümet Aydın’ın Burgaz Ovası olarak anılan bölgesinde 38 bin dönümlük toprağı, mülkiyeti dönemin Sadrazamı Mustafa Reşit Paşa üzerinde kalması şartıyla kiralanmasına ve kira bedelinin hazinece ödenmesine karar vermiş, Osmanlı yönetimi ile 25 yıllık kira sözleşmesi imzalamış ama çiftliğin işletilmesi için gerekli sermayeyi karşılayamadığı için bu projeden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Bu kişi Türk dostluğunu ve Osmanlı yönetimine olan minnetini, 1859’da Paris’te yayımladığı Osmanlı Tarihi (Histoire de la Turquie) adlı 8 ciltlik kitabıyla, Türkiye izlenimlerini de Doğuya Seyahat ve Doğuya Yeni Seyahat adlı eserlerinde dile getirmiş olan Fransız yazar, şair ve politikacı,

Alphonse Marie Louise Prat de Lamartine’di
(21 Ekim 1790 - 28 Şubat 1869)

Lamartine,
“Dünyaya son bir kere bakacaksın deseler,
bu bakışı İstanbul’un
Çamlıca’sından yapmak isterdim.”

demiş ve yüzyıllardır övgülere konu olan İstanbul şehrinin
en iyi görülebildiği yer olarak, İstanbul’un terasını,
Çamlıca Tepesi’ni işaret etmişti...

Çamlıca Tepesi, İstanbul’un Anadolu yakasında, Boğaziçi’ne hakim durumda, ön cephede bir tepedir. II. Mahmud dönemine kadar bakir kalan tepe ve çevresi, Tanzimat ilanı ile iskâna açılmış, saray erkanı ile idari erkanın köşkler yaptırıp sanatsal etkinlikler düzenlediği bir yer olmuştu.

Sultan II. Mahmud, ona şarkı yazacak kadar sevmişti, Çamlıca Tepesini;
“Pek hâhişi var gönlümün ey serv-i bülendim,
Yarın gidelim Çamlıca’ya cânım efendim...
Redditme sakın bu sözüm şâh-ı levendim,
Yarın gidelim Çamlıca’ya
cânım efendim... 

Râhat mı olur anda iken cümle ahibbâ, 
İster ki gönül zevk idelim, biz bize tenhâ... 
Bir gün de Fenerbağçesi’ne gitmeli ammâ, 
Yarın gidelim Çamlıca’ya cânım efendim...”

30. Osmanlı Padişahı, Sultan II. Mahmud
(20 Temmuz 1785-1 Temmuz 1839)
Çamlıca, Üsküdar’ın doğusunda, sayfiye ve mesire olarak kullanılan iki tepeye verilen isimdir. Büyük Çamlıca 268 metre, Küçük Çamlıca 227 metre yüksekliğindedir, bu iki tepe arasında kalan bölgeye ise Kısıklı adı verilir. Tanzimat dönemi öncesinde Çamlıca tepesinin güzelliği farkedilmiş ve kabul edilmiş olmasına rağmen şehre uzak ve ulaşımının zor olması nedeniyle bağlık, bahçelik bir yer olarak kalmıştı.

Sultan IV. Murad ve Sultan IV. Mehmed (Avcı) döneminden başlayarak padişahların ve şehzadelerinin avlanmaya ve gezintiye çıktıklarında dinlenmeleri için birkaç ahşap av köşkü dışında pek yapının bulunmadığı Çamlıca bölgesi Sultan II. Mahmud devrinde hanedan mensupları ve yüksek tabaka saray efradı tarafından keşfedilmiş ve zarif köşk ve konaklar inşa edilerek donatılmıştı.


19. yüzyılda giderek artan ulaşım imkânları ile sınırları genişleyen iskân, 17. yüzyıldan itibaren mesire yeri olarak kullanılan Büyük ve Küçük Çamlıca yamaçlarına yerleşme taleplerini arttırmıştı. Daha 19. yüzyılın başlarında Çamlıca’da Sultan II. Mahmud’un kızkardeşi Esmâ Sultan bir köşk yaptırmış ve yerleşmişti.

Vereme yakalanan Sultan II. Mahmud, 1839 yılının yaz aylarında rahatsızlığı iyice artınca sıcak yaz günlerinde Çamlıca havasının kendisine iyi geleceğini ümit ederek Beşiktaş Sarayı’ndan eşi Bezm-i alem Sultan ve oğlu Abdülmecit ile birlikte saltanat kayığına binerek Üsküdar üzerinden Çamlıca’ya geçmiş, kardeşi Esma Sultan’ın köşküne yerleşmişti. Vaktiyle Sultan III. Selim’in imamı Derviş Efendi’nin Köşkü ve bağı iken, Sultan III. Selim tarafından tamir ve ilaveler yapılarak annesi Mihrişah Validesultan’ın ikametine tahsis edilen bu köşkü Sultan II. Mahmut tahta çıktığında ablası Esma Sultan’a vermişti.

Esma Sultan Köşkü’nün tamiri münasebetiyle yazılan bir kasidede;
“Temaşa eyliyenler söylesinler var mı bir misli,
İrem bâğı bunun yanında bir viran ve hâkister.
Zeban-ı hâmaden tâmirine kasrın dedi tarih,

Mücedded oldu tarh-ı dilkeşi sultan-ı pür ziver.”
şeklinde tarih düşülmüştü.
Antonio Ignace Melling gravüründe Bulgurlu‘dan İstanbul’a bakış
Sultan II. Mahmud, Millet bahçesinden sonra Kısıklı’ya doğru yükselen ve Çamlıca’nın en sert rüzgarlarını alan Sarıkaya denilen mevkinin sağ yakasında bulunan bu köşkte, 2 Temmuz 1839 günü sabaha karşı bu köşkte vefat etmiş, cenazesi seher vakti Harem iskelesine indirilip oradan yedi çifte kayıkla Topkapı Sarayı’na getirilmiş, Hırka-i Saadet Dairesinin şadırvanı önünde yıkanıp kefenlenmişti. Oğlu Abdülmecid’in Topkapı Sarayı’ndaki cülus merasiminden sonra Sultan II. Mahmud’un cenaze namazı kılınıp cenaze alayı düzenlenerek, naaşı kız kardeşi Esma Sultan’ın isteği üzerine Esma Sultan’ın Çemberlitaş Divanyolu’ndaki (Cağaloğlu) köşkünün bahçesine defnedilmişti. Bahçeye bir yıl sonra tamamlanan ve projesi Hassa Mimarı Garabet Amira Balyan’a ait olan, ve sonraları neredeyse tüm hanedan üyelerinin defnedileceği Sultan II. Mahmud Türbesi inşa edilmişti. 17 metre çapında bir kubbe ile örtülü olan türbenin içerisinde 18 sanduka vardır. Sultan II. Mahmud’un yanısıra, Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid’in sandukaları da bu türbededir. Bahçesinde 150’ye yakın mermer lahit ve mezar taşı bulunmaktadır. Hanedan mensupları, önemli devlet adamları yanısıra Muallim Naci ve Ziya Gökalp gibi ünlü yazar ve şairin de kabirleri buradadır. Rivayete göre Esma Sultan’ın köşkü, ağabeyi Sultan Abdülmecid tarafından, babası Sultan II. Mahmud o köşkte vefat etti diye uğursuz sayılarak yıktırılmıştı.

Ancak böyle rivayet edilse de, Halûk Y. Şehsuvaroğlu’nun Tarihten Sahifeler köşesinde, “19. Asırda Çamlıcadaki köşkler ve saraylar” yazı dizisinde; 1839’da vefat eden Sultan II. Mahmud’un vefatından dört yıl sonra 1843’te Cerîde-i Havâdis gazetesinde yayımlanan bir ilanda;
“Büyük Çamlıca’da devletlû ismetlû Esma Sultan aliyetüşşan hazretlerinin köşkleri karşısında selamlıkta bir oda ve bir ahır ve haremde üst katta üç oda ve alt katta iki oda, bir kiler, bir mutfak ve 20 dönüm tarlasiyle Muhyi zade kerimesi Âdile hanım hanesi satılıktır.” dendiği yazılmakta ve bundan da Esma Sultan Köşkü’nün yıktırılmayıp en azından dört yıl daha mevcut olduğu anlaşılmaktadır.

Çemberlitaş, Divanyolu üzerindeki Sultan II. Mahmud Türbesi 

Çelik Gülersoy, Çamlıca’nın bu devirde İstanbul hayatına girmesini şu sebeplere bağlamıştı;
“19. yüzyılın başında bile bu çevrede sadece birkaç bağevi vardı. Padişahlar da bu yörelere ancak av için çıkar veya atla gezintiler yaparlardı. Büyük ve Küçük Çamlıca'nın İstanbul’un sosyal hayatına girmesi II.Mahmud’un eseridir. Onun kişisel ilgisi kadar, dönemin artık gelişen ve bir kıvama varan şartları da Çamlıca tepelerinin İstanbul hayatına girmesinde önemli rol oynamıştır. Bu şartlar, yeniçeriliğin kaldırılıp çevreye bir güvenlik ortamı sağlanması ve ilk planda kadınlar için olmak üzere, öküz ve at koşulu araba kullanımının artmasıdır.”



Çamlıca sevgisi Sultan Abdülaziz zamanında en ileri seviyeye ulaşmış ve Sultan II. Abdülhamid’in son yıllarına dek sürmüştü. Köşkleri, bahçeleri, tabiatı ve manzarasıyla İstanbul’un en gözde mekânı olan Çamlıca'da devrin ileri gelen devlet adamlarının da Köşkleri vardır.
1870 yılının Mayıs’ında Milet Bahçesi’nin açılışı ile  halkın da buraya rağbetini artmış, kadınlar önceden süslenip hazırlanarak bahçe gezintisine gitmiş, Çamlıca çevresinde yaz aylarını geçirmek için köşkler kiralanmaya başlanmıştı. Çamlıca, kadın ve erkeğin rahatça konuşamasa da iletişim kurabildiği bir yer olmasının yanısıra, aynı zamanda kadın avcısı erkeklerin, devrin mirasyedi tiplerinin, alafranga hayat düşkünlerinin uğrağı da olmuştu. Çamlıca devlet eliyle başlatılan batılılaşmanın artık devrin ileri gelenlerinin köşklerinden dışarıya çıkarak halkın sosyal hayatında etkisini gösterdiği bir mekân olmuştu. Tanzimat dönemi edebiyatçıları da hem Büyük, hem de Küçük Çamlıca’da yaşamışlar, sevmişler ve her fırsatta şiir, hikaye, roman ve mektuplarında bu Çamlıca sevgilerini dile getirmişlerdi.

Yahya Kemal Beyatlı,
“Üç Tepe” başlıklı yazısında,

 “Namık Kemal ve arkadaşları (Abdülhak) Hâmid (Tarhan), (Recaizade Mahmud) Ekrem, (Sami Paşazade) Sezâi ve ötekilerin elli sene evvel aleme baktıkları tepedir. Eserlerinde Çamlıca havası eser, Çamlıca bahçelerinde bülbül sesi dinledikleri sezilir, şiveleri o semtin vezir konakları gibi ağır, harab ve şairanedir.” diyerek
Tanzimat edebiyatçılarının Çamlıca sevgisinden bahsetmişti.


Yahya Kemal Beyatlı, Kurtuluş Savaşı sırasında kaleme aldığı yazılardan oluşan ancak vefatından sonra 1966’da yayımlanan “Eğil Dağlar” kitabında;

“Çamlıca gençleri o tepeden eski saltanatın rüyasını görüyor, o rüyaya yeni fikirlerle vücut vermeyi hayal ediyorlardı.”

der ve onları ve ülkülerini şöyle betimler;

“...Çamlıca, Namık Kemal ve genç arkadaşları Hâmid, Ekrem, Sezâi ve ötekilerinin elli sene evvel âleme baktıkları tepedir. Namık Kemal, yeni edebiyatın ilk çocuklarına, orada, eski vezir konaklarında tesâdüf etti. Bu çocuklar, İstanbul kibar efendilerinin Çerkez câriyelerinden doğ­muş, dadılar ve lâlalar elinde büyümüş, devlet rüyasını daha beşikte iken görmüş, biraz şehzâde ruhluydular. Kemal, bu hânedan çocuklarını bir nefesiyle nasıl ayaklandırmış: Bu çocukların doğuşlarıyla eserleri arasın­da ne kadar fark var! Milletin önüne o zaman yeni fikirlerle bu hanedan çocukları düştüler. Eserlerinde Çamlıca havası eser, Çamlıca bahçele­rinde bülbül yavrusu dinledikleri sezilir, şiveleri o semtin vezir konaklan gibi ağır, harap ve şâirânedir. Yeni nesil, alafranga edebiyatın kırık dö­kük manzumelerinden, sarışın mensûrelerinden, tek gözlüklü tenkitlerin­den beri artık onları okumadıysa zevk, lisan ve hayâl sahasında bir düziye tecelli eden inkılâptandır, yoksa bugünlere kadar vekaayi’i onlar şevkettiler.

Üslûpları eski konaklar, yalılar ve köşkler gibi yıkılmış; eski esvap­lar gibi gülünç olmuş; eski edep, eski erkân, eski terbiye gibi itibardan düşmüş bu adamların fikirleri o zamandan bu güne kadar bütün siyasi hadiselere hâkim olmadılar mı?”

 Namık Kemal, Çamlıca’yı

İstanbul denilen güzellikler mecmuasının havi her türlü eşsizliği bir bakışta gösterecek bir nokta ise Çamlıca’dır. Boğaziçi’nde büyük bir orman veya küçük bir körfez yoktur ki, Çamlıca’nın bakışları altına serilmiş olmasın”

diye tanımlarken, Sami Paşazade Sezâi,

“Çamlıca şu süflî alemin gökyüzüne en yakın bir yeri ve gökyüzünün arza en yakın bir burcudur.”

diyerek tanımlamıştı...

Ve yine Namık Kemal,

“Çamlıca'ya, cennet-i âlânın yeryüzüne inmiş bir parçası denilse yerinde olur. (...) Bundan yaklaşık sekiz yıl kadar önce Çamlıca’da bir güneş doğuşu seyretmiştim. Bana öyle geldi ki, o anda, göklerden yeryüzüne ışık ve nur yerine ruh yağmaktadır.”

diyerek Çamlıca’yı iyice yücelmişti.
Hatta bu edebiyat dostları, ondan uzaklarda oldukları zamanlarda bile, Çamlıca’ya olan özlemlerinden bahsetmişlerdi mektuplarında birbirlerine...

Abdülhak Hâmid Tarhan, Bombay Konsolosu olarak 1883-86 yılları arasında 3 yıl kaldığı Hindistan’dan, 4 yıl süreyle Türk elçiliği ikinci katipliğine atanan Londra’daki dostu Sami Paşazade Sezâi’ye yazdığı mektupta,

“Mektubundaki sözlerinle Çamlıca’ya olan sevdamı uyandırdın. Orada bülbül yavrusu dinlediğimizi nasıl unuturum. Eminim ki biz Çamlıca sefasını ne yeni dünyada sürebiliriz ne eski alemde, ne Amerika ormanlarında, ne İtalya müzelerinde. Çünkü o mübarek yer vatanımızdır. O küçücük kudret şarkıcısından aldığımız yüce duyguları ne nilson telkin edebilir, ne Albani, ne Paris’in Büyük Operası, ne Viyana’nın askeri mızıkası verebilir. Çünkü o aciz mahlûk bizim vatandaşımızdır. Çamlıca yalnız vatanımız değil, efkâr-ı şâirânemizin anasıdır.” derken;
Sami Paşazade Sezâi,
bu mektuba Londra’da kaleme aldığı

(13 Ağustos 1298) 25 Ağustos 1882 tarihli mektupla,

“Çamlıca’da bülbül yavrusu dinlediğimizi unutmamışsın. Ben o kadar unutmadım ki, şimdi dinleyecek olsam kalbimde belki aksi sedasını işitirim. Londra ve Paris’in operalarındaki musikilerin o kuşcağızı bize unutturmayacağına şüphe yok. O bülbül yavrusu dediğimiz semavi mahlûk, kimbilir kimin Tanrı’ya karşı özlemle haykıran ruhu idi? Bilirsin ya bazı gecelerde yıldızların çokluğundan gökyüzünün rengi görünmezdi. Marmara, yıldızlardan gelen ışıkların aksi ile papatyalar açmış koyu bir çimenliğe benzerdi.”

diyerek cevap vermişti.
Ancak, aynı Abdülhak Hâmid Tarhan,

işgalin o karanlık günlerinde teselli aramak için gittiği Çamlıca’nın o ölümsüz mehtabında bile, yurt acılarının izlerini görmüş,

İstanbul Düşman İstilası Altında İken: Çamlıca’da”

şiirinde yoğun bir mazi hasreti ve gelecek endişesini dile getirmişti;

 “Ey Çamlıca mehtabı, ne olmuş sana öyle?
Küskün duruyorsun,
Bir şey kuruyorsun,
Seyrinle ayân et, bana ilham ile söyle
Aksetmede alâm-ı vatandan mı bu hâlet?..
Anlat, bu tahavvül neye etmekte delâlet.
Vaktiyle ederken bu havâliyi zilâlin
Bir sâha-i nilî,
Ey neyyir-i leylî,
Mâtem döküyor arza bugün bedr ü hilâlin.
Bir şeb ki, zîrinde kusûfun,
Seyrângehi olmakta tuyûfun.
Mâziden esip gelmede bir nevha-ı vaveyl..
Bir âh-ı müebbed.
Hangi güneşin mâtemidir zulmetin ey leyl,
Ey şi’r-i muakkad
Yıldızlar olur bence meâlin gibi nâyâb
Âtîde görünmezse o mâzideki mehtâb.
Olmazdı sabahın da yarın gülmeğe meyli
şinde bu dîdâr-ı mahûfun.
Kartallara baktım düşüyorlar yere bîtâb;
Oldum sanıyordum melekü’l-mevt ile hem-hâb.”



1870 yılının sonlarında İstanbul’a gelen İtalyan romancı, öykü yazarı ve şair Edmondo de Amicis, 1877 yılında yayınlanan “Costantinopoli” adlı kitabında, ressam arkadaşı Junck ile çıktığı

Çamlıca’yı şöyle tasvir etmişti;

“...Çamlıca zirvesi, geniş bir gri denizin ortasında bir ada gibi ortaya çıktı. Junck ve ben, uzaklardan Küçük Asya’ya gelmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük başkentinin altında kaldığından habersiz, şafaktan önce, sisler arasındaki o noktaya gelmiş olan iki fakir hacı olduğumuzu hayal ettik. Güneş büyürken ve yavaş yavaş sis battaniyesinin altında büyük metropolün muhteşem ve tamamen beklenmedik manzarası ortaya çıkarırken, artan şaşkınlığımızla büyülenmiş ve keyifli almıştık. İzlerken sanki sis kâh buradan, kâh oradan kaldırılmaya başlandı ve şehrin bazı bölümleri küçük adalar gibi ortaya çıkmaya başladı; Birbirlerinden geniş, sis içinde yüzen Üsküdar’ın tepeleri ve İstanbul’un yedi tepesi, Pera ve yüksekte yatan bölgeler ve Boğaz’ın Avrupa kıyısı...”


Kısıklı Meydanında köşesindeki Bostancıbaşı Abdullah Ağa tarafından yaptırılan Kısıklı Camii sağ kolda kalacak şekilde Büyük Çamlıca Tepesinin eteklerine doğru Küplüce istikametinde devam eden yokuşu takip ettiğimizde bir süre sonra sol tarafta küçük bir yeşil alan içerisinde kalmış, Selami Ali Efendi (Selami Dede) kabristanını görürüz.

Kısıklı Meydanı’ndan Büyük Çamlıca Caddesine doğru






Ben bir mermer kabir üzerinde bu kadar ince
ve zarif bir bezeme görmedim bu güne dek.
Kimbilir kim tasarladı, hangi usta eller can verdi bu taşa...
Ve ölümsüzleştirdi...
Üstelik de söz konusu olan bir kabir, bu bir Natürmort değil,
Nature á morte adeta...
 



İstanbul’un en ünlü evliyalarından biri olan Selami Ali Efendi’nin açık türbesini çevreleyen bu küçük mezarlığın yola bakan cephesinde,

kitabesi üzerinde,

“Reis-ül ulemâ Hekimbaşı Abdülhak Efendi zâde sahib-i tarih Hayrullah Efendi merhumun vâlidesi Fatma Münteha Hanım 1315”

yazan mezartaşı, “Şair-i Azam” Abdülhak Hâmid Tarhan’ın annesine aittir yazmaktadır.
Bu küçük ama belki de İstanbul’un en şirin mezarlığını geçip, kısa bir süre daha yüründüğünde yolun sağ tarafında, yoldan bir kısa bir rampa ile çıkıldığında büyük ıhlamur ve çınar ağaçlarının altında oluşan meydanda bir çeşmeler manzumesi ile karşı karşıya kalınır.

“Çamlıcanın en yüksek yerinde, bir perinin
Işıktan heykelini nakşettim ufuklara…
O yeşil Çamlıca ki, kat kat eteklerinin
Birini boğaz öper, diğerini Marmara.”
Faruk Nafiz Çamlıbel



Aslında rampa daha sonra ayrıntılarıyla anlatacağım Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü’nün giriş kapısına yönelmiş bir araba yoludur ve muhtemelen eskilerden kalmadır. Ayrıca yol ile rampa arasında yapılmış merdivenlerle de söz konusu alana ulaşılmaktadır. Bir Çeşme de o merdivenlerin tam ortasında yer alır. Meydanın sol tarafını yüksek taş duvarları ile Köşk sınırlamaktadır, sağ tarafını ise çeşmeleri de işgal edercesine konumlanmış olan ve eskilerde Subaşı Gazinosu olarak adlandırılan bir Restoran yer alır.





Bunlar, İstanbul’un tarihe geçmiş emsalsiz içme sularından biri ve belki de en birincisi olarak tanınan Büyük Çamlıca suyunun kaynağıdır ve kaynaktan çıkan suların aktığı çeşmelerdir. Çamlıca suları Büyük Çamlıca’da Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü’nün yanında Subaşı Gazinosu’nun içinden çıkar. Bu suların kaynakları; Tiryal Hanım Çeşmesi’nin suyu, Kısıklı Suyu, Küçük Çamlıca suyu, Ömer Efendi suyu, Şekerkaya suyu ve Fıstık dibi suyudur.

Büyük Çamlıca suyunun yanısıra, Küçük Çamlıca, Kayışdağı, Ömer Efendi, Şekerkaya, Libadiye, Bulgurlu, Beykoz’un Karakulak ve Kuzguncuk’un Tomruk ağası sularının namı yüzyıllar boyunca sürmüş, zengini, yoksulu bu suları yapılan çeşmelerden kana kana içmişlerdi.
Semiha Ayverdi, “Hey gidi günler hey” adlı kitabında,
Çamlıca’dan ve şifalı memba sularından;

“Çamlıca demek, kuru ve güzel havasıyla beraber birbirinden hafif memba suları demekti. Köy halkının testisini, kovasını, kabını kaçağını çömertçe dolduran Kısıklı suyundan başka, daha nazlı, daha şifalı olan Büyük Çamlıca suyu, Tomruk Ağası suyu, Ali baba suyu, köye allah tarafından ihsan edilmiş nimetlerdi. Amma, aynı köyün öbür sırtı da bu nimetten mahrum bırakılmamış, Küçük Çamlıca suyu, Müftü Kuyusu suyu ve Libade suyu ile taltif edilmişti.”

diyerek bahsetmişti.
Caddeden set üstüne çıkan merdivenlerin sahanlığında yer alan
ve haznesi sonradan onarılarak mermer ile kaplanmış olan
Tiryal Hanım Çeşmesi, 1871 yılında Sultan II. Mahmud’un 1826 yılında evlendiği
onyedinci eşi, üçüncü ikbali Tiryal Hanım Efendi (1810-1883) tarafından yaptırılmıştı.
Çeşmenin aynasında ve 7 satırlık kitabede
yine muhteşem bir ustalık göz kamaştırmakta. 



XIX. Yüzyıl başlarında yaşamış olan Muhammed Hafid Efendi, İstanbul suları ile ilgili bir risale yazmış ve Büyük Çamlıca suyunu,

“içme sularının padişahı” olarak vasıflandırmıştı.
Büyük Çamlıca kaynağının olduğu yere 1661 yılında Sultan IV. Mehmed (Avcı) tarafından yaptırılan Büyük Çamlıca Suyu çeşmesi. Zaman içerisinde su yolu bozulmuş ve çeşme harab olunca Sultan II. Mahmud’un emriyle 1835 tarihinde onarılmıştır.



1661 yılında Sultan IV. Mehmed (Avcı) tarafından yaptırılan bu çeşmenin sağında merdivenlerin yukarısında yer alan küçük çeşme Meryem Kadın Çeşmesidir ve oraya sonradan taşınmıştır.
1835 tarihinde onarılan çeşmenin ön yüzünndeki ayna taşı üzerine
tamire ait kitabe yerleştirilmiş, üzerine de ampir üsluplu bir rozet içerisinde
Sultan II. Mahmud’un Tuğrası eklenmiştir.
Sultan II. Mahmud’un tuğrası:
Mahmud han bin Abdulhamid el muzaffer daima (adli)



11 beyitlik kitabenin yazıları, Osmanlı Hat Sanatı’nın önemli isimlerinden biri olan Kazasker ve hattat Yesâri-zâde Mustafa İzzet Efendi’ye aittir. 1849 yılında vefat etmiştir.



Ne yazıktır ki bugün artık kurumuş ve o emsalsiz suyunu kaybetmiş olan
çeşmeler, hemen yanıbaşındaki Restoranın pek de saygın olmayan kullanımına
terk edilmiş gibi durmakta. Plastik kovalar, süpürgeler, faraşlar, temizlik malzemeleri,
boş meyve sebze kasaları, çöp kovaları için zıt bir dekor oluşturmaktadır.
Yerlerinden düşş, kırılmış, yıpranmış
 mermer parçalar da orada burada sürünmekteler.


Düz çatılı büyük bir haznesi olan çeşmenin asıl kitabesi yan yüzdeki kapı üzerinde yer almaktadır. Çeşmenin hemen sağ tarafında 1793 tarihli Meryem Kadın çeşmesi yer alır ki ikisinin de sonradan buraya taşındığı bellidir.

Namık Kemal ise, İntibah” adlı romanında Büyük Çamlıca suyu için;

“Feyyâz-ı kudret, âlemde âb-ı hayat icadını irade etmiş olsaydı,
o haysiyeti Çamlıca Suyu’na verirdi”
diyerek onu daha da yüceltmiştir.
1793 tarihli Meryem Kadın Çeşmesi, Sultan III. Selim’in çuhadar ağası* Süleyman Ağa tarafından annesi Meryem Kadın adına yaptırılmıştır.  Dört sütunla üç bölüme ayrılan çeşme, 1057 nolu kanunla tuğrası kazınan eserlerdendir.

* çuhadar ağası: Çuhadan yapılmış bir elbise giydikleri için bu adla anılan bu ağalık Sultan Çelebi Mehmed zamanında kurulmuş saraydaki mühim memuriyetlerden birisidir. Çuhadar ağası ünvanına sahip olan kimse, padişahın hizmetinde bulunur ve ona en yakın dört ağadan birisidir. Hasodabaşı ve silahdar ağadan sonra üçüncü derecede önem taşır. Çuhadar ağası olan, ata binerek hünkarın gerisinde gider ve padişahın yağmurluğunu taşır. Hükümdarın kaftan ve kürklerine bakmak da vazifeleri arasındadır. Ayrıca Çuhadar ağası, Padişahın bayramda camiye gidişlerinde ve merasimlerde halka para saçar. Çuhadar ağanın maiyetinde hizmetlisi olarak iki lalası, aşağı koğuşlardan birer kullukçu ve birer zülüflü baltacılarıyla ikişer sofalı, birer heybeci ve ikişer yedekçileri bulunur. Çuhadar ağası terfi derse, silahdar olur ve şayet saraydan dışarı hükumet hizmetlerinden birine çıkarılacak olursa da, kendisine beylerbeylik veya vezirlik verilirmiş.
 


Burada tarih kazıyıcı vandal da İstanbul’un tuğrası kazınan bazı çeşmelerinde
görüldüğü gibi beceriksizmiş, demir raspayı iyi kullanamadığı için tuğraların
büyük bir bölümü halen durmaktadır.
Çeşmelerin kitabelerinden anlaşılmaktadır ki, bugün artık kurumuş olan bu çeşmelerin suyunu Sultan IV. Mehmed (Avcı) avlanmak için bu tepelerde dolaşırken keşfetmiş ve çeşmelerin inşaasını emrederek halka sunmuştur.
Büyük Çamlıca Namazgâhı, Kısıklı- Büyük Çamlıca yolu üzerinde ve bu yoldan Sefa Tepesi'ne çıkılan yolun solunda, Tomruk Suyuna giden Küplüce yolunun da sağ tarafındadır. Sol tarafında, Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi'nin Köşkü, sağ tarafında da Subaşı Gazinosu bulunmaktadır. Namazgâh, Subaşı adını, suyun başında bulunduğu için almamıştır.
 



Tarihçi, gazeteci ve müzeci İbrahim Hakkı Konyalı, “İstanbul Namazgâhları” müsveddelerinde Küçük Çamlıca Suyu’nun bulunduğu yerdeki teferrüc (ferahlatıcı, iç açıcı)namazgâhlarında
halk yazın gezinti yapardı.” diye anlatır.

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde;
“Büyük Çamlıca Mesiresi, göklere baş kaldırmış bir yüksek dağın tâ tepesinde bir tekke idi. Orada padişahımız kendilerine mahsus ‘Cihan Bağı’ adıyla bir büyük bahçe tanzim ettirdi ki orada olan köşke hakîrin (Çelebi’nin) tarihi şöyledir: Didim Evliyâ bu kâha tarih Mübarek ola kasrın Padişahım sene 1065 (1648-1687) Sultan IV. Mehmet bu yerde, 1071 (1660-1661) tarihinde bir çeşme ve namazgâh yaptırdığına göre; Kasır, Çeşme ve Namazgâhtan altı sene evvel yapılmış demektir.” diye anlatır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beşşehir”de;
“... Bazen bu çeşmenin haznesi küçük bir set olur. Namazgâh teşekkül ederdi (...) Fakat benim en sevdiğim, Küçük Çamlıca’da,
altından Avcı Mehmed devrinin bir çeşmesi akan settir. Bu ilhamlı taraçanın Marmara’ya bakan tarafında, güneşin altında benekli bir hayvan sırtı gibi kabaran çifte kartal sokağı vardır. Bu adı nereden vermişler. Acaba dördüncü Mehmed’in av merakının bir yâdigârı
mı? Yoksa aynı hastalığa tutulmuş bir başkasından mı geliyor. Yahud sadece tesadüfün bir cilvesiyle mi bu çeşme ile sokak birleşiyorlar? Şurası var ki IV. Mehmed Çamlıca’yı seviyordu ve bu Namazgâhın civarından köşk, hatta bir de câmi yaptırmıştı. Hal’inden evvelki sıkışık günlerde bu tarafta avlanmıştı.” diye anlatır.

Semiha Ayverdi, bu kez İki Aşina” adlı kitabında, Büyük Çamlıca suyundan, çeşmelerden ve o Köşk’ten de bahseder;
 “ Büyük Çamlıca suyu ne Ali Baba’nın bostanındaki dehlizde damla damla akan sular ne de Kısıklı çeşmesinin taşıp dökülüp gürül gürül akan suları idi. Mide hastalıkları için rağbet edilen Büyük Çamlıca suyunun başı kalabalıklarla dolup taşar, gelenlerin hemen hepsi ellerindeki bardakları doldurarak içmeden gitmezlerdi.
 Şehzâde Velîaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin köşkü yanı başında bulunan bu çeşmeden ayrılanların çoğu nedense Tomruk Ağası denen mevkideki bir başka semtin meşhur membaının başına gitmekten de bir türlü vazgeçmezlerdi.
Köyün oldukça kuytu ve bakımsız olmasına rağmen son derece sıcak ve yeşillik cenneti denebilecek, bu münzevî köşesine rağbet edenler çoklukla bulunurdu. Tomruk Ağası suyu, belki de köyün diğer içme sularından daha saf idi ve şifalı olduğuna inanan kimselerin durağı olarak kabul edilirdi.
İstanbul halkı sepetleri içine doldurdukları yemeklerle canlarını kırlara atmaktan hoşlandıkları için keçi yolu bile olmayan kırları aşarak suyu gibi havası da temiz ve latif olan Tomruk Ağası’nın uzak ve bozuk yoluna rağmen, bin zahmete katlanıp semtin rüzgarları ile terlerini kuruturlardı.
Büyük Çamlıca suyunun yanından ayrılan taşlı ve çok dar bir yol vardı ki iki tarafı oldukça kesif çalılarla kaplanmış olduğundan yolcular, ayakları incinse bile aldırış etmezlerdi. Bu çalıların arasında dört yapraklı ve beyaz, pembe hatta sarı yalın kat yabani güller bulunurdu ki bunların birinden ötekine konup kalkan çok küçük eflatun kelebekler göze çarpardı. Dikkat edilecek olursa bunların aşıklık oyununa kalkmış minicik sevdalılar olduğu anlaşılırdı.”

Ahmet Semih Mümtaz, 1948 yılında yazdığı “Evvel zaman içinde TARİHİMİZDE HAYAL OLMUŞ HAKİKATLER” kitabında;
“Büyük Çamlıcaya pek sokulmak kolay değildi. Orada şehzade Yusuf İzzeddin Efendi ikamet ediyordu. Binaenaleyh büyük Çamlıca menba suyunun bulunduğu mahal erkeklerden ziyade kadınlarla çocuklara toplantı yeri olurdu. Ve şehzade yemek yedirdiği için bir hayli fıkara da oralarda dolaşırdı.”
çeşmelerden bahsetmektedir.

 Ahalinin çeşmenin başından ayrılmasının hikmetine ise, Ercümend Ekrem Talu, Yeni Sabah’taki “Boğaziçi’nin Eğlenceleri” başlıklı 17 Haziran 1944 tarihli yazısında; 
“Ahalinin cesur kısmı Yûsuf İzzeddin Efendinin köşknn yanındaki Tomrukağası’na kadar sokulur, Abdlhamit’in şerrinden korkanlar ise, buraya gitmez de Kısıklı Çeşmesi’ndeki suyla serinler.”
diyerek açıklık getirmişti.


Sermet Muhtar Alus da “Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin intihar hadisesi sebebiyle uğursuzluğa kapılmamak için kimsecikler buraya adımını atmaz olmuş, hatta Kısıklı Çeşmesi'nin önündeki kahvelerin ağaç diplerinde de in cin top oynarmış” diye bahseder.
Abdülhamid devrine gelindiğinde, tahttan indirilen ve Çırağan Sarayında hapis hayatı yaşayan kardeşi V. Murad’ın yanısıra tahta en yakın kardeşleri Şehzade Reşad ve Kemalettin efendilerin aksine, kendisinden önce tahta oturmuş olan ve 30 Mayıs 1876 darbesi ile tahttan indirildikten 5 gün sonra da Fer’iye Sarayı’nda intihar eden amcası Abdülaziz’in hayatta bulunan dört oğlu [Yûsuf İzzeddin Efendi(1857-1916), Abdülmecid Efendi(1868-1944), Mehmed Şevket Efendi(1872-1899), Mehmed Seyfettin Efendi(1874-1927)] ve iki kızı [Sâliha Sultan(1862-1942), Nâzime Sultan(1866-1947)] yaz aylarını Çamlıca’nın en güzel yerlerindeki köşklerinde hür bir şekilde geçirirlerdi.


Veliaht Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’nin

kendisinden 11 yaş küçük olan ve 29 Mayıs 1868 tarihinde Hayranıdil Kadınefendi’den doğan Şehzade Abdülmecid Efendi’nin (1868-1944) Bağlarbaşı Kuşbakışı Caddesi üzerinde mimar Alexandre Vallaury tarafından tasarlanıp yapılmış görkemli bir köşkü vardı, ki halen ayaktadır. 
Sultan Abdülaziz’in 6 oğlundan en küçüğü olan 21 Eylül 1874 tarihinde Gevheri Kadınefendi’den Dolmabahçe Sarayı’nda doğan ve Sultan Abdülaziz vefat ettiğinde 2 yaşına bile basmamış olan Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi’nin (1874-1927) de Çamlıca’da, ağabeyi Şehzade Abdülmecid Efendi’nin Köşkü kadar muhteşem olmasa da özellikle bahçesiyle ilgi çekici bir köşkü vardı. Bu Köşk de hemen hemen Sultan II. Mahmud’un ablası Esma Sultan’ın köşkü civarlarındaydı. Kısıklı Caddesi ile Küçük Çamlıca Caddesi arasında Yağlıkçı Ayazma Namazgâhı ve 1858-59 yıllarında yaptırılmış olan Ömer Bey Çeşmesi’nin ilerisinde, Ramiz Paşa Çıkmazı’nın üzerindeki ağaçlıklı arazide, Marmara manzarasına hakim yüksekçe bir mevkide yer alıyordu. Boğaziçi Köprüsü ve çevre yolları yapılırken yol seviyesi yükseltildiğinden çeşme, namazgâh ve Küçük Çamlıca Caddesi çukurda kalmıştı. Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi Köşkü Sarraşar*dan (bankerlerden) Kamondo ailesinden satın almıştı.
*Sarraşar: Genellikle Rum, Yahudi, Ermeni, Venedik ve Cenevizli tüccarların yerli gayrimüslimlerle evlenmeleri neticesinde ortaya çıkan Levantenlerden olan sarraşar İstanbul’da ve ticaretin geliştiği taşra şehirlerinde faaliyet gösteren, para ticareti, nakli ve muhafazası, gayrimenkul alım-satımı, 1760’lardan itibaren de kısa vadeli borçlarla hazineyi finanse etme gibi görevleri yerine getiren; Padişah beratıyla atanan ve iş yerleri Galata’da olduğu için de Galata sarrafı/bankeri olarak nitelendirilen kişilerdir.

Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi küçük yaşta yetim kalınca, kuzeni Sultan II. Abdülhamid tarafından yetiştirilmiş, 1924 yılında Türkiye sınırları dışına çıkarılmadan evvel bahriyedeki son rütbesinin ferik (koramiral) olduğu bazı kaynaklarda ifade edilmekle birlikte arşiv kaynaklarında bu rütbenin liva amiral (tuğamiral) olduğu yazılıdır. Şehzade Mehmet Seyfeddin Boğaziçi’ndeki Şirket-i Hayriyye vapurlarında kaptanlık da yapmıştı.

Şehzade Seyfeddin Efendi, bahriyeye kaydedilen şehzadeler arasındaydı. 22 Eylül 1874 tarihinde doğan ve henüz iki yaşındayken babası vefat eden Seyfeddin Efendi’nin bahriyeye kayıt işlemi geç bir tarihte gerçekleşmişti.
Osmanlı bahriyesine yedi şehzadenin kaydı yapılmış olup bunlardan ilk üçü Sultan Abdülaziz’in oğulları Mahmud Celaleddin, Mehmed Şevket ve Mehmed Seyfeddin efendilerdir. Sultan II. Abdülhamid’in kardeşi Burhaneddin Efendi’nin oğlu olan İbrahim Tevfik Efendi ile padişahın oğlu Mehmed Burhaneddin Efendi de bahriyeye kayıtlı şehzadelerdendir. Şehzade Mehmed Seyfeddin Efendi’nin iki oğlu, yani Sultan Abdülaziz’in torunları Mahmud Şevket ile Ahmed Tevhid efendiler de bahriyeye kayıtlı şehzadeler arasında yer almaktadır.
Fotoğrafta oturanların sol başındaki Şehzade Mehmed Seyfeddin Efendi’dir.


Sultan Mehmed Reşad’ın (Saltanatı: 1909-1918) onayı ile Şehzade Seyfeddin Efendi, 7 Şubat 1916’da İrade-i seniyye ile fahrî kalyon kaptanı (miralay) rütbesine, 28 Temmuz 1918’de ise liva amiral (tuğamiral) rütbesine terfi ettirilmişti. Osmanlı bahriyesinde bir faaliyeti olmayan Şehzade Seyfeddin Efendi’nin emrine kendi talebi üzerine bir istimbot tahsis edilmiş, bu istimbot, şehzadenin Ortaköy’deki dairesi önünde dururdu. Şehzade, 1921 yılında tamirat ve noksanlarını karşılamak üzere Bahriye Nezareti’nden Dımaşk (Şam’ın eski adı) adlı istimbotun kendisine tahsisini istemiş ve bu talebi uygun görülmüştü.

Zincirlikuyu’da ikametine mahsus bir kasrı olan Şehzade Seyfeddin Efendi, Çamlıca’daki Köşk öncesinde Erenköy’de Bostancıbaşı’da bir köşkte kiracı olarak da oturmuştu. Zincirlikuyu’daki kasrın arazisinde bulunan taş ocaklarından 1920 yılında işgalci İngiliz askeri birliği tarafından Şişli-Maslak yolunun tamirinde kullanılmak üzere taş çıkarılmıştı.

Babası gibi denizciliğe meraklı olan ancak İstanbul sokaklarında istediği gibi dolaşamayan Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi, Kamondo ailesinin üzüm bağlarını bozdurarak yerine büyük bir suni göl yaptırmış, içine bir çatana oturtmuş, gölün kenarına Boğaziçi semtlerinin isimlerini taşıyan iskeleler kurdurmuş ve çatanasıyla bu iskeleler arasında düdüğünü çalarak, aile efradını taşıyarak eğlenmeye ve vakit geçirmeğe başlamış, ancak komşu köşklerdeki insanlar rahatlıkla öğle uykuları uyuyamaz olmuşlardı.


Şehzade Seyfeddin Efendi, Türk musikisinin büyük hâmilerinden biri idi. 80’e yakın eser besteleyen Şehzade Seyfeddin Efendi’nin günümüzde sadece Hüzzam ve Bayati makamındaki peşrevleri ile birkaç ilahisi bilinir. Tanburi Cemil Bey, Çamlıca'daki bu köşkte haftalarca kalırdı.



Şehzade-i civan-baht Mehmet Seyfeddin Efendi’nin bir diğer merakı da, padişah çocuğu olarak bir şehzadenin minareler ve harfler arasını son derece hassas bir şekilde ölçüp, teller üzerine kandilleri itinayla dizmesi, şerefeye çıkıp o telleri germesi, sonra da kandilleri yağ ile doldurup yakması hem çok zahmetli, hem de pek alışılmış bir iş olmasa da, şatafatlı ünvanına bakmaksızın Ramazan aylarında İstanbul’daki Selátin Camileri’nin, (padişahlar tarafından inşa ettirilmiş olan büyük camiler) mahyacılığını yapmaktı. Söylenenlere göre o dönemde İstanbul’da ondan daha marifetli başka bir mahyacı yokmuş. 

Diğer yandan Ahmet Semih Mümtaz, 1948 yılında yazdığı “Evvel zaman içinde TARİHİMİZDE HAYAL OLMUŞ HAKİKATLER” kitabında
söz konusu köşkün, eski Şura-yı Devlet azalarından Vahit Bey'in babası Necip Molla’ya ait olduğunu ve 10 Temmuz 1894 tarihinde meydana gelen Büyük İstanbul Depremi’den sonra, Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi tarafından önce kiralanarak oturulduğu, sonradan satın alındığı belirtmektedir.

Denizciliğe ve gemi yapımına meraklı olan Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi’nin Osmanlı Donanması’nda onursal amiraliği vardı. Şehzade Seyfeddin Efendi, Osmanlı donanmasının iyi bir seviyeye getirilmesi maksadına yönelik olarak Donanma Cemiyeti tarafından Birinci Dünya Harbi sırasında yürütülen kampanya sırasında, cemiyete 60.000 kuruş bağışta bulunmuştu. Denizcilik merakı dışında resim yapıp, piyano çalan şehzade Türk muzikisinin de hamilerinden biriydi. Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi’nin Mehmed Abdülaziz, Mahmut Şevket adında iki oğlu, Ahmed Tevhid ve Fatma Gevheri adlarında da ikizleri olmuştu.

Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi’nin ikinci oğlu Mahmud Şevket Efendi (1903-1973), Gazi Osman Paşa’nın oğlu Müşir Damat Kemaleddin Paşa’dan torunu ve Sultan II. Abdülhamit'in kızı Naime Sultan’dan torunu 12 Kasım 1900 tarihinde Ortaköy Sarayı’nda dünyaya gelmiş olan Adile Sultan ile 4 Mayıs 1922 günü evlenmiş, düğünleri bu köşkte yapılmıştı. Bu düğünden iki sene sonra, 1924 yılı’nın Mart ayında Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi ve ailesi, diğer Osmanlı Hanedanı mensupları gibi, 49 yaşındayken yurt dışına çıkarılmıştı. Fransa’nın Nice kentinde yaşamış, 19 Ekim 1927 günü, kalp krizi geçirmiş, 53 yaşında Nice’de vefat etmişti. Naaşı sonradan Şam'a nakledilerek Sultan Selim Camii hazîresine, Sultan Vahdettin'in yanına defnedilmişti. 

Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi’nin yakışıklı bir bahriye yüzbaşısı ve pilot olan ikinci oğlu Mahmud Şevket Efendi, 1924’de hanedan sürgün edilirken, evleri yağma edildiğinden, beş parasız, bir yük gemisi ile Türkiye’yi terketmek zorunda kalmış, sürgün sıkıntıları yüzünden, eşi Adile Hanımsultan’dan ayrılmış, 1 yaşındayken sürgüne çıkan kızı Hamide “Nermin” Nezahat Sultan, Fransa’da anneannesinin yanında kalmıştı.
Robe jaune et robe arlequin (Nézy et Lydia)
(Sarı ve ekose elbiseli iki genç kız, Nézy Hamid Chawat ve Lydia Delectorskaya)
Henri Matisse, 1941
Tuval üzerine yağlı boya, 61x50 cm.
Matisse Müzesi-Le Chateau Cambr
ésis, Kuzey Fransa 
Robe jaune et robe arlequin (Nézy et Lydia)
(Sarı ve alacalı elbise - Nézy Hamid Chawat ve Lydia Delectorskaya)
Henri Matisse, 1941
Tuval üzerine kurşun kalem ve yağlı boya, 46,5x55,5 cm.
Genç kız olduğunda Nermin Sultan modern resim sanatının en büyük ustalarından Fransız ressam Henri Matisse’nin (1869-1954) atölyesinde “Nézy-Hamide Chawkat” adıyla ona modellik yaparak geçimini sağlamaya çalışmış, 7 Kasım 1998’de Fransa’da bir hastanenin muhtaçlar koğuşunda yoksulluk içinde vefat etmişti.
Hamide “Nermin” Nezahat Sultan’ın (Nézy Hamid Chawat) modellik yaptığı ve Kasım 2014’te 15 milyon Euro fiyatla satışa çıkacağı açıklanan Henri Matisse’in 1942’nnin Ocak ayında Nice’de yapmış olduğu “Odalisque Au Fauteuil” (Siyah Koltuktaki Cariye) adlı 38 x 46.3 cm. boyutlarındaki tuval üzerine yağlı boya tablosu, 4 Şubat 2015 Çarşamba günü, Londra Sotheby’s Müzayede Evi tarafından düzenlenen bir açık arttırmada, 15,8 Milyon Pound’a, yaklaşık olarak 60 milyon TL’ye satılmıştı.

Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi’nin Köşkü, 1899’da Sultan II. Abdülhamid tarafından Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’ya (1866-1935) ihsan edilmiş ve o zamandan sonra Şerifler Köşkü olarak anılır olmuştu. Köşk, onun vefatından sonra 1892’de bu köşkte doğan oğlu, Türk müziğinin önemli şahsiyetlerinden biri olan besteci, ud ve çello virtüözü Şerif Muhittin Targan tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Ne yazık ki bu köşk günümüze yetişememiştir.
Şerif Muhittin Targan
(1892-1967)
Feyhaman Duran tablosu
Şerif Muhittin Targan’ın köşkte yapılan haftalık mûsiki toplantılarına da katılan Mehmed Âkif’le yakın arkadaşlığı vardı. Hatta, Şerifler Köşkü’ne sıklıkla girip çıkan Mehmet Âkif Ersoy, “Necid Çölleri’nden Medine’ye” şiirini Şerif Muhittin Targan’a atfetmişti.
Şerif Muhittin Targan
(1892-1967)
Feyhaman Duran tablosu
Şerif Muhiddin 10 yaşındayken, köşkteki herkes uyudayken, gece yarısı şamdanı yakar, yattığı oda ile aradaki üç büyük koridoru geçerek misafir odasına varır ve mesafeleri kısaltan büyük bir aşk ile udunu eline alır, Çamlıca’nın en güzel tepelerinden birinde, Boğaziçi’nin eşsiz manzarasını gören penceresinin önünde saatlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan çalar, çalar, çalarmış, ta ki yoruluncaya kadar. İstanbul’un gökleri aydınlanıp, minareler görünmeye başlayınca sabahın yaklaştığını anlar, erken kalkanların onu ele verecekleri korkusuyla udunu yeniden kanepenin altına gizler ve ses etmeden yatağına dönermiş.


Çamlıca halkı, en çok “Efendi Hazretleri” diye adlandırdıkları Şehzade Yûsuf İzzeddin’e değer vermişlerdi. Zira Şehzade Yûsuf İzzeddin yaz aylarında Büyük Çamlıca Tepesi’ndeki köşkte yaşadığında, halka ilgi gösterir, araba gezilerinde büyük, küçük ayırmaksızın herkesi selamlar, Küçük Çamlıca etrafında bugün mevcut olmayan tur yolunda arabasıyla gezintiye çıktığında, yol boyunca dizilmiş semt çocuklarına arkadaki arabada bulunan harem ağası paralar saçar, bu nedenle de tutulur ve sevilirdi.


Ahmet Semih Mümtaz, 1948 yılında yazdığı “Evvel zaman içinde TARİHİMİZDE HAYAL OLMUŞ HAKİKATLER” kitabında Çamlıca Köşkü ve çevresi ile ilgili olarak şunları anlatır;
“Bizim bildiğimiz ve gördüğümüz tek hususiyeti İkinci Sultan Hamid’in cülusu ve veladeti günlerine tesadüf eden gecelerde Büyük Çamlıca dağının binlerce fenerler ve takı zaferlerle donattırılmış olması ve sazlarla eğlendirilen halka ikramlar edilmesi, mevsime göre içecek ve yiyecek verilmesi idi. Hele gazete muhabirlerine birer, ikişer altın hediye verildiği için gazeteler ballandıra ballandıra bu donanmadan bahsederlerdi.”


Namık Kemal, ilk kez 1876’da basılan Romanı “İntibah”ta, Divan Edebiyatının ünlü şâiri Nedîm’in (1681-1730) yeryüzündeki güzelliklerin en üstün örnekleriyle süslü olduğuna inanılan âlem-i misâl’i hatırlayarak, 1720 yıllarında bir Sa’dâbâd Devri kasrı olan Defter-i Hâkânî Emini (Tapu ve Kadastro Genel Müdürü) Muhammed Efendi’nin Köşkü için yazdığı;
“Ey âlem-i misalin seyyah-i hûşyarı;
Hiç kasr suretinde gördün mü nevbaharı?”
(Ey rüya âleminin aklı başında yolcusu,
sen ilkbaharı hiç köşk şekline girmiş bir halde gördün mü?)
“Köşk Kasidesi”ne atıf yaparak, 19. yüzyılın Çamlıca yaşantısı ile Lale Devri’nin Sa’dâbâd yaşantısı arasında ve Defter-i Hâkânî Emini Muhammed Efendi Köşkü ile Çamlıca Köşkü arasında bir koşutluk kurmuş ve şunları yazmıştı Köşk için;
 “İstanbul’u görenlere mâlûmdur ki Çamlıca köşkü, ruh-perverlikte (huzur dağıtmakta) nev-bahardan aşağı kalır bedâyi-i rüzgârdan (ruhu okşamakta) değildir. Binası bir tarafa dursun, yalnız bulunduğu mevki İstanbul’un en müstesna bir noktası olduğu gibi , İstanbul bir melike-i deryay-ı letafettir ki yalnız hazin hazin sahillerine yüz sürerek pişgâhından (önünden) akıp giden deryanın safası mevkiin bütün cihan içinde akransızlığını isbata kifayet eder.”
 
Günümüz Türkçesiyle;
[İstanbul’u tanıyanlar bilir ki Çamlıca Köşkü; Huzur dağıtmakta, ruhu okşamakta ilkbahardan aşağı kalmaz. Nasıl ki İstanbul, Nedim’in ifadesiyle iki deniz arasındaki büyük incidir ve âlemde benzeri yoktur. Bu köşk de binası bir tarafa dursun, yalnız bulunduğu konumuyla bile İstanbul’un en gözde noktasıdır. Bana göre, İstanbul hoş ve engin deryalarda boy gösteren bir denizkızıdır ve sahillerine yüz sürdükten sonra (vedalaşırcasına) hazin hazin önünden akıp giden deryanin bulduğu huzur İstanbul’un bir benzerinin olmadığını ispat için yeterlidir.]


Sonunda, Büyük Çamlıca tepesinin boğaza bakan eteklerinde, Büyük Çamlıca suyunun çıktığı kaynağın ve çeşmelerin etrafını kaplayan büyük bir arazi içerisinde ve hemen çeşmelerin solunda yer alan, malikane denilebilecek özelliklerdeki Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin yaz aylarını geçirdiği muhteşem Köşkünün önündeyim.

O kapının ardında, birbirine bağlı biri büyük diğeri küçük iki Köşkten oluşmuş Selamlık ve Harem bölümü yer almakta. Ancak kapıdan girmek mümkün görünmüyor, zira kilitli...

 Yolun sağındaki derme çatma (devşirme) yığma taş istinat duvarını takip edip, Küplüce istikametine doğru ilerleyince, çok değil yaklaşık yüz, yüzelli metre sonra bulduğum bir açıklıktan duvarı aşıp, elimi kolumu sallayarak, hiçbir engele, sorgulamaya maruz kalmadan rahatça araziye sızabiliyorum. Karşıma yarım bir şekilde bırakılmış koskoca bir betonarme inşaat çıkıyor. Bir zamanlar yapımına başlanan ancak sonrasında bazı hukuki nedenlerle durdurulmuş olan bir yapı bu, Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü’nün arazisin içerisinde.
 Köşkün bulunduğu alan setler halinde teraslanarak düzenlenmiş. Yolun kenarını takip eden istinat duvarını aştığımda ilk sete ulaşmış oluyorum, bundan sonra üç set daha var ki o setlerde de köşkler yerleşmiş durumda.
 İlk set üzerinde köşke doğru ilerledikçe, yakın zamanlarda bu setin daha çok köşke gelip giden kamyonlar için düzenlenmiş bir yola dönüşğünü hem yerdeki izlerden hem de ilerledikçe karşılaşğım köşkten çekildiğini sandığım malzeme yığınlarından anlayabiliyorum. Bunlar köşkün yıkılan kısımlarından çıkarılmış hurda sayılan ahşap parçalar, kimbilir nerelerde kullanılmak amacıyla buradan alınarak kimlere, nerelere götürülüyor...
Sanki, yangından mal kaçırılmıyor da,
daha çok Yangına mal kaçırılıyor gibi...

Bazı kaynaklara göre, Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi Korusu ve Köşkü olarak bilinen bu Köşk ve Koru, Bağ-ı Cihan Kasrı (Cihanbağı Kasrı) olarak Sultan IV. Murad (1623-1640) tarafından 1634 tarihlerinde yaptırılmış ve etrafındaki arazi de bahçe olarak tanzim edilmiş ancak, kısa sürede harap olan bu kasır IV. Mehmed tarafından yeniden yaptırılmış, o da 60-70 sene kadar dayanabilmişti. Tamamen ortadan kalkınca da Sultan II. Mahmud tarafından gözdesi Tiryâl Hatun için Camlı Köşk adıyla yeniden yaptırılmış ve Hazine-i Hassa’ya ait olan bu yapı zaman içerisinde çeşitli eklentiler ile büyütülerek Sultan II. Abdülhamid devrinde Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’ye tahsis edilmişti.


Başka kaynaklarda ise, Köşk ve Koru Sultan II.Mahmud’un Hekimbaşısı, aynı zamanda şair de olan ve ünlü şair Abdülhak Hâmid Tarhan’ın dedesi Abdülhak Molla’ya (1786-1854) aitken, Hekimbaşı’nın vefatından sonra, varisleri tarafından Sultan II. Mahmud’un 1826 yılında evlendiği onyedinci eşi, üçüncü ikbali Tiryâl Hanım Efendi’ye (1810-1883) satılmış, o da Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’ye hediye etmiştir.
Günümüz Çamlıca Tepesi görüntüsünde Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Köşkü ve korusu içerisine başlanıp yarım bırakılmış betonarme Otel inşaatı kalıntısı 
Burada söz konusu olan Köşk, gerçekten de Hekimbaşı Abdülhak Molla’ya aittir ve haritada 1 ve 2 ile işaretlenmiş olan bu birbirine bağlı iki Köşkün ve Korunun hikayesi yukarıda anlatılan hikayeden biraz farklıdır. Zira, Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Anılarında Köşkün ve Korunun Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’ye intikali biraz farklı anlatılmaktadır.

Hekimbaşı Abdülhak Molla Ailesinin Kışlık olarak kullandıkları Bebek’teki yalılarından başka, “kiraz ve üzüm mevsimlerinde” gittikleri “Büyük Çamlıca’da iki büyük” köşkleri vardır. Bu iki Köşkün biri, 1 ve 2 ile işaretlenmiş yanyana, biribirlerine bağlı iki Köşk, diğeri ise daha sonra ele alacağımız 3 numara ile işaretlenmiş olan bağımsız Köşk’tür.


Köşk ve Korusu (1 ve 2), Hekimbaşı Abdülhak Molla Efendi tarafından gönül almak amacıyla hanedana satılmıştır. Fakat köşkün arazisi genişletilip, Çamlıca tepesinin de içine katılmak istenmesi üzerine, Abdülhak Molla Efendi o tepede bir evliyanın defnedilmiş olduğunu söyleyerek bu işe engel olmuştur.


Süleyman Nazif, bunu Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Anıları’nın önsözünde
şu şekilde sözkonusu etmiştir;

“Sultan Abdülmecid bu yeri satın aldıktan sonra padişaha fazla hizmetkarlık ve gayretkeşlik etmek isteyen saray adamları hududunu başkalarının zararına tevsi’etmek isterler. Abdülhak Molla bu tecavüzün önüne geçmek için orada bir kabir inşa ve bunu bir velîye nisbet etmekte muztar kalmıştır.”

Abdülhak Hâmid Tarhan ise anılarında, olayı ayrıntılı olarak
şu şekilde anlatmaktadır;

“Bizim bu Ayasofya konağında bulunduğumuz sırada irade-i seniyye ile Yûsuf İzzeddin Efendi’ye satılan Çamlıca köşkünün bir selefi vardır, bir hikayesi vardır. Selefi (geçmiş zamanlardan kalma) Çamlıca sedlerinin yani seyir yerinin ittisalinde (bitişiğinde) bulunan köşkceğizdir ki bize ait olduğu halde çok zaman evvel Sultan Mecid’e satılmıştı. O köşkceğiz gitgide büyümüş, semirmiş, boy çekmiş, orta halli bir saray haline gelmiş ve en sonunda Sultan Hamid’in irade-i İhsan-adesiyle ikinci köşkümüz gibi o da Yûsuf İzzeddin Efendi’ye verilmiştir.

Aile-i fakiranemizden hanedan-ı saltanata intikal eden bu iki sayfiyeden köşkceğiz dediğim birincisi o zaman Çamlıca’da hanedana mahsus bir mahal olmadığı cihetle Sultan Mahmud’un hastalığı esnasında tebdil-i hava için Sarıkaya denilen mevki-i sıhhiye nakledilerek orada vefat ettiği için büyükpederim Hekimbaşı Abdülhak Efendi tarafından bir cemile olarak o tarihte ve o münasebetle satılmış fakat Hazine-i hassa bu küçük aşiyan-ı saltanatı umumun tenezzühüne (gezinti) mahsus olan Çamlıca tepesine de hakim (aşağıdan yukarıya hakim) etme istediğinden o tepede bir veli (evliya, ermiş kişi) medfun (defnedilmiş) ve binaenaleyh taarruzdan (saldırıdan) masun (korunmuş) olduğunu beyan ederek menfaat-ı amme kuvve-i hususiyyenin (kamunun çıkarları gözetmek niyetiyle) pençe-i garetinden (yağmacılığın pençesinden) yine büyükpederin vasıtasıyla ve güç hal ile kurtarılmıştır.”

Abdülhak Hâmid’in hatıralarında bu 3 nolu köşkü “virane-i mâderi” olarak hatırlaması, köşkün büyük validesi Hasenettullah Hanım tarafından annesi Münteha Hanım’a verilmiş olması ve Münteha Hanım’ın bütün hayatına tanıklık etmesinden dolayıdır.
3 numaralı Köşkün, Hekimbaşı Abdülhak Molla’ya ve ailesine ait olduğu, söz konusu satışın 1890-95 yılları arasında, pek de gönüllü olmadığı gibi, değerinin de çok altında yapıldığına dair bilgilere yine Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Hatıralarında rastlıyoruz; 

 


Abdülhak Hâmid’e can veren annesi için Çamlıca’nın büyük bir önemi vardır. Zira küçük yaşta Kafkasya’dan İstanbul’a getirilerek Çamlıca’daki Ferid Efendi Köşküne satılan, Çerkes bir esire olan Münteha Hanım’ın komşu köşkte oturan Hâmid’in babası ile tanışıp yakınlaşmaları ve daha sonrada evlenmeleri Abdülhak Hâmid’in varoluş sebebi olmuş, Münteha Hanım’ın büyüdüğü, gelin ve anne olduğu, en sonunda da vefat ettiği bu köşk Hâmid’e daima Çamlıca’yı “diyâr-ı maderî” (ana diyarı) olarak hatırlatmıştır.

“Çerkezistan’da küçük bir dereden
koparıp taht-gâh-ı İslâm’ın
en cihangir, en karîb-i semâ,
en güzel noktasında: Çamlıca’da,
bir büyük köşke ref’eden sultan.
...
Olmasa payıtahtımızda mesağ
bu esir almaca oyunlarına;
sâhibi bir Ferid Efendi olan,
dediğim köşkün ittisâlinde
olmasa başka bir ikematgâh;
olmasa onda bir küçük molla,
sâhib-i dârın oğlu bir çelebi;
olmasa komşular miyânında
âşıkî bir mukarenet mevcud,
olmasa hâsılı bu râbıtalar,
bu hatalar, bu hoş tesadüfler,
ben de olmazdım olmaya cesbân.
...
İki köşkün biri bu kızcağızın
terbiyetgâhı, şimdi virâne.
Biri de haclegâhı, şimdi ahur!
birinin pek yakın civarında
birinin karşısında, şimdi ise,
Duruyor seng-i kabr-i pür-nuru!...
Ben onun oğlu rûh-ı Fâtiha-hân.”

1885’de Beyrut’da eşi Fatma hanımı kaybeden Abdülhak Hâmid, 1890’da Londra’da Nelly Hanım’la evlenmiş ve onu İstanbul’a getirmiş, Çamlıca’daki bu köşke yerleşmişler ve güzel günler geçirmişlerdi.

Köşk, Hâmid’in hayatındaki zor günlerden sonra sığınılan bir mekan olmuştu. Hâmid, burada anne şefkati ve “nazenin-i edebiyat” sayesinde acılarını teskin etmiş ve yeniden hayat bulmuştu.

Hâmid’in “Hacle” ve “Bunlar O’dur” şiir kitapları Çamlıca Köşkü’nde geçen bu sancılı döneminin ürünleridir.

“... Kabrin taşı yerine konulduktan sonra Beyrut’u terkettim. Haziran evasıtında çocuklarımla beraber Çamlıca’daki köşkümüzde validemin yanında bulunuyordum. Bana en büyük tesliyet, o şefkat-i mücessemeden gelmişti. Beyrut’ta manen intihar etmiştim. Fakat Çamlıca'da o mübarek sebeb-i vücudumu görünce be-tekrar dünyaya gelmiş gibi oldum. Maşuka-i saniyem bulunan nazenin-i edebiyat ise bana ilham-ı hayat etmekten hali kalmıyordu. Hatta onun aşkıyla bir de Hacle bina etmiştim. Makher’le Hacle* birbirine zevc ve zevcedir. Bunlar O'dur eserindeki şiirler de o kabilden sanihalardır.”

* Hacle: Gelin Odası, gerdek odası




Ancak bu güzel günler, köşkün “Yûsuf İzzeddin Efendi’ye verilmek üzere taraf-ı Şâhâne’den satın” alınmasıyla son bulmuştu.
Abdülhak Hâmid’in zamanında satın alınan bu köşkün satışında Hazine-i hassa görevlileri, köşke hemen hemen yarı fıyatını biçmişlerdi.

“Bizim zamanımızda satılan ikinci köşkün hikâyesinde ise şekl-i diğerde yağmagerlik nümâyân oluyor. Şöyle ki bu tâli’siz virane-i mâderî bunlara sahipsiz bir kenar-ı vatan görünmüş ve bitaraf muhamminler ona lâakal üç bin lira kıymet verdikleri halde Hazine-i hassa muhamminleri binbeşyüz liraya tahmin edip taraf-ı Şâhâne’den de atiyye olarak üç yüz lira verdiklerinden hem zarar edilmiş hem ihsan almış ve bundan başka köşkün arazisi elli bin arşın olduğu tapu senedatında musarrah iken değirmen yeri nâmıyla onun biraz ötesinde bulunan yetmiş seksen bin arşınlık arazimiz de satılan köşke ait olduğu iddia edilerek ve bermûtad gasbolunmuş ve zebunların tüvanalar tarafından ezilmesi demek olan bu mağduriyet-i müzmine senelerden beri devam etmekte bulunmuştu.”

Abdülhak Hâmid’in hatıralarında bu 3 nolu köşkü “virane-i mâderî” olarak hatırlaması, köşkün büyük validesi Hasenetullah Hanım tarafından annesi Münteha Hanım’a verilmiş olması ve Münteha Hanım’ın bütün hayatına tanıklık etmesinden dolayıdır.

22 Haziran 1889 tarihinde Sultan II. Mahmud’un hekimbaşısı olan Abdülhak Molla’nın; Harem, Selamlık, Hamam, Ahır ve bağından oluşan köşkü satın alınarak Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’ye tahsis edilmiş, böylelikle Yûsuf İzzeddin Köşkü arazisi 89 dönüm genişlemişti.
1911 yılında Abdülhak Molla’nın torunları, Abdülhak Hamid Bey, erkek kardeşi Abdülhak Nasuhi Bey ve kız kardeşleri Hayrünnisa ve Mührünnisa Hanımlar, Çamlıca’daki (sattıkları) köşkün ve müştemilatının tapusunun kaybolduğunu beyan ederek Defter-i Hakan-ı Emaneti’ne başvurmuşlardı.

Köşkün girişinde bir dönem Köşkü kiralayarak orada yaşayan,
Sultan II. Abdülhamid’in Harem Ağası Nadir Ağa




Burhan Felek, 20 Kasım 1977’de Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde kaleme aldığı yazıda,
köşkle ilgili anısını yazmıştı; 

“Ben bu büyük köşkü bundan belki de 40-50 sene evvel bir kere ziyaret etmiştim. Ne vesile ile ve kimin delaletiyle gittiğimi hatırlamıyorum. Ama köşkte Yusuf İzzeddin Efendi merhumun berhayat olan haremi hanımefendiyi ziyaret etmiştim. Oldukça yaşlı bir kadınefendiydi. Beni gördüğüne memnun olduğunu söyledi. Köşkün hala hafızamda azameti yer tutan bir büyük ve çifte merdiveni vardı. Onu çıktık. Bir büyük avluya geldik. Oradan da hanımefendinin oturduğu büyük odaya girdik. Ben elini öptüm, kalkamıyordu. Hatırımda kaldığına göre hem şişmanlıktan, hem de romatizmadan dolayı kalkamıyordu. Bu ziyaretimde gördüğüm köşkün yandığını gazetelerde öğrenince çok müteessir olmuştum. Bu köşkü Yusuf İzzettin Efendi’nin veresesi, yani kızları satmak istemişler ve beş on sene evvel tanıdığımız sanayicilerimizden birine eski eser olarak muhafaza kaydıyla üç milyon liraya satmayı teklif etmişlerdi. Almakta birtakım mahsurlar düşündüğü için teklifi kabul etmediğini, dostum olan sanayici bana nakletmişti. Yanan kısmın, asıl köşk olmayıp müştemilat olduğunu öğrenerek müteselli olurken, köşkün sahibi merhum Yusuf İzzettin Efendi ve yakın Osmanlı hanedanı mensupları hakkında malumat vermeyi faydalı ve bilhassa yeni nesiller için çok lüzumlu buldum. 

Yakın tarihi biz Sultan Abdülmecid’den alırız. Teceddüd dediğimiz, devlet müesseselerinde reform hareketi daha ziyade bu padişah zamanında başlamıştır. Sultan Abdülmecid’in tahta çıkışında eski Türkçede garip bir tarihi beyit vardır: 

“Bir, iki, iki delik*, 
Sultan Mecid oldu Melik.” 



* Sultan Abdülmecid, [Hicri 1255 (1839)] senesinde tahta çıktığında,
“Bir, iki, iki delik, Abdülmecid oldu melik” şeklinde tarih düşürülmüştü.


1255, eski türkçe ile yazıldığında 55 iki delik gibi görünür.






1997 yılında çekilmiş olan bu net olmayan fotoğraflarda
Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü henüz çok fazla tahrip olmamış.

1920’li yılların ortalarında İstanbul için Sigorta Haritaları çizen Topoğraf
Jacques Pervititch’in 1930 tarihli Üsküdar-Kadıköy paftasında Tophanelioğlu, Altunizade, Kizikli, Bulgurlu ve Çamlıca Tepesini görebiliyoruz. Jacques Pervititch, 1895 yılında Kadıköy Saint Joseph Fransız Lisesi’nden mezun olmuş ve yıllar sonra çizdiği 1939 tarihli Kadıköy-Moda paftasını okuduğu okuluna “Burslu okumama olanak sağlayan eski okuluma benden bir hatıra” notuyla hediye etmişti.
Harita’ya daha yakından baktığımızda “Tophanelioğlu” ve “Altunizade” yazıları arasında yolun ikiye ayrıldığı noktada, Çamlıca Millet Bahçesini görebiliyoruz. Hemen onun biraz üstünde mavi ok ile işaretlediğim yerde İzzedin Eff. Kiosk yazısını görüyoruz ki, bu yanlış; Gerçekte Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’nin Köşkü, hemen “Büyük Çamlıca” yazısının üst solunda ve haritada “Sultan Mahmut Çeşme” yazılı olan kırmızı ok ile işaretlediğim yerdedir.

1938 yılında Yûsuf İzzeddin Efendi’nin varislerinin Hazine-i Hassa’ya ait Büyük Çamlıca Tepesi’ni usulsüz olarak Köşk arazisine kattıkları ve Maliye Bakanlığı tarafından geri alınacağı belirtilmiş, Ana Köşk ve bir kısım arazi aileye bırakılarak, bazı köşkler ve Çamlıca Tepelerine  Devlet el koymuştu.

 Yapı, Yûsuf İzzeddin Efendi’nin ölümünden sonra 1952 yılına kadar eşi Leman Ünlüsoy Hanımefendi tarafından özgün mobilyasıyla korunmuştu. Leman Hanımefendi bütün eşyası ile korumayı başardığı Çamlıca Köşkü’nün bahçesi içindeki ayrı bir binada, pek sevimli ve pek şen bir yaşlı kalfa ve onun evladıyla yaşamaktaydı.


26 Temmuz 1952 tarihli Milliyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yer alan haber ile Yusuf İzzeddin’in kızlarının İzmir’e geldikleri bildirilmişti;
“Yusuf İzzettinin iki kızı İzmir’de
Güney Doğu seferinden limanımıza dönen İstanbul vapuru ile Osmanlı hanedanının son veliahtı Yusuf İzzettin efendinin iki kızı gelmişlerdir. Bilindiği gibi Yusuf İzzettin efendi 30’uncu padişah (muhabir burada da bir hata yapmış 32. Osmanlı Padişahı Abdülaziz’i 30. Padişah olarak yazmıştır.) Abdülazizin oğludur.”

İki gün sonra, 28 Temmuz 1952 tarihli Milliyet Gazetesi’nin yedinci sayfasında gazeteci Fahir Ersin (1929-1988) yaptığı bir haber ile Yusuf İzzeddin Efendinin kızlarının İstanbul’a geldiği bildirilmişti;
“Sakıt Osmanlı Hanedanından Sultan Abdülazizin oğlu, veliaht Yusuf İzzettin Efendinin kızları Şükriye ve Mihrişah dün sabah saat 9 da İstanbul vapuru ile Mısırdan şehrimize gelmişlerdir. 28 senelik vatan hasretinden sonra, yurduna kavuşan bu iki Türk kadınını, karşılamak için rıhtım, sabahın çok erken saatlerinde, ellerinde buketlerle dolu kalabalık bir halk kütlesi tarafından doldurulmuş bulunuyordu.
Kalabalık arasında, prenseslerden tutun da, son tarihi günlerini yaşayan iki büklüm halayıklara, Sarayın gidiş ağalarına kadar kimler yoktu.
İstanbul vapuru ağır ağır rıhtıma yanaşırken, bütün gözler geminin küpeştesine dikkat kesilmişti.
Bu arama uzun sürmedi. Küpeşteye dayanmış, yaşlı gözlerle el sallıyanlara mukabeleye çalışan Şükrüye ve Mihrişah Hanımları kolaylıkla bulduk.
Prenses Şükriyenin üzerinde sarı bir döpiyes var, siyah renkli tüllü şapkası, bluzu, çantası ve ayakkabısı ile zarif bir asorte teşkil etmiş. Kardeşi Şükriye ise (Mihrişah olmalı) ayrı bir serafet içinde, gayet koyu mavi kapalı yakalı bir döpiyes giymiş, ablasının mavi gözlerine karşılık, koyu kestane renkli yaşlı gözlerini, siyah bir güneş gözlüğü ile kapamış. Fakat her ikisi de, zerafet ve inceliğin birer mümessili olarak, tevazu ile suallerimizi cevaplandırıyorlar.
‘Vatan hasreti ne demek?- Bunu iliklerimize kadar tam 28 sene çektik. Hayatımızın en mesut, en heyecanlı gününü yaşıyoruz. Bize bu mesut anı bahşeden muhterem Cumhurbaşkanına, Meclise ve Hükümet erkânına en derin şükranlarımızı arz ederiz.’ Mavi gözlerinden dökülen, tutamadığı yaşı, başını yana çevirerek silen Prenses Şükriye, titreyen hıçkırıklı bir sesle:
’28 senelik vatan hasretine, 14 senelik bir de ana hasreti binerse’ sözünü tamamlıyamıyor. Hepimizin gözü gayriihtiyari doluyor.
Daha ne sorulabilir. Gözlerindeki mânada bütün suallerin cevabı, sesindeki tatlı, sıcak ve titrek tonda hislerinin ifadesi mevcut...
Ayağa kalkarak gözlerini, Boğazın enginliklerine dikiyor: ‘Evet tam 28 sene. Bilemezsiniz...’
Müsaade isteyerek yanlarından ayrılıyorum.
Dostlarının samimi tezahüratı arasında Prenses Şükriye, Mısır Hanedanından Prenses İffet Hasan’ın, Mihrişah da beraberinde getirdiği hususi arabası ile anneleri Leman Ünlüsoy’un Büyük Çamlıcadaki köşklerine gidiyorlar.
Mihrişah arabayı kendi sürüyor. Bu yolculukta şunları öğreniyorum. Prenseslerin ortancaları Nizamettin Efendi Mısırda veremden ölmüş ve son sözleri de şu olmuş: ‘Her şey bir yana, vatan hasretine dayanamıyorum, vatanımda olsaydım, bu verem hastalığını yenerdim, ama hasretlik yenilmiyor. Tek vasiyetim mezarımın vatanıma naklidir. Eğer bu olmazsa mezarıma, bir avuç vatanımın toprağından koyun.’
Arabalarla köşkten içeri girerken, kurbanlar kesiliyor.
Anneleri hasta olduğu için kaldırmamışlar. Prensesler bir deli rüzgar gibi uçarcasına kendilerini salona, annelerinin kucağına atıyorlar.
Artık gözler feveran etmiştir, bilâistisna herkes ağlıyor. Sevinç gözyaşları dökerek...
Koca salonda yalnız hıçkırık ve arada ‘Anne, anne’ sesleri duyuluyor.
Kapının ağzında temiz pak, siyah bir kostüm giymiş, ağlıyan yaşlı bir zat:‘Ben, diyor. 41 senelik bu ailenin kölesiyim. Yusuf İzzettin Efendinin gidiş ağası idim. Çok şükür Allaha bana bu günü de gösterdi.
Konuşmamıza katılan bir hanım da: ‘ 14 sene birbirlerini görmediler. Bu heyecan inşallah hanımefendinin hastalığına da yarıyacak, doktorlar öyle söylediler’ diyor.
Öğrendiğime göre; Prenses Şükriye Ziya adında Kıbrıslı bir Türkle, Mihrişah ise Mecit Efendinin oğlu Ömer Farukla evli bulunmaktadır.”


1952 yılında çıkan bir kanunla yurda dönen, Yûsuf İzzeddin Efendinin kızları, Şükriye ve Mihriban Mihrişah Sultanlar anneleri Leman Ünlüsoy Hanımefendi tarafından özenle mobilyaları bile korunan köşke yerleşmişlerdi. Onlar Türkiye’ye geldikten yaklaşık bir yıl sonra anneleri Leman Ünlüsoy Hanımefendi 3 Ağustos 1953’te vefat etmiş, 1972 yılında Fatma Şükriye Sultan’ın vefatından sonra da Mihriban Mihrişah Sultan Büyük Çamlıca Tepesi’nin eteklerinde 20 bin 700 metrekare arazi üzerindeki Köşkü Prof. Dr. Ziya Aydın’a satmıştı.


Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü, henüz harab olmamış, yaşarken

Günümüzde de Ziya Aydın’ın özel mülkü olan köşk tamamen kendi kaderine terkedilmiş, harabeye dönmüştür. Dr. Ziya Aydın Köşkün sadece Harem kısmını kullanmaktadır. Yüksek istinat duvarlarıyla çevrili olan araziye dışarıdan girmek imkansız gibidir.


Yapının içerisine giremediğimden ve içeride yıkım tehlikesi olduğundan maalesef iç mekanlardan fazlaca bir görüntü alamadım. Köşken bahçesi tamamen yabani otlarla kaplanmış, köşk, dört duvar üzerinde kalmış, camları kırılmış, cephe süslemeleri bozulmuş...
1942 yılında çekilmiş bir hava fotoğrafında Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü, arazisi ve çevresi.  

“Mihriban Mihrişah Sultan köşkün satışından köşten arta kalan, babasına ait bazı özel eşyaları, Askeri Müzeye bağışlamıştır. Bu bağışların arasında Eugen Boermel imzalı 60,75,65 cm boyutlarında Yûsuf İzzeddin Efendiye ait bronz rölyef de bulunmaktadır. Dikdörtgen formlu bronz rölyefte, Veliahd Yûsuf İzzeddin Efendi profilden, sivil kıyafetli olarak ve başında fes ile tasvir edilmiştir.

Portrenin sol köşesinde Osmanlıca olarak Veliahdın imzası, hemen altında ise Eugen Boermel’in latin harfleriyle atmış olduğu imzası ve yapım yılı görülmektedir’’

II. Dünya Savaşı sırasında, Köşkün arazisi içerisindeki yapılara yerleşmiş olan bir askeri birlik, büyük ışıldaklar yakarak gelebilecek hava saldırılarına karşı gökyüzünü aydınlatırlarmış.

Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkünün yapım tarihi ve mimarı tam olarak tespit edilememektedir. Sanat Tarihçisi Dr. Cavidan Göksoy, 1997 yılında yazmış olduğu Doktora tezinde, yapının bir XIX. yüzyıl yapısı ve saray mimarisini andırır bir üslubu olduğundan, mimarının Balyan ailesinden bir mimar olması ihtimalini ileri sürmektedir.


Yaptığım araştırmalar sırasında kesinleşmiş bir kanıta rastlamasam da çok da muteber saymadığım bir küçük notta; Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü’nün mimarının Yeniköy’deki Said Halim Paşa Yalısı’nı da yapan Çanakkaleli Ermeni mimar Petros Adamandidis (Petraki Kalfa) olduğu belirtilmektedir. Büyükada’daki kendi evi dışında, Kuledibi’ndeki bir apartman binası ve Galatasaray’daki kendi apartmanı bilinen eserlerindendir. Petros Adamandidis, devrinin kalburüstü mimar-kalfalarından birisidir. “Sânî” (yapan, işliyen, yapıcı, san'at eseri olarak meydana getiren) ve “Evvel” (birinci) derecelerinden “Ûlâ” (Osmanlılarda, protokolda Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinden sonra gelen bir sivil aşama) rütbesi sahibi olan Petraki Kalfa’nın oğlu Viktor Adamandidis de (1881- 1948) döneminde bir çok binaya imzasını atmış bir mimardır.

Ben Yûsuf İzzeddin Efendi’ye ait büyük Mâbeyn Köşkü ile yanındaki Harem Köşklerinin farklı zamanlarda ve farklı mimarlarca yapılmış olabileceğini düşünmekteyim. Dikkatle incelendiklerinde her iki köşkün de tarzlarının çok farklı olduğu görülebilmektedir. Düşüncem şudur ki, başlangıçta Tiryâl Hanım ve Abdülhak Hâmid’in annesi Münteha Hanım gibi iki kadına ait olan Mâbeyn Köşkü’ne o sırada gerekli olmayan Harem Köşkü, Yûsuf İzzeddin Efendi’ye intikalinden sonra eklenmiş olabilir. İki köşk arasındaki bu üslup farkı da oradan mı kaynaklanıyordur acaba? Bu arada Harem Köşkü’nün mimarisini, üslubunu 2014 yılında yaptığım bir araştırma sırasında karşılaştığım ve fotoğrafladığım, bugün Erenköy Kız Lisesi’nin kullanımında olan,  İstanbul Şehremini İsmail Rıdvan Paşa’nın 1890-1906 yılları arasında Göztepe’de satın aldığı arazi üzerine yaptırmış olduğu üç katlı ahşap köşk (yanmış ve yokolmuştur), Selamlık Köşkü, hamam, mutfak, ahırlar ve Davet Köşkü’nden oluşan yapılar topluluğunun bahçesinde günümüzde bir harabe olarak izlerini görebildiğimiz, Rıdvan İsmail Paşa’nın kızı Nuriye Hanım için Mimar Alexandre Vallaury’e yaptırdığı Merasim Pavyonu’na (Davet Köşkü) benzetiyorum.
Nuriye Hanım Merasim Pavyonu’nu iç mekanından
sıva üzerine yapılmış bezeme detayı

Nuriye Hanım Merasim Pavyonu’nu iç mekanından
sıva üzerine yapılmış bezeme detayı
Nuriye Hanım Merasim Pavyonu Selamlık Köşkü’nün güneyinde tren yoluna paralel olarak büyük bahçenin tamamen ağaçlık ve sakin bir köşesinde inşaa edilmiştir. Yapıldığı dönemde özel davetlerin verildiği bu tek katlı köşk, bugün büyük oranda bakımsızlık nedeniyle harap haldedir, hatta neredeyse günden güne yok olmaktadır. Çekmiş olduğum fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi, bu Merasim Pavyonu’nun detaylarında Yûsuf İzzeddin Efendi Harem Köşk’ü ile büyük benzerlikler görmekteyim; Buradan hareketle elimde bir kanıt olmamakla birlikte, Yûsuf İzzeddin Efendi Harem Köşkü’nün mimarı Alexandre Vallaury olabilir mi diye düşünmekteyim. Elbette buna cevap verecek olanlar bu konunun uzmanlarıdır, ben sadece gerek Petros Adamandidis’in gerekse Alexandre Vallaury’nin adlarına burada kayda geçmesi ve bir tartışma yaratması adına yer vermekteyim. 
Rıdvan İsmail Paşa’nın kızı Nuriye Hanım için
Mimar Alexandre Vallaury’e yaptırdığı Merasim Pavyonu
 
Nuriye Hanım Merasim Pavyonu’nundan detay 
Nuriye Hanım Merasim Pavyonu’nundan detay 
Nuriye Hanım Merasim Pavyonu’nundan detay 
Nuriye Hanım Merasim Pavyonu’nundan detay 
 Ayrıca ilgilenecekler için; Şehremini Rıdvan İsmail Paşa’nın yaptırdığı Göztepe’deki Merasim Köşkü ile ilgili ayrıntıları, 26 Ekim 2014’te Blog’umda “Biz hatamızla kül ettik, gül açan bahçeleri...” başlığıyla yayınladığım yazı, aşağıdaki linktedir.


Sanat Tarihçisi Dr. Cavidan Göksoy’un Doktora tezinde yer alan Kadastro planında,
(1) Mâbeyn (Selamlık) Köşkü, (2) Harem Köşkü, (3) Bendegân Köşkü, (4) Av Köşkü,
(5)Yâverân Köşkü ve solda inşaatına başlanıp, durdurulduğu için günümüzde bir beton yığını olarak duran Otel binası.

Sanat Tarihçisi Dr. Cavidan Göksoy’un 1997 yılında yazmış olduğu Doktora tezinde, Mâbeyn (Selamlık) Köşkü, Harem Köşkü, Bendegân Köşkü, Av Köşkü, Yâverân Köşkü adlarıyla beş ayrı ana binadan oluşan Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü yapılar topluluğu şu şekilde tanımlanmaktadır;

“Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü selamlık, harem, ek bina (müştemilat), av köşkü, ahırlar, sera ve havuz birimlerinden oluşan bir yapılar topluluğudur. Yapı yaklaşık olarak 20 dönümlük bir arazi üzerine kurulmuştur.’’

“... Yûsuf İzzeddin Efendi hanedan mensubu olup, Üsküdar ilçesinin meşhurlarındandır. Yazlık ikametgah olarak kullandığı Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü de İstanbul’un XIX. yüzyıldan günümüze ulaşabilmiş, az sayıdaki sivil ve konut mimarisinin örneklerindendir. Plan kuruluşu açısından kücük ölçekli bir saray yapısı olarak da değerlendirilebilir. Yapının tarihsel belge ve yaşanmışlık niteliği taşıması da Üsküdar ilçesi için önemli bir noktadır. Fakat yapı, günümüzde tarihselliğine yakışlmayacak içler acısı haldedir. Özel mülkiyet olması da yapının yok olmasını hızlandırmaktadır. Bu yüzden yapının nesiller boyunca aktarılabilmesi için gerekli kurumlar üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeli, yapının tarihselliği konuyla ilgili çeşitli kişi ve kurumlar tarafından farklı platformlarda dile getirilmelidir.”

MÂBEYN (SELAMLIK) KÖŞKÜ:

1 numaralı Selamlık Köşkü’nün ve giriş kapısının
Büyük Çamlıca suyu çeşmelerinin olduğu alandan görünüşü







1 numaralı Selamlık Köşkünün yoldan görünüşü, önde görünen duvar sonraki yıllarda açılmış olan asfaltın yapımı sırasında yapılmış gelişigüzel bir yığma duvar. Arazinin bugün yolun olduğu kısımları da kapsadığı, hatta bu bölümde köşkün bazı müştemilat binalarının olduğu bilinmekte.





“Mâbeyn (Selamlık) Köşkü: Derinliğine dikdörtgen planlı bir yapı olarak inşa edilen köşk, zemin kat üzerine iki kat kuruluşu gösterir. Batıya açılan cephede yer alan girişte birinci kata çıkan çift çıkışlı mermer merdiven, genel görünüşü değerlendirir. Yapının eksenini oluşturan bu sofada, geride birinci kata çıkan merdivenler yer almaktadır. Sofanın iki yanında kuzeydoğu, kuzeybatı ve güneybatı köşelerde büyük birer oda, güneydoğu köşede bir iç koridora açılan üç küçük mekan bulunur. Orta bölümde, iki yanda, yapı eksenine paralel birer iç koridora açılan , birer mekan kümesi vardır. Buralarda ikişer oda ve birer hela bulunur. Zemin kat, bu şekilde, büyük bir sofa, üç büyük oda, orta büyüklükte dört oda, üç küçük oda ve iki heladan oluşur. Sofanın gerisinde, birinci kata çıkan iki yandan çıkışlı merdiven, bir çıkma ile yapı kitlesinden ayrılır, beş pencere ile ışıklandırılmıştır. İki yandan çıkışlı mermer merdivenle ulaşılan birinci kat, zemin katla aynı kuruluşu gösterir. Zemin kattan farklı olarak, güneydoğu köşede büyük bir oda ve kuzeydeki mekan kümesinde, ortada bir hizmet merdiveni yer almıştır. İkinci kat, birinci katın plan kuruluşunu tekrarlar, ancak burada girişin üzerinde, çıkmalı, vitraylı, camekanlı bir sofa vardır. Gerideki çift çıkışlı merdiven sahanlığından, L planlı kapalı bir geçitle Harem Köşkü’ne geçiş sağlanmıştır.
Taş duvarları aşıp yoldan sonraki ilk sete çıkarak köşke yaklaştığımda karşılaştığım bu manzara gerçekten çok üzücü. Köşkün büyük bir bölümü ne yazık ki büyük ölçüde bakımsızlığın, tedbirsizliğin, ilgisizliğin sonucunda ve biraz da doğal koşulların gereği, harab olmuş durumda. Ancak asıl acımasız olan, bu tahribatı insafsızca kazanca dönüştürme çabası. Resimde bir kısmı görülebilen ahşap yığını, köşkün yıkılan bölümlerinden toparlanarak, büyük bir ihtimalle yakacak olarak kullanılmak üzere kamyonlara yüklenerek götürülme öncesinde yapılmış bir istifleme... Biraz ilerisinde daha önce götürülmüş olanlardan kalma küçük parçalar bunun kimbilir kaç kez yapılmış olduğunun kanıtı.


Köşkün yer aldığı ilk sete çıkmadan önceki iki kollu merdivenlerin başında, sağdaki duvara dayalı duran bir mermer kurna ve mermer ayna vaktiyle orada var olan bir çeşmenin varlığına işaret eder gibi. Ancak, sökülmüş ve sökülürken de bir hayli hırpalanmış olan mermer parçalar öylece bir kenara atılmış olarak akıbetlerini bekliyorlar.



Selamlık Köşkü’nün güneye bakan girişi.







Restorasyonuna başlanan köşke 6 Ocak 2021 günü yaptığım ziyarette,
girişte merdivenlerin başında duran ve üst kat çıkmasını taşıyan iki büyük ahşap kolondan biri, yerde boylu boyunca uzatılmış yatıyordu.












2 set üzerindeki Köşkün sol tarafındaki
Kuzey cephesi tamamen çökmü
ş durumda.








Restorasyonuna sürdürülen köşke 6 Ocak 2021 günü yaptığım ziyarette,
yürütülen koruma ve güçlendirme çalışmalardan üç fotoğraf.




Mâbeyn (Selamlık) Köşkü’nün plan kuruluşu XIX. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış köşklerin plan kuruluşlarıyla benzerlik göstermektedir. Dikdörtgen plan kuruluşuna sahip olan selamlık köşkünde, ön ve arka köşelerde kuzey güney doğrultusunda sağ ve solda olmak üzere toplam dört oda bulunmaktadır. Bu odaların arasında orta bölüm yani sofa ve yan kanatlarda ise işleve uygun olarak kullanılabilecek tuvalet, mutfak gibi mekanlar bulunmaktadır. Sofaya açılan odalarla Türk Evi planı yaşatılmaya çalışılmıştır.”











Restorasyonuna sürdürülen köşke 6 Ocak 2021 günü yaptığım ziyarette,
yürütülen koruma ve güçlendirme çalışmalardan üç fotoğraf



“... Ahşap bir yapı olarak inşa edilmiştir. Temelin üzerine 0,25 metre yükseklikte kagir bir alt kesim vardır. Yapının bütününde, özenli bir ağaç işçiliği görülür. Giriş verandası, kapılar, pencereler, merdivenler, tavanlar, kasetli tavanlar, saçak konsol ve kornişleri, belirli bir mükemmellik anlayışı ile ortaya konmuşturlar.”








“...Bahçede atılı olarak duran pancurlar yapının özgün görünüşü ile ilgili bilgileri sağlar. Cephede giriş sekisi, iki yandan çıkışlı merdivenler ve üst sahanlığı taşıyan dört sütun beyaz mermerdir. Giriş merdiveni, bitkisel süslemeli dökme demir korkulukları ile bütünü değerlendirmiştir. Kalıntılar, çatının alaturka kiremitle örtülü olduğunu açıklar. Üst katta, çıkmalı odayı sofadan ayıran, vitraylı bir bölme vardır. Pembe, sarı, mavi, yeşil camlar kullanılmıştır.”











HAREM KÖŞKÜ:











Mâbeyn (Selamlık) Köşkü’nden  kuzeydoğu çaprazında, arkasındaki yüksek setin üzerine oturmuş olan Harem Köşkü’ne
kapalı bir geçit ile bağlantı kurulmuştur. 
Bu geçidin işçiliği ve inşaat kalitesi, bu geçidin iki Köşkü bağlamak için daha sonraki bir tarihte inşaa edildiğini düşündürmekte. 
 





Restorasyonuna sürdürülen köşke 6 Ocak 2021 günü yaptığım ziyarette çektiğim,
Mabeyn (Selamlık) Köşkü ile Harem Köşkü arasındaki geçidi,
içeriden gösteren altı fotoğraf:








“Harem Köşkü: Önde çıkmalı, dikdörtgen planlı bir yapı olarak inşa edilmiştir, bodrum üzerine bir katlıdır. Batıya açılan çokgen planlı bodrumun önünde yer alan dört sütun, üst katın çıkmalı oda balkonunu taşır. Bodrum girişinin iki yanında, birer pencere vardır. Setli bir bahçe ile çevrelenen köşke, merdivenle ulaşılır. Girişi kuzeyden olan yapının giriş sofasının gerisinde, arka sofa yer alır. Odalar, bu sofa ile bağlantılıdır. Yapının ortasında dikdörtgen planlı, tonoz örtülü, iki pencereli bir oda ve kuzeyde, bu oda ile Mâbeyn Köşkü’nü birleştiren ahşap bir geçiş yer alır. Geçişe açılan, uzun, dikdörtgen planlı tonozlu odanın önünde, çıkmalı, balkonlu bir oda vardır. Dört pencere ile ışıklandırılan bu oda, tonozlu bir tavanla örtülüdür. Arka sofadan hamam bölümüne geçilir. Burada yan yana, birbirinden geçilen tonozlu hacimler yer alır.



















“Harem kısmı aşı boyalıdır. Ön tarafta bulunan oda aynalı ve yıldız tonozla örtülüdür. Harem bölümünde ayrıca hamam da bulunmaktadır. İki katlı olan ek bina (müştemilat) gayet sade bir plana sahiptir. Sarnıç tuğlalarla örgülü olup üzeri çatı kaplıdır. Av köşkü ise diğer birimlere göre daha kücük olup ahşap ve tek katlıdır. Odaları da diğer birimlerdeki odalara göre daha küçüktür. Balkon korkulukları döküm demirden yapılmıştır. Balkon korkuluklarında döküm demirin kullanılması XIX. yüzyıl yapılarında Dolmabahçe Sarayı döneminde olduğu gibi sık rastlanan bir özelliktir.’’


Özellikle bu fotoğrafta turkuvaz, beyaz ve o Karpat’lardan gelmiş
Çam kerestesinin kızıl kestane rengi adeta usta bir ressamın elinden çıkmış
bir tablo etkisi uyandırıyor üzerimde.


Detayları tekrar tekrar fotoğraflamaktan kendimi alamıyorum, doyamıyorum;
O kadar güzeller ki...





“Bodrum katı taş üzerine tuğla ile inşa edilen Harem Köşkü, ahşap karkaslı bir yapıdır. Kapılar, pencereler, tavanlar, balkon kenar korkulukları pancurlar ve saçaklar özenli bir ağaç işçiliği ile belirirler. Yapıda tavan süslemeleri bez üzerine yapılmıştır. Hamam bölümünde duvarlar yarı yüksekliğe kadar çini kaplıdır. Zeminde de çini döşeme görülür. Çini süslemeler, yapının ortasınada yer alan tonozlu bir odada, bu mekanı değerlendirir.”

Üçüncü ve en üst sette bulunan bu küçük Harem Köşkü gerek formu gerekse tezyinatındaki ince detaylar ile gerçekten çok zarif bir görünüm sergilemektedir. Adeta tüm detaylar ve renkler bu köşkün kadınlara ait oduğunu ifşa eder gibidir. Köşkün alt katı büyük bir ihtimalle bir aralar restorasyon geçirmiş ve alt kat yeniden betonarme olarak inşa edilmiş ya da takviye edilmiş gibi görünüyor. Zamanında böyle bir güzelliğin alt katında böyle kaba beton direklerin yer aldığını kesinlikle düşünmüyorum, muhakkak ki bir zamanlar hava şartlarının tahribatına maruz kalan ahşap sütunların taşıdığı bir teras söz konusuydu.  


Restorasyonuna sürdürülen köşke 6 Ocak 2021 günü yaptığım ziyarette,
bu kez Harem Köşkü'nün içerisine girme ve fotoğraflama şansını yakalayabildim.
O fotoğraflar:





















































“Bendegân Köşkü (Hizmetliler Binası): Kare planlı yapı olarak inşa edilmiştir. Bodrum üzerine bir zemin kat ve üst katı vardır. Setli bahçenin alt tarafında yer alır. Doğu cephedeki giriş, uzun dikdörtgen bir sofaya açılır. Sofanın iki yanında, köşelerde birer oda yer alır. Cephedeki köşe odaları, cepheye açılan ikişer pencerelidir. Solda, iki odanın ortasında hela yer alır. Sofadan üst kata ahşap merdivenle çıkılır. Merdiven sofası, doğruca L planlı büyük bir odaya açılır, bu odanın geride bir balkonu vardır. Üst katta, güneyde iki oda ve odaların arasında, iki küçük mekan yer alır.

“...Köşk, kagir, tuğla bir yapı olarak, taş örgü bodrum üzerine inşa edilmiştir. Kapılar, pencereler, iç merdivenler ağaçtır.”
1950’lerde Belediye’ye geçen Av Köşkü, günümüzde Beyda ya da Beyaz Köşk adıyla bir Restoran olarak işletiliyor.



“Av Köşkü: Genel olarak derinliğine dikdörtgen bir plan kuruluşu ortaya konan Av Köşkü, bodrum üzerine bir kattır. Batıya açılan cephede giriş yer alır, önünde teras vardır. Giriş sofası pancurlu pencerelerle ışıklandırılmıştır. Arka sofaya açılan, önde iki büyük ve arkada iki küçük oda yer alır. Öndeki büyük odalar, ikişer pencereli, küçük odalar birer pencerelidir. İki kapı ile, ayrıca arka sofaya girilmektedir.

“...Ahşap bir yapı olarak inşa edilmiştir. Yapıda taş temel üzerine tuğla örgü bir alt kesim vardır. Kapılar, pencereler, tavanlar, balkon direkleri, pancurlar, özenli bir ağaç işçiliği ile yapıyı değerlendirir. Balkon korkulukları, dökme demir olarak yapılmıştır.”




“Yâverân Köşkü (yaverler, yardımcılar Binası): Enine dikdörtgen planlı, kagir bir yapı olarak inşa edilen Yaveran Köşkü bodrum üzerine bir katlıdır. Giriş yapının kuzeyinde yer alır. Ancak yapı cephesi ile güneye yönlendirilmiştir. Giriş sofasının gerisinde odaların açıldığı kare planlı orta sofa vardır. Bu sofadan, yapının cephesinde yer alan yan yana iki odaya, doğu ve batıdaki iki büyük odaya ulaşılır. Simetrik bir plan kuruluşu bütüne hakimdir. Batıya açılan büyük odanın köşesi hafifçe yuvarlatılmıştır. Girişin yer aldığı arka cephenin doğu ve batı köşelerinde birer oda ve içte doğuda bir hela vardır. Odalar ikişer büyük pencere ile dışa açılmaktadır.”

“Ahşap bir yapı olan Yâverân Köşkü’nün yükseltilmiş bodrumu tuğla örgülüdür. Kapılar, pencereler, tavanlar, saçak kornişleri dönemin ağaç işçiliğini ortaya koyar.”

Dört Yüzyıldan fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalmış olan Romanya’nın Karpat dağlarından getirilen Karpat çamı, yoğun olarak inşaa edilen gemilerin direklerinde kullanıldığı gibi, Boğaziçinin o eşşiz yalılarında ve ahşap konaklarında ve İzmir gibi, Selanik gibi İmparatorluğun birçok büyük kentinde sivil mimaride kullanılmıştı. İşte bu çelik kadar sağlam olduğu için tercih edilen Karpat çamından keresteler, Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü inşaasında da kullanılmıştı.
Yûsuf İzzeddin Efendi Köşkü’nün harab olmadan önceki bu halini görünce insan üzülmeden edemiyor. Hele o ziyaretim sırasında köşkün döküntülerinin toplanıp yakacak odun muamelesi görmesine tanık olmak ise içimi en çok acıtan duygu. Harabede artık göremediğimiz, mermer merdivenlerin dökme demir korkulukları kimbilir kimler tarafından soyuldu. Giriş kapısının önündeki renkli vitray camlı taç kapının da artık yerinde olmaması ayrı bir üzüntü kaynağı. Aklıma gelip de oralarda yerlerde kırık renkli vitray parçaları aramadığıma pişmanım. Merdivenin başlangıcında yer alan iki büyük küpün de kırınca eline ne geçtiğini anlayamadığım kişilerce parçalanmasını hiç anlayamadım. Böyle viran hale gelmiş eserleri gördüğümde bana ilerde onu hatırlatacak, her şeyden önce de ona dokundukça sanki o insanlarla bir iletişim kurduğuma inandıran bir şeyleri yanıma katıp evime götürmek gibi bir tutkum vardır. Yakılacak odun olarak ayırılmış ahşap parçalar arasında bulduğum kırık odun parçalarından öte üzerinde insan emeğinin izlerini taşıyan küçük bir parça bugün, çalışma masamda, gözümün önünde. Gerçi bir süsleme parçası olduğu aşikardı ama, bu eski  fotoğrafı bulana dek onun ne olduğunu pek anlayamamıştım. O yere düşüp yakılacak odunların arasına karışmadan önce giriş saçağının altında yer alan bir bezemenin parçasıymış meğer. Artık o benim için biraz daha fazla anlam ve değer kazandı. 

Az buz değil nereden bakarsanız bakın, yaklaşık 130 senelik bir hafıza kaydı o, kimbilir kimlerin eli değdi, el işi göz nuru olarak üretildi ve yerine yerleştirildi, büyük bir övünçle. Kimbilir kimler ona baktıkça mutlu oldu, keyif aldı...
Ve muhakkak ki o, altından geçip köşküne giren “Çamlıca’nın Efendisi”
Veliaht Şehzade Yûsuf İzzeddin Efendi’yi gördü, tanıdı... 





Sn. İbrahim Akgün'ün, "YOK OLMADAN" başlığı altında toparladığı, Türkiye'nin yok olmaya doğru sürüklenen tarihi değerleri üzerine yaptığı özenli belgesellerden biri;
17 Ağustos 2020'de yayınlanan, 14.03 dakikalık, "Şehzade Yusuf İzzeddin Köşkü" videosu:


Kaynaklar:

1- “Kronolojik Abhazya Tarihi” Prof. Dr. Timur Açugba,
Çeviri: Oktay Chkatua, İstanbul 2015

2- “Dünya Harbinde Osmanlı Devleti ve Abhazya” Mesut Erşan. VAKANÜVİS-Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl:2, Kafkasya Özel Sayısı, Sf: 146-149

3- “Sohum Kalesi Kitabesi ve Kaybedişin Hikayesi” Hasibe Durmaz. Ahenk Dergisi, 62, Ocak-Şubat-Mart 2020

4- “Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları”, Leyla Açba,
Timaş Yayınları, Mart 2004

5- Vak’a-Nüvis Ahmed Lutfi Efendi Tarihi, c.X,
Yayına Hazırlayan: Münir Aktepe, Ankara, 1988, s.13–14, 92.

6- “Şehzade evliliklerinde değişim” Yrd. Doç. Dr. Cevdet Kırpık,
Erciyes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Güz 2009 

7- “Harem” M. Çağatay Uluçay
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1971

8- “1992-1993 Abhaz-Gürcü savaşında Abhazya’da işgalci Gürcülerin vahşetine tanıklık edenlerin ifadelerinin bir kısmı...” Gurbetçinin sesi Abhaz Postası, 2 Haziran 2018

9- “Ateş Altındaki Cennet- Abhazya” 24 Eylül 1993-30 Eylül 1993 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi’nin 21. Sayfasında Nazım Alpman’ın kaleminden yayınlanan, 7 bölümlük yazı dizisi

10- Tezâkir 13–20, Ahmed Cevdet Paşa, Ankara, 1991, s.146–147.

11- “Son Dönem Osmanlı Padişah eşleri / Kadın Efendiler 1839-1924”, Harun Açba, Profil Yayıncılık, İnceleme-Araştırma, Kasım 2007

12- “Abdülmecit, İmparatorluk çökerken sarayda 22 yıl”
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi

13- “Osmanlı’da Harem” Meral Altındal, Altın Kitaplar Yayınevi, 1993

14- “19. Yüzyılda Şehzade Olmak: Modernleşme Sürecinde Şehzadeler” Füsun Gülsüm Genç, Yüksek Lisans Tezi
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2015

15- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendinin İntiharı” İsmail Hakkı Uzunçarşılı
Resimli Tarih Mecmuası, Sy: 54, İstanbul 1954, Sf: 3150-3154.

16- ‘’Veliahd Yûsuf İzzeddin Efendi Nasıl İntihar Etti?’’
İsmail Baykal, Tarih Dünyası, 30 Ekim 1950.

17- “Cumhuriyet Öncesinde Türk Kad›n› (1839-1923)” Şefika Kurnaz, s:52 Ankara: Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, 1990.

18- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden Çamlıca” Adnan Giz, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Kasım 1969, Yıl:5, Cilt:2, Sayı:10, Sf: 26-31

19- “İki Aşina” Semiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006

20- “Hey gidi günler hey” Semiha Ayverdi,
Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2002

21- “Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi” İbrahim Hakkı Konyalı, Türkiye Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1977, 2 Cilt

22- “Meyyale” Hıfzı Topuz, İletişim Yayınları, İstanbul 1998

23- “Üsküdar’lı Meşhurlar Ansiklopedisi” Üsküdar Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, İstanbul Ocak 2012

24- Üsküdar Sempozyumu I, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi, İstanbul Ocak 2004

25- Üsküdar Sempozyumu II, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi Yayın No:16, İstanbul Mart 2005

26- “Abdülhak Hâmid’in Hatıraları” Hazırlayan: İnci Enginün,
Dergah Yayınları, İstanbul 1994

27- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi Köşklerinin
XIX. Yüzyıl Türk Sanatı İçinde Değerlendirilmesi” Cavidan Göksoy,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997

28- “Sultan III. Mahmud,Cihan Hakanı ve Yenileşme Padişahı”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Haziran 2014

29- “Bir Darbenin Anatomisi”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, 1984

30- “Saraylı bir kadının gardrobu (19.yy.)” Serap Yılmaz
Bildiri, XIII. Türk Tarih Kongresi III. Cilt, II. Kısım

31- “Rıdvan Paşa Köşkü ve Yapıları: Nuriye Hanım Davet Köşkü, Restorasyon Önerisi” İlkay Kolbay, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı

32- Seda Özen Bilgili, twitter.com/Seda_Ozen

33- (Evvel zaman içinde) “Tarihimizde Hayal olmuş Hakikatler”
Ahmed Semih Mümtaz, İbrahim Hilmi Çığıraçan Kitabevi, İstanbul 1948

34- “Entertainment among the Ottomans” (Osmanlılar arasında Eğlence)
Ebru Boyar-Kate Fleet, Brill 2019

35- “Geçmiş Zamanların, Mekanların ve Hatırlamaların Rafında,
Kadıköy'ün Kitabı” Tamer Kütükçü
Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Eylül 2014


36- “Recâi-zade Ekrem’in Araba Sevdası romanında gerçekçilik” Güzin Dino
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkiyat Mecmuası XI, İstanbul 1954 Sf:57-74

37- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden, Çamlıca” Adnan Giz

Hayat Tarih Mecmuası 5(10) Sf:27-31, İstanbul 1969

Hiç yorum yok: