Sayfalar

13 Mart 2020 Cuma

Kadıköy Moda’da bir “Deli Saraylı”... (II)


Bu yazının birinci bölümü;
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2020/03/kadkoy-modada-bir-deli-sarayl-i.html

Demetrakopoulos ailesi 1895’in sonbaharında, Alfred James Frederick Barker ailesinden satın aldıkları Moda’daki Mermer Konak’ta uzun bir süre yaşamamış, iki yıla varmadan 1897’de, Mermer Konağı
Mahmud Muhtar Bey ve ailesine satmışlardı.

Mermer Malikânesi’nin yeni sahipleri;
Mahmud Muhtar Bey ve ailesi:
İstanbul’un Anadolu yakasında
bir muhtariyet;
MODA’da
Mahmut Muhtar’ın
Mermer Malikânesi

Mahmut Muhtar Bey (1867-1935)
1882-1908 yılları arasında 26 yıl Mısır’da Fevkalade Komiser görevi yapmış olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Fatma Zehra Hacı Emin’in Molla Gürani’deki konaklarında 6 Aralık 1867’de doğmuştu. Nimet (1864-1912) adında bir ablası, babasının ikinci eşi Duhter Hanım’dan da Bedreddin (1901-1927) adında bir kardeşi vardı.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa
(1839-1919)
Babası Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın yoğun faaliyetleri ve annesi Fatma Zehra Hanım’ın da kendini Paşa’ya adamış olması yüzünden Mahmud Muhtar ile daha ziyade anneannesi Sıddıka Hanım ilgilenmişti. Mahmud Muhtar 8 yaşındayken 1875’te babası Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Molla Gürani’deki Konağı’nı satmış, daha öncesinde Yaver adlı bir şahıstan Feneryolu’nda 63 dönümlük arazide var olan tek katlı eski bağ evini yıktırmış, açtırdığı taş ocağından çıkartılan taşlar ile bahçenin etrafını taş duvarlar ile çevirmiş ve üç katlı bir köşk inşa ettirmişti.

Müfit Ekdal, “Kapalı Hayat Kutusu, Kadıköy Konakları” kitabında Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Köşkü’nün konumunu şöyle tanımlamıştı; “...Feneryolu’nda tren köprüsünün altından geçen yolun karşısında çift kanatlı büyük demir kapı Gazi Ahmed Muhtar Paşa Köşkü’nün üç bahçe kapısından biri olup, kapıdan girince iki tarafı kestane ağaçlarıyla süslenmiş bir yol başlardı. Yolun sağındaki odaya Fener Odası denirdi. Raflarında yüzlerce fenerin, renkli kandillerin özenle yerleştirildiği bu yapı, Padişahın cülus günlerinde kapılara, sütunlara ve ağaçlara asılan ışık malzemesine depoluk yapardı. Yolun sol tarafındaysa bahçıvan odaları, mutfak ve biraz ilerde ahırlar bulunuyordu. Ana kapıdan başlıyan yol, bir dört yol ağzına gelince sağa gideni selamlığa, oradan da gene iki kanatlı bir kapıyla caddeye çıkardı. Düz giden yol ise çam, ardıç, defne ağaçlarından oluşan ormanlık bir tepeye ulaşırdı.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Fneryolu’ndaki Köşkü’nün Bağdat Caddesi Feneryolu İstasyonu’ndan girilen arazisinin günümüzdeki durumu ve Köşkten geriye kalan Kameriye 
Sola giden yol, iki sıra kestane ağaçlarının gölgesinde köşkün harem kapısına varırdı... 63 dönümlük bahçenin üst tarafında köşk halkının Tepe diye isimlendirdiği Yuvarlak Kameriye’nin (80’lerin sonlarında Kadıköy Belediyesi ile ortak bir çalışma yaparak, burayı restore eden ve yeniden hayat veren Çelik Gülersoy, bu kameriye için Mehtabiye* kavramını kullanmaktadır) yarısı su haznesi olup, diğer yanındaki dört odadan birisi demirhane, birisi makine dairesi, ikisi de sirke yapımı için kullanılırdı. Yuvarlağın ortasındaki büyük bir kuyudan çekilen su hazneyi doldurur, bütün bahçe buradan sulanırdı... Viyana’ya yaptığı seyahatte gördüğü bir kameriyenin aynısını, planlarını İstanbul’a göndererek kendi köşkünün bahçesinde yaptırmıştı. Tepenin çevresine çok nadir çamlar dikilmişti.”
*Mehtabiye: Ay ışığında oturmak ve mehtabı seyretmek için hazırlanmış, üstü açık kameriye
Gazi Ahmed Muhtar Paşa Köşkü’nden günümüze kalabilen Kameriye


Mahmud Muhtar, Feneryolu’ndaki köşke nisbeten yakın olan Kızıltoprak’taki Zühtü Paşa Camii’nin yanında bulunan ve yine Zühtü Paşa tarafından yaptırılan Sıbyan Mektebinde ilk öğrenimine başlamış, dayısı Ahmed Raşid Paşa ona bu okula gidiş gelişlerinde refakat etmişti. Ancak bir yıl sonra Sıbyan Mektebine gidip gelmesi de zor olduğundan dokuz yaşındayken Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne (Galatasaray Lisesi) yatılı olarak kaydedilmişti. Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde keman çalmaya heveslenmiş ancak babası Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın girişimleri sonucunda Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ndeki eğitimini tamamlamadan, düzenlenen bir irâde-i seniyye (padişah emri) ile Almanya’da askerî eğitim görmek üzere, öncesinde 1885’te Mekteb-i Harbiye’ye kaydedilmişti. Mahmud Muhtar Mekteb-i Harbiye’ye kaydolduğu yıl, daha sene dolmadan Berlin’e Metz Harbiye Mektebi’ne gönderilerek askerlik eğitimine başlamış, 15 Mart 1888’de piyade mûlâzım (teğmen) olarak mezun olmuştu. Mezuniyeti sonrası Berlin’deki Prusya İkinci Hassa Piyade Alayı’na atanmış, aynı zamanda Prusya Erkân-ı Harbiye Mektebi’ne devam etmişti. 6 Aralık 1888’de Yüzbaşı rütbesine yükselmiş, 25 Haziran 1890’da Dördüncü Osmanî Nişanı verilmiş, Almanya Erkân-ı Harbiye Dârû’l-Fûnûn-i Askerîsi’ne kabul olunmasının ardından da, Türkiye’ye dönüp 6 Haziran 1892’de Erkân-ı Harb (kurmay) sınıfına geçirilmişti. O yıl içerisinde kurmaylık eğitimini tamamlayan Mahmud Muhtar, kurmaylık stajını önce 2. Uhlans Süvari Alayı, ardından da Topçu Alayı’nda tamamlamıştı.
Mahmud Muhtar Almanya’da
6 Ekim 1892’de Kolağası (kıdamli yüzbaşı) rütbesini, ardından 12 Aralık’ta binbaşı rütbesini almıştı. 1894’te İstanbul’a dönen binbaşı Mahmud Muhtar Almanya’da aldığı eğitim sayesinde, Sultan II. Abdülhamid  döneminde başlayan orduyu modernleştirme çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla bir Alman askeri heyetiyle İstanbul'a gelen ve köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa’nın da önayak olmasıyla Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’de öğretmenliğe başlamıştı.
Colmar Freiherr von der Goltz Paşa
(1843-1916)
7 Kasım 1894’te Kaymakamlık (Yarbay) rütbesine yükselen Mahmut Muhtar Bey Mekteb-i Harbiyye’deki öğretmenlik görevinden istifa etmiş, 23 Kasım 1895’te Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Riyâseti 2. Şubesi’nde göreve başlamış, 12 Nisan 1896’da Miralaylık (Albay) rütbesine yükseltilmişti.

Mısır Hidivi İsmail Paşa (1830-1895)
O sırada Miralay Mahmud Muhtar Bey, daha önce Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Mısır’da 5 Kasım 1885’ten II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’e kadar Mısır Fevkalâde Komiserliği görevi sırasında, babasının yanına gidip gelmelerinde tanıştığı ve hoşlandığı Prenses (Al-Amira) Nimetullah İsmail (1875-1945) hanım ile nişanlanmıştı.
Çerkez asıllı Neş’edil (Nashan-Dil) Hanım (1857-1924)
Prenses Nimetullah İsmail (1875-1945) 10 eşi, 7’si kız, 7’si erkek 14 çocuğu olan Sabık Mısır Hidivi İsmail Paşa ve Neş’edil Hanım’dan doğan üç çocuğundan, Emine Azize ve Ali Cemal Paşa’dan (1892’de difteriden vefat etmiştir) sonra 24 Eylül 1875’te Kahire’de doğan en küçük kızıydı.
Prenses (Al-Amira) Nimetullah İsmail
(1875-1945)
Sultan II. Abdülhamid 26 Haziran 1879’da İsmail Paşa’yı Hidivlikten azletmiş ve derhal Mısır’ı terketmesini istemişti. İsmail Paşa ve ailesi önce Napoli’ye gitmiş, daha sonra da padişahın izniyle Emirgan Tokmakburnu’ndaki Sahilhanesi’nde yaşamaya başlamıştı. Prenses Nimetullah İsmail, Mahmud Muhtar ile nişanlanmadan önce amcası Prens Ahmet Rıfat İbrahim’in (1825-1858) Şivekar Hanım’dan 3 Şubat 1847’de Kahire’de doğan ve kendisine vekillik yapan Prens İbrahim Fehmi Ahmed Rıfat Paşa (1847-1893) ile 1890’da bir evlilik akdi imzalamıştı. Kendisinden 28 yaş büyük ve o sırada üç çocuk sahibi olan Prens İbrahim Fehmi Ahmed Rıfat Paşa 1893’te ani olarak vefat edince bir ay sonrası için planlanmış olan düğünleri de gerçekleşememişti.
Hidivyal Arması
Mahmud Muhtar Bey ve Prenses Nimetullah İsmail Hanım, yıl sona ermeden 4 Eylül 1896’da Sabık Hidiv İsmail Paşa’nın Emirgân Tokmakburnu’ndaki Sahilhane’sinde evlenmişlerdi.
Emirgan Tokmakburnu’nda Hidiv İsmail Paşa Sahilhanesi 1825
Evlendikten bir yıl sonra, Miralay Mahmud Muhtar 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sürerken “Sultan II. Abdülhamid’ten “Bana Yunan hududunda bir kumandanlık veriniz” diyerek görev istemişti. Ancak Sultan II. Abdülhamid isteğini reddetmiş, buna rağmen Mahmut Muhtar itaatsizlik ederek, gece geç vakitte tek başına hareket ederek gönüllü olarak orduya katılmış, Alayın komutanlığını üstlenerek, başarıyla savaşmıştı. Osmanlı-Yunan Harbi’nden sonra Mahmud Muhtar Bey Erkân-ı Harbiye Riyâseti İkinci Şubesi’ndeki vazifesine geri dönmüştü.
Mahmud Muhtar Bey ve Prenses Nimetullah İsmail
Bu arada Ağustos 1897’de Mahmud Muhtar Bey ile Prenses Nimetullah İsmail’in ikamet ettikleri İstanbul Emirgan Tokmakburnu’ndaki Sahilhane’sinde ilk çocukları Emine Dürriye Hanım (1897-1975) dünyaya gelmişti.
Moda Burnu’nun 1918 yılında uçaktan çekilmiş fotoğrafında
kırmızı ok ile işaretlenmiş Mermer Konak
Demetrakopoulos ailesi, Mermer Konağı Prenses Nimetullah Hanım’a satınca Mermer Konak bir anlamda düğün hediyesi olmuş, yeni evliler bundan sonraki uzun hayatlarını, fasılalarla da olsa bu muhteşem Mermer Konak’ta geçirmiş ve bu nedenle de konak,
Mahmut Muhtar Paşa Konağı olarak anılır olmuştu.

Kızları Emine Dürriye’nin Ağustos 1897’de Emirgan Tokmakburnu’ndaki yalıda doğmuş olması, ailenin Ağustos’dan sonraki günlerde Moda’daki Mermer Konağa taşındıklarını gösterir. Zaten Mahmut Muhtar Paşa Konağa taşınmadan önce Konak’ta bazı yenileştirmeler ve düzenlemeler yaptırtmıştı.

Cepheleri beyaz mermer ile kaplanmış olduğu için konağa Mermer Konak denmişti. Bu görkemli konağın, salonları, odaları, enli meşe parkeler ile kaplanmıştı ve üst kata çıkan beyaz mermer merdivenlerin yine işlemeli mermer korkulukları vardı. Odaların ve salonların yüksek tavanları, kalem işi süslemelerle bezenmişti, oda ve salon kapılarının bronz ve porselenden yapılmış tokmakları vardı. Moda Caddesi tarafından konağın bahçesine üç açıklıklı büyük bir cümle kapısından girilirdi. Ortada araçların girmesi için büyük ve çift kanatlı kapı, onun iki yanında da yaya girişleri için küçük kapılar yapılmıştı. Orta kapıyı taşıyan iki babanın üzeri ve bahçe duvarları kabartma desenlerle süslüydü ve babaların üzerinde koç başı desenli malta taşı saksılar yer almaktaydı. Kapının iki yanında bahçeden girilen birbirinin eşi iki adet kulübeden birisi bekçi kulübesi olarak kullanılmaktaydı, diğeri de su haznesi (deposu) için yapılmıştı. Ferforje araba kapısının iki kanadının da üzerinde, tam ortalarına denk gelecek şekilde Mahmut Muhtar Paşa’nın isminin başharfleri olan M ve M’den oluşan bir monogram yer almaktaydı.
Cümle (Araba) kapısının iki yanındaki babalarının üzerinde yer alan aydınlatma elemanları
(havagazı aydınlatmalarına benziyor) günümüzde artık görünmüyorlar.
Mahmut Muhtar Paşa ve ailesinin köşkte yaşadığı yıllarda köşkte yaşayan kalabalık ailenin yanı sıra köşkün içinde ve dışında çalışan çok sayıda hizmetkar bulunmaktaydı. Köşkün bahçesinde selamlık, kapalı bir manej ve ahırlar ile beraber köşke hizmet eden çok büyük bir mutfak, kiler, yemekhane ve seralar bulunmaktaydı. 1897-1903 yılları arasında yapıda şebeke suyu bulunmamakta, aydınlatma gazla yapılmaktaydı. Aynı yıllarda ısıtma için sobalar kullanılmaktaydı. 1903-1908 yılları arasında, köşke merkezi ısıtma sistemi ve şebeke suyu getirilmişti. Emine Dürriye Fuad Tugay anılarında, yapının zamanın modern düşünceleri doğrultusunda daha konforlu bir duruma getirildiğini belirtmektedir. Bu veriler ışığında aynı dönemde banyo tesisatının da yenilendiği düşünülmektedir. 1908 yılında İstanbul’un Avrupa yakasında elektrik kullanılmasına rağmen Anadolu yakasına henüz elektrik bağlanmamıştı.

Mahmut Muhtar Paşa kendi özel girişimiyle bahçeye bir makine ve dinamo yerleştirerek köşke ve bahçesine elektrik sağlamıştı. Günümüzde köşkte bulunan demir kalorifer petekleri, köşke merkezi ısıtma tesisatı getirildiği döneme ait özgün elemanlardı ve bu peteklerin bir bölümünün üzerleri kabartma desenliydi. Bahçede yer alan üzerleri kabartma desenli demir aydınlatma elemanları da aynı döneme ait özgün öğelerdi.

Konak, Tanzimat sonrasında yapıldığı için eklektik mimarinin özelliklerini taşır. Yani Batı’dan Doğu’dan pek çok öğeyi birarada barındırır. Bazı odalardaki duvar bezemelerinde 1900’lerde yaşamış İngiliz erkeklerini hatırlatan portreler, insan figürleri vardır. Bu figürler, yapının ilk sahiplerini akla getirir. Konak, bodrum, giriş, sofa ve bir cihannümadan oluşur. Giriş katta büyük bir giriş holü, birbiriyle karşılıklı 6 oda vardır ve 6’sı da aynı eşitlikte ve misafirler için ayrılmıştır. Bu odalarda girişin sağında olanlar Marmara Denizi’ni görür. Antreden sofaya çıkan merdivenlerde ise yine mermer kullanılmıştır. Konağın ikinci katında büyük sofaya açılan 6 odası daha vardır ve onlardan hemen merdivenin solundaki ilk oda Prenses Nimetullah, diğerleri de ailenin geri kalan bireylerince kullanılmıştır. Bu odaların duvar bezemeleri ve pencere yapıları göz alıcıdır.

Üçüncü  Cihannüma katı ise ise hizmetçilere yatak odası olarak ayrılmıştır ve kata hizmetçilerin kullandığı ayrı bir merdivenden çıkılır. Bu merdiven, aynı zamanda konağı bodruma, mutfak ve servis odalarına da bağlar. Konakta aileden daha çok, okul olarak kullanıldığı yılların izleri vardır. Duvar, bezeme ve tarihi kalorifer peteklerinin üzerlerinde hep öğrencilerin adları yazılıdır. Arada kopyalar ve duvarlara çakılmış kara tahtalar vardır.

Gazeteci Ümit Deniz*, özel izin alarak gezdiği ve uzun yıllar kullanılmadan boş kalan Mermer Köşk’ün (onun deyimiyle Mermer Kaşane’nin) satılmadan önceki son günlerini, 17 Mart 1953 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde, “Şehirde bilmediğimiz bir çok hazineler var” röportajında “Moda’daki Mahmud Muhtar Paşa köşkü de bu gizli hazinelerden biridir. Fakat şimdi ol saltanatın yerinde yeller esmektedir.” dedikten sonra Mermer Konağı şu şekilde satırlarına dökmüştü;

“...‘Yuvayı yapan dişi kuştur’ fetvasınca, mermer konağın mefruşatı ve tezyinatı ile de Mahmut Muhtar Paşa’nın zevcesi olan Hidiv İsmail Paşa’nın kerimesi Prenses Nimet Hanımefendi bizzat meşgul olmuş ve pek hesna (güzel) müstesna (nadir) sanat eserlerini bir araya toplamış.
Muhtelif odaları süsleyen müzehhep (yaldızla süslenmiş) tablolarla, tanık, kırma, sülüs yazılar da başlı başına birer değer taşıyor.
 Mermer merdivenlerden çıkıldığı zaman büyük sofada ki, frenklerin hol dedikleri bu methalde veyahut taşlıkta birbirinden güzel sanat eserleri sıralanmış. Yalnız bacakları aslan olan mermer, somaki bir masa var ki, çatlak olmasına rağmen sanat eksperleri buna 10.000 lira kıymet biçmişler. Yine aynı sofada tarihi kıymeti haiz Sultan Abdülaziz Han’ın eliyle oyduğu 2x1 metre ebadında iki ‘Süphanallah’ levhası var ki, şayanı temaşa birer sanat eseri.
Yatak odaları, çalışma odaları, istirahat salonları ve misafir odaları devirlere göre tefriş edilmiş. Bu binada ‘Louis XV’ ile arabesk üslubu, Türk stil eşyası ile modern mefruşatı ayrı ayrı bulmak mümkün. Her katta üçer, dörder oda, gömme banyolu daireler şeklinde tertiplenmiş. Bunlar öyle rahat bir şekilde inşa edilmiş ki, Türk hamamına alışkın olanları bile yadırgatmıyor.
Büyük salonlar ise bir nevi san’at meşherleri (teşhir yeri) halinde. Her köşede, içinde nadide sanat eserleri bulunan fevkalade kıymetli ve stil vitrinler var. Sehpaların, masaların, piyanonun üzerindeki biblolar ise bunlardan hariç. Onlar da aynen birer kıymet taşıyor.
Şaha kalkmış At heykeli Mermer Konağın önünde (üstte),
aynı heykel günümüzde S/S/M Müzesi bahçesinde (altta)

Mermer köşkün bahçesi çok geniş. Ön kısımda bir küheylanın, arka bahçede ise bir erkek geyiğin bronzdan mamul nefis heykelleri var.
Konağı dolaşırken öğrendiğimize göre yakında burası bir milyon Türk lirasına eşyası ile beraber satılacakmış. ‘Niçin satılıyor?’ diye sorduk. ‘Sahibinin paraya ihtiyacı mı var ki?’ ‘Hayır’ dediler. ‘Kendisi Mısır’da ikamet ediyor. Yalnız boş konağın aylık masrafı 2 bin lira. Gelip oturmayacak olduktan sonra onlar da bunu tutmak istemediler.’
Boşunun aylık masrafı 2 bin lira olan mermer köşkün bir de açık olduğu zamanı hesaplamak istedik. Gözlerimizin önünde astronomik rakamlar dolaşmaya başladı. Bunun üzerine biz de bu işten vaz geçtik.
‘Seyretti hava üzre denir
taht-ı Süleyman,
Ol saltanat ki,
yeller eser şimdi yerinde...’
Onun gibi mermer köşkün bütün saltanatı da artık sona ermiş bulunuyordu. Adeta küçük çapta bir müze kıymetini haiz bu binadan ayrılırken, bayağı bir üzüntü duyuyor, eski baba yadigarlarının bu şekilde ihmale uğrayışı karşısında da belki hakkımız olmayan tuhaf bir kırgınlık hissediyorduk.”
* Ümit Deniz: (1922 - 14 mayıs 1975) İstanbul'da doğmuş, Haydarpaşa Lisesi’ni bitirmiş, Hukuk Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi’nde bir süre okumuş, Tan, Son Telgraf, Cumhuriyet, Tasvir, Yeni Sabah ve Milliyet gazetelerinde çalışmıştı. Gazeteci olarak takip ettiği olayları konu edinen macera romanları yazmış, tercümeler yapmıştı. Gazeteci Murat Davman tiplemesini yaratmıştı. Murat Davman, Dedektiflik ile ajanlık arasında kalmış köklü bir aileye mensup, batılı kültürü ve türklük şuuru olan, milli istihbaratın sık sık kendisine başvurduğu bir gazetecidir. Davman, her macerada güzel kadınlarla aşk ve şehvet dolu ilişkiler yaşayan, gözünü budaktan sakınmayan, girdiği tehlikeli ortamlardan bir kaç sıyrıkla atlatan bir kahramandır. Ümit Deniz, yarattığı Murat Davman karakterine, özellikle içki sofrasında “şerefe” demek yerine “aspava” diye kadeh kaldırtarak dilimize “aspava” kelimesini de kazandırmıştı. Herkes Murat Davman’a “aspava”nın anlamını sormuş, o da “allah, saadet, para, aşk versin, amin” diyerek kısaltmış olduğu dileğini açıklamıştı romanlarında. İnsanlar zamanla bu dileği çok benimsemiş ve halk dilinde de yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştı. Öyle ki dilenciler bile ellerinde aspava yazılı levhalarla dolaşır olmuş, Aspava adıyla çok sayıda işyeri açılmaya başlanmıştı. Özellikle lokantalar bu isme daha çok rağbet etmiş, ancak kısaltmanın açılımını değiştirerek, “allah sağlık para afiyet versin amin” şeklinde kullanmaya başlamışlardı. 1972 yılında Dünya Olimpiyat Güreş Şampiyonu olan Mahmut Atalay ile pideciliğin duayeni Ali Ödekbaş, Ankara Ulus’da Sanayi Caddesi’nde ASPAVA adıyla bir Restoran açmışlardı. Mahmut Atalay daha sonraki yıllarda ortaklıktan ayrılmış Ali Usta da 1998’den sonra yerini kendi yetiştirdiği oğlu Çetin Ödekbaş’a bırakmıştı. Hala restoran aynı adreste müşterilerine hizmet vermektedir.
Romanlarından bazıları sinemaya da uyarlanmış olan Ümit Deniz’in eserlerinden bazıları: Ölüm Çemberi, Karanlık Sokak, Cezanı Çekeceksin, Son Kurşun, Ölüm Bilmecesi, Kaybolan Ceset, Kanlı Muamma, Aldatılan Kadın, Kiralık Kızlar, Ölüm Perdesi, Yalvarırım Yetişin, Sessiz Harp’tir.
Ümit Deniz’in eserinden Kemal Tahir’in senaryosu ve Atıf Yılmaz’ın rejisörlüğüyle sinemaya aktarılan “Ezrailin Habercisi”nde Gazeteci-Dedektif Murat Davman rolünü Orhan Günşiray canlandırmıştı.

Miralay Mahmud Muhtar, 8 Şubat 1898’de Alman Kayzeri II. Wilhelm tarafından İkinci Rütbeden Koron Nişanı’nı almıştı. Rütbesi 26 Eylül 1898’de Mirlivalığa (Tuğgeneral) yükseltilmiş, aynı gün Avusturya Hükümeti tarafından İkinci rütbeden Koron Nişanı verilmişti. Mirliva Mahmud Muhtar Bey’e 15 Temmuz 1900’de Fransa’da dört kolordudan oluşan bir kuvvetle yapılacak olan ortak manevralarda Osmanlı Devleti’ni temsil etme görevi tebliğ edilmişti. Bu göreve atandıktan kısa bir süre sonra 29 Temmuz 1900’de Ferik rütbesine yükseltilmiş, aynı yıl içerisinde Bâb-ı Seraskerî Piyade Dairesi İkinci Reisliği’ne atanmıştı. 1900 yılında Mermer Konak’ta ikinci çocukları İsmail doğmuş, Mahmud Muhtar ailesine katılmıştı.
Moda Mermer Köşk’ün bahçesinde Prenses Nimetullah Hanım,
annesi Neş’edil Hanım (oturan), kızı Emine Dürriye ve oğlu İsmail ile, 1902
İsmail’in doğumundan sonra birer yıl arayla 1901’de Halil, 1902’de de Ömer aileye katılmış, Mahmud Muhtar ailesi dört çocuklarıyla Mermer Konakta yaşamaya devam etmişlerdi.
Mahmud Muhtar Paşa ve Prenses Nimetullah Hanım çocukları ile birlikte 1903-1904;
Soldan sağa, Emine Dürriye (1897-1975), Nimetullah Hanım’ın kucağında Ömer (1902-1936), İsmail (1900-1953) ve Halil (1901-1932) 
Yakın dostları ile hürriyetçi fikirleri paylaşmaktan çekinmeyen Mahmud Muhtar Bey, hafiyeleri tarafından Sultan II. Abdülhamid’e jurnallenmeye başlanmıştı. O dönemde Moda’daki Mermer Konak işportacı, dilenci kılığına girmiş hafiyeler tarafından sıkı bir kontrol altına alınmış, konağa gelip gidenler saraya bildirilmeye başlanmıştı. Onu bu dönemde tutuklanmaktan veya sürgün edilmekten koruyan tek şey, babası Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın saygınlığıydı. Ancak buna rağmen yakın dostları onu ülkeyi terk etmeye ikna etmişti.
Emine Dürriye küçük kardeşi Ömer ile birlikte 1903-1904
Zaten evlendiklerinden beri hemen hemen her yıl kış aylarını Mısır’da geçiren aile, 1903 yılının sonbaharına doğru bu gidişlerinde bir kuşku uyandırmamak için her zamanki gibi hazırlanmışlar, birkaç yakın dostları ve evde kalan halayıkları dışında kimseye haber vermeden Mısır’a gitmeye karar vermişlerdi.
O günlerde 6 yaşında olan Emine Dürriye yıllar sonra yazdığı anı kitabında;
“... Bizimle birlikte Mısır’a gidecek hizmetkarlar bavullarla erkenden yola çıkıp gemiye Galata Rıhtımı’ndan bindiler. Annem ile babam ve çocuklar ve küçük kardeşlerimin dadısı, gemi her zamanki gibi bizleri almak için Marmara’da durduğunda binmek üzere tekneyle yola çıktık. Annem yaşmağı ve açık gri feracesi içinde çok şık ve güzeldi...”
diye anlatmıştı.

 S/S/M Müzesi’nde 21 Şubat 2018 günü gezdiğim
“Boğaziçi’nde Bir Hanedan: Kavalalı Mehmed Ali Paşa Ailesi’nin İzleri” Sergisi’ndeki
Hidivyal Armalarından biri. 19. yüzyılın ikinci yarısı, 20. yüzyıl başı.
Ahşap üzerine oyma ve boyama.
Kordonlarla iki yana tutturulmuş ve altın rengi püsküllerle donatılmış kırmızı perdelerin tepesinde taç, tahin rengi zeminli orta kesimde ise, yaldızlı yuvarlak çerçevenin tepesinde hilalli diğer bir taç, ortasında da yeşil zemin üzerinde yukarı bakan beyaz hilal ve içinde üç yıldız yer alıyor.
Monik Benardete Koleksiyonu
Mısır’a giden Mahmud Muhtar Paşa ve ailesi, önce taşradaki evleri hazırlana dek Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın yaşadığı İsmailiye Sarayı’nda kalmışlar, sonrasında da Kahire’ye trenle iki saat mesafedeki Burdeyn köyü yakınlarındaki evlerine taşınmışlardı. Meşrutiyetin ilanına kadar 5 yıl boyunca yaşayacakları Burdeyn’deki bu ev Hidiv İsmail Paşa için, Süveyş Kanalı’nın inşaası sırasında Kahire’den Port Said’e yaptığı yolculuklarda dinlenebilsin diye yapılmıştı. O dönemde Mahmud Muhtar Paşa, eşi Nimetullah Hanım’ın da hisse sahibi olduğu bu mülklerde ziraat ile meşgul olmuş, bataklık arazilerin kurutulması, sulama kanalları yapımı, modern tarım aletlerinin kullanımının yaygınlaştırılması için çalışmıştı. Yakın arazileri sabah erken atla, uzak arazilere ise tren ya da araba ile teftiş etmişti. 1908 yılının Haziran’ında Belçika’nın Ostend şehrinde bir ev kiralayarak oraya yerleşmişler, ancak orada çok fazla kalamamışlardı. Mahmud Muhtar Bey, İstanbul’da 16 Temmuz’da meydana gelen olayları büyük bir üzüntü içerisinde gazetelerden takip etmiş, İstanbul’da alınacak askeri tedbirlerin icrasında daima hazır ve emirlere amade olduğunu belirten bir yazıyı Yıldız Sarayı’na göndererek vatanına ve padişaha olan sadakatini ortaya koymuştu. Çok geçmeden 24 Temmuz 1908’de
II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine de Ostend’den ayrılmış, İstanbul’a dönmüş, ailesi Temmuz sonuna kadar Ostend’de kalmaya devam etmişti.
II. Meşrutiyet’in ilanı Alman Basınında
11 / 24 Temmuz 1908
Die Woche - Bilder vom Tage / HAFTA - Modern Resimli Dergi
1899’te Berlin’de August Scherl tarafından yayınlanmaya başlayan
ve ön planda resim malzemesi olan halk için haftalık dergi,
1944’te yayın hayatına son vermişti.
İstanbul sokaklarında Harp ve Tıp Fakültesi öğrencileri ve öğretmenleri.
Türkiye’de yeni dönem:
Anayasanın yeniden hayata geçirilmesi konusunda halk mitingleri.

“Hürriyet - Eşitlik - Kardeşlik”
Mahmud Muhtar Paşa, 15 Ağustos 1908 Cumartesi günü İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmasına rağmen Hassa Ordusu (Birinci Ordu) Kumandanlığı’na atanmıştı. Sultan II. Abdülhamid
“Gazi Muhtar Paşa’nın oğlu Mahmud Paşa’yı, Cemiyet ne olur ne olmaz diyerek, bana karşı aldığı tedbirler sırasında Hassa Kumandanı tayin etmişlerdir.”
diyerek ona karşı güvensizliğini soğuk bir şekilde ifade etmişti.

Mahmud Muhtar Paşa, Moda’daki Konağı’ndan Bayezid Seraskerat’taki makamına gitmek için sabahları gün ağırırken kalkar, Marmara’yı erken saatlerde özel muş’u (altı düz gezinti teknesi) ile geçerdi.
1913 tarihli “Alman Mavileri” olarak bilinen haritada Fransız Lisesinin (1) yanında Mahmud Muhtar Paşa’nın Mermer Konağı (2) silik olarak da olsa üç girişi ve merdivenleriyle çizilmiş olarak gösterilmektedir. Ayrıca haritada Konağın deniz tarafında düz bir çizgi ile belirtilmiş bir terasın (B) varlığı ve kenarında denize inen merdivenler (A) de görülmektedir. 
1970’li yıllarda denizden çekilmiş bu fotoğrafta, Mahmud Muhtar Paşa’nın Mermer Köşkü’nün sağında Moralı Ali Zade Bey Konağı ve önündeki kemerli istinat duvarı görülürken, Mermer Konağın deniz tarafındaki terasın olduğu yere, tam önüne inşa edilen okula ait yapı da görülmektedir. 
Günümüzde Mermer Konağı’nın denizden görünüşü.
Mermer Konağın bahçesi, deniz kıyısına inen dik bir yamaçla son
bulmaktaydı. Mahmud Muhtar Paşa ailesi köşkte yaşadığı yıllarda deniz tarafındaki geniş bir terastan İstanbul siluetinin seyrettikleri gibi, terastan merdivenler ile deniz kenarına inip, köşke ait özel iskeleden kendi özel muşlarına da binebilmekteydiler.


MERMER KONAĞIN TARİHİNDE
ÖNEMLİ BİR GÜN:
13 NİSAN 1909;
31 VAK’ASI, OLAYLAR VE
MAHMUT MUHTAR PAŞA’NIN FİRARI:


Serbesti İstanbul Gazetesi, 1 Aralık 1908 - 25 Teşrin-i Sani 1920 tarihleri arasında İttihat ve Terakki aleyhine yayınlar yapan, kendi ifadeleriyle  “Meşrutiyet-i idareye ve bilâtefrik (hiç bir ayrım gözetmeksizin) cins ve mezhebi Osmanlıların hukukuna hâdim (hizmet eden) hür ve bîtaraf (tarafsız) yevmi (günlük) gazetedir.”
Mevlanzâde Rıfat Beyin sahibi bulunduğu Serbestî Gazetesi’nde yazı işleri müdürü ve başyazarı olarak yazdığı yazılarıyla İttihat ve Terakki yönetimini sert bir dille eleştiren gazeteci Hasan Fehmi Bey, 6 Nisan 1909 günü, okul arkadaşlarından Kaymakam Ertuğrul Şakir ile Beyoğlu’ndan Sirkeci’ye gitmekteyken Galata Köprüsü’nü geçtikten sonra Sirkeci Postahanesi’nin önünde meçhul bir kişinin kurşunlarına hedef olmuş ve Türkiye'de ilk basın şehidi olarak tarihe geçmiş, öldürüldüğü 6 Nisan günü, Türkiye’de “Öldürülen Gazeteciler Günü” olarak kabul edilmişti.
Gazeteci Hasan Fehmi Bey
(1874- 6 Nisan 1909)
Gazeteci Hasan Fehmi Bey’in ertesi gün yapılan cenaze töreni, İttihatçılar’a karşı olan büyük kitlelerin katıldığı tam bir tepki gösterisine dönüştü. On binlerce kişi cenazeye katılmıştı. Üniversite öğrencileri, subaylar, dervişler büyük bir heyecan içinde Hasan Fehmi Bey'in cenazesini kaldırmaya gelmişlerdi. Cenaze töreni İttihatçı muhaliflerinin bir gövde gösterisi olmuştu. İttihatçılar'a karşı duyulan huzursuzluk cenazeyle iyice artmıştı.

Gazeteci Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinden bir gün sonra, 7 Nisan günü Darülfünun’da yaptığı konuşmadan sonra, bu konuşmadan etkilenen ve tahrik olan Darülfünun hocaları ve öğrencilerinin katillerin yakalanması için Bâb-ı Âli’ye yürümelerine ve açılan ateş sonucu bir çok kişinin yaralanmasına neden olan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni her fırsatta eleştiren Ali Kemal, bir gün sonra da 8 Nisan’da Başyazarı olduğu İkdam Gazetesi’ndeki “İlk Kurban” yazısında Hasan Fehmi için;
“Hürriyetimiz kansız kurbânsız alındı diye seviniyorduk, fakat hakikat öyle değilmiş, çünkü görüyoruz henüz o ni‘mete hakkıyla mâlik olamadık, sûreten hırz, hakikatte isteriz” derken, cinayet için ise;
“Hasan Fehmi Bey’e atılan kurşun, ahz-ı intikâm itmek, bir vücudu ortadan kaldırmak, sarf-ı binâyı rabbânîyi yıkmak içün atılmış bir kurşun değildi. Bu kurşun istibdâd altında senelerce inleyen kahramân, ma’sûm, hür bir millete ribka-i esâret ve istibdâd altına almak içün, cenâh-ıhimâyeti altına müşfikâne saklayan biri hürrîyet-i seniyyesine atılmış bir kurşundu” diyerek yine tahriklerine devam etmişti.

Ayrıca, Volkan gazetesinde de Derviş Vahdetî, halkı galeyana getirecek çağrılarda bulunmuştu. “Teskîn-i Helecan Emr-i Muhâl” başlığı taşıyan yazısında halkı açıkça ayaklanmaya davet ediyor ve;
“Ey Osmanlılar! Vatanı ve birbirimizi seviyor muyuz? İsbât edelim. İşte mezâlim! İşte istibdâd! Meydanda. Bunları def’etmek için fikr-i serbesti lazım. Değil mi? İşte Meşrûtiyet! İşte Hürriyet! bunlar da meydanda. Eğer o mezâlime o istibdâda –ki şeref sokağı’nın pis, murdâr, elleriyle icrâ ediyor- boyun eğersek kansız bir millet olduğumuza dünya kâni olacak. Haysiyet-i milliyemiz pâmâl-i hakaret olacak” diyordu.

Derviş Vahdetî, 10 Nisan 1909 tarihinde Volkan Gazetesi’ndeki, “Mersiye” başlıklı başyazısında, gazeteci Hasan Fehmi’nin şehit edilişini Kerbelâ’da şehit edilen Hz. Hasan’a benzetmiş, Hasan Fehmi’nin “Yezidilere muhalif” olduğu için şehit edildiğini iddia ettiği yazısına şöyle başlamıştı;
“Hasan! Ey ibn-i Fatıma’nın hemnâmı olan Hasan! Onunla senin aranda, büyük bir münâsebet buluyorum. O; anadan babadan mahrûm olarak şehid idildi. Sende, onun gibi onsuz, sende garîb olarak şehid idildin. O; Yezidilere muhâlif idi. Sen de aynı fırkaya mu‘ârız idin.”

Gazeteci Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinden sonra gelişen olaylar, İttihat ve Terakki yönetimine karşı gelişen muhalefeti arttırmış ve 31 Mart Ayaklanması’nı tetiklemişti. Taşkışla’daki 4. Avcı taburu çavuşlarından biri Mekteb-i Harbiye’nin süvari bölüğüne gelmiş ve çavuşlardan birine
“Biz yarın sabah silahlı olarak Sultanahmet Meydanı’nda toplanıp şeriat isteyeceğiz, siz de gelin, ama zabitlerinize hiçbir şey söylemeyin” diye teklif etmiş, çavuş bu durumu bölük zabitine, o da üst makamlarına iletmişti. Ancak yatsı vakti Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa da nöbetçi yaveri Mustafa Bey’i bir teskere ile Yıldız’daki II. Fırka Komutanı Cevat Paşa’ya göndermişti. Teskereyi alan Fırka Komutanı olayı önemsememiş olacak ki, Mustafa Bey ile kahve içip sigara tellendirdikten sonra “Nazır Paşa hazretlerine hürmetler ederim, böyle bir şey olamaz” diyerek savuşturmuştu. Ancak Yıldız’dan çıkan Harbiye Nöbetçi yaveri Mustafa Bey, Beşiktaş’a inerken Kabataş’a yaklaştığı sırada Avcı Taburu’na mensup askerlerin isyana başladığını görmüş, geri dönerek Gümüşsuyu, Beyoğlu üzerinden asilerden önce Galata Köprüsü’nü geçerek hava aydınlanırken Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’ya bilgi vermiş ardından da Hassa Ordusu Komutanı Mahmud Muhtar Paşa’nın Moda’daki evine haber göndermişti.
İtalyan mimarlar Gaspare Trajano ve Giuseppe Fossati kardeşler tarafından Osmanlı Üniversitesine hizmet etmek üzere 1846-1863 yılları arasında Ayasofya ve Sultanahmet Camileri arasında inşaa edilen Darülfünun binası, kısa bir süre Üniversite olarak kullanıldıktan sonra 1876-77 yıllarında Meclis-i Mebusan’a tahsis edilmişti. 
Meclis-i Mebusan 1877
Ancak geceden hazırlıklara başlayan Taşkışla’daki 4. Avcı taburu askerleri çoktan ayaklanmış, subaylarını bağlamışlar, sabah da ellerinde beyaz, kırmızı ve yeşil bayraklar ile Sultanahmet Meydanı’na gelerek Meclis’i Mebusan’ı kuşatma altına almışlardı. “Şeriat isteriz” şeklinde sloganlar atmaya başlayan avcı taburları içinde Hasan Fehmi’nin hemşehrileri, yani Arnavut askerler çoğunluktaydı. Kılıç Ali ve Yıldız kışlalarındaki askerler de ayaklanma çağrısı üzerine Sultanahmet’e gelip toplanmışlar, sadece Kolağası Aziz Bey’in Avcı Taburu a­yaklanmaya katılmamıştı. Ayaklananların sayısı 3000’e yaklaşmıştı.
Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa saat 5’te Mustafa Bey’den haberi alır almaz Mahmut Muhtar Paşa’ya iş başı yapması için “Derhal görevinizin başına gitmenizi tavsiye ederim” diyerek bir telgraf göndermiş, ancak telgraf Mahmud Muhtar Paşa’nın eline ancak 7’de geçebilmişti. Mahmud Muhtar Paşa, bu telgrafın hemen ardından Zaptiye Nazırı ve Birinci Ordu İkinci Fırka Komutanı Cevad Paşa’dan gelen telgraflarla, Dördüncü Avcı Taburu’nun, iki piyade kıtasının da katılmasıyla birlikte sabah erken saatlerde ayaklandığını ve başlarında subayları olmaksızın Galata Köprü’sünü geçerek, Ayasofya Meydanı’nda, Meclis-i Mebusan’ın önünde toplandıklarını öğrenmişti. Telgrafların hemen ardından Mahmud Muhtar Paşa, Kadıköy’den kalkan 7:30 vapuruna binerek Karaköy’e geçmiş, Aziziye Karakolu’na giderek görevli Nöbetçi Subayı ve Alay Kumandanını yanına çağırarak “askerlerini sıkı gözetim altında” bulundurmalarını emretmiş, bir topçu bataryasının da Seraskeriye’ye doğru Galata Köprüsü yerine eski köprüden geçerek intikal etmeleri emrini vermiş, kendisi de 8:30’da Seraskerat’a ulaşmıştı.
Sultanahmet'teki ayaklanmaları bastırma görevi Hassa Ordusu Kumandanı olarak ona düşmüştü. Mahmut Muhtar Paşa, bu ayaklanmayı akşamdan haber alan bir süvari liva (tugay) kumandanının durumu süratle kendisine bildireceği yerde, sadece Harbiye Nazırına bilgi vermekle yetinmesini doğru bulmamıştı, öyle olsaydı isyan belki de daha başlar başlamaz bastırılabilirdi.
Seraskerat, 1880
Daha Seraskerat’a varmadan önce Har­biye Nezareti, Hassa Ordusu
(1. Ordu) Kumandanı Mahmud Muhtar Paşa’yı arayarak, ondan Davut Paşa Kışlası’yla temasa geçmesini, Süvari birliklerin derhal yola çıkarılmasını emretmiş, aynı zamanda Davut Paşa Kışlası’na da bir telgrafname çekilerek süvari askerlerinin hemen yetiştirilmesi emredilmişti. Bu birlikler Seraskerat’a 10:25 de gelmiş, Rum asıllı Zabit Romülüs İspatari komutasında süvarilerin içerisinden seçilen 20 kadar asker Gedikpaşa’daki asilerin üzerine sevk edilmişti. Süvari kıtası Harbiye Nezareti’nin Bayezid Kapısı’ndan çıkarak isyancıların üzerine ilerlemiş, Gedikpaşa’daki ayaklananları dağıtmış, ancak önceden belirli yerlerde pusu kurmuş olan isyankarlar, mavzerleriyle ateş ederken “İslâmın üzerine gâvur sürüyorlar” diyerek kıta komutanı Zabit Romülüs İspatari Efendi’yi hedef almış ve onu vurmuşlardı.

Daha sonra yapılan tahkikat sırasında Süvari Zabiti Romülüs İspatari’yi
4. Avcı Taburu’nun 1. Bölüğünden İzmirli Saim bin Hacı Mehmet Ali adlı bir kişinin öldürdüğü anlaşılmıştı. Süvari Zabiti Romülüs İspatari’nin ardından isyancı askerler, süvari birliğine “Şeriat isteyen asker kardeşlerimize hücum etmek, adeta kafir olmaktır. Siz de din iman yok mudur? Siz peygamber şeriatı istemez misiniz?” diyerek onları kışkırtmaya çalışmış, sarsılan askerler geri dönüp Harbiye Nezareti bahçesine çekilmişlerdi. Seraskerat’a Vefa yönünde bulunan kapıdan gelen bir top bataryası ve Beyoğlu’ndan gelen bir maksim tüfeği kıtası da katılmış, bu birlik, dağ topları ve silahları ile birlikte Beyazıd Meydanı’na bakan Seraskerat’ın kapısına önünde toplanan kalabalığa karşı yerleştirilmişti. Galata Köprü’sünden geçişi önlemek için de Eminönü’ne makineli tüfekler gönderilmişti. Serbesti Gazetesi’nin sahibi Mevlanzade Rıfat Bey, Yüzbaşı İsparti Efendi’nin isyancıların üzerine gönderilmesinin bir hata olduğunu ve bunun Mahmud Muhtar Paşa’nın başarızlığı ve sorumsuzluğu olduğunu, tam anlamıyla dinî taassupları tahrik edilmiş olan ve “Şeriat İsteriz!” diye bağıran isyancıların karşısına çıkarılan birliği Hıristiyan komutana teslim etmenin uygun bir hareket olmadığını ifade etmişti. Gerçekten de bu durum şeriatın kaldırılacağına inandırılmış, dinî bir tutuculukla kandırılmış olan isyancı askerin duygularının bütün bütün bozmuş ve isyanı teşvik edenlere propoganda malzemesi olmuştu.

Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmed İzzet Paşa daha sonra anılarında yaşananları şu şekilde aktarmıştı; “Güya Meşrutiyeti korumak üzere Rumeli’den getirilen avcı taburları, ilk olarak Meclis-i Mebusan’ı ve onlardan güç alan halk da Harbiye Nezareti’ni kuşattılar. Sabahleyin Babıâli'de toplanan vekiller heyeti beni çağırarak, Harbiye Nezaretine gelip, oradaki askeri silah başına itmiş olan Birinci Ordu Kumandanı Mahmud Muhtar Paşa’nın göstereceği saldırı ve şiddet, sıkıştırılan ve savunmasız olan mebusların telefine sebebiyet vereceğinden ve Şeyh-ül İslam Efendi halka nasihat için Harbiye Nezareti’ne gönderileceğinden, bu zatın gelişine kadar her türlü harekete engel olmak göreviyle Harbiye Nezaretine sevk ettiler. Şeyh-ül İslam, Bâyezid kapısı kuşatılmış olduğundan ancak, Süleymaniye kapısından içeri girebilip keyfiyetini Mahmut Muhtar Paşa’ya bildirmekle beraber, kendimde parmaklıklardan halka nasihat etmek istedimse de işe yaramadı.”
Mahmud Muhtar Paşa bazı meclis üyelerine ve Ahmet Rıza Bey’e ulaşarak böyle gevşek davranılmasının sonuçlarının pek tehlikeli olacağını bildirmiş, Maliye Nazırı Rıfat Paşa’ya da zor kullanmak suretiyle, kısa zamanda bu eylemi bastırabileceği konusunda güvence vermişti. Hatta Harbiye Nazırı Rıza Paşa, “şehir haricinde olsa, dört tabur ile değil, bir taburla dahi erbab-ı kıyam üzerine varmak vaciptir. Mamafih vükela tasvip eyler ise mesuliyeti deruhte ile vur emrini verelim” demişti. Anlaşılacağı üzere Hükümet sadece Mahmud Muhtar Paşa’ya değil, Harbiye Nazırına da istediği yetkiyi vermemişti.

Olaylar biraz yatışmışken bu durumu da vesile sayan Derviş Vahdeti fırsatı kaçırmamış, tahriklerine devam etmek için askerlerin arasında belirmişti. Çevresinde er kı­yafeti giymiş birileri de vardı ki, bunlar kılık değiştirmiş subaylardı. Öğle üzeri Divan Yolu’n­dan kalabalık bir kümeyle ulema görünmüş, kafileye ilmiye öğrencileri de katılmış, bunu gören askerler selama durmuş, tekbir getirmeye başlamışlardı. O sırada deniz bandosu eşliğinde 1000 kadar deniz eri de gelip isyancılara katılmış, yeni gelenlerle birlikte Meclis-i Mebusan’ın önü bembeyaz olmuştu.
Seraskerat Beyazıd kapısı, 1900’ler
Mahmud Muhtar Paşa, Seraskerat’taki (Harbiye Nezareti) birliklerini arttırıp onların isyancıların kışkırtmalarına kapılmalarını önlemeye çabalarken, hükümetin umudu da Şeyh-ül İslâm’daydı. Mahmud Muhtar Paşa, köprülerin başına makineli tüfek birlikleri göndermiş, bu arada da yanında Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmed İzzet Paşa olduğu halde hükümetten ve Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey’den isyancılara saldırı emrini beklemeye başlamıştı. Hükümet istedikleri emir yerine; “Şeyh-ül İslam Efendi’nin Bâb-ı askeriye gittiği”ni bildiren oyalayıcı bir cevap vermekle yetinmişti. Ayrıca Meclis-i Vükelâ (sadrazam ve nâzırlardan oluşan Osmanlı hükûmetini temsil eden meclis) da kan dökülmesini istemiyordu. Kabine istifa etmiş, Galata Köp­rüsü’nün başındaki askerler saat 15.00’te çekilmişlerdi. Mahmud Muhtar Paşa, isyancı askerlerin bütün tehdit ve kışkırtmalarına karşın, hiç durmaksızın sağa sola talimat ve emirler yağdırmış, askerlerinin isyancılara katılmalarını önlemek için elinden geleni yapmıştı. Mahmud Muhtar Paşa, saat 15.30’da Seraskerat’ın parmaklıklarına tırmanarak içeriye girmeye çalışan kalabalığın nezarete girmesini önlemeye çalışmak ve taşkınlık yapan kişilerin üzerine ateş açtırmadan önce, bir tulumba getirterek, üzerlerine su sıktırarak insanları biraz geriletmeyi başarmıştı. İsyancılardan bir kaçı, Seraskerat’ın talim alanına girmeyi başarmış ve şeriat adına, askerlerinden bazılarını kendi yanlarına çekmeye çalışmışlar, Mahmud Muhtar Paşa bu propagandaya son vermek için ön saftaki askerlerin yanına giderek ateş açmalarını emretmişse de, askerler biran için tereddüt içinde kalmış ve duraksamış, ancak sonunda emri dinleyerek sadece havaya ateş açmak suretiyle isyancıların uzaklaşmalarını sağlamışlardı. Erkân-ı Harbiye-i Umûmi Reisi (Genelkurmay Başkanı) İzzet Paşa, saat 16.30’da Harbiye Nazırı’na isyanın zorla bastırılmamasını, kararın Yıldız Sarayı ile görüşülmesinden sonraya bırakılmasını söylemişti.

Mahmud Muhtar Paşa, subaylarından artık askerin homurdanmaya başladığını, artık hiçbir yerden ve kimseden emir almayacaklarını ve eve gitmek istediklerini öğrenmiş, o kadar askeri karavansız daha uzun süre bir arada tutamayacağını anlamıştı. Saat 18.30’da birlikleri küçük küçük kıtalar halinde kışlalarına yollamaya başladığı sırada, Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmed İzzet Paşa Meclise yeni bir Harbiye Nazırının atanması gerektiğini bildirmişti. Bu başvuruya kısa bir süre sonra telefonla cevap gelmiş, yeni Harbiye Nazırlığı Ahmed İzzet Paşa’ya teklif edilmiş, o da bunu kabul etmişti. O sırada Yıldız’dan da Padişahın iradesiyle isyancıların affedildiği haberi gelmiş, ayrıca Seraskerat’taki askerlerin kışlalarına çekilmeleri de emredilmişti. Bu durumda hem Padişah iradesiyle isyankarların affedilmesi, hem de isyankarların Meclis-i Mebusan Başkanlığı‘na getirilmesini istedikleri Arnavutluk kökenli Avlonyalı İsmail Kemal Bey tarafından (3 yıl sonra 28 Kasım 1912’de Avlonya şehrinde Arnavut Bayrağını göndere çekerek, Arnavut topraklarının bütünlüğünü ilan etmiş ve Arnavutluk Devleti’nin kurucusu olmuştu) Seraskerat’taki askerlerin Sultanahmet’e gönderilerek oradaki isyankar askerlerle kaynaştırılması, asilerin silahlarının alınması ve bütün bu olayların ardından bir de onların selamlanmasının istenmesi, Mahmud Muhtar Paşa’yı çileden çıkartmış, son derece rahatsız olan Paşa, Hassa Ordusu’nun artık askeri bir değerinin kalmadığını görerek saat 19:30’da istifa ederek Seraskerat’tan ayrılmıştı.
Seraskerat, 1880 Guillaume Berggren
O gün Adliye Nazırı Nazım Paşa, Ahmet Rıza Bey zannedilerek, Lazkiye Mebusu Şekip Arslan Bey de Hüseyin Cahit Bey’e benzetilerek öldürülmüş, askerlerin isyanını yatıştırmak için Şeyh-ül İslâm Ziyaeddin Efendi, Halis Efendi ve Şerif Mehmed Sadık Paşa Sultanahmet Meydanı’na gelmiş, ancak karışıklık sırasında Şerif Mehmed Sadık Paşa isyancılar tarafından katledilmişti. İsyancı askerlere nasihat etmek ve ne istediklerini öğrenmek için görevlendirilen Şeyh-ül İslâm Ziyaeddin Efendi’ye isyancılar isteklerini şu şekilde iletmişlerdi;
“Ahkâm-ı Şer'iyenin (şeriat hükümlerinin) kesin olarak
yürütülmesi; Kabinenin toptan çekilmesi; Volkan gazetesinin ayaklanma öncesi ilan ettiği dört-beş herif-i naserif'in sınır dışı edilmesi (Mebûsan Meclisi Başkanı Ahmet Rıza, İkinci Başkan Talat Paşa, Hüseyin Cahit, Rahmi ve Doktor Bahaeddin Şakir Beyler); Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Sadrazam Hüseyin Hilmi ve Birinci Ordu Komutanı Mahmud Muhtar Paşa'nın azledilmesi; Mektepli subayların ordudan uzaklaştırılarak yerlerinin değiştirilmesi ve alaylı subaylardan açığa çıkarılarak mağdur edilenlerin yeniden orduya alınmaları; Alaylı subaylara bu isyan hareketinden dolayı sorumlu tutulmayacaklarını belgeleyen mühürlü bir senedin verilmesi; Şeriat yolunda yapılan her ayaklanmanın toplar atılmak suretiyle kutlanması.”
Meclis-i Mebusan 1877

Bunun yanı sıra Meclis-i Mebusan’a gelen bir grup asker de isteklerini milletvekillerine şu şekilde sıralamışlardı;
Kabinenin istifası, Meclis-i Mesuban’dan Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit, Cavit, Rahmi (Arslan) ve Talât Bey’in ihracı; Alaylı zabitandan açığa çıkarılarak mağdur edilenlerin iadeleri; Ahkâm-ı Şer’iyenin tatbiki; Kâmil Paşa’nın Sadârete, Nazım Paşa’nın Harbiye Nezareti’ne getirilmeleri; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dağıtılması; Erbab-ı kıyam hakkında aff-ı şâhâne ilânı; Meclis-i Mebusan riyasetine İsmail Kemal Beyin seçilmesi.

Mahmud Muhtar Paşa’nın Seraskerat’tan ayrılmasının ardından başsız ve subaysız kalan maiyetindeki askerler, kısa sürede asilerle birleşmiş, daha önce isyana katılmamış, Mahmud Muhtar Paşa’nın en fazla güvendiği
I. Avcı Taburu da sonunda asilerle birleşmiş ve böylelikle Hassa birliklerinin hemen hemen hepsi isyankarlara katılmıştı. Mahmud Muhtar Paşa, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, 24 Temmuz 1908’de Hassa Ordusu Komutanlığı’na atandığı andan itibaren ordudan bin dört yüz kadar alaylı subay ihraç edilmişti. İsyankarların istekleri arasında daha önce orduyla ilişiği kesilen bu alaylı subayların tekrar orduya dönmesi de yer almıştı. İsyankarlar hem bu açığa alınan alaylı subayların intikamını almak için, hem de Mahmud Muhtar Paşa’nın Seraskerat’ta ve diğer kışlalarda isyanın dışında kalan askerleri, isyancılara karşı kullanmak istemesine öfkelenmiş, mektepli subay avına çıkan asiler, Mahmud Muhtar Paşa’nın Moda’da bulunan konağını (Mermer Konak) kusatmışlar, Hassa Ordusu Kumandanlığı’ndan istifa etmis olan Mahmud Muhtar Paşa’nın hapsedilmek üzere teslim olmasını istemişlerdi. Konağın etrafını saran isyancılar bir kolağasının (yüzbaşı, binbaşı arasında bir rütbe) önderliginde hareket ediyorlardı ve bu kolağası, Zaptiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa’ya bir er göndererek bir katır topu istemişti.
Süleyman Şefik Paşa, bu olayı, “Hatıratım / Başıma Gelenler ve Gördüklerim / 31 Mart Vak'ası” kitabında şöyle anlatmıştı;
“Kapı zabiti, süngülü bir piyade neferiyle odamdan içeri girdiler.
Koridordan küçük bir kalabalığın odamı tarassut ettiklerini sezdim.
Aldırmadım, görmezlikten geldim. İçeri giren kapı zabiti dedi ki ‘Efendim, Kadıköyü’nden bu neferi size göndermisler. İfadesi varmış.’ Ben, nefere rahat emrini verdikten sonra sordum ‘Oğlum, ne haber?’ Nefer silahı rahat vaziyetine aldıktan sonra askerce bir selam vererek dedi ki ‘Efendim, bizim kumandan selam söylüyor. Sizden bir katır topu istiyor.’ Ben: ‘Sizin kumandan kim?’‘Efendim, ak sakallı bir kolağası.’ Ben: ‘Peki, katır topunu ne yapacaklar?’ Dedi ki ‘Efendim, asker Mahmud Paşa'nın evini kuşattı. Mahmud Paşa evine İngiliz bayrağı çekmis. Asker evi yıkacak. Evi taş, topsuz yıkmak mümkün olmayacak. Onun için katır topu istiyorlar.’ Ben ‘Pekala göndereyim ama cephanesi ve barutu yok. Şimdi Tophane’ye adam gönderir, barut getirtir, size topla yollarım. Asker evlatlarıma selam söyle, acele etmesinler. Bir de padişah efendimizden soracağım. Ne emreder ise onu yaparız. Haydi oğlum git, böylece söyle... dedim. Nöbetçi zabit benim gerçekten top göndereceğimi zannetmiş, dedi ki ‘Barut var.’ Ben derhal yüzüne sertçe bakarak ‘Geçenki atış taliminde sarf olundu. Bilmediğin şeye karışma, haydi git’ dedim. Zavallı dikkatsiz zabit işi anladı. ‘Efendim affedersiniz’ dedi, mahcubane çıktı gitti.”
1899’dan 1989’a kadar çıkmaya devam eden haftalık
İtalyan Gazetesi La Domenica del Corriere’nin 2-9 Mayıs 1909 sayısının kapağı;
“Konstantinopolis’te ciddi olaylar: Beyaz bayrakla aldatılan

Makedonyalı birliklerinin kışlaya saldırısı”
Hz. Muhammed’in sancağının beyaz renkli olduğu rivayet edilir.
Bu durum karşısında Süleyman Şefik Paşa, durumu Harbiye Nâzırı’na
bildirmek üzere Harbiye Nezâreti’ne gitmiş, çıkmadan önce de askerlere
Padişahtan emir almaya gittiğini, buna göre hareket etmeleri gerektiğini ve kendisini beklemelerini söylemişti. Ancak Süleyman Şefik Paşa, Harbiye Nâzırı Edhem Paşa’yı bulamadığı için olayı Mahmud Muhtar Paşa’nın yerine atanan Hassa Ordusu Kumandanı Yaver Paşa’ya anlatmıştı. Harbiye Nâzırı Edhem Paşa’ya da bir not yazarak Mahmud Muhtar Paşa’ya ilişilmemesini “amir bir irâde-i seniyyenin” telgrafla hemen kışlaya tebliğini rica ederek kışlaya dönmüştü. Süleyman Şefik Paşa, kendisini kışlada bekleyen askerlere padişahın selamı olduğunu ve irâdenin akşam geleceğini söyleyerek, askeri dizginlemişti.

Mermer Konağın etrafında bin bes yüze yakın asker toplanmakla
birlikte, her ne kadar Süleyman Şefik Paşa, kendisinden talep edilen top
isteğini geçiştirmişse de askerler, bir şekilde bir top da bulmuştu. Bu sırada Mahmud Muhtar Paşa, kaçmaya karar vermiş, bahçe kapısından çıkması mümkün olmadığı için bahçe duvarından bitişikteki konağın bahçesine atlamıştı. Buranın sahibi olan bir Fransız’ın yardımıyla da komşusu İngiliz asıllı William Whittall’in evine geçerek geceyi burada geçirmişti. Bu sırada konağı muhasara eden askere irâde tebliğ edilerek,
muhasara kaldırılmıştı. II. Abdülhamid sonraları, bu irâdeden bahisle,
“31 Mart gürültüsü sırasında Mahmud Muhtar Paşa’yı ölümden kurtarmış olan benim.” demişti.

Mahmud Muhtar Paşa’nın kızı Emine Dürriye Tugay çok sonra yazdığı ve anılarını anlattığı “Bir aile, Üç asır” kitabında o günü ve babasının firarını şu şekilde aktarmıştı;
“...Soğuk ve bulutlu bir gündü. Sokak bağırıp çağıran asilerle doluydu ve sesleri kapalı pencereleri delip geçiyordu. Bol bir pelerine sarınmış, başında beyaz başörtüsüyle annemizin bu güruhla yüzleşmek üzere tek başına evden çıktığını gördük, fakat ne söylediğini duyamadık. Daha sonra bize anlatıldığına göre babamızın evde olmadığını-ki doğruydu- ve evin tek sakinleri olan kadın ve çocuklara saldırmanın Müslüman askerlere yakışmayacağını söylemiş. Ona inanmamışlar ve her taraftan, “Paşayı istiyoruz. Paşayı teslim edin” çığlıkları yükselmiş. Annem konuşmaya devam ederek telaşsız cesaretiyle yavaş yavaş aralarında daha makul olanları sakinleştirmiş. Sonra birisi silahını ona doğrultarak, “Öldürün onu, bize yalan söylüyor” diye bağırmış. Bir diğeri ise, “Hayır, biz kadınlara ateş etmeyiz” diyerek tüfeğin namlusunu yana itmiş. Annem aralarından bir kısmının yumuşadığını görünce hizmetkarlarla diğer çalışanların gitmesine müsaade edilmesini, bizimle böyle bir kaderi paylaşmalarının haksızlık olacağını söylemiş. Asiler bunu aralarında konuşmayı kabul etmişler ama babamın evde olduğu anlaşılırsa evin suyunu ve gazını ana musluklardan keserek aileyi açlıktan öldüreceklerini bildirmişler. Bize çok uzun gelen bir zaman sonra annem eve döndü. Asilerle bahçeyi sokaktan ayıran yüksek demir parmaklıklardan konuşuyordu, bahçe kapısı sürgülenmişti ve çifte kilit altındaydı. Bunlar olurken saat yedi buçuk gibiydi. Tahminen yirmi dakika sonra birisi karara vardıklarını bildirdi. Annem tekrar dışarı çıktı ve hemen geri döndü. İsteği kabul edilmişti. Bohçalar ve küçük sandıklar taşıyan kadın erkek hizmetliler evden çıktılar. Fröken Westman, Frau Thielemann ve anneannemin yaşlı harem ağası Beşir Lala’nın bu göçe kılavuzluk ettiğini görmek bizi çok şaşırttı. Üç Arnavut bekçiden biri kapıyı ancak tek kişinin geçebileceği kadar açık tutarken diğer ikisi ellerinde tabancalarla tetikte bekliyordu. Daha sonra duyduğumuza göre annem Fröken Westman’ı İngiliz, Frau Thielemann’ı da Alman Sefareti’ne yollayarak babamın yurtdışına çıkması için yardımlarını istemiş ve iki sefaret de hemen harekete geçmiş. İngilizler Atina’ya gitmekte olan bir İngiliz gemisine Marmara’da durup babamı alması için talimat verirken, Almanlar da onu açıktaki gemiye götürmesi için sefaret teknesini yollamışlar. Haremağası ise Sultan Abdülhamid’e başvurmak üzere Yıldız Sarayı’na gönderilmiş.

Fräulein von Brant bizi aşağıya öğle yemeğine çağırmaya gelene kadar saatler geçmek bilmedi. Ev boşalmış gibiydi. Annemin, hanımlarını terk etmeyi reddeden iki özel hizmetkârı-Selma ile Yegâne- ve bir diğer hizmetkârdan başka kimse kalmamıştı. Annem babamızın emniyette olduğu konusunda bizi rahatlatarak olayların uygun gördüğü kadarını anlattı. Evin suyu ve gazı kesilir diye bütün sabahı, küvetlerin ve evdeki her boş kabın suyla doldurulması, kibrit, mum ve gaz lambalarının hazırlanması için çok az sayıdaki hizmetlilere yardım ederek geçirmiştim. Elektrik motorunu çalıştıran teknisyen diğerleriyle birlikte gitmişti. Öğleden sonra olaysız geçti ve evimizi kuşatan asiler sessiz kaldılar. Hiç kimse arazimize girip çıkamadığından dünyadan kopmuş gibiydik. Olanlara rağmen babama güvenim o kadar sonsuzdu ki her şeyin yakında yoluna gireceğinden emindim. O gece erkenden yatmaya yollandık ama uyumam imkânsızdı. Gece yarısına doğru borazan sesi ve isyancıların bağrışmaları sessizliği yırttığında hâlâ uyanıktım. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum ama bizimle bir bağlantı kurmadığından uzaklaşan ayak seslerini dinleyerek uyuya kaldım...”

“...Babam geceyarısından sonra eve gelebildi. Onu bekleyen dostları hayatının tehlikede olduğu haberini getirerek kaçması için ısrar etmişler. Asi güruhlar denizi aşarak Anadolu yakasına geçmişler , sokaklarda dehşet saçarak dolaşıyorlarmış. Paşa sonunda firar etmeye karar verince, kapıdan çıkarak evini terk etmesi imkânsız olduğundan, ara duvardan bitişikteki bahçeye atlamış. Komşunun bahçe seviyesi bizimkinden on metre kadar alçaktı, neyse ki düştüğü yerdeki çalılar hızını kesmiş. Bu arazinin sahibi babamın tanıdığı bir Fransız’dı. Ona bahçesinden geçmesine izin verdiği gibi Sir William Whittall’a ait komşu bahçeye atlamasına da yardımcı olmuş. Sir Whittall ve eşi Lady Whittall büyük cesaret göstererek geceyi evlerinde geçirmesi için ısrar etmişler. Babam o gece orada kalmış. Bu arada annem paşanın bazı ecnebi dostlarının yardımıyla ülkeden kaçmasını tertipliyormuş. Ayın 14’ünde öğle vakti Alman Sefareti’nin bir teknesi onu Whittall’ların iskelesinden alarak Pire’ye gidecek olan bir İngiliz gemisine götürmüş. İngiliz Sefareti’nce teferruatlı bilgi ulaştırılarak vazifelendirilen gemiye adalar açığında beklemesi talimatı verilmiş. Pire’ye yolculuk olaysız geçmiş. Babam buradan Selanik’e giderek Mahmut Şevket Paşa’ya hizmetinde olduğunu ve İstanbul’a yapılacak harekâta katılmak istediğini söylemiş fakat eski husumetini hatırlayan paşa kendisini soğuk karşılamış. Duyduğu kine kapılarak, İstanbul Üçüncü Ordu tarafından ele geçirilene kadar babamın askeri konvoyla gitmesine izin vermemiş...”

“...Ertesi sabah annemin şakaklarındaki saçların ağarmış olduğunu gördüm. Kaderimizin ne olacağını bilemediğinden herkes yattıktan sonra, eve saldırırlarsa öldürülecek ilk kişi olmak ve çocuklarının katlini görmemek için alt salonda beklemiş. Fräulein von Brant da onu yalnız bırakmamış ve bütün gece birlikte nöbet tutmuşlar. Borazanları duyduklarında bunun saldırı emri olduğunu sanarak ikisi de sessizce dua etmeye başlamış. Ayak sesleri azalınca tehlikenin geçtiğini anlamışlar ve annem sonunda kendisini ferahlatan gözyaşlarına teslim olmuş. Ertesi gün hizmetliler mahcup birer halde birer ikişer geri geldiler ve hayat tekrar normale döndü. Babamdan, evlerine sığındığı Whittall’lardan ayrıldığından beri hiç haber yoktu ama güvende olduğundan emindik. Annem pek yakında ayrılmak üzere evi toplamaya başladı, çünkü o günkü duruma göre babamın dönmesine izin verileceği şüpheliydi...”

İsyanı başlatan avcı taburları ilk günün sonunda ve hele dökülen kanlardan sonra aff-ı şâhânenin ardından gece şenlikler yapmaya başlamış, af şenliklerinde silâh atılması İstanbul’da dehşet yaratmış, ertesi sabahtan itibaren isyanın ateşi nispeten düşmeye başlamıştı. Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi yerine kurulan yeni Tevfik Paşa kabinesine Harbiye Nâzırı olarak, askerin saygı duyduğu Teselya kahramanı İbrahim Ethem Paşa dahil edilmişti. Bir gece önce ölüm fermanıyla arayan askerlerden kurtularak sabahın erken saatlerinde yurtdışına kaçan Hassa Ordusu Komutanı Mahmud Muhtar Paşa’nın yerine Nâzım Paşa getirilmiş, Ahmet Rıza Bey Meclis-i Mebusan reisliğinden istifa etmişti.
15 Nisan’da Meclis-i Mebusan gelebilen az sayıdaki mebus ile çalışmalarına devam etmiş, bu arada İstanbul’daki isyan girişimine karşı Rumeli'de gönüllü toplanmaya başlanmıştı.

İsyanın, bilindiği kadarıyla, ilk kurbanı Trabzonlu mülâzım İlyas Efendi olmuş ve askerin Karaköy köprüsünden geçmesine mâni olmak isterken vurulmuştu. Genç muharrirlerden Macid Memduh, Ortaköy'de; mülâzım-ı evvel Selâhaddin, Harbiye Nezareti önünde, süvari zabiti Romülüs İspatari isimleri bilinen diğer kayıplardı.

Cinayetlerden en çok tartışılan ise, Âsâr-ı Tevfik zırhlısı süvarisi Binbaşı Ali Kabûlî’nin, Yıldız Sarayı’nı bombalamak planıyla itham edilerek, Yıldız’da, Sultan II. Abdühamid pencereden izlerken, gözleri önünde linç edilerek öldürülmesi olmuştu. Ali Kabûlî’yi kurtarmaya çalışan bir kayıkçı; Sultan II. Abdülhamid’in müdahale etmeyip sadece, “yapmayın çocuklar ben tahkik ettiririm” demekle yetindiğini söylemişti. Bu isyanın üçüncü günündeki son katliamdı ve hep Sultan II. Abdülhamid aleyhinde kullanılmıştı.
29 Nisan 1909 tarihli Servet-i Fünun’da Binbaşı Ali Kabûlî’nin linç edilmesini tasvir eden resim.
Mahmut Muhtar Paşa’nın o gece yaşadıkları ve firar öyküsü farklı kişilerce, farklı şekillerde anlatılmıştı;
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi IX. cildinde “İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908-1918)”nda;
“Hassa Ordusu Komutanı Muhtar Paşa, Kadıköyü'nde komşusu bulunan İngiliz uyruklu bir zatın evine geçmiş ve oradan da bir fırsatını bularak bir Alman vapuruna binerek Pire'ye, Pire'den de Selanik'e geçmiştir.” diye anlatırken,

Osman Öndeş, yazdığı “Modalı Vitol Ailesi” kitabının 83. sayfasında, “Whittall Parkı yamaçtan alçalarak sahile ulaşır. Sahilde Whittall’lerin yelkenli yatları ve motorbotlarını bağladıkları bir iskele bulunur. Damadı Av. Edwin Pears (Av. Harry Pears olmalı) ile birlikte, Mahmut Muhtar Paşa’yı bu iskeleden kaçırmışlardı.” diye yazmıştı.
Sir Edwin Pears
(1835-1919)
Aynı zamanda Mahmud Muhtar Paşa’nın Moda’daki komşusu olan 1873’ten 1909’a kadar İstanbulda yaşamış, hukukçu, yayıncı ve tarihçi Sir Edwin Pears ise 1916’da yayınlanan 439 sayfalık
“İstanbul’da 40 yıl, 1873-1915” (Forty years in Constantinople: The Recollections of Sir Edwin Pears, 1873) adlı anı kitabında 31 Mart olayları sırasında Mahmut Muhtar Paşa’nın kaçışını şu şekilde aktarmıştı.
“…İstanbul’da ne yazık ki doğunun bize öğrettiği gibi sokakları kana bulayan şiddetli çatışmaların sürdüğünü öğrendik. Hamallarımdan biri beni bilgilendirmek için evime geldiğinde, Galata ve İstanbul arasındaki köprünün askeri birliklerle dolu olduğunu ve hiç kimsenin neler olduğunu anlayamadığını anlattı. Çok geçmeden askeri birliklerin içinde şeriat ve Şer-i Anayasa çığlıkları ile başkaldıranlar olduğunu, genellikle askerlerden oluşan bu çetecilerin Ayasofya'nın büyük avlusu ile Meclis-i Mebusan’ın toplandığı yer arasındaki açık alanda bağırarak gösteriler yaptıklarını duyduk. Gerçek veya değil onları gelen haberlerden, isyancıları hocalar, imamlar ya da mollaların yönlendirdiğini, şeriat isteriz diye bağırdıklarını ve Meclis-i Mebusan’ın Başkanı Ahmed Rıza’nın görevine son verilmesini ve İttihat ve Terakki’nin kapatılmasını istediklerini anlamıştık.
Mahmud Muhtar İstanbul Seraskerat’taki birlikleri yönetiyor ve neredeyse İttihat ve Terakki’ye sadık kalan tek komutan olarak görünüyordu. Gün içerisinde Adliye Nazırı Nazım Paşa bir askere silahını teslim etmediği için suikaste uğramış, üç veya dört kişi daha öldürülmüştü...”
“...Mahmut Muhtar Paşa göstericilere direnmeye ve isyanı güçlü bir şekilde bastırmaya hazırdı, Yıldız’daki Sultan Abdülhamid’den tüm direnişi durdurmak için acil bir emir gelmişti. Ancak duyguları böyle bir geri adımı reddediyordu. Ya hareket Sultan’a karşı bir ihanetti, ya da bu hareket Sultan’ın rızası ve bilgisi dahilindeydi, her iki durumda da direnmesi gerekiyordu. Mahmut Muhtar Paşa, Sultan’ın kendisini ölü ya da diri olarak yakalanması emrini öğrenene kadar direnmeye devam etmişti. Bunu öğrenince kışladan kaçmayı planlamış, bir kayıkla Boğazı geçerek Moda’daki Sir William Whittall ve büyük oğlumun bitişiğindeki evine doğru yola çıkmıştı.
Öğleden sonra saat dörte yaklaşırken oğlum (Avukat Harry E. Pears) İstanbul’dan ihtiyaç halinde elçi olarak gönderilebilmesi için bir hamal ile birlikte çıkagelmişti. Çok geçmeden bahçede eşiyle birlikte yürürlerken Mahmut Muhtar Paşa’nın evine ait duvardan bahçeye atlayan birini görmüştü. Bunu anlayabilmek için etrafı kontrol ettiğinde üç, dört blok evin etrafının askeri birliklerce çevrildiğini görmüş, o sırada Sir William Whittall’un bahçesine doğru kaçan kişinin de Mahmud Muhtar olduğunu farketmişti. Gelinim (“Gertie” Gertrude Anna Whittall) de askeri birliklerin Sir William Whittall’un, Mahmud Muhtar’ın ve oğlumun evini içine alan üç evin etrafına doğru yayıldıklarını görmüştü. Bu arada Mahmud Muhtar kısa bir sürede çalıların arasında kaybolmuş ve Sir William Whittall’un evine varmıştı. Sultan Abdülhamid’in emriyle vurulacağının farkındaydı ve kendini silahlandırmıştı. Lady Whittall deniz tarafından evinin etrafını çeviren askeri birliklerin komutanını, evin İngiliz mülkiyetinde olduğu ve konsolosluk izni olmadan girilemeyeceği konusunda uyardığı sırada oğlum onlara katılmıştı. Komutan derhal birliklerine evlerin ulusal karakterlerine saygı göstermeleri konusunda talimat vermişti. Neredeyse Mahmud Muhtar’ın eve gelmesinden hemen sonra, acele ile Mahmud Muhtar’ın durumuna ilişkin bir bilgi notu İngiliz Sefaretine ve bir başkası da aynı amaçla Alman Sefaretine iletilmişti. Notlar hamal tarafından gizlenerek Pera’ya vardığında iki büyükelçiliğe teslim edilmek üzere yola çıkmıştı. Daha sonra Sir William geldiğinde eve girmesine izin verilmiş, ancak başka hiç kimsenin askeri birliklerce çevrilmiş alanlara giriş çıkış yapmasına izin verilmeyeceği duyurulmuştu.
Evin kuşatma altına alındığı öğleden sonra dört’ten, saat dokuz buçuğa kadar yorucu bir bekleyiş başlamıştı. Görünüşe göre Mahmud Muhtar’ın güvenliğini sağlayacak tek bir şansı vardı, o da İngiliz ve Alman Büyükelçiliklerinin müdahalesiydi. Bunu söylemek bir sır değildi, İngiliz tercüman haberi alır almaz hemen Harbiye Nezâreti’ne gitmiş, ancak o gün atanmış olan Nazır, doğrudan Sultan’dan gelen Mahmud Muhtar ile ilgili emirlere atıfla, müdahale edemeyeceğini beyan edince tercüman Sadrazam’a gitmişti ki o da benzer bir bahane öne sürmüşt, o da herhangi bir şey yapamamış ya da yapmamıştı. Bu arada oğlum ve Mahmud Muhtar durumu ve onları bekleyen olayları tartışıyorlardı. Muhtar zaten kendisini cesur bir asker olarak kanıtlamıştı ve kimsenin onun teslim olmak yerine iki tabancasıyla kendisini kuşatan düşmanlarının çoğunu yere sereceğinden şüphesi yoktu. ‘Boğazın öte yakasında neler olduğunu anlamak için buradan ayrılabilirim, ilk elden Moda'da neler olduğunu biliyorum ama bu arada İstanbul’da neler yaşandığı konusunda pek olumlu değilim’ diyordu.
Mr. Fitzmaurice* Harbiye Nazır’ı ve Sadrazam ile görüşmüş ama ikisiyle de başarılı olamamıştı. Söz konusu üç evi kuşatan askerlerin komutası altında olduğu Boğazın Üsküdar tarafındaki bir subay, yeni bir sert emir almıştı. Bu kararnameden daha sert ve kesin bir emrin yazılamayacağını okunduğunda duyunca anlamıştım. Sultan ve Halife olarak verilen kararname ile birliklerin derhal çekilmesi ve Mahmud Muhtar üzerindeki tüm girişimlerin durdurulması kesin ve sert bir dille emrediliyordu. Bu kararnameyi alan ve ileten kimdi bunu hiç bir zaman öğrenemedik, ama sonradan anlatıldığı kadarıyla hikaye oldukça romantikti. Türkçe hazırlanan bu kararname İngiliz ve Alman tercümanların zekalarının ortak ürünü olabilirdi. Kararname daha sonra imza için saraya götürülmüştü. Kararnameyi getiren ulağa Sultan’ın hamamda olduğu ve görüştürülemeyeceği bildirilmişti. Ulağın alacağı cevap ölüm kalım meselesiydi, o yüzden bir cesaretle hamama giderek kapıyı çaldı. Sultan öfkeyle kimin onu rahatsız ettiğini sormuştu; görevli konunun ölüm kalım meselesi olduğunu söylemiş, bunun üzerine Sultan kapıyı aralamış ve görevli hünkara imzasına hazır olan karanameyi uzatma fırsatı bulmuştu. Sultan bunu imzalamayı kesinlikle reddetmişti. Ulak bunun bir ölüm kalım meselesi olduğunu yinelemiş, bunun Sultan’ın kendisi için de bir ölüm kalım meselesi olabileceğini söyleyerek Sultan’ın üzerine gitmişti. Bunun üzerine bir miktar tereddütten sonra Sultan kararnameyi imzalamıştı. Olmuştu sonunda, ulak mümkün olduğunca çabuk saraydan çıkmış, Boğaz’ı geçmiş ve evleri kuşatan birliğin komutanına ulaşmıştı.
Sir Edwin Pears’ın yaptığı bir suluboya İstanbul Manzarası
Sultan birkaç dakika sonra yaptığından pişmanlık duymuş, hemen hizmetçilerine haberciyi bulup geri getirmelerini emretmişti. Ancak onu yakalamak için geç kalmışlardı. Mahmud Muhtar ve iki misafiri bu sırada gelişmeleri bekliyorlardı. Saat dokuzda geri çekilme seslerini duymuşlar ve hizmetçileri, birliklerin sıraya girdiklerini ve kısa bir süre sonra da Selimiye ve Haydarpaşa Kışlalarına doğru yürüyüşe geçtikleri haberini getirmişlerdi. Evin güvenilir uşaklarından birini, gerçekten gidip gitmediklerini kontrol etmesi için dışarıya göndermişler ve böylelikle gerçekten gittiklerini anlamışlardı. Mahmud Muhtar gece boyunca yakında demirlemiş olan yata geçmişti ve ben de ertesi sabah Galata’daki odamdan, onun liman dışında buharlı bir Alman filikasına geçtiğini izlemiştim. Bu filika önce Moda koyundan bir yolcu almak ve sonra da Proti’ye (Kınalıada) gitmek üzere planlanmıştı. O sabah İstanbul’dan Alman Bayrağı taşıyan güzel bir gemi yola çıkmış Proti (Kınalıada) yakınlarında buharlı bir filika güverteye yaklaşmış ve yolcuyu gemiye bırakarak İstanbul’a geri dönmüştü. Takip eden günde Mahmud Muhtar Pire’de olaysız bir şekilde karaya çıkmış ve karadan Selanik’e gitmek üzere yola koyulmuştu.”
*Gerald Henry Fitzmaurice: Birinci Dunya Savaşı öncesinde İngiltere'nin Türkiye Büyükelçiliği’nde baştercüman olarak çalışan bir diplomattır. Tercüme faaliyetlerinin ötesindeki siyasi ve ticari çalışmaları nedeniyle “Karanlık sanatlar ustası”, “siyasi entrika uzmanı” ve “elçilikteki esas güç” kabul edilmiştir. Fitzmaurice, 1908 Temmuz (II. Meşrutiyet) Devrimi‘ni hiç beklemiyordu. Öyle ki, Temmuz ayında izin alıp İngiltere’ye gitme planı yaptı. Devrim olunca ilk yazdığı raporda şunu diyecekti: “En büyük korkum bu milliyetçi dalganın Abdülhamit’i süpürmesi olur!”
Pears Ailesi
Sir Edwin Pears ve Sir Ernest Henry Shackleton

1835 senesinde İngiltere’nin York şehrinde dünyaya gelen Sir Edwin Pears’in bir avukat arkadaşı, İskenderiye barosundan ve İstanbul’dan davet almış, Edwin Pears şaka yollu olarak arkadaşına “Sen hangisine gideceksen haber ver ben de ötekine gideyim” demiş, doktorları arkadaşına ikliminin daha uygun olacağı gerekçesiyle İskenderiye’yi tavsiye edince genç avukat da mekan değiştirmek isteğiyle 1873 yılının Mayıs ayında İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da bir yandan Sosyal Bilimler Teşkilatı’nın genel sekreterliğini, diğer yandan da çeşitli uluslararası komitelerde başkanlık gibi faal görevlerde çalışmış, ayrıca hukuk ve sosyal bilimler alanında yayımlanan dergilerde de editörlük yapmıştı. İstanbul’a geldiğinde Avukat Edwin Pears’in yanında eşi ve biri kız biri erkek iki çocuğu da vardı. Edwin Pears, İngiliz Kolonisi’nin İstanbul’daki en önemli kişilerinden birisiydi. Konsolosluk mahkemelerinde çalışmış ve giderek İstanbul’daki Avrupa Barosu’nun başkanı olmuştu. Osmanlı Devleti’nde birçok yeri dolaşan ve özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenleriyle iyi ilişkileri olan Edwin Pears’ın daha önce Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau’ya İstanbul Polisi’nin başındaki Bedri Bey ve Dahiliye Nazırı Talat Bey, savaş başladıktan sonra onun rahatsız edilmeyeceğine dair söz vermiş olmalarına rağmen, sözlerinde durmamışlardı. Edwin Pears’ın evi ve işyeri 30 Kasım 1914’te polis tarafından basılmış, kasada bulunanlar dahil olmak üzere tüm özel eşyaları çuvallara doldurulmuş, kendisi de hapishane olarak kullanılan bir binaya götürülerek gözaltına alınmıştı. Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau bizzat Talat Bey’e başvurarak, ısrarları neticesinde onbeş gün içerisinde ülkeyi terk etmesi şartıyla serbest bırakılmıştı. Bunun ertesinde Edwin Pears 9 Aralık 1914’te İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmış, eşi ve kızı İstanbul’da kalmayı tercih etmişti. 1919’da İstanbul’a geri dönmek için yaptığı seyahat sırasında geçirdiği bir kaza sonucu hayatını kaybetmişti.

John Garstang’ın Gaziantep Nurdağı mevkii’nde Sakçagözü’nde yaptığı kazıları sırasında (1908-1911) dönemin Müze-I Hümayun müdürü olan Osman Hamdi Bey ve İstanbul İngiliz konsolosluğu çalışanı Sir Edwin Pears ile olan ilişkisi, Sakçagözü’nde kazı izni alma sürecini kolaylaştırmıştı. John Garstang, Garstang Arkeoloji Müzesi koleksiyonunda yer alan bir mektubunda, kazılar sırasında ortaya çıkarılan Geç Hitit kabartmalarının ve kazılar sırasında ortaya çıkarılan heykellerin çok ağır olduğunu, ancak beş rölyefin gerekli izin ve kopyaları sağladığı takdirde onları İstanbul’a taşıyabileceğini belirttiği görülür.

Geç-Hitit dönemine ait Sakçagözü harabeleri Gaziantep’in 50 km. batısında Sakçegözü köyü yakınındaki Coba Höyük'te bulunmaktadır. Eski çağdaki adı bilinmeyen yerleşke ilk olarak 1883 yılında Karl Humann ve Felix von Luschan tarafından not edilmiş ve ilk kazılar Liverpool Üniversitesi'nden John Garstang tarafından 1908 ve 1911 yıllarında yapılmıştı. Bu kazılarda büyük bir saray binası ve buna ait ortostat ve rölyeflerle bezenmiş bir giriş yolu ortaya çıkarılmıştı.
Garstang’ın Aralık 1906’da Sakçagözü’nde kazı yapmak için Osmanlı İmparatorluğu ile yazışmalar yapmıştı, Osmanlı arşivlerinde bulunan Sakçagözü ve çevresini gösteren bir harita, kazıların desteklenmesi için John Garstang tarafından gönderilmiş, haritanın üzerindeki 19 Haziran 1905 tarihi, Garstang’ın kendisi veya Anadolu seyahatlerinde onu destekleyen İngiliz Konsolosluğu üyesi Sir Edwin Pears tarafından yazılmıştı.

Deutsche Bank ve Yüksek Kaldırım 1943
Sir Edwin Pears’in bürosu Galata’da Bankalar Caddesi 2 numarada Makri Han’daydı. Makri Han, Bankalar Caddesinin girişindeki Doyçe Bank (Deutsche Bank) binasının hemen yanındaki ikinci binadır. 1890’ların ilk yarısında inşaa edilen Makri Han, 1902’den 1930’a kadar Stefaids-Etienne Pesmazoğlu’na ait Pesmazoğlu Bankası olarak kullanılmıştı. 1914 yılından itibaren Ahmed Ağa adını alan han, 1920’lerin başında tekrar Makri ismine dönmüştü. Bu yıllarda Terzi Grünberg ve Dersaadet Ticaret Odası Matbaası’na da ev sahipliği yapan han, 1980’de İmar Bankası tarafından kullanılmaya, 2012’de de restore edilerek Gravida Hotel-Karaköy olarak hizmet vermeye başlamıştı.

Karaköy’den Bankalar Caddesi’ne girişte sağ koldaki ve Yüksek Kaldırım’ın köşesindeki ilk bina, Minerva Han, Doyçe Bank binasıydı ve 1895’te Bank d'Athenes’in İstanbul bürosu binası olarak kariyerine başlamıştı. Projesini Mimar Vasileios Kouremenos (Basile Couremenos) sipariş üzerine çizmiş ve inşaa edilmişti. Binanın en tepesinde (Karaköy Meydanı’nın Galata Köprüsü'ne göre sağından bakarsanız) Atina Bankası ibaresi görülebilmektedir. 1909 yılında açılan İstanbul Şubesi ile Türkiye’de faaliyetlerine başlayan Deutsche Bank’ın İstanbul Şubesi olduktan sonra kapı üzerine hemen başlıklı bir Prusya Junker’i (soylusu) heykeli yerleştirilmişti. Şube, bankanın Londra’dan sonra açtığı ilk yurtdışı şube olma özelliğini de taşıyordu. Bankanın ismi o yıllarda kapı üstü tabelada, okunduğu şekli olan Doyçe Bank olarak yazılıyordu. Deutsche Bank’tan sonra Yapı Kredi Bankası, Doğan Sigorta ve Aksigorta Genel Müdürlüğü’ne ev sahipliği yapan, mükemmel orantılara sahip bu zarif bina, Aksigorta’nın Fındıklı’ya taşınmasından sonra boş kalmış, 1997 yılında esaslı bir yenileme sürecinden sonra Sabancı Üniversitesi İletişim Merkezi’ne dönüştürülmüş ve 1998 yılından itibaren faaliyete sokulmuştu. Mavi çiniler ve heykellerle bezenmiş yuvarlak cephesi ile Galata Köprüsü ve Karaköy meydanına bakan bu binanın bodrumunda keşfedilen tarihi kasa dairesi de “Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri” adıyla 1999’da bir sanat galerisine dönüştürülmüştü.



Banque d'Athènes’in 6 Haziran 1919 tarihli 23x30 cm boyutlarındaki 100 drahmilik hisse senedi. En üstte küçük bir vinyet olarak zırhlarını kuşanmış ve elinde mızrağı ile Minerva (Athena), sağ alt köşede Minerva’nın bilgelik sembolü olan baykuşu, solda ayakta kanatlı miğferi ile tanrı Hermes, önünde gözlerini bağlayan üst bedeni çıplak bir tanrıça, sağ tarafta da biri ayakta diğeri oturan iki tanrıça figürü, oturan tanrıça figürünün kucağında da dünyanın en ünlü Parthenon’u olan ve Minerva’ya adanan Acropolis Tapınağının küçük bir modeli tasvir edilmiştir.

Bu hisse senedinin tasarımı Almanya doğumlu,
özellikle hisse senetleri gravürleri ile tanınmış olan
Fransız Henri Brauer’e (1858-1936) aittir
ve baskısı Paris’te yapılmıştı.

Harry Pears ailesi Moda’da

1869’da doğan ve babası gibi Avukatlık mesleğini seçen Harry Pears memleketimizde icra edilen ilk ragbi, tenis, kriket ve futbol müsabakalarının oldukça faal bir üyesiydi. Dört yaşındayken İstanbul’a gelen ve önceleri ailesiyle birlikte Moda’da ikamet eden Harry Pears, İstanbul’da futbolun yayılıp gelişmesine büyük katkılar sağlamış, ilk futbol takımlarından Kadıköy’ün reisliğini, Union Club’ün ve İstanbul Ligi’nin kuruculuğunu yapmıştı ve ilk ragbi ve futbol hakemlerinden birisi olmuştu.
Avukat, gazeteci ve tarihçi Edwin Pears’in oğlu Avukat Harry Pears,
James Whittall'in kızı “Gertie” Gertrude Anna Whittall ile evliydi.
Harry Pears 1893’te Sir James Whittall’un kızı Gertrude Anna Whittall ile evlenmiş ve ailesiyle yaşadığı Moda’dan havasını ve suyunu çok sevdiği Yakacık’a taşınmıştı. Harry ve Gertrude Pears Çiftinin 1894’te Lorna ve 1902’de Mary Gertrude (Molly) adlı iki kızları olmuştu. Harry Pears ağaç dikip yetiştirmek için Yakacık yakınlarında Soğancık’ta yeni bir arazi satın almış, nadir bulunan çeşitli bitkiler yetiştirmeye başlamıştı. Yaz aylarında bütün aile fertleri ve arkadaşlarının katılımıyla Yakacık’taki evlerinde buluşup pikniklere gidiyor, bahar aylarında sadece Sultanbeyli ve Aydos ormanında bulunabilen nâdir, endemik bir bitki olan Crocus Olivieri İstanbulensis çiçekleriyle kaplı Aydos tepesine ve civardaki antik harabelere araba ile geziler düzenliyorlardı.
İstanbul Çiğdemi de denilen Crocus Olivieri İstanbulensis,1981 yılında Türkiye’nin en önemli botanikçilerinden
Prof. Dr. Turhan Baytop tarafından keşfedilmiş,
1982 yılında İngiliz Botanikçi Brian Mathew tarafından
bilim dünyasına tanıtılmıştı. 
Gertrude Margaret Lowthian Bell
(1868-1926)
Arap aşiretlerinin, Osmanlı Devleti aleyhine, İngiltere ile müttefik olmalarını sağlayan ve Irak’ın sınırlarını çizen arkeolog, tarihçi ve “dişi Lawrence” ünvanına sahip, İngiliz kadın casus Gertrude Margaret Lowthian Bell (1868-1926), 31 Mart (13 Nisan 1909) günü Bağdat yakınlarındaki Abbasi’lerin başkenti Samarra civarında bulunuyordu ve İstanbul’da yaşananların aslını, 28 Nisan 1909 günü Musul’a geldiğinde öğrenmiş, Musul’dan İstanbul’a giderken tuttuğu günlüklerinde, 31 Mart Olayı ile çalkalanan Osmanlı Devleti hakkında da günlüğüne notlar almış ve 12 Temmuz 1909 tarihli sayfasına şöyle küçük bir not düşmüştü;
“...Mahmud Muhtar öfkeli ve gideceğini söylüyor. Şiddetli bir Alman yanlısı ama kendi adamları onu vurmak isterlerken biz onu Nisan ayında kurtardık, Whittal’un evine kaçtı ve oradan ona dokunulmayacağını söylememize rağmen bir Alman teknesiyle kaçtı.”

Batı’ya açılmadan önce Türkiye’yi ve Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden İngiliz gezgin Fanny Davis ve arkadaşı Lucy Mary Jane Garnett (1849-1934) Türk kadınlarının yaşamları ve geleneksel geleneklerine ilişkin günlük gözlemleri içeren bir Sosyal tarih yazmışlardı.
“The Ottoman Lady / A Social History from 1718 to 1918”
(1718’den 1918’e Osmanlı Kadını) adlı kitapta;
“…Komutan Mahmud Muhtar Paşa, Bayezid Meydanı’nda isyancı askerlerle bizzat savaşmış ve sonunda Moda’daki evine döndüğünde orada da saldırıya uğramış, yandaki Fransız bir komşusunun bahçesinden Sir William ve Lady Whittall'in evine kaçmayı başarmıştı. Bu da karısına onun ülkeden çıkmasını ayarlayabilmek için zaman sağlamıştı. Paşa, Whittall’lerin iskelesinden Alman Büyükelçiliği’nin filikası ile bir İngiliz gemisine taşınmış, Pire'ye inmiş ve isyan bastırıldıktan bir süre sonra İstanbul’a geri dönmüştü.” diye aktarmıştı o firar gününü.

İngiliz “The Times” Gazetesi de, 31 Mart Vak’ası sonrası yaptığı yorumda;
“İttihat ve Terakki Cemiyetinin yerini birçok yetenekli ulemanın mensup olduğu rakip bir teşkilat almıştır. Ellerinde beyaz, yeşil ve kırmızı bayraklar bulunan ve sayıları yaklaşık 3-4 bin olan isyancılar başta Volkan gazetesinin sahibi Derviş Vahdetî olmak üzere İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti üyeleriyle Fatih ve Bayezid medreselerinin bazı talebeleri de bu isyana iştirak etmiştir. İsyancılar, kendilerine direnen ya da yaptıklarının doğru olmadığını belirten asker ve ilmiye sınıfından bazı kişileri öldürmüştür.”

Pire’den sonra Selanik’e ulaşan Mahmud Muhtar Paşa, Mahmut Şevket Paşa’ya hizmetinde olduğunu ve İstanbul’a yapılacak harekâta katılmak istediğini ifade etmiş ancak Mahmut Şevket Paşa İstanbul Üçüncü Ordu tarafından ele geçirilene kadar onun harekata katılmasına izin vermemişti. 21 Nisan 1909 Çarşamba günü, 25 tabur, 12 bölük, sekiz batarya, 935 subay, 3312 at, 48 top ve 8 makineli tüfek, erzak ve askeri mühimmat ile birlikte Hareket Ordusu Erkan-ı Harbiye Reisi Mirliva Pertev, Ali Rıza Paşa, Topçu Kumandanı Mirliva Hasan Rıza Pasa ve II. Ordu Kumandanı Salih Paşa’nın da katılımıyla Mahmud Şevket Paşa Komutasında Selanik’ten hareket etmiş, 22 Nisan Perşembe günü Ayestafenos’a (Yeşilköy) ulaşmıştı.
O Fransız komşu kimdi?

31 Mart olayları sırasında Mahmud Muhtar Paşa’nın

Moda’daki Mermer Konağı’ndan kaçış hikayesi çeşitli kişiler tarafından anlatılmış, anlatımlarda ise ortak olarak Mahmud Muhtar Paşa’nın önce Mermer Konağın hemen yanındaki Fransız komşularının evinin bahçesine atladığı, oradan da Whittall’lerin “dükalık” olarak adlandırılan büyük bir park içindeki evlerine geçtiğinden bahsedilmektedir. James William Whittall’ün torunu Hugh McKinley Whittall’ün 1920-30’larda denizden çekmiş olduğu ve sırasıyla evlerin görüldüğü Moda burnu fotoğrafını numaralayarak altına düşülen (1) “Muhmud Muhtar Pasha” ve (2) “The French school (now Cimcoz)” notu, konuya bir parça açıklık getirmektedir.
Notta Mahmud Muhtar Paşa Konağı ile Sir James Whittall Konağının geniş arazisi arasında bir Fransız Okulu’ndan bahsedilmektedir. Ayrıca 1906 tarihli Goad haritasında ve 1913 tarihli Alman Mavileri haritasında Mahmud Muhtar Paşa Konağının hemen solundaki bina, “Lycée Français Faure” olarak isimlendirilmektedir.
Şimdi biraz gerilere gidip, yabancıların Osmanlı topraklarında mülk edinmelerinin geçmişine bakalım önce;
Solda Fransa Kralı I. François (1510-1572), sağda Kanuni Sultan Süleyman (1494-1566).
François Clouet, I. François Portresi 1540, ahşap panel üzerine yağlıboya,
27 x 22 cm. Uffizi Müzesi Koleksiyonu.
Hans Eworth, Kanuni Sultan Süleyman Portresi 1549, ahşap panel üzerine yağlıboya,
56 x 47 cm. Yarorough Kontu özel Koleksiyonu, Habrought-İngiltere.


1535 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman ile Fransa Kralı I. François arasında karara bağlanan ilk kapitülasyonlar ile Fransız vatandaşlarının Osmanlı topraklarında milliyetlerini değiştirmeksizin oturma süreleri uzatılmış, ancak “... Fransızlar ancak Türkiye’de on sene yaşadıktan sonra angaryaya koşulacak, haraca tabi olacaklardır” denmişti. Bu karara Papalık, İngiltere ve İskoçya Krallıkları da dahil olmuşlar, karar Venediklilire ve Hollandalılara da örnek olmuştu. 1569’da verilen kapütülasyonlarda bu sınırlayıcı süreden bahsedilmeyerek, yabancılar uzun süre ikamet ettikten sonra bile tabiyetlerini değiştirmeden Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamaya devam etmişlerdi. Ancak, Fransa Kralı XV. Louis 21 Mart 1731’de verdiği bir emir ile Fransa tabiyetindeki vatandaşlarının Doğu’da on yıldan fazla kalmalarını yasaklamıştı.
XV. Louis’in gerekçesi de şöyle açıklanmıştı;
Louis-Michel van Loo, Kral XV. Louis (1715-1774) Portresi,1762
Tuval üzerine yağlıboya, 227 x 184 cm. Versailles Kalesi Koleksiyonu

“...Akdeniz limanlarında yaşayan uyruklarının büyük çoğunluğunun edindikleri alışkanlıklar yüzünden ömürlerinin sonuna dek oralara bağlandığını, akıllarından Krallığa dönüp emeklerinin semeresini görme düşüncesinin silindiğini, devletin bu Fransızların malından ve insanlarından mahrum kaldığını, limanlara günü birlik olarak gidenlerin sayısının da azalmak bir yana, zaten orada yaşayanlarla birleştiğinde ticaret hacmine oranla tüccarların sayısının orantısız olarak arttığını, çıkarları farklı olan bunca insanın yarattığı karmaşa yüzünden ticaretten gelen karın azaldığını haber alan majesteleri...”



Ayrıca Fransa Kralı XV. Louis’in bu buyruğu ile 10 yılın sonunda Fransa’ya geri dönen Fransız vatandaşları limana ayak bastıkları andan itibaren en az beş yıl Fransa’da kaldıktan sonra tekrar geri dönebileceklerdi.
Jean Joseph Benjamin Constant (1845-1902),
“Sultan II. Mehmet'in 29 Mayıs 1453'te Konstantinopolis'e girişi” 1876
Tuval üzerine yağlıboya, 697 x 536 cm. Fransa, Toulouse Augustins Müzesi Koleksiyonu.

1453’te İstanbul’un fethinden sonra Ege Denizindeki, özellikle Sakız, Tinos, Sire, Naksos, Santorini gibi adalara sığınan ve sonrasında 18. Yüzyılda boyunca İstanbul’a dönmüş ve Fransız vatandaşlarına tanınan haklardan yararlanabilmek adına Fransız tabiyetine geçmeyi tercih eden Latinler de bu kapsamdaydı.

6 Mayıs 1695’te Osmanlı Donanması Sakız adasını tekrar Osmanlı topraklarına kattığında, Venedik işgali sırasında onlara Katoliklerin yardım ettiği iddiaları üzerine daha önce verilmiş olan imtiyazları kaldırılmış, Latin Katolik nüfusun çoğu İzmir’e göçmüştü. Ancak göç etmeyip kalan aileler de vardı. Abate Giovanni Battista de Burgo, Sakız Adası’na yaptığı bir seyahat sırasında edindiği izlenimleri 1681’de yazdığı “Viaggio di Cinque anni in Asia, Africa & Europa del Turco” (Asya, Afrika, Avrupa ve Türkiye’de 5 Yıllık Gezi) adlı kitabında burada yaşayan ailelerden de bahsetmişti. Kitapta bahsedilen o ailelerden birisi Cenova’lı Glavanini (ki Glavanini ailesi Tepebaşı’nda Meşrutiyet Caddesi üzerinde bugün Londra Oteli’nin olduğu yerde bir ev yaptırmışlar, adları da kısalarak Glavani olmuştu. Kardeşlerden Alfred Glavani’nin Tepebaşi’nı Cadde-i Kebir’e bağlayan sokağın üzerinde yaptırdığı konağı nedeniyle de o sokağa Glavani adı verilmiş ve bu isim zamanla evrilerek Kallavi sokağa dönüşmüş ve günümüzde de Kallavi Sokak olarak kullanılmaya devam etmişti), bir diğeri de Tubini ailesidir.

Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında çevre adalarda yaşayan Yunanlılar Sakız adasına gelmiş, ada halkını da isyana katılmaya teşvik etmişlerdi. Bunun üzerine 11 Nisan 1822’de adaya çıkan Osmanlı askerlerinin yaz ayları boyunca devam eden sivillere yönelik askeri harekâtı, 20.000 sivilin ölümü ve 70.000 ada sakininin hemen hemen tamamının köleleştirilmesi ile sonuçlanmıştı.
Fransız ressam Eugène Delacroix’in 1824'te tamamladığı
“11 Nisan 1822, Scène des massacres de Scio” (Sakız Adası Katliamı) tablosu.
Tuval üzerine yağlı boya, 419 × 354 cm. Paris Louvre Müzesi Koleksiyonu.

1822’de gerçekleşen bu katliam sonrasında çok sayıda aile Sakız’dan İstanbul’a göçmüşlerdi. 1840 yılında Papa’nın vekili olarak Sakız’a ziyaret yapan Monsenyör Julien Hillereau biri doktor, üçü de tüccar olan sadece dört Katolik aile sayabilmişti. İstanbul’a göç etmiş adalardan göçen hıristiyanlar farklı kiliselere kayıtlı olsalar da İstanbul’daki en önemli Latin Katolik kilisesi olan Santa Maria Draperis Kilisesi’nin kayıtlarına göre 1800’den 1855’e kadar İstanbul’da ölen Katoliklerin %33.09’u Sakız, Tinos ve Sire adalarından gelenlere aitti. Bu kayıtlara göre, İstanbul asıllı ölen Levantenlerin oranı %9.92 iken, Sakız’dan göçmüş Levantenlerin oranı %2.18’di.


3 Kasım 1839’da Sultan Abdülmecid döneminde Hariciye Nazırı Koca Mustafa Reşid Paşa’nın okuduğu Gülhane-i Hattı Hümâyûnu ya da bilinen adıyla Tanzimât Fermânı ile Osmanlı İmparatorluğu’na göç teşvik edilmiş, okulların ve kiliselerin açılmasına izin verilmişti, yabancılara mülk edinme hakkı verilmemiş ancak bu konudaki düzenlemenin yakında çıkarılacağı duyurulmuştu. Sonunda yabancıların mülk edinmelerinin önünü açan kanun, 18 Haziran 1867 yılında ülkenin zenginliğini artırmak, Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancıların mülk edinme hakkının olmayışı yüzünden ortaya çıkan zorluklara, suistimallere, belirsizliklere son vermek üzere Sultan Abdülmecid’in buyruğuyla yasal düzenlemeler yapılmış, ancak “... o sırada yönetimde olan ya da ileride yönetime gelebilecek belediyelerin ya da kolluk kuvvetlerinin bütün düzenlemelerine, gayrımenkullerin başkalarına intikaline, devrine, ipotek edilmesine boyun eğmek zorunda kalacaklardı.” “... ama anlaşmalar sonucunda kendilerine ve mülklerine getirilmiş dokunulmazlıklar geçerli olacaktı.” Avrupa bunu elde ettikleri imtiyazlara bir saldırı olarak nitelendirince de, 1868’de imzalanan bir ek protokolle “...yabancılara mülk edinme hakkı tanıyan yasanın kapitülasyonların getirdiği imtiyazları etkilemeyeceği, imtiyazların sağladığı dokunulmazlıkların hem yabancı mülk sahipleri hem de gayrımenkulleri için geçerli sayılacağı” hükme bağlanmış, 29 Haziran 1870’de çıkarılan bir genelgeyle de bu yasa çıkarılmadan önce mülk edinme yasağını delmek amacıyla takma isim ya da kendilerini Osmanlı tebasından göstererek gayrimenkul satın alan yabancılar eski tapularını ibraz ederek, Evkâf Hazinesinden yeni tapularını almaya başlamışlardı.

1822 Sakız olayları sonrasında İstanbul’a göç edenlerden birisi de İtalyan kökenli (Cenova) Sakız’lı (Chios) Katolik Levanten Doktor Bernardo Tubini ve ailesiydi.

Abate Giovanni Battista de Burgo’nun yazdığı kitabında 1681’de halen Sakız’da yaşayan Tubini ailesinin İstanbul’a göç eden ilk ataları Bernardo Tubini 22 Nisan 1755 doğmuş, 1818’de İstanbul’da vefat etmişti. Ailenin 9 çocuğunun 7’si Sakız’da dünyaya gelmiş, 8 ve 9’uncu erkek çocukları ise İstanbul’da dünyaya gelmişti. Ailenin 8. Çocuğu Guiseppe Ercole, 28 Ekim 1804’te İstanbul’da doğmuş, ancak çok yaşamamış 14 Şubat 1805’te 4 aylıkken vefat etmişti. Bu da ailenin Sakız’da 1800’de dünyaya gelen Apollonia’dan sonra 1804’ün Ekim’inden önce İstanbul’a göç etmiş olduğunun işaretidir. Ailenin en küçük erkek çocuğu olan Hyacinthe ise 15 Şubat 1808’de yine İstanbul’da dünyaya gelmişti. Tubini ailesi 19. yüzyılın sonlarına doğru Kadıköy ve Moda’ya yerleşmişti ki bu da 1868’den sonra yabancılara mülk edinme hakkı tanıyan yasanın çıkmasına denk gelmektedir.

İstanbul’a geldikten sonra Fransız tabiyetine geçen ailenin İstanbul’da doğan oğlu Hyacinthe Galata’nın ünlü bankerlerindendi. Hyacinthe’nin 9 Nisan 1843 İstanbul doğumlu ilk erkek çocuğu olan Bernard Ignace “Aristide” de babası gibi Galatalı Banker ve aynı zamanda da 1873 senesinde Tubini ailesine bir alacak yüzünden devrolunan Beşiktaş’ta büyük bir mobilya fabrikasının da sahibiydi. Bu fabrika hem ihracat hem de ithalat yaparak önemli işler gerçekleştirmiş, mobilya üretiminde haklı bir şöhret edinmişti. Hyacinthe Tubini Moda Burnu’nda büyük, ahşap, saray gibi bir malikane yaptırmış, ondan sonra Moda Burnu “Tubini Mahallesi” adıyla anılır olmuştu. Kızı Annette Tubini (3 Eylül 1844-15 Mart 1917) Belçikalı tüccar François Fréderici (23 Nisan 1842-26 Kasım 1904) ile evlenmiş, diğer kızı Xantippe Tubini (1820/60-1913) ise Banker François Nomico (1806/66-1908) ile evlenmişti. Baba Hyacinthe Tubini 1887’de 79 yaşında, oğul Bernard Ignace “Aristide” Tubini de 11 yıl sonra 1908’de İstanbul’da 64 yaşında vefat edince, mülklerin çoğu François adlarındaki iki damada geçmişti. Damat François Nomico beşi kız ikisi erkek yedi çocuğuna birbirinin aynı yedi ev yaptırarak Moda’da bir tür dükalık kurmuştu. Zaman geçtikçe bu evler birer birer el değiştirmeye başlamış, birini Türkiye Cumhuriyeti’nin Ulusal Marşı İstiklal Marşı’nın bestecisi, orkestra şefi, keman virtüözü ve besteci Osman Zeki Üngör, bir başkasını Türk Basın tarihinin önemli isimlerinden, Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucularından, Türkiye’nin ilk ansiklopedisi Hayat Ansiklopedisi hazırlayan, II. Dünya Savaşı sırasında yüksek tirajlı anti-faşist bir gazete olan Tan’ı çıkartan gazeteci ve yayıncı Zekeriya Sertel satın almış, bir diğeri de okul olmuştu. Kaynaklarda Zekeriya Sertel’in satın aldığı bu 7 evden birinin 1950’lerde CHP tarafından kiralanarak “Lozan Kulübü” yapıldığını, o sıralarda bu evin tam karşısında deniz kıyısında da Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle sağ siyasetin dinlence ve eğlence merkezi haline dönüşen Moda Deniz Kulübü’nün açıldığından bahsetmektedir. 1939’da Jacques Pervititch tarafından çizilen Sigorta haritalarının 1 ve 3 numaralı paftalarına baktığımızda bahsi geçen Moda Deniz Kulübü’nün yer aldığı Moda İskelesinin sol tarafındaki sahil kesiminde damat François Nomico’nun yaptırdığı söylenen birbirine eş yedi tane evin yer almadığı açık bir şekilde görülebilmektedir. Bahsi geçen kıyı şeridinde birbirine benzemeyen dokuz yapı gözükmektedir ki, bunların biri Moda Palas, diğerleri de Mano Palas ve Fréderici Apartmanıdır. O halde ya damat François Nomico’nun yaptırdığı söylenen 7 ev konusunda bir yanlışlık, ya da bu yedi evin yeri konusunda bir yanlışlık söz konusudur. Zira Pervititch haritasında tanıma uygun birbirlerine tıpatıp benzeyen 7 tane ev Whittall Malikanelerinin karşısında Devriye ve Şükran sokaklarının, Hüseyin Bey, Fazıl Paşa ve Lütfi Bey sokaklarıyla kesişmesiyle ortaya çıkan adalarda yer almaktadır. Acaba Tubinilerin damadı François Nomico’nun yaptırdığı yedi ev bunlar olabilir mi?
Diğer damat François Fréderici ve Annette Tubini ise bugün hala ayakta kalan ve nadir Moda köşklerinden olan Fazıl Paşa Sokak’taki iki katlı sarı köşkte yaşamışlardı. Bu köşkü Sarıca Arif Paşa Konağını da yapan mimar Constantine P. Pappa (1868-1931) projelendirmişti. Moda Burnu’nun ünlü yapılarından olan Moda Palas da Fréderici ailesine aitti.
Eski bir Moda Burnu Kartpostalında François Fréderici köşkü 
Moda François Fréderici köşkü, restorasyon öncesi ve günümüzdeki durumu
Tubini Ailesi, bugün Kadıköy Muvakkithane Caddesi’nin köşesindeki PTT binasından başlayarak, Misbah Muayyeş sokağına kadar devam eden, derinliğine de yine PTT binasının önünden geçen Albay Faik Sözdener Caddesi ile Mühürdar Caddesi arasında kalan ve 1938 Şubat tarihli Jacques Pervititch haritasında (125) ada numarası ile gösterilen büyük arazi üzerinde inşaa ettikleri, bostanlar ve bahçeler ile çevrilmiş çoğu tek katlı bir sıra halindeki malikanelerinde yaşamaya başlamışlardı.

Kadıköy sahili Tubini Rıhtımı.

O yıllarda bugünün Albay Faik Sözdener Caddesi, Tubini ailesinin evlerinin önüydü ve Tubini rıhtımı olarak adlandırılırdı. O yıllarda deniz bugünkü PTT binasının önüne kadar geliyordu. Mühürdar tarafına doğru devam eden rıhtıma, Galata’lı ünlü Bankerlerinden biri olan Tubini Ailesinin adı verilmişti.
Kadıköy sahilinin rıhtım yapılmak üzeri doldurulma çalışmaları, 1909. Fotoğraf: SALT Arşiv
Kadıköy sahilinin rıhtım yapılmak üzeri doldurulma çalışmaları, 1909. Fotoğraf: SALT Arşiv

Kadıköy rıhtım inşaatı, Kumluk alanının doldurulması, sağ alt köşede Kadıköy İskelesi inşaatı.
Arka planda Tubini Rıhtımı ve Tubini ailesine ait evler, 1909. Fotoğraf: SALT Arşiv

İsveçli fotoğrafçı ve gezgin Guillaume Berggren'in 1875 yılında,
Haydarpaşa'daki İngiliz Mezarlığı'ndan çektiği Kadıköy manzarasında Tubini Rıhtımı

Haydarpaşa’dan çekilmiş bu Sebah Joaillier fotoğrafında sahildeki Tubini Rıhtımı’ndaki Tubini evleri (1) ve Tubini Ahşap Köşkü (2) ve Tubini Kilisesi (3)
Nisan 1906 tarihli Charles Goad haritasında Tubini Rıhtımı (1)
Tubini Ahşap Köşkü (2) ve yanında Tubini Kilisesi (3)
Rıhtımda yine Tübini Ailesine ait akaretler (sıra evler) sıralanır, akaretlerin gerisindeki yola Tübini Çıkmazı denirdi.

20. Yüzyılın başlarında bu rıhtımı Sermet Muhtar Alus şöyle tanımlamıştı; 
“Kadıköyü’nün kumluğu daha doldurulmamış ve [rıhtım) ortada yok. Deniz, şimdiki Belediye Dairesi’nin çok gerisinde, kısa duvarlı sıra evlerin önünde şıpır şıpır...”
Kadıköy sahili Tubini Rıhtımı.

Sonraki yıllarda sahildeki bütün bu araziler doldurulmuş, geniş bir meydan kazanılarak ismine ‘‘Kumluk’’ denmiş ve üzerine Şehremaneti Binası, yeni Kadıköy iskelesi gibi binalar ve parklar yapılmıştı. Kadıköy Şehremaneti Binası 1913 yılında Ermeni mimar Yervan Terziyan tarafından yapılmıştı.
1920-1940 yılları arasında bir uçaktan çekilmiş Kadıköy, Haydarpaşa genel görünüşü.
Tubini Rıhtımı (1) Tubini Ahşap köşkü (2) ve yanında Tubini Kilisesi (3)
Kadıköy Şehremaneti

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu mağlup olmuş, düşman orduları ülkenin her tarafını olduğu gibi İstanbul’u da işgal etmişlerdi. Şehremaneti binasının önüne İngilizler barakalar kurarak askerlerini yerleştirmişti.
İşgal yıllarında Kadıköy

Milli Mücadele kazanıldığında, Türk ordusunun İstanbul’a gelmek üzere olduğu haberi duyan İngiliz Birlikleri, Kumluk'taki baraka ve çadırlarını sökerek Kadıköy’den ayrılmışlardı. 
Jacques Pervititch Şubat 1938 tarihli Sigorta Haritalarında Kadıköy İskele Paftasında
Tubini evleri ve arazisi. 
Tubini Ailesinin Kadıköy Deniz kenarındaki önü rıhtım olan sıra evleri (1),
bugün Sular İdaresi’nin yerindeki Tubini Ailesinin Ahşap köşkü (2),
Köşkün yanındaki Tubini Kilisesi, bahçesi ve papaz evi (3)

İstanbul’un işgali sırasında bir uçaktan çekilmiş Kadıköy İskelesi, Belediyesi ve civarı.
Büyük bir alana yayılmış olarak işgal kuvvetlerinin çadırları, barakaları görülmekte.
Tubini Rıhtımı (1) Tubini Ahşap köşkü (2) ve yanında Tubini Kilisesi (3)

Lorando Ailesi de bugün Küçük Moda diye adlandırdığımız bölgede, büyük bir arazi üzerine inşaa ettirdikleri malikanelerde yerleşmiş ve yaşamaya başlamışlardı.

Üstteki fotoğrafta, 1926 yılında inşa edilen Kadıköy İskelesi ve arkada Tubini Rıhtımı ve malikanesi.
Alttaki fotoğrafta ise 1912-1914 yıllarında denizden doldurularak elde edilen meydana ilk olarak projesi Mimar Yervant Terziyan tarafından yapılan Şehremaneti Binası ve ardında Tubini rıhtımı, sol başta Tubini malikanesi ve yanında diğer tek katlı Tubini evleri.


Tubini ailesinin Kadıköy’de bugünkü PTT binasının ve Sular İdaresi’nin yerinde bulunan ahşap köşkleri bir süre İtalyan Kız Okulu olarak kullanılmıştı. Köşkün hemen yanındaki arazide, ki bugün Mühürdar Caddesi ile Misbah Muayyeş Sokağın kesiştiği köşede, Sular İdaresinin hemen yanı başında, Belçika asıllı Fréderici’lerin, İtalyan asıllı Corpi’lerin ve Tubini’lerin ortak malı olan arazi üzerine, hepsinin ortak onayı ile Katolikler için bir kilise yaptırmıştı. İlk yapıldığında geniş bir bahçe içerisindeki Tubini Kilisesi, sonradan 1940-1950 yıllarında açılan yollar ve imar planlarıyla değişen parselasyonlar sonucunda küçülmüş, papaz evi yıkılmış dar bir alana sıkışıp kalsa da halen ayakta kalabilmişti. 1958’de yılında kapanan kiliseyi daha sonra 2000’li yıllarda Advendist adlı bir hıristiyan cemaat üyeleri kiralamak istemiş, anahtarı elinde olan Moda Cem sokakta yer alan Notre-Dame de L’ Assomption (Meryem Ananın Göğe Çıkışı) kilisesine başvurmuş, onlar da Katoliklerin bağlı bulunduğu Elmadağ’daki Notre Dame de Sion Fransız Okulu’nun içindeki Vatikan Temsilcisine yönlendirince, onlardan aldıkları yetki ile bu küçük kiliseyi kiralamışlar “Yedinci Gün Advendist Kilisesi” adıyla kullanmaya başlamışlardı. Tubini ailesinin Fransız kurumlarına yaptığı yardımlar sadece kiliseler ile sınırlı kalmamış, aile Fransız misyonunu temsil eden okullara da mülk sağlamak suretiyle büyük bağışlarda bulunmuşlardı. İzmit’ti Augustin de l’Assomption Rahipleri Mektebi, Eskişehir’de Rumca ve Fransızca eğitim veren bir okul, İstanbul Beyoğlu’nda Ste. Elisabeth Mektebi, Kumkapı’da bir Fransız Mektebi, Pangaltı’da St. Espri Kilisesi ve okulu için arsa, Moda’da Dame de Sion Mektebi ve 1868 yılında Moda’ya yerleşen Lycée Français Faure (Faure Fransız Lisesi), Bernard Ignace “Aristide” Tubini tarafından bağışlanmış olan binada faaliyetlerine devam etmekteydi ki bu Mahmud Muhtar Paşa Konağının güneydoğu yönündeki komşusu olan ve kaçışı sırasında bahçesine atlayarak Whittall’lerin malikanesine geçtiği binadır.

Dolayısıyla tüm kaynaklarda bahsedilen “Fransız komşu”, Bernard Ignace “Aristide” Tubini’den başkası değildi.

Bernard Ignace “Aristide” Tubini 15 Şubat 1908 İstanbul’da 64 yaşında vefat etmiş, Feriköy Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedilmişti.

Ermeni şair, tarihçi, matbaacı ve tercüman Eremya Çelebi Kömürciyan (1637-1695) 17. Yüzyıl İstanbul’unu detayları ile anlatan “İSTANBUL TARİHİ / XVII. Asırda İstanbul” adlı kitabında;

“...Şehir haricinde şimale doğru çıkıyoruz. Yukarıda Mevlahane, hamamlar ve fırın ile çarşı vardır. Dörtyol ağzına geldik (Stravdromi). Yolların biri önümüzde biri de arkamızdadır. Sağımızdaki yol Tophane’ye, solumuzdaki de Kasımpaşa’ya iner. Bulunduğumuz yolun kenarında elçilere daima hizmet eden Frenk tercümanlarının bahçeli evleri vardır...” diyerek tarif ettiği kavşak nokta, günümüz İstiklal Caddesi ile Kasımpaşa yönünde Asmalı Mescid, Tophane yönünde Humbaracı Yokuşu’nun kesiştiği noktadır ve gerek çevresinde bulunan Rus, İtalyan, Hollanda, İsveç, Fransa elçilikleri, gerekse 17. Yüzyılda deniz yolu ile İstanbul’a gelen yabancıların Pera’ya ulaştıkları (Humbaracı Yokuşu) bağlantı yolu olması nedeniyle önemli bir merkezdir. Adını ikametgahı buralarda olduğu için, Fransız asıllı Humbaracı Ahmed Paşa’dan (Comte de Bonneval) alan Humbaracı Yokuşu’ndan çıkarken Grand Rue de Pera’ya (İstiklal Caddesi) varmadan sağdaki son çıkmaz sokak Türcüman ( impasse Terdjiman) çıkmazıdır. Fransız Hükümeti yurtdışından gelen yabancılar ve elçilerle Osmanlıların görüşmelerine aracılık etmesi ve elçilik ve konsolosluklar ile yakın doğu’daki ticari limanlarda çalıştırılmak üzere Fransızca bilen tercümanlar yetiştirilmesine karar vermiş ve bu çıkmaz sokakta Fransız Elçiliği tarafından 1629 yılında Fransız Kapusen hocalar tarafından genç tercümanların yetiştirildiği bir okul açılmış, okul 1669’da Saint-Louis Dil Oğlanları Kolejine dönüştürülmüştü. Okul zaman içerisinde gözden düşmüş ve 1873’te kapanmıştı. 1872 yılında açılan ve Fransisken rahibelerin yetiştirildiği yatılı Sainte Élisabeth ve ücretsiz okulları da Tercüman Çıkmazında yer almaktaydı.
Ayrıca, 17. yüzyıl ortalarından 18. yüzyıla kadar Divan-ı
Hümayun tercümanlığını Fenerli Rum aileler üstlenmişti. Mavrokordato ailesi Divan-ı Hümayun tercümanlığında yüz yıla yakın bir süre egemenliğini sürdürmüştü.

Kapitülasyonlarla beraber Osmanlı topraklarında etkin olan Fransızlar, diğer yabancı ülkeler gibi etkinliklerini Tanzimat ve Islahat Fermanlarından sonra attırmaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak da Osmanlı ülkesinde, özellikle de payitaht İstanbul’da birçok Fransız Okulu açılmıştı. Bu okulların Osmanlı Hükümetince resmen tanınması ise Fransız bankeri Lorando’nun 1875’te Osmanlı Nafia ve Maliye Nezareti’ne verdiği 85 bin liralık borcunu ve Bernard Ignace “Aristide” Tubini’nin elindeki tahvilleri tahsil etmek için mahkemeye başvurmasına rağmen Osmanlı Hükümeti bu borcu karşılamayınca şahısların Fransız Hükümeti’ne başvurmasıyla ortaya çıkan 1901 Midilli Hadisesi sonrasında gerçekleşmişti. Elçisini geri çeken Fransa Hükümeti Osmanlı İmparatorluğu’ndan topraklarında bulunan ve Fransa’nın himayesi altındaki şahıs veya cemaatler tarafından yönetilen okulların resmen kabul edilmesini istemiş, bunun kabul edilmemesi halinde zor kullanılacağını belirtmiş ve bunun göstergesi olarak 7 Kasım 1901’de Midilli Adası’na asker çıkartmış, Osmanlı Hükümeti’nin şartları kabul etmesiyle birlikte de işgal 11 kasım 1901’de sona ermişti. Böylelikle Osmanlı Hükümeti topraklarında çoğu ruhsatsız olarak işletilen 259 okul ve 354 işletmenin mevcudiyetini onaylamak zorunda kalmıştı.
Temmuz 1932 tarihli Jacques Pervititch Sigorta Haritalarında
Beyoğlu Sefaretler Bölgesi ve Tercüman Çıkmazı
 Şark Yıllıkları’nın (Anuaire Oriental) 1889-1890 baskısında yer alan bir isim ve okul dikkat çekicidir. “Faure Frères, directeurs du collège français, Impasse Terdjiman, 2, P.”
(Faure Kardeşler, Fransız Lisesi Yöneticileri, Tercüman Çıkmazı, 2, P.)
Şark Yıllıkları’nın (Anuaire Oriental) 1913 baskısında ise, bu kez hem Fransız Lisesi’nin, hem de Faure Fransız Lisesi’nin sahibi olarak Jules Faure’nin evinin aynı adreste yer aldığını görmekteyiz.
Temmuz 1932 tarihli Jacques Pervititch Sigorta Haritalarında Tercüman Çıkmazı
Bu tarihte çoktan Lycée Français Faure kapanmış ve haritada gösterilmemiş olsa da, Şark Yıllıkları’ndaki adreste No:2 olarak belirtilen okul binası sokağın hemen girişindeki sağdaki köşe 
bina olmalıdır.
M.Jules Faure, 1884’de Pera’da Tercüman Çıkmazı’nda “Lycée Français Faure”yi (Faure Fransız Lisesi) açmıştı. Başlangıçta müfredat kabaca Fransız Orta öğretim programını takip ediyordu. Sonrasında modern Yunanca dersler eklenmiş, daha sonra da 1910’da tüm eğitim Osmanlıların daha fazla takdir edeceği şekilde Türkçe yapılmaya başlanmış, ülkenin ihtiyaçlarına uygun bir hale getirilip, okul adeta bir Fransız-Türk okuluna dönüştürülmüştü.
Humbaracı Yokuşundan Tophane’ye inarken soldaki Tercüman Çıkmazı’nın köşesindeki
sarı bina “Lycée Français Faure” olabilir. (Fotoğraf: Hayati İnaç)
Okulun 245 ögrencisinin 166’sı Türk, 36’sı Yunan, 18’I İtalyan ve 15’I de Fransızdı. Yöneticiler tarafından belirlenen yöntemlere göre yerli öğretmenler tarafından verilen Türkçe tüm öğrenciler için zorunlu dildi. Bu durum seçmeli Arapça ve Ermenice için de geçerliydi. Fransızcayı doğru konuşan ve yazan öğrenciler, Fransız tarihi ve edebiyatı konusunda zayıflardı. Alt sınıflar daha kalabalık, üst sınıflar ise daha tenhaydı, zira devamsızlık çoktu. Buna rağmen her yıl yapılan bakalorya sınavında birkaçı üst sınıfa geçebilirdi.
Okul binası Jules Faure’nin hedefleri için fazla uygun değildi, yetersiz ve kötü görünüyordu. Bu nedenle Jules Faure Fransız Hükümetinin ve bazı özel Fransız şirketlerinin, gösterdiği çabalarına ve elde ettiği sonuçlarına daha fazla ilgi göstermelerini ve okuluna daha uygun bir tesis inşaa edilmesi için destek bekliyordu. İstanbul’daki Fransız Lisesi sorununu birkaç kez dile getirmiş, ancak cevap alamamıştı.
Diğer taraftan Osmanlı Hükümeti, Galatasaray Lisesi ile rekabet edecek yeni bir Fransız okulunun kurulmasına iyi gözle bakmıyordu. Bu Jules Faure’nin gurur duyması için bir nedendi ve belki de en iyi çözüm yeni bir şey yaratmak yerine Faure Fransız Lisesini geliştirmek, Fransız-Türk karakterini öne çıkartarak, bu karakterini muhafaza edip yola devam etmekti.
Öyle de olmuş, Faure Fransız Lisesi, diğer kuruluşlarla rekabet etmeden aynı cemaatlere hizmet etmeye devam etmişti.

Jules Faure Pera’daki Lisesi duvarlar arasında boğulmuş, çok sıkışmıştı. Bu sırada Fransız kurumlarına yardımlarıyla tanınan Tubini ailesinden Bernard Ignace “Aristide” Tubini Moda’da sahip olduğu mülkünü Faure Fransız Lisesi’ne bağışlamış, böylelikle Jules Faure, Pera’daki okulun bir şubesi olarak Asya yakasında Antik Chalcedon (Kadıköy) Moda’da bir şube açmıştı. Okul deniz kenarında güzel bir mevkideydi. Okulun Moda şubesi stajyerler, yarı yatılı öğrenciler ve şehir dışından gelenler içindi. Ama bu bina da yetersiz kalıyor, her yıl yapılan yeni başvuruların çoğu kabul edilemiyordu. Pera’daki Lisede olduğu gibi burada da Fransızca, Türkçe ve Yunanca dersleri veriliyor, ancak daha üst sınıflar için öğrenciler Pera’daki okula yönlendiriliyordu. Okulun 103 öğrencisinden 85’I Türk, 7’si Yunan ve 5’I Fransızdı. Okul ayrıca akşamları Fransızca ve ücretsiz olarak yaklaşık otuz öğrenciye temel muhasebe, finansal ve pratik ticaret dersleri veren işletme kursları da açmıştı. Toplam 352 öğrencisi ve 41 öğretmeniyle İstanbul’un oldukça ünlü okullarından biri olan Faure Fransız Lisesi’nin mezunları tercihan büyük bankalar, ticaret firmaları ve şirketler tarafından istihdam ediliyorlardı.

26 Kasım 1905, Pazar günü Yoğurtçubaşı Çayırı’nda Galatasaray ve Faure Mektebi arasında Özel bir Dostluk Maçı yapılmış maç 2-0’lık bir skorla Galatasaray lehine sonuçlanmıştı.
5 Ağustos 1893’te İstanbul’da doğan, Cumhuriyet dönemi Basın dünyasının önemli kalemlerinden birisi olan Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu 1913 yılında Moda’daki Jules Faure Fransız Lisesi’ni birincilikle bitirmiş, bakalorya sınavını vererek mezun olmuştu. Mayıs 1938’de gazeteci İlhami Safa ile birlikte Yeni Sabah Gazetesini çıkartmıştı.

Laik Fransız Misyonu, özerkliklerine dokunmamak kaydıyla, İstanbul’daki bazı okulları da himaye etmekteydi. Jules Faure’nin Fransız Lisesi, Mösyö Magnus Kız Okulu ve Madam Kolb Kız Meslek Okulu bu okullar arasındaydı. Ancak bu okullar, Mondros Mütarekesi sonrasında yeniden faaliyete geçemedikleri için bu çalışmanın kapsamı dışında kalmış, Faure Fransı Lisesi 1914 yılının Ekim ayında kapanmıştı.

Misyonerlik faaliyeti için açılan yabancı okullar, kapitülasyonların kaldırılması ve I. Dünya Savaşının başlamasıyla kapatılmış, okul mensupları yurtdışına çıkarılmış, mülklerine devlet tarafından el konulmuştu. 1919-1925 yılları arasında Türkiye’de Laik Fransız Misyonu ile bağlantısı olan herhangi bir okul kalmamıştı.

Okul kapandıktan kısa bir süre sonra 16 Aralık 1914’de Humbaracı yokuşunda çıkan bir yangın 19 binayı yok etmişti. Bu yangının Tercüman Çıkmazına sirayet edip etmediği bilinmemektedir. 1925 tarihli Pervitich haritasında yalnızca civardaki Rus, İtalyan, Hollanda Konsolosluğu binaları görülmekte ancak Tercüman sokakta başka bina görülmemektedir. Ya binaların çizimi unutulmuş ya da 1914 tarihindeki yangında tüm yapılar yanmıştır diye düşünülebilir. Ancak, Jules Faure 1918 yılının Aralık ayında Lisesini tekrar açmak için İstanbul’a döndüğünde, okul binasının 1916 yılında lisenin eski müdür yardımcısı rum asıllı Osmanlı vatandaşı Apostolides tarafından bir Rum-Fransız okuluna dönüştürüldüğünü görmüş olması Lise binasının yangında zarar görmediğinin göstergesidir. Jules Faure, Apostolides’le görüşüp anlaşmaya çalışsa da, Fransız makamları nezdinde çeşitli girişimlerde bulunsa da olumlu bir yanıt alamamıştı. Bunun dışında İstanbul’da uygun fiyatta ve okul haline dönüştürebilecek bir bina da bulamamış, 30 yıllık geçmişi olan lisesini yeniden açmayı başaramamıştı. Apostolides’in Rum-Fransız Koleji de Mayıs 1926’da kapanmıştı.
Lozan Barış Anlaşması’nın Derso ve Klein tarafından çizilen Karikatürü.

Jules Faure okulunu yeniden açmaktan hiç vaz geçmemiş, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması sırasında İsmet İnönü’nün İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcilerine verdiği bir mektupla söz konusu devletlerin Türkiye’de 30 Ekim 1914 tarihinden önce açmış oldukları eğitim, sağlık, din ve hayır kurumlarının varlıklarının tanınacağını bildirmesi üzerine, 1923 yılının Temmuz ayında okulunu yeniden açmak için vakit kaybetmeden hemen Fransız Dışişleri Bakanlığı’na girişiminde bulunmuş ancak bu başvurusuna sıcak bakılmamış ve bu çabası da sonuçsuz kalmıştı.

1905 tarihli Charles Edward Goad haritasında Lycée Français Faure 
1905 tarihli Charles Edward Goad haritasında Mahmud Muhtar Paşa Mermer Konağı
ve hemen yanındaki parselde Lycée Français Faure.

Fransız Lisesine giden aralık Club Geçidi olarak tanımlanmış.
“Lycée Français Faure” 1905 yılında çizilen Charles Goad haritasından sonra 1913 yılında çizilen ve “Alman Mavileri” olarak anılan haritalarda da hala aynı yerde mevcudiyetini koruyor görünmektedir.
1913 tarihli 1/1000 ölçekli Alman Mavisi Haritasında “Lycée Français”
1913 tarihli 1/500 ölçekli Alman Mavisi Haritasında
(1) “Lycée Français”, (2) Mahmud Muhtar Paşa Mermer Konağı
(A) Deniz kenarına  inen merdivenler, (B) Teras
Söz konusu Lycée Français Faure” binası ancak 1938’de Jacques Pervititch tarafından çizilmiş olan Sigorta haritalarının 2 numaralı Kadıköy paftasında görülmemekte, yeri Moralı Ali Zade Bey Konağı olarak belirtilmektedir.

Moralı İbrahim Halil Paşa (1818-1889) Osmanlı döneminde iki kez Bahriye Nazırlığı, Valilik ve Meclis-i Mebusan üyeliği yapmış bir devlet adamıdır. Moralı İbrahim Halil 1818 yılında Mora Yarımadası’ndaki Trapoliçe şehrinde doğmuş, 3 yaşındayken çıkan Mora isyanı üzerine ailesi ile birlikte İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştı. Bahriye teşkilatına katılmış, Kırım Savaşı’nda savaşmış, Bahriye Müşirliği rütbesine ulaşmış ve Sultan Abdülaziz döneminde, 1872 yılında Bahriye Nazırı olmuştu. 1872 yılının Mart-Ağustos ayları arasında bu görevi yürütmüş, Şubat 1874 - Şubat 1877 tarihleri arasında (Eyâlet-i Cezi*ir-i Bahr-i Sefid) Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti ( Rodos, Biga, Sakız, İstanköy, Midilli ve Kıbrıs) Valisi olarak görev yapmıştı. 1877 yılında Meşrutiyetin ilanı ile Meclis-i Ayan’a üye olarak katılmış, Sultan II. Abdülhamid tarafından 1878 yılında tekrar kısa bir süreliğine (Nisan-Mayıs) Bahriye Nazırlığına getirilmiş, 1889 yılında da vefat etmişti.

*Cezi’ir : On iki Adalar

Kadıköy Belediye Reisliği de yapan Moralızâde Ali Bey, Moralı İbrahim Halil Paşa’nın oğluydu. Moralızâde Ali Bey’in oğlu Naci Ali Moralı, Abbas Halim Paşa’nın kızı Prenses Vicdan Halim Hanım (1897-1966) ile evlenmiş, Sina Abbase (Kemahlı) ve Selahattin Moralı adında iki çocukları olmuştu. İki evlilik yapan Sina Abbase Moralı’nın Büyükelçi İbrahim Şadi Kavur’la yaptığı evliliğinden doğan oğlu Celal Ömer Kavur Türk sinemasının en sıradışı yönetmenlerinden birisidir.
Abbas Halim Paşa
(1866-1934)

Prenses Vicdan Halim, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Halim Paşa’nın torunudur. Halim Paşa Prenses Nimetullah Hanım’ın babası Hidiv İsmail Paşa ile araları açılınca İstanbul’a yerleşmiş ve orada yaşamıştı. Halim Paşa’nın oğullarından Sait Halim Paşa Osmanlı Sadrazamlarındandır, diğer oğlu Abbas Halim Paşa (1866-1935) ise hayatı boyunca pek çok sanatçıya maddi destek sağlamış; milli şair Mehmet Akif Ersoy’un yakın dostu ve hâmisi olmuştur. Abbas Halim Paşa’nın “Akif ne zaman olsa bir Abbas Halim bulur. Fakat ben bir Akif bulamam. O benim için bir tâlihtir.” dediği dostu Mehmet Akif Ersoy, 1926 yılında Mısır’a gitmiş, 1936 yılında hastalanıp İstanbul’a dönene kadar Abbas Halim Paşa’nın Hilvan’daki Kasr-ı Gülşen adını verdiği köşkünde yaşamıştı. Mehmet Akif Ersoy İstanbul’a döndüğünde de yine Abbas Hilmi Paşa’nın Pera’daki Mısır Apartmanı’nda yaşamış ve orada vefat etmişti.
Abbas Halim Paşa ve Mehmet Akif Ersoy Mısır’da

Abbas Halim Paşa’nın Heybeliada’da, 1854 Londra doğmuş, 1867’de İstanbul’a göçmüş, mimarlık eğitimini Accademia di Bella Arti di Roma’da (Roma Güzel Sanatlar Akademisi) 1879’da ödül kazanarak bitiren Ermeni asıllı Mimar Hovsep Aznavuryan tarafından tasarlanıp 1897’de yapılmış “Vidalı Köşk” adıyla tanınan bir köşkü vardı.





Abbas Halim Paşa’nın Vidalı Köşkü’nün taşları Malta’da özel olarak kesildikten sonra gemiyle Heybeliada’ya getirilmiş, Köşk, tek bir çivi kullanılmadan, numaralı taşlar vidayla monte edilerek yapılmıştı. Köşkün mimarisinde tarz olarak batıda ‘‘Egyptian Revival’’ (Mısır uyanışı) diye bilinen üslup tercih edilmişti. Eski Mısır tapınak cephelerinde kullanılan, kesik piramit tarzındaki pilonlar, helozonik şerit kabartmalarıyla bezeli kaval silmelerle çerçevelenmişti.


Cephelerdeki pencere grupları ile balkon alınlıkları, kobraların ve akbabaların kuşattığı güneş diskleri ile taçlandırılmıştı. Bu muhteşem köşk, Abbas Halim Paşa'nın vasiyeti üzerine, ölümünden 10 yıl sonra 1945’de, yapıldığı gibi sökülerek Mısır’a götürülmüştü.



Köşkün Heybeliada’daki arazisi ve kalan bahçe duvarları halen durmaktadır.



Prenses Vicdan Halim, Abbas Halim Paşa’nın altı kızının en büyüğüdür. Abbas Halim’in diğer kızları Kerime(1898), Emine (1899), Tevfika(1900), Nimetullah ve Zeynep’tir.
Abbas Halim Paşa’nın kızları Vicdan(1897), Kerime(1898), Emine (1899), Tevfika(1900)
Abbas Halim Paşa ailesi bir arada.

Abbas Halim Paşa’nın kızları Kahire’de Mısır Kralı Faruk’un düğününde, 20 Ocak 1938

Prenses Vicdan Halim Moralı (1897-1966)

İbrahim Çallı (1932) Tuval üzerine yağlıboya / 145,5 x 116 cm
“Yeşil Elbiseli Kadın” olarak tanınan bu tabloda Prenses Vicdan bugün Salah Apartmanı’nın bulunduğu yerdeki Cimcoz Köşk’nde, Edirnekâri bir sedirin üzerinde oturmakta, sedirin solunda aynı tekniği sergileyen sehpanın üzerinde, mavi Beykoz işi mavi opalin vazonun içinde pembe güller görülmektedir. Vicdan Hanım yeşil üzerine sarı işlemeli üç etek giymiş, belini saran ve başına boyalı bir yemeni bağlayarak poz vermiştir. Duvarda solda, üzerine porselen bir tabak konmuş Edirnekâri kavukluk, sağda yaldızlı çerçeve içinde sülüs hatlı “Ve mâ tevfîki illâ billâ” (Ancak O’nun yardımıyla olur) yazısı yer alır. Sarı ipek şalvar, sim işlemeli yeşil üç etek giymiş olan prensesin elmas küpeleri ve sarı çiçek oyalı hotozu dikkat çekmektedir. Tablo Aile tarafından Mimar Sinan Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi’ne bağışlanmıştır.

Moralızâde Ali Bey’in kızı Hasene Mazlume (Moralı) Hanım (1886-1961) İttihat ve Terakki üyesi, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında III. Dönem İstanbul Mebusu, T.B.M.M. IV., V., VI., VII. Dönem İstanbul Milletvekilliği ve CHP Sanat Bölümü Şefliği de yapmış olan Hukukçu Salâh Cimcoz (1875-1947) ile evlenmiş, Fatma (Barşal), İbrahim, Bülent, Emel (Korutürk) ve Saynur (Aral) adlarında beş çocukları olmuştu.
Hasene Mazlume (Moralı) Cimcoz Portresi, İbrahim Çallı
Portrede Hasene Hanım Cimcoz Köşkü’nde Edirnekari bir koltukta, kucağında çok sevdiği köpeği Nana ile resmedilmişti. Tablo Cimcoz Ailesi tarafından Ankara Resim ve Heykel Müzesi’ne bağışlanmıştı.

Moralızâde Ali Bey’in Selahattin ve Melek adında iki çocuğu daha vardı. Melek Moralı ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın kendisine karşı duyduğu platonik aşkla tanınmış, şairin en güzel aşk şiirlerini onun için yazdığı söylenmişti.

Selahattin (Salaruddin) Moralı Bey, Sultan V.Murad’ın torunu Adile Sultan ile evlenmiş ve Nilüfer adında bir kızları olmuştu.
Nilüfer Moralı

Son Halife Abdülmecid Efendi’nin 17 yaşındaki kızı Dürr-i Şehvâr’a Haydarabad Nizamı Mir Osman Ali Han, oğlu Berar Prensi Azam Şah (Hidayet) için talip olduğunda, evlilik hazırlıkları için damat adayı Azam Şah ile birlikte Nice’e gelen kardeşi Muazzam Şah da o sırada sürgünde olan 15 yaşındaki Nilüfer'i görmüş beğenmiş ve babasından onu eş seçebilmek için izin istemişti. Haydarabad Nizamı Mir Osman Ali Han da Hanedanın büyüğü olarak Abdülmecid Efendi’den Nilüfer’i istemişti. Böylelikle 12 Kasım 1931’de çifte düğün yapılmış,

Dürr-i Şehvâr, Azam Şah (Hidayet) ile, Nilüfer de Muazzam Şah (Şecaat) ile evlenmiş, elti olmuşlardı.  


31 Mart Olayları sonrasında Selanik’ten yola çıkan Mahmud Şevket Paşa’nın emrindeki Hareket Ordusu, 22 Nisan’ı 23 Nisan’a bağlayan gece dört koldan İstanbul’a girmiş, Bayezid’deki Harbiye Nezareti binası ele geçirilmiş, Beyoğlu Bölgesi, Taksim ve Taşkışla’da çıkan çatışmalardan sonra kontrol altına alınmıştı. 24 Nisan Cumartesi günü artık İstanbul’daki isyancı askerlerin çoğu susturulmuş ve şehirde silah sesleri hemen hemen kesilmiş, Hareket Ordusu 25 Nisan Pazar günü hükümete danışma gereği bile duymadan İstanbul’da Sıkıyönetim ilan etmiş, 31 Mart Vak’ası sırasında şuçlu bulunan Avcı Taburları ve Hassa Ordusu mensupları yol inşaatında çalıştırılmak üzere Rumeli’ye sürgüne göndermişti.

31 Mart Olayları sırasında yanındaki fedaileriyle Hareket Ordusuna katılan Resneli Niyazi Bey
Meclis-i Mebusan en son toplantısını 19 Nisan Pazartesi günü yapmıştı, Hareket Ordusu’nun İstanbul’da görünmesi üzerine İstanbul’da bulunan Mebusların coğu Ayastefanos’a hareket etmişlerdi. İstanbul’da kalanlar ise 22 Nisan Perşembe günü saat 14.00-15.30 arasında gizli bir toplantı yapmış ve dağılmıştı. Öte yandan Ayestefanos’a gitmiş olan Mebuslar aynı gün saat 08:30’da Âyân ve Mebusan Meclisleri, Âyân Meclisi Başkanı Said Paşa, Meclis-i Mebusan eski Baskanı Ahmet Rıza Bey ve 31 Mart isyanından sonra Meclis-i Mebusan Baskanlığına seçilen Mustafa Efendi ortaklaşa Başkanlığında “Meclis-i Umumi-i Millet” (Genel Ulusal Meclis) adıyla toplanmıştı. O sırada Mustafa Efendi Meclis-i Mebusan Baskanlığı’nı zorla istifa ettirilen Ahmet Rıza Bey’e devretmiş ve mebuslar tarafından onaylanmış, Said Paşa Âyân Meclisine, Ahmet Rıza Bey’de Mebusan Meclisine başkanlık etmişlerdi. Toplantıda 240 Mebus ve 34 Âyân, toplam 274 kişi hazır bulunmuştu.
1843’ten 1944’e kadar Paris’te yayınlanan haftalık Fransız Gazetesi L’Illustration’ın
15 Mayıs 1909 tarihli sayısının kapağı;
“Türk Anayasa’sının Koruyucuları”
31 Mart Ayaklanması ile ilgili memleketin dört bir yanından gelen protesto telgraflarının okunmasıyla açılan Mecliste, Âyân reîs-i sânîsî (Âyân Meclisi İkinci Başkanı) Gazi Ahmed Muhtar Paşa söz alarak, Sultan II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinin gerekli olduğunu dile getirmiş, “Hepimiz içimizden hâl'e karar verdik, ancak iki yön, göz önünde tutulmalıdır. Birincisi bazen Osmanlı Tarihi’nde görüldüğü gibi hareketimizi kana bulamayalım; ikincisi bir fetva alalım, çünkü böylelikle taşra ahâlisini daha iyi tatmin etmiş oluruz. Bundan başka Veliaht Reşat Efendi'yi hemen getirtip ona biat edelim” diyerek, Anayasa hükümlerince bu konuda bir fetvaya gerek bulunduğunu belirtilmişti. Bu fikir mebuslarca olumlu karşılanmış ve Şeyh-ül İslam Mehmet Ziyaettin Efendi ile Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, hemen Meclise getirtilmiş ve fetvanın hazırlıklarına girişilmesi oy birliğince kabul edilmişti. Sonucunda Meclis’te yaşanan tüm tartışmalara, iki türlü fetva hazırlanarak imzalanması şeklinde bir çözüme ulaşılmıştı. Hem hâl', hem de istifa biçiminde hazırlanan fetva suretleri, Meclis genel oturumunda okunarak oylanmış ve Sultan Abdülhamit’in hilafet ve saltanattan indirilmesiyle ilgili olan fetva sureti oy birliği ile kabul edilmişti.
İstanbul sokaklarında nöbet tutan Hareket Ordusu gönüllüleri.
(Sir William Mitchell Ramsay’in 1909 yılında Londra’da basılan “The Revolution in Constantinople and Turkey” adlı anı kitabından)
Şeyhülislam Mehmet Ziyaettin Efendi imzasıyla yayınlanan bu fetva suretinde, “Abdülhamit'in yasalara uymadığı, devlet hazinesinden gereksiz harcamalar yaptığı, yasal dayanaklar olmaksızın kişileri sürgüne gönderdiği ve öldürttüğü, bunları yapmamaya yemin ettiği halde yeminini bozduğu, Müslümanlar arasında kargaşa yarattığı ve iç savaşa neden olduğu” söylenmiş ve padişahın tahttan indirilmesinin İslam hukukuna uygun olduğu belirtilmişti. Meclis, bu kararı Abdülhamit'e bildirmek üzere dört kişilik bir kurul oluşturmuş, bu arada taht değişikliğini bildiren yüzbir pare top atışını duyan Sultan II. Abdülhamid her şeyin bittiğini anlamış, Yıldız Sarayı’nın küçük mabeyn salonunda kuşku ile beklemeye başlamıştı. Saraya gelen dört kişilik kurula sarayı korumaya memur edilmiş olan Galip Bey de katılmış, fetvayı Esat Paşa, “Biz Mebuslar Meclisi tarafından geliyoruz; Fetva var, millet sizi tahttan indirdi. Amma hayatınız emindir” sözleriyle bildirmişti. Abdülhamit metanetini koruyarak, “Bu işi ben yapmadım. Sebep olanları millet arasın bulsun. Ben milletimin iyiliği için çok çalıştım. Hepsi mahvoldu. Hepsinin üstüne sünger çekildi. Kaderim böyle imiş. Sebep olanları varsın millet bulsun, yalnız bir ricam var o da hayatımın Çırağan Sarayı’nda muhafaza edilmesidir... Zaten ben yorulmuş idim. Hiçbir şey istemem, hiçbir şeye karışmam, milletten bunu rica ederim” diyerek son isteğini dile getirmişti.
L’Illustration 8 Mayıs 1909, “Fin de Regne” (Saltanatın sonu)
Ancak kurul, bu konuda söz söylemeye yetkilerinin bulunmadığını ve görevinin sona ermiş olduğunu bildirerek Yıldız’dan ayrılmıştı.
Gece yarısı gelen bir heyet Abdülhamid’e Selanik’e götürüleceğini ve hazırlanmasını bildirmişti. Abdülhamid başta bu karara öldürüleceği vahmine kapılarak itiraz etmiş, Ali Galip Bey'in, “Koskoca şanlı bir ordu sizin hayatınızı temin ediyor. Bu konudaki karar sizindir... Fakat bu teminatı İstanbul’da kalırsanız veremiyor, sorumluluk kabul etmeyiz” deyince, başka çıkar bir yol kalmadığını gören Abdülhamid kaderine razı olmuştu. Abdülhamid, kücük Şehzade Abdurrahim Efendi ile eşlerinden ve hizmetkârlarından bazıları ile birlikte Yıldız’dan alınmış Sirkeci’de, özel bir trene bindirilerek Selanik’e gönderilmiş, böylece Osmanlı tarihine damga vurmuş II. Abdülhamid dönemi bu şekilde kapanmış, 27 Nisan 1909 Salı günü Sultan II. Abdülhamid Hâl edilip, tahttan indirilmiş, yerine Veliaht Şehzade Reşad, Sultan V. Mehmed Reşad adıyla tahta çıkarılmıştı.
1863’ten 1944’e kadar yayınlanan günlük Paris Gazetesi Le Petit Journal’in,
9 Mayıs 1909 tarihli sayısının kapağı;
“Türkiye’de olaylar / Şehzade Reşad V. Mehmed adıyla Sultan ilan edildi.”
6 Mayıs 1909 Perşembe günü Sultan V. Mehmed Reşad’ın da izni ile Mahmud Muhtar Paşa 21 gün sonra tekrar eski görevine Hassa Ordusu Komutanlığına atanmıştı.

Sultan V. Mehmed Reşad’ın Ayasofya’da kıldığı ilk Cuma Selamlığı’nı izlemek için Ayasofya meydanında toplanmış kalabalığın arasına karışan, Arkeolog Sir William Michel Ramsay,
eşi ile birlikte lando (atlı fayton) içerisinde oturup notlar alırken, 28 Mayıs 1909
Arkeolojik çalışmalar için ailesi ile birlikte Anadolu’ya gitmek üzere İstanbul’a gelen Sir W.M. Ramsay, 31 Mart Ayaklanması sırasında (13-24 Nisan 1909) bir süre İstanbul’da kalmak zorunda kalmış ve yaşanan olaylara şahit olmuş, aldığı notlarından hareketle, yaşadıklarını ve gözlemlerini 1909 yılında Londra’da basılan “The Revolution in Constantinople and Turkey” adlı anı kitabında yazmıştı.  
(Sir William Mitchell Ramsay’in 1909 yılında Londra’da basılan “The Revolution in Constantinople and Turkey” adlı anı kitabından)
Sir William Mitchell Ramsay
(1851-1939)

Sultan V. Mehmed Reşad’ın Ayasofya’da kıldığı ilk Cuma Selamlığı’nda
Ayasofya Meydanı’nda toplanan kalabalık. (üstte ve altta)
(Sir William Mitchell Ramsay’in 1909 yılında Londra’da basılan “The Revolution in Constantinople and Turkey” adlı anı kitabından)

 

7 Ağustos 1909 Cumartesi günü yürürlüğe sokulan ve şehzadeler ve yabancı zabitleri hariç tutan “Tasfiye-i Rütbe-i Askeriye Layiha-i Kanuniyesi”ne bağlı olarak, kurmaylık tahsilini Türkiye’de yapmadığı için 21 Ağustos 1909 tarihli bir mazbata ile Mahmud Muhtar Paşa’nın Birinci Ferik rütbesi Miralaylığa düşürülmüş, ardından da Hassa Ordusu Kumandanlığında daha fazla tutulmayarak, İzmir, Aydın, Menteşe, Saruhan ve Denizli sancaklarını kapsayan Aydın Vilayeti’ne Vali olarak atanmıştı. O yıllarda Aydın Vilayeti, 1906-1907 Nüfus İstatistiklerine ve 1908 vilayet salnamesine göre toplam 1.725.974 kişilik nüfusu ile en kalabalık Osmanlı Vilayetiydi.
Aydın Valiliğine atanan Mahmud Muhtar Paşa, İstanbul’dan gemi ile 6 Eylül 1909 Pazartesi günü vilayet merkezi olan İzmir’e ulaşmış ve 12 Eylül Pazar günü düzenlenen resmi bir tören ile vazifesine başlamıştı. Bahar aylarında ailesini de İzmir’e aldıran ve onlarla birlikte Göztepe’ye yerleşen Mahmud Muhtar Paşa’nın yaklaşık 14 ay süren Aydın Valiliği sırasında onu en fazla meşgul eden konu, onun tayininden önce de kısa aralıklarla çalışan 6 valinin halledemediği ve bu nedenle kendisinin tercih edilmesine neden olan, vilayetin geneline yayılmış olan eşkiyalık meselesi olmuştu. Mahmud Muhtar Paşa, başta Çakırcalı (ya da Çakıcı) Mehmet Efe olmak üzere vilayet sınırları içerisindeki tüm eşkıyalık faaliyetlerine son vermek için çok sert idari, hukuki ve askeri tedbirler almış, görevi sırasında bir çok kez kıstırmış olmasına rağmen. Çakırcalı Mehmet Efe’yi yakalayamamışsa da Tekelioğlu ve Alioğlu Ali gibi eşkıya çetelerinin faaliyetlerine sonlandırmayı başarabilmişti.
Aydında Çakıcı’yı takip eden zaptiyeler
Eşkiyalıkla mücadelenin yanısıra Mahmud Muhtar Paşa görevde olduğu sürece vilayet merkezi İzmir’in ticari ve kentsel gelişimi ile ilgili olarak imar faaliyetlerinde bulunmuş, bulvarlar açmış, yol tamiri ve inşaası faaliyetlerinde, hapishanelerde atıl olarak yatan mahkumların iş gücü kaynağından istifade etmek ve onları üretime sokmak amacıyla mahkumları, üstelik de belli bir ücret karşılığında çalıştırmıştı. Ayrıca bir tarım merkezi olan Aydın vilayetinde incir ve üzüm tarımının geliştirilmesi için kendi başkanlığında komisyonlar teşkil etmiş, bir Ziraat Mektebi açılması için de büyük çaba sarfetmişti.

Mahmud Muhtar Paşa ve ailesi İzmir’e yerleştikten yaklaşık bir yıl sonra 11 Ekim Salı günü İzmir’deki İngiliz Hastanesi’nde Alaeddin adında beşinci çocukları dünyaya gelmiş, bir ay gibi kısa bir süre sonra da Mahmud Muhtar Paşa’nın Bahriye Nazırlığına atanması üzerine İstanbul’a Moda’daki Mermer Konaklarına geri dönmüşlerdi. O kısa süre içerisinde İzmir’i ve oradaki yaşantılarını çok seven evin 13 yaşındaki kızı Emine Dürriye, yıllar sonra kaleme aldığı kitabında ayrılış gününü şöyle tasvir etmişti;
“... Yeşil kırların büyüsü, çiçeklerin bolluğu ve kış aylarının yumuşak geçmesi bana sürekli neşe kaynağı olmuştu. Yazın aşırı sıcağı bile keyifliydi. Batıdan esen imbatın getirdiği serinlik o kavurucu sıcakların şiddetini hafiletirdi. Güzel olan her şey çok çabuk son buluyor. Gemi limandan ayrılırken kalbimin bir parçasını İzmir’in yeşil tepelerinde bıraktığımı hissediyordum...”
Bahriye Nazırı Mahmud Muhtar Paşa
İstanbul’a dönen Mahmud Muhtar Paşa, 14 Kasım 1910 Pazartesi günü, İbrahim Hakkı Paşa kabinesi’nde Bahriye Nazırlığı görevine başlamış, bir süre sonra 25 Mayıs 1911 Perşembe günü de irâde-i seniyye ile rütbesi Mirlivalığa yükseltilmiş, tekrar “Paşa” ünvanı almıştı.

Aydın Vilayeti valiliği sırasında Mahmud Muhtar Paşa’yı en çok uğraştıran Çakırcalı Mehmed Efe (1872-1911), paşanın İzmir’den ayrılmasından bir yıl sonra 17 Kasım 1911’de, Çakırcalı Mehmet Efe, çeteye kılavuzluk eden bir köylünün ihbarı neticesinde, saklandıkları Nazilli’nin güneydoğusundaki Karıncalıdağı’nın sarp kayalıklarında kıstırılmış, çembere alınmış, zaptiyelerle sabaha kadar süren bir çatışmanın sonunda ölü olarak ele geçirilmişti.
“ İzmir, “Ünlü haydut Çakıcı“
Çakıcı Mehmet Efe (solda) ve Çoban Mehmet, İzmir’de çekilmiş bir fotoğraftan Kartpostal
Editör : J. Molko 1898
 Gece saat 3’te çekilen bir telgrafta çatışmanın çok şiddetli geçtiği havanın kararmasını fırsat bilen çetenin kaçtığı bilgisi verilmiş olsa da, karşılıklı ateş kesildikten sonra sabahın ilk ışıklarında çatışma yerinde yapılan tetkiklerde bir çok cesetle karşılaşılmıştı. Cesetlerin arasında elleri ve başı kesik, derisi yüzülmüş zeybek kıyafetli bir ceset dikkat çekmişti. Çatışmanın başlamasıyla birlikte Nazilli’ye giden Vali Nazım Paşa, cesedin teşhis edilebilmesi için Arpaz, Hamidiye, Nazilli ve civarda Çakırcalı’yı tanıyan insanların yanısıra çetenin en son dağa kaldırdığı Arpazlı Mehmed Beyi ve Çakırcalı’nın karısı Ayasuret kariyesi’nden Raziye (Iraz) Hanımı ve Efe’yi yakından tanıyan takip kolcusu Bayındırlı Mülazim Mehmet Efendi’yi çağırtarak cesedi teşhis ettirmişti. Elleri ve başı kesilmiş, göğüs derisi yüzülmüş, zeybek kıyafetleri içerisindeki bu ceset Çakırcalı Mehmet Efe’ye aitti. Çakırcalı Mehmet Efe, çatışmanın öncesinde, adamlarına çetenin o olmasa da faaliyetlerine devam edebilmesi için “...eğer bana bir şey olursa sizi de öldürürler, o yüzden benim başımı yok edin” diye talimat verdiğinden, elleri ve başı kesilmiş, göğüs derisi yüzülmüş, zeybek kıyafetleri içerisinde bulunmuştu.
13 Aralık’ta Çakırcalı ve çetesi Divan-ı Harp’te gıyaben idam ve sonrasında teşhir cezasına çarptırılmış, Çakırcalı Mehmet Efe’nin parçalanmış cesedi de ibret-i alem olsun diye Nazilli Hükümet Konağı’nın kapısında bacağından asılmak suretiyle teşhir edilmişti.
Çakırcalı Efe’nin naaşı, Karıncalıdağı’na gömülmüş, 1948 yılında en küçük kızı Hatice Akkaş tarafından oradan alınarak dedelerinin vakfı olan Ödemiş Kayaköy Mezarlığına defnedilmişti.
Sultan V. Mehmed Reşad
(1844-1918)
Sultan V. Mehmed Reşad, Osmanlı Donanması’nın geliştirilmesine büyük önem vermişti. 1911’in Nisan ayında Yunanistan Donanması’nın ünlü “Averoff” zırhlısını alması, Sultan V. Mehmed Reşad’ın bu konudaki isteğini arttırmıştı. Öte yandan “Donanma-yı Osmanî Muâvenet-i Milliye Cemiyeti” ülke genelinde kampanyalar düzenleyerek donanmaya para topluyordu. Bahriye Nazırı Mahmud Muhtar Paşa 22 Temmuz 1911’de Osmanlı Donanması’na katılması planlanan, Reşadiye ve Sultan Osman adı verilen iki dretnotun siparişini vermek için, Osmanlı Hükümeti adına İngiltere’ye gitmişti. Mahmud Muhtar Paşa İngiltere’den Paris’e geçtiği sırada 28 Eylül günü İtalya Trablusgarb ve Bingazi’yi askeri işgal altına almak üzere Osmanlı Devleti’nden muvafakat talep etmiş, ardından da
29 Eylül 1911’de Savaş ilan etmişti. O gün İstanbul’a dönmüş olan Mahmud Muhtar Paşa, bu konuda Osmanlı Hükümeti’nin uzlaşmacı ve tavizkâr tavrını hatalı bulmuş ve Bahriye Nezareti’nden istifa etmişti.

9 Temmuz 1912’de Mehmed Said Paşa Hükümeti’nin Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın görevinden ayrılması üzerine yerine Harbiye Nazırlığı için çeşitli isimler üzerinde düşünülmüş, bu arada Mahmud Muhtar Paşa’ya da teklif edilmişti. Bu teklif kabine içerisinde çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmiş, Bahriye Nazırı “o varsa ben yokum” diyerek istifa etmiş, arkasından 16 Temmuz 1912 Salı günü Mehmed Said Paşa da hükümetten çekilerek Hükümetin de istifasına neden olmuştu. Sultan V. Mehmed Reşad önce Londra elçisi Tevfik Paşa’ya yeni hükümeti kurması teklifini yapmış, ancak Tevfik Paşa, Meclis-i Mebusan’ın dağıtılarak yeniden bir seçim yapılması şartıyla görevi kabul edebileceğini beyan edince, bunun Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle teklif geri çekilmiş, tarafsız bir sadrazam adayı olarak Gazi Ahmed Muhtar Paşa uygun görülmüş ve 21 Temmuz 1912’de yeni kabineyi kurmakla görevlendirilmişti. Kurulan bu kabineye halk içerisinde üç eski sadrazam bulunduğu için “Büyük Kabine” adını uygun görmüş, Mahmud Muhtar Paşa’nın babasının kurduğu bu kabinede tekrar Bahriye Nazırlığı’na atanması yüzünden “Baba-Oğul Kabinesi” diyenler de olmuştu.
Mahmud Muhtar Paşa
Büyük Kabine muhalefetin baskısına rağmen İtalya ile müzakereler yaparak Balkan Hükümetleri’nin Savaş ilan ettikleri sırada, 18 Ekim 1912’de Trablusgarb ve Bingazi’ye tam muhtariyet verecek, İtalya’nın söz konusu Trablusgarb ve Bingazi’yi egemenliği altına almasını serbest bırakacak ve Osmanlı Devleti’nin askerlerini geri çekeceği, karşılığında da İtalya’nın elindeki Rodos ve civarındaki oniki adayı Osmanlı Devleti’ne geri vereceği bir sulh anlaşması yapmıştı. Ancak oniki ada Yunanlılar tarafından işgal edilebilmesi ihtimaline karşı geçici olarak İtalya’nın eline bırakılmıştı. Trablusgarb Savaşı sona ermişti ermesine ancak bu kez de Balkanlarda da durum gerginleşmiş, Bahriye Nazırlığı’nın yanısıra Mahmud Muhtar Paşa’ya irâde-i seniyye ile 3. Kırkkilise (Kırklareli) Kolordusu Kumandanlığı tevdi olunmuş, Mahmud Muhtar Paşa Kırkkilise’ye ulaşıp göreve başladığı 17 Ekim 1912 günü Sırbistan 18 Ekim’de Bulgaristan, 19 Ekim’de de Yunanistan hükümetleri Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etmişlerdi.
Mahmud Muhtar Paşa’nın Harbiye Nezareti (Seraskerat) avlusunda Balkan Savaşı konusunda
Beyanname-i Hümayun’u okurken.
Bu sırada hem muhalefetin baskısı hem de Sultan V. Mehmed Reşad’ın isteği üzerine Gazi Ahmed Muhtar Paşa isteksiz de olsa 29 Ekim’de Sadrazamlıktan istifa etmiş, Hükümet düştüğü için, dolayısıyla cephede savaşan Mahmud Muhtar Paşa’nın Bahriye Nazırlığı görevi de son bulmuştu.
Mahmud Muhtar Paşa’nın Harbiye Nezareti (Seraskerat) avlusunda Balkan Savaşı konusunda
Beyanname-i Hümayun’u okurken.
Balkan Savaşlarının devam ettiği günlerde Dr. Besim Ömer Paşa’nın teşebbüsüyle “Hilal-i Ahmer” Derneği Merkez binasının ikinci katında faaliyete geçen “Hanımlar Merkezi”nin fahri başkanlığına Sultan V. Mehmed Reşad’ın eşlerinden Kâm-res Başkadınefendi, fiili başkanlığına da Mahmud Muhtar Paşa’nın eşi Nimetullah Muhtar Hanım, sekreterliğine de Fatma Aliye Hanım seçilmişlerdi. Hanımlar Merkezinin azâları arasında ileri gelen devlet adamlarının eşleri ve Hilal-i Ahmer’in kurucu azâların hanımları yer alıyordu. Derneğin faaliyet alanları ise Rumeli göçmenlerine yardım etmek, kimsesiz yoksul kadınları çalıstırmak ve eğitimleriyle uğraşmaktı.
Hilal-i Ahmer Genel Merkezi önünde Atlı Ambulanslar, 1911
Trakya’da çeşitli cephelerde özellikle Bulgarlarla yapılan birçok çatışmadan sonra 17/18 Kasım gecesi sabaha karşı 29. Bulgar Taburu, mevzi çukurunda uyuyan Alanya Taburuna ani bir baskın yapmış, tabur askerlerini süngüden geçirmiş, 7’si Subay 157 kişiyi şehit etmişti. 18 Kasım sabahı tüm cephelerde savaş tüm şiddeti ile yeniden başlamış, bu saldırıdan henüz haberi olmayan Mahmud Muhtar Paşa ve heyeti tabyaları kontrol için hareket halindeyken bir anda Bulgarların saldırısına uğramış, önce sağ diz kapağı altına isabet eden bir kurşunla kemiği kırılan Paşa, atının da bir kurşunla kalbinden vurulup devrilmesi ile sekiz-on metre öteye bir çalı dibine yuvarlanmış ve bu arada düşman mermilerine hedef olmaktan kurtulamayıp bu kez de kalçasına isabet eden iki kurşunla yaralanmıştı.
Mahmud Muhtar Paşa’nın cephede yaralanmasını tasvir eden tablo
Önce Tümen Seyyar Hastanesine nakledilen Mahmud Muhtar Paşa, sağlık durumu nedeniyle aynı gün içerisinde trenle İstanbul’a nakledilmiş, tedavisi yapılmak üzere Alman Hastanesi’ne yatırılmıştı. Bu olay Mahmud Muhtar Paşa’nın fiili olarak askerlik mesleğine veda etmesine, savaş meydanlarından uzaklaşmasına neden olmuştu. Ayağında hafif bir aksama olsa da artık bastonsuz yürüyebilmeye başlayan Mahmud Muhtar Paşa Balkan Harbi bitiminde önce Berlin Sefirliğine, ardından 6 Ocak 1914’te çıkarılan bir irâde-i seniyye ile 3. Ordu Müfettişliğine atanmış, ancak bu görevi kabul etmeyerek emekliliğini istemesi üzerine 1885’te başladığı askerlik mesleğinden 12 Ocak 1914’te Erkân-ı Harbiye Mirlivası olarak emekliye sevk edilmiş, 15 Ocak’ta düzenlenen bir irade ile Berlin Sefirliği’ne devam etmesine karar verilmişti.

Savaşa yokluklar ve eksiklerle giren Osmanlı Ordusunun içler acısı durumunu ve Mahmud Muhtar Paşa’nın savaştaki rolünü Osmanlı Ordusu ile savaşa katılan Alman Subaylarından Gustav von Hochwächter anılarında şöyle aktarır;

“…Savaşın 7. Günü: Saat 7’de cephede ateş başladı. 7.30 da atlarımızı ileri sürdük. 600 metre kadar ilerlemiştik ki, koşa koşa, çığlıklar atarak bizim tarafa gelen redif (Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, askerlik görevini yerine getirdikten sonra yedeğe ayrılan erler) gruplarını gördük. Durumu kavrayabilmemiz birkaç dakika sürdü. Birden Muhtar Paşa’nın kılıcını çekip, akın akın geri dönen rediflerin üstüne atını sürdüğünü gördük. Biz de aynı şekilde davranıp, silahlarımızla havaya ateş ederek etraflarını çevirdik.”

Mahmud Muhtar Paşa sonradan yazdığı anılarında, I. Balkan Savaşı’nın mağlubiyetle biten sonuçlarını ve nedenlerini şöyle değerlendirmişti;
“…Baskının kalkışı ile anında bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. Gazetelerde hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide bir kesin bir sayıymış gibi, var olmayan otuz milyonluk Osmanlıyla övündük. Ne yazık ki üç yüzyıldan beri çeşitli bozgun, acınacak durum ve eğitimsizlik aynası olan tarih sayfalarımıza bakmayarak, sürekli altı yüz yıllık şan ve şereften söz edip, yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an bile geri kalmadık. Bilimden, sanayiden, ticaretten yoksun, yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunan ve çeşitli unsurlardan oluşmuş ve millet bilincini oluşturan dayanaklardan yoksun, siyasal yaşamını sürdürmesi ancak diğer devletlerin birbirleriyle dalaşmalarına dayalı, toprakları büyük, ancak gücü küçük bir devletçikten başka bir şey olmadığımızı anlamak istemedik.”
“…Milletlerin yükselme, ilerleme, dağılma ve tükenme sebeplerini anlamak için hafızasına bakmak yeterlidir. Orada, bunların hep bir yetenek, bir kabiliyet, bir hak kazanma meselesinden ibaret olduğu görülür. Halk arasında her ne ortaya çıkar ve yerleşirse hep bu esasa dayanır. O halde gerçeği bütün toplum etkilemektedir. Toplumsal hafızada, genel ahlak ve kabiliyet dışında hiçbir şey meydana gelmez. Öyle olunca, başımıza gelenler de hep yaptıklarımızın cezasıydı."
Mahmud Muhtar Paşa’nın anılarında yazdığı belki de en önemli tesbit şuydu;
“…Uğradığımız bozgunların ve utanç verici hallerin yalnız orduya değil, bütün millete ait olduğu aşikârdır. Mağlubiyeti düşmanın kuvvetinde değil, hep kendi yolsuzluklarımızda aramak gerekir.”
Mahmud Muhtar Katırcıoğlu ailesinin çocukları;
soldan sağa İsmail, Emine Dürriye, Halil ve Ömer
2 Ağustos 1914’te İngiltere’ye şipariş edilen iki dretnotun son taksidinin ödenmesinden yarım saat geçmeden dretnotlara İngiltere Hükümeti tarafından el konulmuş, Osmanlı’ya verilmeyerek İngiliz Donanması’na katılmış ve I. Dünya Savaşı’nda kullanılmıştı.

Temmuz 1915’te Mahmud Muhtar Bey Berlin Büyükelçiliği görevinden alınmış, oğlu İsmail’in eğitimi devam ettiği için ailesiyle beraber Berlin’de kalmaya devam emişti. Potsdam Meydanı’nda 1908’de açılan Esplanade Oteli’nde ikamet etmeye başlamışlar, oğulları İsmail’in Alman Ordusu’na katılarak Münih’e gitmesi üzerine de bu kez Münih’e yerleşmeye karar vermişlerdi. İşte o günlerde işgal altındaki İstanbul’dan, Şehzade Abdülmecid Efendi’den bir telgraf almıştı Mahmud Muhtar Bey.
Abdülmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk Efendi’den torunu Fatma Neslişah Sultan, Murat Bardakçı’nın kaleme aldığı “Neslişah: Cumhuriyet devrinde bir Osmanlı Prensesi” adlı anılarında o günleri şu şekilde aktarmıştı;
“…Zaman geçti ve Büyük Savaş nihayet sona ermiş, Almanya son on yıldır İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yönetilen müttefiki Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte, mağlup olmuş, İttihat ve Terakki hükümetten çekilmişti. 30 Ekim 1918'de Osmanlı İmparatorluğu, Mondros’da uğursuz ateşkes antlaşmasını imzalamak zorunda kalırken, Kaiser II. Wilhelm, Almanya'dan kaçmış ve Hollanda'ya sığınmıştı. İstanbul’daki hükümet değişikliği, İttihatçılar tarafından atanan bazı diplomatların ve bürokratların pozisyonlarını kaybetmeleri anlamına geliyordu. Bu diplomatlardan biri de Berlin Büyükelçisi Mahmud Muhtar Paşa idi. Mısırlı bir prenses olan karısı Nimetullah ve çocukları ile Berlin’den ayrılmak üzereyken, Osmanlı tahtının varisi olan arkadaşı Abdülmecid Efendi'den bir telgraf aldı: ‘Daha güvenli bir yer için Almanya'dan ayrılıyorsanız, lütfen oğlumu da yanınıza alın ve ona iyi bakın.”
Abdülmecid Efendi ve oğlu Ömer Faruk Efendi
Ömer Faruk Efendi Almanya’da Potsdam Askeri Akademisi’ni bitirmiş ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Galiçya ve Verdun Cephesi’nde kanlı çatışmalara katılmıştı. Telgrafın ertesinde Mahmud Muhtar Bey ve ailesi Ömer Faruk Efendi ile birlikte önce Münih’e İsmail’in yanına gitmişler, ancak ardından da İsmail’in kan zehirlenmesiyle ciddi olarak rahatsızlanıp ordudan terhis edilmesi sonrasında Almanya’da kalmaları için bir neden kalmamış, İsviçre’ye yerleşmişler, İsmail’i de St. Galle’de yatılı bir okula yerleştirmişlerdi.
“…12 Şubat 1919'da Abdülmecid Efendi, oğluna Amerikalı bir diplomat aracılığıyla bir mektup gönderdi, ki bu mektupta ülkenin geleceğini hiç de iç açıcı olmadığını yazmıştı.
Bu arada İsviçre'de Ömer Faruk Efendi'ye bir gelin adayı önerilmişti; Mahmud Muhtar Paşa'nın kızı Emine hanım.
Bir akşam, Paşa genç Şehzade ile sohbet ederken konu evliliğe gelmiş, Paşa, kişinin gençken evlenmesi gerektiğini ve şehzadeye kendisinin hâlâ bir bekar olduğunu hatırlatarak, samimi bir şekilde, ‘Majesteleri, evlilik yaşına ulaştınız. Size layık bir gelin bulmalıyız, örneğin kızım Emine gibi, iyi bir aileden gelen... Emine ile evlenmeyi düşünmez misiniz?’ deyivermişti.
Yıllar sonra o akşamı hatırlayan Ömer Faruk Efendi, bu teklif karşısında yaptığı sürpriz çıkışı şöyle anlatıyor: ‘Paşa’nın kızının güzel bir fiziği vardı, ama yüzü bana hitap etmiyordu. Ayrıca aklıma gelen tek şey Sabiha idi. Hala o sözlerin ağzımdan nasıl çıktığını bilmiyorum, ama birden dedim ki: ‘Nişanlandım ... kuzenim Sabiha ile evleneceğim’…
Aslında o sırada bir nişanlanma söz konusu değildi. Faruk Efendi ve Sabiha Sultan’a konu ile ilgili en ufak bir imada bulunmmamıştı, ancak Muhtar Paşa'nın önerisiyle karşı karşıya kalan Şehzade, ona aklında olan isimle karşı çıkmıştı.
Aylar geçmiş, Avrupa'daki savaş nihayet sona ermiş ve Ömer Faruk Efendi babası Abdülmecid Efendi’nin Çamlıca’daki konağına İstanbul'a dönmüştü. Şehzade birkaç yıl geriye giderek kuzeni Sabiha Sultan'a karşı hissettiği ilgiyi hatırlamış ve dönüşünden bir süre sonra da onunla evlenmişti.”
Mahmud Muhtar Katırcıoğlu ailesinin çocukları 1913-1914;
soldan sağa Halil, İsmail, Alaeddin, Ömer ve Emine Dürriye
1883’te, Mısır Yüksek Komiseri olarak Kahire’ye sürgün edilen ve İsmailiye Sarayı’nda yaşayan Gazi Ahmed Muhtar Paşa İstanbul’a gelemediği için Avrupa’ya gidip, matematik ve astronomi konularında çalışmalar yapmış, kitaplar yazmıştı. Onun yokluğunda Feneryolu’ndaki konağı boş kalmamış, Paşanın İstanbul’a geri dönebildiği 1908 yılına kadar 25 yıl boyunca, yazları eşi Duhter hanım her yıl 30-40 yakınıyla birlikte gelmiş ve konağın debdebesini sürdürmüştü. 1909 yılında askerliği bırakarak emekliye ayrılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, 12 Temmuz 1912’de oğlu Mahmud Muhtar Paşa’nın da Bahriye Nazırı olarak yer aldığı Büyük Kabine’yi kurmuş ancak kabinenin ömrü ancak üç ay sürmüş, pek bir şey yapamadan dağılmıştı. İttihat ve Terakki tarafından takibe alınan paşa, Balkan Savaşları yenilgisinin suçlusu olarak 1914’te Divan-ı Âlî’de yargılanmış, bu olay 1877 yılında 93 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kazandığı zafer nedeniyle Sultan II. Abdülhamid tarafından bir kılıç, iki at ve Murassa Mecidî nişanı verilip, “Gazi” ünvanı ile taltif edilen Paşa’ya ağır gelmiş, onda büyük bir çöküntü yaratmıştı.
“Küçük Asya'nın galibi Ahmed Muhtar Paşa”
Özellikle tarih ve savaş resimleri ile ünlenen Alman ressam
Wilhelm Camphausen’in 1877 tarihli bu orijinal gravürü Düsseldorf'tadır.
O dönemde köşkün çalışanlarından, “Kadıköy’ün Heredotu” namlı yazar Dr. Müfit Ekdal’ın babası, yakın dostu Tahir Ekdal’a “Tahir, bugün beni uşaklarım mahkeme etti” diyecek kadar umudu kırılmış, küsmüştü. Son yıllarını siyasetten ve devlet işlerinden uzak, Feneryolu’ndaki köşkünün bahçesine yaptırdığı kütüphanesinde okuyup, yazarak geçiren Gazi Ahmed Muhtar Paşa, 21 Ocak 1919’da Feneryolu’ndaki köşkünde 80 yaşında vefat etmiş, 23 Ocak Perşembe günü Fatih Camii avlusunda Fatih Sultan Mehmet Han Türbesi yakınlarına defnedilmişti.
Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın Fatih Camii’ndeki kabri.
(Fotoğraflar, Hayati İnaç)


Ölümünden sonra Feneryolu’ndaki konağın çalışanlarının kimi ölmüş, kimi de dağılıp gitmişti. Duhter hanım ve Mahmud Muhtar Paşa arasında bir miras paylaşımı kavgası başlamıştı. Duhter hanımın içine düştüğü maddi sıkıntılar nedeniyle, önce Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın kendi eserleri de dahil, o çok değerli kütüphanesi yok pahasına satılıp yok olmuş, sonunda Köşk de haczedilmiş, satışa çıkartılmıştı. Bu durumda Mahmud Muhtar Paşa, baba ocağının yabancı ellere düşmesinin önüne geçmek için, borcu ödeyip haczi kaldırmış, köşkü satın almıştı. Duhter hanım’ın artık köşk ile bir ilişkisi kalmamış, Nişantaşı’na oğlu Bedreddin’in adını taşıyan apartmana taşınmış, son yıllarını orada geçirmişti.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın küçük oğlu Bedreddin, 1921
5 Nisan 1920’de kurulan Damat Ferit Kabinesi’nde Mahmud Muhtar Beye Harbiye Nazırlığı teklif edilmiş, ancak o bu görevi kabul etmemişti.

Atlara karşı merakı olan Mahmut Muhtar Paşa, babasının vefatından sonra hacizden kurtarıp satın aldığı Feneryolu’ndaki köşke yeniden hayatiyet kazandırmak için bahçesine daha önce Nimetullah Hanım ile birlikte satın aldıkları Bilezikçi Çiftliği’ndeki bronz at heykelini taşıtmış, heykel bir süre burada kalmış daha sonra da onu Moda’daki Mermer Konağı’na taşıtmıştı.

9 yıl aradan sonra Haziran 1921’de İsviçre’den İstanbul’a dönen Mahmud Muhtar Paşa, Moda’daki Mermer Konağı’na yerleşip, arada da Feneryolu’ndaki Köşkü kullanmaya başlamıştı. Bu arada Sultan VI. Mehmed Vahideddin tarafından kabine kurma teklifiyle karşılanmış, Mahmud Muhtar Bey bu teklife sıcak bakmış ve bu doğrultuda çalışmalara başlamışsa da bu girişim sonuçsuz kalmıştı.


Mahmud Muhtar Paşa’nın kızı Emine Dürriye, Zürih Güzel Sanatlar Okulu’nda ve Almanya’da Resim eğitimi görmüştü.
“Koru” Emine Dürriye Katırcıoğlu, 1916
Eski Türkçe imzalı, tuval üzerine yağlıboya, 61 x 38 cm.
Aileden Hasan Tugay Koleksiyonunda ait tablo, 8.000-10.000 TL açılış fiyatı ile
bir müzayedede satışa çıkarılmıştı.
Günümüzde tablo Düzen Biyolojik Bilimler Araştırma Geliştirme ve Üretim A.Ş. Koleksiyonundadır. 
Mahmud Muhtar Paşa ve ailesi 1921 yılında İsviçre’de Leman gölü kıyısında oturdukları sırada, kızları Emine Dürriye yakınlarında oturan ve 3 eşinden toplam 18 çocuğu olan Müşir Deli Fuat Paşa’nın oğullarından Almanya’da Üroloji tahsili görmüş olan ve o sıralarda Prof. Dr. Âkil Muhtar Bey’in asistanlığını yapan doktor Ahmed Hulûsi Fuat Tugay’dan (1890-1967) evlenme teklifi almıştı. Emine Dürriye hanımın bir şartı vardı o da müstakbel eşinin diplomat olmasıydı, tıp tahsili gören Ahmed Hulûsi Fuat Tugay gelinin bu isteğini kabul edince, çiftin nişanı ve nikahı 15 Eylül 1921’de Münih’te Hotel Regina’da kıyılmıştı. Nikahlarını Sultan II. Abdülhamid zamanında siyasi suçlu sıfatıyla hakkında sürgün kararı çıkartılmış, önce Avrupa’ya ardından da Amerika’ya gitmiş, II, Meşrutiyet’le birlikte tekrar Türkiye’ye dönerek Meclis-i Mebusan’a Aydın mebusu olarak girmiş olan, hem sarıklı hem de Jön Türk olarak çelişkili bir kişilik sergileyen Ubeydullah Efendi (Mehmed Ubeydullah Hatipoğlu, 1858-1937) kıymıştı. Ubeydullan Efendi daha sonra Cumhuriyet döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan T.B.M.M. IV. Döneminde
(4 Mayıs 1931-23 Aralık 1934) ve V. Döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nden (1 Mart 1935-27 Aralık 1938) Doğubayazıt (Ağrı) mebusu seçilmiş, son yıllarını Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde nikah memurluğu yapmıştı. Emine Dürriye Fuad ve Ahmet Hulusi Fuad Tugay çiftinin 1921 yılında Esad Fuad (1921-1997) adında bir oğulları olmuştu.

1925 yılında Moda’daki Mermer Konak
iki düğüne ev sahipliği yapmıştı. 
Halil Muhtar Katırcıoğlu’nun düğün günü
gelin Fatma Nüveyre Hanım, gelinliği ile Mermer Konağın bahçesinde
Önce ailenin Almanya, Saksonya, Plauen’de eğitim gören büyük oğlu Halil Muhtar Katırcıoğlu, Fatma Nüveyre Hanım* ile evlenmiş, ardından 5 Mayıs 1925 Salı günü ailenin Almanya’nın Aşağı Saksonya Eyaleti, Göttingen’de Friedrich Schiller Üniversitesi ve Thüringen’de Georg-August Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk tahsili ve doktorası yapan ikinci oğulları Ömer Muhtar Katırcıoğlu (1902-1935), 29 Eylül 1900’de İskenderiye yakınlarındaki Montazah Sarayı’nda doğan Mısır’ın son Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın (1874-1944) kızı Prenses Lütfiye Şevket Hilmi Hanım (29 Eylül 1900-1975) ile evlenmişti.
*Fatma Nüveyre Hanım: Sultan II. Abdülhamid saltanatında yedi kez ve II. Meşrutiyet döneminde iki kez olmak üzere, toplam dokuz dönemde dokuz yıla yakın Sadrazamlık yapan (Küçük) Mehmed Said Paşa’nın (Şapur Çelebi 1838-1914) torunudur.  (Küçük) Mehmed Said Paşa’nın en büyük oğlu Çatalca Mutasarrıfı, Yaveran-ı Hazret-i Şehriyari Süvari Binbaşısı Muhammed Memduh Bey (..-1926) ile, Müşir Deli Fuat Paşa’nın üçüncü eşi Fatma İnşirah Hanım’dan olan kızı Mediha Hanım’ın evliliğinden dünyaya gelen beş çocuğundan dördüncüsüdür. Diğer kardeşleri Rauf, Güzide, Nazan ve Alime’dir.
Büyük bir ihtimal ile düğünlerden önce Mermer Konak’ta yapılan bakım ve düğün hazırlıklar sırasında, Köşkün görkemini arttıracak olan At heykeli, Feneryolu’ndaki Köşk’ten taşınarak, Mermer Konağın Mühürdar Gazinosu tarafına bakan ana girişinin önüne, düzenlenmiş ve çiçeklerle bezenmiş bir göbeğin ortasına yerleştirilmişti.

Halil Muhtar Katırcıoğlu ve Fatma Nüveyre Hanım’ın Orhan Feyzullah Muhtar Katırcıoğlu (1928-2013) ve Nimetullah Muhtar Katırcıoğlu (1926-1933) adlarında iki çocukları; Ömer Muhtar Katırcıoğlu ve Prenses Lütfiye Şevket Hanım’ın ise Emine Neşedil Katırcıoğlu (1927) ve Zehra Kadriye Katırcıoğlu (Tugay) (1929-2002) adlarında iki kız çocukları olmuştu. Halil Muhtar Katırcıoğlu 1932’de kansere yenik düşüp Moda’da vefat etmiş, ondan 4 sene sonra da bir süre Cenevre’de Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışmış, 1932’de de Türk Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başlamış olan kardeşi Ömer Muhtar Katırcıoğlu 15 Temmuz 1936’da Viyana’da bağırsak kanserinden vefat etmişti.

Oğlu Halil Muhtar Katırcıoğlu’nun ve ardından gelini Fatma Nüveyre’nin de vefatından sonra çocukları ile Mahmud Muhtar Paşa ilgilenmişti. 1926 doğumlu olan Nimet, 1933 yılında 7 yaşındayken vefat etmiş, bu kayıp Mahmud Muhtar Paşa’yı derinden etkilemişti. 1928 doğumlu olan Orhan Feyzullah Muhtar, Oxford’daki Merton College’de siyaset, ekonomi ve felsefe eğitimi almış, tarım ekonomisi üzerine yüksek lisans yapmıştı. Julia Pitt Bennet ile evlenmiş, bu evlilikten 1952 yılında İbrahim Hüseyin ve 1954 yılında Nimet (Hüner) isimli iki çocukları olmuştu. Orhan Feyzullah Muhtar, askerliğini yapmak üzere Türkiye’ye dönmüş, daha sonra Ford, Ünilever, Singer ve Shell gibi uluslararası şirketlerde yönetici olarak çalışmıştı. 1970’lerdeki petrol krizi sonrası emekli olan Orhan Feyzullah Muhtar, antik harita ve baskı koleksiyonu yapmaya başlamıştı. Nisan 2000’de Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Images Of The Earth Map Collection” (Yeryüzü Suretleri F. Muhtar Katırcıoğlu Harita Koleksiyonu) isimli eseriyle tanındığı gibi Türkiye’nin en büyük yemek ve ziyafet mönüleri koleksiyoneri olarak da bilinmektedir.

Orhan Feyzullah Muhtar, antik harita ve baskı koleksiyonu yanısıra dedesi Mahmud Muhtar Paşa’nın yanında almış olduğu mutfak eğitiminin ve kültürünün de etkisiyle saray yemeklerine ve sofra adabına merak sarmış, aile arşivi arasında dedesinin mönülerini bularak başladığı daha sonra da mezatlardan satın aldıklarıyla büyütüp, Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı mönülerinin tamamını da katarak zenginleştirdiği, dünyanın sayılı menü koleksiyonlarından birine de sahip olmuştu. 2015 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Feyzullah Muhtar’ın kuzeni Sumru Toydemir’in Feyzullah Muhtar’ın arşivinden derleyerek hazırladığı Osmanlı ve Avrupa Sofralarından Menüler adlı bir kitap yayınlamıştı. Kitapta sadece Osmanlı değil, Avrupa sosyal yaşantısından da ilginç kesitler, tıpkı basım mönülerle birlikte sunuluyor. Kitabın sunumunda şu ifadelere yer veriliyordu;

“Sofra ve mutfak kültürünün en renkli tanıkları menüler... 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl başlarına dek Osmanlı ve Avrupa saraylarında verilmiş ziyafetlerin yanı sıra toplumun farklı kesimlerinden kişilerin düzenlediği davetlerin menüleri bu kitapta buluştu. Osmanlı dünyasından altmışa yakın, Avrupa ve Mısır’dan otuz beş menü, o dönemin damak zevki kadar estetik zevkini de yansıtıyor. Davet sahiplerinin öyküleri ve ikram edilenlere dair bilgilerle beraber...”



Kitapta sunulan menülerden biri; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Yıldız Sarayı’nda verdiği ziyafetin mönüsüdür. Başlangıç olarak Domatesli tavuk çorbasının verildiği ziyafetin mönüsü, Avrupa mutfağından Richeleu usulü kuzu filetosu, kaz ciğerli bıldırcın ve trüflü hindi palazı gibi alafranga yemeklerle devam ederken, Osmanlı Mutfağı’ndan Ali Paşa pilavı ve İttihat Terakki dondurması ile sonlanır.



Sultan Reşat tuğralı 1910 tarihli bir başka mönü ise Dolmabahçe Sarayı’nda batı müziği konseri eşliğinde sunulan ve “Sabah taamı” denilen bir kahvaltıya aittir. Bir kahvaltı mönüsü olarak daha ziyade günümüz brunchlarını hatırlatan mönüde, mayonezli levrek, omlet, börek, hindi kebabı, pilav, kuşkonmaz ve enginarlı yufka bile vardır.



Daha zengin olan 19’uncu yüzyıla ait Avrupa mönülerinde ise, yemeklerin sadece isimleri belirtilmekle kalmıyor, garnitürlere kadar bilgi verildiği görülür. Örneğin 15 Eylül 1888’de Bavyera Kral Naibi, Luitpold’un (Luitpold Karl Joseph Wilhelm Ludwig von Bayern, 1821-1912 ) bir ziyafetinde sunulan kalkan balığı, domates sosunda ikram edilmiş, Geyik etinin de Rus usulü olduğu belirtimiştir. Kitapta, günümüz mönülerinde artık pek rastlanmayan Yengeç çorbası, Ren somonu, yavru Ringa balığı, Mader şarabı soslu Hint Kaplumbağası, Kaz palazı, Piliç aspik, Volovan, Çulluk kanadı, jöleli dana sırtı, Bavyera Sülünü, dana ilikli Enginar gibi yemeklere de rastlanır. 

Orhan Feyzullah Muhtar Katırcıoğlu, 29 Aralık 2013’te 85 yaşında vefat etmiş, Karacaahmet Kabristanına defnedilmişti.

Bir Osmanlı Ziyafet Mönüsü

1926 yılında elden geçirilen ve yeniden canlandırılan Feneryolu’ndaki köşke Nimetullah Hanım’ın ablası Emine Azize hanım yerleşmiş, köşke yeniden bir canlılık ve hareket gelmişti. At ve araba dönemi artık geride kaldığı için ahırlar ve arabalık iptal edilmiş, Emine Azize hanımın iki lüks otomobili için kapalı garaja dönüştürülmüştü. Mahmud Muhtar Paşa ve Nimetullah hanım hemen her gün Moda’dan Feneryolu’na gelip gitmeye başlamışlar, çoğunlukla geceledikleri köşk yeniden eski debdebeli günlerine geri dönmüştü. Emine Azize Hanım 2 yıl boyunca köşkte yaşadıktan sonra her şeyini olduğu gibi bırakarak Mısır’a geri dönmüştü.
Nimetullah Hanım’ın kızkardeşi
Emine Azize Hanım
(1874-1931)
Anadolu’da Milli Mücadele’nin sürdüğü yıllarda daha önce Osmanlı İmparatorluğu’dan ayrılan devletlerde de bir karmaşa yaşanıyordu. Mısır’da milliyetçilerin bağımsızlık istekleri savaş sonrasına ertelendiği için güçlenmişti. Anadolu’daki hareket oralarda da izleniyor ve takdirle karşılanıyordu. O nedenle Mısır’daki muhalefet Anadolu’daki emperyalizme ve işgal karşıtı mücadeleye çeşitli isim ve kurumlar aracılığıyla bağlantı kurmuştu. Anadolu’ya silah, cephane ve para tedariki ile ilgili çabaların bir ayağı da Mısır kaynaklı yardımlardı ve bunlar Mısır Kızılayı ile sevkediliyordu. Bunların arasında, Sadrazam Said Halim Paşa’nın kayınbiraderi olan ve İngilitere karşıtı ve Türk dostu faaliyetleri ile Hıdiviyet prenslerinden Ömer Tosun Paşa ve Başkanı olduğu Mısır Kızılayı, Ömer Muhtar Paşa ile bazı Mısırlı prensesler öne çıkmaktaydı. İcra Vekilleri Heyeti’nin Roma temsilcisi Câmi Bey’in 28 Kasım 1922’de Ankara’ya yazdığı bir mektupta, Mısırlıların Milli Mücadeleye destek için 5.000 TL gönderdiklerini ve Mısır Kızılayı Başkanı Ömer Tosun Paşa’nın da benzer bir miktarda yardımı Türk Kızılay’ı üzerinden göndereceğini belirtmişti. Prenses Nimet Hanımın eşi olması nedeniyle Hıdiviyet ailesinin damadı ve bunun yanında ünlü bir Türk kumandanın, Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın oğlu ve pek çok önemli görevde bulunmuş etkili bir isim olan Mahmud Muhtar Paşa da bu yardım toplama işlerinde etkiliydi. Bunun yanısıra bu faaliyetlerin içerisinde Prenses Nimetullah Hanım’ın Mısır’daki mülklerinin kontrolü ile görevli Mayer Chemtob isimli bir Musevi ve Mahmud Muhtar Paşa’nın yakın arkadaşı, “Atatürk ve Türkler” adlı bir kitap da yazmış olan avukat Aziz Hanki (Khanki-Hânikî) Bey (1873-1956) Milli Mücadeleye yardım faaliyetleri içerisinde oldukça aktif görevler almışlardı. Bu çabalar sonucunda yüklüce bir miktar paranın İsviçre bankalarına nakledildiğinden bahsedilir.
Ömer Tosun Paşa
(1872-1944)
10 Aralık 1918 tarihinden itibaren yayınlanmaya başlamış, 28 Ekim 1919’da 83.sayısını, (kesin olmamakla birlikte) 1426. son sayısını da 17 Mart 1925’te yayınlamış ve yayın hayatına son vermiş olan, 1920’nin ilk günlerine kadar Trabzon’da Rum Yorgo Mihailidi’nin matbaasında haftada iki gün basılmış ve yayınlanmış ve Anadolu Gazeteleri içerisinde en uzun ömürlü olanlarından birisi olan, İstikbal Gazetesi,
26 Mayıs 1922 tarihli 621’inci nüshasında;
“…Mısırlıların Hilal-i Ahmer için topladıkları para miktarı Mayıs 1922 itibarıyla 20.770 Mısır lirasına ulaştı.”
27 Mayıs 1921 tarihli 314’üncü nüshasında;
“…Kahire’de Hilal-i Ahmer’e yardım etmek üzere Prens Ömer Tosun Paşa’nın eşi Prenses Behice Hanım’ın himayeleri ve Prenses Azize Hüsnü Hanım’ın başkanlığında bir heyet oluşturularak Hilal-i Ahmer namına yardım toplanmaya başlanmıştır.”
17 Temmuz 1922 tarihli 662’inci nüshasında;
“…Ayrıca 1922 senesi kurbanlarının sekizde bir bedelleri Anadolu’ya bırakılmıştır”
8 Ekim 1922 tarihli 730’uncu nüshasında;
“…Yine Mısırlılar, Millî Mücadele gazileri adına İstanbul Hilal-i Ahmeri’ne 38.770 lira göndermişlerdir.”
Yer alan haberler de bu yardımların gerçekliğini göstermektedir.
Prenses Nimetullah Hanım ve kızı Emine Dürriye Tugay bir seyahat dönüşünde
istasyonda kahyaları tarafından karşılanırken.
Mahmut Muhtar Bey genellikle kış aylarını Mısır’da geçirmeye başlamıştı. Nimetullah Hanım’ın Burdeyn’de (Izbat Burdayn olabilir) sahip olduğu arazilere ve eve ait hisselerini ablası Emine Azize İsmail’e devretmesinden sonra aile Kahire’nin 17 km. Kuzey doğusundaki Marg (El Marj) adlı köy civarında sahip oldukları araziye ve bahçesinde büyük okaliptus ağaçları, rengarenk çiçekler ve bukenviller olan küçük olan bir eve taşınmışlardı. Öncesinde ev onarılmış, merkezi ısıtma sistemi de dahil olmak üzere hayatı kolaylaştıracak modern teçhizatla donatılmıştı. Hatta Mahmud Muhtar Bey evin bitişiğindeki arazide küçük bir de golf sahası yaptırmıştı. Golf oynamanın yanısıra, en sevdiği şey de sabah serinliğinde safkan arap atıyla gezintiler yapmaktı.
S/S/M Müzesi’nde 21 Şubat 2018 günü gezdiğim
“Boğaziçi’nde Bir Hanedan: Kavalalı Mehmed Ali Paşa Ailesi’nin İzleri” Sergisi’ndeki
Hidivyal Armalarından biri.
19. yüzyılın ikinci yarısı, 20. yüzyıl başı. Ahşap üzerine oyma ve boyama.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa Hanedanı’nın “saltanat” olgusuna verdiği önem, armalarına da yansır. Hanedan üyeleri mobilya, aksesuar, yemek takımı, zarf, mektup, cilt gibi kullandıkları eşyaya bazen bu armayı da işletmiştir. Bu boyalı ahşap Armalar daha ziyade mimaride kullanılmak üzere hazırlanmıştır.
Monik Benardete Koleksiyonu
1860’larda ve 70’lerde Hidiv İsmail Paşa, Orta ve Yukarı Mısır’da modern bir şeker kamışı endüstrisinin temellerini atmış, teknik altyapısını da gerçekleştirdiği geniş bir tarımsal endüstriyel proje gerçekleştirmişti. Bunun gerçekleştirilmesinde küresel uzmanlık ve yabancı şirketler çok önemli bir rol oynamıştı. Özellikle Cail ve Fives-Lille adlarındaki iki Fransız Makine Mühendisliği şirketi, sadece on dört şeker fabrikası kurmuş, diğer fabrikalar Birleşik Krallıktan bazı şirketler tarafından inşa edilmişti. Nimetullah hanımın kişisel serveti, mal varlığı ve gücü büyük bir ihtimalle babasının gerçekleştirdiği bu büyük yatırımlara dayanmaktaydı.

Hidiv İsmail Paşa’nın oğlu Prens Hasan İsmail
(1854-1888)
Hidiv İsmail Paşa’nın oğlu ve Prenses Nimetullah ağabeyi, Hasan İsmail’in (1854-1888) oğlu “Al Amir”(Prens) Aziz Hasan İsmail’in (1873-1925) oğlu “El Nabil” (kraliyet prensi) Hasan Aziz Hasan İsmail (1924-2000) babasının 11 Aralık 1925’te ölümünden sonra İspanyol asıllı annesi İkbal, (Carmen Magallon, 1897-1978) ağabeyi İsmail Aziz Hasan İsmail, (1918-1961) iki kız kardeşi Hatice Hasan (1919-1999) ve Ayşe Hasan (1921-1997) ile birlikte San Remo’da yaşarken, annesinin yabancı ve milliyetten olması nedeniyle, amcası Kral I. Fuad’ın emri ve aile meclisinin kararıyla, annenin velayetinden alınıp, kızkardeşi ile birlikte yetiştirilmek üzere “tüm çocuklarının büyüdüğünü ve evlerinin artık onlarsız boş olduğunu” söyleyen Mahmud Muhtar Paşa ve büyük halaları Nimetullah Hanım’ın Marg’daki evlerine emanet edilmişlerdi.
İsmail Robert Kolej’e eğitime gönderilmişti. O günden sonra Marg’da onlarla birlikte yaşayan Hasan Aziz Hasan İsmail yazdığı “In the house of Muhammad Ali, A Family Album 1805-1952” (Muhammed Ali’nin evi, Aile Albümü 1805-1952) adlı kitabında, o günleri, büyük halası Nimetullah’ı, Mahmud Muhtar amcasını ve Kahire yakınındaki Marg’daki mülklerini, şöyle anlatmıştı;


Arjantinli surrealist kadın ressam Leonor Fini (1907-1996)
Mısır gezisi sırasında tanıştığı prens Hasan Aziz Hasan’ın bir portresini yapmıştı.
60 x 45 cm. Tuval üzerine yağlı boya. 1951

“… Annemin yanından ilk ayrılan ağabeyim İsmail (İsmail Aziz Hasan 1918-1961) olmuştu, onu takip eden bir kaç ay sonra kız kardeşim (Prenses Hatice Hasan) ile birlikte, 8 yaşlarımdayken annemle güzel bir öğleden sonrasında Marg’a gittiğimizi ve büyük hala Nimet ile tanıştığımızı hatırlıyorum.
Ana misafir odasının sonunda, yerlere kadar uzanan uçuk mavi bir elbise ve boynunda yay şeklinde büyük bir elmas demetiyle bahçeye hakim bir pencerenin önünde oturuyordu. İtinayla taranmış saçları, son derece etkileyici koyu renk gözleri, sert ve geniş ağzıyla
Son derece sakin ve etkileyiciydi. Ona, oturduğu kanepenin solunda ondan biraz uzak ve kendi halinde, her zaman önemli insanların etrafında bulunabilecek türden, yüzü ve dili olmayan sessiz bir tanık eşlik ediyordu. Çok utangaçtım, neredeyse konuşmam gerekirse ona ne cevap vereceğimi bilmiyordum, ama neyse ki büyük halanın arkasında asılı olan çok güzel bir tablo beni büyülemişti. Hayatım boyunca nasılsa bana sevgiyle büyüdüğüm zamanların favori ruh halini hatırlatan Claude Le Gelée Lorrain’in dingin ve huzurlu bir manzarasıydı. Annem kendisi gibi görünüyor, benden bahsediyor, alışkanlıklarım ve sağlığımdan bahsediyordu. Ayrılık anı gelene kadar her şey çok normal görünüyordu ki artık gözyaşlarına hakim olamadı. O an ne olduğunu ondan sonsuza kadar ayrılana dek tam olarak anlayamamıştım, ancak çok geçmeden kaybımızın ne kadar büyük olduğunu anlayacaktım.
S/S/M Müzesi’nde 21 Şubat 2018 günü gezdiğim 
“Boğaziçi’nde Bir Hanedan: Kavalalı Mehmed Ali Paşa Ailesi’nin İzleri” Sergisi’ndeki
Hidivyal Armalarından biri
Şimdi geriye dönüp bakınca, anneme tutkuyla bağlı olmama rağmen, nasıl yeni hayata uyum sağladığıma şaşırıyorum. Fakat bu onun için, son çocuğunu, en küçüğünü boş bir evle birlikte geleceğin yanlızlığına teslim etmekti. Haftada bir gelirdi, birlikte öğle yemeği yerdik; Marg Kahire’den arabayla sadece 20 dakika uzaklıkta olsa da zaman geçtikçe dünyalarımız ayrılıyordu. Prenses Nimetullah, büyük hala Nimet, Hidiv İsmail’in hayatta kalan son kızı ve Kral Fuad’ın kız kardeşlerinin sonuncusuydu. Bu ona aile içerisinde benzersiz bir konum sağlardı, hem kral olan kardeşi hem de diğer akrabaları onun birçok konudaki görüşlerini kanun gibi kabul ederdi. Olağanüstü kişiliği bu ayrıcalıklı konumunu güçlendirirdi.
Hasan Aziz Hasan İsmail
(1924-2000)
Oldukça benzer olan Doğu ve Batının eski geleneklerini birleştiren, bir kaç Avrupa dilinde (İngilizce, Fransızca, Almanca’yı eşit derecede iyi konuşurdu) en son felsefi, bilimsel ve edebi düşünceyi takip eden, kendini eşine adamış, kusursuz bir halk figürüydü. Şefkatten uzak, doğal olarak muhteşem olan o görünümün arkasında, koyu renkli gözlerini aydınlatacak kesin bir mizah duygusuna, ki o gözler kesin yasaklayıcı da olabilirdi, sahipti. Bu oldukça zorlu nitelikleri daha lezzetli hale getirmek için o zor durumda bırakan çekici ve cazip değerli hediyeleri kullanırdı. Yönetmek için doğmuştu, despot olduğu bile söylenebilirdi. Ben her ne kadar onun uzlaşmaz kararlarının bir çoğuyla aynı fikirde olmasam, çoğu zaman kendimi onunla çatışma içinde bulmuş olsam da, beni her zaman rahatsız edecek kadar onun haklı olduğu hissiyle bırakırdı. Yıllar sonra ve bir çok şaşırtıcı şey yaşamış olmama rağmen, o hala sahip olduğum en hakim figür olmaya ve duyduğum saygı ve hayranlık hislerim azalmaksızın devam ediyor. Kocası Mahmud Muhtar Paşa, büyük bir Türk beyiydi, bir asker ve diplomattı; birçok dile çevrilmiş olan Kur’anın yorumlanmasında bir otoriteydi. Her zaman gerçek nezaketten yayılan küçük dokunuşlarıyla bizi kendi bedeninden, kanındanmış gibi önemsediğini hissettirmişti. Avrupa gezisi sırasında kalp krizinden ölmüş, büyük halam o şoktan asla kurtulamamış, katılaşmış ve Marg’daki hava da ciddileşmişti. O andan itibaren sağlığı aksamaya başlamış ve düşüşe geçmişti; Diyabet başlamıştı. Büyük hala Nimet Marg’da yaşamaya karar verdiğinde, Marg Sarayı çevresi kısmen çel, kısmen bataklık olan basit bir av kulübesiydi. Hafifçe yükseltilmiş bir zemine outran kulübenin önünde, kumluğun üzerinde bir sıra halinde altı hurma ağacı vardı. Bütün bu vahşiliğin içerisinde büyük halam çekici bir ev yaratmıştı. Daha önce anne ve babamızla yaşadığımız Shubra veya San Remo’da hayat, Schubert ve Schumann’ın müziğiyle karşılaştırılabilr, ancak Marg’da hayat daha çok Handel’in klasik titizliğinden daha fazlasına sahipti. Evin etrafındaki kilometrelerce bataklık drenajlarla kurutuldu ve çöl geri itildi, evin etrafına güzel bakımlı bahçeler yapıldı, çimler ekildi ve okaliptus ağaçları ekilerek küçük bir orman oluşturuldu. Uzun geçit yollarını sınırlayan ve meyve ağaçlarının büyümesini engelleyen hışırtılı ağaçlar, aynı yükseklikte budandı. Tenis ve golf sahaları boyun eğmeyen, tavizsiz bir gözetim ve bakım sonucunda ortaya çıkartıldı…”
Mahmud Muhtar Paşa’nın en küçük oğlu Alaeddin Katırcıoğlu
Marg’da kendi evi önünde Dalmaçyalı köpekleriyle.

Alaeddin Ahmed Muhtar Katırcıoğlu (11 Ekim 1910 İzmir-1980)

ABD, Connecticut, New Haven’da Yale Üniversitesinde Ziraat eğitimi almış, Nasır Devrimine kadar annesinin Mısır’daki mülklerini yönettiği Mısır’a yerleşmişti. İyi bir uzun mesafe yüzücüsü ve polo oyuncusu olan Alaeddin Muhtar Zeynep Mümtaz Hanım ile evlenmiş, 1980’de Cilt kanserinden Fransa’da vefat etmişti.
“…Büyük hala Nimet’in küçük oğlu Alaeddin amca arazinin başka bir parçasında, kendisine ayrılmış bir bölümde bahçe içerisinde iki katlı modern bir evde yaşıyordu. Benim orada yaşadığım sırada, o eve gidip gelmek büyük bir çileydi. Zira Alaeddin amcanın büyük Dalmaçyalıları aileymiş, yabancıymış ayrımı yapmaksızın saldırırlardı...”

“…Ev, 1930’ların ortalarında, şahsen benim çok kişiliksiz bulduğum ama sanırım Amerika’daki eğitimini yeni bitirmiş genç bir bekar için uygun olduğunu düşünen çağdaş bir Avrupa’lı dekoratör tarafından döşenmişti. Büyük teyze Nimet'in evi ise güzel bir tablo koleksiyonu, harikulade halılar ve iyi mobilyalar ile bizzat ve akıllıca düzenlenmişti. Ben ve kızkardeşim değişimli veya birlikte kâh ana ev, kâh Alaeddin amcanın evinde yaşıyor, günlerimizi gayet iyi organize edilmiş bir şekilde, bir dizi özel hoca ve öğretmenler ile Fransızca, Türkçe, Arapça ve Kur’an gibi alışılagelmiş konuları okul müfredatından takip ederek geçiriyorduk.
S/S/M Müzesi’nde 21 Şubat 2018 günü gezdiğim 
“Boğaziçi’nde Bir Hanedan: Kavalalı Mehmed Ali Paşa Ailesi’nin İzleri” Sergisi’ndeki
Hidivyal Armalarından biri
Büyük hala Nimet’in kızı Emine teyze köye yakın daha önceleri büyük dede Hidiv İsmail Paşa’nın av köşkü olan ve Şeyh Mansur diye anılan bir evde yaşıyordu. Eve geliş gidişlerde dar ve tozlu sokaklarından geçmemek için Kahire’ye kadar, köyün başından yarım mil önce başlayan ve sağlı sollu mavi jacaranda (jacaranda mimosifolia) ağaçları ile sınırlandırılmış yeni bir özel yol yaptırmıştı. Bahçeyi pembe bir duvar çevreliyordu ve eve gelmeden önce beyaz badanalı, düz ve klasik iki dört köşeli sütunla çevrili büyük bir ahşap kapı karşılıyordu. Bu kapının benzeri ancak daha büyüğü köyün girişinde de vardı. Bahçenin içerisine girince daha kısa sedir ağaçları ile sınırlandırılmış yoldan bahçe duvarları ile aynı renkte boyalı olan eve varılırdı. Emine teyze buranın benim için Kahire ve çevresinin en büyüleyici yerine dönüştürmeyi başarmıştı. Girişindeki cam bölmeden doğrudan evin ana odasına girilirdi. Kapının her iki tarafındaki iki derin pencere, hafi bir ışığın içeriye kadar süzülmesini sağlardı. Sekizgen şeklindeki bu mekanın sağ ve solundaki aydınlatılmış vitrinlerde bazı uzak doğu antikaları sergilenmekteydi. Karşıdaki iki köşeyi soldan yemek odasına, sağdan Emine teyzenin özel odalarına giriş veren bir geçide açılırdı. Yüksek boyalı tavanlarıyla çok teatral bir görüntü veren her iki geçit de ağır yaldızlı aynalar, av hayvanlarının tahnit edilmiş başları, Mısır hanedan arması ve sorguçları ile son derece başarılıydı. Odanın sonunda anıtsal boyutta etrafı mermer bir şömine rafı ile sınırlandırılan kütahya çinileri ile kaplanmış kare bir şömine vardı. Şöminenin üzerine Münih’te resim öğrenimi görmüş olan Emine teyzenin kendi yaptığı kırmızı mücevherler taktığı bir gece elbisesi içerisinde ve muhtemelen renk dengesini sağlamak için su mavisi ve gümüşi renklerle yapılmış bir otoportresi asılıydı. Şöminenin tam karşısındaki duvarda güzel bir ondördüncü yüzyıl Flaman duvar halısı asılıydı ve altında da genellikle Emine teyzenin oturduğu toprak tonlarında bej bir kumaşla kaplı ve yaldızlı barok bir kanape yer almaktaydı… ”
Hasan Aziz Hasan, 9 yaşındayken 1933 yılında Amerikalı bir aile ile yaşamak üzere Türkiye’ye, İzmir’e gönderilmiş, Enternasyonel Kolej’de okumuş, ailesi 11 yaşındayken onu iyi bir eğitim alması için İngiltere’ye Leighton Park’a göndermişti. II. Dünya Savaşı sürerken 1940’da, 16 yaşındayken Cape Town ve Sudan üzerinden Kahire’ye geri gönderilmiş, ölene kadar da orada yaşamıştı.
Prens Hasan Aziz Hasan, 1946
Fransız ressam Jean (Jacques Henri) Denis Maillart
(1913-2004) 
Jean (Jacques Henri) Denis Maillart’ın Neslişah Sultan tablosu
182 x 115 cm boyutlarındaki rantuvale (tuvali restore edilmiş) yağlı boya tablo,
26 Mayıs 2018’de Alif Art Antikacılık A.Ş. tarafından yapılan bir müzayedede
1333 dolar açılış fiyatıyla satışa çıkarılmıştı.
Jean (Jacques Henri) Denis Maillart, Kral I. Fuad’ın kızı ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin
ilk karısı olan Prenses Fevziye Fuad’ın da tablosunu yapmıştı. 
1926 yılında çok şiddetli mide ağrıları çekmeye başlayan Mahmud Muhtar Paşa’nın Mısır’daki tedavisi sırasında bunun kanser olduğu teşhis edilmiş ve ameliyat için Avrupa’ya götürülmüştü. Uzun süren bir nekahat döneminden sonra kendini daha iyi hissedince Moda’ya Mermer Konağa dönmüşlerdi.

Daha önce Mısır’a giden Emine Azize Hanım geri dönmüş, Mahmud Muhtar Paşa ve Nimetullah Hanım’ın yanına Moda’daki Mermer Konağı’na yerleşmiş, orada yaşamaya başlamış, Feneryolu’ndaki köşkteki eşyaları satılmış ve köşk yeniden sessizliğe gömülmüştü. Sadece Mahmud Muhtar Paşa, erkek bir bakıcısı ile ara sıra Feneryolu’na gelip, eşyalar satılırken olduğu gibi muhafaza edilen yatak odasında kalmıştı. 3 yıl boyunca tedavisi için İsviçre’ye giden Mahmud Muhtar Bey, ameliyat sonrasında genellikle sakin bir hayat yaşayor, vaktini okuyup yazmakla geçiriyor, tedavisi sonlanınca da Moda’ya dönüyordu. 1929 yılının yazında yine İsviçre’ye tedavisi için gittiği sırada, geçmişte Bahriye Nazırlığı döneminde yapılmış olan gemi alımları ile devleti zarara uğrattığı gerekçesiyle hakkında dava açıldığını öğrenmişti.



Seyr-i Sefain İdaresi’nin 1911 yılında İngiltere’de Times Iron Works şirketine 60 bin Sterlin karşılığında sipariş ettiği gemiler için, ilk taksit olarak Anadolu Demiryolu Kumpanyalarından istikraz (borç) yoluyla alınan 20.000 İngiliz Sterlini ödenmiş, ancak bu ödeme sırasında bankadan alınması gereken teminat mektubu (kefalet) alınmamıştı. Ödeme yapıldıktan kısa bir süre sonra, Times Iron Works adlı İngiliz Şirketinin iflas ettiği duyurulmuş, gemileri teslim almak için İngiltere’ye bir heyet gönderilmesine rağmen İngiliz Hükümeti yaklaşan Dünya Savaşı nedeniyle gemilere el koymuştu.
Kızakta olan ve Osmanlı Devleti’ne teslim edilmeyen Reşadiye Zırhlısı, HMS Erin olarak İngiliz Kraliyet Donanması'nın İkinci Muharebe Filosu'na katılmıştı.
Kızakta olan önce Arjantin tarafından sipariş edilen ancak parası ödenmeyince İngiltere’nin elinde kalan, Osmanlı Devleti’nin devr aldığı, ancak teslim edilmeyen Sultan Osman I Zırhlısı,
HMS Agincourt veya Sultan I. Osman zırhlı savaş gemisi, I. Dünya Savaşı’nda
Kraliyet Donanması’na bağlı olarak görev yapmıştı.
Gemileri almak üzere daha önceden kalabalık bir personel ile birlikte İngiltere’ye giden Vasıf Bey ve Hamidiye kahramanı Hüseyin Rauf Bey ve Reşid Paşa İstanbul’a eli boş dönmüşlerdi. Daha onlar İstanbul’a varmadan 11 Ağustos Alman zırhlıları SMS Goeben ve SMS Breslau Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’a ulaşmış, Türk bayrağı çekilmiş ve Yavuz ve Midilli adlarıyla Osmanlı Donanması’na katılmışlardı.
S.M.S. Goeben / Yavuz
Osmanlı Devleti’nin İttifak Devletleri saflarında I. Dünya Savaşı’na girmesi yönünde önemli bir etkiye neden olmuşlardı. Osmanlı Devleti sipariş ettiği gemileri almak bir yana, ödediği 20.000 altını da geri alamamıştı. Mahmud Muhtar Paşa “Maziye bir Nazar” kitabında
“Bahriye kumandanlarımızın değişiklik merakından yakayı kurtaramadığımızdan Sultan Osman dretnotunun teslimi gecikti” diye yazmıştı. Eylül 1911 tarihinde söz konusu paranın Maliyece ödenmesi ve Seyri Sefain İdaresi veznesinden tahsil edilmesi gerektiğinden bu durum idarece ortaya çıkarılmıştı. Bu miktarın Mahmut Muhtar Paşa adına geçici zimmetle kaydedildiği, bunun da o günkü değeri itibariyle 160 bin Türk lirası zarara yol açtığı belirlenmişti. Bu zararın ödenmesi içinde Seyri Sefain İdaresi’nce İstanbul Adliyesi Asliye Üçüncü Hukuk Dairesi’nde Mahmut Muhtar Paşa aleyhine dava açılmış, ancak mahkemelerden bir sonuç alınamayınca da dava Cumhuriyet dönemine intikal etmişti. Ayrıca konu 1914 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının gündemine de gelmiş, tartışılmış ancak bir karara varılamamış, ardı ardına 1911-12 yılları arasında Trablusgarb Savaşı’nın, 1912-1913 yılları arasında Balkan Savaşları’nın, 1914-1918 yılları arasında Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması, ardından 13 Kasım 1918’de İstanbul’un işgal edilmesi, yaşanan bu karışıklıklar içerisinde unutulmuş, kapanmıştı.

Yıllar geçmiş, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, olayın üzerinden 17 yıl geçtikten sonra 1929’da Osmanlı Devleti’nin eski hesapları incelenirken bu dosya tekrar gün ışığına çıkmıştı. İnceleme komisyonu Denizyolları’ndaki hesap açığını kapatacak bir yol aramış, kapatamayınca da bu olayın meydana geldiği zaman Seyr-i Sefain’in başında olan dönemin Bahriye Nazırı Mahmud Muhtar Paşa’yı sorumlu bulmuş ve İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 3. Dairesi’nde bir dava açmıştı. 6 Kasım 1926’da görülen mahkemede Mahmud Muhtar Paşa’nın bu konuda sorumlu olmadığına hükmedilmişti.
Bunun üzerine Maliye ve Denizyolları temyize giderek, konuyu bu kez Yargıtay’a taşımış, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi de 20 Nisan 1927 tarihinde Asliye Hukuk Mahkemesi 3. Dairesi’nin kararını onaylayarak, Mahmud Muhtar Paşa’nın bu konu ile ilgili olarak sorumlu tutulamayacağını belirtmişti.
Ancak Denizyolları pes etmemiş, 20.000 altını ısrarla tekrar hesaplarında görmek istediğinden, bu kez meseleyi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne taşımıştı. TBMM’de Muğla Milletvekili Yunus Nadi Abalıoğlu başkanlığında toplanan (Teşkilat-ı Esasiye Encümeni) Anayasa komisyonu, 28 Aralık 1928 günü Mahmud Muhtar Paşa’nın sorumlu olduğuna kanaat getirerek ve “ Kanunu Esasiye göre nazırların ve teşkilatı esasiye göre vekillerin vazife-i memuriyetlerinden münbais (ileri gelen) mesuliyetleri Divan-ı Âlî’ce tayin olunur” diyerek, davanın Divan-ı Âlî’ye taşınmasına karar vermiş, bunu da bir mazbata (tutanak) ile Riyaset-i Celile’ye (TBMM Başkanlığına) bildirmişti.

Cumhuriyet Gazetesi, 31 Mayıs 1929 tarihinde  manşetten
“B.M.M. Mahmut Muhtar Paşa’nın Divanı Âliye Sevkine Karar Verdi.”
haberini vermişti.
TBMM tarafından 30 Mayıs 1929’da onaylanan bu karar neticesinde,
1 Haziran 1929 günü “Bakanlar aleyhinde açılacak davalarda yetkili merciin Divan-ı Âlî olduğuna ve Esbak (eski) Bahriye Nazırı Mahmud Muhtar Paşa’nın davasının da böyle yorumlanması gerektiği”ni belirten bir Başbakanlık açıklaması ve bunun 2 Haziran 1929 tarih ve 1205 sayılı Resmi Gazete’nin 7425 inci sayfasında, 511 Karar No’su ile “Anadolu Demiryolu Kumpanyasından istikraz yolu ile alınan yirmi bin ingiliz lirasını, mukavelelerinde açıkça yazılı kefaleti yaptırıp almaksızın aciz halinde bir şirkete vererek gerek bu parayı gerek mukavele icabı faiz ve tazminatını tahsili mümteni (varlığı imkansız) bir borç haline getirmek ve bu suretle hazine hakkını ziyaa uğratmak gibi malen mes’uliyeti müstelzim bir hareketi olduğuna binaen, bu borçların yapılan ve yapılacak olan bütün masarifle birlikte kendisinden tahsili maksadile, evrakının tevdii için Teşkilâtı Esasiye Kanununun altmış yedinci maddesi hükmünce, Divanı Âlinin teşkili lazım geldiğine Heyeti Umumiyenin 73 üncü inikadının 1 inci celsesinde karar verilmiştir. 30/5/1929” denilerek, söz konusu dava Eskişehir’de toplanacak Yüce Divan’a (Divan-ı Âlî) sevk edilmişti. İlk oturumu 29 Haziran 1929’da yapılan Yüce Divan’da görüşmelere Mahmut Muhtar Paşa’nın vekili olarak katılan avukatları savunmalarının temelini zaman aşımı üzerine kurmuşlar, ancak bu konuda bir sonuç elde edememişlerdi. Yüce Divan’da dava 5 ay sürmüş, 3 Kasım 1929 günü yapılan oturumda Mahmud Muhtar Paşa, gerekli teminat mektubunun alınmamasından ötürü sorumlu tutulmuş ve bir red oyuna karşılık oy çokluğuyla İngiliz şirketine ödenen 22 bin Türk altınının yüzde beş iskonto edilmek suretiyle Mahmud Muhtar Paşa’dan tahsil edilmesine karar verilmişti. Hüküm gereği Mahmud Muhtar Paşa’nın İstanbul’daki varlığına el konmuş, 4 yıl süreyle bu mallardan elde edilen kira gelirleriyle o günlerde 200 bin liraya tekabül eden 20.000 altın tahsil edilerek Maliye’nin kasalarına aktarılmıştı.

Benim anlayamadığım şey; bu dava hakkında yapılan tüm yazışmalarda Bahriye Nazırı Mahmut Muhtar Paşa’nın adının yanısıra Maliye Nazırı Nail Bey’in [Mustafa Nail Bey (1861-1922) de adı geçiyor olmasına rağmen, dava sonucunda Divan-ı Ali’nin vermiş olduğu hükümde kendisinin adından hiç bahsedilmemiş olması. Üstelik de söz konusu Nazır öyle sıradan biri değil, devletin hazinesinden, maliyesinden sorumlu olan bir kişi, Maliye Nazırı. Başvekil İsmet (İnönü) Mahmud Muhtar Paşa’nın Divan-ı Ali’de yargılanabilmesi için 22 Nisan 1928 tarih ve 6/1791 sayılı yazı ile Millet Meclisi’ne gönderdiği tezkerede;
“İngilterede kâin (Taymis Ayron Works) fabrikalarından sipariş olunan 3 adet uskurlu vapur esmanına (bedeline) mahsuben sabık Bahriye nazırı Mahmut Muhtar Paşa ile Maliye Nazırı Nail Bey tarafından kefaletsiz olarak tediye ettirilen yirmi bin İngiliz lirasının müsebbiplerinden tazminine ait dava safahatından bahis bulunan ve bu kabil davaların mercii niyetinin tayini ve tefsirine mütedair (alakalı) olan İktisat ve Maliye Vekâleti celilelerinden mevrut (geçmiş) 4 Nisan 1928 ve 15 Nisan 1928 tarih ve 216/82 ve 53836 numaralı teskerelerin musaddak (doğruluğu tasdik edilmiş) suretleri leffen (ilişikte) takdim olunmuştur. Muktazasının (gerekenin) ifasına ve neticesinin iş'arına müsaade buyrulmasını istirham eylerim Efendim.” diyerek Maliye Nazırı Mustafa Nail Bey’den de bahsetmektedir.

Başvekil İsmet (İnönü) Bey’e Başvekâleti Celileye başlığıyla İktisat Vekili Mustafa Rahmi Bey’in gönderdiği tezkerede de; “...evvelen Mahmut Muhtar paşaya ve müteakiben kefil suretile hazineye bilizafe (burdan hareketle) bonoya vazı imza eden Maliye Nazırı merhum Nail Beyin terekesine (miras) vazıülyet bulunan (elinde bulunduran) veresesine (mirasçılarına) teveccüh etmekte olduğu (yöneldiği) anlaşılmasına binaen...” denilerek açık ve net bir şekilde doğan borcun muhataplarından birisi olarak Maliye Nazırı Mustafa Nail Bey ve onun mirasçılarından bahsedilmektedir.

Mahmud Muhtar Paşa 15 Mayıs 1929 tarihinde meclise görderdiği savunmasında, “on sekiz yıl önce meydana gelmiş olan olayın o dönemin mahkemelerinde görüldüğünü ve cezaî bir durumun söz konusu olmadığını sadece bulunduğu makamdan dolayı sorumlu olduğu yönünde kararın verilerek davanın ertelendiğini” belirtmiş, ayrıca özellikle bir noktaya dikkat çekmişti; “Ben Seyr-i Sefain’i teftiş ve nezaret altında bulundurmağa kanunen vazifedar bir nazırdım. Bir istikraz (borç) aktetmek lazım geldi. Bu itibarla tanzim edilen bonoya imza koymak benim vezifemdi” diyerek bunun şahsi değil, görevi gereği yapılmış olduğunu dile getirmişti. Ayrıca Mahmud Muhtar Paşa, kendi el yazısı ile “Seyr-i Sefain idaresi namına” kaydını ilave ederek kendi kalemiyle imzasını atmış, yanına da Maliye Nazırı Nali Bey devlet adına kefil olarak imza koymuştu.
Hal böyle olunca, benim anladığım dava açılmadan önce 1922 yılında vefat eden Maliye Nazırı, Mustafa Nail Bey ve mirasçıları olaydan nasıl sıyrılmıştı. Kabak ne yazık ki halâ hayatta olan Mahmud Muhtar Paşa’nın başına patlamıştı.
Mahmud Muhtar Bey’in kızı Emine Dürriye tarafından yapılmış yağlıboya portresi
Mahmud Muhtar Bey bu karar karşısında adalet olmayan bir memlekette yaşayamayacağını ifade ederek, eşi Nimetullah Hanım ile birlikte bir daha geri dönmemek üzere Türkiye’yi terk etmiş, Mısır’da yaşamaya başlamıştı.

Son devirde Osmanlı devlet adamları, şairleri, mûsikişinasları ve hattatları üzerine biyografiler yazan ve tarih bilgisiyle tanınan İbnü’l Emin Mahmut Kemal (İnal) Bey “Son Sadrazamlar” isimli kitabında Mahmud Muhtar Paşa’nın terk etmesini, kendine özgü üslubuyla;
“...Bahriye Nazırı iken Seyr-i Sefain İdaresi içün bir İngiliz fabrikasına ısmarladğı vapurların bedeline mukabil –vaki olan ihtara rağmen- teminat almaksızın 20.000 İngiliz lirası verdirdiğinden ve fabrika iflas ederek verilen para battığından Divan-ı Âli’de gıyaben muhakeme edildi. Altınla evrakı nakdiye kanunen müsavi iken batan parayı altun olarak vermeye mahkûm oldu. Haczen istifası kararlaştırıldığından bilmecburiye 20.000 altun lira verdi. Bu mesele üzerine memleketten alakasını kesti. Hayatını Mısır’da ve Avrupa’da geçirdi.”

Mahkemenin ardından İstanbul’u terk edip Mısır’a yerleşen Mahmud Muhtar Paşa ve Nimetullah Hanım’dan sonra Emine Azize hanım, Moda’daki Mermer Konak’ta yaşamaya devam etmişti. Zaten hep sağlık sorunları yaşayan Emine Azize Hanım, 1931 yılında konakta Tifo’dan vefat etmişti. Böylelikle hem Feneryolu’ndaki Köşk, hem de Moda’daki Mermer Konak yanlız başına kalıp sessizliğe bürünmüştü.

MAHMUT MUHTAR BEY’İN
SON YILLARI:
Son yıllarını Kahire’nin kuzey doğusunda ve 17 kilometre uzaklıktaki El-Marg’daki (Al-Marj) arazi içerisinde küçük ancak tamir edilmiş ve modern teçhizatlarla donatılmış bir evde, son çalışması olan, Türkçe ve Fransızca olarak kaleme aldığı “La Sagesse Coranique” (Kur’an Bilgeliği) adlı bir rehber kitap üzerine yoğunlaştırmış olan Mahmud Muhtar Paşa, Türkçe olanının üzerinde bazı değişiklikler yapmak üzere ertelemiş, ancak Fransızca olanını İsviçre seyahati öncesinde, 16 Mart 1935 Cumartesi günü sabaha karşı saat 2 gibi bitirerek eşi Prenses Nimetullah hanıma teslim etmişti. Kahire’den İskenderiye’ye trenle gidecek, oradan da gemi ile Cenova’ya ve oradan da İsviçre’ye geçecekti. Genellikle yardımcısız yolculuk yapmazdı, ancak bu kez bu yolculuğa tek başına çıkacaktı. Onu istasyona götürecek olan otomobile evin merdivenlerinden koşturarak inerek binmiş ve onu Kahire’den İskenderiye’ye götürecek trene her zaman olduğu gibi ucu ucuna yetişebilmişti.
1920’lerde Kahire İstasyonu
Mahmud Muhtar Bey, İskenderiye’den Cenova’ya doğru İtalyan bandıralı S/S Esperia ile yola çıkmıştı. Esperia, Cenova ve İskenderiye arasında sefer yapan, birinci sınıf kabinlerinde 205, ikinci sınıf kabinlerinde 118 yolcunun seyahat edebildiği ve 257 mürettebatın görev yaptığı gösterişli ve lüks bir yolcu gemisiydi.

11393 grostonluk 150 metre uzunluğundaki ve 21 knot hıza sahip olan S/S Esperia 1920 yılında Kuzeybatı İtalya’da Riva Trigoso’da inşaa edilmişti. 1920-1932 yılları arasında Venedik merkezli Societa Italiana di Servizi Marittimi (SITMAR Line), 1932-1937 yılları arasında Trieste Merkezli Lloyd Triestino, 1937-1941 yılları arasında da yine Venedik merkezli Adriatica Societa Anonima di Navigazione tarafından işletilmişti.



S/S Esperia, II. Dünya Savaşı sırasında ordunun hizmetine girmiş, askeri taşıma gemisi olarak hizmet vermişti. 19 Ağustos 1941 Salı günü sabah saat 02:00’de S/S Esperia, Marco Polo, Neptunia ve Oceania yolcu gemilerinden oluşan bir konvoy, asker taşımak üzere Vivaldi, Da Recco, Gioberti ve Oriani destroyerleri ve Dezza Torpido gemisi eskortluğunda Napoli’den Libya Tripoli’ye hareket etmişti. HMS Unbeaten İngiliz denizaltısının başarısız bir atağından sonra geç vakitlerde Maestrale, Grecale ve Scirocco İtalyan destroyerleri de konvoya katılmışlardı.
20 Ağustos Çarşamba sabaha karşı konvoy Tripoli’ye yaklaşmıştı ki, Tripoli’nin kuzeydoğusunda, 11 mil kala İngiliz denizaltısı HMS Unique (N95), saat 10:20’de üç torpido ile Esperia’yı vurmuş ve gemi 10 dakika gibi kısa bir sürede batmıştı.
(33, 03N, 13, 03E)

Teknede bulunan 1170 kişiden 31’i kaybedilmiş, 1139 kişi kurtulmuştu. Saldırı üzerine hızını arttıran konvoy ancak saat 12:30’da Tripoli limanına giriş yapabilmişti.
Mahmud Muhtar Bey’in seyahat ettiği S/S Esperia, 18 Mart 1935 Salı günü Messina Napoli arasında şiddetli bir fırtınaya yakalanmış ve epeyce sallanmıştı. Fırtına öncesi öğle yemeğini güvertede yakın dostu ünlü Arabiyatçı bilim adamı, Osmanlı’nın casusluk şüphesiyle tutuklattığı, Papa XII. Pius’un “Katolik bir Müslümandır” hükmünü verdiği Ferdinand Jules Louis Massignon* ile sohbet ederek yiyen Mahmut Muhtar Paşa, yemekten sonra kamarasına çekilmişti.
S/S Esperia’nın Lüks Sınıf Okuma Odası
Fırtına sırasında kamarasında olan Mahmut Muhtar Paşa’nın çay saatinde kamarasından çıkmaması kamarotun dikkatini çekmiş, akşam yemeğinde de bir hareket göremeyince şüphelenerek kamarasına girmiş, onu istirahat eder pozisyonda ve yatar halde bulmuştu. Fırtına sırasındaki sallantı büyük bir ihtimalle zaten var olan kalp rahatsızlığını tetiklemiş, kalbine dokunmuş ve uzandığı yerde kalp krizi geçirerek 68 yaşında vefat etmişti. Gemi personeli yakın dostu Massignon’a haber vermiş, islam adetlerini iyi bilen profesör gelerek başında Kur’an okumuştu. Cenaze Napoli’den İskenderiye’ye nakledilmiş ve Kahire yakınlarında bulunan İmam El-Şafi Mezarlığı’ndaki aile kabristanında, daha önce hazırlatılmış olan çifte kabire defnedilmişti.


Ölmeden birkaç gün önce tamamlayarak gitmeden önce eşi Prenses Nimetullah hanıma teslim etmiş olduğu kitabı, yine Prenses Nimetullah Hanım’ın gayretleriyle aynı yılın içerisinde, 1935’de
“La Sagesse Coranique”, “La Sagesse Coranique Éclairée Par Des Versets Choisis Reflétant La Philosophie Morale, Religieuse & Sociale De L’Islam” adıyla Paris’te basılmıştı. Türkçe tercümesiyle
“İslam'ın Ahlaki, Dini ve Sosyal Felsefesini Yansıtan Seçilmiş Ayetlerle Aydınlanan Kur'an Bilgeliği” adlı kitabını Mahmut Muhtar Paşa,“İslâm Ülkelerinde Gizemli İnanış’ın Tarihi’ni derin bilgisiyle aydınlatan, ‘La Passion d’Al-Hallâj’ın yazarı Prof. Louis Massignon’a ithaf ediyorum.” diyerek yakın dostuna ithaf etmişti.
Ferdinand Jules Louis Massignon (1883-1962)
Massignon, kendisine ithaf edilen bu kitabın, Prenses Nimetullah Hanım’ın da yoğun arzusu üzerine, basılmasını kendisi için bir vazife kabul etmiş ve yayınlanmasını sağlamıştı. Kitabında Mahmud Muhtar Paşa, Kur’an-ı Kerim’i şu şekilde değerlendirmişti:
“Arapçası ile Kur’an, insanı harekete geçiren bir güzelliğe ve cazibeye sahiptir. Veciz ve üstün stili, genellikle kafiyeli olan birden çok anlamlar içeren kısa cümleleri, kelime kelime tercümesinde ifade edilmesi son derece zor olan anlamlı bir etkiye ve patlayıcı bir enerjiye sahiptir.”
Kitap, Fransızca ilk baskısının ardından, Dr. John Naish tarafından Fransızca’dan İngilizce’ye çevrilerek, 1937 yılında
“The Wisdom of the Qur’an Set Forth in Selected Verses / Conveying the Moral, Religious and Social Philosophy of Islam. Preceded by an Introduction Expounding the Teachings of the Quran” adıyla Oxford Üniversitesi tarafından Londra’da basılmıştı.

İbnü’l Emin Mahmut Kemal (İnal), Mahmud Muhtar Paşa vefat ettiğinde kalan servetini; Katırcıoğlu Hanı (1 milyon), Mısır’daki emlak (500 bin) Yarım Han (150 bin), Feneryolu’nda babası Gazi Ahmed Muhtar Paşa’dan intikal eden köşk ve bahçesi (100 bin), Mısır Osmanlı Bankası’nda (100 bin), Şehzadebaşı’nda 27 dükkan (50 bin), değerli tablo, eşya ve antikalar (30 bin), Bahçekapı’daki Eczane (4 bin) şeklinde listelemişti.

Moda Burnu’nun 1935 yılında uçaktan çekilmiş fotoğrafı
Prenses Nimetullah Hanım ve Emine Dürriye Tugay Bavyera’da
Bad Kissingen’de köpekleri Demir ile. 1936
Moda’daki Mermer Konağın yalnızlığı yıllarca sürmüş, beklenenler artık
geri gelmemişti; Mahmud Muhtar Paşa vefat edince Nimetullah Hanım, Türkiye’deki malvarlığını tasfiye etmeye girişmiş, önce Feneryolu’ndaki köşk, yıkıcıya verilmiş, yıkım işi süratle tamamlanmış, acı tatlı bir çok anının yaşandığı Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın köşkünden geriye yalnızca sekiz on tane çukur kalmıştı. Günümüze arazisi parsellenerek betonlaştırılan Feneryolu’ndaki köşkün varlığını kanıtlayan tek şey olarak, yıllar sonra Çelik Gülersoy’un restore ettirerek yok olmaktan kurtardığı su haznesi ile kafeterya olarak işletilen Kameriye kalmıştı.


20 Ocak 1938, Kral Faruk ve Kraliçe Farida’nın düğününde hanedan üyeleri bir arada.
Mahmud Muhtar Paşa’nın vefatından bir yıl sonra, Nimetullah Hanım’ın erkek kardeşi, Kral I. Fuad da 28 Nisan 1936’da vefat etmiş, yerine oğlu 16 yaşındaki Faruk, I. Faruk adıyla tahta çıkmıştı. Kral I. Faruk 2 yıl sonra 18 yaşındayken, 1937 yılında Londra seyahati sırasında tanıştığı, Kahire’nin ilk valilerinden Ali Zülfikar’ın torunu, İskenderiye Temyiz Mahkemesi ikinci başkanı Yusuf Zülfikar Paşa’nın kızı 5 Eylül 1921 doğumlu 17 yaşındaki Adıge Safinaz Zülfikar’ı çok beğenmiş ve ona evlenme teklif etmişti. Kral I. Faruk evlenmeyi kabul eden Adıge Safinaz Zülfikar’a çeyiz parası olarak 50.000 dolarlık bir çek ve neredeyse onun değerinde bir elmas nişan yüzüğü takmıştı. Çift 20 Ocak 1938’de Koubbeh Sarayı’nda olağanüstü şatafatlı bir düğün ile evlenmiş ve geline ve Kral Fuad’ın kraliyet ailesinde isimlerin ilk harfinin, bu harfle başlayan isimlerin şanslı olduğuna inandığı için “F” olması konusunda başlattığı geleneğe uyularak “Farida” ismi verilmişti.


Kral Faruk ve Kraliçe Farida’nın Düğün davetiyeleri
Dünyanın çeşitli yerlerinden Kral ve Kraliçe şerefine akıllara durgunluk verecek derecede kıymetli hediyeler gönderilmişti. Kraliçe Farida Kral I. Faruk’un Paris’te tamamen el işi ile hazırlanmış ve 30.000 Amerikan dolarına mal olan bir gelinlik giymişti. Kral I. Faruk’un Kraliçe Farida’ya taktığı taç ve gerdanlık göz kamaştırmıştı. Sadece gerdanlığın kıymeti 4 milyon franktı. Düğünün ilan edildiği gün Ras El Tin Sarayı’nın önünde toplanan mahşeri kalabalık arasında onları görmeye çalışan 22 kişi o hengamede ezilmiş 140 kişi de yaralanmıştı.
Kraliçe Farida ve Düğün anısına basılmış özel pul ve ilk gün zarfı.
Bu kraliyet düğününe Kral Faruk’un halası olarak,
Prenses Nimetullah Hanım da katılmıştı.
Kral Faruk ve Kraliçe Farida’nın düğününde hala Prenses Nimetullah Hanım
(Kral Faruk’un sağında)


Sol başta Prenses Nimetullah Hanım, sağ başta bir şeyler içmekte olanHanzade Sultan’ın kocası Prens Mehmet Ali İbrahim
(Hidiv İsmail Paşa’nın kardeşi İbrahim Fehmi Ahmed Rıfat Paşa’nın torunu, Muhammed Vahid El- Din İbrahim’in oğlu)
Kraliçe Farida, Ferial, Fawzia ve Fadia adlı 3 kız çocuğu doğurmuş ancak Kral I. Faruk’un erkek çocuk doğurmamasını sorun etmesi üzerine 19 Kasım 1948’de kendi isteğiyle ondan boşanmıştı. Ardından uzun yıllar Lübnan, Paris ve İsviçre’de yaşayan Farida, bir daha hiç evlenmemiş, ünlü bir ressam olmuş, Amerika da dahil Avrupa’da bir çok ülkede sergiler açmıştı. 1974 yılında Mısır’a dönen Farida Kahire’de küçük bir apartman dairesinde gözlerden uzak yaşamış ve 17 Ekim 1988’de lösemiden vefat etmişti.

Evlendikten sonra eşi Emine Dürriye Hanım’ın isteği doğrultusunda ve babasının gayreti ile Hariciye’ye intisab eden Ahmed Hulûsi Fuat Tugay Kopenhag, Tokyo, Nankin, Tiran, Madrid, Lizbon, Çongçing, Bükreş gibi şehirlerde elçi ya da Büyükelçi sıfatlarıyla görev yapmıştı. Adnan Menderes Hükümeti, Mısır ile iyi ilişkiler tesis etmek amacıyla eşi Kavalalılar Hanedanından ve Kral I. Faruk’un kuzeni olduğu için, Ahmed Hulûsi Fuat Tugay’ı 1950 yılında Kahire’ye Büyükelçi olarak atamıştı.
28 Nisan 1936’da 16 yaşında tahta çıkan Kral I. Faruk 6 Mayıs 1951 günü ikinci evliliğini 17 yaşındaki Neriman Sadık ile yapmış, Abdeen Sarayı’nda gerçekleşen gösterişli düğün törenine kuzeni Türkiye Kahire Büyükelçisi’nin eşi Emine Dürriye Tugay da katılmışlardı.
Kral I. Faruk’un ikinci evliliğini 6 Mayıs 1951’de Neriman Sadık ile yapmıştı. Bu düğüne, Mahmud Muhtar Paşa’nın Kahire Büyükelçisi eşi olan kızı Emine Dürriye Hanım (sol başta) ve Osmanlı hanedanından Son Halife Abdülmecid Efendi ve Sultan VI. Vahideddin’in Ömer Faruk Efendi ve Sabiha Sultan’dan olan torunları Hanzade (1923-1998) ve Neslişah (1921-2012) Sultan’lar da katılmışlardı. Neslişah Sultan’ın sağında oturan kocası Son Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın oğlu Muhammed Abdülmunim’dir. Muhammed Abdülmunim’in kızkardeşi Prenses Lütfiye Şevket Hanım da Ömer Muhtar Katırcıoğlu ile evlidir.




Düğünden yaklaşık 14 ay sonra 23 Temmuz 1952’de Yarbay Cemal Abdün Nâsır (1918-1970) liderliğinde gerçekleştirilen ve “Hür Subaylar” adıyla bilinen darbe sonrasında, şatafatlı yaşantısıyla tüm dünyanın dikkatlerini üzerine çekmiş olan Kral I. Faruk’a tahttan el çektirilmiş, yerine Faruk’un henüz 6 aylık olan oğlu, II. Fuad adıyla Kral ilan edilmişti.
26 Temmuz 1952’den, 18 Haziran 1953’e kadar, 6 aylık küçük Kral II. Fuad’ın naibliğine 
Son Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın oğlu Prens Muhammed Abdülmunim atanmış, eşi Neslişah Sultan da Kral naibi eşi olmuştu.
21 Şubat 2018 günü Sabancı Üniversitesi S/S/M Müzesi’nde “Boğaziçi’nde Bir Hanedan: Kavalalı Mehmed Ali Paşa Ailesi’nin İzleri Atlı Köşk’te” Sergisi’ni gezerken dikkatimi çeken bir portre. Prens Muhammed Abdülmunim’in (1889-1979) çocukluğunu tasvir eden bu portre, çeşitli renklerde kadife, ipekli kumaşlar ve dantel kullanılarak patchwork (kırkyama) tekniği ile yapılmış ve üzeri ipek ibrişim ile işlenmişti.
Ancak bir seneye varmadan, 18 Haziran 1953’te Cumhuriyet ilan edilerek II.Fuad ile birlikte Neslişah Sultan, Prens Muhammed Abdülmunim de dahil tüm (Hidivyal) Kavalalı Hanedanı, sahip oldukları her şeylerine el konularak yurtdışına sürgüne gönderilmişti.
Bu arada Prenses Nimetullah Hanım’dan kalan tüm mülklere ve mallarına da el konulmuştu. Kavalalı Hanedanına mensup olduğu için Mısır’daki mülklerine el konulan Emine Dürriye Tugay Hanım eşi nedeniyle diplomatik dokunulmazlığı olduğundan Mısır’da büyükelçinin eşi olarak yaşamaya devam etmişti.
1950’li yıllarda Moda Caddesi’nden bir kesit, Caferağa Medresesi önü.
31 Aralık 1950 - 5 Ocak 1954 tarihleri arasında Kahire’de Büyükelçi olarak görev yapan Ahmed Hulûsi Fuat Tugay, 1954 yılında Mısır Başbakan yardımcısı Cemal Abdün Nâsır ile yaşadığı “Tugay Olayı” olarak bilinen siyasi skandal neticesinde Mısır Hükümeti tarafından “Persona non grata” (istenmeyen kişi) ilan edilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “Persona non grata” ilan edilen ilk diplomat olmuştu.

Mısır Başbakan yardımcısı Cemal Abdün Nâsır, 1951 yılında İngiltere, Amerika ve Fransa ile birlikte “Ortadoğu Paktı Projesi” üzerindeki israrlı tutumu, İsrail’i tanıyan ilk devletlerden biri oluşu, Nato’ya katıldığı ve Birleşmiş Milletler’de Arab Ülkelerine karşı cephe aldığı için Türkiye’ye kızmış, Türkiye’yi emperyalistlerin işbirlikçisi bir devlet olarak nitelemişti. Ayrıca Cemal Abdün Nâsır, Kavalalı Hanedanına mensup, hatta devrilen Kral Faruk’un hala kızı ve Kavalalı Hanedanına mensup olan Emine Dürriye Hanım nedeniyle, Cemal Abdün Nâsır’ı yaptığı Tarım Reformu nedeniyle şiddetle eleştiren, darbeyi gerçekleştiren Hür Subaylar grubundan önemli isimleri, bakanları ikametgahına yemeğe davet ederek, yemek sırasında Başbakan yardımcısı hakkında ileri geri konuşan Kahire Büyükelçisi Ahmed Hulûsi Fuat Tugay’ı hedef tahtasına koymuş, hatta Darbe Hükümeti Türkiye’ye başvurarak büyükelçinin geri çağırılmasını istemişti. Türkiye ise “El-Tahrir Gazetesi”nin yazdığına göre Kavalalı Hanedanının mallarına el konulması kararına itiraz eden bir nota vermiş, ancak Türk Dışişleri Kasım 1953’te hedef tahtasına oturtulan Büyükelçinin görev yerini değiştirmeyi kararlaştırmıştı. Ancak hiç beklenmeyen bir şey olmuş, 2 Ocak gecesi Kahire Opera binasında Bolşoy Balesi’nin bir gösterisi sırasında bardağı taşıran bir olay yaşanmıştı. Temsilin arasında yabancı temsilcilerin olduğu yere yaklaşan Cemal Abdün Nâsır’a o sırada oturmakta olan Ahmed Hulusi Fuat Tugay ayağa kalkarak Cemal Abdün Nâsır’ın uzattığı eli sıkmayarak, suratına tokat atacakmışçasına elini havaya kaldırmış ve herkesin duyacağı şekilde “Hareketleriniz bir centilmene yakışmayacak haldedir. Onun için aramızda hiçbir zaman hiçbir dostluk olamayacaktır” diyerek bağırmıştı. Korumaları Büyükelçinin havadaki elini hemen yakalamış, Cemal Abdün Nâsır “bırakın” deyince de bırakmışlardı. Ancak bir fotoğrafçının Cemal Abdün Nâsır’ın suratına doğru kalkan eli yakaladığı fotoğraf ertesi günün gazetelerinde yayınlanınca ortalık karışmış, Mısır Hükümeti 4 Ocak 1954 günü aldığı bir karar ile Ahmed Hulûsi Fuat Tugay’ın diplomatik ayrıcalıklarını kaldırmış, “Persona non grata” ilan ettikleri Türkiye Büyükelçisinin 24 saat içerisinde Mısır’ı terk etmesini istemiş, bunu Türk Hükümeti’ne çektikleri bir telgraf ile de bildirmişlerdi.

5 Ocak 1954 tarihli Milliyet Gazetesi’nde olay şu şekilde haberleştirilmişti; 


5 Ocak 1954 günü Ahmed Hulûsi Fuat Tugay ve eşi Emine Dürriye Hanım sabah saat 9’da bir uçakla Kahire’den ayrılmışlar, 8 Ocak’ta da trenle İstanbul’dan Ankara’ya geçmişlerdi. Bunun üzerine Mısır Hükümeti de kendi Büyükelçisini geri çekme kararı almıştı. Mısır Hükümetinin yarı resmi yayın organı ve Kahire’nin büyük gazetelerinden biri olan “El-Cumhuriyet”, “Gitti, Kurtulduk” diye manşet atmış, Türk-Mısır ilişkilerinin bozulmasında en önemli etkenin Ahmed Hulûsi Fuat Tugay olduğunu yazmıştı. Türk Dışişleri de bu karara mukabil olarak Mısır’ın Ankara Büyükelçisini Ahmet Hakkı’yı uluslararası kurallar gereği geçersiz saymak yerine kendi hükümeti tarafından geri çağrılmasını gerekli olduğunu bildiren bir nota vermişti.
Emine Dürriye Fuad Tugay
Ahmed Hulûsi Fuat Tugay, Kahire’de yaşanan bu olay sonrasında Türkiye’ye döndüğünde rapor almış ve eşi ile birlikte Mahmud Muhtar Paşa’nın Moda’daki Mermer Köşkü’nde Dışişleri Bakanlığı’nın bu olay sonrasında izleyeceği tavrı beklemişti. Sonradan Türk Dışişleri Bakanlığı, Büyükelçinin Başbakan yardımcısı Cemal Abdün Nâsır ile yaşadığı tartışmayı ve kullandığı sözleri doğrulamış, Mısır ile yaşanan krizi Ortadoğu’daki çıkarları nedeniyle büyütmemiş, bir uzlaşmaya varıp ortak bir deklarasyon yayınlamıştı. Cumhuriyet Halk Partisi ve Köylü Partisi buna itiraz ederek, Meclis’e bir gensoru önergesi vermiş da gensoru reddedilmiş, konu da böylece kapatılmıştı. Olaydan yaklaşık 11 ay sonra o sıralarda Başbakan Yardımcısı olan, daha sonrasında da Dışişleri Bakanlığı yaptığı sırada gerçekleşen 27 Mayıs 1960 Darbesi sonrasında Yassıada’da yargılanıp, Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan Demokrat ile birlikte idama mahkum edilip asılan, Demokrat Parti Çanakkale Milletvekili Fatin Rüştü Zorlu’nun ağabeyi Rıfkı Rüştü Zorlu, 21 Aralık 1954’te Kahire’ye Büyükelçi olarak atanmıştı.
3 eşi, 18 çocuğu olan Müşir Deli Fuad Paşa’nın (1835-1931) dört oğlu; Tugay Kardeşler
Ayaktakiler soldan sağa Ahmed Hulusi Fuad Tugay (1891-1967),
Hidayet Fuad Tugay (1889- ?), Esad Fuad Tugay (1884-1973),
oturan Hayreddin Fuad Tugay (1879-?)
Ahmed Hulûsi Fuat Tugay, kendisine karşı yapılan bu muameleyi ve sahiplenilmemeyi hazmedemeyip emekliliğini istemiş ve eşiyle birlikte Yeniköy sırtlarında yaptırdığı köşke yerleşmişlerdi. Yaşlanıp bu köşkte yaşaması zorlaşınca da köşkü Amerikan Konsolosluğuna kiralayarak Maçka’ya taşınmışlardı. 21 Mayıs 1967 günü rahatsızlığı nedeniyle yatırıldığı Alman Hastanesi’nde vefat etmişti. Eşi Emine Dürriye Tugay ise eşinin vefatından 8 yıl sonra 13 Nisan 1975’te vefat etmiş, her ikisi de Zincirlikuyu Kabristanı’na defnedilmişti.


Aslında Mısır ile Türkiye arasında yaşanan bu diplomatik kriz ne bir ilkti ne de son olacaktı. Bundan yıllar önce, 29 Ekim 1932’de Ankara Palas’ta yapılan 29 Ekim kutlamaları sırasında, Gazi Mustafa Kemal kutlamaları kabul ediyor, yabancı misyon üyeleri sırasıyla elini sıkıyorlar, Mısır’ın Ankara elçisi Abdülmelik Hamza Bey Cumhurbaşkanı Atatürk’ü başında fes takılı olarak kutluyordu.

29 Ekim 1932, Ankara Palas’ta Cumhuriyet Bayramı Kutlaması

Halbuki Gazi Mustafa Kemal, bundan 7 yıl önce 1925 yılının Ağustos ayında Kastamonu’ya ilk kez yaptığı ziyaretinde geniş kenarlı bir şapka giyerek, tarihi “Şapka Nutku”nu yapmış, Ankara’ya döndükten bir gün sonra 2 Eylül’de de devlet memurlarına şapka giyme zorunluluğu getiren 2431 numaralı Bakanlar Kurulu Kararnamesini çıkartmış, bunu yeterli görmeyen Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları, 16 Ekim 1925’te “kanun gerekçesinde sarık ve fesin geri kalmışlığı sembolize ettiğini, bu yüzden değiştirilmesi gerekliliği” üzerinde durarak bir önerge vermiş, sadece iki milletvekilinin aleyhte olduğu oyalama sonucunda kanun meclisten geçmiş ve fes kullanılması da yasaklanmıştı. Bu yasağı Mısır Elçisi Abdülmelik Hamza Bey çok fazla umursamamış, iki yıl önce geldiği Ankara’da sürekli olarak fes ile dolaşmış, o da yetmemiş resmi bir protokolde Gazi Mustafa Kemal’in karşısına da fes ile çıkmıştı. Gazi Mustafa Kemal o akşam Ankara Palas’ta 200 kişilik bir resmi yemek vermiş, yabancı elçilerin de katıldığı yemeğe Mısır elçisi Abdülmelik Hamza Bey yine başında fesiyle gelmiş ve yemek boyunca da sofrada fesi ile oturmuştu.

Yemekten sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin düzenlediği “Cumhuriyet Balosu”na geçilmek üzere ayağa kalkıldığında Gazi Mustafa Kemal, Mısır elçisinin yanından geçerken kısık bir sesle “Kralınıza söyleyiniz, ben Mustafa Kemal, size bu akşam fesinizi çıkartmanız talimatını verdim” diyerek, bir garson çağırmış, elçi uysallıkla fesini çıkartıp garsona vermiş ve garson da davetlilerin şaşkın bakışları arasında fesi alıp gümüş bir tepsi üzerinde salonun öbür ucuna kadar götürüp gözden kaybolmuş, Mısır elçisi Abdülmelik Hamza Bey bunun üzerine büyük bir üzüntüyle baloyu terk etmişti.

Davette hazır bulunan Fransa Büyükelçisi Charles Pineton de Chambrun;

“Ulusal Bayram onuruna, padişahların altın tabaklarında, hükümet
üyelerine ve kordiplomatiğe verilen yıllık yemeği bitiriyorduk...
İki yüz kişilik davetliler arasında Mısır Elçisinin fesi gösterişle sırıtıyordu. Cumhurbaşkanı, arada bir, sezdirmeden, fese alaylı bir göz atıyordu. Zavallı meslektaşım bunun farkına varmadı. Ama Gazi, masadan kalkınca Mısırlının yanından geçti ve geçerken, bir kedi mırıltısını andıran usulca bir sesle kendisine bir şeyler söyledi, onun omuzunu okşadı. Kendisini kucaklıyor sanmıştık ki, bir de ne görelim, bir garson, fesi, gümüş bir tepside, hızlı adımlarla götürüyordu. Tepsinin ardından bakakaldık!..”
diye anlatmıştı o akşam yaşanan olayı.

Olayın böyle sessiz sedasız halledilmiş olduğu düşünülürken, olayın üzerinden 13 gün geçtikten sonra 11 Kasım günü İngiliz Daily Herald Gazetesi “Bir fes diplomatik fırtına kopartacak” diye olayı çarpıtarak başlık yapmış, bombanın fitilini ateşlemişti. O da yetmemiş aynı günün öğleden sonrasında bu kez “Evening Standard” adlı başka bir Londra Gazetesi, “Bir fes yüzünden Türkiye ile Mısır arasında kavga çıkıyor... İnsan şaşırıyor... Ama Mustafa Kemal fes görünce, kırmızı paçavra görmüş bir boğa gibi oluyor... Mısır diplomatına fesini çıkarttırıyor ve Mısırlıların öfkesi anlaşılıyor...” vb. kışkırtıcı yayın yaparak olayın büyütülmesine çanak açmışlar, üstelik İngiliz Reuters Ajansı yemeyip içmeyip bu haberleri hemen Kahire’ye telgrafla iletmişti. Hükümet yanlısı “El Ahram” gazetesi elçiden özür dilenmiş olduğu belirtip ortalığı yatıştırmak isterken, muhalif “El Belag” gazetesi hem hükümete hem de Türkiye’ye saldırıya geçmiş, “Fes, Mısır’ın ulusal başlığıdır. Fesi çıkartmak, Mısır’a hakarettir. Gazi’nin Hamza Bey’den özür dilemesi, bu hakareti temizlemeye yetmez. Kaldı ki, bu özürü kabul etmeye elçinin yetkisi de yoktur. Bu işi Hükümet temizlemelidir.” diyerek ortamı geriyordu. Türkiye’nin Maslahatgüzari 13 Kasım tarihinde Ankara’ya “Cumhuriyet Bayramında Reisicumhur Hazretlerinin Mısır Sefirine fesini çıkarmasını teklif, sefirin ise retle merasimden çekilmeyi tercih ettiğinden bahisle hadise çıktığı Londra’dan gelen telgrafa müsteniden gazeteler yazıyor. Tekzibine müsaade buyurulması müsterhamdır Efendim.” diyerek bir telgraf çekmiş ve gazetelerde çıkan haberleri yalanlamak için izin istemişti.

Çok enteresandır, kaderin bir cilvesi midir bilinmez, bu telgrafı çeken Kahire Maslahatgüzarı Mehmet Ali Şevki Alhan Bey, bu olayın yaşandığı tarihten 22 yıl sonra Kahire’de yaşanan “Tugay Olayı”nın kahramanlarından Mısır Hükümeti’nin “Persona non grata” ilan ettiği Kahire Büyükelçisi Ahmed Hulûsi Fuat Tugay’ın eşi Emine Dürriye Tugay’ın halası Nimet Hanım ve Hasip Paşazade Hasan Şevki Paşa’nın oğludur. Emine Dürriye Tugay ile Kahire Maslahatgüzarı Mehmet Ali Şevki Alhan Bey kuzendir.

Ankara haberi Anadolu Ajansı aracılığıyla yalanlamış, aynı yalanlamayı 14 Kasım günü Kahire Maslahatgüzarına da göndererek, olayı üzerinde fazlaca durmaya gerek olmayan bir hadise olarak değerlendirmeye ve geçiştirmeye çalışmıştı. Ankara yalanlama haberinin Mısır gazetelerinde yayınlanmasıyla heyecan yatışır, olayın üzeri kapanır diye düşünürken, Mısır Dışişleri Bakanı Yahya Paşa, 16 Kasım’da Maslahatgüzar Mehmet Ali Şevki Alhan Beyi makamına çağırarak “Bizden özür dilenmesi gerektiği kanaatindeyiz” diyerek “... Yabancı ülkelerdeki Mısır temsilcileri resmi törenlerde ulusal başlığı (fesi) giymek zorunda olduklarından Haşmetli Kral Hazretlerinin Dışişleri Bakanlığı, iki hükümet arasında dostça ilişkileri sürdürüp geliştirmek arzusuyla, böyle bir olayın ilerde tekrarlanmayacağı konusunda güvence almaktan mutlu olacaktır.” Şeklinde yazılı bir nota vermiş ve böylelikle fes olayı gazeteleri aşmış, resmiyet kazanmış ve iki ülke arasında bir sorun haline gelmişti.

Mehmet Ali Şevki Alhan Bey, Mısır Dışişleri Bakanı ile aralarında geçen görüşmeyi Ankara’ya rapor ederken “...Hariciye Veziri mesele hal olmadığı takdirde Sefaret Heyetinin geri çağırılmasını intaç (sonuç) edebileceğini, buna ise pek müteessir olacağını söyledi.” diyerek diplomatik ilişkilerin kesilebileceğini, Dışişleri Bakanı’nın Ankara’daki Elçiliği personeli ile birlikte geri çekmekten söz ettiğinin altını çizmişti.

Mısır’da konu sürekli olarak didiklenmeye devam ederken 18 Aralık’ta Türkiye Hükümeti, Mısır’ın verdiği notaya cevabını hazırlamış, Kahire Maslahatgüzarı Mehmet Ali Şevki Alhan Bey kanalıyla Mısır Dışişleri Bakanına iletmiş; Notada, “Son derece dostane olan bir fiilin manasının” Mısır’da çarpıtılmış, istismar edilmiş ve iki ülke ilişkileri üzerinde “bulutlar yaratma tehlikesi gösterdiği” belirtilmiş ve “Milli serpuşun taşınması meselesine gelince, her devletin muvafık bulduğu üniformayı kabulde serbest olduğunu ve keza her devletin kendi protokolünü de tanzim eylemesi tabii olduğunu ilâveye ihtiyaç yoktur.”, kısacası Mısır istediği üniformayı kabul edebilirdi ama, Türkiye de kendi protokol kurallarını belirlemekte serbesttir, bu duruma göre Türkiye, yabancı elçilerin milli gün davetine milli üniformalarıyla değil, frakla (fessiz) gelmelerini isteyebilir denmişti.

O günlerde yayınlanan İngiliz Gazeteleri “Mustafa Kemal asla özür dilemez” yazmışlardı. Mısır Hükümeti Kahire Maslahatgüzarına 26 Aralık’ta ikinci bir nota vererek; Türk protokolü ile Mısır’ın fesli üniformasının çatışmayacağı inancı belirtilerek, Türkiye kendi protokolünü istediği gibi düzenlesin, ama Mısır elçileri de Türkiye’de fesli üniformalarını giyebilmelidir, diyerek konuyu kapatmaya yanaşmamıştı.
Fes olayını İngiliz Basını tetikleyip ortalığı karıştırmışken, bu kez İngiltere’nin Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Lyham Loraine fes meselesinin dostane bir çözüme bağlanması için özellikle Mısır Hükümeti üzerinde telkinlerde bulunarak krizi çözmeye çalışmış ve etkili de olmuştu. İngiltere’nin Ankara Maslahatgüzarı 2 Ocak 1933’te Londra’ya “Kızılay’ın Yeni yıl balosunda Gazi, Mısır Elçisiyle dostça konuştu. Artık fes olayı kapanmış demektir.” diye bir mesaj geçmiş, ardından 3 Mart 1933’te aynı konuda Londra’ya “Gazi’nin beklenmedik biçimde Mısır elçiliğindeki davete katılması, hem fes olayının nazikçe onarılması hem de Mısır’a karşı dostluk gösterisidir. Gece yarısında davete gelen Cumhurbaşkanı sabah saat 8’e kadar orada kalmıştır” diyerek ikinci bir mesaj geçmiş, son olarak 27 Mart 1933’te de “Cumhurbaşkanı Gazi dün gece Mısır elçiliğinde düzenlenen Kralın yaş günü davetine katıldı ve fes olayını nazikçe onarmış oldu.” diyerek fes olayının yumuşak bir geçişle halledildiğinin teyidini yapmıştı.

Fes olayının ardından Maslahatgüzar Mehmet Ali Şevki Alhan Bey,
Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yılında Kahire’ye Elçi olarak atanmıştı. Yirmibir yıllık bir diplomattı, elçiliğe yükseltilmesi doğaldı. Balkan Savaşı’nın çıktığı 19 Eylül 1913’te Londra Büyükelçiliğinde 3’üncü Kâtipliği görevi ile diplomasi mesleğine girmişti. Mehmet Ali Şevki Alhan Bey, elçiliğinin ilk yılı Mısır Hükümetinden yeterince yakınlık görmemişti, Ankara’da Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Mısır Elçisinin davetine katılmış olduğu halde, Kahire’de Türkiye Elçisi Mehmet Ali Şevki Bey’in Cumhuriyetin Onuncu Yılında düzenlediği Milli Gün davetine hiçbir Mısırlı Bakan katılmamıştı. Emine Dürriye Tugay Hanım’ın hala oğlu Mehmet Ali Şevki Alhan Bey (1883-1947), Kahire Alman Okulu’nda ve Londra Üniversitesi’nde İktisat ve İngiliz Fen Mektebi’nde okumuştu. Fransızca, İngilizce ve Arapça bilen Mehmet Ali Şevki Alhan Bey, 24 Temmuz 1931- 21 Ocak 1933 tarihleri arasında Sürekli Maslahatgüzarlık, 21 Ocak 1933 - 6 Mart 1942 tarihleri arasında da Elçilik olmak üzere toplam 11 yıl Kahire’de görev yapmış, daha sonra 15 Şubat 1944-1947 tarihleri arasında Ottawa Elçiliği yapmış, 17 Ağustos 1942’de Washington Büyük Elçiliğine Refakatte Elçi olarak atanmış, 26 Haziran 1947’de New York’ta kaldığı, şehrin en pahalı oteli olan Delmonico Oteli’nden vefat etmişti.
New York Park Avenue 59. Caddedeki
Hotel Delmonico



Hiç evlenmemiş olan Mehmet Ali Şevki Alhan Bey, “Alan Day” takma adıyla İngilizce olarak “Goddesses in Slacks” (Pantolonlu Tanrıçalar) adlı bir kitap yazmıştı. “25 yaşın altındaki 25 milyon 128 bin 670 Amerikalı kıza” ithaf edilen kitap, 1921’de Amerikan vatandaşlığına geçen Macar asıllı ünlü bir illüstrator olan Willy Poganny’nin (Vilmos András Pogány,1882-1955) resimleri ile renklendirilmiş ve dönemin ünlü yayınevlerinden Field-Doubleday tarafından 16 Ocak 1945 tarihinde yayınlanmıştı. Kitap ve yazarı Mehmet Ali Şevki Alhan, uzun yıllar sonra “Dışişlerindeki o gizemli yazar” sıfatıyla Türk okuyucularına tanıştırılmıştı.
Moda koyu 6 Eylül 1936,  İngiltere Kralı VIII. Edward, Bayan Wallis Simpson
ve Mustafa Kemal Atatürk, Ertuğrul Yatı’nda.
Fes skandalından yaklaşık 4 yıl sonra, 1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward’ın İstanbul’a yaptığı resmi ziyaret sırasında, 6 Eylül günü Moda’da Kral onuruna düzenlenen kayak yarışlarını Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte Ertuğrul yatında izledikleri sırada Kral VIII. Edward ile birlikte olan Bayan Wallis Simpson (1896-1986) sohbet arasında Mustafa Kemal Atatürk’e dönerek;
“Londra’da iken Mısır Elçisiyle geçen olayı işittim. Fakat ne derece doğru olduğunu çok bilmek isterim.” demiş;
Mustafa Kemal hemen atılarak;
“Ha, fes meselesi mi?.. Büyük bir skandal oldu, ama sonuç iyi bitti. Zat-I şahanelerinin bildiği üzere, Türkiye’de yalnız çarşafı değil, fesi de kaldırmıştım. Fes görmeye kesinlikle dayanamam. Fes benim için eski geriliğimizin, bağnazlığımızın sembolüdür.

Ankara Palasta yabancı elçilerle resmi bir törende idik. Mısır Elçisi memleketinin geleneğine uyarak, sofraya fesiyle oturmuştu. Davetliler arasında, kıpkırmızı fes gözüme batıyordu. Hiç olmazsa yemekte fesini çıkarmasını rica ettim. Elçi kesinlikle karşı koydu. Bunun üzerine garsonlardan birine emir vererek fesini zorla çıkarttırdım. Elçi protesto makamında yalnız yemeği değil, memleketi de terk etti.” diyerek cevaplamış ve bu olaydan iki yıl sonra İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında 17 Haziran 1934 günü, yine Ankara Palas’ta İran Şahı onuruna verilen yemekte yaşanan benzeri bir olayı anlatarak devam etmişti;
Haziran 1934’de İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mustafa Kemal Atatürk Çankaya Köşkü’nde
“Yerine gönderilen Maslahatgüzar, Mısırlı olmak nedeniyle kıpkırmızı bir fes giyiyordu, ama Allah’tan, Maslahatgüzarlar her yere çağrılmıyor. Gelse bile Büyük ve Orta Elçilerin gerisinde bir köşeye büzülüp duruyor, bana görünmüyordu. Protokol şefi bu hususa son derece dikkat ettiği halde İran Şahını kabul ederken bir düzenleme yanlışlığı yapıldı ve Mısır maslahatgüzarı, kırmızı fesi ile birden karşıma çıkıverdi. Fesi görerek üzerine gitmeye başlayınca, etrafımdakiler birdenbire donakaldı ve kordiplomatiği bir huzursuzluk kapladı. Herkes İran Şahı’nın huzurunda, Maslahatgüzar’ın fesini yere çalacağımı ve eski rezalete, daha büyük bir yenisi ekleneceğini sanıyordu.” demişti...

Bayan Wallis Simpson, heyecanla;
“Sonra ne oldu?” diyerek Mustafa Kemal’in anlatmaya devam etmesini beklemişti.
“Ağır ağır Mısırlı’ya doğru yürüdüm ve etrafımdakilerin heyecanını sonuna kadar tattım. Korkudan ne yapacağını şaşıran Mısırlı diplomata ‘Bu ne?’ diye sorarak, çiğer kırmızısı fesini işaret ettim. Sadece ‘Fes efendim”’ diyebildi. ‘Yaaa, fes mi? Ne de yaraşıyor, maşallah!.. Çıkarmayın, çıkarmayın!..” dedim diye bitirmişti Mustafa Kemal, yüzünde muzip bir ifadeyle anlatımını, Bayan Wallis Simpson ve Kral Edward’ın “Fevkalade” diyerek katıla katıla gülmeleri arasında...
6 Eylül 1936, İngiltere Kralı VIII. Edward’ın İstanbul’a yaptığı resmi gezi sırasında
Ertuğrul Yatında bir sohbet anı.
Soldan sağa, Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi
Sir Percy Lynham Loraine ve Kral VIII. Edward.
Tesadüf budur ki, 17 Haziran 1934 günü yaşanan bu ikinci fes olayında, ilk olay sırasında İngiltere’nin Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri olarak fes meselesinin dostane bir çözüme bağlanması için büyük gayretler gösteren Sir Percy Lyham Loraine bu kez İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olarak olaya tanık olmuş, ziyafet sonrasında Mustafa Kemal Atatürk ve İran Şahı Rıza Pehlevi ile birlikte tüm gece poker oynamış, sonrasında o geceyi şöyle anlatmıştı;
“İran Şehinşahı’nın onuruna Ankara Palas’ta yapılan resmi kabulde gerekli nezaket temaslarında bulunduktan sonra İçişleri Bakanı’nın ricası üzerine iki bayanla birlikte yan odalardan birinde briç oynamaya başlamıştık. Az sonra Atatürk, yanında iki yüksek rütbeli İran generali ile odaya girdi. Poker oynamak üzere bizleri masasına çağırdı. Yarım saat için dediği oyun bir türlü bitmek bilmiyordu. Pokeri son derece tadını çıkararak oynuyor ve her hareketiyle ustalığını belli ediyordu. Öyle ki sabah saat 9’da oyun sona erdiği zaman önünde kazandığı çiplerden küçük bir dağ oluşmuştu. Atatürk bütün çipleri karıştırdı ve kimsenin oyundan zararlı çıkmamasını sağladı. Oyun boyunca şampanya içiyor, ben de sulu viskiyle kendisine eşlik ediyordum. Sabahın 3’ünden itibaren ben içmedikçe o da içmeyeceğini söyledi.

Oyun bittikten sonra beni alıkoydu. Odada İçişleri Bakanı ile İranlı generallerden biri kalmıştı. Atatürk, şuradan buradan söz ettikten sonra, esas konuya geldi. İngiltere’yle dost olmak istiyordu. ‘Niçin bir yakınlaşma olmasın? İngiltere'nin Türkiye'ye karşı tutumu nedir?’ diye sorunca kendisine, ‘İki ülke arasındaki ilişkiler iyi ve olumlu bir durumdadır. Türkiye'nin Rusya’yla yaptığı dostluk anlaşmasına paralel, İngiltere ile de bir dostluk anlaşması yapması için hiçbir engel görmüyorum’ dedim..."

Türkiye-Mısır ilişkilerinde yaşanan diplomatik kriz bu iki olayla kalmamış, yıllar sonra 2013’te bir kez daha “Persona non grata” olayı yaşanmıştı. Mısır'ın ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin 3 Temmuz 2013’te devrilmesine Türkiye'nin gösterdiği tepkilerden rahatsız olan darbeci yönetim, Türkiye'nin Kahire Büyükelçisi Hüseyin Avni Botsalı’yı dışişlerine çağırıp “istenmeyen kişi” ilan etmiş ve en geç 29 Kasım 2013 günü ülkeyi terk etmesi istenmişti. Mısır Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Bedir Abdülati, Kahire'nin Türkiye ile diplomatik temsil düzeyini maslahatgüzar seviyesine indirme kararı aldığını açıklamış, “Türk halkı ile bizi bir arada tutan bağlar var ancak Türk hükümetinin tutumu ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın defalarca Mısır'ın iç işlerine yönelik kabul edilemez, müdahaleci ifadeleri karşısında sessiz kalınamazdı” şeklinde konuşmuştu. Bu karara Türkiye'nin cevabı gecikmemiş, Dışişleri Bakanlığı da Mısır’ın kararından birkaç saat sonra, Türkiye-Mısır ilişkilerinin Maslahatgüzar düzeyine indirildiğini ve Mısır’ın Ankara Büyükelçisi Abderahman Salaheldin için “Persona non grata” ilan etmişti. Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada, “Üzüntü duyduğumuz bu durumun tarih önündeki sorumluluğu, Mısır’da 3 Temmuz darbesinin olağanüstü şartlarında işbaşına gelen geçici yönetime aittir. Herhalükârda, Türk ve Mısır halkları arasında tarihten gelen köklü ilişkiler ve kardeşlik bağları her zaman ve her şartta baki kalacaktır” ifadeleri kullanmıştı.

Zamanın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Türkiye-Mısır halklarının dostluğu ebedidir. Bugünler geçer, dostluk bakî kalır” demişse de Mısır yönetiminin Türk elçiyi göndermesinin ardından, Ankara da yerine yeni Büyükelçi ataması yapmamıştı. Onca zaman geçmesine rağmen daha önceki iki sorunu aksine bu kez Türkiye-Mısır arasındaki gerginlik aşılamamıştı. Şu anda Mısır’da bir Türkiye Büyükelçisi bulunmuyor.

Avusturya’da eğitim gören, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Avusturya Ordusu’na katılan, babasının diplomatik girişimleri ile Almanya’ya dönüp, Almanya II. Uhlans Alayı’na katılan ve hastalığı nedeniyle buradan da ayrılan İsmail Muhtar Katırcıoğlu (1900-1953) Avusturya’da hastalığı nedeniyle yarım bıraktığı eğitimini tamamladıktan sonra uzun yıllar zenginler için Kenya’da profesyonel safari rehberliği yapmış, 1953 yılında İskenderiye açıklarında teknesine benzin ikmal ederken dökülen benzinin ateş almasıyla yanan teknede hayatını kaybetmişti.

MODA’DAKİ MERMER KONAĞIN
MAHMUD MUHTAR PAŞA AİLESİ’NİN ELİNDEN ÇIKIŞI:
Prenses Nimetullah Hanım
Mısır’daki mülklerine 1952 yılındaki darbe sonrasında el konulan Mahmud Muthar Paşa’nın mirasçıları, 1956 yılında borçlarını ödeyebilmek için Nimetullah Hanım’ın vefatından sonra uzun süre kapalı kalan Moda’daki Mermer Konağı ve içindeki eşyaları satışa çıkartmışlar, Konak 1,5 milyon lira bedelle kamulaştırılıp Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş, içindeki heykeller, çeşmeler, tüm tablolar, antikalar v.b. eşyalar da müzayede ile satılmıştı.



25 Ağustos 1956’da Aret Portakal’ın (Raffi Portakal’ın babası) yönettiği müzayede ile köşkte kalan antika eşyaların satışı yapılmış ve haberi
26 Ağustos 1956 tarihli Milliyet Gazetesi, 1 sayfasında,
Halit Kıvanç imzası ile vermişti;
26 Ağustos 1956 tarihli Milliyet Gazetesi küpürü

“MUHTAR PAŞA KÖŞKÜNDE, ANTİKA DUVAR TABAKLARI,
HARAÇ MEZAT SATILIYOR.
Senenin en büyük müzayedesi yapıldı. Muhtar Paşa’nın tarihi köşkünde bir yemek odası takımı 40 bin liraya kadar yükseldi.
Siyah saçlı güzel hanım yanakları heyecandan kızarmış, ‘Kırk bin’ diye bağırdı. Koca salonda bir kaynaşma oldu, ‘Kırk bin’, ‘Kırk bin’ fısıltıları duyuldu ve ardından münâidin (tellal) sesi: ‘Satıyorum... Sat...tım...’
S/S/M Müzesi’nde 21 Şubat 2018 günü gezdiğim 
“Boğaziçi’nde Bir Hanedan: Kavalalı Mehmed Ali Paşa Ailesi’nin İzleri” Sergisi’ndeki
Hidivyal Armalı Fincan takımı.
Prenses Nimetullah Hanım’ın da buna benzer takımları mevcuttu muhakkak.
24 parçalık Queen Ann yemek odası takımı 30 bin lira muhammen kıymetten başlayarak arttırılmış ve nihayet 40 bin liraya Nezahat Erenyol (Sanayici ve tüccar Nedret Erenyol’un eşi) tarafından satın alınmıştı.
Bu müzayedenin en büyük satışıydı. Moda’da Mühürdar’daki Muhtar Paşa Köşkü’nün bahçe kapısına ve bahçenin içine dizilmiş hususi otomobillerin çokluğu, köşkü dolduran hanımların şıklığı, müzayedenin haşmetini göstermeğe kafi idi. Nitekim içeri girenler Louis XVI. salon takımlarını, Steinway konser piyanosunu, Rönesans yazıhane ve kütüphaneyi, çeşitli halı koleksiyonlarını, antika duvar tabaklarını, vazoları, avizeleri görünce, hemen içlerini çekiyor ve eğilip muhammen kıymet etiketini okuyorlardı.
Kaç gündür sosyete ileri gelenlerini, sayılı zenginleri kortları etrafına toplayan Dağcılık’taki Tenis Turnuası bile, bu müzayededeki kadar bir moda defilesi hüviyetine bürünmüş değildi. Plajdan çıkıp da saçlarını kurutmadan soluğu Muhtar Paşa köşkünde alan yarı çıplak genç kızlardan tutun da meşhur iş adamlarına, randevusu bir ay önceden alınan doktorlara, muvafık veya muhalif politikacılara kadar herkes dün oradaydı.

Her harbe katılıp her harpten bir yara ile çıkmış, gözü pek cesur Muhtar Paşa’nın tarihi köşkü, zamanında cazip ziyafetlere sahne olurken, şimdi o ziyafetlerde kullanılan gümüş takımların satıldığı yer vazifesini görüyordu. Müzayedenin en ateşli simaları, hanımlardı. Hele o Kristofl servis tabaklarını ‘Ne olursa olsun’ almağa gelen esmer hanımın, sigarasından her nefes çekişte ‘On’, ‘Elli’ diye arttırmasına rağmen, yedi bin lirada pes edip de üzülmesi, günün dramatik tablolarındandı.
S/S/M Müzesi’nde 21 Şubat 2018 günü gezdiğim 
“Boğaziçi’nde Bir Hanedan: Kavalalı Mehmed Ali Paşa Ailesi’nin İzleri” Sergisi’ndeki
Hidivyal ailesinden bir Prenses’e ait “M” monogramlı makyaj seti.
Prenses Nimetullah Hanım’ın da buna benzer bir makyaj seti mevcuttu muhakkak.

Muhtar Paşa’nın refikası Prenses Nimet’in ‘N’ markasını taşıyan
297 parça çatal, kaşık ve bıçağın 4100 liraya satıcısında kalması da dikkati çekti. Müzayedeye dostça gelip birbiri aleyhine arttırma yapan hanımların tatlı sitemli münakaşaları ise, antikalar ziyafetinin tuzu biberi gibiydi.”

O gün bu telaşlı hanımlardan biri de Neriman Ağaoğlu idi. Neriman hanım (1912-17 Şubat 1984), Türk siyasetinde “gerçek liberal” kimliğini hak etmiş sayılı siyasetçilerden birinin; Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinden ve Adnan Menderes’in 1. Ve 2. Hükümetleri’nde (19. ve 20 T.C. Hükümeti) Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı (9 Mart 1951-10 Kasım 1952), 3. Menderes Hükümeti’nde (21. T.C. Hükümeti) İşletmeler Bakanlığı (6 Aralık 1954-9 Aralık 1955), 5. Menderes Hükümeti’nde (23. T.C. Hükümeti) Devlet Bakanlığı (25 Aralık 1957- 27 Mayıs 1960) yapmış, Kasım 1958’de Devlet Bakanlığından ayrılarak 27 Mayıs 1960 İhtilâline kadar Milletvekili olarak görevine devam etmiş olan, müzayede günlerinde de X. Dönem (14 Mayıs 1954-12 Eylül 1957) Manisa Milletvekili olan Samet Ağaoğlu’nun (1909-6 Ağustos 1982) eşiydi.
Samet Ağaoğlu 1931 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş, aynı yıl Doktora yapmak için gittiği Strazburg’da Neriman hanım ile tanışmış ve evlenmişler, Samet Bey’in bir bilim insanı olmasını umut ederek Ein-stein (bir-taş) adını verdiği Tektaş ve Mustafa Kemal (Mim Kaf Agayef) adlarında iki oğulları ve Sitare adında bir kızları olmuştu.

Samet Ağaoğlu 23 Nisan 1909’da Kafkasya’da Bakü’de Paris Hukuk Fakültesi ve Sorbonne Tarih ve Filoloji bölümlerinde okumuş ve mezun olmuş olmuş, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinin önde gelen fikir adamlarından ve siyasetçilerinden, ünlü bir yazar ve gazeteci olan Ahmet Agayev’in oğlu olarak dünyaya gelmişti. Ahmet Agayev (Ağaoğlu) oğlunun doğumundan kısa bir süre sonra, aynı yıl içerisinde Rus Çarı’nın baskılarından kaçarak İstanbul’a yerleşmiş, Cumhuriyet’in Kemalist önderleri arasında yerini almış, Bolşevik yardımların Kafkas koridoru üzerinden Kurtuluş Savaşı’na akışını yönetenlerden biri olmuştu.

Müzayede günü Neriman Hanım’ın onca hareketlilik içerisinde, Mahmut Muhtar Paşa’nın resim koleksiyonundaki bir yağlı boya tablo dikkatini çekmiş, ona yoğunlaşmış ve arttırmaya girerek satın almıştı. Neriman hanım, büyük bir olasılıkla tabloyu satın alırken, Bakü’de doğmuş ve Rus Çar’ının baskılarına dayanamayarak İstanbul’a kaçmış Azeri bir ailenin oğlu olan eşi Samet Agayev için anlamlı bir hediye olacağını düşünmüştü. Dorogoff imzalı 1849 tarihli bu tabloda, Karadeniz’in hırçın ve azgın dalgaları ile boğuşan yelkenli tekneleri ve içerisinde taşıdığı Rusya'dan kaçan müslümanları anlatıyordu ve “Denizde Kalyonlar” adını taşıyordu.
Alexander Matwjejewitsch Dorogoff, “Denizde Kalyonlar” 1849
Eski Türkçe ile “İskender” isimli kalyonla kaçan Müslümanların hikayesi
200 x 290 cm. Tuval üzerine yağlıboya
Tablo yıllar sonra, Samet ve Neriman Ağaoğlu çiftinin 2 yıl ara ile vefatından 4 yıl sonra, 20 Mart 1988’de mirasçıları tarafından açılan ve bu kez Raffi Portakal’ın düzenlediği ve Pera Palas’ta yapılan “Samet Ağaoğlu Eşya, Antika, Tablo ve Halı Müzayedesi”nde ortaya çıkmıştı. Müzayedede satışa sunulan 193 parçadan 175’i toplam 235 milyon ödenerek meraklıları tarafından satın alınmıştı.

1956’da Moda’dan, Mahmut Muhtar Paşa’nın koleksiyonundan alınan Rus ressam (Aleksandr Matveevič Dorogov) Alexander Matwjejewitsch Dorogoff’un (1819-1850) “Denizde Kalyonlar” tablosu, 25 milyondan satışa sunulmuş, 32 milyon değer biçilen tablo o günler için rekor bir fiyata, 63 milyon Türk Lirasına Vehbi Koç’un kızı Sevgi Gönül tarafından satın alınmıştı.
O gün müzayedede satışa çıkarılan antikalardan birisi de Halit Kıvanç’ın da gazetedeki köşesinde bahsettiği Steinway marka beyaz renkli bir (dünyada sadece biz kuyruklu piyano deriz) grand piyanoydu. Mahmut Muhtar Paşa’nın oğlu Alâaddin Muhtar Katırcıoğlu’na ait olan bu nadir beyaz renkli Steinway piyanoyu, o müzayedeye genç bir müzisyen olarak katılan İlham Gencer satın almıştı.

İlham Gencer, 4 Aralık 2019 tarihinde MediaCat Dergisi ile yaptığı söyleşisinde “1956 yılında Hürriyet Gazetesi’nde bir ilan gördüm. Mahmut Muhtar Paşa Köşkü’nde bir müzayede yapılacak ve Aret Portakal yönetecek. Orada da Steinway kuyruklu piyano ve aynı renkte bir oda takımı olacak. Bir gün sonra soluğu Mahmut Muhtar Paşa Köşkü’nde aldım. Koç Grubu, Sabancı Grubu hepsi oradalar. Ben de kendi çapımda oradayım. Önce oda takımı çıktı, aldılar. Sıra piyanoya gelince ben Aret Bey’den rica ettim. Dedim ki, ‘Aret Bey ben Koç’la Sabancı’yla yarışamam, lütfen bu Steinway piyanonun satışını bir gün sonraya bırakır mısınız?’ O da kendilerinden rica etti. ‘Aramızda müzisyen ve piyanist İlham Gencer var, bu piyano müzayedesini yarına bırakırsak kabul eder misiniz?’ diye sordu, onlar da kabul ettiler. Ertesi gün gittim ve o zamanın parasıyla, üç yalı yerine o piyanoyu satın aldım. İdealim o piyanoyla bir kulüp açmaktı.” diyerek anlatmıştı müzayedeyi ve piyanoyu satın alışını.

Gencer, o müzayede ve satın aldığı piyano ile ilgili olarak, 2003 yılında da Tunçel Gülsoy ile yaptığı bir söyleşide şunları söylemişti;

“...Osmanlı Prensi Alâeddin’in köşkündeki mallar satılıyordu. Müzayedeyi Aret Portakal’ın firması düzenlemişti. Ben haberi gazetelerden öğrendim, satılacak mallar arasında eski bir Steinway piyano vardı. O zamanın parasıyla 30 bin liram vardı. Müzayedeye gittim, Sabancı ve Koç ailelerinin temsilcileri de müzayedeye katılıyorlardı. O zamanlar Haşim İşcan Bey Koç’un temsilcisiydi. O gücün karşısında yapabileceğim fazla bir şey yoktu ve ben piyanoyu istiyordum. Fakat müzayedede bir de at heykeli vardı. İki aile o at için kapıştılar. Sabancı ailesi atı aldı. O at bugün Sabancı ailesinin ailesinin Emirgan’daki köşkünde duruyor. Koç ailesine de müzayededeki geyik heykelini almak kaldı. O kavga esnasında ben de tüm paramı yatırarak bu piyanoyu aldım. İçinde 1889’da yapıldığı yazıyordu, eski antika bir piyanoydu. Bugün 113 yıllık oldu. O zamanlar 10 bin liraya Yeniköy’de yalı alınırdı. İşte o piyanoyu günün birinde “Çatı”yı açmak için almıştım ve tesadüfen de icradan kurtuldu. Daha sonra hem Koç Ailesinin Divan Oteli’nde hem de Sabancı Ailesinin ParkSA Hilton’unda o piyano ile çaldım, onlardan müzayedede kaptığım piyano sonunda onlara para kazandırmış oldu. Şimdi Çınar Otelinde de o piyanoyla çalıyorum.”
Başka bir söyleşisinde de;
“...Prens Alâaddin’in mallarının müzayede ile satılacağı haberini gazetelerde okudum. Hemen müzayedeyi yöneten Aret Portakal’a gidip ‘Bu piyanoyu çok istiyorum, satışı yarına kalırsa ya Koç alır, ya da Sabancı. Senin için de ayrıca bir 500’lük ayırdım’ dedim. O müzayedede Sabancı ile Koç ailesi at, geyik kavgasına girince piyanoyu ben kaptım.” diyerek anlatmıştı İlham Gencer o çok sevdiği piyanosunu. Beyaz renkli Steinway Piyanosunun 1960’larda açmış olduğu “Çatı” gece kulübünden tesadüfen kurtuluşunu da yine o söyleşisinde şöyle anlatmıştı İlham Gencer;
“... Açtığım mekân şimdiki Site sinemasının olduğu binanın en üst katındaydı. Adını ‘Çatı’ koydum. Bu gün aynı yer yok, yandı, sonradan da orada yeni bir bina yapıldı...”

“...Çatı’daki mal sahibimiz Cemil Filmer* idi. Binayı ondan kiralamıştık... Asansör bozulunca altıncı kattaki bizim kulübe müşteri çıkamaz oldu. Mal sahibimizle takıştık ve o da beni çıkartmak istedi. Asansör sık sık bozulunca ben birkaç ay kira vermedim. Sonunda 1967’de beni icra yoluyla tahliye ettiler...

...Piyanom da gitmişti, diğer mallarla birlikte onu da haciz ettiler. İnanabiliyor musun o piyanoyu Şişli vergi dairesinin bodrumuna indirdiler. 7 Yıl piyanosuyla vergi rekortmeni olmuş bir insan olarak kahroldum. Ama büyük bir şans eseri olarak (beyaz) Steinway piyanom tamirde olduğu için kurtuldu...”
*Cemil Filmer (1895-1990): Türkiye’nin ilk film prodüktörlerinden birisidir. Kadıköy’de Kuşdili Sineması’nı açarak sinema işletmeciliğine başlamıştır. Lale Film şirketinin de kurucusu olan Cemil Filmer, Hatıralarında İzmir’deki sinemacılık günlerinden bahsederken Atatürk’ün İkiçeşmelik’teki Ankara Sineması’na film izlemeye geldiğini anlatır. O gün gösterimdeki film Charlie Chaplin’in “Şarlo idama mahkum” adlı filmidir. Film boyunca gözlerinden yaşlar gelesiye kahkahalar atarak izleyen Atatürk, film bitince tüm masumiyetiyle Cemil Filmer’e “Cemil hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretme imkanımız var mı?” diye sorar, Cemil Filmer de sinemanın gücünü çoktan keşfetmiş bir kişinin özgüveniyle “tabii ki Paşam, bu bir film efendim, istediğiniz kadar, tekrar tekrar seyredebiliriz” der.

İlham Gencer 2016 yılında yaptığı bir söyleşi de de; “Güne müzikle başlıyorum. Sabah kalktıktan sonra yine yatağa girerim. Malazgirt marşıyla 20 dakika yatakta hareket yaparım. Sonra aynı marşla, ayakta 20 dakika daha yaparım. Ondan sonra, ses çıkartmayan elektrikli piyanoyla antrenman yaparım. 3 yalı parasına aldığım meşhur piyanoyla yapmıyorum. Çünkü aşağıdan yukarıdan şikayet alırım onunla yapsam. Antrenman yapınca güzel bir ses çıkmıyor. Şikayet gelirse evden atılırız. Ne olur, ne olmaz. O da 40 dakika sürer. Yani 40 dakika spor, 40 dakika piyano.

Evdeki meşhur Steinway kuyruklu piyanoyu 1953'te 30 bin liraya aldım. Hesabını yapın. Matematiğimin nasıl zayıf olduğu da buradan ortaya çıkıyor. Üç yalı alsaydım bugün kirada oturmayacaktım. Hiç üzgün de değilim. Para, pul mühim değil.” der.
İlham Gencer Beyaz Steinway Grand piyanosu ile
Müzayedede satışa çıkarılan diğer nadide antikaların neler olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yok ancak, Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın en küçük kızı olan ve Mermer Konağın sahibesi Prenses Nimetullah’ın nelere sahip olabileceği hakkında, 8 Haziran 2008 tarihinde Sotheby’s de yapılan bir müzayedede 2.169.250 İngiliz Pound’una satılan ve Hidiv İsmail Paşa’nın Emirgan’daki yalısından çıktığı belirtilen, XV. Louis dönemi 1755’te Paris’te yaldızlanmış bronz bir kaideyle montürlenmiş siyah ve altın renkli Qianlong dönemi (1736-1795) Porselen Çin vazosu belki bir fikir verebilir.
45 cm. yüksekliğinde, 37,5 cm. genişliğindeki bu siyah ve altın renkli gözkamaştırıcı vazonun porseleni Çinde üretilmiş ve muhtemelen Türk pazarı için Paris’te yaldızlanmış bronz bir kaideye monte edilmişti. Hidiv İsmail Paşa’dan öncesi ile ilgili herhangi bir bilgiye ve kayda rastlanılmayan ve 19. yüzyıla kadar (İsmail Paşa 2 Mart 1895’de İstanbul’da vefat etmişti) İstanbul Emirgan’daki yalıda kalan vazonun diplomatik bir hediye olarak İsmail Paşa’ya verilmiş olabileceği düşünülmektedir. Bu tarz siyah ve altın dekorasyonlu vazolara Berlin’deki Dekoratif Sanatlar Müzesi (Kunstgewerbemuseum) dışında batılı koleksiyonlarda pek rastlanılmamıştır. Vazo, Londra Güney Kensington Müzesi’nin (günümüzde Victoria & Albert Müzesi) ilk küratörü John Charles Robinson tarafından, ilk Swinton Masham Baronu Samuel Cunliffe Lister
(1815-1906) için İstanbul’dan satın alınmış ve 1975’e kadar da ailenin koleksiyonunda kalmıştı.
25 Ağustos 1956’da yapılan müzayedede, İlham Gencer’in de söyleşisinde bahsettiği ve büyük bir çekişmeye neden olan iki bronz eser daha vardı. Köşkün Mühürdar tarafındaki girişinde yer alan At heykeli ve arka bahçedeki Geyik heykeli. At heykeli için Koç ve Sabancı Aileleri arasında oldukça çekişmeli ve israrlı bir arttırma yaşanmış, müzayedeyi Sabancı ailesi kazanıp At heykeline sahip olunca da Koç’lar, Geyik heykeli ile yetinmek zorunda kalmışlardı. Aret Portakal, müzayededen önce 25 bin liraya zor satılacağını düşündüğü At heykelinin 45 bin liraya satılmasına çok şaşırmıştı.

ÜNLÜ
“ŞAHA KALKAN AT”
HEYKELİ’NİN HİKAYESİ:
At Heykeli’nin serüveni, Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında yaptığı Avrupa Seyahati sırasında, Paris Uluslararası Sanat ve Endüstri Sergisi’nde Fransız heykeltraş Jules Isidore Bonheur’un “Tokuşan ve Kükreyen Boğa” heykellerini görüp beğenmesi ve kendisiyle tanıştırılan heykeltıraştan bu heykellerin bir kopyasını da kendisi için yapması ile başlamıştı. Bunun devamında Sultan Abdülaziz, hayvanlara karşı özellikle de kaplan ve aslanlara karşı ilgisi sebebiyle Çırağan ve Beylerbeyi Sarayı bahçelerine Geyiklik ve Aslanhaneler inşa ettirmiş, sarayların bahçelerini süslemek amacıyla yine sergi sırasında tanıştığı Fransız heykeltraş Pierre Louis Rouillard’ı bunun için görevlendirmişti. 12 tanesi bronz, 10 tanesi mermer hayvan heykeli ve 8 tane bronz vazo ve 2 adet mermer frizden oluşan bu koleksiyon, heykeltraş Pierre Louis Rouillard tarafından organize edilen ve yönetilen bir grup sanatçı (Louis Joseph Daumas, Hippolythe Heizler, Louis Joseph Leboeuf ve Paul Edouard Delabriere) tarafından gerçekleştirilmiş ve alışılmışın dışında bir uygulamayla eserlerde sanatçıların kendi imzaları yanısıra Pierre Louis Rouillard imzası da yer almıştı. İşte bu bronz At heykeli de bu siparişin içerisinde yer almaktaydı ve Louis Joseph Daumas tarafından yapılmıştı. Heykelin kaidesinde, bir yüzde Fdu par Vor THIEBAUT [Thiébaut* (fdu-fonderie) Dökümhanesi], diğer yüzünde ise S. Rouillard DirT Louis Daumas Sculp. Toulon (Şehri)-Var (Fransa’nın Bölgelerinden birisi), Paris 1864 yazmaktadır.
* Thiebaut Kardeşler dökümhanesi, XIX ve XX yüzyıllarda başarıları dünya çapında bilinen Fransa’daki en önemli sanat dökümhanelerinden biriydi. Özellikle Fransa’da bulunan Thiébaut Frères atölyeleri dökümü heykeller, Place de la République, Place de la Nation veya Place Vendôme gibi birçok Paris meydanını ve bahçesini süslemektedir.
“Şaha kalkan At” heykeli Sabancı Müzesi’nde
1775 yılında çırak olarak girdikten sonra, Charles Cyprien Thiébaut (1769-1830) Thiébaut dökümhanesinin kuruluşunu başlamıştı. 1787’de çalıştığı şirketin yönetimini devralmış, o zamanlar çoğunlukla ayakkabı tokaları gibi dekoratif ve yardımcı nesneler üretmişti. Şirketi oğlu ve torunu büyük ölçüde geliştirmişti. Thiébaut et Fils adı altında, sanatsal nitelikteki ve büyük bir bilgi birikimi gerektiren nesnelere doğru ilk adımı atan en büyük oğlu Charles Antoine Floréal (1794-1871) olmuştu. 1823’te Charles Cyprien Thiébaut şirketin yönetimi oğlu Charles Antoine Floréal’e bırakmıştı. Thiébaut et Fils daha sonra Thiébaut Aîné adını almıştı. 1849’da kurucunun oğlu Charles Antoine Floréal emekli olmuş ve aile dökümhanesinin dizginlerini son oğlu Victor Thiébaut’a (1828-1908) emanet etmişti. 1851 yılında, kum döküm tekniği kullanılarak sanat eserlerinin bronz dökümü için özel olarak tasarlanmış bir dökümhane açmışlar, sadece anıtsal sanat eserleri, heykeller ve madalyonlar konusunda değil, aynı zamanda şömine, vazo, kase ve aksesuar üretiminde de uzmanlaşmıştı.
Beylerbeyi Sarayı Ahır Köşkü (Restorasyon öncesi)
Bu At heykeli tek değil, çiftti ve biri şaha kalkmadan önceki halde ve ön sol ayağını ileri doğru atmış olarak, diğeri ise kafasını biraz öne doğru eğmiş, sağ ön ayağını da bükerek selamlar şekilde tasvir edilmişti. “Selama Durmuş At” heykeli ve “Şaha Kalkan At” heykelleri Beylerbeyi Sarayı üst bahçelerindeki Ahır Köşkü önüne yerleştirilmişken, bir süre sonrasında “Şaha Kalkan At” heykeli saray dışına çıkmıştı, ki Mahmut Muhtar Paşa Köşkü’nde düzenlenen müzayedede satışa çıkarılan ve Sabancı Ailesi tarafından satın alınarak Emirgan’daki Sabancı Köşkü bahçesine yerleştirilen bu “Şaha Kalkan At” heykelidir. Diğer “Selama Durmuş At” heykeli ise halâ Beylerbeyi Sarayı üst bahçesindeki Ahır Köşkü’nün önündeki yerindedir.
“Şaha kalkan At” heykelinin ikizi “Selam durmuş At” heykeli
Beylerbeyi Sarayı Ahır Köşkü önünde. 

“Şaha Kalkan At” heykeli’nin Beylerbeyi Sarayı dışındaki ilk adresi Büyükdere Sırtlarından Karadeniz’e kadar uzanan ve 4 milyon metrekareye ulaşan uçsuz bucaksız bir alana yayılmış olan bir çiftlikti. Çiftliğin bir diğer ucu da Bentler’e ve Belgrad Ormanı’na ulaşıyor, 600-700 yaşında anıt ağaçları ve yüzlerce yıllık kaynak sularını içerisinde barındırıyordu. İçerisinde aralarında av köşklerinin de olduğu tam beş konak yer almakta; ahırlar, kümesler, çadırlar, çalışanların evleri de bu konakları çevreliyordu.

Çiftliğin ilk sahibi 1800’lü yıllarda Darphâne-i Âmire (Para basan devlet kuruluşu) İkraz (ödünç, borç) Mukataası (devletin nakit ihtiyacını karşılama, iç borçlanmayı sağlama ve özel sektörü finansman sürecine dahil etme) İdaresi ve Mubayaacılığı (satın alma) görevinde bulunan Ermeni Katolik Boğos Amira Bilezikçiyan Kalfa’nındı ve o nedenle de Bilezikçi Çiftliği olarak anılırdı. 30.10.1852’de vefat edene kadar aynı görevi sürdüren Bilezikçiyan’dan sonra Çiftlik Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın İstanbul’daki sarrafı ve kethüdâsı (varsıl kimselerin ya da devlet büyüklerinin buyruğunda çalışan, onların birtakım işlerini gören kimse) ve İstanbul’un eski sarraflarından Gevork Yeremyan’ın (Kevork Eremyan) oğlu olan Apraham Yeremyan (1833-1918) tarafından satın alınmıştı. Bu nedenle de çiftlik bazı kaynaklarda “Abraham Paşa Çiftliği” olarak da geçmektedir ki, aynı şahsın Beykoz tarafında da adıyla anılan büyük bir arazisi vardı. Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa’nın Büyükdere vadisinin girişinde “Yedi Kardeş” denilen küme çınar ağacının yakınındaki çayırın bir kısmında bir “Polo Kulübü” de vardı.
“Hassan” Karikatürlerinde

Polo Kulübü ve
“7 Kardeş” Çınarı



(Jean Baptiste Vincent de Guiroye (1790-1869) ve Augustine Caroline Thérèse Jenny Gouyon de Beaucorps (1817- )’in torunu,

René Guiroye (1838-1869) ve Marie Pauline Emille Batbedat’ın oğulları, Angèle Latil’in eşi Fransız teğmen (Paul Emile René Marie) Robert de Guiroye’in (1877-1971) Pierre Loti (Julien Viaud) kumandasındaki Fransız Elçiliği’nin yardımcı teknesi “La Mouette”de görevli olduğu ve Cercle d’Orient, Pera Palas Balo Salonu, Tepebaşı Tiyatrosu, Büyükdere Polo Kulübü, Büyükada Yat Kulübü gibi dönemin bellibaşlı mekanlarında uzun zaman geçirdiğini, çekilmiş fotoğraflardan yararlanarak akşamları gemiye döndüğünde o etkinliklerde bulunan kişilerin karikatürlerini çizdiği düşünülüyor. “Hassan” takma adıyla imzalanmış 1905-1906 yıllarına ait bu litograflarda İstanbul’un önde gelen kordiplomatiği, Osmanlı Hükümet mensupları, Pera, Büyükada ve Moda’daki ünlü simalar resmedilmişti.

XX. Büyükdere 1896’da kurulan “Therapia Polo Club”te Polo Maçı
Arka sırada at üzerinde olanlar, soldan sağa doğru, 4. Belçika Orta Elçisi Kont Errembault Dudzeele’nin oğlu, B.de Dudzeele, 5. Tahminen İstanbul’da Fransızca yayınlanan “Moniteur Orientale” dergisinin imtiyaz sahibi ve derginin basıldığı matbaanın sahibi, A.C. Gerard;
Ön sırada sohbet edenler, soldan sağa doğru, 1. Amerikan Elçiliği İkinci Sekreteri, Peter Augustus Jay (1877-1933) , 3. İngiliz Elçiliği’nde çalışan Edward Hope-Vere’nin oğlu, Boy Vere, 4. Comte Louis de Gontaut, 5. Miralay Dalfus.
XIX. Büyükdere Kulübü’nde “Bosphorus Cup 1905 Yarışı” sonrası
Sol başka bayrak sallayan kişi, 1906 yılına kadar Düyun-u Umumiye Genel Müdürlüğü, sonra da Zonguldak Kömür İşletmesi Şirketi’nde yöneticilk yapan Comte G d’Arnoux, şaha kalkmış atın üzerindeki jokey, Kont Ferdinand von Colloredo-Mansfeld, sağında atın üzerinde eğilmiş olan jokey, Baron Jules Evain Pavé de Vendauvre’nin küçük oğlu, A. De Vendeuvre, sağında atın dizginlerine asılmış olan jokey, Baron Jules Evain Pavé de Vendauvre’nin büyük oğlu, Gérard de Vendeuvre, önde kupadan su içen atın arkasında hitabet eden kişi, Osmanlı Fenerler İşletmesi Yönetim Kurulu Başkanı ve Osmanlı Tütün Rejisi Y.K. üyesi,“Alliance Française” Derneği Başkanı ve Union Français Y.K. üyesi, Baron Jules Evain Pavé de Vendauvre, sağda göbekli olan kişi, İngiliz iş adamı Arthur de Vere, onun sağında fesli Karakâhya Abraham Eremyan Paşa.
Büyükdere Çayırı, 7 Kardeş Çınarı Antoine Ignace Melling (1763-1831) 
Büyükdere Çayırı, 7 Kardeş Çınarı, M. Charles Pertusier (1779-1836)
1835-1839 yılları arasında yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı Ordusu’nda görev yapan Prusyalı asker ve devlet adamı Feldmareşal Helmuth von Moltke’nin (1800-1891) “Türkiye Mektupları”nda 30 Kasım 1835 tarihli annesine yazmış olduğu mektupta;
“İstanbul yakınlarında, Büyükdere;
...Şu çok yakın olan tepeler ki biri rahatlıkla o Asya denilen diğer kıtadaki evlerin pencerelerini dahi sayabilir.
Sağ tarafta bir grup devasa çınar ağacının olduğu küçük bir yeşil vadi görünür; Bir Haçlı olarak Filistine giderken Boullion Godfrey*in onların altında dinlendiği varsayılıyor...” diyerek tasvir ettiği manzaradaki devasa ağaçlar, bir zamanlar İstanbul’luların mesire, eğlence yeri olarak kullandıkları “Büyükdere Çayırı” olarak adlandırılan bölgede dokuz muazzam ağaç gövdesinin birleşmesiyle oluşmuş, sonradan yedi kökü kalmış, bu nedenle de “Yedi Kardeş” olarak anılan, çevresi yaklaşık 32 metre olan ve kimilerine göre 4000, kimilerine göre de 4000 yıllık olduğu söylenilen çınar ağacı kümesidir.


Büyükdere Çayırı, 7 Kardeş Çınarı
Büyükdere Çayırı ve solda 7 Kardeş Çınarı

José María Jouanin, Julio Van Gaver’in Kitabında yer alan bir gravürde,
Büyükdere Çayırı, 7 Kardeş Çınarı, 1840
*1096 tarihli 1. Haçlı Seferi’nin komutanı Godfrey de bouillon’un bu çayırda ordugah kurduğu söylenir ve o nedenle de bu çınar kümesine “Platane de Godefrey” adı verilmiştir. Günümüzde Bakla Deresi, Çayırbaşı Düzlüğü’ndeki Sahil Güvenlik Boğazlar Bölge Komutanlığı’nın arazisi içerisinde kalan “Yedi Kardeş” çınar kümesi çeşitli yangın ve inşaatlar sonucu hasar görerek küçülmüş, kalan son kökleri de yine başka bir inşaat sırasında ortadan kaldırılmış, geriye hiçbir iz kalmamıştır.
Büyükdere Çayırı, 7 Kardeş Çınarı, 1868
Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa I. Meşrutiyet’in ilanından sonra Sultan II. Abdülhamid tarafından 1876’da Âyân üyeliğine atanmış, 1900‘de Şurâ-yı Devlet üyesi olmuştu. Beyoğlu Cadde-i Kebir üzerinde sahip olduğu bina, kendisinin de müdavimlerinden olduğu Cercle d’Orient tarafından kiralanmıştı. “Şaha Kalkan At” heykeli, Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa’nın Çiftliği almasından sonra oraya gelmiştir. Abraham Yeremyan Paşa’nın Sultan Abdülaziz ile yakın dostluğu vardır, heykel bunun nişanesi olarak Sultan tarafından kendisine hediye edilmiş olabilir. Zira bazı rivayetlere göre araları o kadar iyidir ki, günün birinde Sultan Abdülaziz’e hediye ettiği kıymetli taşlar ile bezeli bir tavla ile yaptıkları bir maç sonrasında Sultan’ı yendiği için Beykoz’daki koruyu kazanmıştır. Neden olmasın, belki başka bir tavla maçında da çok beğendiği “Şaha Kalkan At” heykelini kapmış olabilir.

Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa’nın kumar ve borsa spekülasyonlarında servetini kaybedip, iflas etmesinden sonra tapusu eşi Fulik Hanım’a ait olan Bilezikçi Çiftliği, İttihat ve Terakki’nin güçlü ismi Enver Paşa ve eşi Sultan Abdülmecid’in Şehzadesi Süleyman Efendi’nin kızı olan Naciye Sultan’a geçmişti. Ancak bu el değiştirme biraz şaibeliydi. Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa’nın eşi Fulik Karakâhya Hanım ile Naciye Sultan arasında 1919 yılında bu taşınmaz mülkün eil değiştirmesi ile ilgili davayı, tarafların mahkemeye sundukları delilleri ve savunmaları içeren, Fulik Karakâhya Hanım’ın Avukatı Hrisantos Efendi’nin El-adlü Esasü’l-Mülk (Adalet Mülkün temelidir) adıyla kaleme aldığı eserinde;
“...tapusu Fulik Hanım’da olan Demirci, Yorgancı, Kasapçayırı ve Bilezikçi çiftlikleri ile bunların müştemilatı bir süre önce vefat etmiş olan eşi Abraham Paşa’nın takririyle 17 Ağustos 1916 ve 7 Mart 1917 tarihlerinde Abraham Paşa’nın ilerleyen yaşı ve ölümcül hastalığından istifade edilerek sabık Harbiye Nazırı Enver Paşa vasıtasıyla tahakküm ve tehdit yoluyla ve değerinden çok düşük bir fiyata eşi Naciye Sultan’a ferağ ettirilmiş, bu çiftliklerde bulunan ve değeri 6000 lirayı mütecaviz olan eşyalara el konulduğu gibi, içindeki odunlar da satılarak parası gaspedilmiştir. Bu sebeple Fulik Karakâhya Hanım ferağın feshini, el konulan eşyaların iadesini ve satılan odunların bedelini istemektedir.”

İddialara göre Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa, Enver Paşa’nın aracı yaptığı bazı yakınları tarafından baskı ve tehdit altına alınmış, uzun süre direnen Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa sonunda 7 Mart 1917 günü eşi Fulik Hanım’a ait olan mülkün Naciye Sultan’a satışını onaylamak zorunda kalmıştı. Beyoğlu Birinci Hukuk Mahkemesi’nce görülen birçok duruşmadan sonra, Abraham (Karakâhya) Yeremyan Paşa’nın Fulik Hanım’ın vekili olduğu, bu sebepten dolayı onun malını istediği fiyatta ve istediği kişiye satabileceği gerekçesi ile Fulik Hanım’ın açtığı davanın ekseriyetle reddine karar verilmişti. Daha sonra da bir üst mercilerde hak arama savaşına devam eden Fulik Hanım mahkeme savaşını 26 Ekim 1920’de verilen nihai bir karar ile kaybetmiş ve yaklaşık iki sene süren dava Naciye Sultan lehine sonuçlanmıştı.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında 14 Ekim 1918’de Talat Paşa Kabinesi istifa ettiğinde Enver Paşa’nın da Harbiye Nazırlığı sona ermiş, İngilizlerin İttihat ve Terakki üyeleri hakkında yakalatma emri çıkartması üzerine de partili bazı arkadaşları ile birlikte bir Alman denizaltısıyla önce Odessa’ya ardından da Berlin’e kaçmış, daha sonra da Rusya’ya geçmişti. Naciye Sultan da onun ardından Almanya’ya göç etmişti. Enver Paşa 4 Ağustos 1922’de 40 yaşındayken Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Bolşevik Ruslara karşı yapılan bir çarpışmada rus mitralyözünün açtığı ateş sonucu vurularak hayatını kaybetmişti. Naciye Sultan da Enver Paşa’nın vasiyetine uyarak, onun yurt dışına kaçarken emanet ettiği erkek kardeşi Kamil Killigil ile evlenmişti. Naciye Killigil, 1952 yılına kadar yurt dışında yaşamış, 4 Aralık 1957’de yakalandığı kansere yenik düşerek vefat etmişti.
“Şaha kalkan At” heykeli
Enver Paşa ve Naciye Sultan’ın keyfini sürmeye pek vakitlerinin olmadığı Bilezikçi Çiftliği, Enver Paşa’nın vefatından sonra 1922 yılı sonrasında Prenses Nimetullah Hanım vasıtasıyla Mahmut Muhtar Paşa tarafından satın alınmıştı.

Bilezikçi Çiftliği, 9 Temmuz 1945 tarihinde çıkarılan 4785 sayılı kanunla “Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte varolan gerçek veya tüzel özel kişilere, vakıflara ve köy, belediye, özel idare kamu tüzel kişiliklerine ilişkin bütün ormanlar bu kanun gereğince devletleştirilmiştir.” hükmü uyarınca devlet­leştirilmiş, sahipleri ve Tarım, Orman ve Köy İşleri Bakanlığı arasında ormanın mülkiyetine ilişkin dava sürüp gitmiş, bu arada arazinin bir kısmı farklı şahıslara satılmıştı. Alanlardan 4 bin dönümlük bir bölümü ise dönemin İstanbul Ticaret Odası Meclis Başkanı Ahmet Kara ve ortağı Mehmet Levent’in ortak olduğu Şark Deri Şirketi’ne daha sonra da Alarko Holding’e geçmişti.

Münevver Ayaşlı (1906-1999) hatıralarını kaleme aldığı “Dersaâdet” adlı kitabında Enver Paşa’nın I. Dünya Savaşı bitiminde ülkeyi terk etmesinin ardından çiftliğe Mahmut Muhtar Paşa’nın sahip olduğunu aktarır ve “Çiftliğin çok güzel ormanı gibi gayet güzel ve şirin bir çiftlik evi, çok kıymetli bronz heykelleri vardı. Bilhassa At, Boğa, Geyik heykelleri müstesna güzellikte idi” diyerek At ve Geyik heykelinin çiftlikteki varlığına işaret eder.

Çiftliğin yeni sahibi Mahmud Muhtar Paşa, Büyükdere’de Bilezikçi Çiftliği’ndeki heykellerden bazılarını önce Feneryolu'ndaki Gazi Ahmed Muhtar Paşa Köskü'nün bahçesine taşımış, daha sonra da bir sabah erken hasırlara sarılmak suretiyle taşınan at ve geyik heykelini Moda’daki Mermer Konağına taşıtmıştı. “Şaha Kalkan At” heykeli Mermer Konağın mühürdar tarafındaki ana girişinin hemen önünde çiçeklerle bezenmiş bahçe göbeğinin ortasına yerleştirilmişti.

“Şaha kalkan At” heykeli Moda Mahmud Muhtar Paşa Mermer Konağı önünde
İstanbul Boğazı’na hakim bir tepede yer alan Sabancı Köşkü*nün Atlı Köşk adıyla anılmaya başlanması, müzayededen alınan “Şaha Kalkan At” heykelinin Köşke taşınmasından sonra olmamıştı. Söz konusu Atlı Köşk tanımlaması, bugünde sahil yolundan geçerken görünen Köşkün sahil tarafındaki giriş kapısının hemen sağında yer alan bir başka At Heykeli’nden ötürüdür.
“Şaha kalkan At” heykeli Sabancı Müzesi’nde
Girişteki bu At Heykeli, Hacı Ömer Sabancı’nın Bossa Fabrikası’nın makinelerini ısmarlamak için Avrupa’da araştırma gezileri yaparken uğradığı İtalya’da, buhar kazanı fabrikası sahibi Mario Pensotti’nin, Milano yakınlarındaki Legnano’daki evinin bahçesinde görüp beğendiği bir at heykelinin kopyasıdır. 1204 yılında Haçlılar, Konstantinopolis’i ele geçirdiklerinde şehri yağmalamışlar, birçok sanat eserini tahrip etmiş, birçoğunu da çalarak Avrupa’ya özellikle de Venedik’e götürmüşlerdi. Günümüzün Sultanahmet Meydanındaki Hipodrom’da yer alan, İmparatorluk sembolü haline gelmiş ve genellikle zafer taklarının üzerine yerleştirilen Quadriga’nın (dört at ile çekilen savaş arabası) dört bronz atı da Venedik San Marco Kilisesi’ne taşınmıştı. Bu dört bronz attan birinin kopya dökümü olan bu At heykeli, 1957 yılında Bossa Fabrikası’nın yeni makineleri arasında İstanbul’a getirilmiş ve Köşk’ün girişine yerleştirilmişti.
Sabancı Müzesi girişinde yer alan Qadriga Atı
*Köşkün yer aldığı arazi ve deniz kıyısındaki uzantısı olan sahilhanede oturan Süleyman Refet Paşa ile eşi Fatımatüzehra hanım 7 Haziran 1848’de banker Abraham Camondo’dan aldıkları sekiz yüz bin kuruş karşılığında, borçlarını ödeyince geri almak üzere sahilhaneyi ipotek etmiş, 4 Ekim 1852’de borçlarını ödeyerek geri almışlardı. Daha sonra sattıkları musevi Hoca misak’a sattıkları sahilhaneyi Musevi Hoca Misak da 10 Ekim 1853’de o sırada Hariciye Nazırı olan Mustafa Reşid Paşa’nın zevcesi Adile hanıma satmıştı. 7 Nisan 1857’de bu kez Adile hanım müştemilatı ile birlikte sahilhaneyi Abdülmecid’in fermanı icabı, küçük olduğu için annesi ile birlikte Abdülmecid’in himayesi altına aldığı Mısırlı (küçük) Mehmet Ali Paşa’ya satmış, ancak Mehmet Ali Paşa’nın 28 Haziran 1861 günü genç yaşta vefat etmesi üzerine de sahilhane Paşanın kızları Zübeyde ve Hatice hanımlar ile oğlu İsmail Paşa’ya geçmişti. Sahilhane 20 Haziran 1866’da Mustafa Naili Paşa’ya satılmıştı. Mustafa Naili Paşa’nın 28 Aralık 1871'de vefatından sonra veresesi 9 evladı tarafından o günlerin ileri gelen sarraflarından Maksutzade Simon Bey’e onbeş bin üçyüzdoksandokuz lira altmışyedi kuruş onsekiz para bedel karşılığında 29 Mayıs-11 Haziran 1873 tarihleri arasında satılmıştı. Daha sonraki yıllarda sekiz bin liraya Mısır Hidivi Mehmet Tevfik Paşa tarafından satın alınan ve Mısır Hükümeti adına kayıtlı bulunan sahilhane Sultan II. Abdülhamid’in fermanıyla arazisi ile birlikte Osmanlı Maliye Hazinesi tarafından satın alınmıştı.

Bu sırada yine Osmanlı Maliye Hazinesi tarafından Mirgün’de Çeşme sokağındaki onbir numaralı arsa da sahibi Mirlava Mehmet Paşa’dan otuzbeş bin kuruş karşılığında satın alınarak, sahilhane ile birlikte çevresinin bakımı yapılmış, yenilenmiş, iki yeni su hattı çekilmiş ve eşyaları da yenilenerek, 24 Ağustos 1889’da Sultan II. Abdülhamid’in cülus günü kutlama törenlerine katılmak üzere ikinci kez İstanbul’a ailesiyle birlikte geldiğinde, Karadağ Prensi Nikola’ya (1841-1921) hediye edilmiş, Prensin ziyareti sırasında ikametgahı olarak ve daha sonrasında da Karadağ Maslahatgüzarlığı olarak kullanılmıştı. Daha sonra 28 Ağustos 1910’da Karadağ Krallığının ilanı ve Prensin I. Nikola olarak taç giymesinin ardından Osmanlı İmparatorluğu ile Karadağ arasındaki ilişkiler bozulmuş, Kral’ın doğum günü olan 25 Eylül 1912’de iki ülke arasında başlayan savaş, I. Balkan Savaşlarının da başlangıcı olmuştu. I. Dünya savaşı öncesinde 10 Eylül 1913’te çıkarılan bir resmi yazıyla sahilhane, 2 Ekim 1913’te tekrar Osmanlı Hükümeti’nin Maliye Hazinesi tarafından geri alınmıştı.
5 Temmuz 1917’de Sultan Mehmet Reşad'ın torunu, Şehzade Ziyaeddin Efendi’nin kızı Behiye Sultan sahilhane ve arazisini dokuz bin Osmanlı lirasına satın almış, daha sonra 1922 yılında Berlin’e yerleşen Behiye Sultan kullanılmadığı için harap hale gelmiş olan sahilhaneyi ve arazisini 9 Ekim 1923 tarihinde bir telgraf çekerek baba tarafından Hidiv İsmail Paşa’nın, anne tarafından da (küçük) Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan Prens Mehmet Ali Hasan’a sattığını bildirmiş ve Behiye Sultan’ın vekaletiyle Esvabcıbaşızade Mehmet Muhyiddin Efendi 24 Kasım 1923’te satışı gerçekleştirmişti. Annesi, (küçük) Mehmet Ali Paşa’nın kızı Prenses Hatice hanım’ın çocukluk günlerini geçirmiş olduğu sahilhanenin yıkılmış harap hali Prens Mehmet Ali Hasan’ı üzmüş, 1925 yılında mimar Edouard De Nari'ye yeni bir köşk projesi çizdirmiş ve inşaa ettirmişti. Ancak o sıralarda eşi Prenses Ayşe İzzet hanımdan ayrılan Prens Mehmet Ali Hasan bir daha geri dönmemek üzere Mısır'a dönmüş, eşi de iki oğlu ile birlikte önce Mısır’a, devrimden sonra da İsviçre Zürih’te bir kasabaya yerleşmişti. Uzun yıllar Yusuf Ağa ve ailesinin içinde oturarak bakımını üstlendikleri köşk ve bahçesi 1944’te Prens Mehmet Ali Hasan’ın İstanbul Gümüşsuyu’ndaki konağını maddi zorluklar nedeniyle satmak zorunda kalan ablası İffet hanım'a tahsis edilmişti. 23 Mayıs 1945’te Prens Mehmet Ali Hasan'ın Mısır’da vefatının ardından köşk oğulları Prens İsmail Hasan ve Prens İzzeddin Hasan’a intikal etmiş, onlar da 17 Eylül 1951’de köşkü arazisi ile birlikte üç yüz bin liraya Hacı Ömer Sabancı’ya satmışlardı. Köşkün satılmasıyla birlikte Prenses İffet Hanım yine Gümüşsuyu’na dönmüş, bir apartmanın giriş katına taşınmıştı.

Sabancı ailesi “Şaha Kalkan At” heykelini, Emirgan’daki Hacı Ömer Sabancı’ya ait olan köşkün üst bahçesinde, köşkün hemen önüne yerleştirirken, Koç ailesi Geyik heykelini grubun sahip olduğu Elmadağ’daki Divan Oteli’nin köşesindeki Su Terazisi’nin yanında sergilemeyi tercih etmişlerdi.
Eski Divan Oteli ve Geyik Heykeli
Geyik heykeli, uzun yıllar heykel Divan Otelinin simgesi haline gelmişti. Eski otel yıkılıp yerine 2012’de yeni otel inşaa edilene dek aynı yerde duran Geyik Heykeli bugün yine Divan Oteli önündedir.


Divan Otel önündeki Geyik Heykeli
1956 yılının Ağustos ayında yapılan müzayededen kısa bir süre sonra Maarif Vekaleti tarafından Mermer Köşkün lise yapılacağı haberi,
18 Ekim 1956 tarihli Milliyet Gazetesinin 2. sayfasında;
“MODA’DAKİ MUHTAR PAŞA KÖŞKÜ
LİSE YAPILIYOR.
Moda’daki Muhtarpaşa köşkünün Moda Kız Lisesi olmasına dair, Maarif Vekaleti tarafından gönderilen emir, dün Maarif Müdürlüğüne gelmiştir. Maarif Müdürlüğü de, yakında açılacak olan lise için 25 bin liralık malzeme tahsisatı istemiş bulunmaktadır.”
şeklinde yer almıştı.


Mahmud Muhtar Paşa Konağı
Devlet Misafirhanesi olacak!..

1 Temmuz 1955 günü Cumhuriyet gazetesinde, Maarif Vekaleti’nce 1,5 milyon liraya* satın alınan Mahmut Muhtar Paşa Konağı’nın Devlet Misafirhanesi olarak kullanılacağının haberi yayınlanmıştı.
Muhtar Paşa Köşkü Devlet Misafirhanesi olacak. Burada açılması kararlaşan ingilizce tedrisat yapacak kolej için başka bir bina satın alındı.
“İngilizce tedrisat yapan bir lise haline getirilmek üzere Maarif Vekaleti tarafından bir buçuk milyon liraya satın alınan Moda’daki Mahmut Muhtar Paşa köşkü, vekiller heyeti kararına uyularak devlet misafirhanesi yapılacaktır.
Diğer taraftan İngilizce tedrisat yapacak lise için Kadıköy'deki Kapusenler Manastırı ve arazisi satın alınmış olup hazırlıklara başlanmıştır. Köşkün okula tahvili ve tamiri için tahsis edilen 15 bin lira, Maarif Vekaletince yeni alınan araziye harcanacaktır.
Bilindiği gibi, geçen ders yılı faaliyete geçmesi istenen lise için Amerika'dan 8 öğretmen gelmiş okul malzemesi de İzmir ile şehrimiz Sanat Enstitülerine ısmarlanmıştı. İzmir Sanat Enstitüsü'nden gönderilen sıra ve yazı tahtaları köşkte muhafaza edilmekte idi. Köşkün alacağı yeni şekil üzerine, okul malzemeleri boşaltılacaktır.
Mahmud Muhtar Paşa köşkünün devlet misafirhanesi yapılacağı haberi üzerine halk arasında bazı söylentiler ortaya çıkmıştır. Bunlara göre, köşk, memleketimizde misafir bulunan Kral II. Faysal’ın evlenmesini müteakip, emrine tahsis olacaktır.
Irak Kralı II. Faysal; 1939 yılında babasının öldürülmesi üzerine henüz dört yaşındayken,
(2 Mayıs 1935’te doğmuştu) Irak tahtına oturan Kral II. Faysal’ın yaşı küçük olduğu için ergenlik çağına kadar (1953) Hicaz’ın eski kralı olan amcası Prens Abdülillah kral naipliği yapmış, 1941’de Alman yanlısı Raşid Ali Geylani’nin düzenlediği bir darbe sonucu ailesiyle önce Kuveyt’e ardından da İngiltere’ye kaçmış, İngiltere’nin askeri müdahalesi ile Geylani iktidarı devrilince de annesi ile birlikte ülkesine geri dönmüş ve 1953’te 18 yaşında yetkileri eline almıştı.

Diğer taraftan, Bakırköy civarında Milli Müdafaa Vekaleti emrinde olan Siyavuşpaşa Köşkü ve çiftliği de, Maarif Vekaletine geçmiştir. Maarif Müdürü Hayrullah Örs, dün bina ve araziyi tetkik etmiştir. Köşkün eski devirlerden kalma bir bina olarak muhafaza ve arazide devamlı bir öğrenci kamp yeri tesisi düşünülmektedir. Ayrıca, geniş arazide bir okul binası yapılması da ikinci bir fikir olarak ele alınmış bulunmaktadır. İki şekil üzerinde yapılacak tetkikler vekalete bildirilecektir.”
*Reşad Altın’ın satış fiyatı 1955 yılında 74 lira olduğuna göre,
Maarif Vekaleti Mahmut Muhtar Paşa Konağı’nı satın almak için
(1,5 Milyon lira) 20 bin 271 Reşad altın saymıştı.


Prenses Sabiha Fazıla İbrahim, 11 yaşında
1957 yılında, 22 yaşına gelen Kral II. Faysal, Son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan ile Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin kızları, Hanzade Sultan’ın Mısır Hidiv hanedanından, Hidiv İsmail Paşa’nın kardeşi İbrahim Fehmi Ahmed Rıfat Paşa’nın torunu, Muhammed Vahid El-Din İbrahim’in oğlu, yelkenli tekne tasarımcısı Prens Mehmet Ali İbrahim (1900–1977) ile evliliğinden 1941 yılında doğan Mısır Prensesi Sabiha Fazıla İbrahim’in bir fotoğrafını görmüş, Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’yı göndererek istetmişti. 
Prens Mehmet Ali İbrahim, Zehra Hanzade Sultan, Prenses Sabiha Fazılave erkek kardeşi Ahmet Rıfat İbrahim
Prenses Sabiha Fazıla ve Kral II. Faysal’ın nişanları Eylül 1957’de İstanbul Yeniköy’deki Ebubekir Ratip Paşa yalısında yapılmıştı.
Prenses Sabiha Fazıla çalışma masasında nişanlısı Kral II. Faysal’ın fotoğrafı ile.
Nişanlı çift, 1958 yazında evlenmeyi planlamışlar, ancak Kral II. Faysal, 14 Temmuz 1958’de uçağa binip İstanbul’a gelmeyi planlarken, sabah saat 6’da Abdülkerim Kasım liderliğinde, Kasr El Rihab Kraliyet Sarayı’nı basan askerler tarafından gerçekleştirilen bir darbe sırasında diğer kraliyet üyeleri ile birlikte hunharca katledilerek öldürülünce evlilikleri gerçekleşememişti.
Kraliyet Sarayı Kasr El Rihab’ın darbeden sonraki görüntüleri
Prenses Sabiha Fazıla nişanlısı Kral II. Faysal’ın darbe sonucu öldürülmesinden sonra zor yıllar geçirmiş, 10 Aralık 1965’de Paris’te tanıştığı eski Başbakanlardan Suat Hayri Ürgüplü’nün oğlu Hayri Ürgüplü ile evlenmişti. 15 yıl evli kalan çiftin Ali Suat (1967) ve Selim (1968) adlarında iki oğulları olmuştu.
18 Haziran 1983’te Bürokrat ve yazar Jean-Alphonse Bernard ile evlenen
Prenses Sabiha Fazıla Bernard Paris’te yaşamaktadır.

Yıl 1955, Cumhuriyet Türkiyesi’nde III. Menderes Hükümeti (17 Mayıs 1954 - 9 Aralık 1955) iş başında, Maarif Vekili de Ağrı Milletvekili Hüseyin Celal Yardımcı, bir yanda ister dost ister kardeş her ne sıfatla olursa olsun, bir komşu ülkenin genç Kralı, diğer yanda Cumhuriyet'in ilanı ile meşruiyetini çoktan yitirmiş hatta yurt dışına sürülmüş bir hanedanın (Osmanlı) mensubu, bir padişah ve bir halifenin ortak torunu, üstelik Mısır Kraliyet ailesi mensubu babası nedeniyle de resmi ünvan olarak Mısır Prensesi ünvanı taşıyan 17 yaşında genç kız, nişanlanmışlar ve evlenecekler.
Bundan Türkiye Cumhuriyeti’ne ne!?..
Hükümet hangi yetkiyle, ne sıfatla ve ne gerekçe ile bu evli çiftin mutlu, mesut yaşamaları için, onlara Maarif Vekalet’ince halkın vergileri ile oluşan devlet hazinesinden 1,5 milyon Türk Lirası ödeyerek satın alınmış ve artık Devlet malı statüsüne girmiş bir milli serveti, taşınmaz bir kültür varlığını, tarihi eseri Kralın emrine tahsis etmeye kalkmış!..
Elbette, 14 Temmuz 1958’de komşu Irak Krallığı’nda yaşanmış olan darbe ve darbe sırasında işlenen korkunç katliamı onaylıyacak, arkasındaki nedenleri sorgulayacak, yargılayacak ya da iyiki de olmuş diyecek değilim. Ancak ya o darbe gerçekleşmemiş olsa ve o iki genç planladıkları gibi 1958 senesi yazında evlenselerdi, Türkiye Cumhuriyeti gençlere düğün hediyesi olarak Moda’daki bu muhteşem Mermer Konağı hediye mi edecekti?!.. Ve bugün, Moda’daki Mermer Konak Irak Cumhuriyeti’nin malı mı olacaktı?..
Bugün de devam eden bu zihniyeti anlamak,
anlayabilmek gerçekten mümkün değil...

1859-1870 Haritasında henüz Mermer Konak inşa edilmemiş.
1882 tarihli haritada Mermer Konak belirtilmiş.
Kaynaklarda 1883-84 yıllarında yapıldığının sanıldığı belirtilen Mermer 
Konağın, 1882 tarihli bir haritada belirtilmiş olması, Konağın 1883-84 yıllarında değil en azından bu haritaya dayanarak 1882 yılı ve öncesinde inşaa edildiği söylenebilir.
J.Sloniewski haritasında Moda, 1887

1908 tarihli Keşfiyat ve Inşaat Türk Anonim Şirketi haritası’nda Kadıköy ve Moda.
İstanbul Deniz Müzesi Koleksiyonu, 145 x 86 cm.
Necip Bey Şehir Rehberinde Moda, 1918
İstanbul’un ilk şehir rehberi Şehremaneti Harita Şubesi Müdürü Mühendis Necib Bey'in ismiyle bilinir. 1918 tarihli olan bu haritalar, Şehir Haritaları Heyeti Fenniye'since çizilmiş ve Viyana'da bastırılmıştır. Fransızca ve Osmanlıca kopyaları vardır.
1922
1938 tarihli Jacques Pervititch Sigorta Haritalarında Mühürdar ve Moda. 
Mahmud Muhtar Paşa ailesinin köşkte yaşadığı dönemde bahçe içinde Selamlık, elektrik dairesi, kapalı bir manej, ahırlar, sera, selamlık ile köşk arasında ise birbiriyle bağlantılı büyük bir mutfak, kiler ve personel yemekhanesi ve çok sayıda ağaç bulunduğu bilinmektedir. Mutfak ve yemekhane bahçenin güney duvarına yakın konumlanmıştır. Jacques Pervititch’in 1938 tarihli Sigorta Haritasında, bahçenin kuzey duvarına bitişik iki bölümlü bir sera gözükmekte, bu seranın birbiriyle bağlantılı sıcak ve soğuk bölümlerden oluştuğu bilinmektedir.

1938 Jacques Pervititch Sigorta Haritasında
Mahmud Muhtar Paşa Mermer Konağı ve çevresi

Mermer Konakta 1897-1903 yılları arasında şebeke suyu bulunmamakta, aydınlatma gazla yapılmakta ve aynı yıllarda sobalı ısıtma kullanılmaktaydı. 1903-1908 yılları arasında, köşke merkezi ısıtma sistemi ve şebeke suyu getirilmişti. Günümüzde köşkte bulunan demir kalorifer petekleri, köşke merkezi ısıtma tesisatı getirildiği döneme ait özgün elemanlardır. Bu peteklerin bir bölümünün üzerleri kabartma desenlidir. Bahçede yer alan üzerleri kabartma desenli demir aydınlatma elemanları da aynı döneme ait özgün öğelerdir. 1908-09 yıllarında, Mahmud Muhtar Paşa kendi özel girişimiyle bahçeye bir makina ve dinamo yerleştirerek köşke ve bahçesine elektrik sağlamıştı.



Mermer Konağının bahçenin doğusunda Moda Caddesi üzerinde, güneyde Belkıs Dillligil Sokağı’nda ve kuzeyde Hacı İzzet Efendi Sokağı üzerinde yer alan üç girişi bulunmaktadır. Bahçeyi Moda Çıkmazı’ndan ayıran duvarın sokaktan içeri doğru girinti yapan kısmında, sonradan yenilenmiş demir giriş kapısı yer alır. Bu giriş, Pervititch haritasında da gözükmektedir. 1905 tarihli Charles Goad ve 1938 tarihli Pervititch haritalarında yerleri tespit edilebilen birtakım ek yapılar dikkate alındığında, çıkmaz sokaktaki kapının ek yapılara hizmet eden bir servis girişi olarak kullanıldığı düşünülmektedir.
1905 tarihli Charles Goad Haritasında
Mahmud Muhtar Paşa Mermer Konağı ve çevresi 
Bahçenin Moda Caddesi tarafında bulunan, üzerinde pilastırlar bulunan sade bezemeli bir duvarın orta ekseninde yer alan iki görkemli ve bezemeli ayak arasındaki demir kapı Cümle kapısıdır ve daha ziyade araçlı girişler için kullanılmıştır. Bu araç girişinin yan duvarlarında sağ ve solunda olmak üzere iki adet tek kanatlı küçük demir yaya kapıları yer alır. Söz konusu duvarın kuzey ve güney uçlarında ise duvara bitişik iki küçük kargir yapı konumlanır. Aynı mimari özellikleri taşıyan tek katlı bu yapıların dış cepheleri sade bezemelidir. Mahmud Muhtar Paşa ailesinin köşkte yaşadığı dönemde kuzeydeki yapı su haznesi, güneydeki yapı ise bekçi kulübesi olarak kullanılmıştır.











Mühürdar tarafında Hacı İzzet Efendi Sokağına açılan üçüncü kapı köşkün ana giriş kapısıdır ve Konağın önündeki geniş alana açılır. 1920’li yılların ikinci yarısında köşke getirilen bronz bir at heykeli, bu alanın ortasında düzenlenen çiçeklerle bezenmiş bir göbeğin üzerine yerleştirilmişti.
1920’li yıllara ait bu hava fotoğrafında Mermer Konak, eklentileri ve komşuları;
(1) Mermer Konak, (2) Selamlık, (3) Su Haznesi (deposu), (4) Bekçi Kulübesi, (5) Cümle Kapısı (Araç girişi), (6) Garaj, Ahırlar vb. müştemilat, (7) Kapalı Manej, (8) Sera (Kış bahçesi), (9) Mutfak ve Yemekhane, (10) Moralizade Ali Bey Konağı, (11) James William Whittall Kuleli Evi.
1952 yılında Mısır’da gerçekleşen Nasır İhtilali’nden sonrasında, Mısır’daki mallarına, mülklerine el konulan ve İstanbul’a geri dönen ailenin hayatta kalan bireyleri, artık köşkü ve bahçesini finanse edebilecek güçte değildi. Köşk 1.5 milyon bedelle istimlak edilerek Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş, 1957 yılında Kadıköy Kız Lisesi’ne ait bir eğitim yapısı olarak hizmete girmişti. 1960-70 yılları arasında köşkün bahçesindeki Selamlık, elektrik dairesi, kapalı bir manej, ahırlar, sera, mutfak, kiler ve personel yemekhanesi gibi ek yapılar yıkılarak ortadan kaldırılmış, yerlerine yeni okul binaları inşa edilmişti.
Günümüz uydu haritasında Mahmud Muhtar Paşa Mermer Konağı’nın 1960-70 yıllarında inşaa edilmiş okul binalarıyla nasıl çevrelendiği, deniz bağlantısının koparıldığı ve boğulduğu açık bir şekilde görülebilmektedir.
Bahçenin kuzeydoğu duvarının batısında, duvara bitişik
küçük bir kargir yapı konumlanır. Goad ve Pervititch haritalarında gözüken tek katlı ve ahşap beşik çatılı bu yapının, Mahmut Muhtar Paşa ailesinin köşkte yaşadığı dönemde bekçi kulübesi olarak kullanıldığı bilinmektedir.


 Bugün köşkün güneybatı cephesinde, Konağın ana yapısına ek olarak sonradan inşaa edilmiş olan mutfağa ait beşik çatı izi çok net bir biçimde görülebilmektedir. Ayrıca bu ek yapının, köşkün güneybatı cephesiyle aralarında derz bırakılarak yerleştirilen 4 kısa kargir ayak ile alçak bahçe duvarına mesnetlenen beton döşemesi, hala yerindedir. 

Yapının eğrisel duvarlı güneydoğu köşesinde yer alan ve zemin kattan 2.kata kadar çıkan döner merdiven, köşkün düşey servis aksını oluşturur. Köşkün aynı köşesinde bahçeye açılan bir de servis kapısı yer alır.
Mermer Konağın Güneydoğu cephesi


Mermer Konağın Güneydoğu cephesi
Mermer Konağın Güneydoğu köşesindeki servis girişi.



Mermer Konağın Güneydoğu cephesinde bodruma açılan servis kapısı


Mermer Konağın Güneydoğu cephesindeki yuvarlak köşe.


Dış cephesi neo-klasik üslupta olan yapının iç mekanları, dışarısı ile tezat oluşturacak nitelikte rokoko üslubunda bezenmiştir. Köşkün zengin bezemeli mekanları, zemin katında ve 1.katta yer alır, diğer katlar bezemesizdir. Alçı ağırlıkta olmak üzere farklı mekanlarda kullanılan ahşap, mermer, cam, demir ya da kumaş bezemeli yüzeyler, her mekanın bütünlüğünü bozmadan ve birbiriyle uyumlu bir birliktelik yaratacak biçimde kullanılmıştır.
Mermer Konağın Kuzeydoğu cephesi, ana giriş.



Mermer Konağın Kuzeydoğu cephesi, ana giriş.











Mermer Konağın ana giriş kapısı.
Mermer Konağın bahçesinde, merdivenlerinde yer alan Malta taşı vazoların
çoğu kırılmış vaziyette.








Mermer Konağın Kuzeybatı cephesi, Atatürk Büstü.







Mermer Konağı, 1897 yılında satın alan Mahmud Muhtar Bey ve ailesi, köşkün satıldığı 1956 yılına kadar 59 yıl köşkün sahibi olsalar da, gönüllü gönülsüz sürgün yıllarını, kış aylarını Mısır’da yaşama tercihlerini hesaba katınca, ailenin bu 59 yılı dolu dolu Mermer Konak’ta yaşadıkları söylenemez. Ancak 137 yıllık yaşına rağmen hala ihtişamından bir şey kaybetmeyen ve bunca yıla dayanan, ayakta kalabilen bu muhkem Mermer Konak, hala acı tatlı anılarıyla Mahmud Muhtar Paşa Konağı olarak anılmaktadır. 1960’lı 70’li yıllarda Mermer Konak değerine uymayan yanlış kararlar sonucu, özünü bunlara karşı koruyabilmiş ve hala ayakta durabiliyor olsa da, gerek hemen önüne deniz kenarına ve yine hemen arkasına inşaa edilen kimliksiz betonarme yapılar nedeniyle değersizleştirilmiştir. Bana kalsa sözkonusu o eklentileri yıkar, onlardan arındırır ve bahçesi ile birlikte Mermer Konağı kendine yaraşır yeni bir fonksiyonla yeniden hayata katar, kazanırdım.

Araştırmam sırasında rast geldiğim, Ocak 2006 tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Restorasyon Programında Yüksek Lisans Tezi olarak Mimar Defne Altınkaynak’ın hazırlamış olduğu “Mahmud Muhtar Paşa Köşkü Restorasyon Projesi” oldukça kapsamlı bir kaynaktır ve değerlendirilmelidir kanısındayım. Muhakkak ki benim rast gelmediğim benzeri çalışmalar daha da vardır. Önemli olan niyet etmek ve bir an önce zaman kaybetmeden icraata geçmektir.
Mermer Konağın Bodrum Kat Planı.
Mermer Konağın Bodrum Kat Tavan Planı.
Mermer Konağın Zemin Kat Planı.
Mermer Konağın Zemin Kat Tavan Planı.
Mermer Konağın Birinci Kat Planı.
Mermer Konağın Birinci Kat Tavan Planı.
Mermer Konağın İkinci Kat Planı.
Mermer Konağın İkinci Kat Tavan Planı.
Mermer Konağın Kuzeybatı (Giriş) Cephesi




Mermer Konağın Kuzeydoğu (Giriş) Cephesi



Mermer Konağın Güneybatı Cephesi

Mermer Konağın Güneydoğu (Giriş) Cephesi



Mermer Konağın 7-7 Kesidi

Mermer Konağın 4-4 Kesidi

Mermer Konağın 5-5 Kesidi

Mermer Konağın 2-2 Kesidi

Mermer Konağın 3-3 Kesidi

Mermer Konağın 1-1 Kesidi

Mermer Konağın Ana giriş holü
Mermer Konağın Ana girişini karşılayan cam vitray paravan


Zemin Kattan Birinci Kata çıkan mermer merdiven


Birinci Kat ana hol






Bu arada, konu içerisinde kullandığım Mermer Konağa ait plan, kesit ve cephe çizimlerini internet sitelerinde bizlerle paylaşan, 1991 yılında kurulmuş ve 2004 yılından itibaren Restorasyon alanındaki uzman ekibiyle Eski eser konusunda başarılı projelere imza atmış, Artlite Mimarlık’a teşekkür etmek isterim.

Aşağıdaki 1966, 1970 ve 1982 tarihli üç hava fotoğrafında Moda’nın, özellikle de Mahmud Muhtar Paşa Mermer Konağı’nın ve Whittall Malikanelerinin yer aldığı, kırmızı ok ile işaretlediğim bölgenin neler kaybettiği ve nasıl değiştiği çok açık olarak görülebilir.





Mermer Konağın Hacı İzzet Efendi Sokağı girişi




Her seferinde yazdıklarımı büyük bir dikkatle okuyarak, bana yerinde ve zamanında yaptığı uyarılar ile hatalarımı, eksiklerimi düzelten, beni doğruya kaynak göstererek yönlendiren, sevgili arkadaşım Hayat İnaç’a bir kez daha teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

İki ağaç arası,
Bir mermer konak,
Ha yıkıldı, ha yıkılacak.
Martılar konmuş çatısına,
Dokunsan, ağlayacak...


-Nusret Karaca-
Son olarak İstanbul Kadıköy Lisesi’nde
Tarih öğretmeni olarak görev yapan,
Eğitimci, yazar, şair ve Tarih araştırmacısı


Kaynaklar:

1- “Modalı Vitol Ailesi” Osman Öndeş, Tarihçi Kitabevi, İstanbul 2012

2- “İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908-1918)”
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Cilt IX. sf:91, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1988.

3- “Mahmud Muhtar Paşa, Maziye Bir Nazar Berlin Antlaşmasından Harb-i Umumiye Kadar Avrupa ve Türkiye-Almanya Münasebetleri”
Yay. Haz.: Erol Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1999

4, “Abdülhamid'in Düşüşü” Francis Mc Cullagh, (Çev.: Nihal Önol),
İstanbul Kitaplığı, İstanbul 1990

5- “Derviş Vahdetî ve Çavuşların İsyanı 31 Mart Vak’ası ve İslamcılık”
Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul 2001

6- “31 Mart Bir İhtilalin Hikâyesi” Mevlanzade Rifat, Haz.: Berîre Ülgenci,
Pınar Yayınları, İstanbul 1996

7- “İstanbul Gazetelerinin Başyazarlarının kaleminden
31 Mart Vak’ası öncesi ve sonrası” Murat Hanilçe, İlyas Ak.
SSAD Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı 2, Mart 2018

8- “31 Mart Olayı” Sina Akşin
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1970

9- “Ale’l-ıtlak Baldırı Çıplak / Hâtırat, Malakât, Mülâkât” Mehmet Yüce
İletişim Yayınları, İstanbul 2018

10- “John Garstang ve Sakçagözü Kazıları (1908-1911)” Ali Çiftçi
Tarih İnceleme Dergisi XXXIV, Şubat 2019

11- “Şehirde bilmediğimiz bir çok hazineler var” Röportaj, Ümit Deniz
Milliyet Gazetesi, 17 Mart 1953

12- “Mahmud Muhtar Paşa (1867-1935) Hayatı, Askeri ve Siyasi faaliyetleri, Eserleri” Said Olgun, Yüksek Lisans Tezi.
T.C. Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı,
Ankara 2006

13- “Neslişah: Cumhuriyet devrinde bir Osmanlı Prensesi” Murat Bardakçı
Everest Yayınları, İstanbul 2017

14- “Emine Semiye Hayatı, Fikir Dünyası, Sanatı, Eserleri” Şahika Karaca
Doktora Tezi, T.C. Erciyes Üniversitesi, Türk Dile ve Edebiyatı Anabilim Dalı,
Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Kayseri, Temmuz 2010

15- “Balkan Savaş Günlüğü-Türklerle Cephede” Gustav von Hochwächer
İş Bankası Yayınları, İstanbul 2019

16- “Bir Milli Felaket olarak Balkan bozgunu ve geciken uyanış” Caner Arabacı, Prof. Dr., N.E.Ü. SBBF Öğretim Üyesi.

17- “Balkan Harbi Üçüncü Kolordu’nun ve İkinci Doğu Ordusunun Muharebeleri” Yayına Hazırlayan: A. Basad Kocaoğlu, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2012

18- “Mısır Milliyetçi Hareketi ve Türk Dış Politikası (1924-1925)” Recep Çelik
TAED-Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Erzurum, Ocak 2109

19- “Milli Mücadele sürecinde Mısır ile kurulan bağ ve
‘Kemalist Propoganda’ algısı”
Ü. Gülsüm Polat, Akademik Ortadoğu Araştırma Dergisi, 2013

20- “Son Dönem Saray Bahçelerini Süsleyen Heykeller” Emine Atalay Seçen
Milli Saraylar Dergisi, 2011

21- “Öteki Dünya” Murat Bardakçı, 27 Aralık 1998 / Hürriyet

22- “İlk Kurşun” Soner Yalçın 22 Ekim 2014 / Sözcü

23- “Türkiye Büyük Millet Meclisi (1920-1992) ve
Osmanlı Meclisi Mebusanı (1877-1920)” İhsan Ezherli
TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No:54, Ankara 1992

24- “Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1929-1939 / 1929: Yönetimde Merkeziyetçiliğin İnşası” Sonay Bayramoğlu
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi. Kamu Yönetimi Uygulama ve Araştırma Merkezi, Ankara 2007

25- “Osmanlı Donanmasının Seyir Defteri / Gemiler, Efsaneler, Denizciler”
“Balkan Yenilgisi, Kimlik sorunu ve Averof Zırhlısı” Zafer Toprak
Pera Müzesi Yayınları, İstanbul, Mayıs 2009

26- “Maziye bir Nazar/ Berlin Antlaşmasından Harb-I Umumiye kadar Avrupa ve Türkiye Almanya Münasebetleri” Mahmud Muhtar
Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999

27- Cumhuriyet Kitap Eki, 15.9.1994 sf:7

28- Milliyet Gazetesi ve Cumhuriyet Gazetesi, 5, 6,7, 8, 9 Ocak 1954

29- Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt XXII, Mart-Temmuz-Kasım 2006, Sayı: 64-65-66, Ağustos 2008

30- “Atatürk dönemi Türkiye-Mısır siyasi ilişkileri” Nazan Pürmüslü
Yüksek Lisans Tezi, T.C. İnönü Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı, Malatya 2015

31- “Mahmud Muhtar Paşa’nın Aydın Valiliği (1909-1910)” Said Olgun
TOD Tarih Okulu Dergisi, Yıl:8, Sayı: 22, Sf: 213-38, Haziran 2015

32- “Çakırcalı Mehmet Efe Kronolojisi” Ercan Uyanık
Ege Defterleri, Sayı:04, Kış 2014

33- “Yüce Mahkeme’de Haritacılığın Aydınlanması: François Kauffer ve Konstantinopolis Araştırması” Mary Pedley
İSAM, İslam Araştırmaları Merkezi, Osmanlı Araştırmaları, Sayı 39, 2012

34- “Kadıköy Çarşı Bölgesi ve civarın değişen kentsel dokusunun eski haritalar üzerinden irdelenmesi” Sezgi Giray Küçük
Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Sempozyumu Bildiriler Kitabı 03-05 Mayıs 2018, Gece Kitaplığı , Sf: 361-378, Ekim 2018 İstanbul

35- “Alageyik sokağı bir Liman mıydı?” Deniz Kavukçuoğlu
Doğan Kitap, İstanbul 2002

36- “Memoirs of Hugh Edwin Strickland” William Jardine
İlk baskısı 1858, Cambridge Universitiy Press 2011

37- İzmir Kilise Kayıtları, Döküman Ms 29744A,
Londra Kew Büyükşehir Arşivi

38, Smyrna, BMD (Births, Marriages and Deaths)
19th Century British Newspapers.
[İzmir, DEÖ (Doğum, Evlilik, Ölüm) 19. Yüzyıl İngiliz Gazeteleri]
The Times Newspaper, 01.01.1909

39- www. ancestry.com/geneaology/records/

40- “Constantinople to Kensington/
The Reminiscences of Geoffrey William Whittall 1906-2003”
John W. Whittall
Troubador Publishing Ltd. 2012

41- “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bankacılığın Gelişimi ve Regülasyon”
Dr. Erol Ortabağ
Türkiye Bankalar Birliği Yayın No:326, İstanbul 2018

42- “Osmanlı İtibar-ı Milli Bankası” Nihat Yılmaz
Yüksek Lisans Tezi, T.C. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Tarih Anabilim Dalı, İstanbul 2009

43- “Yeni Çiftlik Köyü / Tarihi, Ekonomisi, Sosyal ve Kültürel Yapısı”
Necdet Zeki Gezer, Kemal Gözler, Ekin Basın Yayın Dağıtım, Bursa 2014

44- “The Whittalls of Turkey 1809-1973” Hugh Whittall
Çok geniş olan Whittall aile üyeleri için hazırlanan bu kitap çok nadirdir
ve sadece bir kaç kopyası kalmıştır.

45- “Constantinople and Istanbul, 72 years of Life in Turkey”
Sidney E.P. Nowill Obe
Troubador Publishing Ltd. 2011

46- “Avrupalı mı Levanten mi?” / “Levantenler ve Levantizm” Alex Baltazzi
Yayına hazırlayan: Arus Yumul, Fahri Dikkaya
Bağlam Yayıncılık, İstanbul 2006

47- “Asıl Efendiler / Levantenler” Osman Öndeş
Şenocak Yayınları, Nisan 2010, İstanbul

48- “Atatürk’ten Neşredilmemiş Hatıralar” Tefrika, Prof. Herbert Melzig
İstanbul Ekspres Gazetesi, 1952

49- “İzmir Rıhtımı ve İşletme İmtiyazı” Mübahat S. Kütükoğlu
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 1979

50- Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi’nin
T.C. Kültür Bakanlığı İstanbul V numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları
Koruma Bölge Müdürlüğü’ne başvuru dilekçesi,
Yönetim Kurulu Başkanı Doç. Dr. Necmi Karul
15 Ağustos 2011

51- www. wikitree.com

52- “İngiliz Said Paşa ve Günlüğü (Jurnal) Burhan Çağlar
Arı Sanat Yayınevi, 2010

53- “KHRYSOPOLİS, SCUTARİ, ESKİDAR, USGÜDÂR:
TARİHÎ HARİTALARDA ÜSKÜDAR“
Yrd. Doç. Dr. Yasemin Nemlioğlu Koca
21-23 Kasım 2014, VIII. Uluslararası Üsküdar Sempozyumu / Bildiri
Üsküdar Belediyesi, 2014

54- “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye - II, Tanzimattan 1. Dünya Savaşına”, Stefanos Yerasimos
Belge Uluslararası Yayıncılık, Temmuz 2001

55- “Mühürdar’dan Moda’ya Geçmişe doğru bir Gezinti” Deniz Kavukçuoğlu
Heyamola Yayınları, 2010

56- “Başlangıcından günümüze Türkiye’de Fransız Okulları” Ekrem Aksoy
Synergies Turquie No:8, 2015

57- “Türmiye’de Laik Fransız Okulları (1919-1925)” Engin Deniz Tanır
(TOD) Tarih Okulu Dergisi, Haziran 2019, Yıl 12, Sayı XL

58- “Türkiye’de Tarihsel gelişim süreci içinde yabancıların taşınmaz edinimlerinin Analizi” Editörler: Prof. Dr. Harun Tanrıvermiş, Prof. Dr. Vahit Doğan, Prof. Dr. Şebnem Akipek Öcal
Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Taşınmaz Geliştirme Anabilim Dalı, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü ve TÜBİTAK Kamu Araştırmaları Grubu,
Eylül 2013

59- “Tercüman Çıkmazı ölçeğinde bir sokak Analizi”,
Nalan Dönmez Yakarçelik, Sanat Tarihçi-Müze Bilimci

60- “Elazığ Eğitim Tarihi”
Nihat Büyükbaş, M. Zeki Ulufer, A. Feti Kavak, Yusuf Can
Elazığ Milli Eğitim Müdürlüğü Yayınları, Elazığ 2010

61- “Osmanlı Devleti’nde faaliyet gösteren Banker Lorando ve Tubini Aileleri”
Yüksek Lisans Tezi, Semih Sefer,
T.C. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Tarih Anabilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı 


4 yorum:

OSMAN ÖNDEŞ dedi ki...

MUHTEŞEM MUHTEŞEM MUHTEŞEM..
SİZ ÇOK DEĞERLİ VE BANA GÖRE BENZERSİZ BİR ARAŞTIRMACISINIZ..
SANAT TARİHİNE YÖNELİK KÜLTÜRÜNÜZ HAYRANLIKTAN DA ÖTEYE BİR DEĞERDEDİR.
YAZDIKLARINIZI VE FOTOĞRAFLADIKLARINIZI OKUYUP, ZEVKLE, HÜZÜNLE, HÜSRANLA SEYREDİP DERS ÇIKARTMAK GEREKİR.
TABİİ BU ORTAYA KODUĞUNUZ BELGELERİ, FOTOĞRAFLARDAKİ DERSLERİ ANLAYANA..
SAĞLICAKLA KALINIZ


OSMAN ÖNDEŞ

Unknown dedi ki...

Mükemmel

Arin Bayraktaroglu dedi ki...

Kadiköy Kız Lisesi'nin çok eski bir öğrencisi ve halen yaşamını İngiltere Cambridge'de sürdüren emekli bir akademisyen ve yazar olarak, bu değerli çalışmanızı hayranlıkla okudum. Elinize, yüreğinize sağlık. Fevkalade bir eser yaratmışsınız. Candan kutluyorum. Doçent Dr Arın (Dilligil) Bayraktaroğlu.

Yalçın Özalp dedi ki...

Her yönü ile harika bir çalışma... Ama artık bir kitap olarak başucumuzda bulunmalı...

Yalçın Özalp