Aslında bu yazıya başlarken,
19. Yüzyıl sonu Osmanlı Mimarlığının önemli bir figürü olan ve Osmanlı’da Mösyö Valori adıyla tanınan, Mimar Alexandre (Alessandro) Vallaury’nin (veya Vallauri), bugün bile halen görkemini koruyan ve belki de her gün önünden bilinçle ya da bilinçsiz geçtiğimiz eşsiz mimari eserlerini anlatabilmek, anlayabilmek ve tanıyabilip, tanıtabilmek için, yazmaya başlamıştım.
Çoğumuz onu, 2018’in Ekim-Kasım aylarında açılan “206 Odalı Sessizlik” Sergisi ile tekrar gündeme gelen, aslında yıllardır hep geleceği tartışılıp, bir türlü harekete geçilmediği için içten içe çürüyüp, yok olmaya yatan, Dünyanın en büyük ikinci ahşap yapısının, Büyükada Rum Yetimhanesi’nin mimarı olarak biliyoruz. Aslında onun bildiğimiz ama belki de farketmeden önünden defalarca geçip gittiğimiz, ve bir şans olarak çoğu halen ayakta olan o kadar çok eseri var ki İstanbul’a kazandırmış olduğu, Beyoğlu’ndaki Pera Palas Oteli, Voyvoda Caddesi’ndeki Osmanlı Bankası Genel Müdürlük Binası, Cağaloğlu’ndaki İstanbul Erkek Lisesi (eski Düyun-i Umumiye Binası), Yeniköy’deki Ahmet Afif Paşa Yalısı (ki onu Müjde Ar’lı eski Aşk-ı Memnu dizisinden hatırlarız), Rumelihisarı’ndaki Tophane Müşiri Zeki Paşa Yalısı ve daha niceleri, asıl yazıda yeri geldiğinde ve elimden geldiğince onları da ele alıp anlatmaya çalışacağım.
Bu arada, bu yazı için kolları sıvayıp Vallaury hakkında araştırmaya başladığımda gördüm ki, mimarın milliyetinden, köklerine ve aile bağlarına, vefatından, nerede vefat ettiğine ve nereye defnedildiğine kadar vb. ortalıkta birçok yanlış bilgi vardı, hala da var. Üzülerek söylemem gerekir ki, bunların birçoğu da bilimsel makaleler. Mimar hakkında en büyük şansım, Levantine Heritage - The story of a Community (Levanten Mirası - Bir topluluğun hikayesi) internet sitesinde keşfettiğim Marie Anne Marandet - Legoux tarafından hazırlanmış olan mimarın aile soyağacı bilgilerine ulaşmam oldu.
Çayımdan bir yudum alıp,
sadede gelirsem;
sadede gelirsem;
Alexandre Vallaury’nin kökleri, İtalya’nın 20 bölgesinden biri ve başkenti Turin (Torino) olan, ülkenin kuzeybatısında, Fransa ve İsviçre sınırlarına komşu ve eskiden Sardinya Krallığı’nın idaresi altındaki Piedmont (Piyemonte- dağın eteği) bölgesindeki Pinerolo komününe (kasabasına) dayanıyormuş.
Alexandre Vallaury’nin 1770’lerde doğduğu tahmin edilen ve aşçı olan büyükbabası Guiseppe veya Francesco (bazı kaynaklarda ise Eduardo olarak geçiyor) Vallauri, 1804 yılında Napolyon Bonaparte tarafından Fransa’nın Osmanlı nezdindeki 35. Büyükelçisi olarak Konstantinapolis’e atanan ve 1806’da göreve başlayan Horace François Bastien Sébastiani’nin mahiyetinde, elçilik mutfağında çalışmak üzere İstanbul’a gelmiş. Elçinin görevi sona erdikten sonra büyükbaba Vallauri’nin de onunla birlikte tekrar Fransa’ya ya da memleketi İtalya’ya dönüp dönmediğini bilmiyor olsak da;
Büyükbaba Guiseppe Vallauri’nin aile soyağacı kayıtlarına göre 1800 yılında Pinerolo’da doğan tek oğlu Francesco Vallauri,nin 1840 yılından sonra Türkiye’ye geldiğini soy ağacı kayıtlarından bilebiliyoruz.
Baba Francesco Vallauri’nin adı, önce 1842’de İzmir Sardinya Konsolosluğu kayıtlarına, daha sonra da 1860’da İstanbul İtalyan Konsolosluğu kayıtlarına geçmişti. Francesco Vallauri, Piedmont’da yine kendisi gibi Pinerolo’lu olan Anna Musante ile evlenmiş, ondan 1834 yılında Caroline Vallauri Musante isminde bir kızı, 1840 yılında da Francesco Vallauri isminde bir oğlu olmuştu. İtalya’da eşini ve çocuklarını bırakıp İzmir’e gelen Francesco Vallauri, İzmirli Rum bir ailenin kızı olan ve diğer altı çocuğunun annesi olacak İzmir doğumlu Hélèna Moro-Papadopoulo’yla tanışmış, beraber yaşamaya başlamış, ancak İtalya’da evli olduğu için onunla hiçbir zaman resmen evlenememişti.
Francesco Vallauri ve Helena Moro-Papadopoulo’nun dört oğlu ve iki kızları olmuştu. Çiftin ilk çocukları Pietro’nun 1842 yılında İzmir’de, ikinci çocukları Victoria’nın ise 1844 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş olması, Francesco Vallauri ve Hélèna Moro-Papadopoulo çiftinin, 1844 yılında İstanbul’da yaşamaya başladıklarını, ancak 1860 yılında İstanbul İtalyan Konsolosluğu kayıtlarına geçtiklerini göstermektedir. Vallauri çifti Francesco Vallauri’nin daha önce İtalya’da Anna Musante ile yaptığı evliliği nedeniyle katolik kilisesinde evlenememiş, dolayısıyla da tüm çocukları “gayrimeşru” (yasadışı) olarak kabul edilmişti. Alexandre Vallauri de bu çocuklardan birisiydi.
Baba Francesco Vallauri, şekerleme ve pasta işi ile uğraşıyordu.
1849 yılında Grand Rue de Pera’da, Galatasaray Mekteb-i Sultani’sinin karşısında, Naum Tiyatrosu’nun yan sokağında, eski Tiyatro sokağının köşe başında açtığı ve o yıllarda Beyoğlu’nda batılı emsalleri ile yarışan üç Şekerlemeci ve Patisseri’sinden biri olan Café Vallauri’nin sahibiydi.
Francesco Vallauri 1867 yılında vefat edince, Café Vallauri hayat arkadaşı ve Alexandre Vallaury’nin annesi Hélèna Moro-Papadopoulo ve büyük oğlu Pietro tarafından işletilmeye devam ettirilmişti. Pietro Vallauri babasının işini başarıyla devam ettirmiş, Café Vallauri 1868’de yayınlanan, İstanbul’un ticaret hayatını ve iktisadî faaliyetlerini Avrupalı girişimcilere tanıtmak amacıyla hazırlanan rehber, “Annuaire Oriental”nin (Şark Yıllıkları) ilk sayısında, Sultan’ın tedarikçisi (S.I.M. le Sultan) olarak belirtilmişti.
Cité de Péra köşesi ve altında Café Vallauri’nin olduğu 192 numaralı dükkan (kırmızı ok ile işaretli), hemen Cité de Péra’nın yanıbaşında da ünlü kulesiyle Tokatlıyan Oteli. |
5 Haziran 1870’te Büyük Beyoğlu Yangını’nda ünlü Naum Tiyatrosu kül olurken, elbette Café Vallauri de zarar görmüştü. Ondan sonraki zaman içerisinde Café Vallauri hangi adreste faaliyetini sürdürmüştür bilinmez ancak, Rum Banker Christakis Zografos Efendi (1820-1898) yanan Naum Tiyatrosu’nun yerine Rum mimar Cleanthy Zanno’ya çizdirdiği bir proje ile, içinde bir çarşı ve apartman bulunan, yeni tipte bir bina yaptırmaya başlamış, inşaatı 1876 yılında biten binanın altında, o dönemde moda olan, Paris tarzında düzenlenmiş 24 dükkanın olduğu pasaja Hristaki Pasajı (günümüzde Çiçek Pasajı) adı, üzerindeki 18 lüks dairenin olduğu apartmana da Cité de Péra adı verilmişti.
1876’da Café Vallauri, Hristaki Pasajı’nın hem Rue de Pera’ya hem de Sahne Sokağına (eski adı Tiyatro Sokak) cephesi olan pasajın en güzel dükkanına, No: 192’ye taşınmış ve 1885 yılına dek aynı yerde hizmet vermeye devam etmişti.
1885 tarihli Şark Yıllığında Hélèna Vallauri adına kayıtlı Café Vallauri’nin adresi. Grand Rue de Pera, 192, Place Galata-Séraï. |
Francesco Vallauri açtığı Café Vallauri’de Avrupa’dan ithal ettiği likör ve şarapları, çikolata, şurup ve şekerleme çeşitlerini müşterilerine sunmakta, aynı zamanda nişan, nikah ve vaftiz törenleri, tiyatroların suareleri ve balolar için siparişler almakta, gerektiğinde ürünlerini Fransa’dan getirdiği zarif ve şık kutular içerisinde servis etmekteydi.
Café Vallauri, saraya da şekerleme hizmeti vermekte, yabancı hanedan üyeleri veya diğer üst düzey misafirlerin sarayda ağırlanması esnasında, şereflerine verilen resmi ziyafetlerde (ziyâfet-i seniyye) ve genellikle Mayıs, Haziran aylarında düzenlenen Osmanlı şehzadelerin sünnet düğünlerinde ya da padişah kızlarının evlendirildiği zamanlarda düzenlenen eğlenceler (sur-i hümâyûn) için muhtelif tatlılar ve şekerlemeler hazırlamakla da görevlendirilmekteydi.
. . . . .
Alexandre Vallauri,
ve
Café LEBON
. . . . . .
Francesco Vallauri’nin yanında Café Vallauri’de yetişen Louis adındaki genç Fransız çırak, ustasının İtalya’da evlendiği Anna Musante’den doğan ve daha sonra babasının yanına İstanbul’a gelen (mimar Alexandre Vallauri’nin baba bir, anne ayrı ablası) kızı Caroline’i dükkana gelip gidişlerinde görmüş, hoşlanmıştı. İlerleyen zaman içerisinde bu ilgisi karşılıksız kalmayan ve birbirlerine aşık olan iki genç 29 Kasım 1856’da Beyoğlu’ndaki eski Fransisken Aziz Antoine Kilisesi*nde evlenmişlerdi. Fransız çırak Louis ustasının 1834 doğumlu kızı Caroline Musante Vallauri ile evlenerek onun damadı olmuş ve aileye katılmıştı. Louis, Fransız bir kasap olan 1801 doğumlu Jean Jacques’un ve yine 1801 doğumlu Marie Anne Melanie Rétout’un Kuzey Fransa Normandiya Bölgesinde Athis-de-l’Orne kasabasında 7 Ağustos 1828’de dünyaya gelen oğullarıydı.
*1724 yılında Pera’da ahşap olarak inşaa edilen bu kilise 1907 yılı ve hemen sonrasında yeni açılacak Galatasaray-Tünel tramvay hattının üstünde kalacağı için istimlak edilmiş ve yıkılmış, yeni yapılacak kilise için de 1906 yılında yıkılan Fransız Concordia Tiyatrosu ve bahçesinin bulunduğu bugünkü alan seçilmişti
Francesco Vallauri’nin yanında çırak olarak işe girip, daha sonra kızıyla evlenen ve birlikte yeni lezzetlere yelken açan, geleceğin ünlü pasta ve şekerlemecisi bu Fransız gencin adı Louis Lebon’du ve geleceğin ünlü bir pastanesinin isim babası olmuştu.
Aile soy ağacı kayıtlarına göre, Louis ve Caroline Lebon çiftinin, dört erkek, dört de kız çocukları olmuş, bunlardan iki erkek, Charles “Ernest” Lebon (1859-1908), Edouard Lucien Charles Lebon (1867-1911) ve bir de kız, Marie “Josephine” Lebon (1862-1909) yaşamış, diğerlerini doğumda ya da çok kısa süre sonrasında kaybetmişlerdi.
*1724 yılında Pera’da ahşap olarak inşaa edilen bu kilise 1907 yılı ve hemen sonrasında yeni açılacak Galatasaray-Tünel tramvay hattının üstünde kalacağı için istimlak edilmiş ve yıkılmış, yeni yapılacak kilise için de 1906 yılında yıkılan Fransız Concordia Tiyatrosu ve bahçesinin bulunduğu bugünkü alan seçilmişti
Francesco Vallauri’nin yanında çırak olarak işe girip, daha sonra kızıyla evlenen ve birlikte yeni lezzetlere yelken açan, geleceğin ünlü pasta ve şekerlemecisi bu Fransız gencin adı Louis Lebon’du ve geleceğin ünlü bir pastanesinin isim babası olmuştu.
Aile soy ağacı kayıtlarına göre, Louis ve Caroline Lebon çiftinin, dört erkek, dört de kız çocukları olmuş, bunlardan iki erkek, Charles “Ernest” Lebon (1859-1908), Edouard Lucien Charles Lebon (1867-1911) ve bir de kız, Marie “Josephine” Lebon (1862-1909) yaşamış, diğerlerini doğumda ya da çok kısa süre sonrasında kaybetmişlerdi.
Louis ve Caroline evlendikten üç yıl sonra 1859’da Louis, Francesco Vallauri’nin yanından ayrılarak, yine kendisi gibi Fransız olan ve bir yıl önce, 1858’de İstanbul’a gelip yerleşen Charles Théophane Bourdon* ile birlikte Grand Rue de Pera ile Asmalı Mescid sokağını birbirine bağlayan ve 1840 yılında inşaa edilmiş Passage Oriental’in (Şark Pasajı) içerisinde, önceleri Tremas Bakkaliyesi’nin, daha öncesinde de Dimitrakapoulos’un olduğu mekanda “Confiserie et Patisserie de St. Petersbourg” adıyla akşam yemekleri verilen, evlere servis yapabilen, balo ve partilere uygun içkili bir restoran açmıştı.
*Konsolosluk Sicilinde “Bourdon” olarak geçen aile adı, cemaat sicilinde “Boudon” veya “Boudeaux” olarak geçmektedir.
Charles Théophane Bourdon (1836) ve Joséphine Désirée Barbe Dumont’un (1846) 15 Kasım 1863’de ilk oğlu Charles Louis Bourdon’un 24 Kasım 1863’te eski Fransisken Aziz Antoine kilisesinde yapılan vaftiz törenindeki tanıklardan biri ve aynı zamanda vaftiz annesi Caroline Vallauri Musante (Lebon) idi.
Charles Théophane Bourdon’un ikinci oğlu Jules Henri Bourdon (1868), 5 Eylül 1899’da Hippolyte François Decugis’in (1879) kızı Marguerite Henriette Decugis ile evlenmişti. Çiftin nikah şahitlerinden birisi de Edouard Lucien Charles Lebon’du (1867-1911). Edouard Lucien Charles Lebon, 1895’te Josephine Trophe ile evlendiğinde de bu kez şahitleri kardeşi Charles “Ernest” ve Jules Henri Bourdon olmuştu. Edouard Lucien Charles Lebon’un çocukları olmamış, Charles “Ernest” Lebon ise evlenmemişti.
Charles Théophane Bourdon, Alexandre Vallauri’nin 1842 İzmir doğumlu ağabeyi Pietro Vallauri 25 Haziran 1896’da İda Mallin ile evlendiğinde damadın şahidi olmuştu.
Bu bilgiler de göstermektedir ki, yazının ilerleyen bölümlerinde, ya da ana yazı kapsamında rastalayacağımız Levanten Lebon, Bourdon, Vallaury ve Decugis ailelerinin
oldukça yakın ilişkileri vardı.
O zamanlar Paris’te Ponton Lemeunier’e yaptırttıkları pasta fırınının eşi benzeri yoktu. 1888 yılında Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Sultan II. Abdülhamid’i ziyareti öncesinde aynı ustaya bu fırının bir eşi sipariş edilmiş ve Dolmabahçe Sarayı’nın mutfağına yerleştirilmişti.
Kaliteli şarapların yanısıra likörleriyle de iddialı olan “Confiserie et Patisserie de St. Petersbourg” Restaurant, reklamlarında şarap ve likörlerinin yanısıra, çikolata ve şekerlemelerinin de kalitesini vurgulamayı ihmal etmemişlerdi.
Birçok kaynakta Louis ve Caroline Lebon çiftinin 1850’lerde Passage Oriental’in (Şark Pasajı) içerisindeki Charles Théophane Bourdon ile birlikte işlettikleri “Confiserie et Patisserie de St. Petersbourg” adlı kafeden ayrılarak, yeni bir mekan açmaya karar verdikleri ve 432 No’lu pasajın girişine bitişik, Cadde-i Kebir’e cepheli olan 434 No’lu dükkana taşındıkları yazılmış olsa da;
Daha 1859 yılında Café Vallauri’den ayrılan Louis ve Caroline Lebon, nasıl olur da daha Café Vallauri’den ayrılmadan 1850’lerde adres değiştirebilirler ki? Zaten Şark Yıllıklarındaki veriler, bu tarihin ve bilginin doğru olmadığını kanıtlar niteliktedir. 1889-1890 tarihli Şark Yıllığı’nda gördüğümüz “Confiserie et Patisserie de St. Petersbourg” reklamı Lebon ve Bourdon ortaklığının, ortaklık bozulmadan Rue de Pera 434’e birlikte taşındıklarını göstermektedir.
1889-1890 tarihli Şark Yıllığı’nda Lebon (C.) ve Bourdon’un Grand Rue de Pera, 434 numarada oldukları görülmektedir. |
Tarayabildiğimiz Şark Yıllıklarında Lebon ve Bourdon ortaklığına en son 1894 yılında rastlanırken, 1896 kayıtlarında Charles Théophane Bourdon’un 434* No’lu dükkanda tek başına “Sultan’ın tedarikçisi” sıfatıyla yer aldığını görmekteyiz.
Aynı tarihteki kayıtlarda bulunan tek Lebon kaydı ise, Lebon (Ed.) adıyla, ki bu da Louis Lebon’un oğlu Edouard Lucien Charles Lebon olmalıdır, ve adına Rue de la Cancellerie’de (günümüzde Şehberder Sokak) 4 numarada bir pastane kayıtlı olduğu görülmektedir.
1894 tarihli Şark Yıllığı’nda Lebon (C.) ve Bourdon’un hala bir arada ve Grand Rue de Pera, 434 numarada oldukları görülmektedir. |
* 1905 tarihli Charles Edward Goad haritalarında Şark Pasajı 434, 1932 Jacques Pervititch
ve 1950 Suat Nirven haritalarında ise hem dükkan hem de pasaj 362 kapı numarası ile
birlikte mütalaa edilmiştir.
birlikte mütalaa edilmiştir.
1896 tarihli Şark Yıllığı’nın hem isim hem de meslekler listelerinde Charles Théophane Bourdon tek başına Grand Rue de Pera, 434 numarada görülmektedir. |
1905 tarihli Charles Edward Goad haritalarında Sofyalı ve Minare sokağı bağlayan Asmalı Mescid Sokağına paralel Rue de la Chancellerie (günümüzde Şehbender Sokak) No:4 |
1896 tarihli Şark Yıllığı’nda hem isim hem de meslekler listelerinde Charles Théophane Bourdon tek başına Grand Rue de Pera, 434 numarada görülmektedir. |
1896 tarihli Şark Yıllığında bu kez tek bir Lebon kaydı görülmekte, o da Lebon (Ed.) olarak (Louis Lebon’un oğlu Edouard Lucien Charles Lebon) Rue de la Chancellerie 4 numarada görülmektedir. |
Bundan da anlaşılacağı gibi, bu güne kadar yayınlanmış olan kaynaklardaki (1850’ler) tarih yanlış olduğu gibi, 432 numaralı Şark Pasajı içerisindeki dükkandaki ortaklıktan ayrılıp pasajın girişindeki 434 numaralı dükkana taşınan Lebon ailesi değildi, Charles Théophane Bourdon ve Lebon ailesi 434 numaralı dükkana 1889’da birlikte taşınmışlardı. 1896 yılına gelindiğinde de Lebon ailesi ortaklığı sonlandırmış, Charles Théophane Bourdon da sonraki yıllarda tekrar 432 numaralı pasaj içerisindeki 1.numaralı dükkana geri dönmüştü.
Tek başına kalan Bourdon’un pasaj içerisindeki 432 numaralı dükkanda işlettiği şekerlemeci de çok uzun sürmemişti. Yine Şark Yıllıkları’nda 1896’dan sonra bulabildiğimiz 13 yıl sonrasına ait 1909 tarihli Şark Yıllığı’nda Bourdon adına bu kez tekrar Şark Pasajı içerisindeki 432 numaralı dükkanda J. David ile ortak olarak işlettikleri şekerleme ve pastane dükkanında rastlıyoruz. Ancak artık Bourdon adı Bourdon (C.) olarak değil Bourdon (H.) olarak kayıt edilmiş. Burdan da 1896 yılından sonra Charles Théophane Bourdon’un vefat ettiğini Bourdon adını oğlu Jules Henri Bourdon’un (Decugis’in damadı) sürdürdüğünü çıkartabiliyoruz. Bu arada bu yıllıkta (1909) Lebon adı sadece, (voyez) bkz. Bourdon (Charles) olarak geçmekte. Bu Charles da tahminen baba Charles Bourdon değil onun diğer oğlu Charles Louis Bourdon olabilir ancak 1909 tarihli Şark Yıllığında onun adına da bir kayıt yok.
1909 tarihli Şark Yıllığında bu kez tek bir Bourdon (H.) ile J.David’in ortak olduğu ve tekrar Şark Pasajı içerisindeki 432 numaralı dükkana geri döndükleri görülmektedir. |
Daha sonraki yıllarda, 1913 Şark Yıllığında Lebon adına bir kayıt görünmezken Bourdon adına iki kayıt görülmekte. Biri isim bazlı listede, Bourdon (Ch.) (Charles Louis Bourdon olmalı) ile J. David ortak olarak yine Şark Pasajı içindeki 432 numaralı dükkanda, diğeri ise meslek bazlı listedeki Şekerlemeciler bölümünde bu kez Bourdon (H.) (ki bu da Jules Henri Bourdon olmalı) ile yine J. David ortak olarak yine Şark Pasajı içindeki 432 numaralı dükkanda görülmektedir. Bu arada isim bazlı listede dikkat çeken bir durum da Bourdon (Henri) adıyla da bir kayıt vardır ve komisyoncu olarak görünmektedir. Buradan şu sonuç çıkartılabilir, demek ki Bourdon’un oğullarından Charles Louis, J.David ile ortaklık kurarak Şark Pasajı’ndaki 432 numaralı dükkanda Şekerleme ve Pasta işine devam etmiş, ancak meslekler listesinden anladığımıza göre, eğer yıllık kayıtlarında bir hata yoksa, komisyonculuk yapan Jules Henri Bourdon da bu ortaklığa bir yerde, bir şekilde katılmış.
1913’ten sonra elde edebildiğimiz Şark Yıllıkları’nda, Bourdon (Ch.) & J. Davis Şekerlemeci ve Pastanesinin en son kaydına 1921 ve 1922 yılında ve yine Şark Pasajı 432 numarada rastlıyoruz. Ondan sonra 1930 yılına kadar olan dönemin Şark Yıllığı kaydına ulaşamadığımız için Bourdon (Ch.) & J. Davis Şekerlemeci ve Pastanesinin ne zaman kapandığı hakkında birşey söylemek şu an için mümkün değil ancak kesin olan 1930 tarihinin Şark Yıllığında artık isimlerine rastlanmıyor. Kısacası 1922-1930 yılları arasında bir gün Bourdon’ların şekerlemecilik ve pastacılık faaliyetleri sona eriyor.
1922 tarihli Şark Yıllığı’nda Bourdon (Ch.)& J. David ortaklığı yine Şark Pasajı içerisindeki 432 numaralı dükkanda devam etmekte. |
Bu arada ilginç olan, 1930 Şark Yıllığı’nda ilk kez Lebon, Beyoğlu, İstiklal Cad., 432 kaydına rastlıyoruz. Ve enteresandır ki adres yine Şark Pasajını işaret etmektedir.
1929 tarihli Şark Yıllığı’nda Şekerlemeciler bölümünde Lebon, İstiklal Caddesi 362 numarada görülmekte. |
1930 tarihli Şark Yıllığı’nda Lebon, İstiklal Caddesi 432 numarada görülmekte. (nedense 434 değil, Pasajın numarası olan 432, ayrıca bu tarihten önce kapı numaraları değişmiş, 362 olmuştu.) |
Elbette bu 1923-1929 (6yıl) yılları arasındaki, hatta 1914-1920 (6 yıl), 1910-1911 (1 yıl) ve 1897-1908 (11yıl) yılları arasındaki Şark Yıllıklarını ulaşamamış ve tarayamamış olduğumuz içindir ki Lebon’un kesin olarak ne zaman Lebon Pastanesi olarak ortaya çıktığını şu anda söyleyebilmek çok mümkün görünmüyor. Ancak, şu da bir gerçek ki kayıtlara bakıldığında, başta da söylediğim gibi, Lebon adının bu güne kadar kaynaklarda başlangıcının 1850’ler olarak belirtilmesi kesinlikle doğru bir tesbit değil.
Öte yandan, Louis Lebon’un 25 Ekim 1880’de, eşi Caroline Vallauri Musante Lebon’un 27 Kasım 1893’te, oğulları Charles “Ernest” Lebon’un 17 Mart 1908’de, diğer oğulları Edouard Lucien Charles Lebon’un ise 2 Mayıs 1911’de vefat ettiği ve ayrıca Charles “Ernest” Lebon’un hiç evlenmediği ve Edouard Lucien Charles Lebon’un ise evlendiği ama çocuğu olmadığı düşünülürse, Lebon ailesinin 2 Mayıs 1911’den sonra Lebon adıyla bir Pastane açmış ya da daha önce açtılarsa da aile olarak sürdürebilmelerinin pek mümkün olamayacağı da çok açıktır.
Tüm bu kaynaklara dayalı açıklamalardan sonra, benim kanaatim kaydını inceleme fırsatı bulamadığımız 1896-1909 yılları arasında (1896’da ortaklık bitmiş, 1909’da Bourdon tekrar Şark Pasajı No:432’de görülmüştü) bir tarihte Louis Lebon’un henüz yaşayan oğullarından Charles “Ernest” ya da Edouard Lucien Charles, Rue de Pera No:434’de Lebon adıyla bir Şekerlemeci ve Pastane açtıkları yönündedir.
1896-1909 yılları arasındaki en akla yakın tarih ise, 1905 yılında mimarımız Alexandre Vallaury tarafından, o ünlü “mevsimler” çini panolarının da yerleştirildiği ve tadilat ve dekorasyon yenilemesi yapıldığı bilgisi doğru kabul edilecek olursa, bu tarihin aslında yeni açılan Lebon Pastanesi’nin açılış tarihi olabileceğidir.
Bu tarihten sonra 1911 itibariyla Lebon aile fertlerinden hiç sağ kimse kalmadığına göre, Lebon adının aile dışından birilerine devredilmeden önce bir süre daha devam etmiş olması, dekorasyon işinin de başında olan (dayı) mimar Alexandre Vallaury’nin belki gizli bir ortak olduğunu ya da yine aile geleneği şekerlemecilik olan Vallauri ailesinden herhangi bir Vallauri’nin işi sürdürdüğünü akıla getirmektedir.
“Chez Lebon, tout et bon” Lebon’da her şey güzeldir, Louis Lebon’un şiarı olmuş, bu geleneği titizlikle sürdürmüş ve İstanbul’un elit tabakasına yıllarca hizmet vermeye devam etmişti.
Café Lebon o kadar ünlenmişti ki, Orient Express ile Avrupa’dan İstanbul’a gelen yabancı misafirler önce Café Lebon’a uğrar pasta yerlerdi.
1929 tarihli Şark Yıllığı’nda Pastaneler bölümünde Maison Lebon, İstiklal Caddesi 362 numarada,N. Litopoulos adına kayıtlı. |
Birçok kaynak Lebon Pastanesi’nin 1938 yılında çalışanlarından Rum (Konstantin) Kosti Litopoulus’a devredilmiş olduğundan bahsederse de, 1929 Şark Yıllakları kayıtlarının pastaneler bölümünde “Maison Lebon” N. Litopoulos adıyla kayıtlı görülmektedir. Lebon’un devrinin 1938 yılında değil ondan çok daha önce 1929 veya daha da öncesinde yapıldığı bu kaynaktan da anlaşılmaktadır. Ancak Kayıtlarda N. Litopoulos görünmesi yine kaynaklarda geçen Kosti Litopoulos adının da doğruluğunu şüpheli hale getirmektedir. Ancak devrin “Litopoulos” ailesine yapıldığı kesindir. “Litopoulos” döneminde de Café Lebon hem pastane hem de az çeşitli de olsa seçkin bir lokanta olarak eski düzeni sürdürmeye devam etmişti.
1940 yılında Café Lebon yerini değiştirmiş, caddenin çapraz karşı köşesine, Kumbaracı (aslında Humbaracı) yokuşunun başına, bir zamanlar yerinde Kaisserlian Apartmanının olduğu ve 1926 ’da inşaa edilen Karagözoğlu Apartmanı’nın (No: 459) altındaki Litopoulus ailesine ait 461 numaralı köşe dükkana taşınmıştı. Karagözoğlu Apartmanı, İtalyan kökenli bir ailenin İstanbul’da doğan oğlu olan ve Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Ankara’nın Başkent olarak imarında önemli katkıları olmuş mimar Giulio Mongeri (1873-1951) ve Antoine N. Perpignani’nin ortak çalışması olarak inşaa edilmişti. Bu taşınmayla birlikte Pastane artık Kosti Litopoulos’un damadı (Nikoli) Niko Yannas tarafından işletilmeye başlanmıştı. Nikoli Yannas’ın Café Lebon’un yanısıra Beyoğlu’nda başka pastanelerde de ortaklığı vardı. Bunlardan birisi de İstiklal Caddesi’nde Fransız Konsolosluğu’nun karşı sırasında 19-21 numaralı mekanda 1930-68 yılları arasında faaliyet gösteren “Şehir Pastanesi” idi. Nikoli Yannas’nın ortakları ise Edip Bey ile Elpida ve Yanni Tsuli çifti idi. Eski canlılığını yitirmiş olsa da bu şekilde hayatını sürdüren Lebon Pastanesi, 6 Mart 1956’da damat Nikoli Yannas’in, çok geçmeden de, Temmuz 1956’da Konstantin Litopoulos’un vefatı ertesinde kapanmıştı.
1937 tarihli bu faturada Şekerci Lebon (Maison Lebon) olarak ve Beyoğlu, İstiklal Caddesi, 362 adresinde görülmekte. |
Şimdi Lebon’un tarihine bir ara verip, Lebon’un ve içinde yer aldığı Passage Oriental’in yakın çevresini, Tünel’den Galatasaray Meydanı’na kadar olan bu bölümünde Rue de Pera’yı ve onun bahsi geçen tarihler arasındaki gelişimini 1905 Charles Edward Goad, 1932 Jacques Pervititch ve 1950 Suat Nirven haritaları yardımıyla tanıyalım.
Lebon Pastanesi de, Charles Edward Goad’ın da 1905 tarihli haritasında bir yuvarlak nokta koyarak işaret ettiği bir bölgede, “Stravdromi”ye çok yakın bir konumdaki Passage Oriental’deydi.
STRAVDROMİ
Yunanca’da kavşak anlamına gelen bir deyimdir.
Aynı zamanda Stravdromi (Crossroads-Kavşak), Konstantinopolis’in Türkler tarafından fethinden sonraki ilk yüzyıllarda Beyoğlu’nda kalan, az sayıdaki Ortodoks Hristiyanların 19. yüzyılda kurduğu Rum Ortodoks cemaatinin de adıydı. Hatta Rum Ortodoks kadınların 1861 yılında kurdukları derneğin adı da, Stravdromi’nin Hayırsever Kadınları idi.
19. yüzyıldan önce Stavrodromi ve Beyoğlu iki ayrı mahalleydi. Galata Kulesi ile Rus elçiliğinin yanısıra diğer yabancı elçiliklerin de yer aldığı, bu yoğun nüfuslu bölgedeki kavşağı ve onun etrafındaki araziyi de içine alan bölgeleri kapsıyordu. 18. yüzyıla kadar Stavrodromi adı, Tophane ve Kasımpaşa ilçelerini birleştiren “dar ve uzun bir yol şeridi” denilen Humbaracı ve Asmalı Mescid hattı ile “düz ve uzun yol” diye adlandırılan Grand Rue de Pera’nın kesiştiği kavşağı kastetmekteydi. Bu kavşak daha sonraları kuzeye, Taksim yönüne kaymıştı.
Her nekadar tabelasında Kumbaracı Sokak yazsa da Stavrodromi’yi (Kavşak) Tophane Rıhtımına bağlayan bu sokağın asıl adı Humbaracı Yokuşudur ve adını Humbaracı Ahmet Paşa’dan (1675-1747) alır. Humbaracı Ahmet Paşa aslında bir Fransız askerdir. İspanya topraklarının İspanya Kralı II. Carlos’un veliaht bırakmadan vefatı üzerine Avrupa ülkeleri tarafından paylaşılması savaşı sırasında İspanya’nın yanında yer alan Fransa’nın subayı olarak ünlenmiş, ancak XIV. Louis ile arası bozulunca Avusturya’ya sığınıp Fransa’ya ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Prens Eugen’in ordusunda yer almıştı. Daha sonra da Prens Eugen ile arası bozulunca, bu kez Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmıştı. Sadrazam Topal Osman Paşa onu Humbaracı Ocağı’nı düzene sokmakla görevlendirmiş ve (Comte de Bonneval) Kont Bonneval Claude Alexandre olan adı Humbaracı Ahmet Paşa olarak değiştirilmişti. İkametgahı yokuş civarında olduğu için yokuşa Humbaracı Yokuşu adı verilmişti.
Humbara; Demirden ya da tunçtan, yuvarlak ve içi boş biçimde dökülüp içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topuyla ya da el ile atılan bir tür bombaya verilen addır.
Stravdromi’den
Galatasaray Meydanı’na doğru...
Aşağıdaki fotoğrafın çekildiği açıyı ve Stravdromi’nin yakın çevresini gösteren 1905 tarihli Charles Edward Goad haritası |
Galatasaray Meydanı’ndan
Stravdromi’ye doğru...
Bu fotoğraf 1906 yılında yıkılan Fransız Tiyatrosu Concordia’nın yerine 23 Ağustos 1906’da temeli atılıp, ancak 15 Şubat 1912’de açılışı yapılan Fransisken St. Antoine Kilisesi’nin önünden çekilmiştir. Fotoğrafın ilerisinde yola çıkıntı yapmış olarak görünen yüksek duvarlı yapı daha önce yukarıda bahsedilen Karagueuzian (Karagözyan) Hanı’dır.
Yukarıdaki fotoğrafın ters yönüne, Fransisken St. Antoine Kilisesi’nden Galatasaray istikametine bir bakış, |
1905 tarihli Charles Edward Goad haritasında Concordia Theatre ve karşısında Theatre Cristal
Concordia Tiyatrosu önceleri Rum asıllı Andréa Xenatos’a aitti, daha sonra A. Livada ile ortak olmuştu. Daha da sonra sadece A. Livada işletmişti Concordia’yı. Yazlık ve kışlık olmak üzere iki ayrı yapıdan müteşekkildi. Kışlık Salon caddedeydi, arkasındaki Concordia bahçelerinde de yazlık tiyatrosu bulunuyordu. Başlarda bir eğlence mekanıyken (café chantant), 1872’de Tiyatroya dönüştürülmüştü. 1874’te yanmış ve tekrar yapılmıştı. 1886’da tiyatronun sahibi Andréa Xenatos tiyatroyu tekrar bir Kafe-Konser (café chantant) salonuna dönüştürmüştü. Concordia’nın hemen karşısında da Cristal Tiyatrosu bulunuyordu. Daha sonraları hem Concordia hem de Cristal yasadışı bir şekilde kumarhane işletmeye başlamışlardı. Bu durum polis tarafından biliniyor ve izleniyor olmasına rağmen, yabancı sahiplerinin kapütülasyonlar ile elde ettikleri avantajlar nedeniyle dokunulamıyor ve kapatılamıyordu.Eski Beyoğlu zamanının eğlence kültürü söz konusu olunca Concordia Türk Romanına’da malzeme olmuştu haliyle bolca. Mesela Ahmet Midhat “Felatun Bey’le Rakım Efendi” romanında şöyle aktarır Concordia’yı okuyucuya;
“Malum a tasmim eylediği haşarılığı tiyatroda edecek olanlar ya kulislere başvururlar ya fuayelere. Aradığım adamı orada bulmak için evvela fuayeye gidip zevat- ı mevcudeyi gözden geçirdim. Oyuncu kızlar büfeciyi memnun etmek için konyakların en pahalısından, şampanyaların en âlâsına kadar her türlü içkilerle kendilerine ikram ettirdikleri avanak müşterilerin kesesini boşalttırıyorlar. Hele bir tarafta da kumar oynanıyor ki mâzallah. Bereket versin ki Re’fet’i burada bulamadım. Zira burası sefahat âleminin en bataklık bir berzahıdır.”
Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu” romanının Beyoğlu alemlerinde boy gösteren hovarda Behlül’üne Nihal’in piyanoda çaldığı parçaları dinlerken özlem duyarak şunu andırır;
Bir de Concordia denince akla gelen “Margarethe Fehim Paşa” hikayesi vardır ki,
merak edenler onu da Reşad Ekrem Koçu’dan okusun...
Yukarıdaki fotoğrafın çekildiği açıyı ve Galatasaray Meydanı’ndan Stravdromi’ye doğru bakışta manzarayı ve yakın çevreyi gösteren 1905 tarihli Charles Edward Goad haritası |
1905 tarihli Charles Edward Goad haritasında, Hollanda Elçiliği’nin yanında,
eski Fransisken Aziz Antoine Kilisesi ve Karagueuzian (Karagözyan) Han.
1932 tarihli Pervitich haritasında Hollanda Elçiliği,
yanındaki eski Fransisken Aziz Antoine Kilisesi yıkılmış olarak işaretlenmiş.
1950 yılında Suat Nirven tarafından çizilmiş bu haritada daha önce de belirttiğim gibi yıkılan Karagueuzian Hanı’nın yerine Türhol Apartmanı’nın işlendiğini, 1932 tarihli bir önceki Jacques Pervititch haritasında boş olarak görülen yıkılan eski Fransisken Aziz Antoine Kilisesi’nin yerine de caddeye cepheli Mayer Mağazasının, bir aralık bırakılarak arkasına inşaa edilmiş olan yapıya da İstanbul Belediyesi Sular İdaresi ibarelerinin işlendiğini görebiliyoruz.
1905 tarihli Goad haritasında kilisenin tam karşısında yer alan Mayer’in (aslında A. Mayer Cie.) rakibi Carlmann’ın 1950 Suat Nirven haritasında olmadığını ve Sümer Han olarak, Carlmann’ın yanındaki Azarian Apartmanlarının da Selamet Han olarak işlendiğini de görebiliyoruz.
A. Mayer & Cie.’nin
1908-1917 yılları arasında çeşitli tarihlerde yayınlanan
“Osmanischen Lloyd” Osmanlı Lloyd’u gazetesinde çıkan reklamı
Paskalya 1917
Her gün savaşa rağmen
HABER
Erkek gardırop, bayan konfeksiyon
Giyim eşyası ve ayakkabı
Büyük Mağazası MAYER
“Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa kokusu büyük mağazalardan yükselir. Galata’dan Pera’ya uzanan bir hatta Orozdibak, Tiring, Luvr, Karlman, Stein, Brod, Mayer gibi mağazalar vitrinlerinde meraklılarına Avrupa başkentlerinin modellerini sunarlar. Şimdilerde Beyoğlu Kitabevi’nin bulunduğu binanın yerinde olan Mayer Mağazası’nın alt, giriş katı erkek giyim eşyalarına (iç çamaşırdan ayakabıya dek), üst katı ise kadın reyonlarına ayrılmıştı. Üst kattaki geniş, üç köşeli vitrininde sürekli olarak en son kreasyonlar sergilenirdi.”
diye anlatıyor “Pazar Yazıları” başlığıyla Gökhan Akçura blogunda.
1867 yılında İstanbul’da açılan ve 1960’lı yılların sonuna kadar faaliyetini sürdüren Mayer Mağazaları, bir dönemin özellikle ünlü erkek hazır giyim markası olarak İstanbul’luların hafızalarında yer etmiş bir büyük mağazadır. İlk olarak 18. yüzyılda Viyana’da Viyana’lı Mayer ailesi tarafından bu Büyük Mağazacılık olarak anılan çok katlı ve geniş alanlı, her tür giyim eşyasının satıldığı mağazalar zinciri 1867’de İstanbul’da da faaliyet göstermeye başlamıştı. Mağazanın son sahibi Viyana’da tahsil yapmış, birçok dil bilen bir Felsefe doktoru olan Georg Mayer, 20’li yıllarda İstanbul’a gelip yerleşerek, dedesinin kurduğu şirketi yaşatmaya çalışmıştı. 70’li yıllara kadar İstanbul’da yaşayan ve sonra Viyana’ya dönerek vefat eden Georg Mayer, Önsözünü, notlarını ve yayına hazırlanmasını Rıfat N. Bali’nin yaptığı, Yusuf Öztel’in Türkçeye çevirdiği “Türk Çarşısı: Şark’ta Ticaretin Püf Noktaları” (Kitabevi Yayınları, 2017) adlı kitapta bir yabancı olarak, gümrük memurları, müşterileri ve İstanbul’da tanıştığı diğer İstanbul’lular ile yaşadığı ve ona çok şaşırtıcı gelen insan ilişkilerini, tanıştığı renkli simaları ve yaşadığı tuhaf durumları anlatmıştı bu kitabında.
Selçuk Akşin Somel ise “Almanlar Dersaadet’te: 1870-1918 devresi İstanbul’unda Almanlarla Osmanlıların kültürel ve toplumsal buluşma deneyimi” kitabında şöyle anlatmıştı Mayer’i;
“... ‘Tiring’ mağazası Karaköy tarafında idi ve Nazır, Paşa, Damad, Bendegân gibi Abdülhamid rejiminde el üstünde tutulan kişilerin sıkça ziyaret edip gardroplarını yeniledikleri bir müesseseydi. Daha sonra Beyoğlu’nda bir şube açmıştı. Daha bir orta seviyeli alım gücüne sahip kesime hitap eden başlıca mağazalardan birisi Maier elbise mağazası idi. ‘Mayer’ mağazası Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi sırasında bulunuyordu.”
Mağazanın İstiklal Caddesi üzerindeki eski Fransisken Aziz Antuan kilisesi’nin yerine yapılan binadan önceki mağazası Tünel Meydanı’nda Galip Dede Caddesi girişindeydi.
1885 tarihli Şark Yıllığı’nda Mayer (A.) et Cie. Tünel Meydanı Sarafoglou Apartmanında. |
Bu fotoğraf az önceki fotoğraftan biraz daha ilerisinde çekilmiştir ve bu fotoğrafta, Karagueuzian (Karagözyan) Hanı ve hemen yanında eski Fransisken Aziz Antoine Kilisesi yıkılmadan öncesini daha yakından görmekteyiz. Fotoğrafta da görüldüğü gibi bir tramvay hattı sağda devam etmekte soldaki hat binanın önünde kalmaktadır. O hat üzerinde bir tramvay Galatasaray yönüne doğru harekete hazır haldedir ve üzerinde (CHICHLI) Şişli yazmaktadır. 1907 yılı sonrası olduğunu bildiğimiz bu fotoğraf Tünel-Galatasaray arasında bir hattın açılmış olduğunu, onun yanında Karagueuzian (Karagözyan) Hanın önünden başlayan ikinci bir hattın da buradan kalkış yapıp İstiklal Caddesi boyunca devam ederek Şişli’ye gittiği anlaşılmaktadır. |
Phebus* Fotoğraf Stüdyosunun kart arkası.
Pygmalion Alışveriş Merkezi’nin üzerinde olduğu sırada adresi, Grand rue de Pera 359,
*Phoebus: Yunan Mitolojisi’nde Zeus'un güzel saçlı Leto'dan olan oğlu ve Artemis'in ikiz kardeşi Apollon’dur. Yunan mitolojsindeki en önemli tanrılardan biridir. Kıta Yunanistan'a özgü bir tanrı olarak kabul edilirken, yapılan araştırmalar Apollon'un artık Anadolu kökenli bir tanrı olduğunu ortaya koymuştur. Apollon kelimesi de Yunanca değildir. Azra Erhat, Apollon'un asıl doğum yerinin Anadolu kıyıları yani Lykia ve özellikle doğduğu kentin Patara olduğunu belirtmektedir.
Ermeni asıllı Fotoğrafçı Phebus (Febüs) Efendi.
Bogos Tarkulyan (Paul Tarkoul)
Doğum tarihi bilinmemektedir, Kumkapı’lı Haçik adlı bir balıkçının oğludur. Çıraklığını Karakaşyan Biraderler’in stüdyolarında yapmış, kendisi 12 Eylül 1895 tarihli Malumat Gazetesinde fotoğrafçılığı Abdullah Biraderler’den öğrendiğini ifade etmişti. Kendi Stüdyosu Phebus’u 1890 yılında açmış ve adı Febüs Efendi olarak anılmaya başlanmıştır. Uzun yıllar resim dersleri de alan Bogos Tarkulyan şehrin tanınmış ressamları arasındaydı ve çektiği fotoğrafları pastel renklere boyama konusunda büyük ustalık kazanmıştı. Özellikle portre resimleri konusunda başarılı çalışmalar ortaya koymuştu. O yıllarda Fransa’dan getirdiği 70-80 cm. yüksekliğinde alçılı kartondan yapılmış bir oyuncak at oyuncak atı kullanarak çocukların fotoğraflarını çekmiş ve ün kazanmıştı. Sultan Abdülhamid’in “Saray Fotoğrafçısı” ünvanını almış, 23 yıl onun fotoğrafçılığını yapmıştı. Sultan Abdülhamid’in ABD Kongre Kütüphanesi’ne göndermiş olduğu 51 fotoğraf albümü içerisinde Bogos tarkulyan fotoğrafları da yer almıştı. Cumhuriyet döneminde de çalışmalarına devam eden Bogos Tarkulyan bir dönem Mustafa kemal Atatürk’ün de fotoğraflarını çekmiştir. 5 Aralık 1927 tarihinde basımı yapılan 50,100, 500 ve 1000 liralık banknotlarda kullanılan Atatürk portreleri onun fotoğrafları üzerinden çalışılmıştı. 1930’ların ortalarına kadar çalışmalarını sürdürmüş, 1940 yılında vefat etmişti.
Bogos Tarkulyan, 1936 yılında yaptığı bir röportajda, Sultan Abdülhamid’in ilk fotoğrafını nasıl çektiğini şöyle anlatmıştı;
“23 senede ancak bir defa onun fotoğrafını çekmek için davet edildim. O da bir mecburiyet tahtında oldu. Kendi resmiyle süslü bir nişan hediye etmesi lazım geliyordu. İşte bu nişana konmak üzere bir resim çektik. O gün Yıldız Sarayı’na gittim. Kütüphanesinin yanındaki büyük salonda makinemi kurdum. Biraz sonra hünkâr içeri girdi. Şöyle bir etrafına bakındı sonra bana hitap etti. ‘Febüs Efendi, nasıl münasip görüyorsanız öylece hazırlanın, ben şimdi geliyorum.’ Çıktı, beş dakika sonra tekrar geldi. Hazırladığım koltuğa oturdu ‘Çekerken haber veriniz’ dedi.”
5 Aralık 1927 tarihinde basımı yapılan 1. Emisyon 1000 TL.
Banknotun üzerindeki Atatürk Portresi gravürünün kalıbı,
Ermeni asıllı fotoğrafçı Bogos Tarkulyan tarafından çekilen bir Atatürk portresinden
faydalanılarak hazırlanmıştı.
Ermeni asıllı fotoğrafçı Bogos Tarkulyan tarafından çekilen bir Atatürk portresinden
faydalanılarak hazırlanmıştı.
Bu ve alttaki iki fotoğraf tramvay ve otomobillerin artık Grand Rue de Pera’da görülüyor olmasından anlaşılacağı gibi daha yakın tarihli olmalıdır. Ancak bu arada ikinci fotoğrafta Rus elçiliğinin bitişiğindeki 439 numaralı, Antoine O. Hadjibiar’a ait Hadjibiar Apartmanının (şu an yıkılmış ve yerinde süratle betonarme bir inşaat yükselmekte) yan duvarında daha önceki fotoğraflarda net bir şekilde görülebilen Sebah & Joaillier yazısı ya silik ya da tamamen kalkmış olarak ya da üzeri boyanmış görünmemektedir. Bu nedenle bu fotoğraflar Stüdyonun 1908’de Agop İskender ve Perpinyani’ye devredilmesinden sonrasına ait olabilir.
Sebah & Joaillier
1857’de Beyoğlu Postacılar Caddesi’nde “El Chark Societe Photograhic” adlı bir stüdyo açan levanten kökenli Pascal Sébah, 1860 yılında fotoğraf tekniğini iyi bilen ve bu alanda Paris’te çalışmalar yapmış Fransız fotoğrafçı Antoine Laroche ile birlikte çalışmalarını sürdürmek üzere Rus Elçiliği’nin bitişiğinde Grand Rue de Pera 439’da bir stüdyo açmıştı. Pascal Sébah, Antoine Laroche’la çalışmalarına 1873’e kadar devam edmişti. Kent manzaralarının yanı sıra portrelerdeki başarısıyla da dikkat çeken Pascal Sébah’ın 1869’da Osman Hamdi Bey’le tanışması ilginç bir işbirliğine zemin hazırlamış, ondan sonra Osman Hamdi Bey'in eserlerinde kullanması için pek çok fotoğraf çekmişti. Pascal Sébah, 1873 yılında Viyana’da açılan Osmanlı sergisine gönderilen giysilerin büyük boyutlu fotoğraflarından oluşan bir albüm hazırlamış, panoramalar, “stereoscope”lar, manzaralar, günlük yaşamdan kesitleri fotoğraflayarak çalışmalarına devam etmişti. Pascal Sébah’ın 1883’te geçirdiği beyin kanaması sonucu felç olması üzerine kardeşi stüdyonun yöntemini devralmış, 1885’te Polycarpe Joaillier ile kurulan ortaklık sonucunda, “Sébah & Joaillier” adıyla Ortadoğu’nun en tanınan fotoğraf stüdyolarından biri ortaya çıkmıştı. XX. yüzyıl başlarında Joaillier ortaklıktan ayrılmış, 1908’de stüdyo Agop İskender ve Perpinyani’ye devredilmiş, Cumhuriyet’le birlikte el değiştiren ve Foto Sabah adını alan stüdyo 1950’lere kadar yaşamaya devam etmişti.
1896 tarihli Şark Yıllığı’nda Sébah & Joaillier ve Phebus reklamları yanyana |
1885 tarihli Şark Yıllığı’nda Sébah (Pascal) Grand Rue de Pera, 439’da. |
Daha önce de yukarıda paylaştığım ancak daha açık renkli ve detayları daha belli olduğu için yinelediğim bu fotoğrafta bu kez başka detaylar dikkati çekmekte.
Solda yine Passage Oriental ve Lebon sağda bugün yerinde Richmond Oteli’nin [1932 Jacques Pervititch haritalarında Rus elçiliğinin hemen sağ yanındaki bina Ahmet Ali Bey Hanı (1905 Charles Edward Goad haritasında İbrahim Pasha Hanı), yanında Otto Keil tabelasının okunduğu bina bir Pasajın (1905 Charles Edward Goad haritasında Hotel de Resih) ve pasajın arkasındaki bahçede Brasserie olarak işaretlenmiş bir bira fabrikası gösterilmektedir. Richmond Oteli bu iki binanın birleştirilmesi ile Ahmet Ali Bey Hanı restore edilerek, yanındaki pasaj da betonarme olarak yeniden inşaa edilerek oluşturulmuştur.] yer aldığı, Deutsches Haus Hotel Paulick, altında Uluslararası Otto Keil kitapçısı, ilerde yine sağda Rus Elçiliği
ve yanındaki binanın duvarında Photographie Sébah & Joaillier.
OTTO KEIL Şirket tanıtım kartı
Uluslararası Kitapçı
OTTO KEIL
Grand Rue Pera No:457
Passage Oriental’in (Doğu Pasajı) karşısında
İSTANBUL
“Fournisseur du Sultan”, Sultan’ın tedarikçisi ünvanına sahip ( Saray kitapçısı) olarak tanınan Otto Keil “Kayl” Pera'nın önde gelen kitapçı ve yayıncılarından biriydi ve yüksek düzey Osmanlı bürokratlarının uğrağı niteliğindeydi. Aynı zamanda da kartpostal editörlüğü de yapıyor, albümler hazırlıyordu. Otto Keil, Sultan Abdülhamit zamanında Osmanlı Sarayı’na kitap satıyordu. Otto Keil ve Otto Keil Uluslararası kitapçısının kurucu ortaklarından biri olan Alman ya da Avusturya asıllı Adolph Plathner 1920'lerde Librairie de Péra’yı kurmuşlardı. Çeşitli Almanca kitapların ithalat ve satışı yanında bazı İstanbul rehberleri ve dil kitapları da yayınlamış olan Plathner, daha sonra dükkanını Yorgo Patriarkias'a devretmiş. 1940'a kadar Librairie de Péra'nın işletmesini sürdüren Patriarchias bu tarihte dükkanı Miltiadis Nomidis'e devretmiş. Eserlerinde Misn. kısaltma adını kullanan Nomidis, dünyaca ünlü bir Bizans tarihçisiydi. Nomidis ölünce dükkanı oğlu Constantin ve O'nun da ölümünden sonra kızı Talya idare etmeye başlamış daha sonra 1984 yılında dükkanının gedikli müşteri ve müdavimlerinden Uğur Güracar'a satılmıştı. Bugün marka hakları sahibi olan Gözlem Yayıncılık Ltd. şirketi tarafından işletilen Librairie de Péra, Tünel Galip Dede Caddesinde 8 kapı numarası taşıyan dükkanında nadir ve değerli kitapların perakende satışını yapmaktadır.
Daha önce de bahsettiğim gibi Café Lebon 1905’te veya az bir süre sonrasında bir onarım geçirmiş, yenilenmiş (ya da o dükkanda yeni açıldığı için ilk kez dekore edilmiş) ve günümüzde dahi mevcut olan L’Automne (Sonbahar) ve Le Printemps (İlkbahar) isimli büyük boyutlu iki Art Nouveau çini pano dükkanın sol duvarına monte edilmişlerdi. Café Lebon’da bu sırada yapılan bu dekorasyon değişikliği, mimar Alexandre Vallaury tarafından yapılmıştı.
Önceleri Lebon daha sonra da Markiz isimleriyle İstanbul’lulara yıllarca hizmet etmiş mekanın 1905’lerde yapılmış ünlü Art Nouveau çini panoları.
İstiklal Caddesi, Asmalı Mescit ve Humbaracı Yokuşu’nun (Kumbaracı) kesiştiği bu nokta Stravdromi (kavşak), Beyoğlu’nun Sefaretler Bölgesi denilen bu bölgeyi, limana, saraya, yazları boğaza, dolayısıyla denize bağlayan beş bağlantı yolundan (bunlardan Yüksek kaldırım yaya yoludur) en önemlisidir, zira 18-19 yüzyıl boyunca Galata rıhtımı öncesinde yolcu taşımacılığında önemli bir yeri olan Tophane rıhtımı Humbaracı yokuşunun alt ucundadır.
1932 tarihli Jacques Pervititch haritasında İsveç Elçiliği, Hidivyal Palas, Kumbaracı Yokuşu ve sokağın karşı köşesinde Karagözoğlu Apartmanı
1932 tarihli Jacques Pervititch haritasında Caddenin alt tarafında köşede Hidivyal Palas (1291 parsel), arada Kumbaracı Yokuşu, sokağın sağ köşesinde Karagözoğlu Apartmanı (No:459) ve alt köşe dükkanda No: 461’de yeni yerindeki Lebon, Caddenin karşı sırasında 1468 parselde ise Markiz açılacaktı.
Karaköy’de 1772’de inşaa edilen ve halen ayakta olan Sen Piyer Hanı 1890’da Osmanlı Bankası’nın taşınmasından sonraki yıllar boyunca İstanbul’da çalışan birçok mimara ev sahipliği yapmış 23 tane mimarlık ofisi açılmıştı. Burada 1894 yılında ilk büro açan mimar Antoine N. Perpignani’ydi. Handa 1905 yılında Marco G. Langas ile birlikte Giulio Mongeri, 1920’den 1921'e kadar da Alexandre Vallaury birer ofis açmıştı.
1920’de bir dönem ikisi de aynı zamanda eğitmen olan Mongeri ile Vallaury birlikte çalışmışlardı. 1904’te kurulan Giulio Mongeri ve Mühendis Edouard De Nari ortaklığına, 1909’a kadar da Marko G. Langas ve Antoine N. Perpignani’nin de katılımıyla geniş bir ortaklık kurulmuştu.
Soldaki Karagözoğlu Apartmanı altındaki kapalı dükkan eski Lebon,
Sağda Hidivyal Palas’ın altında yeni Burç Lebon.
Altta aynı köşenin günümüzdeki durumu.
İstanbul’daki köşe parsel çözümlerinin etkileyici bir mimari örneği olan
Karagözoğlu Apartmanı’nın köşesinde
G. Mongeri ve A. Perpignani imzaları.
Osmanlı İstanbul’unun ilk oteli olarak inşa edilmiş, ancak 1897’de
yıkılmış olan Hotel d’Angleterre’nin yerine, 1900’lerin başında
inşaa edilen Hidivyal Palas (No: 463-465-467) da
Humbaracı Yokuşu’nun diğer köşesindeydi.
yıkılmış olan Hotel d’Angleterre’nin yerine, 1900’lerin başında
inşaa edilen Hidivyal Palas (No: 463-465-467) da
Humbaracı Yokuşu’nun diğer köşesindeydi.
Khédivial Palace Hotel’in reklamı.
Grand Rue de Pera ile Humbaracı Yokuşu-Asmalı Mescid hattının kesiştiği kavşakta (Stavrodromi) solda Lebon’un köşesindeki dükkana taşındığı Karagözoğlu Apartmanı
ve sağda Hidivyal Palas.
ve sağda Hidivyal Palas.
Bir kitap illüstrasyonunda sokağın köşesinde Hotel d’Angleterre tabelası ve
Otelden çıkıp tahtırevan’a binen yabancı misafirler.
Otelden çıkıp tahtırevan’a binen yabancı misafirler.
Sokağın köşesindeki Hotel d’Angleterre tabelası ve Otelin antetli zarfı.
Gerçeğini çok yansıtmıyor olsa da, Khédivial Palace Hotel’in (Hidivyal Palas) reklam illüstrasyonu, Grand Rue de Pera No:463
Bir zamanlar Hidivyal Palas
Günümüzün Hidivyal Palas’ı
. . . . . .
L E B O N
Alexandre Vallauri,
ve
MARKİZ
Avadis Ohanyan Çakır
Café Lebon’dan boşalan yeri 1942 yılında
Çelik Gülersoy’un deyişiyle,
“şöyle Pariz işi enfes bir maison” arzusuyla yanıp tutuşan,
Merzifon’lu (Marzuvan) bir muhasebeci olan Avadis Ohanyan Çakır devralmış ve ünlü Markiz Pastanesini açmıştı. Avedis Efendi, pastanesine Lord anlamına gelen “Marquise” Markiz adını verirken, o sıralarda Paris’in ünlü bir çikolata markasından, “Marquise de Sévigné”den esinlenmişti.
Merzifon’lu (Marzuvan) bir muhasebeci olan Avadis Ohanyan Çakır devralmış ve ünlü Markiz Pastanesini açmıştı. Avedis Efendi, pastanesine Lord anlamına gelen “Marquise” Markiz adını verirken, o sıralarda Paris’in ünlü bir çikolata markasından, “Marquise de Sévigné”den esinlenmişti.
Lebon ve Markiz uzun yıllar karşı karşıya centilmence ve ciddi bir rekabet içerisinde İstanbul’lulara hizmet etmeye devam etmişlerdi.
Her ikisi de özellikle edebiyatçıların çalışma odaları, bir edebiyat mahfili gibiydi. Markiz’in hemen karşısındaki Lebon’un müşterileri de hemen hemen aynı kişilerdi. Mekan değiştirmenin ana nedenlerinden biri, aralarında geçen sert edebiyat tartışmaları yüzünden birbirlerine küsmeleriydi. Barışana kadar, küs edebiyatçılardan biri Markiz’de diğeri karşısındaki Lebon’da otururdu. Lebon Pastanesinin müdavimlerinden Halit Ziya Uşaklıgil romanlarında Lebon’a yer verir. “Aşk-ı Memnu”da Ziyagil yalısının mürebbiyesi Matmazel (mademoiselle) de Courton, Nihal ve Bülent’i ara sıra Beyoğlu’na indirir, onlarla mağaza mağaza dolaşır ve sonunda alışveriş yaparak eğlenen çocuklarla şekerlemeci Lebon olarak bilinen pastaneye de uğrar. “Nesl-i Ahir” romanında ise yazar;
Ziyaret edecekleri evlerin çocukları için Lebon pastanesinden paketlerce bisküvi, çikolata ve fondon alan Azra ile babasının Lebon’un önünde dolaşan zabıtalardan çekindikleri için pastanede oturmaya cesaret edemeyerek ayaküstü atıştırmak zorunda kalmalarını anlatır. Bu da istibdat döneminde kadın ve erkeğin kamusal alanlarda yaşadığı kısıtlamaları göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir.
Harbiye’de Notre Dame de Sion Lisesi’ne gittiği dönemdi ve ailesiyle Beyoğlu’nda Lebon Pastanesi’nin üzerinde Karagözoğlu Apartmanı’nda oturuyorlardı. O sıralarda okul çıkışlarında zaman zaman Beyoğlu’nu baştan uca yürüyerek evlerine gider ve bunu “muazzam bir şeydi” diye nitelerdi lise öğrencisi Ayla Kasman (Algan).
10 Aralık 2014’te Edebiyat ve Sanat Dergisi KARABATAK’ta
“Batı tükendi, ben ne yapayım ki!..”
başlığıyla yayınlanan bir röportajında;
“... Şairler geliyordu her hafta,
annemde (Nevzat Kasman) toplanıyorlardı.
Kimler vardı, şairlerden?
O devredeki şairlerin hepsi vardı, Orhan Veli vardı. Bir tane kekeme şair vardı, ‘gügüneşibibile kendi pepencerelerini’ diyordu, çok komikti o...
Sonra karanfilli bir yazar vardı, gazeteci, şişman....
Beyoğlu’nda bunlar gezerlerdi,
ya Lebon’da ya Markiz’de otururlardı...
Şimdi annemin de Lebon Pastanesi’nin üstünde resim atölyesi vardı.
Aşağıda buluşurlar, pastalar yenir. Çoğu zaman yer giderlerdi, hesabı ödemeden... Çoğu beş kuruşsuz şair...
Bir gün annem telefon numarası sanmış hesabı, düşün...
Açıyor birine, mösyö Yorgo diye biri çıkıyor...
Ama seviyordu. Bizim ev böyleydi. Börekler açılır, gönderilir, yenir, kalabalık bir evdi...”
diye anlatmıştı, kendine özgü o naif, sıcak ve samimi diliyle
Lebon’u, Markiz’i ve müdavimlerini...
Uzun yıllar Paris’te yaşayan Attila İlhan yurda döndükten sonra Beyoğlu pastanelerini mesken tutmuştu. Avrupa görmüştü, takma ad olarak kendine “kaptan”ı layık görmüştü ve “Abbas Yolcu” ile gezi yazılarında olduğu gibi, sık sık alıp başını gitmeye hevesli bir gezgindi. İşte bu yüzdendir ki her zamanki nüktedanlığıyla Can Yücel, gezgin Attila İlhan için şöyle demişti;
“Büyük seyyah tabii;
üç kıtayı karış karış gezmiş.
Baylan, Markiz, Lebon kıtalarını...”
Attila İlhan Baylan’ın müdavimlerindendi aslında, pek Markiz’e ya da Lebon’a takılmazdı, sevmezdi de sanki. Bunu “Dersaadet’te Sabah Ezanları” romanında hicveden, hatta biraz da sanki aşağılayan diliyle biraz açık etmişti de;
Baylan’ı hariç tutarak,
“….Lebon, Markiz, Mulatier, Petrograd, vs. (…..) Şapkaları tüllü, bakışları baygın, sıvama boyalı tatlısu frengi madamlar; Tepeden tırnağa poz, Fransız subaylarıyla ağız ağıza. Kıvamlı, karma bir koku, sanki görünmez bir duman, sinsi sinsi, masadan masaya dolaşıyor: Filtreli kahve, siyah tütün, hafifçe terlemiş parfümlü kadın kokusu. Amerikan Koleji ‘mezunu’ birkaç hanım, bir İngiliz subayını aralarına almış; Dazlak kafası, inanılmayacak bir düzenle taradığı iki üç tel saçla örtülü, suratı ablak, kaşı gözü burnu ağzı eriyip, aşağıya doğru akmakta iken donakalmışa benzer, yaşlıca bir miralay bu; Utangaç, gülümsüyor.”
diye yazmıştı...
Markiz üstün kaliteli ürünleri ve kusursuz hizmet ve servis anlayışıyla, kısa sürede Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa, Orhan Kemal, Attila İlhan, Orhan Veli, Haldun Taner, Sait Faik gibi dönemin ünlü edebiyatçılarının, Abidin Dino gibi ünlü sanatçılarının, İsmet İnönü, Celal Bayar, Tevfik Rüştü, Fethi Okyar, Şükrü Saraçoğlu gibi siyasetçilerin, işadamlarının ve kent soylularının tercih ettikleri bir mekan haline gelmişti.
Markiz, dikdörtgen planlı, yüksek tavanlı bir mekâna sahiptir ve mekana küçük bir antre ile giriş sağlanır. Servis hacimleri mekânın arka kısmında bulunur. Mekanın sağ arka köşesindeki bir merdivenle Restaurant olarak kullanılan üst kata çıkılır. Mekânın yandaki binaya bitişik ve sağır olan sol duvarı, ampir özellikler gösteren üç büyük kemerle haraketlendirilmiş, ikisinin içerisine de Art Nouveau dekorasyonlu birer çini (fayans) pano yerleştirilmiştir.
Bu panolar “Dört Mevsim” olarak adlandırılmaktadırlar. Bu adlandırma, panoların Café Lebon zamanında dört adet olarak sipariş edildiğini düşündürmektedir. Günümüzde mevcut olan iki panodan biri L’Automme-Sonbahar, diğeri ise, Le Printemps-İlkbahar adlarını taşımaktadır. Bu Panolar 1905 tarihlidir ve 1850’li yıllardan itibaren faaliyette olan Café Lebon’un 1905’te geçirdiği bir onarım sırasında söz konusu kemerlerin içerisine monte edildiği, bu dekorasyon değişikliğinin de Caroline Lebon’un erkek kardeşi Alexandre Vallaury tarafından yürütüldüğü ve dekorlanmış kare fayanslardan oluşan bu panoların temininde Markiz’e çok yakın biir mesafedeki Botter Apartmanı’nın altında kristal, porselen, gümüş yemek takımları satışı yapan bir mağazası bulunan, ailenin yakın dostları Hippolyte François Decugis’in aracılık ettiği, Fransa’dan getirttiği de bilinmektedir.
Bu iki çini (fayans) pano, Toulouse doğumlu Fransız Seramik tasarımcısı Joseph Francois Léon Arnoux tarafından tasarlanmış, yine Joseph Francois Leon Arnoux’un 1889 yılında yöneticiliğini yaptığı Paris’in güneydoğusundaki banliyösü Choisy-le-Roi’deki Hippolyte Boulenger & Cie. adlı fayans ve mayolika (majolica) üreticisi imalathane tarafından hazırlanmıştı.
Hippolyte Boulenger & Cie. et Choisy-le-Roi
şirketinin çeşitli tarihlerde kullandığı insiyallerden (insignia) biri.
H. Boulenger & Cie.’nin temelleri 11 Mayıs 1805’te Valentin, Melchior ve Nicolas Paillart kardeşlerin, kraliyet mülkünün 4 hektarlık bir bölümünde (ki o alanda 16. Louis tarafından Madame de Pompadour için yaptırılmış eski bir şatonun kalıntıları vardı) Choisy-le-Roi’deki fayans fabrikasını ve atölyelerini kurmaları ve kabartma süslü ince toprak çömlekler üretmeye başlamasıyla atılmıştı.
Fabrika daha sonra 1824’den 1936’ya kadar Valentin Paillart ve onun daha önce Creil Fayans Fabrikasında çalışan ortağı Hippolyte Hautin tarafından yönetilmiş, 1936’da Valentin Paillart ayrılınca da Hippolyte Hautin, Louis Boulenger’i ortak olarak almıştı. Ortakların çocukları Adolphe Boulenger (1805-1873) ve Alexandrine Hautin (1814-1900) evlenmişler ve dört çocukları olmuştu. Bu çocuklardan Hippolyte Boulenger (1836-1892) 1863’te şirket yönetiminin başına geçmiş ve 1878’te şirketi, adı H. Boulenger & Cie. (Cie. :Fransızca’da Compagnie-Şirket anlamına gelen bir kısaltmadır) olan bir Anonim Şirkete dönüştürmüştü.
Bir süre sonra şirket büyük Dünya Fuarlarına katılarak uluslararası bir üne sahip olmuş, fuarlarda çeşitli resmi ödüller kazanmıştı.
Hippolyte Boulenger & Cie. et Choisy-le-Roi
şirketinin çeşitli tarihlerde kullandığı insiyallerden (insignia) biri.
Hippolyte Boulenger & Cie. et Choisy-le-Roi
şirketinin çeşitli tarihlerde kullandığı insiyallerden (insignia) bir diğeri.
1889’da Hippolyte Boulenger üretimini çeşitlenmiş ve özellikle cephe çinileri ve süslemeleri üreten bir departman yaratmıştı. Paris’te iç duvarlarının büyük bir kısmı fayans bezemeler ile kaplanmış olan bir şirket merkezi inşaa ettirmiş ve açmış, bu arada da pazarın 2/3'ünü ele geçirmişti.
Fayans ve majolica üreticisi H. Boulenger & Cie.nin
Paris Rue de Paradis No:18’deki Şirket Merkez Binası
H. Boulenger & Cie. Paris Metrosu için, günde 40.000 adet olacak şekilde çok sayıda 7,5 x 15 cm. boyutlarındaki eğimli (konkav) beyaz emaye fayanslarını da üretmişlerdi.
1920’de firma Manufacture de Montereau’yu satın almış firmanın adı Hippolyte Boulanger-Creil-Montereau olmuştu.
Choisy fabrikası 1934’te, Montereau fabrikası ise 1955’te kapanmıştı. Choisy fabrikası 1934’te kapandığında 36.000 metrekarenin üzerinde bir alana sahipti ve binalar yıkıldığında, Madame de Pompadour şatosunun kalıntıları ortaya çıkmıştı.
XVI. Louis’in Madame de Pompadour için yaptırdığı Choisy-le-Roi’deki Şato
H. Boulenger & Cie. Merkez Binası girişindeki
bu mozaik çalışma Jean Cuzin imzasını taşır.
H. Boulenger & Cie. merkez binasında aynı zamanda atölyeler ve satış mekanları da mevcuttu. Bina günümüzde tarihi anıt olarak tescil edilmiştir.
Binanın iç duvarlarının büyük bir kısmı dekorlanmış fayans bezemeler ile kaplanmıştır. Binanın Giriş cephesi, seramik dekorlu giriş holü, korkuluk merdivenleri ve dekorlu sergi salonu dikkat çekicidir.
Özellikle Francois Leon Arnoux ve Guidetti imzalı
bu dekorlanmış fayans pano Markiz’deki Sonbahar ve İlkbahar panoları ile büyük bir benzerlik göstermektedir.
Günümüzde Manoir de Paris’e ev sahipliği yapan binanın özellikle iç mekanlarındaki dekorlanmış fayans panoların hemen hepsi şirketin dekorasyon atölyesinden sorumlu olan Joseph Francois Leon Arnoux ve Guidetti tarafından gerçekleştirilmiştir.
Hippolyte Boulenger & Cie. et Choisy-le-Roi
şirketinin çeşitli tarihlerde kullandığı insiyallerden (insignia) bir başkası.
Markiz Pastanesi’ndeki dekorlanmış fayans “İlkbahar” ve “Sonbahar” panolarının sanatkarı Joseph Francois Léon Arnoux, Fransız bir çömlekçi ailesinden gelmekteydi. Porselen, çanak çömlek üreticisi, Ticaret Odası Başkanlığı, Ticaret Mahkemesi Başkanlığı ve 1836-39 yılları arasında Toulouse Belediye Başkanlığı da yapmış olan Antoine Arnoux (1791-1855) ve Marie Fouque’nin (1795-1877) üçü kız ikisi erkek beş çocuğunun üçüncüsü olarak Toulouse’da dünyaya gelmişti.
Antoine Arnoux
(1791 - 1855)
Joseph Francois Léon Arnoux, 1829 yılında Paris’te kurulmuş, Fransa’nın endüstri liderliğinin önemli bir bölümünü oluşturmaya hizmet etmiş, üst düzey mühendis ve yöneticilere beşiklik yapmış olan, yüksek lisans düzeyinde araştırma, mühendislik ve bilim alanında yüksek öğretim veren en prestijli ve seçkin okullar arasındaki École Centrale des Arts et Manufactures’de okumuş, ayrıca Sèvres’de sanat, tasarım ve modelcilik konularında eğitim almış ve bir mühendis olarak yetiştikten sonra babasının Toulouse’daki seramik fabrikasını yönetmeye devam etmişti.
Joseph Francois Léon Arnoux
(25 Mart 1816 - 25 Ağustos 1902)
(Minton Arşivinden)
Joseph Francois Léon Arnoux çalışırken
(Minton Arşivinden)
Joseph Francois Léon Arnoux, 1848’de İngiltere’ye üretim tekniklerini incelemek için gitmiş, Avrupa’nın lider seramik üreticisi Minton’da çiniler ve sırları üzerine üzerinde araştırma yaparken, şirketi 1841-45 ve 1847-73 yılları arasında iki kez yöneten Minton’un kurucusu Thomas Minton’un oğlu Herbert Minton’u çok etkilemiş ve Minton’da sanat yönetmeni olarak işe alınmıştı.
Joseph Francois Léon Arnoux Minton’da
Herbert Minton’un 1858’de ölümünden sonra, bu saygın isimli şirkette Minton ailesinden hiçbir kimse tekrar görev almamıştı.
Herbert Minton
(1793-1858)
1793 yılından beri Seramik üreten
Minton’un insiyallerinden (insignia) birisi.
Joseph Francois Léon Arnoux, Minton’un 1851’de Londra Hyde Park Chystal Palace’taki Büyük Fuardaki Sergi sorumluluğunu üstlenmiş ve 1400’lü yıllardan itibaren İtalya’da, özellikle de Rönesans döneminde çok kullanılmış olan ve çinkodan elde edilen, sarı ve kahverenginin değişik tonları ile mavi, yeşil ve siyah “mayolika” (majolica) sırlarını kullanarak ve geliştirerek hem Minton hem de Joseph Francois Léon Arnoux büyük şöhret kazanmıştı.
1851 Büyük Fuarı, Londra Hyde Park, Chystal Palace
1851 Büyük Fuarı, Londra Hyde Park, Chystal Palace içinden görünüş.
Londra Hyde Park Chystal Palace’taki 1851 Büyük Fuarında Minton Standı
Londra Hyde Park Chystal Palace’taki 1851 Büyük Fuarında sergilenen
Minton ürünlerinden bazıları
Joseph Francois Léon Arnoux, bu başarılarının ardından Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Joseph tarafından Légion d’Honneur ile taltif edilmiş ve şövalye ilan edilmişti. Onun bu başarısı ve şöhreti aynı zamanda bir futbolcu olan Seramik sanatçısı Lucien Emile Boullemier (1877-1949) ve 24 Mayıs 1871’de Joseph Francois Léon Arnoux’un kızı Laure (1845-1910) ile evlenen Seramik sanatçısı Marc-Louis Emmanuel Solon gibi birçok sanatçının Minton çatısı altında çalışmalarını teşvik etmişti.
Marc Louis Emmanuel Solon tarafından “Pâte-sur-pâte” tekniğiyle dekorlanmış,
biri L.S, diğeri L.Solon olarak imzalanmış SANAT ve TİCARET konulu
iki adet Minton seramik karo. 9 x 13,3 cm.
Sotheby’s tarafından düzenlenen bir müzayedede 27.500 dolara satılmış.
Marc-Louis Emmanuel Solon
(1835-1913)
Seramik sanatçısı Marc-Louis Emmanuel Solon tarafından dekorlanmış ve M L S harflerinden oluşan bir insiyal ile imzalanmış bir çift “Pâte-sur-pâte” dekorlu Minton Vazo.
Pâte-sur-pâte, bir fırça ile art arda (genellikle) beyaz porselen (sıvı kil) tabakaları uygulanarak, fırınlanmamış, genellikle sırsız renkli gövde üzerinde kabartma bir tasarımın yaratıldığı bir porselen dekorasyon yöntemidir. Ana şekil oluşturulduktan sonra, parça fırınlanmadan önce ince detaylar vermek için oyulur. İş çok zahmetlidir ve bir sonraki uygulamadan önce sertleşmelerine izin vermek için fazladan katmanlar eklenmesi haftalar sürebilir.
Gösterişli bir Minton ürünü
1915 tarihli ve Lucien Emile Boullemier tarafından tasarlanmış, dört yüzü de baskı ve transfer tekniğiyle mavi ve koyu sarı renklerle dekorlanmış, merdiven korkuluğu çubuğu formunda
ve 36 cm. yüksekliğinde vazo.
Merkezi Paris olan Île-de-France bölgesi, Seine-et-Marne’de Ferrières en Brie kentindeki eski Hôtel St. Rémy’nin zemin katındaki kafenin dış cephesinde dört çini panosu mevcuttur. 1905 yılında yine Choisy-le-Roi’deki Hippolyte Boulenger & Cie adlı atölyesi tarafından yaratılan bu dört çini pano da ilgi çekicidir.
Otelin cephesi yakın zamanda boyanmış ve “Hôtel Saint-Remy” adı silinmiştir. Ferrières en Brie kentinin merkezinde, 13. yüzyıl kilisesine bakan bu otel, 19. yüzyıldan kalma bir yapıdan dönüştürülmüştür.
Otelin cephesindeki iki yerel manzara ve Markiz’deki mevsimler panolarına benzer iki kadın figürlü toplam dört çini pano yine Joseph Francois Léon Arnoux imzasını taşır.
Ozoir-la-Ferrière istasyonunda bir trenin girişini gösteren çini pano.
Ozoir-la-Ferrière istasyonu çini panodaki yönden bakış
Ozoir-la-Ferrière istasyonu diğer yönden bakış.
Joseph Francois Léon Arnoux, 19 Ekim 1842’de Toulouse’da Marie Suzanne Sénac (1822-1887) ile evlenmiş, iki erkek ve iki kız çocukları olmuştu. Joseph Francois Léon Arnoux, Minton Şirketi 1885’te Limited Şirkete dönüştüğünde şirkete ortak olmuş, 1892’de emekli olduktan sonra 25 Ağustos 1902’de 86 yaşında İngiltere’de vefat edene kadar da Minton’da çalışmaya devam etmişti. Mezarı Nuneaton’da Hartshill Mezarlığındadır.
Markiz’deki “L’Automne” Sonbahar isimli dekorlanmış fayans pano
L’Automme (Sonbahar) isimli fayans pano, dıştan mavi zemin üzerine, beyaz rozet çiçekleriyle birbirinden ayrılan, lacivert zemin üzerine yeşil asma dalları arasında üzüm dekorlu geniş bir bordürle sınırlanmıştır. Bu geniş bordürün içinde, ince yeşil dal ve yapraklardan oluşan bir su tüm kompozisyonun etrafını dolaşmaktadır. Kompozisyonun altında, kıvrımlı çizgiler arasından çıkan bir çiçek ve üstte kemerin tepe noktasında ise, oval çiçekli çelenk şeklindeki madalyonu, başak dalları çevrelemektedir. Panonun merkezinde, sırtını yaprakları sararmış bir ağaca dayayan bir kadın yer alır. Saçları mavi bir kurdele ile topuz yapılmış, bir eli belinde, diğer eliyle çenesini tutan kadın, omuzlarını açıkta bırakan dökümlü uzun mavi bir giysi içerisindedir. Bu haliyle antik heykelleri andıran kadının hemen sağında krizantemler, solunda ve ayaklarının altında çimlerin arasında çeşitli çiçekler bulunur. Arka planda bir nehir görünmektedir ve nehrin karşı kıyısında solgun ağaçlar seçilmektedir. Panonun altında krem renkli bir kartuş içerisinde lacivert renkte ve konturlu bir yazı ile ve büyük harfler ile L’AUTOMNE yazısı dikkati çeker.
Markiz’deki “Le Printemps” İlkbahar isimli dekorlanmış fayans pano
Le Printemps (İlkbahar) isimli fayans pano, L’Automme panosu ile benzer şekilde mavi zemin üzerine, rozet çiçekleriyle birbirinden ayrılan, lacivert zemin üzerine bu kez gül dekorlu geniş bir bordürle sınırlanmıştır. Kompozisyonun etrafını, L’Automme ile aynı, fakat ondan renk bakımından ayrılan dallar arasında ince yapraklardan oluşan kırmızı bir su tüm kompozisyonun etrafını dolaşmaktadır. Kompozisyonun hemen altında, Art Nouveau kıvrımlı çizgiler arasında bir gül motifi bulunmaktadır. Üstte kemerin tepe noktasında ise, oval çiçekli çelenk şeklindeki madalyonu, bu kez sarı çiçekler çevrelemektedir. Panonun merkezinde, beyaz bahar çiçekleri açmış bir ağacın önünde, antik heykelleri andıran bir kadın yer alır. Topuz saçları arasında bahar çiçekleri bulunan kadın, iki eliyle ağacın dallarından tutunup eğilerek önündeki suya bakmaktadır. Kadın omuzlarını açıkta bırakan pembe uzun bir giysi içerisinde, boynunda mavi taşlarla süslü altın rengi bir kolye taşımaktadır. Kadının ayaklarını bastığı yeşillikler içindeki mekânda, sağda mor süsenler, önünde uzanan suyun kıyısında, suyun içinde henüz açmamış süsen grupları, sarı çimenler betimlenmiştir. Panonun altında yine krem renkli bir kartuş içerisinde lacivert renkte ve konturlu bir yazı ile ve büyük harfler ile LE PRINTEMPS yazısı dikkati çeker.
Gerçekte iki tane olsa da, “Dört Mevsim” adıyla anılan, ki aslında “Mevsimler” dense daha doğru ve tartışılmayacak olan, bu panoların doğrusu dört adet olarak sipariş edilmiş olmaları gerekir. Kaynaklar Hiver (Kış) ve Été (Yaz) panolarının imalat, taşınma ya da montaj sırasında kırılmış olabileceğinden bahseder. Büyük bir ihtimalle de söz konusu Kış ve Yaz panoları Markiz’in arka duvarında tezgahın arkasında kalan aynı büyüklükteki iki adet alçı profil kemerli niş içerisine yerleştirileceklerdi. Ya da bilemiyoruz belki yerleştirilmişler, ancak daha sonra başlarına bir iş gelmişti.
Bu panolara renk, üslup ve kompozisyon olarak çok benzer olan ve yine mevsimleri konu alan, ancak daha küçük boyutlu dört adet Art Nouveau çini pano, Fenerbahçesi’nde 1906 yılında inşa edilen Villa Mon Plaisir’in zemin katının caddeye bakan ön cephesinde yer alır. Yine Joseph Francois Léon Arnoux imzasını taşıyan bu panolar, Villanın banisi Fransız asıllı Jan George tarafından Markiz Pastanesindekilerden esinlenilerek 1908 yılında, aynı firmaya sipariş edilmiş ve Hippolyte Boulenger & Cie tarafından imal edilmişlerdir.
Fenerbahçesi Villa Mon Plaisir cephesindeki Dört Mevsim çini panoları
Printemps/Bahar, Été/Yaz, Automne/Sonbahar ve Hiver/Kış
Printemps-Bahar, Été-Yaz, Automne-Sonbahar ve Hiver-Kış olarak isimlendirilmiş her bir pano, 101,5 x 140 cm. ölçülerindedir ve 14,5x14,5 cm. ölçülerinde, yatayda 7, dikeyde 10 adet olmak üzere, 70 adet küçük karodan oluşmaktadır.
Mazhar Nazım Resmor tarafından yapılmış vitraylar.
Mekan Markiz olduktan sonra, pasaja bitişik olan girişin sağındaki duvarda yer alan iki kemerli nişin içerisine 1940 yılında, Avedis Ohanyan Çakır tarafından Mazhar Nazım Resmor’a (1901-1977) iki büyük boyutlu vitray çalışması yaptırılmıştı. Yine Art Deco özellikler gösteren bu vitraylar boyut ve tema bakımından çini panolarla uyum içerisindedir.
Mekânın gerisinde, tezgahın üst kısmındaki yarım daire kemer içlerindeki peyzajlar ise, Ressam İbrahim Safi (1898-1983) tarafından yapılmıştır. Diğerlerini bir şekilde biliyor ve görebiliyor olmamıza rağmen bu peysajlar hakkında hiç bir fikrim olmadığından görmek isterdim. Ne yazık ki şu an mekan kapalı olduğu için bu arzumu gerçekleştiremediğim gibi fotoğraflıyamadım da.
Tavandaki bol bezemeli kartonpiyerler, 1945 yılında, Emek Sineması, Yıldız Sarayı, Mısır Apartmanı, Sait Halim Paşa Yalısı gibi yapılara, kartonpiyerleriyle imzasını atmış Ermeni asıllı Kayserili kartonpiyer ustası Garabet Parsek Cezayirliyan usta tarafından yapılmıştı. Garabet Cezayirliyan mesleği bu işin ustası olan babası Parsek Cezayirliyan’dan devralmış, 1947 yılında da bayrağı yanında yetişen Kemal Cinbiz’e devretmişti. Kemal Cinbiz, ustasından devraldığı mesleği halen Cezayirliyan’ın Tophane’de St. Eugene Sarayı’ndaki (1868’de yetimhane olarak inşa edilen St. Eugene, Fransız Yetimhanesi olarak da bilinir) atölyesinde sürdürmektedir.
Fotoğraf: Hayati İnaç |
Garabet Cezayirliyan ve Kemal Cinbiz tarafından farklı dönemlerde yapılmış kartonpiyer kalıpları bugün hâlâ aktif olan atölyede sergilenmektedir.
Camlı pasta vitrinleri ve duvarlardaki ahşap lambriler ise dekoratör İbrahim Sarfiyef’in elinden çıkmıştı.
Markiz Pastanesindeki iki büyük boyutlu vitray çalışması vitray sanatçısı Mazhar Nazım Resmor tarafından 1940 yılında yapılmıştır. Prof. Mazhar Nazım Resmor 1901 yılında İstanbul’da doğmuş, orta öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde bitirmiştir. Lise yıllarında sporla uğraşmış, çeşitli dereceler kazanmış, hatta Paris Olimpiyatları’na katılarak şampiyon dahi olmuştur. 1928 yılında Dekorasyon öğrenimi için Paris’e gitmiş, Yüksek öğrenimini Paris Dekoratif Sanatlar Yüksek Okulu’nda yaparken çalışmalarını okul çevresi dışına taşıyarak, 1910’da kurulan ve Fransa’nın en büyük vitray ve mozaik atölyesi sayılan Mauméjean Frères (Jules-Pierre Mauméjean) Atölyelerindeki vitray ve mozaik atölyelerinde çalışmış, bir süre sonra da atölye şefi olmuştu.
Jules-Pierre Mauméjean
(1837-1909)
Mauméjean Frères vitray çalışmalarından birine ait eskiz.
Prof. Mazhar Nazım Resmor, vitray ve mozaik tekniklerini uzun süre çalışmış ve bütün inceliklerini kavrayarak 1933 Türkiye’ye dönen Mazhar Nazım Resmor Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda ve Kız San’at Enstitüsü’nde uzun yıllar dersler vermiş, öğrenciler yetiştirmişti. Mazhar Nazım Resmor, Türkiye’ye Kurşunlu Cam Vitray tekniğini getiren kişidir. Daha sonraki yıllarda Marmara Adası’na yerleşerek bir anlamda inzivaya çekilerek, çalışmalarına orada devam eden sanatçı, 17 Ağustos 1977 günü geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybeden sanatçı Karacaahmet Mezarlığına defnedilmişti.
Prof. Mazhar Nazım Resmor
(1901-1977)
Mazhar Nazım Resmor’un vitray çalışmaları, Joseph Francois Léon Arnoux’un çini panoları ile birlikte Markiz’in özgünlüğüne ve görsel zenginliğine önemli bir katkı sağlar.
Mazhar Nazım Resmor’un Art Deco vitray çalışmalarının geometrik soutlamaları, her nekadar Joseph Francois Léon Arnoux’un Art Nouveau çini panolarının bitkisel motiflerine benzemese de mekanın sınırlandırmış olduğu boyutsal benzerlik ve pastoral temaları bu iki sanat eserini birbirleriyle adeta atışır, konuşur hale getiren bir sentez oluşturur.
Vitray panolar gerek teknik ve malzeme olarak, gerekse desen ve figür anlayışı olarak çini panolardan farklı olsa da aşırı dekoratif olmaları ve sembolik dilleriyle sonuçta onları aynı çizgide buluşturmaktadırlar.
Çok yakın bir zaman önce 16 Aralık 2018, Pazar günü kaybettiğimiz Prof.Dr. Afife Batur Art Deco mimarlığının İstanbul’a etkileri konusunda,
“İstanbul’da Art Deco yapıların mimari niteliklerinin ve düzeyinin Avrupa’daki örneklerle paralel olduğu söylenebilir.”
demiş ve şunu da eklemişti;
“Ama İstanbul’daki en önemli Art Deco tasarımı, Markiz Pastanesi için tanınmış sanatçı Mazhar Resmol’ün (Resmor olmalı) yaptığı vitray çalışmasıdır. Bir peyzaj stilizasyonu olan bu vitray çifti, İstanbul Art Deco literatürü için özgün bir örnek sayılmalıdır.”
Markiz’de dünyaca ünlü Limoges Porselenleri, gümüş servis setleri ve Christofle armalı yemek takımlarıyla servis yapılır, müşteriler bu ayrıcalıklı hizmet sunulan mekana şapkasız ve kravatsız giremez, bakımlı ve janti/jantil kıyafetleri ile gelirlerdi.
Dr. Gülsemin Hazer, Nazlı Eray’ın Fantastik gerçekçi Romanı “Beyoğlu’nda Gezersin” üzerine yaptığı bir incelemesinde, Nazlı Eray’ın Romanı üzerinden Markiz’i şu satırlarla değerlendirir;
“Markiz Pastanesi mazinin ta kendisidir. Geçmiş zamanlar bu büyülü mekânda ifadesini ‘…içinde barındırdığı yarı karanlık ama ışıltılı dünya, o eski zamanın yavaş ilerleyen saatleri, çevredeki kadınların çok süslü ama güzel olmaları… dışarıda yaşayan Beyoğlu; yaşlı Botter Han, mekânı kadın için büyülü kılmaktadır’(s.73). Markiz Pastanesi Beyoğlu’nun en gözde mekânıdır, ancak Beyoğlu’nda zaman akarken orada âdeta durmuş gibidir. Burası içinde var olan herkesi genç, güzel ve hayat dolu yapan sihirli bir ruhla doludur. Mekân içindekilerle birlikte resmedilmiş hareketli bir tabloyu hatırlatır. Aynı zamanda sakin, durgun ve gizemlidir.”
“Romanda kahramanın merakla ve büyük bir arzuyla macerasını öğrenmeye çalıştığı ikinci kişi efsanevî Madam Tamara’dır. Kahraman, onu ilk kez büyülü mekân Markiz Pastanesi’nde görür. Platine saçlı, dolgun dudakları siklamen bir rujla renklendirilmiş, kalın kirpiklerinin gölgesi yanağına düşmektedir(s.61).”
İç Mimar ve Gastronom Renan Yaman
“Davetlerde Markiz’e sipariş verirdik, gider alırdım. 1948’lerde Galatasaray Lisesi’nde okurken de gitmeye başladım. Sonraları akademiye devam ederken de... Cebimde fazla para yoktu, yine de gelir çay içer, pasta yerdik. Masraflı bir yerdi. Diyelim ki 7 buçuk liraya çay içiyorsunuz, ama bu çay 125 liralık bardakta geliyor, çok dikkat edilecek bir yerdi, enteresan değil mi?”
diye özlemle anlatır eski Markiz’i
ve devam edip;
“Bu Markiz kahvesinde Avadis Usta’nın nefis pötifur (petit four), Marzipan (badem ezmesi), profiterol, pötibör (petit beurre), torta, pasta, çörek, açma, çatal, Viyana ayarında madle fondanları (madlen fondant), fürüiglaseler (fruit glacé-meyveli şekerleme) ve kendi özel bahçesinde yetiştirdiği azman büyüklükteki lezzetli meyvalar satın alınabilirdi. Maron glacé’si (Marron glacé-Kestane Şekeri) eşsizdi ve eliyle hazırladığı bazı sipesiyalite yemekleri, deserleri (desert-tatlı), reçelleri servis edilirdi.”
diye ballandırıyor eski Markiz’in cennet taamını.
Markiz’in fruit glacé’lerinin tasvirini, bir de 1947 yılında daha 17 yaşında Turing’de çalışmaya başlayan, patronu Reşit Saffet Bey’in ona verdiği görevlerden biri, konağında verdiği yaz aylarının pazar günlerinde verdiği kokteyl partilere malzeme sağlamak olan, Avrupa Pasajı’ndan balık yumurtası ve havyar aldıktan sonra, küçük börek ve tuzluları Lebon’dan, küçük gatoları (gato; büyük yuvarlak pasta, küçük gato; yuvarlak küçük kağıtlar içindeki küçük pastalar) ve özellikle de meyve şekerlerini bunlar için tek adres saydığı Markiz’den temin eden Çelik Gülersoy’un kaleminden dinlemeliyiz;
“... Beni haftada bir buraya çeken, Polonez’in (pasajın içerisinde iki Rum’un işlettiği Polonezköy) peynirleri kadar, Markiz’in şekerleme ürünleri idi. Çoğu kişi için bu, çeşitli pastalar demektir, benim içinse, dönemin frenkçe deyimi ile, “fruit glacé”ler. Her biri süslü bir kağıdın içine oturtulmuş o soylu yeşil incirlerin ve turuncu portakal kabuklarının görüntüleri, birer natürmort resim gibiydi.
Son Bienal’de çağdaş resim sanatının, tuvali ve objeyi bile kaldırmış ve işi bir pandomime indirgemiş olduğunu görünce, Markiz’in resme benzeyen şekerli meyvelerini ne kadar arıyorum, bilemezsiniz...”
“Markiz” Çelik Gülersoy / Konuk Yazar, Cumhuriyet 13 Kasım 1989
Son Bienal’de çağdaş resim sanatının, tuvali ve objeyi bile kaldırmış ve işi bir pandomime indirgemiş olduğunu görünce, Markiz’in resme benzeyen şekerli meyvelerini ne kadar arıyorum, bilemezsiniz...”
“Markiz” Çelik Gülersoy / Konuk Yazar, Cumhuriyet 13 Kasım 1989
Markiz’in özel Marron glacé (Kestane Şekeri) kutusu
“1950 yılı gelip de ekonomik hayat canlanınca, Avedis Bey de buna ayak uydurarak, üst katı lokanta olarak açmıştı. Zemin katı yine “Patissérie-confissérie”. Ancak servis güçlükleri çıkınca, restoranı yine aşağıya alıp, üst katı gece kulübüne çevirmiş: Night Club! Artık devir amerikanlaşmıştır ve isimler de o dildedir. Eskiden buna boîte de nuit derlerdi. Markiz’in gece kulübü, 15 yıl çalışmış. Önce piyanist şantör Perez, sonra da İlham Gencer ve eşi,(1953-60 arası Ayten Alpman ile evlidir) gecelere renk katmışlar.
1965’te kapanıp, depo olmuş.”
1965’te kapanıp, depo olmuş.”
Çelik Gülersoy, “Beyoğlu’nda Gezerken”den.
4 Şubat 1954’de sabaha karşı Markiz’in arka kısmından bir hırsız dükkana girmiş, usta bir kasa hırsızı olduğu tahmin edilen suçlu, yanındaki özel bir alet ile Markiz’in kasasını açmış, içerisinde bulunan 3450 lirayı çalmış ve olayı gizlemek maksadıyla yangın çıkartarak ortadan kaybolmuştu. Yangını farkedenlerin haber vermesi üzerine itfaiye kısa sürede yangını söndürmüştü. Markiz’de olayın ertesinde yapılan tetkiklerde bulunan bir tutam saç önce bir ipucu olarak değerlendirilmiş, ancak daha sonra bunun civarda bulunan bir berberden geldiği anlaşılmıştı.
Bir kaynakta, bu hırsızlık ve yangın olayından kısa bir süre sonra, 1 Ocak 1954 tarihinde Markiz Pastanesi’nin işletmecisi Avedis Ohannes Çakır’ın, içindeki demirbaş eşyalar ile birlikte, aylığı 3300 liraya Canik Verter adlı mal sahibi ile yeni bir kira kontratı imzaladığı anlaşılıyor.
1940 yılından bu yana Markiz’i işleten Avedis Ohanyan Çakır’ın 1954’te yeni bir kira kontratı imzalamasının tek nedeni, büyük bir ihtimalle Markiz’in el değiştirmiş olmasıdır.
Gazeteci Serpil Gündüz,
25 Ekim 1995 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki “Markiz’in Hüzünlü bekleyişi sürüyor” başlıklı yazısında şöyle anlatıyor
anılarındaki Markiz’i;
“Yolum ne zaman Tünel’den geçse vitrininden içeriye bir göz atmadan edemem. Bomboş salon bakınca biraz hüzün verir. Okuduklarımı anımsar Haldun Taner’i kitap-gazete karıştırırken, Sait Faik’i, Salâh Birsel’i ve Oktay Akbal’ı orada çay içerken hayal ederim. Çünkü onların mekanıdır burası. Önünde beyaz önlüğüyle Avedis Efendi, Selma ve Feride Soriş hanımlar (Markiz’e 17 yaşında 30 lira ile çırak olarak başlayan ve 40 yıl çalışan kızkardeşler) içerdedir. Sanki gazete hışırtısı ve çay kokusu yayılır etrafa birden.”
Salâh Birsel, Markiz’den bahsederken,
Haldun Taner’siz düşünemiyor burasını.
Haldun Taner’siz düşünemiyor burasını.
“Markiz Haldun Taner’in deyişiyle en bireysel kahvelerden birisidir. Burada her masa kendi başına bir adadır.* Haldun Taner kahvelere başkalarıyla buluşmak, konuşmak, tartışmak için değil de kendi kendisiyle kalabilmek, kitap, gazete okuyup, notlar çıkarmak için gittiğinden, buraya sık sık damlar.”
* bu deyimi Haldun Taner, 20 Şubat 1983’te Milliyet Gazetesi’ndeki “Devekuşu’na Mektuplar” köşesinde ilk kez şöyle dile getirmişti;
“Saat başlarını saygılı saygılı vuran duvar saatinin sesini nasıl özlemle arıyorum. Burada her masa birer küçük ada gibiydi. Kalabalık içinde yalnız olabilmek imtiyazına yalnız burada sahiptiniz. Huzur doluydu bu salon. Temizlik, seviye ve güler yüz. İstanbul’dan uzaklaşınca en çok özlediğim imajlardan biri Markiz’di.”
Haldun Taner, Markiz’e
gelip gidenleri de şöyle anlatıyordu;
“Mesela ünlü silah tüccarı Sir Bazil Zaharoff’un henüz genç ve uyanık bir çocukken bu lokalin kapısında nöbet tuttuğunu, buraya girip çıkan turistlere sokulup şehri gezdirmek için rehberlik yaptığını ve Kont Orloff adında bir Rus asilzadesinin gözüne girip ondan aldığı yüz altınla iş hayatına atıldığını, Vasili Zaharya olan adına da bu tarihten sonra Bazil Zaharoff şeklinde çeki düzen verdiğini, sonunda Kraliyet Canibinden önüne bir de Sir lakabı eklettiğini bilir miydiniz? Eskiler anlatır, ünlü Fransız aktörü Mounet Sully ve eşsiz kadın sanatçı Sarah Bernardt İstanbul’a turneye geldiklerinde buradan çıkmazlarmış. Bu lokalin eski daimi müşterileri içinde Sadramaz Hakkı Paşa, rahmetli Reşad Nuri Drago’nun pederi Nuri Bey (chateauneuf) Abdülhamid’in yaverleri, Hariciye Nazırı Tevfik Paşa, daha sonra İsmet Paşa, Celal Bayar, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü, Fethi Okyar, Şükrü Saraçoğlu, Feridun Cemal, Sadi Irmak gibi devlet adamları, Necmeddin Molla, Necmettin Sahir, Muhittin Üstündağ gibi muteber zevat, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Fecr-i Ati’ciler, Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi, İzzet Melih, Yusuf Ziya, Mithat Cemal gibi edebiyatçılar, Hüseyin Cahit, Yunus Nadi, Burhan Felek, Ulunay, Nizamettin Nazif gibi gazeteciler ve büyükelçiler, banka müdürleri, baro reisleri sayılabilir.”
Ünlü Fransız çizer Hergé, Zaharoff’u Tenten’in (siyah beyaz olarak Şubat 1937’de renkli olarak ise 1943’te yayınlanan) L'Oreille cassée, The Broken Ear (Kırık Kulak) adlı macerasında "Basil Bazaroff" adıyla ve “Hiçbir vicdani tereddüdü olmayan ölüm taciri” olarak karikatürize etmişti.
Kartvizitteki Vicking Arms C. Ltd. ise yasal bir zorunluluk nedeniyle değiştirilen ve eğretilenen, Osmanlı tarihinde özellikle teslim edilmeyen gemi siparişleri konusunda adına rastladığımız İngiliz Uçak, Gemi ve Çelik, kısacası askeri araç üreticisi olan ve Zaharoff ile de bağlantılı Vickers & Armstrong Ltd.’dir.
“Galata, Pera, Beyoğlu: Bir Biyografi” kitabının yazarları John ve Brendan Freely ise, yine Monte Carlo’da Uluslararası silah ticareti ve finans yoluyla dev bir servete sahip olan Sir Basil Zaharoff’tan (6 Ekim 1849 - 27 Kasım 1936), yani Osmanlı Devleti nüfus kayıtlarına göre Muğla’nın Saburhane Mahallesi doğumlu bir Rum olan Vasil Zaharyas, Yunanca Basileios Zacharias, bazı dillerde Basil Zaharof (tek ‘f’ ile) mesela 1913’te vatandaşlığına geçtiği Fransa’da Basil Zaharoff (iki ‘f’ ile), 1918’de şövalyelik unvanı aldığı Britanya’da Sir Basil Zaharoff’tan, benzer şekilde bahsediyorlar kitaplarında;
“Markiz’in önünde bir kez daha, daha önce Galata pezevenklerinin ve tulumbacılarının arasında gördüğümüz, daha sonra Sir Basil Zaharoff diye tanınacak, Vassilis Zacharias ile karşılaşıyoruz. Anlaşılan Markiz’in önünde volta atar, müşteri kollarmış, burada hizmetlerinin karşılığı olarak ona 100 altın pound miktarında cömert bir ödeme yapan Kont Orloff ile karşılaşmış (bu hizmetlerin içeriği hakkında bilgimiz yoktur). Bu olaydan sonra Vassilis, Rus gibi davranmaya başlamış ve şansını aramak için Londra’ya gitmiş; gider gitmez de ‘Konstantinopolis’ten düzen dışı ithalat’ kanunuyla başı belaya girmiş.”
Haldun Taner, 1 Haziran 1984’te Milliyet Sanat Dergisi’ndeki “Dünkü Beyoğlu, bugünkü Beyoğlu” başlıklı yazısında şöyle bir yorum yapar;
“... Şehrin manevi haritasında üstüne titrenmesi gereken koca Markiz’i parçacı dükkanı yapmak uğruna yok etmeye kalkışılmasını önlemek için açtığım kampanyayı hatırlayanlar olacak.
Elde kalem, kültürden, birikimden söz etmekten başka (sermaye)si olmayan bizleri, kültürle, birikimle ilgisi, ilişkisi bulunmayan bazı (sermaye) sahipleri ve onun emrindeki ticaret hukuku ne kolayca yenivermişlerdi. Derin bir iç çekip, yolumuza devam edelim.”
“Burada her masa kendi başına bir adadır” deyişinin sahibi
Haldun Taner’in eşi Demet Taner de bir söyleşisinde şu sözlerle anlatır Markiz’i ve onun hayatlarındaki yerini;
Haldun Taner’in eşi Demet Taner de bir söyleşisinde şu sözlerle anlatır Markiz’i ve onun hayatlarındaki yerini;
“Haldun da ben de işlerimizden çıkar pastanede buluşurduk. Haldun çok sık gelirdi Markiz’e. Cumartesi günleri Milliyet gazetesine gider, çıkışta mutlaka Markiz’e uğrar, gazete ve kitaplarını burada okurdu. Pastanede kimse kimseyi rahatsız etmezdi. Sık sık tanıdıklarla karşılaşırdık, yanlarına gidip hatırlarını sorar, sonra kendi masamıza dönerdik. Haldun, Markiz'in kapanmaması için çok mücadele verdi. Avedis Efendi’yle birlikte 1980 yılında başlattı mücadelesini. Verilen mücadelelerle Markiz’i satın alan Şükrü Kurtoğlu, pastaneyi oto yedek parçacısına dönüştüremedi. Herhalde aldığına da çok pişman oldu.”
Markiz’in ve Passage Oriental’in Mayıs 1990’da İstiklal Caddesi’nin trafiğe kapanmadan önceki acıklı halleri. Fotoğraf: SALT-Research |
1975’te Markiz’i Passage Oriental (Şark Pasajı) ile birlikte önceleri taksi şoförlüğü yapan ve Sirkeci’de bir oto yedek parçacı dükkanı işleten Şükrü Kurdoğlu, 17 Şubat 1958’de vefat eden, Türkiye Madenciler Derneği kurucularından, Yüksek Maden Mühendisi Canik Verter’in dul eşi Ermeni Madam Nazeni Verter’den 4.300.000 liraya satın almıştı.
Bir ara Markiz, 5 milyon lira karşılığında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’na önerilmişti. O günleri Çelik Gülersoy, “Beyoğlu’nda Gezerken” adlı kitabında;
“1975’te bir aracı, (yeni sahibinin muhasebecisi, bizim de üyemiz, Metin Bey) 5 milyona bütün binayı bizim Kuruma önerdi. Doğrusu ben de hata ettim. Çevredeki yeni doku, “Emmim”, “Yengen” adı ile açılan komşu kuruluşlar ve birkaç yıl sonra patlayan anarşiden Beyoğlu’nun da payını alması, beni ürküttü. Öneriyi geri çevirdik.”
böyle anlatıyor ve ekliyordu,
“1975’te burayı Kurum satın alsaydı, benim düşüncem, binayı bütün olarak muhafaza edip, üst katları fazla konforu olmayan ama temiz ve medeni bir pansiyon olarak kullanmaktı.”
Markiz’in ve Passage Oriental’in Satın alındıktan sonra kısmen temizlenmiş hali. Fotoğraf: SALT-Research |
Hukukçuların, mimarlık tarihçilerinin ve korumacıların, en başta da Haldun Taner olmak üzere birçok yazarın çabalarıyla, kamuoyuna mal olan Markiz için, Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından 1977’de özgün dekorasyonu ile korunması kararı alınmış, ardından 1979’da da özgün işlevinin de bağlayıcı olduğuna karar verilmişti.
Şükrü Kurdoğlu’nun bağımsız olarak açtığı tahliye davası 5 yıl sürmüş, sonunda kiracı Avedis Ohanyan Çakır’ı çıkartmak için açtığı tahliye davasını kazanmıştı. Şükrü Kurtoğlu, 27 Ocak 1980’de Avedis Ohanyan Çakır’ı tahliye etmiş ve Markiz’in kapısına da kilit vurmuştu.
27 Ocak 1980 günü, tahliye kararı Avedis Ohanyan Çakır’a tebliğ edildiğinde Markiz Pastanesi’nin önünde bekleyen eski müşterilerden 56 yaşındaki Meliha Başkurt;
“Burası bir tarihtir, kapatılamaz. Bütün müşterilerle birlikte Valiye gideceğiz. Vali dinlemez ise Cumhurbaşkanına çıkacağız” diyerek, hıçkırarak ağlıyordu.
“86 yaşındayım. Bu son 5 yıl içinde Şükrü Kurdoğlu inanılmaz bir eziyetle beni perişen etti. Geçen gün yaka paça polis marifetiyle Beyoğlu Hakimi’nin önüne çıkarıldım. Suçum Şükrü Beyi telefon ve mektupla ölümle tehdit etmekmiş. Benim kadar hakim de şaşırmış olacak ki ‘Hadi git!’ dedi.
Bildiğim tek şey beni canımdan bezdirp buradan çıkmamı sağlamak. İstanbul’a armağan ettiğim bu pastaneden ayrılmaktansa ölmeyi tercih ederim.” demişti Avedis Ohanyan Çakır, o çok sevdiği ve yıllarca emek verdiği Markiz’den tahliye edildiği gün.
6 Ekim 1980’de Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na 250 milyon lirayla en yüksek bağışta bulunan Avedis Ohanyan Çakır’a Hava Harp Okulu Salonlarında düzenlenen törende madalya ve berat verilmişti. Avedis Ohanyan Çakır, bu bağışı Atatürk’e olan sonsuz sevgisinden dolayı yaptığını söylemişti.
Markiz’in ve Passage Oriental’in Mayıs 1990’da İstiklal Caddesi’nin trafiğe kapanmadan önceki acıklı halleri. Fotoğraf: SALT-Research |
Dediği gibi de olmuş, Markiz’den ayrılmak ona iyi gelmemişti. Üzerinden çok uzun bir zaman geçmemişti ki, Avedis Ohanyan Çakır 1983 yılının 17 Şubat günü geçirdiği bir kalp krizi sonucunda yaşamını yitirmişti. Avedis Efendi’nin vasiyeti uyarınca mirasının dörtte üçü de yine Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na bağışlanmıştı. Avedis Ohanyan Çakır’ın vakfa bıraktıkları bunlarla da kalmamış, Şişli’de Abide-i Hürriyet Caddesi No:51’deki sahip olduğu geniş bahçeli konağını ve Markiz’in içindeki taşınmazları da vakfa bağışlamıştı.
Markiz’in yeni sahibi Şükrü Kurdoğlu bu kez Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na Markiz’i boşaltması için dava açmış, ancak Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun “mütemmim cüz” (tamamlayıcı parça), bir başka deyişle “yeri değiştirelemeyecek parça” tanımlaması ve kararı nedeniyle boşalttıramamıştı. Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Markiz’in dekoratif özellikleri nedeniyle olduğu gibi korunması gerekliliği konusunda karar verirken, içerideki dekoratif eserlerin değerleri, sanat tarihi açısından ele alınarak yüksek tutulmuş (10 milyon lira) ve bu paranın yeni mal sahibi tarafından ödenmesi gerekliliği üzerinde de durulmuştu. Altının 300 lira olduğu günlerde 4.300.000 liranın alış bedelinin üzerine bir de 10 milyon ödemek istemeyen Şükrü Kurdoğlu bu durumda dükkana girip oturamamıştı bile. Ne yapacağını bilemeyen Şükrü Kurdoğlu gözyaşları içinde;
“Ben İsviçre’de okuyan oğluma bir mülk alayım derken, başıma dert almışım. Kendi malıma girip çıkamıyorum. Yedek parçacılıktan vazgeçtim. Bıraksınlar yine pastane olarak işleteyim. Ama derdimi kimseye anlatamıyorum. Ben satın alana kadar kimsenin başını çevirip bakmadığı panolar neredeyse altın değeri ile ölçülüyor. Oysa 10 yıldan beri tozdan topraktan her şey rezil oldu. Benden başka kimsenin umurunda bile değil”
diye haykırıyordu.O sıralarda Kültür ve Turizm Bakanlığı Şükrü Kurdoğlu’na Markiz’in turizm amaçlı kullanılması şartıyla kredi teklif etmesine karşılık, teklifi Şükrü Kurtoğlu yaşının 70 olduğunu öne sürerek kabul etmemiş ve dükkanı satmak istediğini belirtmişti.
O günlerde Şükrü Kurdoğlu basına yaptığı açıklamalarda şunları söylemişti;
Şark Aynalı Pasajı ve Markiz, camına “Satılık” tabelası asıldığı günlerde. |
“Bir hata ettik, bu dükkanı aldık. Bu adam (Markiz’in işletmecisi Avedis Ohanyan Çakır’ı kestederek) beş sene inim inim inletti. Gel dedim bir sene bedava otur. Sana yüzbin lira para verelim. Kabul etmedi. Mahkemeye verdim. Her çareye başvurdu. 5 sene uğraştırdı beni. Biz de bu memleketin evladıyız. Bu adam bana helasını bile temizlettirdi.”
(Mahkemeler sürerken Markiz’in kanalizasyonları tıkanmış, kontrat maddelerine göre bu tür onarımlar mal sahibine ait olduğu için icra yoluyla aldığı protesto üzerine Şükrü Kurtoğlu birkaç adamını alarak birlikte Markiz’e gitmiş ve tıkanan kanalizasyonu açtırmıştı.)
“Şaşırdım kaldım. Herkes bize yükleniyor. Adam (Avedis Ohanyan Çakır’ı kastederek) memlekette ne kadar yazar-çizer varsa üstüme saldı. Sanırsın Markiz’i değil de İstanbul’u yıkıyorum. Üstelik de söz veriyorum, hiçbir şeyi yıkmayacağım. O panolar milyon değerinde. Onları yıkar mıyım. Bu vatanın evladı olarak müsaade edin de biz de biraz mal kıymeti bilelim.
FAKAT BU PANOLARIN ÖNÜNDE PASTA SATILMASIYLA, YEDEK PARÇA SATILMASI ARASINDA NE FARK VAR, BİR TÜRLÜ ANLAYAMIYORUM...”
Markiz’in Mayıs 1990’da İstiklal Caddesi’nin trafiğe kapanmadan önceki tabelası. Fotoğraf: SALT-Research |
Kamuoyunun ve basının baskısı ve Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun “Markiz’in hiçbir bölümü değiştirilemez” kararı sonrasında oto yedek parçacısı olmasına izin verilmeyen Markiz, uzunca bir süre camında “Satılık” levhasıyla satılmayı beklemişti. Sonunda 1990’da karşı kaldırımdaki Richmond Oteli ve Lebon Pastanesi’nin de sahibi olan Tursoy Turizm Şirketi’nin sahibi Mustafa Aksoy tarafından satın alınmıştı. O sıralar Mustafa Aksoy Markiz’in ve Şark Pasajı’nın aslına uygun olarak onarılacağını ve 1994 yılının sonunda yeniden İstanbul’un yaşamına katılacağını açıklamıştı. Bu hayal 1994’te gerçekleştirelemese de Markiz ancak 9 yıl sonra 2003’te kapandıktan 23 yıl sonra aslına uygun bir şekilde restore edilerek 23 Aralık’ta tekrar kapılarını İstanbul’lulara açmıştı.
Evet belki Markiz adı ve mekanın özgün dekoru muhafaza edilmiş olsa da, 2003 yılı sonrasında Markiz olarak devam edememiş, adına ve asıl fonksiyonuna uygun olmayan bir şekilde birçok kez el değiştirmiş ve yakışık almayan şekillerde kullanılmıştı. Bu nedenle Markiz’in ne yazık ki değerinin bilindiğini söyleyebilmek pek de mümkün değil.
İstanbul Beyoğlu Belediyesi’nin restorasyon sonrasında
Markiz Pastanesinin dış duvarına yerleştirmiş olduğu plaket.
|
Markiz açıldıktan kısa bir süre sonra sanki beklentilere pek de cevap vermez, veremez; Onun açılmasını azda olsa bir kesim hasretle, çoğusu da merakla bekleyenler pek tatmin olmaz bu geri dönüşten...
17 Ocak 2004’te Sabah Gazetesindeki “Elalem” köşesinde Mansur Forutan şöyle anlatır o yeniden açılış günlerinin Markiz’ini. Bir yandan da Markiz’i yakın bir gelecekte bekleyecek olan kötü günlerin haberini verir;
“Açıldı açılacak derken Markiz geçtiğimiz günlerde hizmete girdi. Talimhanede geçmiş elantrik faturamın ödenmesini müteakiben Tünel’e doğru uzun yürüyüşüme başladım. Dört ay boyunca elantriği kesilmeyecek bir adamın huzuru içerisinde verdim kendimi İstiklal’in kalabalığına. Sevmem. Düzenli ödemeleri hiç sevmem. Ödeme dediğin aksak olmalı. Evvel Allah faiziyle verir düzene alet olmayız. Neyse biz dönelim Markiz’e.
Ödemenin huzuru ana konuyu mundar etmesin.
Yeni mekana girmenin hafif çaplı tereddüdünü aşıp pastaneye adım attığımda doğrusunu söylemek gerekirse çok hoşuma gitti. Bir orta Avrupa şehrinin hoş bir mekanındaymışım gibi oldum. Boş bir masaya çöktüm ve hemen mönüyü inceledim. Malum fatura ödedik, fiyatlar kazıksa arazi moduna çabuk geçerim diye düşündüm. Fiyatlar makul. Dadanılası. Tatlıyla pastayla aram iyi değildir ama yediğim ekler bir başyapıt niteliğinde. Kahve de güzel. O halde bu kadar tantananın karşılığı Markiz Pastanesi’nde mevcut diyebiliriz. Tek endişem buraya dadanacak kitleden yana. “neresi in oraya bin” kitlesi var ya. Hani aynı gecede beş ayrı mekanda aynı anda olabilen, “aman kaçırmayayım”cılar var ya, inşallah onlar dadanmaz. Girişte kimlik kontrolü yapılsın. 1954 tevellüdlülerden daha genç alınmasın mesela. Sonuçta buranın gerçek sahipleri onlar. Sonra pasaj bölümüne geçtim. Olmamış! Yani ben sevmedim. Seveni çıkar mı da bilemiyorum. Daha doğrusu hayal kırıklığı. Tasavvur ettiğinizle karşılaşmıyorsunuz. Akmerkez ile Atatürk Hava Limanı Dış Hatlar Terminali'nin Freeshop bölümü sentezinde bir yer olmuş. “Okul kırıp, çökelim” enerjisi var. İnsanın gözü bir antikacı, kitapçı, bir saat tamircisi, iyi bir terzi falan arıyor. Ama karşılaştığınız bir iki butik ve spor giyim mağazaları. Buradan adamın Blue Jean alası gelmez. Daha ziyade pasaport kontrolü yaptırası, yurt dışı harç pulu alası falan gelir. Bir tek girişte sağlı sollu yerleşmiş iki kafe, Passage ve 27m2 (yazı ile yirmi yedi metre kare) heyecan verici. Bir de üst katta Buz var ki, zaten alemseverlerin tek geçtiği bir mekan. Bu üçlü ancak durumu kurtarabilir. Ticari kaygılar tabii ki olabilir. Tabii ki bir saat tamircisi oradaki mağazanın kirasını çıkartamaz. Ancak o zaman Markiz’i kimse tarihi bir mekanın yeniden canlanması olarak itelemesin. Hele hele geçmişle bugün arasında değişik bir konsept yarattık hiç demesin. Sonuç olarak önler iyi arkalar da ‘paranın satın alamayacağı bazı değerler vardır’ olmamış.”
Sonra başlar değişim günleri, Markiz istenen, beklenen ilgiyi sağlayamayınca birçok kez el değiştirir. Robert’s Coffee, Yemek Kulübü gibi...
Tarihi Markiz’in vitrininde promosyonel yemek ve Hamburger posterleri!..
21 Nisan 2012’de
“tadımtadımbeyoğlu” blogu yazarlarından “keciboynuzu” rumuzuyla
“Yemek Kulübü: Mazi kalbimde bir yaradır…”
diye bir yazı kaleme almış.
2003 yılı sonrasında Markiz’in benim de içimi acıtan düşürüldüğü duruma canlı tanıklığını çok da güzel anlatmakta, o nedenle olduğu gibi aktarmak istiyorum o yazıyı.
“Haziranda doğmuş olmalı burası. Burcu ikizler olan, hayatını karasızlıklarla dura kalka yaşayan, aynı anda hem neşeli hem kasvetli olabilen biri. Ama bahsettiğimiz bir bedene sahip bir ruhtan ziyade mazisini duvarlarında taşıyan bir yapı olunca durum basit bir ikizler alogorisiyle geçiştirilemeyecek kadar karartıyor insanın içini. Bilmeyenler için ekleyeyim, mekan eski ünlü pastanelerden Markiz’in mekanı. Benim Markiz’le ilgili anılarım yok. Çocukluğum ninemin Markiz’de geçirdiği gençlik günlerini dinleyerek de geçmedi. Lakin fazlasıyla tarihle, edebiyatla ve Türk sinemasının siyah beyaz haliyle muhatap olmuş dimağım ister istemez başka birşey bulmak istiyor camında hala Markiz yazan bir mekandan.
Kapıdan girerken sağınıza bakarsanız palto asmak için ayrılmış olan bölmede metal bir plak üzerinde ‘oturmak için yer gösterilmesini bekleyiniz’ tarzında bir ibare göreceksiniz. İçeri girdiğimizde garsonlardan yer gösterme çabası içinde olduklarına dair bir tavır göremeyince alt katta boş olan tek masaya oturduk. Hemen kapının yanına. Böylece tabelanın da camdaki yazı gibi müzelik bir dekor olduğunu anlamış olduk. Biri bize menü getirene kadar bir süre bekledik. Normalde mekan ve işletme/yemek konsepti birazcık uyumlu olsa böyle güzel bir mekanda masanıza oturursunuz. Garsonun biraz ağırdan aldığını farketmezsiniz o arada çünkü çoktan tavan/duvar süslemelerini, duvardaki devasal iki seramik panoyu incelemeye dalmışsınızdır. Zaten oraya o mekanda olmak için gitmişsinizdir, acele etmezsiniz. İçerisi kahve ve çikolata kokuyor olur hafiften. Belki aynı hafiflikte bir de müzik eşlik eder. Bunun yerine Yemek Kulübü bize müzik niyetine gıcırdıyan bir kapı, ağır ve özensiz bir servis, vasıfsız tatlar sundu.
Yemekler konusunda yüksek bir beklentiyle gitmedim. Hatta herşey beklediğimden çok daha ucuzdu. Mantar soslu dana eti, ızgara biftek ve acı soslu düdük makarna aldık. Bir de akdeniz salata istedik. Biraz yeşillik görsün diye bağırsaklarımız. Salata vasattı. Bir cafe menüsünde yer aldığı üzere ana yemek olarak düşünülmüş ama fincan mideli hatunları bile doyurmaz tek başına. Etlerin tadına bakmadım ama yiyenler halinden memnundu. Makarnanın sosu sıcak makarnası soğuktu. Ama tadı güzeldi. Azıcık bile acı değildi. Yemekleri çok beklemedik. Makul bir zaman aldı hazırlanmaları. Fakat biz üç kişiydik ve masada iki servis vardı, üçüncüsü biz istemeden gelmedi. Sular geldi, bardak gelmedi. Bardak istedim ama sanırım garsona ‘üç kişiyiz ve üç adet bardak istiyorum’ diye açıklamalı arzuhalde bulunmadığımdan tek bardak geldi. Ekmek de aynı ahestelikle ve rica minnet geldi. Garsonlar saygısız değil de bezgindi. Hani bazı akşamlar böyle pijamaları çekersiniz, sevdiğiniz abur cuburlar kol mesefesinde koltuğa gömülüp film seyredeceğiniz anda kapı çalar ve davetsiz bilmemkim amca ile teyze misafircilik oynamaya gelir. Zoraki pis bir sırıtış oturur çenenizle burnunuzun arasına. İşte garsonlar tam o halet-i ruhuye içindeki ev sahibi gibiydiler.
Yemek Kulübü annesinin topuklu ayakkabıları, takıları ve gece elbisesini meraktan annesinin yokluğunda deneyen küçük kız çocukları gibi. Sevimli ama sahte. Her an üstüne bir kaç numara büyük süslü elbisenin eteğine basıp düşmesi kuvvetle muhtemel. Yüksek tavan ve kristal avize, bir romatizme doğru çekerken insanı menünün ve personelin fast food hali bir rüyaya dalmanıza bile müsade etmiyor. Sadece yazık diyebiliyor insan. Çünkü mekan çıkma kal diyor ama başka herşey doyur karnını git diyor.
Yemek Kulübü İstiklal Caddesi üstünde. Tünel tarafında. Rahat bir gününüzde bizim gibi mekanı görmek için mutlaka gidin. Ne yediğiniz çok da önemli değil, menüdeki herşey aşağı yukarı aynı. Bu arada biz üç kişi 39 lira ödedik. Bozuğumuz yoktu bahşiş bırakmadık, ama vicdanımız da sızlamadı.”
Ancak tüm bu olumsuzluklara katlanmayı göze alıp, benim gibi hiç olmazsa mekana doyarım diyerek gitmeye kalkarsanız, ki ben gittim bu yazıya malzeme olması için fotoğraf da çekmek niyetiyle üstelik. Ama beni kapısına vurulmuş kilidiyle ve boynubükük yanlızlığıyla karşıladı Markiz...
“Her neyse, içi görülen salon bomboş ama, ben ara sıra geçerken, içeriye bakıyor ve üstad dostum A. Şinasi Hisar’ı (Abdülhak Şinasi Hisar) görüyorum: İki tombul elini, kiraz bastonunun gümüş topuzlu sapına üst üste koymuş, her zamanki melankolisi ile, dalgın oturuyor. Yanına ilişmeyi (ve onu teselliye devam etmeyi) ne kadar isterdim.
Ne yaparsınız ki, kapı kilitli.”
Çelik Gülersoy, “Beyoğlu’nda Gezerken”
C. Hakkı Zariç, Evrensel Gazetesi’nde “Lebon’da bir Deli Roman” başlıklı yazısında Salâh Birsel’in “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” kitabını kaynak göstererek şöyle bahseder Lebon’dan;
“ ...Beyoğlu’na gidilmediği, Beyoğlu’na çıkıldığı zamanlardır. Terzide olsun, şapkacıda, kumaşçıda olsun randevusu olan kadınlar öğle yemeğenin hemen ardından gelir Lebon’a. Alışverişten önce ya da sonra burada buluşulur, dostlarla yarenlik edilir, karşılaşmaların seyri genişletilirdi.
Akşama doğru, gün yorgunluktan kararmaya yüz tutmak üzereyken zamanın edebiyatçıları damlardı Lebon Pastanesi’ne. Geniş masalarda uzun sohbetler başlar birkaç saat hızını ve heyecanını kesmeden devam ederdi. Akşam saat yedi gibi dağılan edebiyatçılar, Lebon’dan akardı bohemin buğulu masalarına.
Lebon Pastanesi’yle adı özdeşleşen yazarlarımızdan birisi de Şinasi Hisar’dır; yazarımızın uzun yıllar bu pastanenin müdavimleri arasında yerini almış, sahibi ve adı değiştiğinde bile gelip gitmeye devam etmiştir. Çok titiz olduğu ve dışarıda değil yemek yemek su bile içmeyen Abdülhak Şinasi hisar’ın Lebon’da gönül rahatlığıyla ve yıllarca yiyip içtiğini düşünürsek pastanenin hizmet ve temizlik kalitesi hakkında da fikir sahibi olabiliriz.”
Adam Yayınları’nın 2003 yılında yayımladığı “Beyoğlu Öyküleri” kitabında yer alan “Beyoğlu’nda Bir Öğle Vakti” öyküsünde Demir Özlü;
“Caddede öğle vaktinin kalabalığı vardı. Akşamüzerine doğru, gittikçe sayısı artacak bir kalabalık. Markiz Pastanesi’nin örtülü kapısından, içeride oturan insanlar görünüyordu. Şapkası başında bir kadın omlete benzeyen bir şeyler yiyordu...
...Güneş, caddeyi, kaldırımları kurutmuştu; rüzgarla savrulmaya hazır, ince bir toz tabakası vardı şimdi kaldırımlarda. Bakımsız Beyoğlu’nun, Tünel’in yapılarının çatılarından sıvaları dökülen bölümlerinden sızan, eski, yitip giden kentlere özgü bir toz. Altın sarısı bir toz.”
diye yazmıştı;
Ben de 2018’in son günlerinde gittim İstiklal Caddesi’ne, sırf onu görebilmek için üstelik...
Caddede öğle sonrasının kalabalığı vardı. Akşam üzerine doğru, giderek sayısı artacak bir kalabalık. Markiz Pastanesi’nin kilitli kapısı, tozdan ve yağmurdan kirlenmiş vitrin camlarından baktım, görebilmek için içerisini, içeride kimsecikler yoktu.
Sadece yılların kiri pasıyla kaplanmış camların arkasında o soğuk kış gününde, her şeye rağmen parlayan ancak hüzünlü bir “Sonbahar” görebildim...
“Toplumsal, siyasal yaşamda patlamalar,
Beyoğlu’nu da, kenti ve ülkeyi de değiştirmiştir.”
Beyoğlu’nu da, kenti ve ülkeyi de değiştirmiştir.”
Bu tesbit benim değil, 1 Haziran 1984’de bu yorumu Milliyet Sanat Dergisi yapmış, “Gündemdeki Beyoğlu’dan Eski Beyoğlu’na” başlığıyla yayımladıkları özel Beyoğlu sayısından.
Geldik 2019’a, 35 yıl geçti, durum değişti mi? Aksine bu tesbit daha da bir anlam kazandı ve sorun derinleşti.
Aynı dergi bu yorumun hemen altında bir alıntı yapmıştı; Nedim Gürsel, “İlk Kadın” öyküsünde bunu şöyle saptamaktadır: diyerek;
“Galata’nın, Pera’nın Yahudi, Rum, Franko Levanten mahalleleri yıkıldı birer birer. Yerlerine gökdelenler, pahalı oteller dikildi. Boğaziçi yalılarına da tankerler girdi, kıyılara beton döküldü. Öfkeli, gergin bir erkek kalabalığı doldurdu sokakları. Yabancılar göç etti, kozmopolit İstanbul kalmadı artık. Kırmızı tuğlalı küçük kiliselere, genelev sokağına sırtını dayamış sinagoga gidenler azaldı. Markiz pastanesiyse oto yedek parçacısı oldu çoktan.
İşte böyle,
İstanbul düştü...”
Küllerinden
yeniden doğar mı Markiz,
bir gün?
1994 yılında Ezel Akay yönetiminde, Haluk Bilginer, Uğur Yücel ve Arzum Onan’ın başrollerini paylaştığı bir reklam filmi çekilmişti. İş Bankası için çekilen “sağduyu” başlıklı bu reklam filmi Markiz’de çekilmişti.
İşte o reklam filmi;
ve filmin kamera arkası:
“... Tramvaya binip daha da geriye gitti. Markiz Pastanesine. Garsona bir kahve sipariş etti. Edebiyat dergilerinden bir kaçını okudu. Sayfaların içinde kendine bir yer aradı. Markiz’in kapısı her açıldığında içeri kaçan soğuk hava yüzünü yıkadı. 1978 Aralık’ının ilk günleriydi. Tedbirliydi soğuğa çünkü İstanbul’da geçirdiği ilk kışın çounu hasta geçirmişti. Batıda ise güneş geç batardı. İzmir güneşinin sıcağıyla ısınmış kanının İstanbul’un soğuğuna alışması çok zor olmuştu. Birkaç gündür gazeteler beklenen kar yağışının Balkanlar üzerinden yola çıktığını yazıyordu. Haber bültnlerinde de bu ihtimalin sık sık tekrarlanmasının sebebi insanların bu şehirde iki şeyi kesin olarak bilmek istemesiydi. Kar yağışının ne zaman başlayacağı ve biteceği. Toprak işten ayrılışının dördüncü ayında mesleğinde son derece başarısız günler geçiriyordu. Eğer yazarlığı maaş karşılığı yapsaydı kendisini çoktan kapı önünde bulurdu. Tek kuruş kazanmadan aylardır Tamar’ın bıraktığı paradan geçiniyordu. Kendini köşeye sıkışmış hissetmeye başladı. Vakti azaldıkça morali de bozuluyordu. Belki de ilk önce elindeki hikayeleri toparlayıp bastırmalıydı. ‘Fırsatçılık’. Masal yazmayı denese daha mı iyi olurdu. Para çocuklar okusun diye harcanırdı. ‘Onurlu bir davranış’. Paketindeki son sigarayı çıkarıp dumanını Markiz’in içine bıraktı. Karşı masadaki sevgilileri izledi. Kız pastanenin içinde keyfince dolanıp müşterilerin ayaklarına sürtünen simsiyah renkte bir kediyi yanına çağırıyordu. Yanına gelip bacaklarına sürtündüğünde kediyi kucağına aldı. Erkek arkadaşı hayvan severlikte ondan geri olmadığını göstermek için kedinin başını okşadı. Kızla bir an göz göze gelen Toprak bakışlarını yıldırım hızıyla kaçırdı. Sandalyede asılı paltosunun iç cebinden çıkardığı dolma kalemiyle dergilerin sağını solunu karaladı. İsmini yazıp altını imzaladı. İki aydır uzattığı sakallarını kaşıdı. Sigarasını söndürdü ve hesabi istedi. ‘Kasaya ödüyorsunuz’ dedi garson. Paltosunu giydi, hesabı ödedi, durduğu yerden son kez kızın sırtına gözlerini sapladı. Onunla sevişmeyi hayal etti. İstiklal’denr gösteri sesleri geliyordu. Polis sirenleri sonra... Markiz’den çıkarken Toprak, kendi içine seslendi.
‘Sen tam bir salaksın. terk edilip arkasından geberene kadar üzüleceğin bir sevgilin bile yok, bir de aşk romanı yazmaya kalkıyorsun.’ Toprak’ın içindeki ses karşılık verdi. Hayatının bir anlatım bozukluğu gibi sürdüğünü ve bunu düzeltmek için bir an evvel harekete geçmesi gerektiğini haykırdı...”
Tolga Demirci, “Bahar Toprağı”
Seninle hiç sevişmedik.
İstiklal Caddesi’nde,
karanlık bir odada
ilk tutarken çıplaklığını,
daha yıkmamışlardı
Markiz pastanesi’ni.
seninle hiç geçmedik
Cihangir'deki o dar sokaktan.
cumba altında öpecektim seni,
sevdamız afiş olacaktı
Atlas Sineması’na.
Bit pazarı’ndan
Yüksek Kaldırım’daki
pirinç karyola alacaktık,
Pera’lı dolaplardan,
konsol, rum işi.
Elhamra sokağı’nda oturacaktık.
hiç sevişmedik seninle
İstanbul’a gitmedik,
gidemedik.
Cüneyt Ayral, “İstanbul Şarkıları Kitabı”ndan
Ayten’i Markiz pastanesinde vurdular
Onu ben vurdum
Ayten kanlar içinde düştü yere
Bense ağlıyordum
Şimşek gibi loşluğunda Markizin
Bir usturaydı ellerimde parlayan
Vurdum,ve baktım dağılmış yüzüne
Dedim;o da güzeldi bir zaman
Onun da gözleri vardı,dudakları vardı
Mermerler dile gelirdi konuşunca
Ya elleri her zaman duygulu,serin
Başım dönerdi ellerini tutunca
Önce bir garson gördü ikimizi
Sonra yabancı adamlar gördü,kadınlar gördü
Ayten’i hiç ayıplamadım
O anda kim olsa ölürdü
Renkli bir balon gibi sönüverdi
Koluna gömleğimin kanı damladı
O lekeden başka şimdi
Ayten'den eser kalmadı
Aldılar götürdüler beni
Bu cinayetin hesabını sordular
Dedim: Ayten’i ben vurmadım
Onu Markiz pastanesinde vurdular.
Ümit Yaşar Oğuzcan, AYTEN’İN SONU
SON BİRKAÇ SÖZ:
Bu yazıyı 13 Ocak günü yayınlamıştım, ancak daha sonrasında yazılarımı büyük bir dikkat ile takip eden ve blog yazılarım vesilesi ile tanıştığım Sayın Hayati İnaç’ın bazı haklı soru ve dikkat çekmeleri oldu. İncelemek ve düzeltmek için yazıyı geri çektim.
Tekrar bir araştırma yapılması icab ediyordu, sorular-sorunlar ciddi ve
küçük küçük düzeltmeler ile hallolacak gibi değildi, bir araştırma yapmak gerekiyordu ve bu konuda yine dostumun önerisiyle ciddi bir kaynağa ulaştım, ulaştık.
Geçen bu bir haftalık süre içerisinde bizzat kendisi de işini gücünü bırakıp,
bu işin peşine düştü, yazıyı en az benim kadar sahiplendi. Tam olarak bazı noktalarda hala araştırmaya gerek olmasına rağmen, yazıyı daha doğru tarihlerle ve doğru bir zaman akışı içerisinde tekrar kaleme aldım.
Bu arada başka zengin görsellere de ulaşıp onları da yazıya ekledim.
Umarım daha önce okumuş olanlar, bir kez daha okumaktan imtina etmez, sıkılmazlar.
Elbette bu konuda bana sınırsız desteğini unutmam mümkün değil.
Sayın Hayati İnaç’a teşekkürlerimi sunmak isterim.
İyi ki varsınız ve iyi ki beni takip ediyorsunuz...
Son olarak da var olan kaynaklarda Lebon Pastanesinin ikinci adresi konusunda bir kararsızlık yaşadığımda, mail yoluyla tanıklığına başvurduğum, benim bu küçük ricamı kırmayarak kesin doğru yanıtı vererek beni yaşadığım tereddütten kurtaran,
Sevgili Ayla Algan’a teşekkür etmek isterim.
Bu yazıyı, yazının başında da belirttiğim gibi yazmak değildi niyetim. Benim için aslolan mimar Alexandre Vallaury’yi anlatmaktı. Ancak araştırdıkça ve yeri geldiğinde bahsetmem gerektiğinde gördüm ki öyle bir kaç cümle ile geçiştirilecek bir mevzu değildi Lebon ve Markiz’in hikayesi. O nedenle araştırdıkça yeni bir ipucu, onu bulunca başka bir soru ile karşılaşa karşılaşa olay büyüdü ve kendi başına bağımsız bir yazıya dönüştü. Niyetim bir sonrasında tekrar dönüp yazmaya devam edeceğim Alexandre Vallaury yazısına bunu bir link ile bağlamak. Zira oldukça kapsamlı bir yazı diğer yazı ile birleşirse hem okuması hem de anlaması zorlaşacaktır.
Son olarak şunu belirtmek isterim ki; bu yazı ile yazıya konu olan olaylar ve mekanlar ile ilgili bugüne kadar gerek yazılı gerekse digital kaynaklarda var olan eski bilgilerin eksikliklerini, hatalarını giderecek ve konuyu daha doğru ve belgelere dayalı güvenilir bir belge hale getirdiğime inanıyorum. Elbette ki açık kalan, eksik olan, belki de yanlış olabilecek bilgiler olabilir, eleştirilebilir de. Ancak bu noktadan sonra, okuyucunun ve meraklısının eleştirmekten öteye, konuyu daha doğru, eksiksiz ve daha ileri bir noktaya taşımasını bekler ve rica ederim.
Eski yazılı kaynakların hatalarını, eksikliklerini ve yanlışlıklarını eleştirmek haddime değil, olamaz da. Bunu şu yüzden yapamam, zira o kaynakların kaleme alındığı tarihlerde bilgiler daha çok tanıklıklara ya da anlatımlara dayalıydı ve belgelere, bilgiye ulaşmak günümüzdeki kadar kolay değildi. Bugün sahip olduğumuz araştırma kolaylıkları, bilgiye ve belgeye ulaşım konusunda bize çok büyük imkanlar sağladı, bu yadsınamaz bir gerçek. Ancak, buna rağmen hala işin kolayına kaçıp günümüz imkanlarından yararlanmadan, ya da onu sadece araştırmadan, birilerinin yazdığını kopyalayıp yapıştırmak suretiyle kullanan ve doğru olmayan, eksik bilgilerin yayılmasına hizmet eden davranışları da onaylamak mümkün değildir.
Bu yazıyı 13 Ocak günü yayınlamıştım, ancak daha sonrasında yazılarımı büyük bir dikkat ile takip eden ve blog yazılarım vesilesi ile tanıştığım Sayın Hayati İnaç’ın bazı haklı soru ve dikkat çekmeleri oldu. İncelemek ve düzeltmek için yazıyı geri çektim.
Tekrar bir araştırma yapılması icab ediyordu, sorular-sorunlar ciddi ve
küçük küçük düzeltmeler ile hallolacak gibi değildi, bir araştırma yapmak gerekiyordu ve bu konuda yine dostumun önerisiyle ciddi bir kaynağa ulaştım, ulaştık.
Geçen bu bir haftalık süre içerisinde bizzat kendisi de işini gücünü bırakıp,
bu işin peşine düştü, yazıyı en az benim kadar sahiplendi. Tam olarak bazı noktalarda hala araştırmaya gerek olmasına rağmen, yazıyı daha doğru tarihlerle ve doğru bir zaman akışı içerisinde tekrar kaleme aldım.
Bu arada başka zengin görsellere de ulaşıp onları da yazıya ekledim.
Umarım daha önce okumuş olanlar, bir kez daha okumaktan imtina etmez, sıkılmazlar.
Elbette bu konuda bana sınırsız desteğini unutmam mümkün değil.
Sayın Hayati İnaç’a teşekkürlerimi sunmak isterim.
İyi ki varsınız ve iyi ki beni takip ediyorsunuz...
Son olarak da var olan kaynaklarda Lebon Pastanesinin ikinci adresi konusunda bir kararsızlık yaşadığımda, mail yoluyla tanıklığına başvurduğum, benim bu küçük ricamı kırmayarak kesin doğru yanıtı vererek beni yaşadığım tereddütten kurtaran,
Sevgili Ayla Algan’a teşekkür etmek isterim.
Bu yazıyı, yazının başında da belirttiğim gibi yazmak değildi niyetim. Benim için aslolan mimar Alexandre Vallaury’yi anlatmaktı. Ancak araştırdıkça ve yeri geldiğinde bahsetmem gerektiğinde gördüm ki öyle bir kaç cümle ile geçiştirilecek bir mevzu değildi Lebon ve Markiz’in hikayesi. O nedenle araştırdıkça yeni bir ipucu, onu bulunca başka bir soru ile karşılaşa karşılaşa olay büyüdü ve kendi başına bağımsız bir yazıya dönüştü. Niyetim bir sonrasında tekrar dönüp yazmaya devam edeceğim Alexandre Vallaury yazısına bunu bir link ile bağlamak. Zira oldukça kapsamlı bir yazı diğer yazı ile birleşirse hem okuması hem de anlaması zorlaşacaktır.
Son olarak şunu belirtmek isterim ki; bu yazı ile yazıya konu olan olaylar ve mekanlar ile ilgili bugüne kadar gerek yazılı gerekse digital kaynaklarda var olan eski bilgilerin eksikliklerini, hatalarını giderecek ve konuyu daha doğru ve belgelere dayalı güvenilir bir belge hale getirdiğime inanıyorum. Elbette ki açık kalan, eksik olan, belki de yanlış olabilecek bilgiler olabilir, eleştirilebilir de. Ancak bu noktadan sonra, okuyucunun ve meraklısının eleştirmekten öteye, konuyu daha doğru, eksiksiz ve daha ileri bir noktaya taşımasını bekler ve rica ederim.
Eski yazılı kaynakların hatalarını, eksikliklerini ve yanlışlıklarını eleştirmek haddime değil, olamaz da. Bunu şu yüzden yapamam, zira o kaynakların kaleme alındığı tarihlerde bilgiler daha çok tanıklıklara ya da anlatımlara dayalıydı ve belgelere, bilgiye ulaşmak günümüzdeki kadar kolay değildi. Bugün sahip olduğumuz araştırma kolaylıkları, bilgiye ve belgeye ulaşım konusunda bize çok büyük imkanlar sağladı, bu yadsınamaz bir gerçek. Ancak, buna rağmen hala işin kolayına kaçıp günümüz imkanlarından yararlanmadan, ya da onu sadece araştırmadan, birilerinin yazdığını kopyalayıp yapıştırmak suretiyle kullanan ve doğru olmayan, eksik bilgilerin yayılmasına hizmet eden davranışları da onaylamak mümkün değildir.
Kaynaklar:
1- Osmanlı Saray Şekerleme ve Şekerlemecileri ile ilgili notlar.
Doç. Dr. Zeynel Özlü, Gaziantep Üniversitesi
2- istanbullite.com / Pera Pastaneleri ve Şekerlemecileri, Lebon ve Markiz
3- Galata ve Pera, Nur Akın, Literatür Yayınları, 2002
4- Seda Özen on Twitter / @Seda_Ozen
5- Alexander Vallaury’nin Mimarlığı: Genel Bakış
Seda Kula Say, Mimar ve Doktora Adayı, İstanbul Teknik Üniversitesi
6- Afife Batur, Markiz Pastanesi
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.5, İstanbul 1994, s.301
7- Rakı Ansiklopedisi, Overteam Yayınları
8- 150 yılın sessiz tanıkları, Saray Porselenlerinden İzler
“Dolmabahçe Sarayı 150 yaşında”, TBMM Milli Saraylar Yayını
9- Markiz’in yeni sahibi, “Pasta ile Yedek parça arasında ne fark var, anlayamıyorum” diyor. İstanbul Haber Servisi, Cumhuriyet, 31.01.1980
10- Markiz: Çürümeye devam... Cumhuriyet 21.08.1986
11- Bir zamanlar Markiz. Belkıs Kılıçkaya, Milliyet 14.01.1990
12- Markiz’de buluşalım. Ayda Kayar, Toplum, 31,05.1993
13- Markiz’in hüzünlü bekleyişi sürüyor. Serpil Gündüz, Cumhuriyet 25.10.1995
14- Markiz Pastanesi’nde hayat belirtileri. Ayda Kayar, Hürriyet 10.08.1999
15- Çay Lütfen, yanında bir tutam da anı olsun. Dilek Girgin Can
16- Attila İlhan: Açtırma Kutuyu!.. Röportajlar:1946-1983,
Derleyen Belgin Sarmaşık
17- Pazar Yazıları, gokhanakcura.blogspot.com
18- Dolandırıcılar Ansiklopedisi, Zuhal Çağdaş
19- Türk Çarşısı Şark’ta Ticaretin Püf Noktaları, Georg Mayer
Çeviren: Yusuf Öztel, Önsöz ve Notlar: Rıfat N. Bali, Kitabevi Yayınları, Ocak 2017
20- Österreichen in Istanbul III,
(Austria in Istanbul: the imperial and royal presence in the Ottoman Empire)
(İstanbul'da Avusturya: Osmanlı Devletinde emperyal ve kraliyet varlığı)
Elmar Samsinger
21- Almanlar Dersaadet’te: 1870-1918 devresi İstanbul’unda
Almanlarla Osmanlıların kültürel ve toplumsal buluşma deneyimi,
Selçuk Akşin Somel
22- Beyoğlu’nda Gezerken, Çelik Gülersoy
Çelik Gülersoy Vakfı Yayını, 2003
23- “A Garden with mellow fruits of refinement” Music Theatres and Cultural Politics in Cairo and Istanbul, Adam Mestyan, Doktora Tezi, Budapeşte-Macaristan, 2011.
24- Türk Romanında Eğlence Kültürü (1860-1908), Funda Bulut,
Doktora Tezi T.C. Gazi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı,
Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Nisan 2017
25- “Annuaire Oriental” Şark Yıllıkları, SALT-Research
4 yorum:
Detaylar ve bilgiler teşekkür ederiz.
Ellerine sağlık kardeşi, nefis bir çalışma olmuş. Belli ki çok emek vermişsin, sağ ol var ol...
Çok, çok güzel bir yazı. Markiz ve Lebon ile ilgili (dolaylı veya doğrudan) elimde bulunan basılı kaynakların çoğundan daha özenli ve detaylı; ellerinize sağlık.
Levent Civelekoğlu Bey,
Siz benzersiz bir kültür abidesisiniz.. Lebon konusunda bunca kaynağı inceledim.. Levent Civelekoğlu çalışmaları yanında diğerleri solda - Sıfır...
Siz çok, ama çok farklı bir kültür ve tarih bilincine ve yeteneğine sahip bir şahsiyetsiniz.. Sizin yetenekleriniz benzersiz.. Size hayranım..
Bu memlekette sizin gibi değerlere ödül verirler mi... diye beklerim..
Sağlıkla kalınız..
Selamlarımla
Osman Öndeş
Yorum Gönder