Şimdiki çocuklar da, analar babalar da bir başka, torunlarım var biliyorum, kızım, damadım her gece oturup torunlarımın başında, onlar uyuyana dek kitap okuyorlar, renk renk bol resimli güzel çocuk hikayeleri, masalları…
Benim annem babam bana ne masal anlattılar, ne de hikaye oturup başımda, ama her çocuğa nasip olmaz böylesi, benim başımda oturup, uyumadan önce bana masal anlatan bir büyüğüm vardı, ki o nedenle onu hiç unutmam. Ruhu şâd olsun, annemin büyük ablası, ezem Hayriye Hanım…
Teyzem Hayriye Gülse Hanım |
Okuldan eve dönüşlerimde portmantoda onun kahverengi kenarları çizgili yün atkısını (şal) görünce içime bir sevinç dolardı. Sokağa çıkarken muhakkak o atkıyı başına atardı çünkü, onun hatırladığım en önemli aksesuarıydı o. İlerleyen yaşlarında İstanbul’daki Cemil ve Ankara’daki Fazıl ağabeyleri dolaşır, çok uzun kalmaz döner Tokat’taki üçüncü oğlu Nebil ağabey ile gelini Makbule’nin yanında kalırdı çoğunlukla. Ankara’ya gelişlerinde bir kaç günlüğüne de olsa bizde de kalırdı ezem. Bir küçüğü Nuriye (Barlas) hanım gibi canlı, şen şakrak, hayattan keyif almayı bilen, genç yaşında, işi nedeniyle çoğu kez Anadolu’da yol inşaatlarının peşinde koşturan müteahhit Hüsnü eniştemin yokluğunda dört çocuğuyla, her şeyin üstesinden gelmek zorunda kalan, yaşadığı tüm dertleri tek başına göğüsleyen, tüm bunlara rağmen neş’esinden kaybetmeyen bir kadın değildi Hayriye hanım. O daha ağırbaşlı, okumuş, mütavazı, sessiz ve kendi halinde bir kadıncağızdı.
Gençliğinde, Hayriye Hanım Tokat’ta Tahrirat Katipliği* yapmıştı. Annem bunu övünçle söylerdi hep, o zamanda devlet katında kadın memur olmak, pek rastlanır bir durum değildi. Hayriye Hanım’ın hayatı daha dingin geçmişti, eşi Şükrü enişteyi kaybettikten sonra oğullarıyla huzurlu bir hayat geçirmişti. Genç yaşta çerkes bir aileye gelin gitmiş, çerkes adetleriyle eğitilmiş, onun içindir ki bize geldiği ve kaldığı o kısa zamanlarda, babamın “baldız, bulamadın bana da gelinin gibi bir çerkes kızı ki, şu ahir dünyada bir gün yüzü göreydim, ayağımı uzatıp rahat edeydim” diye takılmalarına maruz kalmıştı hep. Gelini Makbule yenge de çerkesti zira ve çok becerikli hamarat bir ev kadınıydı. Babamın annemden bir şikayeti olmadı, olamazdı da aslında, lâtife olsun işte, yine de takılmadan edemezdi büyük teyzeme. Bu takılmalar aslında anneme bir yergi değil, Makbule yengeye, dolayısıyla da ezeme övgüydü. Ses etmezdi, bu takılmalara ezem, o da bilirdi aslında babamın ne demek istediğini, belki için için bir övünç de duyar mıydı bundan, kimbilir; ama küçük teyzem Nuriye hanım olsa lafı gediğine kordu muhakkak, hiç çekinmezdi, öyle erkekmiş, büyükmüş, enişteymiş, takmazdı, sözünü hiç sakınmazdı. Evi çekip çevireceğim derken neredeyse erkekleşmişti. Ama Hayriye ezem, dedim ya çerkes kızı gibi yetişmiş, babam odaya girince küçük bir el hareketiyle boynuna indirdiği genellikle siyah ya da koyu kahve olan müslin yeldirmesiyle çaktırmadan usulca başını örter, ayağa kalkmaya yeltenirdi, hatta o küçücük halimle bana bile odaya girdiğimde kalktığına şahit olmuşumdur kaç kez.
Yüzü gibi yüreği de temiz, güzel anacığım benim, yine de kadın yüreği işte, belli ki ciddiye almıştı çok inanmasa da, babamım bu çerkes kızı takılmalarına, üzerinden yıllar geçtikten sonra bile unutmamış, felç geçirip yatağa düştüğünde, biraz kırgın, azıcık iğneleyerek, “artık ben ölüp gidersem ki yakındır, sen de kendine baban gibi, ağabeyin gibi ikinci bir hanım alırsın, dilediğin gibi bir çerkes kızı hem...” demekten kendini alamazdı. İki hanımlı olmak bir aile geleneği değildi halbuki, bunu annem de bilirdi, dedem Salih babam 4 yaşındayken doğum sırasında kaybettiği küçük kızının ardından lohusa hummasına tutulan Havva babaannemi de kaybedince, çok gençmiş ve ikinci kez babaannemin ablasının kızını almış ki, teyzesinin küçük çocuklarına iyi baksın diye; amcam Abdurrahman’ın durumu da ona çok benzer bir ikinci evlilikti aslında, o da gençken ve vakitsiz kaybetmişti ilk karısı Gül Hanım’ı da, o yüzden evlenmişti ikinci kez Fatma yengemle. Yapamazdı, yapamazlarmış o zamanın erkekleri öyle tek başına...
Genellikle Bedriye ve Hayriye bacılar bir araya geldiler mi havada bazen hüzün bulutları dolaşır, bazen de neş’e ile tekrarlanan maniler uçuşurdu. Anneannem Emine Hanım’ı ve dedem Mehmet İsmail’i (Taşer) hatırlayıp yâd ettikçe, dedelerinin İstanbul’da Osmanlı’nın sarayında değerli taşlarla uğraşan bir usta olduğundan, o yüzden de soyadlarının Taşer olduğundan, Üsküdar’daki dede evinden, anne ve babalarının bir evin tek çocuğu olduğundan, Anadolu’da dolaştığı sıralarda, İstanbul’dan gelen “baban öldü gel mallarına sahip çık” haberine kulak asmayan babalarının, “benim malım da mülküm de yanımda, üç kızım bir oğlum bana yeter, neyleyim ben malı, mülkü” dediğinden, bir tek ezemin detaylarını hatırlayıp bildiği Horasan’daki dededen kalan malın, mülkün, arazilerin, sahiplenilmeyince nasıl başkalarının eline geçtiğinden, evin tek oğlu kardeşleri Ali Besalet’in nasıl da babasının birikimi tenekeler dolusu altını, kadına, kıza, içkiye, zevk-ü sefâya harcadığından konuşur iç çeker, efkarlanırlar; ama bir anda anne ve babalarının ev içinde birbirlerine okuduğu ya da yazdığı manileri hatırlar, hatırladıklarını da tekrarlayıp, gülüşür, kahkahalara boğulurlardı. Tabib olan babalarının peşinde çok dolaşmışlardı ki, çocukluklarının bir dönemi de Bayburt’da geçmişti;
“Tezek nedür ne bülsün
Bayburt’un karıları
Gevennen tutuşturur
Yakarlar kehribarı”
“Topuklu nedür bilmez
Bayburtlu Hanım eze
Kara lasdık dayanmaz
Mehelle geze geze”
“Bayburtta yedi mehle
Gezer gezer yorulmaz
Bi kaşuk su ver dersen
Siteminden durulmaz”
(maniler Bayburtlu Ahmet Yıldırımtepe’den alınmıştır.)
*Tahrirat Kâtibi: Bir ilçede, Kaymakamlığın yazı işlerini yöneten görevli.
İşte bize gelip de o bir kaç günlüğüne kalmaları, benim en keyif aldığım zamanlar olurdu, o yüzden de çok severdim ve gitmesin, ya da hep gelsin isterdim. Zira o geldiğinde aynı odayı paylaşırdık, önce hiç başından ya da boynundan eksik etmediği ince yeldirmesini titizlikle katlar bir kenara kor, bir büyük firkete marifetiyle ensesinde topladığı upuzun saçlarını açar, uzun uzun tarar, dökülen saçlarını avucunun içerisinde yuvarlar top yapar, o çok sevdiğim sütlü, kakaolu içi yumuşak sert şekerlemelerin rengindeki el örgüsü, ince yün yeleğinin cebine kordu. O sırada ben de onun ibadete benzeyen bu seremonisini, o narin parmaklarından hiç çıkartmadığı, basit ama yeşil taşıyla gözümü alan yüzüğüne dalarak keyifle izlerdim. Çok uzun boylu ve güzel olmasa da, ince narin bedeni, o beline kadar inen saçlarıyla uzun ve bir masal kahramanı gibi hoş görünürdü gözüme. Sabahları uyandığımda onun çoktan yataktan kalkmış olduğunu, ancak yatağının hiç bozulmadığını farkederdim, sanki bir ucundan usulca girmiş, uyurken mum gibi hiç kıpraşmamış ve sabah yine aynı yerden, sadece baş kısmı biraz aralık ve düzgün olarak, bir kelebeğin çıkıp ardında bıraktığı koza misali bırakılmış bulurdum yatağını. Uyurken de huzurlu uyuyordu muhtemelen ezem...
Saçların tarama faslı bittikten sonra başlardı masal anlatma vakti, beni yatırır ve başucuma oturup çok sakin, insanı dinlendiren bir ses tonu ve kendine özgü dolu diyalekti ile başlardı anlatmaya, bitirmezdi ben uyuyana dek. O masalların çoğunu hatırlamasam da, aklımda bazı teferrutları kalan bir tek börek masalı vardı… Uzun süren tekerlemeden sonra anlatmaya başlardı, bir karı koca varmış, bir de oğulları diye; baba tarlaya gider çalışır, oğul da öğlen yemeklerinde babasına kumanya götürürmüş diye devam ederdi. Günlerden bir gün annesi bir tepsi börek yapıp, yanına da ayran katıp salmış oğlunu, al götür bunu babana da, oturup beraberce yer, içersiniz demişmiş. Oğlan fırından yeni çıkmış ve nar gibi kızarmış mis gibi börek kokularını içine çeke çeke tarlaya varmış varmasına ama, aklı da börekte, babası derenin öte yakasında bu ise bu yakada, sular da kabarmış biraz her zamanki gibi değilmiş. Seslenmiş babasına, buba nerden geçeyim diye, babası da oğlum ortadan ortadan demiş, oğlan başlamış tepsinin ortasındaki böreklerin bir sırasını yemeye, götürmüş bir sırayı afiyetle, az geçmiş yine seslenmiş, buba ortası olmadı nereden geçeyim diye, bu kez baba sağ kenardan oğlum sağ kenardan deyince de devam etmiş tepsinin bir kenarından böreği mideye indirmeye… böyle böyle koca börek tepsisini boşaltmış çocuk, babasının yanına varıncaya dek, Sonra dereyi geçebilmiş mi, babasının yanına varınca bir güzel kötek yemiş mi, işte onu hatırlayamıyorum… Zaten sonunu da dinlemeye pek dermanım kalmaz, uykuya dalardım muhakkak. O nedenle masallardan ziyade aklımda kalan, girizgâhtaki o sevimli sonu gelmeyecekmiş hissi yaşatan, lastik gibi uzayıp giden, tekerlemeler olmuştur daha ziyade...
…
Var varanın, söz sürenin, destursuz bağa girenin,
habersiz bal yiyenin.
Bir at aldım, dur diye; bir tekme vurdu “Geri Dur” diye.
Çık çıkalım çardağa, ok atalım ördeğe,
Ördek başını kaldırmış, velvelesini saldırmış.
Velvelesi dizinde, gönlü vezir kızında.
Vezir kızı bal kaynatır, içinde kaş oynatır.
Masal masal mat atar, İki tilki ot satar.
Bir varmış, bir yokmuş;
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Develer top oynarken, eski hamam içinde.
Bindim deve boynuna, gittim Halep yoluna.
Halep yolu gül pazar; içinde tilki gezer.
Tilki beni korkuttu, kulağını burkuttu.
Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim?
Gide-gide bir arpa boyu gitmemiş miyim?
Natal-matal martaval*;
İşte size duyulmadık bir masal…
* Doğuş günü-münü asılsız, uydurma, palavra
Masal değildir bundan sonra anlatacaklarım,
masal gibi gerçek bir öyküdür;
Rene Goscinny’nin editörlüğünde yaratılan Asterix’e çizgileriyle hayat veren 24 Mart 2020’de kaybettiğimiz Albert Uderzo’ya saygıyla. |
Biraz Asterix’in Maceraları’nda,
bizim Büyüfiks diye tanıdığımız Pànoramix’in
“deve gücü-tazı hızı” şerbetinin tarifi gibi gelse de,
öykümüzün özeti şudur:
bir tam-üç çeyrek Asr,
bir kaç kuru Çeşme,
üç Defterdâr’ın burnu;
Bir amca,
bir amcaoğlu
iki allahın övülecek kulu Hünkâr;
iki yetim sabî Şehzâde
ve iki taze Hânedan kızı,
iki leb-i derya Kâşâne,
iki kefere Kalfa
ve
iki muvazi* Hikâye...
(1726-1897)
*paralel, koşut
Bir kaç kuru Çeşme,
üç Defterdâr’ın burnu
Evvel zaman içinde İstanbul’un Boğaziçi’nde bir köy varmış, antik çağlarda Arkheion (Argion) olduğu söylenen, suları boğaza dökülen suları billur bir dere vadisinin yamaçlarına kat kat yerleşmiş bir köy. Gün gelmiş Bizans’ta devran değişmiş, tahta İmparator III. Mihail’in tahtını bir suikast ile gasp edip yeni bir hanedan kuran Makedonyalı İmparator I.Basileios (867-886) geçmiş. I.Basileios gelip bu köye Karadenizli aziz Hagios Phokas’a adadığı bir manastır inşaa ettirmiş ki, köyün adı o günden sonra Ayios Fokas olmuş. Üzerinden 567 yıl geçmiş, ki artık İstanbul Türklerin olmuş. Çok sular akmış o dereden boğaza da anca 100 yıl sonra, Kanuni Sultan Süleyman’ın devr-i saltanatında gelip yoğun olarak yerleşmeye başlamış Türkler bu boğaz köyüne, Ayios Fokas’a. Gel zaman git zaman dere vadisinin ortasındaki bu köye de Ortaköy deyip çıkmışlar.
Yine Bizans zamanında, Ayios Fokas’ın az ilerisinde Karadeniz’e doğru yine boğaz kıyısında bol pınarları, akarsuları olan ve korularıyla ünlü bir küçük bir köy daha varmış ki, tarih içinde Bythias, Kalamos, Amopolos gibi isimlerle anıla gelmiş. Zamanla Osmanlı Türkleri buralara da gelip yerleşmiş, Avcı diye anılan Sultan IV. Mehmed’in on beş yıl dört gün sadrazamlığını yapan ve 41 yaşında vefat eden Girit Fatihi ünvanı ile anılan Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın (1635-1676) hemşiresi (kızkardeşi) belki de erken yaşta kaybettiği ağabeyinin anısına 1681-82 tarihinde, küfeki taşından mermer yalaklı bir çeşme yaptırmış.
Köprülü Hemşire Çeşmesi ve kitabesi |
Tezkireci Osman Efendi Camii |
Zaman içerisinde korular azalmış, yok olmuş, pınarlar, akarsular canını yitirmiş, çeşme de kurumuş, suyu akmaz olmuş. İşte önce korularını yitiren bu köye daha önce Koruköy diyen halk, ardından gürül gürül akan sularıyla bir çok çeşme de kuruyunca, Kuruçeşme demeye başlamış.
Ondan daha ötesi de Hestia imiş ki, bugün orayı biz Arnavutköy olarak biliyoruz, onun adının nereden geldiği de varsın başka bir hikayeye kalsın artık.
İşte bizim anlatacağımız hikayenin geçtiği yerler buralarmış. Şimdi artık sıra tam olarak hikayenin yaşandığı noktaya gelsin. Üç Defterdar’ın burnu deyince, sanılmasın ki bu burun öyle mağrur Defterdar’ların koca burunları değildir kât’a…
Çok çok eskilerde İstanbul Boğazı dediğimiz yer kıvrıla kıvrıla akan nazlı bir nehirmiş derler, 214.000 kilometrekarelik Egeid karası Tersiyer denilen 3. Jeolojik zamanda çöküp de Akdeniz’in suları Karadeniz’e doğru ilerleyince, o nehir yatağı deniz suları ile işgal edilmiş, olmuş bir boğaz. O nedenle de öyle dümdüz değildir, nehir gibi bir çok girintisi çıkıntısı vardır boğazın. İşte Ortaköy ile Kuruçeşme arasında denize doğru belli bir çıkıntı yapan bir burun vardır ve tam o noktadan bir de dere dökülür boğaza, bizim bahsimizde geçen “üç Defterdar’ın burnu” da oradır işte...
Çok öncesi; 1530’lu yıllar...
Ortaköy’e ve Kuruçeşme’ye daha yeni yeni yerleşmeye başlandığı yıllarda Kanuni Sultan Süleyman’ın Başdefterdarlığı’na kadar yükselmiş olan İskender Çelebi, leb-i derya, üstelik altında da bir kayıkhanesi olan, alt yapısı kargir üstü ve minaresi ahşap bir mescid yaptırmış. İnşaa edilen bu mescit o bölgenin yerleşime açılmasına da önayak olmuş. Yaşadığı devirde başta Hayâlî olmak üzere Bursalı Rahmî, Yahya Beğ, İshak Çelebi, Nihâlî Çelebi, Celâl Beğ, Figânî, Harîrî, Basîrî, Riyâzî, Latifî, Gazâlî, Emânî, Refîkî, Fevrî gibi pek çok şairin kimini himayesine almış, kimini devlet büyüklerine tanıtmış, kimisini de yetiştirmiş. İşte bu yüzden pek çok şairin hayatı anlatılırken, hep “İskender Çelebi kullarındandır” denilmiş. Ancak, boğaz kıyısındaki caminin inşaasından kısa bir süre sonra 1735 yılında, Kanuni’nin ünlü Sadrazamı ve kızkardeşi Hatice Sultan’ın eşi olması hasebiyle damadı Makbul İbrahim Paşa’nın (Pargalı) Irakeyn Seferi sırasında çıkarttığı asılsız bir iftirayla gözden düşürmüş İskender Çelebi’yi. Önce görevden azledilmiş, 4 ay 20 gün sonra da Bağdat’ta Atpazarı’nda idam edilerek öldürülmüş.
O buraya adını verecek olan ilk Defterdar olmuş; ama bu onunla bitmemiş, adeta Defterdarlar burası için yarışmış, sıraya girmiş…
Defterdarburnu Camii |
Görünen o ki bizim üç Defterdar’ın sonları pek iyi olmamış, geride 361 yıldır ayakta duran bir cami ile İstanbul’un bir semtine verdikleri “Defterdar Burnu” adı kalmış ancak, onların adlarını anmak da artık yüzyıllar sonra bize nasib olmuş...
“Tarihi sevdiren adam” sıfatıyla anılan, tarihçi, yazar ve şair Ahmet Refik Altınay, (1881-1937), Osmanlı’nın düştüğü bu içler acısı durumu;
“Bu geri çekiliş, müthiş bir kayaya çarpan coşkun bir selin, bütün kuvvetiyle geriye çekilişini andırıyordu. Osmanlı ordularının Viyana önlerine kadar ilerlemesi, zevale düçâr olan bir kuvvetin son faaliyetiydi. Bu durum, tıpkı uzun sahillere doğru birden bire atılan dalgaların metruk ve geniş kumsalları bir an istilâ ettikten sonra hemen orada durup, çekilmesinden başka bir şey değildi.”
diye anlatmış.
Bu ardı ardına gelen başarısızlıklar Sultan IV. Mehmed’e karşı bir güvensizlik ve hoşnutsuzluğa dönüşmüş, başkaldıran ordu, padişahın tahttan inmesine ve Edirne Sarayı’na kapatılmasına neden olmuş.
Onun ardından üst üste tahta oturan kardeşleri II. Süleyman ve II. Ahmed’in dörder yıl süren kısa hükümdarlıklarından sonra, bu kez 1687’de Edirne Sarayı’nda vefat eden Sultan IV. Mehmed ile son Haseki Sultan ünvanını kullanan ve Osmanlı hanedanlığının güçlü kadınlarından Emetullah Râbi’a Gülnûş Sultan’ın iki oğlundan önce 8 yıllığına II. Mustafa, onun tahttan indirilmesinden sonra da 27 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nu yönetecek olan III. Ahmed tahta çıkmış.
Bu 27 yıl, çoğunlukla Sultan III. Ahmed’in ve 1717’de kızı Fatma Sultan ile evlenerek hem damadı hem de Sadrazamı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın Devr-i Safahat’ı olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısında başlayan sarsıntılar, zevk ve safahat ile örtülmeye çalışılmış, batılılaşma adı altında yoğun tedbirler hayata geçirilmiş. Şık ve pahalı giysiler giyen, mücevherler takan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eğlenceye ve süse püse düşkün bir devlet adamıymış. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın önderliğinde bu devirde İstanbul’un en güzel yerlerinde inşaa edilen kasırlar ve onların bahçelerinde yapılan eğlenceler nam salmış. Kağıthane’deki Sa’dâbâd Kasrı’nda düzenlenen eğlencelere kadınlar da katılıyorlarmış. Sadrazam da kasrın bahçelerinde dolaşan bu şık giyimli kadınları seyretmeye bayılırmış. Kadınlar başlarına fes takar, üzerine yaşmak tutturur, üstlerine de vücut hatlarını belli edecek derecede dar, ön tarafta eteğin açılan kenarlarına ve eteklerine kadar uzanan kolllarının yarık olan ağızlarına parlak harçlar dikilmiş, ipekli kumaşlardan rengarenk feraceler giyerler ve bu şıklıklarını dışarıya yansıtmaya gayret ederlermiş. Yine bu devirde Damat İbrahim Paşa, Avusturya elçisinin bahçesinde görüp beğendiği lalelerin güzelliğine kapılmış, kendi bahçelerine de bu çiçekten ektirmeye başlamış. Bu tutku giderek bütün İstanbul’da yayılmış, dünyanın dört bir köşesinden İstanbul'a muhtelif cinste ve muhtelif renkte laleler getiriliyormuş. İran'ın “Lâle-i Duh-teri”ne İstanbul'da “Mahbûb Lâle” adı verilmiş, bir soğanı beşyüz ila bin altına, “Rumanî Lâle” de dört yüz altına satılmaya başlamış. Flemenk’den (Hollanda) özel olarak “Lü’lü -i Erzak” adı verilen lale soğanları getirilmeye başlanmış ve bu laleden yetiştirenlere özel mükafatlar verilmiş. İnşaa edilen Kasırların bahçelerinde özel olarak lale yetiştirilir, havalar sıcak olduğunda renkleri uçup kaybolmasın diye üzerleri beyaz çarşaflarla örtülürmüş. Sırf o dönemde İstanbul’da bulunan lale türlerinin sayısı 839’a ulaşmış.
Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa için;
“O cemiyeti garplılaştırmak istiyordu, fakat bir kara taassupla karşı karşıya olduğu için, bunu zevk ve safahat maskesi altında saklamak istedi” denir. Bu eğlence hayatı o kadar ilerlemiş ki, Evliya Çelebi, “yârân-ı safâ”nın (zevk ve eğlence ile vakit geçiren) birine, Kağıthane âlemlerini sorduğunda, kişi sanki bu çok doğal ve gerekliymiş gibi;
“Ey gam köşesinde gönlü perişan olan biçare!
Aklını, fikrini yitirmiş âvâre!
Niçin gam çölünde Mecnun gibi mahzun olup bu aşk ve
heves dolu Kağıthane'den haberdar değilsin?
Bu yüce Osmanlı devletinin zuhurundan beri hiçbir mesire yerinde bu Kağıthane eğlenceleri gibi şenlikler olmamıştır.
Bu bayram yerini görmeyen âdem, dünyada bir şey görmüş değildir.”
diye cevap vermiş.
Osmanlı yaşadığı bu döneme özel bir ad vermemiş o dönemde, ancak Ahmet Refik Altınay, 1912-13 yıllarında yazdığı kitabında ilk kez bu bu zevk ve safahat dönemine “Lale Devri” adını vermiş, ondan sonra da tarihte bu ad ile anılır olmuştu.
Altınay, adını verdiği Lale Devri’ni şöyle tasvir etmiş;
“...Mesela ılık bir bahar günü Bebek’teki Hümâyûnâbâd’dan, saltanat kayığına binerek koruların, sahilsarayların ve kasırların önünden geçmek, dağların merzenguşlarını (mercanköşk), akasyalarını, çardakların salkımlarını koklaya koklaya, kuşların bitmez cıvıltılarını işite işite, parlak sularda akmak! Ve bu cazibenin efsûnu altında limana girmek!.. Yâ Rabbî o ne şiir!.. Nefti serviler arasında fışkıran gümüşi kubbeli sarayın basamak basamak lalezârı, Sarayburnu’nda yeni bir semiramis bahçesi, onun tenevvüü (çeşitlilik), onun ıtırları!.. Karşıda Tophane’de Enabad’ın latif sümbül kümeleri, bodur şimşir sayeleri, yekpare çam gölgeleri!.. İşte İstanbul medhalı (kapısı)!.. İşte gökler altında bir eşi daha yok, berrak, sihirkâr, halife şehri; işte çiçeklerin, kuşların muhasarasına uğramış, zevke mağlup halife şehri!..
Padişah, sadrazam, şair ve ahali bu zevk ummanının sarhoşluk veren coşkun dalgaları üstünde her gün bir başka sahile çarparak on üç sene* yüzdüler. On üç kış helva sohbeti ettiler, on üç bahar lale zevki ettiler, on üç bahar çerağan sefası sürdüler!..”
*onüç sene, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadaret süresidir.
* Emdâbâd Kasrı, günümüzde Mimar Sinan Üniversite’sinin olduğu yerde denize kazıklar çakılarak genişletilen arazi üzerinde yapılan bir sahilsaraydı. Patrona Halil İsyanı sırasında tahrip edilen ve zamanla kullanılmadığı için yok olan bu sahilsarayın yerine 1856-59 yıllarında Sultan Abdülmecid, kızları Cemile ve Münire Sultanlar için Çifte Saraylar olarak bilinen iki kargir sahilsarayı yaptırmıştı.
** Amiral Andrea d’Oria’nın kaptanlarından, 1560’da bir deniz savaşında Uluç Ali tarafından esir alınıp İstanbul’a getirilen ve 1564’te İstanbul’da ölen, Cenovalı Vikont Vincenzo Cicala’nın oğlu olarak 1545’te Messina’da dünyaya gelen, İstanbul’da devşirilerek müslüman yapılan, 16’ncı yüzyılın Osmanlı devlet adamlarından (Scipione Cicala) Cığalazâde Yusuf Sinan Paşa. Cağaloğlu semtinin adı Cığalazâde’den gelmektedir.
*** Bazı kaynaklarda Ferâhâbâd Kasrı’nın Beylerbeyi Sarayı’nın yerinde, bazılarında ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından eşi Fatma Sultan için Beşiktaş-Ortaköy arasında sahilde yaptırdığı bir Kasır olduğu ve Lale Devri’nde Sultan III. Ahmet ile sıklıkla geldikleri bir yer olduğu ve mehtaplı gecelerde düzenlenen billur fenerler içerisindeki mum ışığı ve aynalar ile düzenlenen eğlenceler nedeniyle Kasrın Çerağan adıyla anılmaya başladığı kaydedilmektedir.
Sultan III. Ahmed, Jean-Baptiste van Mour, 1727-1730 Amsterdam Rijksmuseum Koleksiyonu |
İşte bu zevk ve safahat devrinden memnun olmayan, bu yapılanları israf olarak gören ve büyük bir ekonomik sıkıntı çeken halk, İran Seferi’nden de olumsuz haberler gelince harekete geçmiş, camilerde ve diğer yerlerde yapılan propagandalar da bir ayaklanmanın zeminini oluşturmuş. Bu arada uzun zamandır maaşlarını alamayan Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmiş, bütün bunlar 28 Eylül’de başlayıp, 1 Ekim 1730’da sona eren, korkunç bir ayaklanmayı, ünlü Patrona Halil İsyanı’nı doğurmuş.
Arnavut kökenli, Horpeşteli (günümüzde Orestida) Patrona Halil Jean-Baptiste van Mour, 1730, Amsterdam Rijksmuseum Koleksiyonu |
İsyan, 22 Ağustos 1703’te 30 yaşında tahta çıkan ve 27 yıl hüküm süren Sultan III. Ahmed ve 13 yıl sadrazamlık yapan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın ve onlarla birlikte Lale Devri’nin de sonunu getirmiş. Lale Devri’nin zevk ve sefanın sembolü olmuş Sa’dâbâd Kasrı yakılıp yıkılmış yerle bir edilmiş, ancak Neşatâbâd Sahilsarayı bu yıkım ve talandan nasibini almamış, kalmış. Kalsın zaten, onun daha yaşayacak güzel günleri olacakmış...
Patrona Halil İsyanı 28 Şubat 1730’da Topkapı Sarayı önü,
|
Bir amca,
bir amcaoğlu,
iki allahın övülecek kulu Hünkâr;
iki yetim sabî Şehzâde,
ve iki taze Hânedan kızı
Buraya dek bir kaç kuru Çeşme’yi, üç Defterdâr’ın burnunu sayıp geldik, şimdi Sultan III. Ahmed’den sonra, Patrona Halil İsyanı’nın ertesinde tahta oturan ve 24 yıl hüküm süren II. Mustafa’nın oğlu, III. Ahmed’in yeğeni olan I. Mahmud’un; onun ardından tahta çıkıp sadece üç yıl hüküm süren kardeşi III. Osman’ın padişahlık dönemlerini de bir solukta geçip, gelelim 27 yıl sonrasına, 31 Ekim 1757’ye; III. Ahmed’in oğlu III. Mustafa’nın devr-i hükümdarlığına...
Gelelim ki, öykümüzün “Padişahın güzeller güzeli olmasa da, akıllı ve aydın bir kızı ve cengâver olmasa da, sanatkâr ve yenilikçi bir de şehzadesi” varmış diye başlayalım anlatmaya ve devam edelim.
Bu noktada, yaklaşık yüz yıl arayla birbirine benzer ve koşut giden iki öykümüzün kahramanlarını tanıyalım;
26. Osmanlı padişahı Sultan III. Mustafa’nın (1717-1774), 3 karısı; Mihrişah Sultan’dan bir kız bir oğlan, Adilşah Kadın’dan da iki kız olmak üzere toplamda üç kızı ve bir oğlu varmış. Şehzadesi Selim, baba bir ana ayrı olsa da kendinden 7 yaş küçük Hatice Sultan’ı daha bir çok sever onunla vakit geçirmekten daha çok hoşlanırmış.
Şehzade Selim 13, Hatice Sultan ise henüz 6 yaşındayken babaları Sultan III. Mustafa’nın 57 yaşında vefat ettiğinde, Selim küçük olduğundan tahta amcaları Hamîd-i evvel, Sultan I. Abdülhamid adıyla oturmuş.
Neredeyse bir asır sonra, Amca I. Abdülhamid’in torunu 32. Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz’in (1830-1876) 5 karısı; 4 kızı, 5 oğlu olmuş. Şehzadesi Mecid, baba ve ana bir, kendinden 2 yaş büyük Nazime Sultan ile adeta birlikte büyümüş ve çok iyi anlaşırmış.
Şehzade Mecid 8, Nazime Sultan ise 10 yaşındayken babaları Sultan Abdülaziz, 4 Haziran 1876’da intihar dense de, şüpheli bir şekilde vefat ettiğinde, tahta oturan amcaları Sultan V.Murad hepi topu üç ay padişahlık edip, sonra tahttan indirilince, en büyük ağabeyleri Şehzade Yusuf İzzeddin 19 yaşında olduğu halde, sırası gelmediğinden, onun yerine tahta amcaoğlu Hamîd-i sânî, Sultan II. Abdülhamid adıyla oturmuş.
Şehzade Selim ile Şehzade Mecid, Hatice Sultan ile Nazime Sultan ve babaları vefat ettiğinde tahta geçen Sultan I. Abdülhamid ile Sultan II. Abdülhamid… Öykümüz işte bu amca ile amcaoğlu padişahlar ve yeğenlerinin yaşanmış paralel hayat hikayeleridir.
Selim ve Hatice’nin amcası I. Abdülhamid ve Mecid ile Nazime’nin amcaoğlu II. Abdülhamid, ki adları “Allahın övülecek kulları” anlamına gelir, gerçekten de en azından yeğenleri konusunda övgüye değer işler yapmış.
– GELİŞME –
iki yetim sabî Şehzâde,
- Selim -
Şehzade Selim günlerini Topkapı Sarayı’nda Şimşirlik Dairesi’nde “kafes” denilen usulle geçirmiş. Hanedanın tek erkek çocuğu olduğundan ve tahtın başka varisi olmadığından, Veliaht Şehzade Selim’in eğitimine özen gösterilmiş, iyi muamele edilmiş, tabiri caizse üzerine titremiş amcası Sultan I. Abdülhamid. Veliaht Şehzade Selim “İlhami” mahlasıyla şiirler yazıyor, mûsiki dersleri alıp besteler yapıyormuş. Osmanlı padişahlarının hemen hepsi bir şekilde şiirle musikiyle uğraşmış olsa da hiçbiri mûsiki sevgisi, ilgisi ve bestekârlığıyla Selim’in düzeyine ulaşamamış. Selim’in hayatı boyunca bestelediği 1 Ayin, 1 Durak, 1 Tevşih, 2 İlâhi, 29 Peşrev, 29 Saz Semaisi, 1 Kâr, 10 Beste, 10 Semai, 20 Şarkı olmak üzere toplam 104 bestesi günümüze kadar ulaşmış. Selim her ne kadar bir sarayda yaşıyor olsa da özgür olamamak, dışarlarda dolaşamamak, dünyayı bir pencerenin kafesleri ardından güç bela izleyebilmek ona zor geliyordu ki, bunu o yaşlarda yazdığı bir Gazel*de çok güzel ifade etmiş;
Hayli demdir ki dönüb külbe-i ahzâne kafes,
Bâis oldı bize bu mertebe ahzâne kafes.
N'ola rahm etse felekler bana feryadımdan,
Oldı bülbül gibi mürg-i dilime lâne kafes.
Şimdi şehbâz-ı dil ister ki adûsıyle cidal,
Fırsat elvermiyor amma bize meydane kafes.
Şimdi ilhamî n'ola şi'rin olursa mahfi,
Görmeğe vermez aman nazmını yârflne kafes.
Günümüz Türkçe’siyle;
Hayli zamandan beri gam kulübesine dönüp kafes,
Bu derece gam çekmemize sebep oldu kafes.
Feryadımdan felekler bana acısa ne olur,
Bülbül gibi olan gönül kuşuma yuva oldu kafes.
Şimdi gönül doğanı düşmanı ile dövüşmek ister,
Amma, kafes bize fırsat ve meydan vermiyor.
İlhamî, şiirin mânası gizli imiş ne çıkar,
Kafes senin nazmını dostlara göstermez.
*Gazel: İlk ikiliğinin dizeleri birbiriyle, sonraki ikiliklerinin ikinci dizeleri birinci ikilikle uyaklı, özellikle aşk, güzellik, içki konularını lirik bir biçimde işleyen, Dîvân şiirinde çok kullanılmış olan bir koşuk biçimidir.
Hatice Sultan’ın evliliğinin üzerinden 3 yıl geçmiş ki,
64 yaşındaki, merhametli, nazik ve şefkatli Sultan I. Abdülhamid, Özü Kalesi*nin Ruslar tarafından işgalini bildiren sadrazam ilmühaberini (belge) okurken, âniden gelen bir felç sonucu 7 Nisan 1789’da vefat etmiş.
*Kanuni Sultan Süleyman’ın Karaboğdan seferi sonrasında (1538) Osmanlı idaresine geçmiş Kırım Hanlığı’nın yaptırdığı Karadeniz’in kuzeyinde Aksu/Bog/Buğ (eski adı İpanin) nehriyle Özü (Dinyeper) nehrinin döküldüğü kıyı gölünün kuzey kenarında, Kılburun karşısında önemli bir yarımada üzerinde bulunan birbirine bitişik üç kaleden oluşan kale.
Sultan III. Selim’in Cülus Töreni, 1789, Konstantin Kapıdağlı, Topkapi Sarayı Müze Koleksiyonu |
Sultan III. Selim cülus töreni sırasında saltanatın ve dünya heveslerinin geçici olduğunu dile getiren şu manzumesini okumuştu;
“Cihana gönlünü verme uyup nefs ile şeytana
Emanet eyle halkı ki sana settâr nigehbândır.”
[Sakın nefsine ve şeytana uyup dünyanın eğlence ve boş işlerine gönlünü kaptırma.
Halkını gözetip kolla ki, günahları gizleyen, örten Allah da seni gözetip bağışlasın.]
Sultan III. Selim, Joseph Warnia-Zarzecki Geç 19. Yüzyıl, Tuval üzerine yağlı boya, 96 x 167,5 cm. Pera Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Koleksiyonu |
iki yetim sabî Şehzâde
- Mecid -
Babaları Sultan Abdülaziz öldüğünde, 8 yaşında olan Şehzade Mecid ile 10 yaşında Nazime Sultan, anneleri Hayran-î Dil Kadın Efendi ile birlikte Dolmabahçe Sarayı’ndan Fer’iyye Sarayı’na götürülmüşler ve orada yaşamaya başlamışlar.
Şehzade Mecid ve Nazime Sultan |
Şehzade Mecid, sanata özellikle resime, sanatçılara ve edebiyata çok önem vermiş, çeşitli sanat etkinliklerine hem bizzat katılmış hem de destek vermiş. Kendisi de bir ressammış ve birçok eser vermiş.
Onun durumu 87 yıl önceki Şehzade Selim’den farklı gelişmiş, adım adım tahta yaklaşıyor gibi olsa da, Sultan II. Abdülhamid’den sonra sıranın ona geleceği yokmuş. Ardı ardına Sultan II. Abdülhamid’den başlayarak, yaş sırasıyla diğer amcaoğlu V. Mehmed Reşad, derken sıra ağabeyi Yusuf İzzeddin’e gelmişken, o da yine babası gibi şaibeli bir şekilde vefat edince, araya giren diğer amcaoğlu VI. Mehmed Vahîdeddin; artık taht sırası tam ona gelmiş ki, padişahlık sona ermiş, Osmanlı İmparatorluğu tarihten silinmiş ve yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş. Padişahlık sırası bekleyen Şehzade, Abdülmecid Efendi adıyla ve Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile 19 Kasım 1922’de ancak 116. İslam Halifesi olabilmiş.
“Biat Töreni” Avni Lifij, 1922 Tuval üzerine yağlıboya, 31 x 41 cm. Özel Koleksiyon Bu tablo din ve devlet işlerinin ayrıldığının işareti olan Abdülmecid Efendi’nin Halife seçildikten sonra yapmış olduğu sadakat yemin törenidir. Tabloda mahfil gibi bir mekanda Halife, Kur’an-ı Kerim mahfazası, köşede oturan ve Şeyhülislâm olduğu tahmin edilen bir din görevlisi, Şeyhülislâm’ın yanında biri sivil biri dini görevli iki kişi, kürsüde Halifenin elini öpen bir askeri kişi (Ömer Faruk Bey olabilir), arka tarafta ayakta sivil ve din mensubu bir kalabalık ve tablonun en sağında önde de Meclis üyeleri görülmektedir. 16 Mart 2019’da Şehzade Abdülmecid Efendi’nin hayatını ve Nakkaştepe’deki Köşkünü yazmıştım. İlgilenenler icin; https://lcivelekoglu.blogspot.com/2019/03/yllar-sonra-calnca-aclan-o-kapnn-ardi.html |
iki taze Hânedan kızı
- Hatice -
Hatice Sultan diğer kız kardeşleri Şah ve Beyhan Sultanlar babalarının ardından anneleri Adilşah Kadın ile birlikte Topkapı Saray’ından, Sarây-ı Atîk-i Âmire’ye (günümüzde Süleymaniye Camii ile Bayezid Camii arasında İstanbul Üniversitesi’nin yerleşkesi içerisinde kalan Osmanlı’nın ilk sarayı, Eskisaray) taşınıp orada yaşamış.
Yıllar zor da olsa çabuk geçmiş, Selim’in kızkardeşleri artık everilecek çağa gelmiş. Daha çok önceleri babaları sağken biri dört yaşındayken Sadrazam Köse Bahir Mustafa Paşa ile, diğeri yedi yaşındayken Mehmed Emin Ali Paşa ile nişanlandırılan ancak öldürüldükleri için evlenemeyen Şah Sultan, 17 yaşına geldiğinde 1778’de Nişancı Seyyid Mustafa Paşa ile evlendirilip Eskisaray’dan ayrılmış. Anneleri Adilşah Kadın, 1784 yılında Sultan I. Abdülhamid’in huzuruna çıkarak, evlenme yaşına gelen diğer kızları için çok ağlanıp, sızlanmış, bunun üzerine de padişah derhal 19 yaşındaki Beyhan Sultan’ı Halep Valisi Silahdar Mustafa Paşa ile evlendirmiş, Hatice Sultan’a da iki sene sonra Khotin (Hotin) muhafızı Nakîb-zâde es-Seyyid Ahmet Paşa’yı uygun bulmuş, paşaya mektup yazdırarak İstanbul’a çağırtmış ve 9 Kasım 1786’da nikahlarını kıydırtmış. Hatice Sultan evlendiğinde henüz 18 yaşındaymış.
7 Nisan 1789’da tahta çıkan Sultan III. Selim, zaman zaman dinlenmek için Boğazın Defterdar Burnu’nda dedesi Sultan III. Ahmed’in inşaa ettirdiği Neşetâbad Sarayı’na gelirmiş. Padişahın sır kâtibi Ahmet Efendi, padişahın 1790’da (15 Zilhicce) Neşetâbad Sarayı’na gelişini;
“Neşatâbada, binişi hümayunla teşrif buyurulup agavat kullarına tomak ve pehlivan güreştirilip, yukarı havuz başındaki kasra saye endaz-ı saltanat ve derun-u havuzdaki zevrak çeye agavat kullarını nöbetle bindirip şarkı okutmakla ârâm ve istirehat esnasında kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa’nın ve Mora valisi Silahtar Mustafa Paşa’nın birbirini müteakip tahriratlarını vücut eyledi.” diyerek aktarmış.
Sultan III. Selim, 1791’de Neşetâbad Sarayı’nı, 1786’da Khotin (Hotin) muhafızı Nakîb-zâde es-Seyyid Ahmet Paşa ile evlendirilen 23 yaşındaki kız kardeşi Hatice Sultan’ın ikametine tahsis etmiş. Hatice Sultan evli olmasına evliymiş ancak, kocası sürekli görevi nedeniyle uzakta olduğundan çoğunlukla yalnız yaşayan bir hanedan kadınıymış ve dönemine göre geniş özgürlüklükler tanınmış ve ağabeyi Sultan III. Selim’in tek başına sarayından çıkıp dolaşma izni verdiği bir sultanmış. Hatice Sultan’ın hiç çocuğu olmamış.
iki taze Hânedan kızı
- Nazime -
Nazime Sultan ve Şehzade Mecid |
Babası Sultan Abdülaziz vefat ettikten sonra annesi Hayran-î Dil Kadın Efendi ve kızkardeşleri ile Fer’iyye Sarayı’nda yaşayan Nazime Sultan, kızkardeşleri Saliha (1862-1942), Esma (1873-1899) Sultan ve amcaoğulları Sultan II. Abdülhamid’in kızı Zekiye Sultan (1871-1950) ile birlikte 19 Mart 1889’da Şeyhülislam Mehmed Cemaleddin Efendi tarafından toplu olarak nikahlanmış, 2 Nisan 1899’da Yıldız Sarayı’nda yapılan bir düğünle dört senedir nişanlı olduğu İbrahim Derviş Paşa’nın oğlu Dervişzâde Ali Halid Bey ile evlendirilmiş. Saliha Sultan da Diyarbakır ve Erzurum Valilikleri yapmış olan Hatunoğlu Kurt İsmail Hakkı Paşa’nın (1818-1897) oğlu Ahmed Zülkefil Paşa ile evlendirilmiş. Nazime Sultan evlendirildiğinde 33 yaşındaymış.
Mercan Konağı inşaat halinde. |
Mercan Konağı, 1895 |
23 Temmuz 1911‘de yanan Mercan Konağı’nın 1930’lardaki durumu. Şimdilerde yerinde Katlı otopark binası var. Hesapta aslına uygun (!) yapılacakmış. |
Ancak Konak çok geçmeden 23 Kasım 1872’de Sultan Abdülaziz’in ağabeyi Sultan Abdülmecid’in (1823-1861) en büyük kızı Fatma Sultan’a (1840-1884) tahsis edilmiş. Konak, 26 Ağustos 1884’te Fatma Sultan’ın vefatından sonra da ikiye bölünerek “Çifte Saray” olarak anılmaya başlanmış ve Sultan Abdülaziz’in evlenme çağına gelen kızları Saliha ve Nazime Sultan’lara evlilikleri için tahsis edilmiş.
Nazime Sultan’ın Dürrinev Kadınefendi’den olan 4 yaş büyük olan ablası Saliha Sultan ile aralarının iyi olmadığı ve Mercan’daki bu konak yüzünden sıklıkla kavga ettikleri biliniyormuş. Nazime Sultan’ın konağında salon ve yemek salonu haricinde, gelin odası, yatak odası, aralık yol pencereleri, camekân, saçak camekân, merdiven başı, alt kat sofası, mermerlik ve yanında beş oda, bodrum katında altı oda ile mermerlik, damat paşa odası ve yanında diğer oda, üst katta sofa, oda, aralık, iki oda ve bitişiğinde mermerlikte oda, harem dairesinde bahçede çamaşırhane, oda, başağa dairesi, ağalar dairesinde iki oda, aralık loca penceresi, üst katta kahveci başı dairesinde oda, bitişiğinde diğer oda, merdiven başı, bitişiğinde mermerlik pencereleri ve bitişiğinde diğer oda kısımları mevcutmuş. Salon ve yemek salonu dışında, konak görevlileri ile ev sahiplerine mahsus olmak üzere 80’e yakın oda bulunmaktaymış. Konağın içi de envai çeşit kıymetli kumaştan perdeler, halılar, Avrupaî tarzın unsurlarından sayılan aynalar, konsollar, avizeler, orta sehpaları, koltuk ve sandalyelerle sultanlara yakışır şekilde tefriş edilmiş. Sadece Nazime Sultan’a ait kısım için tanzim edilen toplam 1.422 adet eşya bulunuyormuş.
Fındıklı’daki Çifte Saraylar (günümüz Mimar Sinan Üniversitesi), 1856-59 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Garabet Amire Balyan’a (1800-1866)
yaptırılmış, sarayın Salıpazarı yönündeki bölümünü Ahmed Fethi Paşa’nın oğlu Mahmud Celalettin Paşa ile 11 Haziran 1858’de evlenen kızı Cemile Sultan’a (1843-1915), Tophane yönündeki bölümünü de Mısır Hidivi Hilmi Paşa’nın oğlu İbrahim Hilmi Paşa ile evlenen Münire Sultan’a (1844-1862 ) düğün hediyesi olarak tahsis edilmiş. Cemile Sultan daha sonra rahatsızlığı nedeniyle doktorların tavsiyesine uyup Çifte Saray’ı boşaltıp önce Kandilli İskelesi’nin yanında bir sahilsarayı satın alıp oraya, ardından kocası
Yıldız Mahkemesi’nde yargılanıp, Sultan Abdülaziz’i öldürmek suçundan idama mahkûm olanların arasına girince, ağabeyi Sultan II. Abdülhamid tarafından nikahı iptal edilmiş ve Göztepe’ye sonra da Erenköye taşınmış. Münire Sultan ise eşinin vefatından sonra ikinci kez Cihan Seraskeri Hasan Rıza Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa ile evlenmiş, üç kız ve bir erkek çocuğundan sonra bir oğlu daha olmuş, ancak bir yıl sonra 1862’da henüz 18 yaşında vefat etmiş. Boş kalan Çifte Saraylar daha sonra Sultan II. Mahmud’un kızı, Abdülaziz ve Abdülmecid’in kız kardeşleri ve Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa’nın eşi Âdile Sultan’a (1826-1899) tahsis edilmiş. Vefatına kadar bu sarayda yaşayan Adile Sultan’ın vefatından sonra, Çifte Saray’lara Nazime Sultan talip olurken, Saliha Sultan’da Mercan’daki sarayın tümüne talip olmuş. Sultan II. Abdülhamid Nazime Sultan’ın talebini uygun görmüş, ancak Saliha Sultan’a vefat eden Sadrazam Tunuslu Hayreddin Paşa’nın (1823-1890) Kuruçeşme ile Arnavutköy arasındaki yalısı’nı önermiş. Tunuslu Hayreddin Paşa Yalısı vaktiyle Sultan III. Selim’in aynı ana ve babadan 9 ay önce doğan ablası Şah Sultan’a ait yalılardan Arnavutköy tarafında olanıymış ve yıllar içinde el değiştirerek ona intikal etmiş. Ancak Saliha Sultan, yaşça büyük olması hasebiyle Tunuslu Hayreddin Paşa Yalısı’na itiraz etmiş, hanedan hiyerarşisini hatırlatarak, Fındıklı’daki Çifte Saray’ı kapmış. Böylece Tunuslu Hayreddin Paşa Yalısı da küçük kızkardeş Nazime Sultan’a düşmüş. Her iki Sultan da diğer kız kardeşleri Esma ile birlikte 19 Mart 1889’da evlenince yeni tahsis edilen bu Sahilsaraylarına taşınmış, Mercan’daki konağı terk edilmiş.
Esma Sultan ve Şehzade Mehmed Seyfeddin Efendi, 1880 |
Sultanlar taşınınca boş kalan Mercan Konağı’na da, Darülfünûn’un o güne kadar kendi bünyesindeki Mekteb-i Mülkiye’nin içinde yer alan İdadi için yeni bir yer talep etmesi üzerine, padişahın da onayı ile 9 Eylül 1900 Cumartesi gününden itibaren, öğrencileri, öğretmenleri ve tüm personeliyle İdadi taşınmış ve eğitime Mercan İdadisi adıyla başlamış.
iki leb-i derya Kâşâne
- Neşetâbad • Hatice Sultan Sahilsarayı -
Açık fikirli, batıya dönük ve özellikle de Avrupa mimarisine ve dekorasyonuna ilgi duyan Hatice Sultan, o sıralarda Büyükdere’de yapılan ve geniş terasları ve bahçeleriyle dillere destan olan, Danimarka Maslahatgüzarı Friedrich de Hübsch’in ihtişamlı konağının, konaktan daha çok da bahsedilen o ünlü bahçelerini çok merak etmiş, ağabeyinden izinli olsa da Sultan III. Selim’den yine de izin alarak bu konağı ve bahçelerini gezmeye gitmiş. Baron Friedrich de Hübsch’ün Köşkü, İstanbul’un elçiliklerde çalışan yabancı uyruklu memurlarının ve soyluların uğrak yerlerindenmiş, ayrıca devlet erkânınca da ziyaret edilirmiş. Diplomattan ziyade mimariyle ilgilenen ve bir tüccar olarak nitelenen Baron Friedrich de Hübsch’ün 1814’te ölümünden sonra, Danimarka Elçiliğine oğlu Casimir atanmış ve ona “Büyükdere Baronu” denmeye başlanmış.
Konağın ihtişamı ve özellikle de bahçelerin güzelliğinden çok etkilenen Hatice Sultan, Avusturya temsilcisi Baron Herbert Rathkeale’nin 1782’de onun için Avusturya İmparatoru II. Joseph’ten “Baron” ünvanı aldığı, maslahatgüzar Baron Friedrich de Hübsch’den kendisi için tavsiye istemiş. Maslahatgüzar da ona, Rusya Büyükelçisi Yakov Ivanovich Bulgakov’un (1743-1809) himayesinde, 1784 yılının sonlarında İstanbul’a gelerek, Rus elçiliğinin Pera’daki kışlık ve Büyükdere’deki yazlık sarayının bahçe ve iç dekorasyonlarını gerçekleştirerek, kısa sürede Fransız ve İsveç delegasyonuyla da tanışıp Pera bölgesinin popüler simalarından biri haline gelen, elçilerin çocuklarına ve yakınlarına resim dersleri veren, Alman asıllı, Fransız iç mimar, peyzaj mimarı ve ressam Antoine Ignace Melling’i (1763-1831) salık vermiş. Fransız elçilik danışmanı Auguste Boppe (1862-1921) “...yalının düzeni kadar terasları ve bahçelerinin konumu ile de büyülenen Sultan’ın benzer bir konutu yapabilecek düzeyde bir sanatçı istemesi üzerine, Baron Friedrich de Hübsch kendisine Melling’i tavsiye etti” diyerek bunu teyid etmiş.
Melling’in İstanbul’a geldiği sıralarda Hollanda elçisi olan Frédéric Gijsbert Baron van Dedem van Gelder (1743-1826), Melling’i
“O zamanlar Rus elçiliği ile ilişkisi vardı; elçi Bay Bulgakov, onun kız kardeşime ve bana resim dersleri vermesine müsaade etmişti. Asya ve Mısır’a yaptığım seyahatlerde bana büyük faydası dokunan bilgileri, sanatın temel öğelerini ben bu kişiden öğrenmiştim” diye anlatmış.
Antoine Ignace Melling ile görüşüp tanışan Hatice Sultan onunla anlaşmış ve saraya aldırarak görevlendirmiş. Antoine Ignace Melling ile Hatice Sultan’ın böylece başlayan ilişkileri uzun yıllar içerisinde devam etmiş. Melling ilk iş olarak, Hatice Sultan’ın görüp çok etkilendiği bahçeleri gibi olması için, Neşetâbad Sarayı’nın bahçelerini ele almakla başlamış; Hatice Sultan’ın ilk isteği ve niyeti de zaten buymuş. Bahçelerin düzenlenmesi ile başlayan bu iş ilişkisi giderek Sarayda bazı tadilatlar, ilaveler ve ek bir köşk yapımına kadar devam etmiş, hatta daha sonra da Sarayın iç tasarımının yenilenmesine kadar varmış. Hatice Sultan, Melling’in yanına ona tercümanlık edecek ve gerektiğinde saray usullerini öğretecek birini vermiş. Tutucu saray halkı, o sırada 29-30 yaşlarındaki bu genç keferenin (hıristiyanın) aralarında dolaşmasından rahatsız olup, cephe alarak kendisine zorluklar çıkartmaya başlayınca, Melling kısa sürede sarayı terketmek zorunda kalmış. Bu durumu haber alınca çok kızan Hatice Sultan, buna sebep olan saray ağalarını cezalandırmış, Melling’in tekrar vazifesinin başına geçmesini temin etmiş. Kat’i surette tembih edilen saray halkı artık Melling’e itibar etmeye başlamış. Ancak tüm tembihlere rağmen Hatice Sultan’ın başağası Melling’i bir türlü çekememiş, fırsat bulduğunda Melling’in şaraplarıyla kafayı çekmeyi de bilen ve çok da abdestine niyazına dikkat etmeyen bu başağa, çakırkeyif olunca birden dindar kesilir, Melling’in aleyhinde ileri geri konuşurmuş. Günlerin birinde bu aleyhte sözlerini ona da işittirecek şekilde uluorta sarfedince işler değişmiş, Melling’in şikayeti üzerine Hatice Sultan ağasını apar topar bir gemiye attırıp, bir daha geri dönemeyeceği uzak bir yere sepetlemiş.
Melling, Neşetâbâd Sarayı’nın bahçelerini Fransız saraylarına benzer şekilde düzenleyip sürprizli olmasını düşünerek, Hatice Sultan’a labirent biçiminde bir bahçe önermiş. Bunun için de bahçeyi labirent şeklinde dolambaçlı bir şekilde yapacakmış, bunu yaparken de o yolların çevresine İstanbul’da çabuk ve fazla boylanan leylak, akasya ve gül gibi kolayca bahçe makasıyla şekil verilebilecek bitkilerden yararlanacakmış. Sonuçta girenlerin dönüp dolaşıp sürekli merkeze vardığı, yönlerini kaybedip, çıkış yolunu çok zorlukla bulabildikleri eğlenceli bir bahçe ortaya çıkmış. Sultan III. Selim bile kızkardeşini ziyarete geldiği zamanlarda bu içinden çıkılamaz haliyle sürprizli bahçede çok eğlenirmiş.
Hatta, kız kardeşini ziyaret ettiği bir gün, sarayın cariyeleri labirent bahçeye bırakılmış ve bunların yeşillikler arasındaki gizli yollarda koşuşmaları, kayboluşları hükümdarı çok eğlendirmiş. 18. yüzyılda Neşatâbat bahçeleri, lale tarhları ile bezenmiş. Bu sarayın laleleri meşhur olduğu için yeni lalelerden birçoğuna da bu saraya izafeten “Neşatefza”, “Neşatüfken”, “Neşatbahş” gibi isimler verilmiş. Hatta Sultan III. Selim’in döneminde Lale Bayramları düzenlenir olmuş.
Ne de olsa Sultan III. Selim, çok küçük de olsa yapılan Lale Bayramlarını yaşamış, görmüştü.
O çocukluk yıllarındaki Lale Bayramlarını, Fransız Jean-Claude Flachat (1700-1755) yazdığı 1766 tarihli “Observations on the commerce and the arts of a part of Europe, Asia, Africa, and even the East Indies” (Avrupa, Asya, Afrika ve hatta Doğu Hint Adaları’nın bir kısmının Ticareti ve Sanatı üzerine gözlemler) adlı kitabında;
“...bayram, Nisan ayında kutlandı, Yeni sarayın avlusunda tahta galeriler kurulmuştu. Bir anfi şeklinde düzenlenen sıraların iki yanına lale vazoları yerleştirilmişti. En yukarılarda meşaleler ve kanarya kafesleri asılıydı Camdan fanuslarda, içleri renkli sular ve çiçeklerle dolu sarkıyordu. Işıkların dağılımı bir gece donanması kadar hoştu avlunun çepeçevresine dağılan ahşap yapılar, sütun kule ve ehramlar, son derece güzel bezenmişti. Ve gözlere şölen çekiyordu. Sanat, hayal yaratıyor, bu güzel yere hayat veriyor, insanın kendi kendine düşler kurmasını sağlıyordu. Sultanın köşkü orta yerdeydi ve sarayın ileri gelenlerinin hediyeleri burada teşhir ediliyordu. Hediyelerin sahipleri tek tek sultana bildiriliyordu. Zatı şahanelerinin hoşuna gidebilmek, büyük bir lûtfa erişmekti. Baş harem ağası bana sık sık haremdeki kadınların bu eğlence günlerinden yaralanarak, efendilerinden bir şeyler kopartmak için nasıl çırpındıklarını anlattı. Herkes kendini göstermek için can atıyordu. Hepsi çekiciydi. Zarif rakslar, ahenkli müzik, güzel giysiler, iğneli sohbetler yapılıyordu”
diyerek anlatmış.
Aynı yıllarda, 1755’te Fransanın İstanbul elçisi olarak atanan amcası Vergennes Kontu Charles Gravier’in (1717-1787) sekreteri olarak İstanbul’a gelen, Macar kökenli aristokrat bir Fransız subayı olan François Baron de Tott (1733-1793) ise yazdığı “Memoirs of the Baron De Tott on the Turks and the Tartars” (Baron De Tott'un Türkler ve Tatarlar Üzerine Anıları) 3 ciltlik kitabında Lale Bayramlarını;
“...Haremin Bahçeleri... Geceleyin yapılan bu eğlenceler için bahçeler bir tiyatro sahnesi gibi kullanıldı. Yapay ya da gerçek her türden çiçeklerle doldurulmuş vazolar, renk cümbüşlerini artıran çırağ bir görünümde ve sınırsız sayıdaki fenerler ve ışığı yansıtan aynalarla cam kandillerin içine yerleştirilen mumların oluşturduğu bir sahne havasına bürünmüştü. Mağazalar, butikler, çeşitli cinste, özellikle bu eğlenceleri yapmak için çeşitli eşyaları bulunduruyordu. Harem kadınları tarafından (kendilerine ait giysileri giyen bu kadınlar, tüccarlara doğrudan doğruya tembih ediliyorlardı. Dükkânları Harem kadınları dolduruyordu. Sultanlar, sultan kardeşleri, yeğenler ve kuzenleri bu eğlencelere Sultan tarafından davet ediliyorlar ve onun en yüksek butik ve mücevher butikleri ve satın aldıkları hediyelerle bu davetlere katılıp birbirlerine hediye ediyorlardı. Aynı zamanda onlar bu şekilde Sultan hanımlarının davet ettikleri törenlerde cömertliklerini gösteriyorlardı. Dans, müzik ve bir çeşit spora benzeyen at üzerinde mızrak gösterileri gece boyunca eğlenceleri yayılıyordu. Ve geceye neşe katıyordu. Elem ve kederi ortadan kaldırıyordu” diye anlatmış.
Yine Fransız elçilik danışmanı Auguste Boppe’nin aktardığına göre; Melling’in yaptığı bu labirent bahçeden son derece hoşnut kalan Hatice Sultan, bahçe biter bitmez bu kez Melling’in yeteneklerinden mimar olarak yararlanmak istemiş ve kalfaya Neşetâbâd Sarayı’nın hemen bitişiğine küçük bir köşk inşaa etmesini buyurmuş. Melling’e kolaylık olması için de Kuruçeşme’de ikamet edebileceği bir konut tahsis etmiş.
Melling’in öncelikle ondan istenen yeni köşk için eskizler hazırlamış, Hatice Sultan’a takdim etmek için, yapmayı düşündüğü köşkün balmumundan da bir maketini yapmış.
Düşüncelerini ve yapmayı planladığı köşkün maketini Hatice Sultan’a beğendirince de, hemen inşaata başlamış. Her gün biraz daha Hatice Sultan’ın gözüne giren Melling kısa sürede Türkçeyi derdini anlatabilecek kadar öğrenmiş, Sultana arz edeceği şeyleri latin alfabesiyle ve Türkçe olarak yazmaya başlamış. Hatice Sultan da her hangi bir isteği olduğunda yazdığı mesajları harem ağalarından biri aracılığıyla iletiyormuş. Ancak Melling, Hatice Sultan’ın arap harfleriyle yazdığı cevapları ancak tercüman aracılığıyla çözebildiği için bu soruna bir çözüm getirmiş ve Hatice Sultan gibi akıllı bir kadına kısa sürede Latin Alfabesini öğretmiş ve böylelikle tercümana gerek kalmaksızın karşılıklı olarak ikisinin de anlayabileceği şekilde hem Türkçe hem de Latin Alfabesiyle yazışmaya başlamışlar. Hatice Sultan’ın aydın bir Osmanlı kadını olarak, günümüzden 225 yıl önce latin alfabesini kullanarak Türkçe mektuplar yazması kesinlikle bir ilkti, devrimdi; zira Türkiye coğrafyasında latin harflerinin kullanılması için daha 134 yıl geçmesi gerekecekmiş.
Bahçeyi düzenlemek için başlayan iş ilişkisi, sonunda Köşkün inşaasının dışında mevcut sarayın da elden geçirilmesine varmış. Melling sarayı tamamen yıkıp yeniden yapmayacak, bazı ek ve değişiklikler yapıp, sarayın iç taksimatını ve iç süslemelerini yeniden düzenleyip, göze çok hoş gelmeyen altın varaklı klasik tezyinatı kazıyarak barok ve rokoko süslemeler ile saraya daha sade ve asil bir stil vermeye çalışmış.
“Melling kalfa, cibinlik hangi gün geliyor? Lütfen bana yarın olduğunu söyle… Söyle hemen işe gelsinler, yakında seninle görüşelim… Çok tuhaf bir gravür… İstanbul resmi taşındı, solmadı… Sandalyeyi sevmiyorum, onu istemiyorum. Yaldızlı sandalyeler istiyorum… Çok fazla ipek istemiyorum, ama bol ipek iplik kullanılsın… Gümüş sandık için gönderdiğin resme baktım, ama umarım böyle yaptırmamışsındır, lütfen eski resmi kullan ve lütfen onu bozma… Sana incileri ve pul parasını “Mandredi” (Salı) günü verebileceğim.”
diye yazarak Hatice Sultan aslında İtalyanca da bildiğini de göstermiş.
“Hatice’nin Sarayı, Neşetabad, Ortaköy’de, Defterdar Burnu’nda yer alıyordu. Bu semt, yetiştirdiği yaseminlerle ünlüydü; uzun ve düz dalları çubuk yapımında kullanılıyordu. Melling, bu semtin hemen yakınındaki Kuruçeşme’ye yerleşti. Birkaç gün içinde prensesinin isteklerini yerine getirmek üzere hazırlandı… Mimar, ressam, dekoratör ve bahçıvan olarak, hiç durmadan yıktı, yeniden inşa etti, bozdu ve yeniden yaptı.” diye bir not aktarmış ve eklemiş; “...sanatçın yaptıkları arasında her gün Sultanın kaprislerinden doğan küçük mabetler, zafer kapıları, labirentler sayabiliyordu.”
Melling'in Köşk’ü inşaa etmesi 1791 yılında başlamış ve bir sene kadar sürmüş. Bu süre içerisinde Hatice Sultan da yaz mevsimlerinde Bebek’teki Şeyhülislam Yalısı’nda misafir olarak geçirmiş.
Yenilenmiş haliyle Neşetâbad Sarayı Osmanlı’nın İstanbul’unda bu ölçekte inşa edilmiş Neoklasik üsluptaki ilk yapı olmuş. Neşetâbad Sarayı boğaz ile arkadan geçen yol arasında denize paralel olarak, dikdörtgen planlı iki katlı bloklar halinde yapılmış bir yapılar topluluğuymuş. Saray bölümlerinin ortasında ahşap sütunların taşıdığı şahnişlerle dışarı, denize doğru taşırılmış büyük bir salon ve onun çevresinde de odalara yer verilmiş.
Bugün ne yazık ki ayakta olmayan Neşetâbad Sarayı ile ilgili olarak sadece o dönemde yine Melling tarafından yapılan gravürlerden ve sonradan yayımladığı albümlerinde yer alan açıklamalardan, bilgi alınabilmiş. Melling’in anlatımlarına göre, sultan sarayının çevre duvarı dışında kafessiz pencerelere sahip başağanın veya sultanın karaağasının dairesi, duvarın arkasından itibaren Hatice Sultan’ın oturduğu ve harem bölümünü kaplayan büyük saray binası, iki bahçe duvarı ortasında Hatice Sultan’ın eşinin yalısı, iki yüksek duvar arasında sultanın kahyasının binası yapının bölümlerini oluşturmaktaymış.
İki katlı olan yeni yapılan Köşk’ün rıhtımında yer alan sütunlara uygun tornalı küpeşte ve trabzanlı korkuluklar, denizden gelenlerin girişine imkan vermek için rıhtımdan denize inen birkaç basamakla kesintiye uğratılmış. Merkezde, trabzanın üzerine oturan dorik dört sütun, bir portik (geçit) oluşturacak şekilde, girişin üzerinde birinci katın çıkmasını taşıyor ve girişi de vurguluyormuş. İki yanında birer, ön cephede üç adet pencere açıklığı içerecek şekilde düzenlenen birinci kattaki çıkma, oval bir madalyon içinde muhtemelen bir tuğra içeren üçgen alınlıkla sonlanıyormuş. Rıhtıma bakan giriş katında mahremiyeti sağlamak için pencere yerine, üst kısımları deniz kabuğu formunda oyulmuş nişler, nişlerin aralarına da plastırlar yerleştirilmiş. Kemerlerin üzerinde plastırların arasında kalan duvarlarda drapeli (dökümlü) girlandlar, nişlerin içerisine de birer mermer vazo yerleştirilmiş.
Giriş katından birinci kata geçişte, tüm cephe sütunların üst hizasından başlayan triglifler ve metoplarla oluşturulan bir bir friz ile yatay olarak kesilmiş, küçük furuşlarla (yalnızca süsleme amaçlı çıkmaların altına konan küçük destek) birinci kat belli belirsiz dışarı çıkarılmış.
Birici katta, iyon başlıklı pilastırların (yarım sütun) arasında, alttaki nişler ile hizalı pencereler açılmış, pencere altlarındaki kasidelerin içi yine alttaki katta kemerlerin üzerinde kullanılan drapeli girlandlar, düz olan pencere üstlerine, bir üçgen oluşturacak biçimde, pencerenin üst ortasında bir küçük vazo ile birleşen drapeli girlandlar yerleştirilmiş.
Saçak altı yine girlandlı bir kuşakla geçilmiş, ortadaki çıkmanın üzerine bir üçgen alınlık yerleştirilerek daha da belirginleştirilmiş ve alınlığın ortasına büyük bir ihtimalle Sultan III. Selim’in Tuğrası yerlestirilmiş. Üçgen alınlığın dışında kalan tüm cephe boyu, rıhtımda olduğu gibi tornalı küpeşte ve trabzanlı bir korkuluk ve trabzanın üzerine sütun ve plastır dizileriyle hizalanmış olarak rıhtımda kullanılan büyük mermer vazolardan yerleştirilerek bitirilmiş.
Kamusal alanlarda cinsiyet ayrımını gözeten ve bu ayırımı özel yaşam dışındaki tüm alanlarda belirleyen bir dini inanışın yaygın olduğu Osmanlı ülkesinde çalıştığının bilincinde olan Melling, üst katta ve denize bakıyor olsa da kattaki tüm pencerelerde kafes kullanarak geleneksel mimari bir ögeyi de Neoklasik mimarisinin içerisine katmış.
Başağa dairesinden sonra gelen yüksek bahçe duvarlarıyla çevrili olan ve soldaki bahçe duvarının ucunda, köşede bulunan bu yeni küçük Köşk, sadece Hatice Sultan’ın kullanımına aitmiş.
Köşkle Sahilsarayını birbirine bağlayan duvarın üzerinde denize oturtulmuş iki ahşap kazık üzerinde öne doğru çıkma yapan, sivri külah çatılı küçük bir de ahşap seyir köşkü yerleştirilmiş. Seyir köşkünün dört cephesi de, kafesli duvarlarla çevrili ve yine kafesler ile yalıtılmış bir galeriyle sahilsarayın harem dairesine bağlanıyormuş.
Köşkü sahilsarayına bağlayan denizden yükseltilmiş üzeri açık galerinin denize bakan cephe duvarı C ve S kıvrımlı figüratif çiçek bezemeleri, içerisinde çiçek demetleri olan vazolar ile, setin üzeri Köşkten ahşap seyir köşküne, oradan da Sahilsarayına dek yine üzeri çiçekli vazolar olan kafesler ile geçilmiş.
Bu geçidin sonunda eliböğründeler ile taşınan üç adet çıkmalı ahşap bölüm ise Hatice Sultan’ın maiyetine ve özel kullanımına ayrılmış olan dairelermiş. Orta bölümü ise Hatice Sultan’ı ziyarete geldiği vakitlerde Sultan III. Selim tarafından kullanılıyormuş. Sadece Padişah geldiğinde kullanması için tasarlanan, dört-altı odalı denize bakan bu hünkar dairesinin ayrı bir merdiveni varmış ve bu özel daireye, büyük sofanın iki köşesindeki özel birer kapıdan geçilmekteymiş. Bu yapının üst kat sofasının iki ucunda mermer olmalı birer çeşme ve arka bahçe tarafında ayrı bir koridor ile geçilen kurnaları ve ayna taşları istiridye formunda yapılmış bir hamam bulunmaktaymış.
Sahilsarayın sağ ve sol kanatları, alt galeri, asma kat ve üst kat olmak üzere, üç kattan oluşmaktaymış. Her kanatta, üst katlarda konsollarla taşınan üç çıkma yer almakta, asma kat ve üst kat pencereleri iki sıra halinde görülmekteymiş. Melling tarafından çizilen iç mekan gravüründe de görüldüğü gibi mekanda Barok ve Rokoko’nun etkisini gösteren, birbirinden oldukça farklı ve çok sayıda süsleme ögesi bir arada kullanılmış. Tavana yakın bordürlerle bölünmüş kare panoların içerisinde vazo içerisinde çiçeklerle ve mekanın tavanı ise yapraklı dallar ile girift bir şekilde işlenmiş.
Melling 1819 albümünde yüksek duvarlar arasındaki Sahilsarayının üçüncü binası olan küçük köşkün Hatice Sultan’ın kahyasına ait olduğunu belirtmişse de, bazı kaynaklar Sahilsarayının bu üçüncü binasının selamlık köşkü ve Hatice Sultan’ın eşine ait olduğunu ve onun tarafından kullanıldığını belirtmiş. Bu üçüncü bina tek katlı ve çıkmalı olarak planlanmış ve tek sıra dikey dikdörtgen pencereler ile aydınlatılıyormuş. Binanın her iki yanında da rıhtıma paralel kafesli bir bahçe duvarı bulunuyormuş.
Sahilsarayının kara tarafında ise Melling tarafından en başta düzenlenmiş olan Avrupa tarzında bahçe bulunuyormuş. Yıkılmadan önce sarayı ve bahçesini gören, Osmanlı saray hekimlerinden Hekim İsmail Paşa’nın kızı ve tanınmış mimar Vedat Tek’in de annesi olan bestekâr, şair ve yazar Leyla Saz (1850-1936) anılarında ayrıntılı şekilde tasvir ettiği sahilsarayının bahçesinin arazinin eğimi nedeniyle yüksekçe bir setin üstünde bulunduğunu, setler halinde düzenlendiğini ve bahçesinde ayrıca bir de kameriyeli havuzun varlığını belirtmiş.
Hatice Sultan’ın emrinde çalışan Antoine Ignace Melling, Hatice Sultan’ın bahçesini düzenlemiş, onun adına bir köşk inşa etmiş, sarayının süslemelerini yenilemiş, mimarlık, bahçe tasarımı ve dekorasyonla olduğu kadar modayla ve mobilyacılıkla da ilgilenmiş. Hatice Sultan’ın arzuları ve beğenileri çerçevesinde şekillenen zanaatkârlığı, tüm bu alanları kapsamaktaymış.
Cibinlik ve avizeler tasarlamış, ayrıca Hatice Sultan için bir iskemle bile yapmaya çalışmış, elbise kalıpları çizmiş, kostümler, şallar ve kuşaklar imal etmiş, Sultan III. Selim için sapı elmaslarla işlenmiş bir hançer, Hatice sultan için de elmas kakma bir tarak üretmiş ancak elmasların tedariki sırasında bir Fransız tacir ile birlikte tutuklanmış ancak Hatice Sultan’ın şahadetiyle kurtulmuş. Melling, bir mimar ve mekân tasarımcısı olmanın yanısıra, iç mekâna ve onun düzenine, oradaki hayat akışının, o alanın bilgisine dair, işlevsel bir tarafı da olan nesneler tasarlamaya başlamış. Harem bölümü için alınan her objeyi denetlemiş, Bayram gibi özel günler, ya da Sultan III. Selim’in ziyaretleri öncesinde sırf o gün için özel avizeler astırmış, mumlar yaktırmış, mermer saksılar kullanmış.
Antoine Ignace Melling’in 1819 yılında yayımlanmış olan albümünde, Neşetâbad Sarayı ile ilgili olarak yer alan bir notta;
Melling’in İstanbul’dan kesin olarak ayrılmasının ardından Sultan III. Selim, yine eskisi gibi kızkardeşi Hatice Sultan’ı orada olmaktan çok keyif aldığı Neşetâbad Sarayı’nda ziyaret etmeye başlamış, hatta kendisi için özel olarak hazırlanmış dairesinde günlerce kaldığı olmuş.
Hatice Sultan, ağabeyi Sultan III. Selim’in 29 Mayıs 1807’de tahttan çekilmek zorunda kalması, 28 Mayıs 1808’de de 46 yaşında Topkapı Sarayı’nda boğdurularak öldürülmesinden sonra, Sultan II. Mahmud zamanında da Neşetâbad Sarayı’nda yaşamış, 17 Temmuz 1822’te elli dört yaşında vefat etmiş ve annesi Mihrişah Sultan’ın Eyüp’teki türbesine defnedilmiş.
Hatice Sultan’ın vefatının ardından eşyalarına el konulmuş ve saraydaki değerli eşyalardan bazıları (?) Çinili Meydan’da müzayedede satılmış, vasiyetname envanterleri sarayının üç farklı yerinde saklandığı anlaşılan beş yüzden fazla Avrupa porselenini içeriyormuş. Kalan malları üzerinde yapılan araştırma sonucunda (1237) 1822 tarihli keşif defteri’ne şöyle bir kayıt düşülmüş;
“Devletlü Hatice Sultan aliyetü’ş-şan efendimiz hazretlerinin Boğaziçi’nde Neşetâbad’da kâin sahilsâray-ı âlîlerinde inşa ve tekmil olunan…”
“Cennetmekân Firdevs-i Âşiyan (cennette oturan) Hatice Sultan Aliyyetü’ş-şan Hazretlerinin füruht (satış) olunan muhallefatı defteri (geride mîrasçı olarak kimsesi olmayan bir ölünün sâhipsiz kalan mallarının kaydedildiği defter, tereke defteri). Bütün masraflar çıktıktan sonra 104.038,5 guruş tutmuştur.” 25 Zilhicce 1237 (Hicri takvime göre yılın 12. ve son ayı) tarihli hüccet’te (senet, belge, vesika) ise; “… Bundan akdem (daha önce) veda-i âlem-i fâni (gelip geçici dünya) ve âzim-i gülşen-seray-ı (gül bahçesi içindeki saray) beka edüb (ardında bırakıp) garik-ı lücce-i rahmet (rahmetli olan) olan Hatice Sultan İbret-el-merhum (rahmetli) Sultan Mustafa Han… Padişah-ı âlempenah (Cihanın sığındığı yer) Efendimiz Hazretlerinin rikâb-ı şâhaneleriyle bi-ebeveyn hemşire-i muhteremleri Beyhan…”a miras düştüğü ve Hatice Sultan’ın
bütün borçlarını II. Mahmud’un ödediği kaydedilmiş.
Hatice Sultan’ın 1822’de ölümünden sonra, Neşatâbâd Sahilsarayı’nda, Türk Hat Sanatında bir inkılap gerçekleştirdiği kabul edilen bir hat ustası, Türk resim sanatında ise batılı anlamda resim yapan ilk büyük ressam kabul edilen, Hattat Mustafa Rakım Efendi (1757-1825) bir süre oturmuş.
Neşetâbad Sarayı’nı, daha sonra Sultan II. Mahmut kızlarına tahsis etmiş. Saray, önce 23 yaşındayken 24 Mayıs 1834’de Damat Gürcü Halil Rıfat Paşa ile evlenen Saliha Sultan’a (1811-1843) tahsis edilmiş, Saliha Sultan ve eşi sarayda uzun yıllar oturmuş. Saliha Sultan’ın ölümünden sonra da 1845 yılında Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa ile evlenen, Osmanlı hanedanında Divan’ı olan tek kadın şair olan Adile Sultan’a (1826-1899) tahsis edilmiş. Adile Sultan 1866’ya kadar kışları Neşetâbad Sarayı’nda yaşamış.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunan 3 Haziran 1854 tarihli bir evraka göre, Kırım Savaşı sırasında, Müttefik ordu kumandanlarından başka İstanbul’a gelecek olan Prens Charles-Louis Napoléon Bonaparte (Fransa’nın ilk Cumhurbaşkanı, III. Napoleon, 1808-1873) ve Cambridge 2. Dükü Prens George William Frederick Charles (1819-1904) için devlet şanına yakışır yerler tahsis edilmeye çalışılmıştı. Bunun için Fransız Prensi Napoleon’a Neşatâbâd Sahilsarayı ve 2. Cambridge Dükü Prens George’a ise Feriye Sarayı tahsis edilmiş, ayrıca yanlarında bulunacak yaverler ve hizmetkârları için de konaklama imkânı sağlanmış.
Antoine Ignace Melling’in 1819 tarihli Albümünde yer alan İstanbul Boğazı haritasında Defterdarburnu |
Neşetâbad Sarayı, Sultan Abdülmecit döneminde de yine sultanların ikametine ayrılmış. Zaman zaman düğünler ve resmi kabuller de yapılan, zamanla harap hale gelen Neşatâbat Sahilsarayı, Sultan II. Abdülhamid zamanında yıktırılmış ve yerine 1892 yılında kızları Fatıma Naime (1876-1944) ve Zekiye Sultan (1871-1950) için birbirinin eşi iki yalı inşa edilmiş. Fatıma Naime Sultan Gazi Osman Paşa’nın oğlu Mehmed Kemaleddin Paşa ile evlenmiş, ancak yanı başlarındaki Konak’ta yaşayan V. Murad’ın kızı, kuzenleri Hatice Sultan ile Mehmed Kemaladdin Paşa’nın gizli gizli sürdürdükleri aşk nedeniyle ondan boşanmış, bu skandal o sırada diyabetli olan sabık padişah V. Murad’ın olayın şoku ile ölümüne neden olmuş. Gazi Osman Paşa’nın diğer oğlu Ali Nureddin Paşa ile evli olan Zekiye Sultan’ın bu yalının üstündeki koruluğun içerisinde de bir sarayı varmış.
Fatıma Naime ve Zekiye Sultan için yaptırılan Çifte Saraylar |
“Çiftesaraylar
Ortaköy’le Kuruçeşme arasında bir akıntı vardır. Adına Defterdarburnu derler. Oracıklarda kâin ufak bir cami-i şerifin önlerine tesadüf eder. Bu burunda ta Sultan Selim-i Sâlis (Sultan III. Selim) devrinde bile bir saray varmış ve padişahın hemşiresi (Hatice Sultan) ikamet edermiş. Hatta biraz sonra başka sultanlar da orada oturmuşlar, yazları geçirmişler. Rivayet sahih ise Sultan Mahmud-ı Sânî’nin (II.Mahmud) kerimesi Adile Sultan da Kaptan-ı Derya Mehmed Ali Paşa ile bu sarayda evlenmiş. Saray-ı Hümayun’dan bu saraya gelmiş. Şöyle de bir hikayesi vardır: Bir kuşlu saltanat kayığıyla gelin alayı gelirken Damad-ı Hazret-i Şehriyari Mehmed Ali Paşa’yı beray-ı istikbal (karşılama amacıyla) rıhtıma getirmişler. Yüzlerce saray kayığı kuşlu kayığı sarmış ve rıhtıma yanaştırmışlar. Usulün icabı sultanın hemen kayıktan çıkmaması olduğu için Adile Sultan da bu kaideye riayet etmiş, yerinden kımıldamamış. Bu da usuldenmiş:
Bir saat tutarlarmış, dakikaları sayarlarmış.
Düğün başlamış, eğlenceler, ziyafetler günlerce sürmüş, şehir de donanmış. Adile Sultan’ın zevcine fart-ı muhabbeti (aşırı muhabbet) rıhtımdaki saat hadisesiyle başlamıştır ve Mehmed Ali Paşa ölünceye kadar sultan, kocasına râm (itaat) olmuştur. Sonra da onu vefatına kadar bir an olsun unutmamış durmuştur.
Hedm ü İnşa
(Yıkmak, harap etmek ve yeniden inşa etmek.)
Ben çocuktum, Sultan II. Hamid’in kızları Gazi Osman Paşa’nın oğullarıyla evlendirildikleri zaman, nerede evlendiklerini biliyorum; amma nasıl evlendiklerini asla hatırlamıyorum. Çünkü elimden tutulup düğünlere götürülecek yaşta bile değildim. (Bana her zaman ağabey diyen ablamın kulakları çınlasın). Yalnız Defterdarburnu’ndaki ahşap sarayı (Neşetâbad Sarayı) halen derhatır ediyorum. Denize çok yakın, geniş, kafesli ve cumbalı, hatta bazı yerlerinde direkli bir sahilsaray idi. Büyük kızı Zekiye Sultan evlendikten bir hayli sene sonra bu harap; fakat emsali nadir kâşaneyi padişah yıktırarak yerine iki saray yapılmasını ve ilk kızına tahsisini yalısı oracıklarda bulunan Bahriye Nazırı Hasan Paşa’ya (ressam Sabiha Bozcalı’nın baba dedesi Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa 1832 - 1903) emretmişti. Canım sarayı yıktılar ve yan yana iki ahşap bina inşa ettiler. İsimlerine de “Çiftesaraylar” dediler. Yıkılan sarayla yapılan binaların arasında ummanlar arasındaki farklar kadar uzunluklar vardı. Giden asar-ı nefise-i atikadan (eski güzel sanat eserlerinden) biriydi. Gelenler bildiğimiz büyük konaklar gibiydi. O zaman benden büyük yaşlılar, hatta çok yaşlılar bu ameliyeden nâşi (ötürü) çok, hem pek çok mahzun olmuşlardır. Eskiyi beğenmez yıkarız; amma yeniyi yaparken zevksizliklere bakarız, diyenler de bulunmuştu. Hülâsa (özetle) Çiftesaraylar’ı kimse beğenmemişti. Hele gidenler, bilenler söylerler; haremde olsun, selamlıkta olsun methaller (yapının girişleri) çok çirkindi. Çünkü bodrum katından içeriye girilirdi. Ancak dehrin (zamanın) padişahının kızlarına açılmış saraylar oldukları için içerilerine çok girilirdi. Misafirsiz kaldıkları gün olmazdı.”
diye yazarak aktarmış.
28 Nisan 1956’da vefat eden Ahmet Semih Mümtaz’ın şairlik yönü çok kuvvetli olmasa da, Fransa’dan 1937’de döndükten sonra Sabah, Peyâm-ı Saban, Tanin ve İkdam gazetelerinde yazılarıyla gazeteciliğe başlamış, Osmanlı konaklarını ve İstanbul’daki ramazanları ele alan dizi yazıları ile, büyük ölçüde İstanbul şehrinin mimarisine ve atmosferine tanıklık edilmesini sağlamış.
Naime ve Zekiye Sultan yalıları, Ortaköy’deki yine o dönemde yaptırılan çağdaşları Fehime ve Hatice Sultan yalılarıyla benzeyen tasarımlara sahipmiş. Bu Çifte sarayların simetrik düzenlenen cephe tasarımında, merkezde bulunan üçgen alınlıklarla kuvvetli bir vurgu hakimmiş. Yalılar genel hatlarıyla Neoklasik olarak tanımlanabilecek cephelere sahipmiş. Yalılar deniz cephesinde
a-b-c-b-a ritminde bir düzene sahipmiş.
Fatıma Naime Sultan Sarayı |
Yalıların deniz cephesinin iki yan tarafında, öne çıkan üçlü açıklık içeren yüzeyler tekrarlanmış. Bu bölümlerle merkez aksların arası, ilk katta veranda, üst katlarda balkonla geçilmiş, verandaya ve birinci kat balkonuna narin sütun çiftleri yerleştirilmiş. Giriş üzeri iki katlı yalılarda katlar birbirinden kornişlerle ayrılmış, cepheler yüksek tutulan bir saçak kornişiyle sonlanmış. Kırma çatının merkezinde, cihannüma benzeri bir fener/ışıklık yükselirmiş, Deniz cephesinde üçgen alınlıkla sonlanan merkezi bölümlerde pencereler yuvarlak kemerli tasarlanarak aks öne çıkarılıp vurgulanmış ve cepheye farklılık kazandırılmış, zemin katta basık kemerli pencereler, üst katta ise üçgen alınlık formunda ahşap oymalarla taçlandırılmış dikdörtgen pencereler yer almış. Son katın dikdörtgen pencerelerinin üzerinde de ahşap oyma tepelikler bulunuyormuş. Yapılar arasındaki yüksek duvarlarla çevrili bahçeler, üçgen alınlıkla sonlanan birer büyük kapıyla da önlerindeki geniş taş rıhtıma açılırmış.
Zekiye Sultan Sarayı |
Neşatâbat Sahilsarayı’nın yerine yapılan bu çifte saraylardan biri yanmış, diğeri de 1924 yılından sonra yıktırılmış.
Ortaköy Hatice Sultan Yalısı (Yüzme İhtisas Kulübü) |
Ortaköy’den başlayarak Kuruçeşme’ye hatta Arnavutköy’e dek uzanan Boğaz sahilinde bir zamanlar Padişahların kızları Sultanlar için yaptırdığı birinden güzel bu sahilsaraylarından, köşklerinden, yalılarından yakın tarihlere kadar ancak Ortaköy’de, yine Sultan II. Abdülhamid tarafından Sultan V. Murad’ın kızları Fehime ve Hatice Sultanlara tahsis edilen birbirine benzer yalılar kalabilmiş. Yalılardan Fehime Sultan’a ait olanı Gazi Osman Paşa İlkokulu olarak kullanılırken 2002’de yanmış, Hatice Sultan’a ait olan ise uzun yıllar Yüzme İhtisas Kulübü tarafından kullanılmış.
Yılını belirleyemediğim bu Defterdarburnu Hava fotoğrafında (1) Zekiye ve Fatıma Naime Sultan Çifte Sarayları, (c) Defterdar Camii ve (2) Nazime Sultan sahilsarayı net bir şekilde görülmekteler. |
iki leb-i derya Kâşâne
- Nazime Sultan Sahilsarayı -
Kuruçeşme ile Arnavutköy arasında Sultan III. Selim’in ablası Şah Sultan’a (1761-1803) ait yalılar, ondan sonra Sultan I.Abdülhamid’in kızı Hibetullah Sultan’a (1789-1841) geçmiş, Hibetullah Sultan oniki yaşındayken Sultan III. Selim tarafından 30 Ocak 1803’te Damad Seyyid Ahmed Paşa’nın oğlu Alâeddin Paşa ile evlendirilip, ikametgah olarak da Kadırga Sarayı tahsis edilince, yalılar 250 kese akçeye Sarraf Musa’ya satılmış. Sonradan yalılar tekrar Hazine-i Hassa tarafından satın alınmış ve sultanlarin ikametine tahsis edilmiş. Kuruçeşme yönündeki yalı bir süre Sadrazam Ahmed Hamdi Paşa’nın (1826-1885) tasarrufunda kalmış, ölümünden sonra Sultan II. Abdülhamid, yalıyı Ressam Osman Hamdi Bey’in babası olan Sadrazam İbrahim Edhem Paşa’ya (1818-1893) ihsan etmiş. İbrahim Edhem Paşa’nın ölümünden sonra yalıyı Şûrâ-yı Devlet Reis-i Âlisi ve Sadrazam Mehmed Said Paşa’nın oğlu Şerif Paşa satın almış, tamirata başlamış, ancak bitirip taşınmaya fırsat olmadan Sultan II. Abdülhamid’in iradesiyle, yalı padişahın kızkardeşi Mediha Sultan’ın (1856-1928) ikametine tahsis edilmiş. Mediha Sultan, 1877’de Damat Ferit Paşa ile evlenmiş ve 1884 yılında vefat eden ablasından kalan, Baltalimanı’ndaki babası Sultan Abdülmecid’in 250.000 altın liraya damat Galip Bey’in babası Mustafa Reşid Paşa’dan satın alıp kızı Fatma Sultan’a düğün hediyesi olarak verdiği 1840 yılında inşaa edilmiş Sahilsarayı’na ( günümüzde Baltalimanı Kemik Hastanesi olarak kullanılmaktadır) taşınmış.
Nazime Sultan Sahilsarayı’nın planı. |
Meşrutiyet’in ilanından sonra boş bulunan Şah Sultan’ın Kuruçeşme yönündeki yalısına Meclis-i Mebûsan Reis’i Ahmed Rızâ Bey (1858-1930) kiracı olmuş, yalı daha sonra da 24 Şubat 1914’te Enver Paşa ile evliliği münasebetiyle Naciye Sultan’a tahsis edilmiş.
Arnavutköy yönündeki yalı da Tunuslu Hayreddin Paşa’nın vefatından sonra Sultan II. Abdülhamid tarafından satın alınarak 1889’da Nazime Sultan’a tahsis edilmiş. Yalı daha sonra yıktırılmış, yerine de 1897 yılında, İtalyan mimar Raimondo Tommaso D’Aronco’ya
(1857-1932) Nazime Sultan için 1901-1902 yıllarında Art Nouveau üslubunda ahşap kârgir bir sahilsarayı yaptırılmış.
Kuruçeşme Nazime Sultan Sahilsarayı, Fotoğraf: Salt Araştırma |
Kadırga Sarayı, Sultan I. Abdülhamid’in kızkardeşi, Sultan III. Ahmed’in kızı ve Hibetullah Sultan’ın halası Esma Sultan’a (1726-1788) aitti ve Topkapı Sarayı’ndan sonra Marmara Denizi’ne bakan yegane hanedan mensubu sarayı idi. Kadırga Bizans döneminde 200-300 kürekli gemiyi barındıracak kapasitede şehrin en eski limanıydı ve tarih boyunca Pontus Novus (Yeni Liman), inşaa ettiren imparatorun adına izafeten Justinianus Limanı ve Sophia Limanı adlarıyla anılmış, Osmanlı’nın İstanbul’u fethinden sonra küçük bir iskele olarak kullanılmış, 1550’lerden itibaren de duvarlarla çevrilerek zaman içerisinde kurutulmuştu. Kadırga Sarayı da işte bu Kadırga limanı ile hemen biraz ilerisinde, batısındaki Kontaskalion Limanına hakim büyük bir alanda yer almaktaydı. Sarayın konumunu günümüzde Bali Paşa Yokuşu, Sarayiçi Sokağı ve Akar Çeşme sokağı belirler. Bali Paşa Yokuşu, kuzey-güney istikametinde sarayın batı sınırına paralel uzanır; doğu duvarı boyunca da Akar Çeşme sokağı yer alır.; Sarayiçi sokağı ise hemen hemen kuzeyden güneye sarayın arazisini ortadan ikiye keser.
Bizans dönemi İstanbul’u ile günümüz İstanbul’unun karşılaştırıldığı bu haritada kıyı çizgisinin zaman içerisinde ne kadar değiştiği çok açık bir şekilde görülmektedir. (1) ile işaretli olan liman, Bizans’ın en eski limanı Pontus Novus (Kadırga) Limanı, solundaki daha küçük olan ise Kontaskalion Limanı’dır. (2) ile işaretli olan hat Bali Paşa Yokuşu’nu, (3) numaralı hat ise Sarayiçi Sokağı’nı göstermekte, dolayısıyla bir zamanlar Kadırga Sarayı’nın nerede olduğuna işaret etmektedir. Daha sonra kurutulan bu limanda, (1) rakamının tam tepe noktasında Esma Sultan 1781’de üzeri namazgah olan bir Meydan Çeşmesi yaptırmıştır ve günümüzde hala ayaktadır. |
Kadırga Esma Sultan Çeşmesi, 1937. |
17 yaşında 1743’te Sultan I. Mahmud tarafından Kadırga Sarayı’nda Yakub Paşa ile evlendirilen, ancak aynı yıl içinde Yakub Paşa ölünce Adana Valisi Yusuf Paşa ile evlendirilen, onun da ölümünden sonra üçüncü kez bu sefer 24 Haziran 1758’de yine Kadırga Sarayı’nda Vezir Muhsinzâde Mehmed Paşa ile
evlendirilen çok varlıklı ve güçlü bir kadın olan Esma Sultan 13 Ağustos 1788’de 62 yaşında Kadırga Sarayı’nda ölünce; sayısız malı, mülkü, o sırada padişah olan kardeşi Sultan I. Abdülhamid’in üç kızı arasında dağıtılmış, Emine Sultan’a intikal eden Kadırga Sarayı, 1791’de daha 13 yaşındayken ölünce en küçük kız olan Hibetullah Sultan’a kalmıştı. Hibetullah Sultan muhtemelen kapsamlı bir restorasyon çalışması tamamlandıktan ve 1803 yılında evlendikten sonra Kadırga Sarayı’na yerleşmişti. 9 sene sonra 23 yaşında dul kalan Hibetullah Sultan temayüllerin aksine diğer Sultanlar gibi yeniden evlenmemiş, çocuğu olmamış ve 18 Eylül 1841’de 52 yaşında yine Kadırga Sarayı’nda vefat etmiş, kardeşi Sultan II. Mahmud’un türbesine defnedilmişti. Kuruçeşme’deki yalılar ise, Hibetullah Sultan’a belki de annesi Fatıma Şebisefa Kadın’ın vefatından sonra kendisine intikal eden çiftlikler ile birlikte kendisine geçmiş ve yazlık kullanımı için tercih ettiği yalılardı.
Deniz cephesi simetrik olarak ve ahşap strüktürlü olarak tasarlanmış Nazime Sultan Yalısı’nın, en üst katı, yüksek bir bodrum üzerindeki giriş katından daha yüksek ve dikkat çekicidir. Yapının girişlerine deniz cephesindeki dar bir rıhtımdan ulaşılmakta ve yapının orta ekseninde değil, iki yan kanatta yer alır. Giriş kapıları iki yandan basamaklarla ulaşılan, ikişer sütunun taşıdığı yükseltilmiş dalgalı üç adet basık kemerlerle vurgulanmış bir portiğin gerisindedir. İki yan kanatta yer alan girişlerin üst katı yapıya farklı bir görünüm kazandıran at nalı şeklinde gösterişli ve belirgin büyük bir kemer ile çerçevelenmiştir. Girişin üst katında yine alt kattaki gibi üç adet açıklık içerisinde, tipik art nouveau ozellikleri gösteren bombeli dikmeler ile bölümlenmiş, dalgalı kemerler içerisine alınmış üç pencere yer alır. Ortadaki pencerenin önünde ise küçük bir balkon yer alır. Bu düzen yalının her iki uç bölümünde de simetrik olarak uygulanmıştır. İki yan kanattaki bu gösterişli kısımların ortasında kalan merkezde ise oldukça basık bir kemerle birleştirilen iki sütunun taşıdığı, yine diğerlerinden daha küçük bir bombeli kemer ile sonlandırılmış, sağ ve solu ise bombeli paravanlar ile sınırlandırılmıştır. Bu orta bölümün saçakları kemer boyunca sıralanmış eğik oklar ile ve yanlarına iliştirilmiş yaprak motifleriyle dikkat çeker.
Yalının tüm cephesi, bitkisel bezemeler, özel biçimli pencereler ve dalgalı hatlar aracılığıyla, İstanbul Boğazı’nda bir benzeri daha olmayan bir sahne dekoru oluşturur adeta. Cephesi oldukça farklı özellikler sergileyen yalının plan düzeni ise alışılagelmiş harem ve selamlıklı klasik plan şemalarına uyar. Harem ve Selamlık bölümlerini geniş taşlıkları, avlunun iki yanında merkezi şekilde konumlanmış üç kollu merdivenler, bunun göstergesidirler.
Deniz cephesindeki iki yan kanattaki girişlerin iki yanında birer büyük salon, aralarında ise birer küçük oda yer alır. Yalının deniz cephesinde hakim olan simetriye rağmen kara tarafındaki cephesinde bu sözkonusu değildir. Kara tarafı daha çok servis bölümleri yer alır ve irili ufaklı odalar bir koridor boyunca sıralanırlar.
Yalının sol kanadının köşesinden duvara bitişik olarak uzanan bir koridorla yalıdan ayrı bir şekilde tasarlanmış iki katlı muhtemelen hamam olan küçük bir yapıya ulaşılır.
Raimondo D’Aronco’nun 1902 Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi Yönetim Pavyonu |
Raimondo D’Aronco, İstanbul’da bulunduğu yıllarda İtalya’nın tasarım dünyasından uzaklaşmamış, çeşitli proje yarışmalarına katılmayı sürdürmüş ve 1901 yılında, Torino Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi’ne gönderdiği bir dizi Art Nouveau bina projesiyle birincilik kazanmıştı. Raimondo D’Aronco, İstanbul’da birçok projenin içinde yer almış, Bizans ve Osmanlı mimarisinden aldığı ilhamı, Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi’ne taşımıştı. D’Aronco Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi için tasarladığı kubbeli, daire planlı ana pavyonun (Rotonda d’Onore) iç süslemelerinde, Ayasofya’dan esinlendiğini, arkadaşı mühendis Enrico Bonelli’ye yazdığı bir mektupta anlatmıştı.
Solda, Şah Sultan- Edhem Paşa-Şerif Paşa-Naciye Sultan, Enver Paşa Yalısı, sağda Nazime Sultan Yalısı. 14 Kasım 1919 |
Çırağan Sarayı yangınından kurtulan bazı mobilya parçalarının taşınması |
iki kefere Kalfa*
- Antoine Ignace Melling -
* Osmanlı’da o dönemlerde mimar yerine Kalfa deyimi kullanılmaktadır.
Neşetâbad Sarayı’nın güzelliğinden ve ihtişamından çok etkilenen Sultan III. Selim, Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük saray haline gelen Beşiktaş Sahil Sarayı’ndaki yapıların uzun süreli konaklamaya elverişli olmadığı için Melling’e o sarayı da elden geçirmesi talimatını vermiş.
17. yüzyıl başlarında Beşiktaş Sahilsarayı’nın bulunduğu bu sahil kesimi “Kazancıoğlu Bahçesi” olarak anılmaktaymış. IV. Murad (1623-1640) tarafından saray mülklerine dahil edilen bu bölgede,
IV. Murad kızı İsmihan Kaya Sultan (1633-1659) ve eşi Sadrazam Melek Ahmed Paşa (ö.1662) için bir yalı yaptırmış. Daha sonra lale Devri’nde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eşi Sultan III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan (1704-1733) için bu sahilde Ferâhâbâd adıyla bir yazlık Kasır yaptırmış. Bu Kasır, mehtaplı gecelerde Sultan III. Ahmed’in de katıldığı billur fenerler içerisindeki mum ışığı ve aynalar ile düzenlenen eğlenceler nedeniyle de zamanla “Çerağan” adını almış. O dönemde İngiltere tarafından İstanbul’a elçi olarak atanan Edward Wortley Montagu’nun eşi Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) İngiltere’deki arkadaşlarına yazdığı mektuplarında, ki vefatından sonra “Şark Mektupları” adıyla kitaplaştırılmış, bu kasrı görmüş ve, sekiz yüz odalı olduğu söylenen yapıda pencere camlarının İngiltere’nin en kaliteli ürünlerinden olduğunu, dekorasyonda mermer, meyve ve çiçek resimleriyle yaldızın bolca kullanıldığını kaydetmiş, Kasrın mermer döşeli hamam dairesinin dekorasyonundan, fıskiyeli havuza sahip sofasından, bahçedeki kameriyelerden, çeşmelerden ve yürüyüş yollarından övgüyle bahsetmiş. Ayrıca Lady Montagu, hükümdar dairesinin sedef kakma ve zümrütlerle bezeli olduğunu da belirtmiş.
Musiki fasılları ve şiir alemleriyle ünlü olan Kasırda, III. Ahmed'in tahttan indirilmesi ve İbrahim Paşa'nın katlinden sonra, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın eşi ve Sultan III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan vefatına dek kalmış. Kasır, Sultan I. Mahmud zamanında (1730-1754) sadrazamlar tarafından elçilerle görüşme ve resmi ziyafetler için kullanılmış, daha sonra sultanlara tahsis edilmiş. Önce Sultan III. Ahmed'in kızlarından Zeyneb Sultan’a (ö.1774), ardından Şeyhülislam İvaz Mehmed Paşazâde İbrahim Efendi’ye verilmiş ve Çerağan Sahilsarayı sonunda Sultan III. Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan’a geçtiğinde, 1791-1795 yılları arasında Yorgi kalfa gözetiminde yeniden yaptırılmış. Önceki gibi ahşap olan Çerağan Sahilsarayı’nı, 1794’de Birleşik Krallığın İstanbul Elçiliğine hekim ve papaz olarak atanan, İstanbul’daki üç yıllık yaşantısı sırasında edindiği gözlem ve izlenimlerini döndükten sonra 1797’de İngiltere’de “Constantinople, ancient and modern with excursions to the shores and islands of Archipelago and to the Troad” adıyla kitaplaştıran James Dallaway (1763-1864), Türk mimarisinin en güzel yapıtlarından biri olarak değerlendirmiş, zengin renkler ve altın yaldızla bezeli kasrın duvar resimlerindeki perspektifleri yetersiz bulmuş, direklerle deniz üzerine kurulmuş, döşemesindeki ızgaralarla balık tutulabilecek şekilde düzenlenmiş olan bir odadan, çiçek tarhları halinde düzenlenmiş bahçede yer alan mermer çeşmelerden ve aydınlık köşklerden bahsetmiş ve mütevazı selamlık dairesinin hareme bir galeriyle bağlandığını da kaydetmiş. Beyhan Sultan, Hatice Sultan’ın Arnavutköyü’nde satın alıp onun için yine Melling’e yaptırdığı görkemli yeni sahilsarayına taşınmaya karar verince, Çerağan Sahilsarayı’nı da, çok beğenen ve kendisini ziyaret ettikten sonra yakındaki Beşiktaş Mevlevihanesi’ne uğramayı alışkanlık haline getiren kardeşi Sultan III. Selim’e satmış, o da 1803’te aynı yerde yeni bir saray inşa ettirmiş. Beşiktaş Sahilsarayı böylelikle ortaya çıkmış, ancak Sultan III. Selim kızkardeşi Hatice Sultan’ın yenilenen sarayını çok beğendiği için, Melling’den bu sarayı da elden geçirmesini istemiş.
Antoine Ignace Melling’in (1763 - 1831) gravürlerinin yer aldığı 1803-1819 yılları arasında yayımladığı “Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore” adlı albümünde yer alan Beşiktaş Sarayı Gravürü. |
Antoine Ignace Melling’in Hatice Sultan’dan ve Sultan III. Selim’den gördüğü yakın ilgi ve güvenin etkisiyle uzun yıllar boyunca sürecekmiş gibi görünen İstanbul’daki çalışmaları XIX. yüzyıla girildiğinde birden kesintiye uğramış, Melling’in Hatice Sultan ve Sultan III. Selim’in gözünden düşmesine bir rivayete göre, Napoleon Bonaparte’ın 1798’de giriştiği Mısır seferi neden olmuş, arkasından Sultan III. Selim, Fransız kökenli olan Melling’e iş vermekten vazgeçmiş. Bu tezi Reşad Ekrem Koçu da;
“... III. Selim’in sarayına başlanmak üzereyken, Napolyon Bonapart’ın ani bir surette Mısır’a asker dökerek Mısır’ı zapt ettiği haberi geldi. Sarayın inşasından vazgeçildi. Koffer ve Melling saraydan uzaklaşmaya mecbur oldular. Az bir zaman sonra da Melling, İstanbul’u terk etti”
diyerek desteklemiş. Bir başka rivayet ise, Hatice Sultan’ın evlenmediği bir kadından kızı olan Melling’i kıskandığı o nedenle işine son verdirtip İstanbul’dan uzaklaştırdığı yönündeymiş.
İleri sürülen diğer bir rivayete göre de, Neşetâbad Sarayı’nın inşaası bitmesine, Melling’in 1799’da Alélaïde adında bir kızı olmasına ve sonrasında kızının annesi Cenevizli bir Levanten olan Françoise-Louise Colombo ile evlenmesine rağmen Hatice Sultan ile mektuplaşmaları ve görüşmeleri devam etmiş, bu da aralarında özel bir ilişkinin olduğuna dair dedikoduların yayılmasına, üstelik de Sultan III. Selim’e kadar ulaşmasına neden olmuş.
Hatice Sultan ile Melling arasında bir ilişki olduğunu kanıtlayabilecek mektuplar, Fransa’da özel bir koleksiyonda korunmaktadır ve Jacques Perot ve Jacques Perot ve Frédéric Hitzel tarafından toparlanarak kitaplaştırılmış, Türkiye’de de Tarih Vakfı tarafından çevrilmiş ve yayınlanmış. Ayrıca 1836 yılında İngiliz Ordusu’nda bir subay olan babası Thomas Pardoe ile yaptıkları bir İstanbul seyahatinde on ay kaldığı İstanbul’da edindiği izlenimleri “Sultanlar Şehri” (The City of Sultan’s) adlı bir kitapta anlatan Julia Pardoe, Hatice Sultan ile Melling arasında yaşananlara yıllar sonra sanki tanık olmuşcasına kitabında yer vermiş, orası meçhul. Zira Julia Pardoe’nin İstanbul’a geldiği 1836 yılında, bahsedilen olayların üzerinden yaklaşık 50 yıl, Melling öleli 5, Hatice Sultan öleli de 14 yıl geçmiş.
Söz konusu dedikodular belki biraz da Hatice Sultan’ın evli ancak yalnız bir kadın olarak görünmesinden kaynaklanıyormuş. Zira Hatice Sultan ablası Beyhan Sultan’ın evlendirilmesinden 2 yıl sonra yine annesinin ısrarlı yakarışları nedeniyle Sultan I. Abdülhamid tarafından 18 yaşındayken 1786’da Khotin (Hotin) muhafızı Nakîb-zâde es-Seyyid Ahmet Paşa ile evlendirilmiş. Bu o dönemde Osmanlı Sarayı’nda örneği çok görülen politik ve formalite bir evlilikmiş. Uzak diyarlardaki görevleri nedeniyle Hatice Sultan kocasını kısa süreli olarak İstanbul’a gelmeleri dışında çok az görebiliyormuş. Kaynaklarda bu durumun Julia Pardoe’nun dikkatinden kaçmadığı ve yayınladığı mektuplarında hayretini gizleyemediğinden bahsedilir ki bu yine aradaki onca yıl nedeniyle inandırıcılıktan uzakmış. Ayrıca yine Julia Pardoe mektuplarında, Hatice Sultan’ın Neşetâbad Sarayı’nda Melling için bir özel daire yaptırttığından, Melling’in saraya yerleştiğinden ve nikahlı kocasına ise sarayın iç kısımlarında gözden ırak, son derece basit ve gösterişsiz bir daire hazırlattığından bahsetmekteymiş.
Sonuç olarak, Melling 1802 yılının bahar veya yaz aylarında İstanbul’dan bir daha dönmemek üzere ayrılmış, La Viaggiatrice (Gezgin) adını taşıyan bir yolcu gemisi ile önce Cenova’ya, oradan da kara yoluyla Paris’e varmıştı. Paris’te o dönemin en çok sivrilmiş devlet adamlarından Charles-Maurice de Talleyrand-Perigord’un (1754-1838) desteğiyle Fransa İmparatoru Napolyon’un eşi İmparatoriçe Josephine’e manzara ressamı olarak atanmış.
Melling İstanbul’da yaşadığı 18 yıl boyunca kentin yüzlerce suluboya ve guvaş resmini yapmış. İyi bir gözlemci olan ve ayrıntılara dikkat eden Melling, bu üslubu ile belgesel yönünü güçlü resimler ortaya koymuş. Ustalığını, kullandığı doğal renkler, yumuşak ve ışık içinde eriyen kontur çizgileri ile, usta bir manzara ressamı olduğunu ispatlamış. 1803 yılında İstanbul’da yapmış olduğu bu gravürleri topladığı “Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore” adlı bir albümün hazırlıklarına başlamış, 1809’da da yayınlamış. Bu yayın 1819 yılına kadar sürdürülmüş ve Melling 25 Ağustos 1831’de de Paris’te vefat etmiş.
19. yüzyılın ortalarında tüm dünyada uluslararası sergiler ve fuarlar düzenlenmesi bir akım hâline gelmiş, hatta ilk kez yurtdışına savaşmak için değil, seyehat amacıyla çıkan ilk Osmanlı padişahı olan Sultan Abdülaziz, 1867 Paris Sergisi’ne de bizzat katılmış. Daha sonra buna benzer bir organizasyonu İstanbul’da da yapmayı istemiş ve 27 Şubat-1 Ağustos 1863 tarihleri arasında, İstanbul'un en merkezî alanlarından At Meydanı’nda (Sultanahmet Meydanı) Sergi-i Umumî-i Osmanî’nin açılmasını sağlamış.
Raimondo Tommaso D’Aronco’nun 1890 Torino I. İtalyan Mimarlık Sergisi Pavyonu |
Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi projesi için köşe pavyonu, perspektif, Raimondo D’Aronco, 1893-1894 Civici Musei di Udine, Galleria d’Arte Moderna |
Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi projesi için Tören pavyonu, perspektif, Raimondo D’Aronco, 1894 Barillari ve Godoli, 1997, 54 |
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nin 23 Eylül 1893 tarihli bir evrağına göre, Sultan II. Abdülhamid, bu ilk çalışma ve çabalarına karşılık, Raimondo Tommaso D’Aronco’yu
memnuniyetinin bir ifadesi olarak, dördüncü rütbeden bir nişanla
ödüllendirmiş.
Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi alçı maketinin fotoğrafları Raimondo Tommaso D’Aronco’nun arkadaşı ve proje ortağı Annibale Rigotti tarafından alçı ile yapılmış alçı maketin 1894 dönem fotoğrafı. Studio Rigotti Arşivi, Torino |
İstanbul’da kaldığı 16 yıl içerisinde Sultan II. Abdülhamid ve yakınlarına ayrıca saraydan başka, üst düzeyde yöneticiler, paşalar, kentin ileri gelenleri ve İtalyan konsolosluğu için de tasarımlar yapan Raimondo D’Aronco, öğretim üyeliği de yapmış. Raimondo Tommaso D’Aronco, 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’ in tahttan indirilmesi üzerine İtalya’ya dönmüş, Udine’de açtığı bürosunda ve Napoli Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarını yaşamının sonuna değin sürdürmüş.
Raimondo Tommaso D’Aronco, son dönemlerinde bademcik iltihabına iyi gelecek bir iklim arayışı ile San Remo’ya taşınmış, 3 Mayıs 1932’de 75 yaşında vefat etmiş ve Udine Cividale’deki Neo-Gotik ana mezarlığındaki aile kabristanına defnedilmiş.
Raimondo Tommaso D’Aronco’nun Tarabya’daki İtalyan Sefareti yazlık sarayı |
Udine Belediye Sarayı, Palazzo D’Aronco |
Udine Belediye Sarayı, Palazzo D’Aronco |
Udine Belediye Sarayı, Palazzo D’Aronco |
Onlar ermiş muradına,
biz çıkalım kerevetine.
Gökten üç elma düşmüş,
sarısı yazana,
kırmızısı okuyana,
yeşili de
kimin ne muradı varsa,
onun başına.
Oysa, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
ne güzel demiş;
Tanrı kuluna üç şekilde cevap verir diye;
EVET der istediğini,
HAYIR der daha iyisini,
BEKLE der, en iyisini
verir...
Her ne kadar fotoğraflar, kroki ve haritalar, Nazime Sultan Sahil Sarayı’nın konumunu, bu duvar, müştemilat ve bahçe kapısından oluşan bakiyeden uzak gösterse de, ben mimari tarzıyla ki Art Nouveau özellikler göstermektedir, Nazime Sultan Sahilsarayı ile ilişkilendiriyorum. Defterdarburnu Kuruçeşme arasındaki sahilde bir zamanlar arz-ı endam eden yalılardan hiç biri bu mimari stile uygun değildir. Çoğu geleneksel Osmanlı mimarisinde, ya da Neo Klasik mimaride ahşap olarak inşaa edilmiş olan onlarca yalının arasında, sadece ahşap kârgir olarak inşaa edilen Nazime Sultan Sahilsarayı bu bakiyenin sahip olduğu Art Nouveau mimari tarzına uygundur, denktir.
Yalının bulunduğu yerden biraz uzakta olmasının tek izahı, Nazime Sultan Sahilsarayı’nın neredeyse bir kendi kütlesi kadar daha geniş olan bahçesinin o noktaya kadar uzanıyor olma ihtimalidir.
Bugün sahilden geçen yolun yalıların bahçesinden geçtiğini, o dönemde yolun bu duvarların ardında, sırtların dibinde olduğunu farz edersek, bugün gördüğümüz kapı Sahilsarayın’ın cümle kapısı ve bugünkünün tersine dışarı doğru değil içeri doğru çalışan, sahilsaraya bakan kapının ve duvarların iç yüzeyi olabilir.
1- “Padişahların Kadınları ve Kızları”, M. Çağatay Uluçay,
Ötüken Yayınları, 1980, İstanbul, ss. 149-157
2- “Hatice Sultan ve Latin Alfabesi” Mithat Sertoğlu, Taha Toros Arşivi, Dosya No:67
3- “170 yıl önce Türkçe için Latin harflerini kullanan aydın bir hanım Hatice Sultan”,
Mithat Sertoğlu, 25.2.1968, Taha Toros Arşivi
4- “Unutma İstanbul-İnsanları, eserleri, mekanları ve tarihiyle İstanbul’un görsel belleği”, İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Akademik Arşivi, Aralık 2017
5- “İstanbul-Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, Yapı Kredi Yayınları, 2003 İstanbul
6- “Antoine Melling: Hayatı, Eserleri ve
‘Voyage Pittoresque de Constantinople et des Rives du Bosphore’ üzerine Değerlendirme”,
Ali Kayaalp, Uluslararası Balkan Üniversitesi, Turkish Studies, Historical Analysis,
Volume 14, Issue 2, Skopji-Macedonia/Ankara-Turkey, 2019
7- “Gümülcine’de kurulmuş olan Defterdar Ahmet Efendi Vakfı (XVII-XVIII. Yüzyıllar)”, Cengiz Parlak, Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt 5, Sayı 10, Temmuz 2015, ss. 199-235
8- “Defterdarlık, Osmanlı Devlet Teşkilatı’nın Kadim bir Kurumu”,
İstanbul Defterdarlığı, 2016, ss.156-159
9- “Büyük Mecidiye Camii ve Ortaköy / Ortaköy Sahilindeki Saraylar ve Yalılar”,
Ed. Mehmet Baha Tanman, Kuveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları Dizisi: 4,
ss. 153-197
10- “III. Selim ve Döneminde Osmanlı Sarayı’ndaki Kültürel Hayatın
Sanat ve Mimarideki Etkileri”, Oğuz Yurttadur,
H. Canan Cimilli, Kalemişi Dergisi, 2015, Cilt 3, Sayı 5, ss.121-146
11- “17. ve 18. Yüzyılda, Görsel ve Yazılı Kaynaklara göre
Ortaköy-Kuruçeşme arasında yer alan Kıyı Yapıları”,
Yrd. Doç. Dr. Özlem Atalan, JASSS, The Journal of Academic Social Science Studies,
No: 28, Sonbahar II, 2014, ss.225-251
12, “Lale Devri (1718-1730)”, Ahmet Refik Altınay,
Tarih Vakfı, Yurt Yayınları, 2011
13- “Osmanlı’da aileye ve kılık kıyafete genel bir bakış”,
Tayfun Nasuhbeyoğlu, Aralık 2009, İstanbul
14- “Kırım Savaşı/Emperyal Güçlerin Dünya Savaşı Pratiği”,
Mehmet Çetin,
ERI/Akhmet Yessawi University, Avrasya Araştırma Enstitüsü,
Aralık 2016, Almatı-Kazakistan
15- “20.Yüzyıl başlarında, Ortaköy Kuruçeşme sahili”,
Özlem Atalan, Turkish Studies, Sayı 10, Yaz 2015, Ankara, ss.99-132
16- “Bir Sadrazam Konağı’nın değişim ve dönüşümü: Mercan’da Âli Paşa Konağı”
Serap Sunay, Tarih İncelemeleri Dergisi XXXV/1, 2020, ss.261-296
17- “19 uncu asırda Kuruçeşme”, Halûk Y. Şehsüvaroğlu,
Tarihten Sahifeler, 23 Nisan 1950, Taha Toros Arşivleri, TT-501016
18- “Hatice Sultan Sahil Sarayı”, Kenan Sayacı,
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt I, ss.19,20
19- “Osmanlı Sarayı / Bir Hanedanlığın Öyküsü”
John Freely, Remzi Kitabevi, 2000
20- “Osmanlı Mimarı” D’Aronco Sergisi
(18 Eylül - 15 Aralık 2006) üzerine, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü
21- “İşgal İstanbul’una Yangınların etkisi, Konut Sıkıntısı ve Buna Yönelik Çözümler”,
Bilge Ar, Yapı Endüstrisi Merkezi Yayınları, 2013, ss.71-86
22- “Türk Masal Anlatma Geleneğinde Elma Ödülü”,
Tacettin Şimşek, Teke, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Dergisi,
Sayı 7/4, 2018, ss.2352-2368
23- “Salih Zeki Bey-Üç Boyutlu bir biyografi için” Şeref Ekter,
Osmanlı Bilimi Araştırmaları, 2005, Cilt:7, Sayı:1, ss.137-154, 2005
24- “Millet-i Rum’dan bir münevver: Aleksandros Karatheodoris”, Peri Efe,
Toplumsal Tarih 193, Ocak 2010, ss. 83-93
25- “Eski İstanbul Konakları”, Ahmet Semih Mümtaz,
Kurtuba Kitap, Şubat 2011, ss. 131-133
26- “II. Abdülhamid Devrinde Yıldızı Parlayan Bir Devlet Adamı:
Reşid Mümtaz Paşa (1856-1928)”,
Ruveyda Okumuş, Hazine-i Evrak Arşiv ve Tarih Araştırmaları Dergisi,
2020, Cilt: 2, Sayı: 2, ss.113-140
27- “The Kadırga Palace: An Architectural Reconstruction”, Tülay Artan, Muqarnas X,
An Annual on Islamic Art and Architecture, Aga Khan for Islamic Architecture, 1993
28- “Büyük Mecidiye Camii ve Ortaköy - Ortaköy Sahilindeki Saraylar ve Yalılar”, Gözde Çelik, Kuveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları Dizisi:4, ss.153-189
3 yorum:
Dear Mr Civelekoğlu,
I am running a web site dedicated to art nouveau - art.nouveau.world - and I would appreciate your permission to use your photos of art nouveau buildings on my site, with your copyright notice and a link to the source.
Sincerely yours,
Andrei
Dear Andrei, I am happy to hear of your interest. You are welcome to use the images from my site with notice and source link.
Best Regards, Levent Civelekoğlu
Thank you!
Yorum Gönder