Sayfalar

5 Şubat 2021 Cuma

Bir tam-üç çeyrek asr ve iki muvazi öykü...

Bizim çocuklukluğumuzda öyle gece yatağa girince başımızda oturup kitap okuyanımız olmadı hiç;

Şimdiki çocuklar da, analar babalar da bir başka, torunlarım var biliyorum, kızım, damadım her gece oturup torunlarımın başında, onlar uyuyana dek kitap okuyorlar, renk renk bol resimli güzel çocuk hikayeleri, masalları…

Benim annem babam bana ne masal anlattılar, ne de hikaye oturup başımda, ama her çocuğa nasip olmaz böylesi, benim başımda oturup, uyumadan önce bana masal anlatan bir büyüğüm vardı, ki o nedenle onu hiç unutmam. Ruhu şâd olsun, annemin büyük ablası, ezem Hayriye Hanım…

Teyzem Hayriye Gülse Hanım

Okuldan eve dönüşlerimde portmantoda onun kahverengi kenarları çizgili yün atkısını (şal) görünce içime bir sevinç dolardı. Sokağa çıkarken muhakkak o atkıyı başına atardı çünkü, onun hatırladığım en önemli aksesuarıydı o. İlerleyen yaşlarında İstanbul’daki Cemil ve Ankara’daki Fazıl ağabeyleri dolaşır, çok uzun kalmaz döner Tokat’taki üçüncü oğlu Nebil ağabey ile gelini Makbule’nin yanında kalırdı çoğunlukla. Ankara’ya gelişlerinde bir kaç günlüğüne de olsa bizde de kalırdı ezem. Bir küçüğü Nuriye (Barlas) hanım gibi canlı, şen şakrak, hayattan keyif almayı bilen, genç yaşında, işi nedeniyle çoğu kez Anadolu’da yol inşaatlarının peşinde koşturan müteahhit Hüsnü eniştemin yokluğunda dört çocuğuyla, her şeyin üstesinden gelmek zorunda kalan, yaşadığı tüm dertleri tek başına göğüsleyen, tüm bunlara rağmen neş’esinden kaybetmeyen bir kadın değildi Hayriye hanım. O daha ağırbaşlı, okumuş, mütavazı, sessiz ve kendi halinde bir kadıncağızdı. 

 Gençliğinde, Hayriye Hanım Tokat’ta Tahrirat Katipliği* yapmıştı. Annem bunu övünçle söylerdi hep, o zamanda devlet katında kadın memur olmak, pek rastlanır bir durum değildi. Hayriye Hanım’ın hayatı daha dingin geçmişti, eşi Şükrü enişteyi kaybettikten sonra oğullarıyla huzurlu bir hayat geçirmişti. Genç yaşta çerkes bir aileye gelin gitmiş, çerkes adetleriyle eğitilmiş, onun içindir ki bize geldiği ve kaldığı o kısa zamanlarda, babamın “baldız, bulamadın bana da gelinin gibi bir çerkes kızı ki, şu ahir dünyada bir gün yüzü göreydim, ayağımı uzatıp rahat edeydim” diye takılmalarına maruz kalmıştı hep. Gelini Makbule yenge de çerkesti zira ve çok becerikli hamarat bir ev kadınıydı. Babamın annemden bir şikayeti olmadı, olamazdı da aslında, lâtife olsun işte, yine de takılmadan edemezdi büyük teyzeme. Bu takılmalar aslında anneme bir yergi değil, Makbule yengeye, dolayısıyla da ezeme övgüydü. Ses etmezdi, bu takılmalara ezem, o da bilirdi aslında babamın ne demek istediğini, belki için için bir övünç de duyar mıydı bundan, kimbilir; ama küçük teyzem Nuriye hanım olsa lafı gediğine kordu muhakkak, hiç çekinmezdi, öyle erkekmiş, büyükmüş, enişteymiş, takmazdı, sözünü hiç sakınmazdı. Evi çekip çevireceğim derken neredeyse erkekleşmişti. Ama Hayriye ezem, dedim ya çerkes kızı gibi yetişmiş, babam odaya girince küçük bir el hareketiyle boynuna indirdiği genellikle siyah ya da koyu kahve olan müslin yeldirmesiyle çaktırmadan usulca başını örter, ayağa kalkmaya yeltenirdi, hatta o küçücük halimle bana bile odaya girdiğimde kalktığına şahit olmuşumdur kaç kez.

Yüzü gibi yüreği de temiz, güzel anacığım benim, yine de kadın yüreği işte, belli ki ciddiye almıştı çok inanmasa da, babamım bu çerkes kızı takılmalarına, üzerinden yıllar geçtikten sonra bile unutmamış, felç geçirip yatağa düştüğünde, biraz kırgın, azıcık iğneleyerek, “artık ben ölüp gidersem ki yakındır, sen de kendine baban gibi, ağabeyin gibi ikinci bir hanım alırsın, dilediğin gibi bir çerkes kızı hem...” demekten kendini alamazdı. İki hanımlı olmak bir aile geleneği değildi halbuki, bunu annem de bilirdi, dedem Salih babam 4 yaşındayken doğum sırasında kaybettiği küçük kızının ardından lohusa hummasına tutulan Havva babaannemi de kaybedince, çok gençmiş ve ikinci kez babaannemin ablasının kızını almış ki, teyzesinin küçük çocuklarına iyi baksın diye; amcam Abdurrahman’ın durumu da ona çok benzer bir ikinci evlilikti aslında, o da gençken ve vakitsiz kaybetmişti ilk karısı Gül Hanım’ı da, o yüzden evlenmişti ikinci kez Fatma yengemle. Yapamazdı, yapamazlarmış o zamanın erkekleri öyle tek başına...


Genellikle Bedriye ve Hayriye bacılar bir araya geldiler mi havada bazen hüzün bulutları dolaşır, bazen de neş’e ile tekrarlanan maniler uçuşurdu. Anneannem Emine Hanım’ı ve dedem Mehmet İsmail’i (Taşer) hatırlayıp yâd ettikçe, dedelerinin İstanbul’da Osmanlı’nın sarayında değerli taşlarla uğraşan bir usta olduğundan, o yüzden de soyadlarının Taşer olduğundan, Üsküdar’daki dede evinden, anne ve babalarının bir evin tek çocuğu olduğundan, Anadolu’da dolaştığı sıralarda, İstanbul’dan gelen “baban öldü gel mallarına sahip çık” haberine kulak asmayan babalarının, “benim malım da mülküm de yanımda, üç kızım bir oğlum bana yeter, neyleyim ben malı, mülkü” dediğinden, bir tek ezemin detaylarını hatırlayıp bildiği Horasan’daki dededen kalan malın, mülkün, arazilerin, sahiplenilmeyince nasıl başkalarının eline geçtiğinden, evin tek oğlu kardeşleri Ali Besalet’in nasıl da babasının birikimi tenekeler dolusu altını, kadına, kıza, içkiye, zevk-ü sefâya harcadığından konuşur iç çeker, efkarlanırlar; ama bir anda anne ve babalarının ev içinde birbirlerine okuduğu ya da yazdığı manileri hatırlar, hatırladıklarını da tekrarlayıp, gülüşür, kahkahalara boğulurlardı. Tabib olan babalarının peşinde çok dolaşmışlardı ki, çocukluklarının bir dönemi de Bayburt’da geçmişti;


“Tezek nedür ne bülsün

Bayburt’un karıları

Gevennen tutuşturur

Yakarlar kehribarı”


“Topuklu nedür bilmez

Bayburtlu Hanım eze

Kara lasdık dayanmaz

Mehelle geze geze”


“Bayburtta yedi mehle

Gezer gezer yorulmaz

Bi kaşuk su ver dersen

Siteminden durulmaz”

(maniler Bayburtlu Ahmet Yıldırımtepe’den alınmıştır.)


*Tahrirat Kâtibi:  Bir ilçede, Kaymakamlığın yazı işlerini yöneten görevli.


İşte bize gelip de o bir kaç günlüğüne kalmaları, benim en keyif aldığım zamanlar olurdu, o yüzden de çok severdim ve gitmesin, ya da hep gelsin isterdim. Zira o geldiğinde aynı odayı paylaşırdık, önce hiç başından ya da boynundan eksik etmediği ince yeldirmesini titizlikle katlar bir kenara kor, bir büyük firkete marifetiyle ensesinde topladığı upuzun saçlarını açar, uzun uzun tarar, dökülen saçlarını avucunun içerisinde yuvarlar top yapar, o çok sevdiğim sütlü, kakaolu içi yumuşak sert şekerlemelerin rengindeki el örgüsü, ince yün yeleğinin cebine kordu. O sırada ben de onun ibadete benzeyen bu seremonisini, o narin parmaklarından hiç çıkartmadığı, basit ama yeşil taşıyla gözümü alan yüzüğüne dalarak keyifle izlerdim. Çok uzun boylu ve güzel olmasa da, ince narin bedeni, o beline kadar inen saçlarıyla uzun ve bir masal kahramanı gibi hoş görünürdü gözüme. Sabahları uyandığımda onun çoktan yataktan kalkmış olduğunu, ancak yatağının hiç bozulmadığını farkederdim, sanki bir ucundan usulca girmiş, uyurken mum gibi hiç kıpraşmamış ve sabah yine aynı yerden, sadece baş kısmı biraz aralık ve düzgün olarak, bir kelebeğin çıkıp ardında bıraktığı koza misali bırakılmış bulurdum yatağını. Uyurken de huzurlu uyuyordu muhtemelen ezem... 

Saçların tarama faslı bittikten sonra başlardı masal anlatma vakti, beni yatırır ve başucuma oturup çok sakin, insanı dinlendiren bir ses tonu ve kendine özgü dolu diyalekti ile başlardı anlatmaya, bitirmezdi ben uyuyana dek. O masalların çoğunu hatırlamasam da, aklımda bazı teferrutları kalan bir tek börek masalı vardı… Uzun süren tekerlemeden sonra anlatmaya başlardı, bir karı koca varmış, bir de oğulları diye; baba tarlaya gider çalışır, oğul da öğlen yemeklerinde babasına kumanya götürürmüş diye devam ederdi. Günlerden bir gün annesi bir tepsi börek yapıp, yanına da ayran katıp salmış oğlunu, al götür bunu babana da, oturup beraberce yer, içersiniz demişmiş. Oğlan fırından yeni çıkmış ve nar gibi kızarmış mis gibi börek kokularını içine çeke çeke tarlaya varmış varmasına ama, aklı da börekte, babası derenin öte yakasında bu ise bu yakada, sular da kabarmış biraz her zamanki gibi değilmiş. Seslenmiş babasına, buba nerden geçeyim diye, babası da oğlum ortadan ortadan demiş, oğlan başlamış tepsinin ortasındaki böreklerin bir sırasını yemeye, götürmüş bir sırayı afiyetle, az geçmiş yine seslenmiş, buba ortası olmadı nereden geçeyim diye, bu kez baba sağ kenardan oğlum sağ kenardan deyince de devam etmiş tepsinin bir kenarından böreği mideye indirmeye… böyle böyle koca börek tepsisini boşaltmış çocuk, babasının yanına varıncaya dek, Sonra dereyi geçebilmiş mi, babasının yanına varınca bir güzel kötek yemiş mi, işte onu hatırlayamıyorum… Zaten sonunu da dinlemeye pek dermanım kalmaz, uykuya dalardım muhakkak. O nedenle masallardan ziyade aklımda kalan, girizgâhtaki o sevimli sonu gelmeyecekmiş hissi yaşatan, lastik gibi uzayıp giden, tekerlemeler olmuştur daha ziyade...

Var varanın, söz sürenin, destursuz bağa girenin,

habersiz bal yiyenin.

Bir at aldım, dur diye; bir tekme vurdu “Geri Dur” diye.

Çık çıkalım çardağa, ok atalım ördeğe,

Ördek başını kaldırmış, velvelesini saldırmış.

Velvelesi dizinde, gönlü vezir kızında.

Vezir kızı bal kaynatır, içinde kaş oynatır.

Masal masal mat atar, İki tilki ot satar.


Bir varmış, bir yokmuş;

Evvel zaman içinde,

Kalbur saman içinde,

Develer top oynarken, eski hamam içinde.

Bindim deve boynuna, gittim Halep yoluna.

Halep yolu gül pazar; içinde tilki gezer.

Tilki beni korkuttu, kulağını burkuttu.

Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim?

Gide-gide bir arpa boyu gitmemiş miyim?


Natal-matal martaval*;

İşte size duyulmadık bir masal…

* Doğuş günü-münü asılsız, uydurma, palavra


Masal değildir bundan sonra anlatacaklarım,

masal gibi gerçek bir öyküdür;

Rene Goscinny’nin editörlüğünde yaratılan Asterix’e
çizgileriyle hayat veren 24 Mart 2020’de kaybettiğimiz
Albert Uderzo’ya saygıyla.
 


Biraz Asterix’in Maceraları’nda,

bizim Büyüfiks diye tanıdığımız Pànoramix’in

deve gücü-tazı hızı” şerbetinin tarifi gibi gelse de,

öykümüzün özeti şudur:


bir tam-üç çeyrek Asr,

bir kaç kuru Çeşme,

üç Defterdâr’ın burnu;

Bir amca,

bir amcaoğlu

iki allahın övülecek kulu Hünkâr;

iki yetim sabî Şehzâde

ve iki taze Hânedan kızı,

iki leb-i derya Kâşâne,

iki kefere Kalfa

ve

iki muvazi* Hikâye...

(1726-1897)

*paralel, koşut


– AÇILIŞ –

Bir kaç kuru Çeşme,

üç Defterdâr’ın burnu


Evvel zaman içinde İstanbul’un Boğaziçi’nde bir köy varmış, antik çağlarda Arkheion (Argion) olduğu söylenen, suları boğaza dökülen suları billur bir dere vadisinin yamaçlarına kat kat yerleşmiş bir köy. Gün gelmiş Bizans’ta devran değişmiş, tahta İmparator III. Mihail’in tahtını bir suikast ile gasp edip yeni bir hanedan kuran Makedonyalı İmparator I.Basileios (867-886) geçmiş. I.Basileios gelip bu köye Karadenizli aziz Hagios Phokas’a adadığı bir manastır inşaa ettirmiş ki, köyün adı o günden sonra Ayios Fokas olmuş. Üzerinden 567 yıl geçmiş, ki artık İstanbul Türklerin olmuş. Çok sular akmış o dereden boğaza da anca 100 yıl sonra, Kanuni Sultan Süleyman’ın devr-i saltanatında gelip yoğun olarak yerleşmeye başlamış Türkler bu boğaz köyüne, Ayios Fokas’a. Gel zaman git zaman dere vadisinin ortasındaki bu köye de Ortaköy deyip çıkmışlar.


Yine Bizans zamanında, Ayios Fokas’ın az ilerisinde Karadeniz’e doğru yine boğaz kıyısında bol pınarları, akarsuları olan ve korularıyla ünlü bir küçük bir köy daha varmış ki, tarih içinde Bythias, Kalamos, Amopolos gibi isimlerle anıla gelmiş. Zamanla Osmanlı Türkleri buralara da gelip yerleşmiş, Avcı diye anılan Sultan IV. Mehmed’in  on beş yıl dört gün sadrazamlığını yapan ve 41 yaşında vefat eden Girit Fatihi ünvanı ile anılan Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın (1635-1676) hemşiresi (kızkardeşi) belki de erken yaşta kaybettiği ağabeyinin anısına 1681-82 tarihinde, küfeki taşından mermer yalaklı bir çeşme yaptırmış.

Köprülü Hemşire Çeşmesi ve kitabesi



Daha sonra da 1740 yılında, Sultan I. Mahmud’un (1730-1754) Tezkirecisi (Özel Kalem Müdürü, katip, yazıcı) Osman Efendi, çeşme deniz cephesi tarafında ve caminin sibyan mektebinin altında kalacak şekilde üzerine bir de cami yaptırmış.
Tezkireci Osman Efendi Camii

Zaman içerisinde korular azalmış, yok olmuş, pınarlar, akarsular canını yitirmiş, çeşme de kurumuş, suyu akmaz olmuş. İşte önce korularını yitiren bu köye daha önce Koruköy diyen halk, ardından gürül gürül akan sularıyla bir çok çeşme de kuruyunca, Kuruçeşme demeye başlamış. 

Ondan daha ötesi de Hestia imiş ki, bugün orayı biz Arnavutköy olarak biliyoruz, onun adının nereden geldiği de varsın başka bir hikayeye kalsın artık.


İşte bizim anlatacağımız hikayenin geçtiği yerler buralarmış. Şimdi artık sıra tam olarak hikayenin yaşandığı noktaya gelsin. Üç Defterdar’ın burnu deyince, sanılmasın ki bu burun öyle mağrur Defterdar’ların koca burunları değildir kât’a…


Çok çok eskilerde İstanbul Boğazı dediğimiz yer kıvrıla kıvrıla akan nazlı bir nehirmiş derler, 214.000 kilometrekarelik Egeid karası Tersiyer denilen 3. Jeolojik zamanda çöküp de Akdeniz’in suları Karadeniz’e doğru ilerleyince, o nehir yatağı deniz suları ile işgal edilmiş, olmuş bir boğaz. O nedenle de öyle dümdüz değildir, nehir gibi bir çok girintisi çıkıntısı vardır boğazın. İşte Ortaköy ile Kuruçeşme arasında denize doğru belli bir çıkıntı yapan bir burun vardır ve tam o noktadan bir de dere dökülür boğaza, bizim bahsimizde geçen “üç Defterdar’ın burnu” da oradır işte...


Çok öncesi; 1530’lu yıllar...

Ortaköy’e ve Kuruçeşme’ye daha yeni yeni yerleşmeye başlandığı yıllarda Kanuni Sultan Süleyman’ın Başdefterdarlığı’na kadar yükselmiş olan İskender Çelebi, leb-i derya, üstelik altında da bir kayıkhanesi olan, alt yapısı kargir üstü ve minaresi ahşap bir mescid yaptırmış. İnşaa edilen bu mescit o bölgenin yerleşime açılmasına da önayak olmuş. Yaşadığı devirde başta Hayâlî olmak üzere Bursalı Rahmî, Yahya Beğ, İshak Çelebi, Nihâlî Çelebi, Celâl Beğ, Figânî, Harîrî, Basîrî, Riyâzî, Latifî, Gazâlî, Emânî, Refîkî, Fevrî gibi pek çok şairin kimini himayesine almış, kimini devlet büyüklerine tanıtmış, kimisini de yetiştirmiş. İşte bu yüzden pek çok şairin hayatı anlatılırken, hep “İskender Çelebi kullarındandır” denilmiş. Ancak, boğaz kıyısındaki caminin inşaasından kısa bir süre sonra 1735 yılında, Kanuni’nin ünlü Sadrazamı ve kızkardeşi Hatice Sultan’ın eşi olması hasebiyle damadı Makbul İbrahim Paşa’nın (Pargalı) Irakeyn Seferi sırasında çıkarttığı asılsız bir iftirayla gözden düşürmüş İskender Çelebi’yi. Önce görevden azledilmiş, 4 ay 20 gün sonra da Bağdat’ta Atpazarı’nda idam edilerek öldürülmüş.

O buraya adını verecek olan ilk Defterdar olmuş; ama bu onunla bitmemiş, adeta Defterdarlar burası için yarışmış, sıraya girmiş…

1788 tarihli Alman-İtalyan ressam Luigi Mayer (1755–1803) suluboya resminde
Kandilli’den Defterdar Burnu görüntüsü.
Luigi Meyer, 1776-1792 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi yakın dostu
Sir Robert Ainslie (1730-1812) ile İstanbul’a gelmiş, 1794’e kadar kalarak ve resim yapmaya devam etmiş..


Bu kez, Kuruçeşme’de o çeşmeler, camiler inşaa edilmeden epeyce önce, 1602’den başlayarak önce Sultan III. Mehmed’in, ardından da Sultan I. Ahmed’in Defterdar-ı Şıkk-ı evvel’i (Rumeli), dolayısıyla da Başdefterdar’ı olan Ekmekçizâde Ahmet Paşa bir konak yaptırmış, o yüzden de oradan dökülen dereye Ekmekçizâde Deresi denmiş. Ekmekçizâde Ahmet Paşa’nın Başdefterdarlığı 1610 yılına kadar sürmüş, 1617’de Sadrazam olmayı beklerken buna nail olamayıp 1618’de vefat etmiş, vefatından sonra bin yük akçelik
(100 milyon akçe) serveti hazineye devredilmiş.

Defterdarburnu Camii
Defterdarların sayısı ikiyle kalsa iyi, bitmemiş. Bu kez Başdefterdar Dikrikli (Divriği) Şeytan/Melek İbrahim Paşa, 1661 yılında Defterdar İskender Çelebi’nin yaptırdığı eskiyen ahşap camiyi yıktırıp, yerine taş minareli olarak alt katı yine kargir üst katı ise ahşap bir cami, bitişiğine de var olan eski köşkü yıktırarak kendisi için yeni bir sahilsarayı yaptırmış. Başdefterdar Şeytan/Melek İbrahim Paşa 1656-1661 yılları arasında Sultan IV. Mehmed’in döneminde, yine Köprülü sülalesinden Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığında Osmanlı sarayında Baş Defterdar görevine yükselmiş ve vezir rütbesi kazamış. 1663 yılında da Sultan IV. Murad’ın kızı Rukiye Sultan ile evlenerek Osmanlı hanedanıyla akraba olmuş. Başlarda Şeytan olan lakabı da, II. Viyana Kuşatması sırasında 16 Ağustos 1684’de Budin’de gösterdiği başarı nedeniyle padişah tarafından çıkarılan bir Hat-ı Hümâyûn ile bu kez Melek yapılmış. Ancak Melek lakabı ona uğur getirmemiş. Bir yıl sonra II. Viyana Kuşatması’nın hüsranla sonuçlanması üzerine idam edilen Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın (1634-1683) yerine sadrazam olan Bayburtlu Kara İbrahim Paşa, Sultan IV. Mehmed’i, Melek İbrahim ’nın padişaha ihanet ettiğine ikna etmiş. Çıkartılan bir fermanla da 3 Aralık 1685’te başı kesilerek idam edilmiş, melek olmuş. Ancak Sadrazam Bayburtlu Kara İbrahim Paşa da Sultan IV. Mehmed’in gazabından kurtulamamış. Ne demişler, “keser döner, sap döner, gün gelir hesap da devran da döner; Ayarını bozduğun hassas kantar, birgün gelir önce seni de tartar.” Çok geçmemiş, o da önce sadarazamlıktan azledilmiş, Rodos’a sürgüne gönderilmiş, ardından da 1687’da Rodos’ta boğdurularak idam edilmiş. O yüzden derler ki Sultan Avcı Mehmed’e selam veren borçlu çıkmış, hışmından pek kimse canını kurtaramamış…

Görünen o ki bizim üç Defterdar’ın sonları pek iyi olmamış, geride 361 yıldır ayakta duran bir cami ile İstanbul’un bir semtine verdikleri “Defterdar Burnu” adı kalmış ancak, onların adlarını anmak da artık yüzyıllar sonra bize nasib olmuş...

Az öncesi; 1718-1730 yılları arası...
Yaklaşık iki buçuk asırdır İstanbul’dan çıkıp Avrupa üzerine sayısız sefer düzenleyen ve büyük kazançlar sağlayan Osmanlı için, artık rüzgarlar sert ve tersten esmeye başlamış. Sonu yenilgiyle biten iki aylık II. Viyana Kuşatması (1683), ihtiraslı Sultan IV. Mehmed ve kendi askeri şereflerini, şanlarını düşünmekten, Osmanlı ordularını çok uzak zaferler peşinde koşturan, başarısız olunca da boynu vurdurulan Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yüzünden, Osmanlı artık Avrupa’dan kesin bir şekilde geri çekilmeye başlamış.


“Tarihi sevdiren adam” sıfatıyla anılan, tarihçi, yazar ve şair Ahmet Refik Altınay, (1881-1937), Osmanlı’nın düştüğü bu içler acısı durumu;

“Bu geri çekiliş, müthiş bir kayaya çarpan coşkun bir selin, bütün kuvvetiyle geriye çekilişini andırıyordu. Osmanlı ordularının Viyana önlerine kadar ilerlemesi, zevale düçâr olan bir kuvvetin son faaliyetiydi. Bu durum, tıpkı uzun sahillere doğru birden bire atılan dalgaların metruk ve geniş kumsalları bir an istilâ ettikten sonra hemen orada durup, çekilmesinden başka bir şey değildi.”

diye anlatmış.


Bu ardı ardına gelen başarısızlıklar Sultan IV. Mehmed’e karşı bir güvensizlik ve hoşnutsuzluğa dönüşmüş, başkaldıran ordu, padişahın tahttan inmesine ve Edirne Sarayı’na kapatılmasına neden olmuş.

Onun ardından üst üste tahta oturan kardeşleri II. Süleyman ve II. Ahmed’in dörder yıl süren kısa hükümdarlıklarından sonra, bu kez 1687’de Edirne Sarayı’nda vefat eden Sultan IV. Mehmed ile son Haseki Sultan ünvanını kullanan ve Osmanlı hanedanlığının güçlü kadınlarından Emetullah Râbi’a Gülnûş Sultan’ın iki oğlundan önce 8 yıllığına  II. Mustafa, onun tahttan indirilmesinden sonra da 27 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nu yönetecek olan III. Ahmed tahta çıkmış.


Bu 27 yıl, çoğunlukla Sultan III. Ahmed’in ve 1717’de kızı Fatma Sultan ile evlenerek hem damadı hem de Sadrazamı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın Devr-i Safahat’ı olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısında başlayan sarsıntılar, zevk ve safahat ile örtülmeye çalışılmış, batılılaşma adı altında yoğun tedbirler hayata geçirilmiş. Şık ve pahalı giysiler giyen, mücevherler takan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eğlenceye ve süse püse düşkün bir devlet adamıymış. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın önderliğinde bu devirde İstanbul’un en güzel yerlerinde inşaa edilen kasırlar ve onların bahçelerinde yapılan eğlenceler nam salmış. Kağıthane’deki Sa’dâbâd Kasrı’nda düzenlenen eğlencelere kadınlar da katılıyorlarmış. Sadrazam da kasrın bahçelerinde dolaşan bu şık giyimli kadınları seyretmeye bayılırmış. Kadınlar başlarına fes takar, üzerine yaşmak tutturur, üstlerine de vücut hatlarını belli edecek derecede dar, ön tarafta eteğin açılan kenarlarına ve eteklerine kadar uzanan kolllarının yarık olan ağızlarına parlak harçlar dikilmiş, ipekli kumaşlardan rengarenk feraceler giyerler ve bu şıklıklarını dışarıya yansıtmaya gayret ederlermiş. Yine bu devirde Damat İbrahim Paşa, Avusturya elçisinin bahçesinde görüp beğendiği lalelerin güzelliğine kapılmış, kendi bahçelerine de bu çiçekten ektirmeye başlamış. Bu tutku giderek bütün İstanbul’da yayılmış, dünyanın dört bir köşesinden İstanbul'a muhtelif cinste ve muhtelif renkte laleler getiriliyormuş. İran'ın “Lâle-i Duh-teri”ne İstanbul'da “Mahbûb Lâle” adı verilmiş, bir soğanı beşyüz ila bin altına, “Rumanî Lâle” de dört yüz altına satılmaya başlamış. Flemenk’den (Hollanda) özel olarak Lü’lü -i Erzak” adı verilen lale soğanları getirilmeye başlanmış ve bu laleden yetiştirenlere özel mükafatlar verilmiş. İnşaa edilen Kasırların bahçelerinde özel olarak lale yetiştirilir, havalar sıcak olduğunda renkleri uçup kaybolmasın diye üzerleri beyaz çarşaflarla örtülürmüş.  Sırf o dönemde İstanbul’da bulunan lale türlerinin sayısı 839’a ulaşmış.


Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa için;

“O cemiyeti garplılaştırmak istiyordu, fakat bir kara taassupla karşı karşıya olduğu için, bunu zevk ve safahat maskesi altında saklamak istedi” denir. Bu eğlence hayatı o kadar ilerlemiş ki, Evliya Çelebi, “yârân-ı safâ”nın (zevk ve eğlence ile vakit geçiren) birine, Kağıthane âlemlerini sorduğunda, kişi sanki bu çok doğal ve gerekliymiş gibi; 

“Ey gam köşesinde gönlü perişan olan biçare!

Aklını, fikrini yitirmiş âvâre!

Niçin gam çölünde Mecnun gibi mahzun olup bu aşk ve

heves dolu Kağıthane'den haberdar değilsin?

Bu yüce Osmanlı devletinin zuhurundan beri hiçbir mesire yerinde bu Kağıthane eğlenceleri gibi şenlikler olmamıştır.

Bu bayram yerini görmeyen âdem, dünyada bir şey görmüş değildir.”

diye cevap vermiş.


Osmanlı yaşadığı bu döneme özel bir ad vermemiş o dönemde, ancak Ahmet Refik Altınay, 1912-13 yıllarında yazdığı kitabında ilk kez bu bu zevk ve safahat dönemine “Lale Devri” adını vermiş, ondan sonra da tarihte bu ad ile anılır olmuştu.

Altınay, adını verdiği Lale Devri’ni şöyle tasvir etmiş;

“...Mesela ılık bir bahar günü Bebek’teki Hümâyûnâbâd’dan, saltanat kayığına binerek koruların, sahilsarayların ve kasırların önünden geçmek, dağların merzenguşlarını (mercanköşk), akasyalarını, çardakların salkımlarını koklaya koklaya, kuşların bitmez cıvıltılarını işite işite, parlak sularda akmak! Ve bu cazibenin efsûnu altında limana girmek!.. Yâ Rabbî o ne şiir!.. Nefti serviler arasında fışkıran gümüşi kubbeli sarayın basamak basamak lalezârı, Sarayburnu’nda yeni bir semiramis bahçesi, onun tenevvüü (çeşitlilik), onun ıtırları!.. Karşıda Tophane’de Enabad’ın latif sümbül kümeleri, bodur şimşir sayeleri, yekpare çam gölgeleri!.. İşte İstanbul medhalı (kapısı)!.. İşte gökler altında bir eşi daha yok, berrak, sihirkâr, halife şehri; işte çiçeklerin, kuşların muhasarasına uğramış, zevke mağlup halife şehri!..

Padişah, sadrazam, şair ve ahali bu zevk ummanının sarhoşluk veren coşkun dalgaları üstünde her gün bir başka sahile çarparak on üç sene* yüzdüler. On üç kış helva sohbeti ettiler, on üç bahar lale zevki ettiler, on üç bahar çerağan sefası sürdüler!..”

*onüç sene, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadaret süresidir.



Lale Devri’nde, İstanbul’un mevki ve manzara bakımından en önemli ve güzel noktalarında, mesela Salıpazarı Fındıklı’da  Emdâbâd*, Ortaköy’de Gülşenâbâd, Arnavutköy’de İzzetâbâd, Alibeyköyü yakınında Hüsrevâbâd, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kendisi için Bebek’te Hümâyûnâbâd, Çubuklu’da Feyzâbâd, Kanlıca’da Mihrâbâd, Beylerbeyi’nde Şevkâbâd, Üsküdarda Şerefâbâd, Kağıthane’de Asafâbâd ve 
Sa’dâbâd,  Cıgala** (Cağaloğlu) Sarayı civarında Ferâhâbâd***gibi son derece gösterişli korular ve büyük bahçeler içerisinde kasırlar inşa edilmiş. Bu kasırların mimarileri, şark ve garb mimari tarzlarının karışımıymış ve devrin sosyal yapısını simgelemekteymiş.

* Emdâbâd Kasrı, günümüzde Mimar Sinan Üniversite’sinin olduğu yerde denize kazıklar çakılarak genişletilen arazi üzerinde yapılan bir sahilsaraydı. Patrona Halil İsyanı sırasında tahrip edilen ve zamanla kullanılmadığı için yok olan bu sahilsarayın yerine 1856-59 yıllarında Sultan Abdülmecid, kızları Cemile ve Münire Sultanlar için Çifte Saraylar olarak bilinen iki kargir sahilsarayı yaptırmıştı. 


** Amiral Andrea d’Oria’nın kaptanlarından, 1560’da bir deniz savaşında Uluç Ali tarafından esir alınıp İstanbul’a getirilen ve 1564’te İstanbul’da ölen, Cenovalı Vikont Vincenzo Cicala’nın oğlu olarak 1545’te Messina’da dünyaya gelen, İstanbul’da devşirilerek müslüman yapılan, 16’ncı yüzyılın Osmanlı devlet adamlarından (Scipione Cicala) Cığalazâde Yusuf Sinan Paşa. Cağaloğlu semtinin adı Cığalazâde’den gelmektedir.


*** Bazı kaynaklarda Ferâhâbâd Kasrı’nın Beylerbeyi Sarayı’nın yerinde, bazılarında ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından eşi Fatma Sultan için Beşiktaş-Ortaköy arasında sahilde yaptırdığı bir Kasır olduğu ve Lale Devri’nde Sultan III. Ahmet ile sıklıkla geldikleri bir yer olduğu ve mehtaplı gecelerde düzenlenen billur fenerler içerisindeki mum ışığı ve aynalar ile düzenlenen eğlenceler nedeniyle Kasrın Çerağan adıyla anılmaya başladığı kaydedilmektedir.

1803-1804 yıllarında İstanbul’da Fransız Oryantalist ressam Joseph Marie Jouannin (1783-1844) ve Jules van Gaver  tarafından hazırlanmış, 96 kalıp bakır baskı gravürün yanısıra 2 katlanır haritanın da bulunduğu ve Paris’te 1840 yılında Didot Kardeşler tarafından yayımlanmış “Turquie” adlı kitapta yer alan Bebek’teki Hümâyûnâbâd Kasrı Gravürü.
Antoine Ignace Melling’in (1763 - 1831) gravürlerinin yer aldığı 1803-1819 yılları arasında yayımladığı “Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore” adlı albümünde yer alan Bebek Köşkü Gravürü,
 
Hümâyûnâbâd Kasrı olabilir mi?


Sultan III. Ahmet, bir eğlence için Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın Hümâyûnâbâd Kasrı’na gitmek üzere saltanat kayığı ile Bebek’e geçerken, Defterdâr Burnu’nu beğenmiş ve damadı İbrahim Paşa’ya burada kendisi için bir halvet-serây (hükümdarın özel dairesi) yaptırmasını buyurmuştu. Bu iş için damat, Tersane Emini Kıblelizâde Mehmet Bey’i görevlendirmiş. Neşatâbâd Sahilsarayı 1726 yılında tamamlanmış, açılışına Sultan III. Ahmet saltanat kayığı ile gelmiş, bunun şerefine verilen ziyafette, yeni sahilsarayından çok etkilenen Sultan bu beğenisini ve hoşnutluğunu,
“Biz safa ile Neşatâbâd’ı ettik çün mahar
Sana da ey gam adem-i âbada lazımdır sefer.”

beyitiyle dile getirmiş.

Sultan III. Ahmed, Jean-Baptiste van Mour, 1727-1730
Amsterdam Rijksmuseum Koleksiyonu

Neşatâbâd’ın yerinde önceleri Sultan III. Murad’ın Hasekisi ve
III. Mehmed’in annesi Valide Safiye Sultan için bir köşk yapılmışmış. Onun ölümünden sonra padişah kızlarının oturduğu bu köşkü yıkıp yerine IV. Murad’ın kızı Rukiye Sultan ile evlenen Defterdar Şeytan/Melek İbrahim Paşa, 1661 yılında yeni bir yalı yaptırmış. Şeytan/Melek İbrahim Paşa’nın idamından ve Rukiye Sultan’ın ölümünden sonra kızları Aişe (ö:1717) ve Fâtıma (ö:1727) yalıyı kullandılar mı bilinmemekle birlikte, yalı yıkılarak yerine, Sultan III. Ahmed için Neşatâbâd Sahilsarayı inşaa edilmiş.

1784-1791 yılları arasında Fransanın İstanbul Büyükelçiliğini yapan Marie-Gabriel-Florent-Auguste de Choiseul (1752-1817),  2 Cilt olarak 1782-1822 yıllarında Paris’te yayımladığı “Voyage pittoresque de la Grèce” (Yunanistan’a Pitoresk bir Gezi) adlı kitabında Choffard, Tardieu, Delignon, Coiny, Lingé, Poulleau gibi çeşitli gravür sanatçılarının yapmış olduğu gravürlere yer vermişti. İki gravürde Defderdar Burnu’ndaki  Köşkler resmedilmiş. Özellikle alttaki belki de Neşatâbâd’ın ilk inşaa edildiği zamanki halini gösteriyor olabilir. 
Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Jean-Baptiste van Mour, 1727-1730
Amsterdam Rijksmuseum Koleksiyonu

Tarihçi Şem’dânî-zâde Fındıklılı Süleyman Efendi’nin (1740-1779) Âdem’den başlayarak 1729 yılına kadar dönemi kaleme aldığı 3 ciltlik “Mür'i't-tevârih” adlı tarih kitabında, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı, “...mirasyedi meşreb, gece gündüz zevk u sürûr icad idüb halkı aldatacak şey lâzımdır deyû bayramlarda meydanlarda dolaplar, beşikler, atlıkarıncalar, salıncaklar kurdurub erkeklerle kadınları karışık salıncağa bindiren, salıncağa binub inerken hubbaz yiğidlere kadınları kucaklatdıran, hoş-seda ile şarkılar söylettiren” olarak tarif etmiş.

İşte bu zevk ve safahat devrinden memnun olmayan, bu yapılanları israf olarak gören ve büyük bir ekonomik sıkıntı çeken halk, İran Seferi’nden de olumsuz haberler gelince harekete geçmiş, camilerde ve diğer yerlerde yapılan propagandalar da bir ayaklanmanın zeminini oluşturmuş. Bu arada uzun zamandır maaşlarını alamayan Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmiş, bütün bunlar 28 Eylül’de başlayıp, 1 Ekim 1730’da sona eren, korkunç bir ayaklanmayı, ünlü Patrona Halil İsyanı’nı doğurmuş.

Arnavut kökenli, Horpeşteli (günümüzde Orestida) Patrona Halil
Jean-Baptiste van Mour, 1730, Amsterdam Rijksmuseum Koleksiyonu

İsyan, 22 Ağustos 1703’te 30 yaşında tahta çıkan ve 27 yıl hüküm süren Sultan III. Ahmed ve 13 yıl sadrazamlık yapan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın ve onlarla birlikte Lale Devri’nin de sonunu getirmiş. Lale Devri’nin zevk ve sefanın sembolü olmuş Sa’dâbâd Kasrı yakılıp yıkılmış yerle bir edilmiş, ancak Neşatâbâd Sahilsarayı bu yıkım ve talandan nasibini almamış, kalmış. Kalsın zaten, onun daha yaşayacak güzel günleri olacakmış...

Patrona Halil İsyanı 28 Şubat 1730’da Topkapı Sarayı önü,
Jean-Baptiste van Mour, 1730, Amsterdam Rijksmuseum Koleksiyonu
İsyancıların isteği üzerine Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, damatlarıyla birlikte boğdurularak isyancılara verilmiş, cesetleri İstanbul sokaklarında ibret-i alem için dolaştırılmış. Sultan III. Ahmed, uzlaşma heyetine kendisine ve ailesine zarar verilmemesi koşuluyla tahttan çekilmeyi kabul edeceğini bildirmiş ve tahtı yeğeni şehzade Mahmud’a şu nasihatı vererek devretmiş;
“Vezirine teslim olma; daima ahvalini tecessüs eyle ve beş on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalem-i düruğlarına (yalan yazan, söyleyen) asla îtimad etme; merhamet sahibi ol ve sahaveti elden koma; gayet tasarruf üzere ol; hâlen hazinelerde olan malı zayi etme, işi kendin gör, ele îtimad eyleme; işte benim ahvalim sana nasihat için kâfidir; Oğlum; devlet işlerini baban (II. Mustafa) Feyzullah Efendi’ye ve ben vezir-i azama (Nevşehirli Damat İbrahim Paşa) bıraktığımızdan bu haller başımıza geldi; sen bizzat idareyi ele al.”
III. Ahmed, 1 Temmuz 1736’da vefat etmiş.

– GİRİŞ –

Bir amca,

bir amcaoğlu,

iki allahın övülecek kulu Hünkâr;

iki yetim sabî Şehzâde,

ve iki taze Hânedan kızı


Buraya dek bir kaç kuru Çeşme’yi, üç Defterdâr’ın burnunu sayıp geldik, şimdi Sultan III. Ahmed’den sonra, Patrona Halil İsyanı’nın ertesinde tahta oturan ve 24 yıl hüküm süren II. Mustafa’nın oğlu, III. Ahmed’in yeğeni olan I. Mahmud’un; onun ardından tahta çıkıp sadece üç yıl hüküm süren kardeşi III. Osman’ın padişahlık dönemlerini de bir solukta geçip, gelelim 27 yıl sonrasına, 31 Ekim 1757’ye; III. Ahmed’in oğlu III. Mustafa’nın devr-i hükümdarlığına...

Gelelim ki, öykümüzün “Padişahın güzeller güzeli olmasa da, akıllı ve aydın bir kızı ve cengâver olmasa da, sanatkâr ve yenilikçi bir de şehzadesi” varmış diye başlayalım anlatmaya ve devam edelim.

Bu noktada, yaklaşık yüz yıl arayla birbirine benzer ve koşut giden iki öykümüzün kahramanlarını tanıyalım;


26. Osmanlı padişahı Sultan III. Mustafa’nın (1717-1774), 3 karısı; Mihrişah Sultan’dan bir kız bir oğlan, Adilşah Kadın’dan da iki kız olmak üzere toplamda üç kızı ve bir oğlu varmış. Şehzadesi Selim, baba bir ana ayrı olsa da kendinden 7 yaş küçük Hatice Sultan’ı daha bir çok sever onunla vakit geçirmekten daha çok hoşlanırmış.

Şehzade Selim 13, Hatice Sultan ise henüz 6 yaşındayken babaları Sultan III. Mustafa’nın 57 yaşında vefat ettiğinde,  Selim küçük olduğundan tahta amcaları Hamîd-i evvel, Sultan I. Abdülhamid adıyla oturmuş.


Neredeyse bir asır sonra, Amca I. Abdülhamid’in torunu 32. Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz’in (1830-1876) 5 karısı; 4 kızı, 5 oğlu olmuş. Şehzadesi Mecid, baba ve ana bir, kendinden 2 yaş büyük Nazime Sultan ile adeta birlikte büyümüş ve çok iyi anlaşırmış.

Şehzade Mecid 8, Nazime Sultan ise 10 yaşındayken babaları Sultan Abdülaziz, 4 Haziran 1876’da intihar dense de, şüpheli bir şekilde vefat ettiğinde, tahta oturan amcaları Sultan V.Murad hepi topu üç ay padişahlık edip, sonra tahttan indirilince, en büyük ağabeyleri Şehzade Yusuf İzzeddin 19 yaşında olduğu halde, sırası gelmediğinden, onun yerine tahta amcaoğlu Hamîd-i sânî, Sultan II. Abdülhamid adıyla oturmuş.


Şehzade Selim ile Şehzade Mecid, Hatice Sultan ile Nazime Sultan ve babaları vefat ettiğinde tahta geçen Sultan I. Abdülhamid ile Sultan II. Abdülhamid… Öykümüz işte bu amca ile amcaoğlu padişahlar ve yeğenlerinin yaşanmış paralel hayat hikayeleridir.

Selim ve Hatice’nin amcası I. Abdülhamid ve Mecid ile Nazime’nin amcaoğlu II. Abdülhamid, ki adları “Allahın övülecek kulları” anlamına gelir, gerçekten de en azından yeğenleri konusunda övgüye değer işler yapmış.



– GELİŞME –


iki yetim sabî Şehzâde,

- Selim -

Şehzade Selim günlerini Topkapı Sarayı’nda Şimşirlik Dairesi’nde “kafes” denilen usulle geçirmiş. Hanedanın tek erkek çocuğu olduğundan ve tahtın başka varisi olmadığından, Veliaht Şehzade Selim’in eğitimine özen gösterilmiş, iyi muamele edilmiş, tabiri caizse üzerine titremiş amcası Sultan I. Abdülhamid. Veliaht Şehzade Selim “İlhami” mahlasıyla şiirler yazıyor, mûsiki dersleri alıp besteler yapıyormuş. Osmanlı padişahlarının hemen hepsi bir şekilde şiirle musikiyle uğraşmış olsa da hiçbiri mûsiki sevgisi, ilgisi ve bestekârlığıyla Selim’in düzeyine ulaşamamış. Selim’in hayatı boyunca bestelediği 1 Ayin, 1 Durak, 1 Tevşih, 2 İlâhi, 29 Peşrev, 29 Saz Semaisi, 1 Kâr, 10 Beste, 10 Semai, 20 Şarkı olmak üzere toplam 104 bestesi günümüze kadar ulaşmış. Selim her ne kadar bir sarayda yaşıyor olsa da özgür olamamak, dışarlarda dolaşamamak, dünyayı bir pencerenin kafesleri ardından güç bela izleyebilmek ona zor geliyordu ki, bunu o yaşlarda yazdığı bir Gazel*de çok güzel ifade etmiş;


Hayli demdir ki dönüb külbe-i ahzâne kafes,

Bâis oldı bize bu mertebe ahzâne kafes.


N'ola rahm etse felekler bana feryadımdan,

Oldı bülbül gibi mürg-i dilime lâne kafes.


Şimdi şehbâz-ı dil ister ki adûsıyle cidal, 

Fırsat elvermiyor amma bize meydane kafes.


Şimdi ilhamî n'ola şi'rin olursa mahfi, 

Görmeğe vermez aman nazmını yârflne kafes.


Günümüz Türkçe’siyle;

Hayli zamandan beri gam kulübesine dönüp kafes,

Bu derece gam çekmemize sebep oldu kafes.


Feryadımdan felekler bana acısa ne olur,

Bülbül gibi olan gönül kuşuma yuva oldu kafes.


Şimdi gönül doğanı düşmanı ile dövüşmek ister,

Amma, kafes bize fırsat ve meydan vermiyor.


İlhamî, şiirin mânası gizli imiş ne çıkar,

Kafes senin nazmını dostlara göstermez.

*Gazel: İlk ikiliğinin dizeleri birbiriyle, sonraki ikiliklerinin ikinci dizeleri birinci ikilikle uyaklı, özellikle aşk, güzellik, içki konularını lirik bir biçimde işleyen, Dîvân şiirinde çok kullanılmış olan bir koşuk biçimidir.


Hatice Sultan’ın evliliğinin üzerinden 3 yıl geçmiş ki,

64 yaşındaki, merhametli, nazik ve şefkatli Sultan I. Abdülhamid,  Özü Kalesi*nin Ruslar tarafından işgalini bildiren sadrazam ilmühaberini (belge) okurken, âniden gelen bir felç sonucu 7 Nisan 1789’da vefat etmiş.

*Kanuni Sultan Süleyman’ın Karaboğdan seferi sonrasında (1538) Osmanlı idaresine geçmiş Kırım Hanlığı’nın yaptırdığı Karadeniz’in kuzeyinde Aksu/Bog/Buğ (eski adı İpanin) nehriyle Özü (Dinyeper) nehrinin döküldüğü kıyı gölünün kuzey kenarında, Kılburun karşısında önemli bir yarımada üzerinde bulunan birbirine bitişik üç kaleden oluşan kale.

Antoine Ignace Melling’in Sultan III. Selim Gravürü 
Çarşamba sabahı, seher vaktinde Darüssaâde ağası hareme geçmiş, Veliaht Şehzade Selim’in dairesine gitmiş ve huzurunda yeri öperek saltanat nöbetinin artık ona geldiğini bildirmiş. Veliaht Şehzade Selim heyecanlanarak yerinden kalkmış ve Darüssaâde ağası ile beraber haremden çıkmış. Haber verilip saraya davet edilen ricale (yüksek rütbeli devlet adamları), erkâna ipka kürkleri [ipka kürkü: Osmanlı Devletinde, görev süresi dolmasına rağmen, süresi uzatılan memura (rütbesine göre değişen cinste) gönderilen kürk.] giydirilmiş. Sabah Sarayburnu’ndan, Yedikule’den, Kızkulesi’nden ve Hisarlar’dan atılan toplar ile Sultan Selim’in cülûsu ilan edilmiş. Yeni padişah Osmanlı tahtına Sultan III. Selim ünvanıyla ve başında “Yusufi tabir edilen (Başa geçen tarafı dar olup tepeye doğru genişleyen, dilimli ön tepe kısmı dışındaki diğer kısımları tülbentle sarılı, önüne iki sorguç takılan, ileri gelen devlet ricâlinin giydiği bir kavuk çeşidi) kisve (üstlük) ve sorguç (tüy ve mücevherden oluşan püskül biçiminde süs), ala kaplı kapace tabir olunan mücevher şemseli (güneş biçimli süs) ve kebir (büyük) yakalı kürk” giyinmiş olarak oturmuş.

Sultan III. Selim’in Cülus Töreni, 1789, Konstantin Kapıdağlı, Topkapi Sarayı Müze Koleksiyonu

Sultan III. Selim cülus töreni sırasında saltanatın ve dünya heveslerinin geçici olduğunu dile getiren şu manzumesini okumuştu;

“Cihana gönlünü verme uyup nefs ile şeytana

Emanet eyle halkı ki sana settâr nigehbândır.”

[Sakın nefsine ve şeytana uyup dünyanın eğlence ve boş işlerine gönlünü kaptırma.

Halkını gözetip kolla ki, günahları gizleyen, örten Allah da seni gözetip bağışlasın.]


Sultan III. Selim, Joseph Warnia-Zarzecki
Geç 19. Yüzyıl, Tuval üzerine yağlı boya, 96 x 167,5 cm.
Pera Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Koleksiyonu


iki yetim sabî Şehzâde

- Mecid -

Babaları Sultan Abdülaziz öldüğünde, 8 yaşında olan Şehzade Mecid ile 10 yaşında Nazime Sultan, anneleri Hayran-î Dil Kadın Efendi ile birlikte Dolmabahçe Sarayı’ndan Fer’iyye Sarayı’na götürülmüşler ve orada yaşamaya başlamışlar.

Şehzade Mecid ve Nazime Sultan

Şehzade Mecid amcaoğlu II. Abdülhamid’in himayesi altında, kendisinin 1878’de Yıldız Sarayı içerisinde “Hanedan-ı Saltanat Mektebi” adıyla açtırdığı Şehzadegân Mektebi’nde sıkı bir eğitim almış, pek çok ünlü kişiden, resim, müzik, tarih, yabancı dil gibi dersler almış piyano çalmayı öğrenmiş. İlerleyen yıllarda büyüyen genç Şehzade Mecid, kışları Çırağan Sarayı Fer’iyye Dairesi’nin caddeye bakan küçük bir dairesinde, Mayıs ayının ilk haftasından itibaren de kızkardeşi Nazime Sultan’ın 1897 yılında Reji Komiseri Yusuf Paşazâde (Menâpirzâde) Nuri Bey’den satın aldığı, Çamlıca eteklerinde, Tophanelioğlu yolundaki (Altunizade’nin çevre yoluna yakın bölümü, Çamlıca Caddesi ile Çilehane sokağının birleştiği yerde) Burhaniye Mahallesi ile Küplüce sırtlarına bakan köşkünde yaşamını sürdürmüş. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ndeki 12 Mart 1870 tarihli bir belgeye göre, daha babası Sultan Abdülaziz’in sağlığında bile, Hazine-i Hassa’dan Şehzade Mecid ve Nazime Sultan için 8.333 kuruşluk harcama yapılıyormuş. Yetişkin oldukları dönemde de, amcaoğlu Sultan II. Abdülhamid tarafından, aylık iki sefer 7.500 kuruş verilmek üzere toplamda 15.000 kuruş aylık maaş bağlanmış. Bu rakam Şehzade Mecid 21 yaşına geldiği 1889 yılı Temmuz - Aralık döneminde 40.000 kuruş’a yükseltilmiş.   

Şehzade Mecid, sanata özellikle resime, sanatçılara ve edebiyata çok önem vermiş, çeşitli sanat etkinliklerine hem bizzat katılmış hem de destek vermiş. Kendisi de bir ressammış ve birçok eser vermiş.


Onun durumu 87 yıl önceki Şehzade Selim’den farklı gelişmiş, adım adım tahta yaklaşıyor gibi olsa da, Sultan II. Abdülhamid’den sonra sıranın ona geleceği yokmuş. Ardı ardına Sultan II. Abdülhamid’den başlayarak, yaş sırasıyla diğer amcaoğlu V. Mehmed Reşad, derken sıra ağabeyi Yusuf İzzeddin’e gelmişken, o da yine babası gibi şaibeli bir şekilde vefat edince, araya giren diğer amcaoğlu VI. Mehmed Vahîdeddin; artık taht sırası tam ona gelmiş ki, padişahlık sona ermiş, Osmanlı İmparatorluğu tarihten silinmiş ve yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş. Padişahlık sırası bekleyen Şehzade, Abdülmecid Efendi adıyla ve Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile 19 Kasım 1922’de ancak 116. İslam Halifesi olabilmiş.

“Biat Töreni” Avni Lifij, 1922
Tuval üzerine yağlıboya, 31 x 41 cm.
Özel Koleksiyon
Bu tablo din ve devlet işlerinin ayrıldığının işareti olan Abdülmecid Efendi’nin Halife seçildikten sonra yapmış olduğu sadakat yemin törenidir. Tabloda mahfil gibi bir mekanda Halife, Kur’an-ı Kerim mahfazası, köşede oturan ve Şeyhülislâm olduğu tahmin edilen bir din görevlisi, Şeyhülislâm’ın yanında biri sivil biri dini görevli iki kişi, kürsüde Halifenin elini öpen bir askeri kişi (Ömer Faruk Bey olabilir), arka tarafta ayakta sivil ve din mensubu bir kalabalık ve tablonun en sağında önde de Meclis üyeleri görülmektedir.

16 Mart 2019’da Şehzade Abdülmecid Efendi’nin hayatını ve
Nakkaştepe’deki Köşkünü yazmıştım. İlgilenenler icin;
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2019/03/yllar-sonra-calnca-aclan-o-kapnn-ardi.html


iki taze Hânedan kızı

- Hatice -

Hatice Sultan diğer kız kardeşleri Şah ve Beyhan Sultanlar babalarının ardından anneleri Adilşah Kadın ile birlikte Topkapı Saray’ından, Sarây-ı Atîk-i Âmire’ye (günümüzde Süleymaniye Camii ile Bayezid Camii arasında İstanbul Üniversitesi’nin yerleşkesi içerisinde kalan Osmanlı’nın ilk sarayı, Eskisaray) taşınıp orada yaşamış.


Yıllar zor da olsa çabuk geçmiş, Selim’in kızkardeşleri artık everilecek çağa gelmiş. Daha çok önceleri babaları sağken biri dört yaşındayken Sadrazam Köse Bahir Mustafa Paşa ile, diğeri yedi yaşındayken Mehmed Emin Ali Paşa ile nişanlandırılan ancak öldürüldükleri için evlenemeyen Şah Sultan, 17 yaşına geldiğinde 1778’de Nişancı Seyyid Mustafa Paşa ile evlendirilip Eskisaray’dan ayrılmış. Anneleri Adilşah Kadın, 1784 yılında Sultan I. Abdülhamid’in huzuruna çıkarak, evlenme yaşına gelen diğer kızları için çok ağlanıp, sızlanmış, bunun üzerine de padişah derhal 19 yaşındaki Beyhan Sultan’ı Halep Valisi Silahdar Mustafa Paşa ile evlendirmiş, Hatice Sultan’a da iki sene sonra Khotin (Hotin) muhafızı Nakîb-zâde es-Seyyid Ahmet Paşa’yı uygun bulmuş, paşaya mektup yazdırarak İstanbul’a çağırtmış ve 9 Kasım 1786’da nikahlarını kıydırtmış. Hatice Sultan evlendiğinde henüz 18 yaşındaymış.


7 Nisan 1789’da tahta çıkan Sultan III. Selim, zaman zaman dinlenmek için Boğazın Defterdar Burnu’nda dedesi Sultan III. Ahmed’in inşaa ettirdiği Neşetâbad Sarayı’na gelirmiş. Padişahın sır kâtibi Ahmet Efendi, padişahın 1790’da (15 Zilhicce) Neşetâbad Sarayı’na gelişini;

“Neşatâbada, binişi hümayunla teşrif buyurulup agavat kullarına tomak ve pehlivan güreştirilip, yukarı havuz başındaki kasra saye endaz-ı saltanat ve derun-u havuzdaki zevrak çeye agavat kullarını nöbetle bindirip şarkı okutmakla ârâm ve istirehat esnasında kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa’nın ve Mora valisi Silahtar Mustafa Paşa’nın birbirini müteakip tahriratlarını vücut eyledi.” diyerek aktarmış.


Sultan III. Selim, 1791’de Neşetâbad Sarayı’nı, 1786’da Khotin (Hotin) muhafızı Nakîb-zâde es-Seyyid Ahmet Paşa ile evlendirilen 23 yaşındaki kız kardeşi Hatice Sultan’ın ikametine tahsis etmiş. Hatice Sultan evli olmasına evliymiş ancak, kocası sürekli görevi nedeniyle uzakta olduğundan çoğunlukla yalnız yaşayan bir hanedan kadınıymış ve dönemine göre geniş özgürlüklükler tanınmış ve ağabeyi Sultan III. Selim’in tek başına sarayından çıkıp dolaşma izni verdiği bir sultanmış. Hatice Sultan’ın hiç çocuğu olmamış.


iki taze Hânedan kızı

- Nazime -

Nazime Sultan ve Şehzade Mecid


Babası Sultan Abdülaziz vefat ettikten sonra annesi Hayran-î Dil Kadın Efendi ve kızkardeşleri ile Fer’iyye Sarayı’nda yaşayan Nazime Sultan, kızkardeşleri Saliha (1862-1942), Esma (1873-1899) Sultan ve amcaoğulları Sultan II. Abdülhamid’in kızı Zekiye Sultan (1871-1950) ile birlikte 19 Mart 1889’da Şeyhülislam Mehmed Cemaleddin Efendi tarafından toplu olarak nikahlanmış, 2 Nisan 1899’da Yıldız Sarayı’nda yapılan bir düğünle dört senedir nişanlı olduğu İbrahim Derviş Paşa’nın oğlu Dervişzâde Ali Halid Bey ile evlendirilmiş. Saliha Sultan da Diyarbakır ve Erzurum Valilikleri yapmış olan Hatunoğlu Kurt İsmail Hakkı Paşa’nın (1818-1897) oğlu Ahmed Zülkefil Paşa ile evlendirilmiş. Nazime Sultan evlendirildiğinde 33 yaşındaymış.

Mercan Konağı inşaat halinde.
Mercan Konağı, 1895
23 Temmuz 1911‘de yanan Mercan Konağı’nın 1930’lardaki durumu.
Şimdilerde yerinde Katlı otopark binası var. Hesapta aslına uygun (!) yapılacakmış.

Sultan Abdülaziz, 1865’te Bayezid’de Boğaza ve Haliç’e hakim Mercan Yokuşu’nun başında, Agop ve Sarkis Balyan kardeşlere yaptırttığı görkemli sarayı, Sadrazam’ı Mehmed Emin Âli Paşa’ya  (1815-1871) vermiş. 7 Eylül 1871’de Mehmed Emin Âli Paşa Bebek’teki yalısında ölünce, arkasında bıraktığı 10.500.000 guruş tutarındaki borcuna karşılık yalıya banka tarafından el konunca, ailesinin elinde sadece Mercan’daki konak kalmış. Ancak kendisiyle husumeti olanların padişahı tesir altında bırakmalarından dolayı, bir Ramazan akşamı Bâb-ı Serâskerî’ye (Harbiye Nezareti) iftara gelen ve konağı gören Sultan Abdülaziz, konağın boşaltılmasını emretmiş. Mehmed Emin Âli Paşa’nın ailesi, 9 Kasım 1972 gece yarısında eşyaları ile birlikte konaktan zora dışarı çıkartılmış ve konak meşihat makamına, Bâb-ı Fetvâ’ya (Şeyhülislâmlık) tahsis edilmiş.

Ancak Konak çok geçmeden 23 Kasım 1872’de Sultan Abdülaziz’in ağabeyi Sultan Abdülmecid’in (1823-1861) en büyük kızı Fatma Sultan’a (1840-1884) tahsis edilmiş. Konak,  26 Ağustos 1884’te Fatma Sultan’ın vefatından sonra da ikiye bölünerek “Çifte Saray” olarak anılmaya başlanmış ve Sultan Abdülaziz’in evlenme çağına gelen kızları Saliha ve Nazime Sultan’lara evlilikleri için tahsis edilmiş.


Nazime Sultan’ın Dürrinev Kadınefendi’den olan 4 yaş büyük olan ablası Saliha Sultan ile aralarının iyi olmadığı ve Mercan’daki bu konak yüzünden sıklıkla kavga ettikleri biliniyormuş. Nazime Sultan’ın konağında salon ve yemek salonu haricinde, gelin odası, yatak odası, aralık yol pencereleri, camekân, saçak camekân, merdiven başı, alt kat sofası, mermerlik ve yanında beş oda, bodrum katında altı oda ile mermerlik, damat paşa odası ve yanında diğer oda, üst katta sofa, oda, aralık, iki oda ve bitişiğinde mermerlikte oda, harem dairesinde bahçede çamaşırhane, oda, başağa dairesi, ağalar dairesinde iki oda, aralık loca penceresi, üst katta kahveci başı dairesinde oda, bitişiğinde diğer oda, merdiven başı, bitişiğinde mermerlik pencereleri ve bitişiğinde diğer oda kısımları mevcutmuş. Salon ve yemek salonu dışında, konak görevlileri ile ev sahiplerine mahsus olmak üzere 80’e yakın oda bulunmaktaymış. Konağın içi de envai çeşit kıymetli kumaştan perdeler, halılar, Avrupaî tarzın unsurlarından sayılan aynalar, konsollar, avizeler, orta sehpaları, koltuk ve sandalyelerle sultanlara yakışır şekilde tefriş edilmiş. Sadece Nazime Sultan’a ait kısım için tanzim edilen toplam 1.422 adet eşya bulunuyormuş.

1866 yılında yaşamının sonuna kadar yaşayacağı İstanbul’a gelen, 1870 yılında Grand Rue de Péra No:414’te bir stüdyo açarak, Boğaz kıyılarını, şehrin sokaklarını ve insanlarını belgeleyen, İsveçli fotoğrafçı Guillaume Berggren’in 1880’de çektiği bir fotoğrafta Fındıklı Çifte Saraylar ve tepede Cihangir Camii.
Guiluame Berggren 1914’te ekonomik nedenlerle arşivlerini dağıtmak zorunda kalmış ve 1920 yılında 85 yaşında sefalet içinde ölmüştü.
Fotoğraf kaynak: Wolfgang Muller-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı,
Mimar Sinan Üniversitesi, 1993, s.140.

Fındıklı’daki Çifte Saraylar (günümüz Mimar Sinan Üniversitesi), 1856-59 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Garabet Amire Balyan’a (1800-1866)

yaptırılmış, sarayın Salıpazarı yönündeki bölümünü Ahmed Fethi Paşa’nın oğlu Mahmud Celalettin Paşa ile 11 Haziran 1858’de evlenen kızı Cemile Sultan’a  (1843-1915), Tophane yönündeki bölümünü de Mısır Hidivi Hilmi Paşa’nın oğlu İbrahim Hilmi Paşa ile evlenen Münire Sultan’a (1844-1862 ) düğün hediyesi olarak tahsis edilmiş. Cemile Sultan daha sonra rahatsızlığı nedeniyle doktorların tavsiyesine uyup Çifte Saray’ı boşaltıp önce Kandilli İskelesi’nin yanında bir sahilsarayı satın alıp oraya, ardından kocası

Yıldız Mahkemesi’nde yargılanıp, Sultan Abdülaziz’i öldürmek suçundan idama mahkûm olanların arasına girince, ağabeyi Sultan II. Abdülhamid tarafından nikahı iptal edilmiş ve Göztepe’ye sonra da Erenköye taşınmış. Münire Sultan ise eşinin vefatından sonra ikinci kez Cihan Seraskeri Hasan Rıza Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa ile evlenmiş, üç kız ve bir erkek çocuğundan sonra bir oğlu daha olmuş, ancak bir yıl sonra 1862’da henüz 18 yaşında vefat etmiş. Boş kalan Çifte Saraylar daha sonra Sultan II. Mahmud’un kızı, Abdülaziz ve Abdülmecid’in kız kardeşleri ve Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa’nın eşi Âdile Sultan’a (1826-1899) tahsis edilmiş. Vefatına kadar bu sarayda yaşayan Adile Sultan’ın vefatından sonra, Çifte Saray’lara Nazime Sultan talip olurken, Saliha Sultan’da Mercan’daki sarayın tümüne talip olmuş. Sultan II. Abdülhamid Nazime Sultan’ın talebini uygun görmüş, ancak Saliha Sultan’a vefat eden Sadrazam Tunuslu Hayreddin Paşa’nın (1823-1890) Kuruçeşme ile Arnavutköy arasındaki yalısı’nı önermiş. Tunuslu Hayreddin Paşa Yalısı vaktiyle Sultan III. Selim’in aynı ana ve babadan 9 ay önce doğan ablası Şah Sultan’a ait yalılardan Arnavutköy tarafında olanıymış ve yıllar içinde el değiştirerek ona intikal etmiş. Ancak Saliha Sultan, yaşça büyük olması hasebiyle Tunuslu Hayreddin Paşa Yalısı’na itiraz etmiş, hanedan hiyerarşisini hatırlatarak, Fındıklı’daki Çifte Saray’ı kapmış. Böylece Tunuslu Hayreddin Paşa Yalısı da küçük kızkardeş Nazime Sultan’a düşmüş. Her iki Sultan da diğer kız kardeşleri Esma ile birlikte 19 Mart 1889’da evlenince yeni tahsis edilen bu Sahilsaraylarına taşınmış, Mercan’daki konağı terk edilmiş.

Esma Sultan ve Şehzade Mehmed Seyfeddin Efendi, 1880

Sultanlar taşınınca boş kalan Mercan Konağı’na da, Darülfünûn’un o güne kadar kendi bünyesindeki Mekteb-i Mülkiye’nin içinde yer alan İdadi için yeni bir yer talep etmesi üzerine, padişahın da onayı ile 9 Eylül 1900 Cumartesi gününden itibaren, öğrencileri, öğretmenleri ve tüm personeliyle İdadi taşınmış ve eğitime Mercan İdadisi adıyla başlamış.




iki leb-i derya Kâşâne

Neşetâbad • Hatice Sultan Sahilsarayı -


Açık fikirli, batıya dönük ve özellikle de Avrupa mimarisine ve dekorasyonuna ilgi duyan Hatice Sultan, o sıralarda Büyükdere’de yapılan ve geniş terasları ve bahçeleriyle dillere destan olan, Danimarka Maslahatgüzarı Friedrich de Hübsch’in ihtişamlı konağının, konaktan daha çok da bahsedilen o ünlü bahçelerini çok merak etmiş, ağabeyinden izinli olsa da Sultan III. Selim’den yine de izin alarak bu konağı ve bahçelerini gezmeye gitmiş. Baron Friedrich de Hübsch’ün Köşkü, İstanbul’un elçiliklerde çalışan yabancı uyruklu memurlarının ve soyluların uğrak yerlerindenmiş, ayrıca devlet erkânınca da ziyaret edilirmiş. Diplomattan ziyade mimariyle ilgilenen ve bir tüccar olarak nitelenen Baron Friedrich de Hübsch’ün 1814’te ölümünden sonra, Danimarka Elçiliğine oğlu Casimir atanmış ve ona “Büyükdere Baronu” denmeye başlanmış.


Konağın ihtişamı ve özellikle de bahçelerin güzelliğinden  çok etkilenen Hatice Sultan, Avusturya temsilcisi Baron Herbert Rathkeale’nin 1782’de onun için Avusturya İmparatoru II. Joseph’ten “Baron” ünvanı aldığı, maslahatgüzar Baron Friedrich de Hübsch’den kendisi için tavsiye istemiş. Maslahatgüzar da ona, Rusya Büyükelçisi Yakov Ivanovich Bulgakov’un (1743-1809) himayesinde, 1784 yılının sonlarında İstanbul’a gelerek, Rus elçiliğinin Pera’daki kışlık ve Büyükdere’deki  yazlık sarayının bahçe ve iç dekorasyonlarını gerçekleştirerek, kısa sürede Fransız ve İsveç delegasyonuyla da tanışıp Pera bölgesinin popüler simalarından biri haline gelen, elçilerin çocuklarına ve yakınlarına resim dersleri veren, Alman asıllı, Fransız iç mimar, peyzaj mimarı ve ressam Antoine Ignace Melling’i (1763-1831) salık vermiş. Fransız elçilik danışmanı Auguste Boppe (1862-1921) “...yalının düzeni kadar terasları ve bahçelerinin konumu ile de büyülenen Sultan’ın benzer bir konutu yapabilecek düzeyde bir sanatçı istemesi üzerine, Baron Friedrich de Hübsch kendisine Melling’i tavsiye etti” diyerek bunu teyid etmiş.


Melling’in İstanbul’a geldiği sıralarda Hollanda elçisi olan Frédéric Gijsbert Baron van Dedem van Gelder (1743-1826),  Melling’i

“O zamanlar Rus elçiliği ile ilişkisi vardı; elçi Bay Bulgakov, onun kız kardeşime ve bana resim dersleri vermesine müsaade etmişti. Asya ve Mısır’a yaptığım seyahatlerde bana büyük faydası dokunan bilgileri, sanatın temel öğelerini ben bu kişiden öğrenmiştim” diye anlatmış.


Antoine Ignace Melling ile görüşüp tanışan Hatice Sultan onunla anlaşmış ve saraya aldırarak görevlendirmiş. Antoine Ignace Melling  ile Hatice Sultan’ın böylece başlayan ilişkileri uzun yıllar içerisinde devam etmiş. Melling ilk iş olarak, Hatice Sultan’ın görüp çok etkilendiği bahçeleri gibi olması için, Neşetâbad Sarayı’nın bahçelerini ele almakla başlamış; Hatice Sultan’ın ilk isteği ve niyeti de zaten buymuş. Bahçelerin düzenlenmesi ile başlayan bu iş ilişkisi giderek Sarayda bazı tadilatlar, ilaveler ve ek bir köşk yapımına kadar devam etmiş, hatta daha sonra da Sarayın iç tasarımının yenilenmesine kadar varmış. Hatice Sultan, Melling’in yanına ona tercümanlık edecek ve gerektiğinde saray usullerini öğretecek birini vermiş. Tutucu saray halkı, o sırada 29-30 yaşlarındaki bu genç keferenin (hıristiyanın) aralarında dolaşmasından rahatsız olup, cephe alarak kendisine zorluklar çıkartmaya başlayınca, Melling kısa sürede sarayı terketmek zorunda kalmış. Bu durumu haber alınca çok kızan Hatice Sultan, buna sebep olan saray ağalarını cezalandırmış, Melling’in tekrar vazifesinin başına geçmesini temin etmiş. Kat’i surette tembih edilen saray halkı artık Melling’e itibar etmeye başlamış. Ancak tüm tembihlere rağmen Hatice Sultan’ın başağası Melling’i bir türlü çekememiş, fırsat bulduğunda Melling’in şaraplarıyla kafayı çekmeyi de bilen ve çok da abdestine niyazına dikkat etmeyen bu başağa, çakırkeyif olunca birden dindar kesilir, Melling’in aleyhinde ileri geri konuşurmuş. Günlerin birinde bu aleyhte sözlerini ona da işittirecek şekilde uluorta sarfedince işler değişmiş, Melling’in şikayeti üzerine Hatice Sultan ağasını apar topar bir gemiye attırıp, bir daha geri dönemeyeceği uzak bir yere sepetlemiş.


Melling, Neşetâbâd Sarayı’nın bahçelerini Fransız saraylarına benzer şekilde düzenleyip sürprizli olmasını düşünerek, Hatice Sultan’a labirent biçiminde bir bahçe önermiş. Bunun için de bahçeyi labirent şeklinde dolambaçlı bir şekilde yapacakmış, bunu yaparken de o yolların çevresine İstanbul’da çabuk ve fazla boylanan leylak, akasya ve gül gibi kolayca bahçe makasıyla şekil verilebilecek bitkilerden yararlanacakmış. Sonuçta girenlerin dönüp dolaşıp sürekli merkeze vardığı, yönlerini kaybedip, çıkış yolunu çok zorlukla bulabildikleri eğlenceli bir bahçe ortaya çıkmış. Sultan III. Selim bile kızkardeşini ziyarete geldiği zamanlarda bu içinden çıkılamaz haliyle sürprizli bahçede çok eğlenirmiş.

Hatta, kız kardeşini ziyaret ettiği bir gün, sarayın cariyeleri labirent bahçeye bırakılmış ve bunların yeşillikler arasındaki gizli yollarda koşuşmaları, kayboluşları hükümdarı çok eğlendirmiş. 18. yüzyılda Neşatâbat bahçeleri, lale tarhları ile bezenmiş. Bu sarayın laleleri meşhur olduğu için yeni lalelerden birçoğuna da bu saraya izafeten “Neşatefza”, “Neşatüfken”, “Neşatbahş” gibi isimler verilmiş. Hatta Sultan III. Selim’in döneminde Lale Bayramları düzenlenir olmuş.

Ne de olsa Sultan III. Selim, çok küçük de olsa yapılan Lale Bayramlarını yaşamış, görmüştü.

O çocukluk yıllarındaki Lale Bayramlarını, Fransız Jean-Claude Flachat (1700-1755) yazdığı 1766 tarihli Observations on the commerce and the arts of a part of Europe, Asia, Africa, and even the East Indies (Avrupa, Asya, Afrika ve hatta Doğu Hint Adaları’nın bir kısmının Ticareti ve Sanatı üzerine gözlemler) adlı kitabında;

“...bayram, Nisan ayında kutlandı, Yeni sarayın avlusunda tahta galeriler kurulmuştu. Bir anfi şeklinde düzenlenen sıraların iki yanına lale vazoları yerleştirilmişti. En yukarılarda meşaleler ve kanarya kafesleri asılıydı Camdan fanuslarda, içleri renkli sular ve çiçeklerle dolu sarkıyordu. Işıkların dağılımı bir gece donanması kadar hoştu avlunun çepeçevresine dağılan ahşap yapılar, sütun kule ve ehramlar, son derece güzel bezenmişti. Ve gözlere şölen çekiyordu. Sanat, hayal yaratıyor, bu güzel yere hayat veriyor, insanın kendi kendine düşler kurmasını sağlıyordu. Sultanın köşkü orta yerdeydi ve sarayın ileri gelenlerinin hediyeleri burada teşhir ediliyordu. Hediyelerin sahipleri tek tek sultana bildiriliyordu. Zatı şahanelerinin hoşuna gidebilmek, büyük bir lûtfa erişmekti. Baş harem ağası bana sık sık haremdeki kadınların bu eğlence günlerinden yaralanarak, efendilerinden bir şeyler kopartmak için nasıl çırpındıklarını anlattı. Herkes kendini göstermek için can atıyordu. Hepsi çekiciydi. Zarif rakslar, ahenkli müzik, güzel giysiler, iğneli sohbetler yapılıyordu”

diyerek anlatmış.


Aynı yıllarda, 1755’te Fransanın İstanbul elçisi olarak atanan amcası Vergennes Kontu Charles Gravier’in (1717-1787) sekreteri olarak İstanbul’a gelen, Macar kökenli aristokrat bir Fransız subayı olan François Baron de Tott (1733-1793) ise yazdığı Memoirs of the Baron De Tott on the Turks and the Tartars” (Baron De Tott'un Türkler ve Tatarlar Üzerine Anıları) 3 ciltlik kitabında Lale Bayramlarını;

“...Haremin Bahçeleri... Geceleyin yapılan bu eğlenceler için bahçeler bir tiyatro sahnesi gibi kullanıldı. Yapay ya da gerçek her türden çiçeklerle doldurulmuş vazolar, renk cümbüşlerini artıran çırağ bir görünümde ve sınırsız sayıdaki fenerler ve ışığı yansıtan aynalarla cam kandillerin içine yerleştirilen mumların oluşturduğu bir sahne havasına bürünmüştü. Mağazalar, butikler, çeşitli cinste, özellikle bu eğlenceleri yapmak için çeşitli eşyaları bulunduruyordu. Harem kadınları tarafından (kendilerine ait giysileri giyen bu kadınlar, tüccarlara doğrudan doğruya tembih ediliyorlardı. Dükkânları Harem kadınları dolduruyordu. Sultanlar, sultan kardeşleri, yeğenler ve kuzenleri bu eğlencelere Sultan tarafından davet ediliyorlar ve onun en yüksek butik ve mücevher butikleri ve satın aldıkları hediyelerle bu davetlere katılıp birbirlerine hediye ediyorlardı. Aynı zamanda onlar bu şekilde Sultan hanımlarının davet ettikleri törenlerde cömertliklerini gösteriyorlardı. Dans, müzik ve bir çeşit spora benzeyen at üzerinde mızrak gösterileri gece boyunca eğlenceleri yayılıyordu. Ve geceye neşe katıyordu. Elem ve kederi ortadan kaldırıyordu” diye anlatmış.


Yine Fransız elçilik danışmanı Auguste Boppe’nin aktardığına göre; Melling’in yaptığı bu labirent bahçeden son derece hoşnut kalan Hatice Sultan, bahçe biter bitmez bu kez Melling’in yeteneklerinden mimar olarak yararlanmak istemiş ve kalfaya Neşetâbâd Sarayı’nın hemen bitişiğine küçük bir köşk inşaa etmesini buyurmuş. Melling’e kolaylık olması için de Kuruçeşme’de ikamet edebileceği bir konut tahsis etmiş.


Melling’in öncelikle ondan istenen yeni köşk için eskizler hazırlamış, Hatice Sultan’a takdim etmek için, yapmayı düşündüğü köşkün balmumundan da bir maketini yapmış.

Düşüncelerini ve yapmayı planladığı köşkün maketini Hatice Sultan’a beğendirince de, hemen inşaata başlamış. Her gün biraz daha Hatice Sultan’ın gözüne giren Melling kısa sürede Türkçeyi derdini anlatabilecek kadar öğrenmiş, Sultana arz edeceği şeyleri latin alfabesiyle ve Türkçe olarak yazmaya başlamış. Hatice Sultan da her hangi bir isteği olduğunda yazdığı mesajları harem ağalarından biri aracılığıyla iletiyormuş. Ancak Melling, Hatice Sultan’ın arap harfleriyle yazdığı cevapları ancak tercüman aracılığıyla çözebildiği için bu soruna bir çözüm getirmiş ve Hatice Sultan gibi akıllı bir kadına kısa sürede Latin Alfabesini öğretmiş ve böylelikle tercümana gerek kalmaksızın karşılıklı olarak ikisinin de anlayabileceği şekilde hem Türkçe hem de Latin Alfabesiyle yazışmaya başlamışlar. Hatice Sultan’ın aydın bir Osmanlı kadını olarak, günümüzden 225 yıl önce latin alfabesini kullanarak Türkçe mektuplar yazması kesinlikle bir ilkti, devrimdi; zira Türkiye coğrafyasında latin harflerinin kullanılması için daha 134 yıl geçmesi gerekecekmiş.


Bahçeyi düzenlemek için başlayan iş ilişkisi, sonunda Köşkün inşaasının dışında mevcut sarayın da elden geçirilmesine varmış. Melling sarayı tamamen yıkıp yeniden yapmayacak, bazı ek ve değişiklikler yapıp, sarayın iç taksimatını ve iç süslemelerini yeniden düzenleyip, göze çok hoş gelmeyen altın varaklı klasik tezyinatı kazıyarak barok ve rokoko süslemeler ile saraya daha sade ve asil bir stil vermeye çalışmış.

Üç yıl süren sarayın yeniden elden geçmesi 1794’te son bulmuş. Belki de ilk kez Hatice Sultan’ın isteğine uyarak bir Osmanlı sarayında XV. ve XVI. Louis tarzı sandalye ve koltuklar kullanılmış. Hatice Sultan Melling’e gönderdiği bir mektupta bu isteğini şöyle dile getirmiş;

“Melling kalfa, cibinlik hangi gün geliyor? Lütfen bana yarın olduğunu söyle… Söyle hemen işe gelsinler, yakında seninle görüşelim… Çok tuhaf bir gravür… İstanbul resmi taşındı, solmadı… Sandalyeyi sevmiyorum, onu istemiyorum. Yaldızlı sandalyeler istiyorum… Çok fazla ipek istemiyorum, ama bol ipek iplik kullanılsın… Gümüş sandık için gönderdiğin resme baktım, ama umarım böyle yaptırmamışsındır, lütfen eski resmi kullan ve lütfen onu bozma… Sana incileri ve pul parasını “Mandredi” (Salı) günü verebileceğim.”

diye yazarak Hatice Sultan aslında İtalyanca da bildiğini de göstermiş.


Neşetabad Sahilsarayının Vaziyet Planı
(1) Melling’in yapmış olduğu kargir Köşk, (2) Kazıklar üzerine oturtulmuş Seyir Köşkü, (3) Hatice Sultan’ın maiyetine ve Sultan III. Selim’in ziyaretlerinde kullandığı Daire, (4) Denize doğru taşan üç eyvanlı Selamlık Bölümü, (5) Hatice Sultan kethüdasının Dairesi

Fransız elçilik danışmanı Auguste Boppe, Melling’i çalışırken gören M. De Butet yayınlanmamış anılarından aktarmış;

“Hatice’nin Sarayı, Neşetabad, Ortaköy’de, Defterdar Burnu’nda yer alıyordu. Bu semt, yetiştirdiği yaseminlerle ünlüydü; uzun ve düz dalları çubuk yapımında kullanılıyordu. Melling, bu semtin hemen yakınındaki Kuruçeşme’ye yerleşti. Birkaç gün içinde prensesinin isteklerini yerine getirmek üzere hazırlandı… Mimar, ressam, dekoratör ve bahçıvan olarak, hiç durmadan yıktı, yeniden inşa etti, bozdu ve yeniden yaptı.” diye bir not aktarmış ve eklemiş; “...sanatçın yaptıkları arasında her gün Sultanın kaprislerinden doğan küçük mabetler, zafer kapıları, labirentler sayabiliyordu.”


Melling'in Köşk’ü inşaa etmesi 1791 yılında başlamış ve bir sene kadar sürmüş. Bu süre içerisinde Hatice Sultan da yaz mevsimlerinde Bebek’teki Şeyhülislam Yalısı’nda misafir olarak geçirmiş.

Yenilenmiş haliyle Neşetâbad Sarayı Osmanlı’nın İstanbul’unda bu ölçekte  inşa edilmiş Neoklasik üsluptaki ilk yapı olmuş. Neşetâbad Sarayı boğaz ile arkadan geçen yol arasında denize paralel olarak, dikdörtgen planlı iki katlı bloklar halinde yapılmış bir yapılar topluluğuymuş. Saray bölümlerinin ortasında ahşap sütunların taşıdığı şahnişlerle dışarı, denize doğru taşırılmış büyük bir salon ve onun çevresinde de odalara yer verilmiş.


Bugün ne yazık ki ayakta olmayan Neşetâbad Sarayı ile ilgili olarak sadece o dönemde yine Melling tarafından yapılan gravürlerden ve sonradan yayımladığı albümlerinde yer alan açıklamalardan, bilgi alınabilmiş. Melling’in anlatımlarına göre, sultan sarayının çevre duvarı dışında kafessiz pencerelere sahip başağanın veya sultanın karaağasının dairesi, duvarın arkasından itibaren Hatice Sultan’ın oturduğu ve harem bölümünü kaplayan büyük saray binası, iki bahçe duvarı ortasında Hatice Sultan’ın eşinin yalısı, iki yüksek duvar arasında sultanın kahyasının binası yapının bölümlerini oluşturmaktaymış.

Melling’in 1819’da yayımladığı albümünde yaptığı açıklamaya göre, Hatice Sultan Sarayı’nın ilk yapısı Hatice Sultan’ın başağanın veya karaağanın dairesiymiş ve geleneksel Osmanlı mimarisinde yapılmış. Yüzey süsleme ve ayrıntılarında ise, Avrupa etkileri görülüyormuş. Saraya bitişik olarak Melling tarafından yapılan kargir Köşk ise, bir rıhtım üzerine oturmuş olan Sahilsarayın yanında taş ve mermer ile inşaa edilmiş ve iki katlı, üçgen alınlıklı klasik cephesiyle, sahilsarayının mimarisinden çok farklıymış. Köşk, zemin katındaki dorik sütunlar, birinci katındaki iyon başlıklı yivli pilastrlar (yarım sütunlar), üzerindeki üçgen alınlık ve cephesindeki dekoratif girlandlar ile İstanbul’un ilk Neoklasik yapısı olarak öne çıkmış.

İki katlı olan yeni yapılan Köşk’ün rıhtımında yer alan sütunlara uygun tornalı küpeşte ve trabzanlı korkuluklar, denizden gelenlerin girişine imkan vermek için rıhtımdan denize inen birkaç basamakla kesintiye uğratılmış. Merkezde, trabzanın üzerine oturan dorik dört sütun, bir portik (geçit) oluşturacak şekilde, girişin üzerinde birinci katın çıkmasını taşıyor ve girişi de vurguluyormuş. İki yanında birer, ön cephede üç adet pencere açıklığı içerecek şekilde düzenlenen birinci kattaki çıkma, oval bir madalyon içinde muhtemelen bir tuğra içeren üçgen alınlıkla sonlanıyormuş. Rıhtıma bakan giriş katında mahremiyeti sağlamak için pencere yerine, üst kısımları deniz kabuğu formunda oyulmuş nişler, nişlerin aralarına da plastırlar  yerleştirilmiş. Kemerlerin üzerinde plastırların arasında kalan duvarlarda drapeli (dökümlü) girlandlar, nişlerin içerisine de birer mermer vazo yerleştirilmiş.


Giriş katından birinci kata geçişte, tüm cephe sütunların üst hizasından başlayan triglifler ve metoplarla oluşturulan bir bir friz ile yatay olarak kesilmiş, küçük furuşlarla (yalnızca süsleme amaçlı çıkmaların altına konan küçük destek) birinci kat belli belirsiz dışarı çıkarılmış.


Birici katta, iyon başlıklı pilastırların (yarım sütun) arasında, alttaki nişler ile hizalı pencereler açılmış, pencere altlarındaki kasidelerin içi yine alttaki katta kemerlerin üzerinde kullanılan drapeli girlandlar, düz olan pencere üstlerine, bir üçgen oluşturacak biçimde, pencerenin üst ortasında bir küçük vazo ile birleşen drapeli girlandlar yerleştirilmiş.

Saçak altı yine girlandlı bir kuşakla geçilmiş, ortadaki çıkmanın üzerine bir üçgen alınlık yerleştirilerek daha da belirginleştirilmiş ve alınlığın ortasına büyük bir ihtimalle Sultan III. Selim’in Tuğrası yerlestirilmiş. Üçgen alınlığın dışında kalan tüm cephe boyu, rıhtımda olduğu gibi tornalı küpeşte ve trabzanlı bir korkuluk ve trabzanın üzerine sütun ve plastır dizileriyle hizalanmış olarak rıhtımda kullanılan büyük mermer vazolardan yerleştirilerek bitirilmiş.

Kamusal alanlarda cinsiyet ayrımını gözeten ve bu ayırımı özel yaşam dışındaki tüm alanlarda belirleyen bir dini inanışın yaygın olduğu Osmanlı ülkesinde çalıştığının bilincinde olan Melling, üst katta ve denize bakıyor olsa da kattaki tüm pencerelerde kafes kullanarak geleneksel mimari bir ögeyi de Neoklasik mimarisinin içerisine katmış.

Başağa dairesinden sonra gelen yüksek bahçe duvarlarıyla çevrili olan ve soldaki bahçe duvarının ucunda, köşede bulunan bu yeni küçük Köşk, sadece Hatice Sultan’ın kullanımına aitmiş.

Köşkle Sahilsarayını birbirine bağlayan duvarın üzerinde denize oturtulmuş iki ahşap kazık üzerinde öne doğru çıkma yapan, sivri külah çatılı küçük bir de ahşap seyir köşkü yerleştirilmiş. Seyir köşkünün dört cephesi de, kafesli duvarlarla çevrili ve yine kafesler ile yalıtılmış bir galeriyle sahilsarayın harem dairesine bağlanıyormuş.


Köşkü sahilsarayına bağlayan denizden yükseltilmiş üzeri açık galerinin denize bakan cephe duvarı C ve S kıvrımlı figüratif çiçek bezemeleri, içerisinde çiçek demetleri olan vazolar ile, setin üzeri Köşkten ahşap seyir köşküne, oradan da Sahilsarayına dek yine üzeri çiçekli vazolar olan kafesler ile geçilmiş. 


Bu geçidin sonunda eliböğründeler ile taşınan üç adet çıkmalı ahşap bölüm ise Hatice Sultan’ın maiyetine ve özel kullanımına ayrılmış olan dairelermiş. Orta bölümü ise Hatice Sultan’ı ziyarete geldiği vakitlerde Sultan III. Selim tarafından kullanılıyormuş. Sadece Padişah geldiğinde kullanması için tasarlanan, dört-altı odalı denize bakan bu hünkar dairesinin ayrı bir merdiveni varmış ve bu özel daireye, büyük sofanın iki köşesindeki özel birer kapıdan geçilmekteymiş. Bu yapının üst kat sofasının iki ucunda mermer olmalı birer çeşme ve arka bahçe tarafında ayrı bir koridor ile geçilen kurnaları ve ayna taşları istiridye formunda yapılmış bir hamam bulunmaktaymış.

Sahilsarayın sağ ve sol kanatları, alt galeri, asma kat ve üst kat olmak üzere, üç kattan oluşmaktaymış. Her kanatta, üst katlarda konsollarla taşınan üç çıkma yer almakta, asma kat ve üst kat pencereleri iki sıra halinde görülmekteymiş. Melling tarafından çizilen iç mekan gravüründe de görüldüğü gibi mekanda Barok ve Rokoko’nun etkisini gösteren, birbirinden oldukça farklı ve çok sayıda süsleme ögesi bir arada kullanılmış. Tavana yakın bordürlerle bölünmüş kare panoların içerisinde vazo içerisinde çiçeklerle ve mekanın tavanı ise yapraklı dallar ile girift bir şekilde işlenmiş.


Melling 1819 albümünde yüksek duvarlar arasındaki Sahilsarayının üçüncü binası olan küçük köşkün Hatice Sultan’ın kahyasına ait olduğunu belirtmişse de, bazı kaynaklar Sahilsarayının bu üçüncü binasının selamlık köşkü ve Hatice Sultan’ın eşine ait olduğunu ve onun tarafından kullanıldığını belirtmiş. Bu üçüncü bina tek katlı ve çıkmalı olarak planlanmış ve tek sıra dikey dikdörtgen pencereler ile aydınlatılıyormuş. Binanın her iki yanında da rıhtıma paralel kafesli bir bahçe duvarı bulunuyormuş.


Sahilsarayının kara tarafında ise Melling tarafından en başta düzenlenmiş olan Avrupa tarzında bahçe bulunuyormuş. Yıkılmadan önce sarayı ve bahçesini gören, Osmanlı saray hekimlerinden Hekim İsmail Paşa’nın kızı ve tanınmış mimar Vedat Tek’in de annesi olan bestekâr, şair ve yazar Leyla Saz (1850-1936) anılarında ayrıntılı şekilde tasvir ettiği sahilsarayının bahçesinin arazinin eğimi nedeniyle yüksekçe bir setin üstünde bulunduğunu, setler halinde düzenlendiğini ve bahçesinde ayrıca bir de kameriyeli havuzun varlığını belirtmiş.


Hatice Sultan’ın emrinde çalışan Antoine Ignace MellingHatice Sultan’ın bahçesini düzenlemiş, onun adına bir köşk inşa etmiş, sarayının süslemelerini yenilemiş, mimarlık, bahçe tasarımı ve dekorasyonla olduğu kadar modayla ve mobilyacılıkla da ilgilenmiş. Hatice Sultan’ın arzuları ve beğenileri çerçevesinde şekillenen zanaatkârlığı, tüm bu alanları kapsamaktaymış.


Cibinlik ve avizeler tasarlamış, ayrıca Hatice Sultan için bir iskemle bile yapmaya çalışmış, elbise kalıpları çizmiş, kostümler, şallar ve kuşaklar imal etmiş, Sultan III. Selim için sapı elmaslarla işlenmiş bir hançer, Hatice sultan için de elmas kakma bir tarak üretmiş ancak elmasların tedariki sırasında bir Fransız tacir ile birlikte tutuklanmış ancak Hatice Sultan’ın şahadetiyle kurtulmuş. Melling, bir mimar ve mekân tasarımcısı olmanın yanısıra, iç mekâna ve onun düzenine, oradaki hayat akışının, o alanın bilgisine dair, işlevsel bir tarafı da olan nesneler tasarlamaya başlamış. Harem bölümü için alınan her objeyi denetlemiş, Bayram gibi özel günler, ya da Sultan III. Selim’in ziyaretleri öncesinde sırf o gün için özel avizeler astırmış, mumlar yaktırmış, mermer saksılar kullanmış.

Türkiye’de çalışan Alman Akademisyen Prof. Süreyya Faruki (Suraiya Faroqhi) yaptığı araştırmalarda, Melling’in bu dönüşümü ilgili olarak; “Melling, aslında bir allround designer (her işe koşan tasarımcı) rolü oynamıştır” değerlendirmesi yapmış. Elinden neredeyse her iş gelen, sarayda kullanılabilecek hem işlevsel, hem dekoratif nitelikler taşıyan nesneler tasarlayıp üretebilmiş. Ancak Hatice Sultan bunları her zaman beğenmemiş, üstelik de bunu; Sandalyeyi sevmiyorum, onu istemiyorum. Yaldızlı sandalyeler istiyorum… Çok fazla ipek istemiyorum, ama bol ipek iplik kullanılsın…” şeklinde buyurgan bir şekilde ifade etmiş. Yine de Hatice Sultan genel anlamda Antoine Ignace Melling’in hizmetlerinden memnun olmuş, onun zevk ve becerisine güvenmiş ve onun zanaatkârlığının ürünü olan nesneleri zevkle kullanmış.

Antoine Ignace Melling’in 1819 yılında yayımlanmış olan albümünde, Neşetâbad Sarayı ile ilgili olarak yer alan bir notta;

“Muhakkak ki artık bu memlekette pek görülmeyen fakat vaktiyle ışık saçan cinsten bir mimarlığın eseri olan bir köşkün, bu doğu sarayının hemen bitişiğinde olması şaşırtıcıdır. Belki bir gün, Beşiktaş’ın bu bölgesi üzerinde konuşulacak ve yabancılar bu yapıyı bir Yunan anıtı sanarak onu onurlandıracaklardır. Bu köşk ve içindeki revaklar, III. Selim adına, hükümdarın kız kardeşi olan Hatice Sultan’ın mimarı olan Melling tarafından inşa edilmiştir. Aynı şekilde valide sultanın dairesi de, ki bu da revakın sağ kanadına açılmakta, Boğaziçi’nin kıyılarının en güzel parçalarından birindeki, tırabzan ile çevrelenmiş olan, üç yüz ayak uzunluğundaki rıhtım da Bay Melling’e aittir. Köşk, ki ahşaptan inşa edilmiş ve İyon üslubunda sekiz mermer başlık ile desteklenmiştir, rıhtım boyunca uzanır. Revaklar ise Korint üslubundadır. Avrupa sanatlarına büyük bir ilgi gösterdiği için, batıl inançlıların bir suç işlediğine inandığı III. Selim, bu mimari üslubu takdir etmiş ve Bay Melling’e bir kürk verilmesini kararlaştırmıştır; bu kürk, tıpkı Haşmetmeapları’nın kendi hizmetindeki yabancılara ve elçilere hususi olan cinstendir”
denmiş.

Melling’in İstanbul’dan kesin olarak ayrılmasının ardından Sultan III. Selim, yine eskisi gibi kızkardeşi Hatice Sultan’ı orada olmaktan çok keyif aldığı Neşetâbad Sarayı’nda ziyaret etmeye başlamış, hatta kendisi için özel olarak hazırlanmış dairesinde günlerce kaldığı olmuş.

Hatice Sultan, ağabeyi Sultan III. Selim’in 29 Mayıs 1807’de tahttan çekilmek zorunda kalması, 28 Mayıs 1808’de de 46 yaşında Topkapı Sarayı’nda boğdurularak öldürülmesinden sonra, Sultan II. Mahmud zamanında da Neşetâbad Sarayı’nda yaşamış, 17 Temmuz 1822’te elli dört yaşında vefat etmiş ve annesi Mihrişah Sultan’ın Eyüp’teki türbesine defnedilmiş.


Hatice Sultan’ın vefatının ardından eşyalarına el konulmuş ve saraydaki değerli eşyalardan bazıları (?) Çinili Meydan’da müzayedede satılmış, vasiyetname envanterleri sarayının üç farklı yerinde saklandığı anlaşılan beş yüzden fazla Avrupa porselenini içeriyormuş. Kalan malları üzerinde yapılan araştırma sonucunda (1237) 1822 tarihli keşif defteri’ne şöyle bir kayıt düşülmüş;

“Devletlü Hatice Sultan aliyetü’ş-şan efendimiz hazretlerinin Boğaziçi’nde Neşetâbad’da kâin sahilsâray-ı âlîlerinde inşa ve tekmil olunan…”

“Cennetmekân Firdevs-i Âşiyan (cennette oturan) Hatice Sultan Aliyyetü’ş-şan Hazretlerinin füruht (satış) olunan muhallefatı defteri (geride mîrasçı olarak kimsesi olmayan bir ölünün sâhipsiz kalan mallarının kaydedildiği defter, tereke defteri). Bütün masraflar çıktıktan sonra 104.038,5 guruş tutmuştur.” 25 Zilhicce 1237 (Hicri takvime göre yılın 12. ve son ayı) tarihli hüccet’te (senet, belge, vesika) ise; “… Bundan akdem (daha önce) veda-i âlem-i fâni (gelip geçici dünya) ve âzim-i gülşen-seray-ı (gül bahçesi içindeki saray) beka edüb (ardında bırakıp) garik-ı lücce-i rahmet (rahmetli olan) olan Hatice Sultan İbret-el-merhum (rahmetli) Sultan Mustafa Han… Padişah-ı âlempenah (Cihanın sığındığı yer) Efendimiz Hazretlerinin rikâb-ı şâhaneleriyle bi-ebeveyn hemşire-i muhteremleri Beyhan…”a miras düştüğü ve Hatice Sultan’ın

bütün borçlarını II. Mahmud’un ödediği kaydedilmiş.


Hatice Sultan’ın 1822’de ölümünden sonra, Neşatâbâd Sahilsarayı’nda, Türk Hat Sanatında bir inkılap gerçekleştirdiği kabul edilen bir hat ustası, Türk resim sanatında ise batılı anlamda resim yapan ilk büyük ressam kabul edilen, Hattat Mustafa Rakım Efendi (1757-1825) bir süre oturmuş.


Neşetâbad Sarayı’nı, daha sonra Sultan II. Mahmut kızlarına tahsis etmiş. Saray, önce 23 yaşındayken  24 Mayıs 1834’de Damat Gürcü Halil Rıfat Paşa ile evlenen Saliha Sultan’a (1811-1843) tahsis edilmiş, Saliha Sultan ve eşi sarayda uzun yıllar oturmuş. Saliha Sultan’ın ölümünden sonra da 1845 yılında Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa ile evlenen, Osmanlı hanedanında Divan’ı olan tek kadın şair olan Adile Sultan’a (1826-1899) tahsis edilmiş. Adile Sultan 1866’ya kadar kışları Neşetâbad Sarayı’nda yaşamış.


Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunan 3 Haziran 1854 tarihli bir evraka göre, Kırım Savaşı sırasında, Müttefik ordu kumandanlarından başka İstanbul’a gelecek olan Prens Charles-Louis Napoléon Bonaparte (Fransa’nın ilk Cumhurbaşkanı, III. Napoleon, 1808-1873) ve Cambridge 2. Dükü Prens George William Frederick Charles (1819-1904) için devlet şanına yakışır yerler tahsis edilmeye çalışılmıştı. Bunun için Fransız Prensi Napoleon’a Neşatâbâd Sahilsarayı ve 2. Cambridge Dükü Prens George’a ise Feriye Sarayı tahsis edilmiş, ayrıca yanlarında bulunacak yaverler ve hizmetkârları için de konaklama imkânı sağlanmış.

Antoine Ignace Melling’in 1819 tarihli Albümünde yer alan İstanbul Boğazı haritasında Defterdarburnu

Neşetâbad Sarayı, Sultan Abdülmecit döneminde de yine sultanların ikametine ayrılmış. Zaman zaman düğünler ve resmi kabuller de yapılan, zamanla harap hale gelen Neşatâbat Sahilsarayı, Sultan II. Abdülhamid zamanında yıktırılmış ve yerine 1892 yılında kızları Fatıma Naime (1876-1944) ve Zekiye Sultan (1871-1950) için birbirinin eşi iki yalı inşa edilmiş. Fatıma Naime Sultan Gazi Osman Paşa’nın oğlu Mehmed Kemaleddin Paşa ile evlenmiş, ancak yanı başlarındaki Konak’ta yaşayan V. Murad’ın kızı, kuzenleri Hatice Sultan ile Mehmed Kemaladdin Paşa’nın gizli gizli sürdürdükleri aşk nedeniyle ondan boşanmış, bu skandal o sırada diyabetli olan sabık padişah V. Murad’ın olayın şoku ile ölümüne neden olmuş. Gazi Osman Paşa’nın diğer oğlu Ali Nureddin Paşa ile evli olan Zekiye Sultan’ın bu yalının üstündeki koruluğun içerisinde de bir sarayı varmış.

Fatıma Naime ve Zekiye Sultan için yaptırılan Çifte Saraylar

O dönemde Neşetâbad Sarayı’nın yıktırılıp yerine iki tane Konak yaptırılmasını beğenmeyenler çok olmuş, hatta eleştirilmiş. Sultan II. Abdülhamid döneminin Beyrut ve Hüdavendigâr Vilayeti [Bursa, Kütahya, Karesi(Balıkesir), Karahisar-ı Sâhib (Afyonkarahisar), Kocaili (Kocaeli)] valilikleri ile İstanbul Şehreminliği gibi öne çıkan vazifelerde bulunmuş devlet adamı Reşid Mümtaz Paşa’nın (1856-1922) saraya yakınlığı sebebiyle Sultan II. Abdülhamid dönemi saray hayatını ve II. Abdülhamid’i birçok yönüyle tanıtan, Son Saat gazetesinde “İftar” başlığıyla kaleme aldığı yazılarıyla eski İstanbul’da üç aylar, bayram hazırlıkları, törenleriyle konak ve saraylardaki iftar ve sahur ortamlarını akıcı bir üslupla işleyen, Boğaziçi'nin eski hâllerine dair hatıra ve gözlemlerini aktardığı yazılarıyla belli bir dönemin panoramasını çizen şair ve yazar Ahmet Semih Mümtaz, Eski İstanbul Konakları adlı kitabında söz konusu Çifte Sarayları;


Çiftesaraylar

Ortaköy’le Kuruçeşme arasında bir akıntı vardır. Adına Defterdarburnu derler. Oracıklarda kâin ufak bir cami-i şeri­fin önlerine tesadüf eder. Bu burunda ta Sultan Selim-i Sâlis (Sultan III. Selim) devrinde bile bir saray varmış ve padişahın hemşiresi (Hatice Sultan) ikamet edermiş. Hatta biraz sonra başka sultanlar da orada oturmuş­lar, yazları geçirmişler. Rivayet sahih ise Sultan Mahmud-ı Sânî’nin (II.Mahmud) kerimesi Adile Sultan da Kaptan-ı Derya Meh­med Ali Paşa ile bu sarayda evlenmiş. Saray-ı Hümayun’dan bu saraya gelmiş. Şöyle de bir hikayesi vardır: Bir kuşlu sal­tanat kayığıyla gelin alayı gelirken Damad-ı Hazret-i Şehri­yari Mehmed Ali Paşa’yı beray-ı istikbal (karşılama amacıyla) rıhtıma getirmişler. Yüzlerce saray kayığı kuşlu kayığı sarmış ve rıhtıma yanaştır­mışlar. Usulün icabı sultanın hemen kayıktan çıkmaması ol­duğu için Adile Sultan da bu kaideye riayet etmiş, yerinden kımıldamamış. Bu da usuldenmiş:

Bir saat tutarlarmış, daki­kaları sayarlarmış.

Sultan Abdülaziz dönemine ait (Kuşlu) 13 Çifte Köşklü Saltanat Kayığı.
1862-63 yılında yapılan kancabaş formundaki bu kayık arkuz* kaplamadır. Kayığın başında yapraklı bir dal üzerinde altın varaklı kanatları açık bir kartal fügürü vardır. Dış bordürde yağlıboya kalemişi stilize yaprak ve çiçek motiflerinin bulunduğu kayık 30.70 m. uzunluğunda, 2.37 m. genişliğinde ve 4.40 m. yüksekliğindedir. Baş ve kıç kısmında stilize yaprak, çiçek ve tomurcuklardan oluşan ahşap oyma kabartma süsler görünen bu saltanat kayığının kıç tarafında dört sütunce üzerindeyükselin bir köşkü vardır.
Saltanat Kayığı Beşiktaş Denizcilik Müzesi Koleksiyonundadır.
Fotokolaj: Levent Civelekoğlu
*Arkuz kaplama: Borda veya güverte kaplama tahtalarının uzunlamasına ve kenar kenara birleştirilmesi
suretiyle yapılan bir kaplama usulü.
Elpençe divan duran Mehmed Ali Paşa, değil dakikaların, yarım saatin geçtiğini hissetmişse de yapacak bir şey bulama­mış. Muttasıl (ara vermeksizin) temenna (sağ eli aşağı indirip sonra dudağa, daha sonra da başa dokundurarak verilen selam) ederek sultanın teşrifîni temenni eder­miş. Bu da kâr etmemiş. Nihayet yanı başında tutulan saati bir vurmuş yere düşürmüş ve yüksek sesle: “Sultan efendimi­zin teşrifleri vakti geldi. Eşref saattir. Kaçırmayalım” nidasında bulunmuş, sultan da kayıktan çıkmış, koltuğa girmiş, ilahilerle sarayına doğru yürümüş.

Düğün başlamış, eğlenceler, ziyafetler günlerce sürmüş, şehir de donanmış. Adile Sultan’ın zevcine fart-ı muhabbeti (aşırı muhabbet) rıhtımdaki saat hadisesiyle başlamıştır ve Mehmed Ali Paşa ölünceye kadar sultan, kocasına râm (itaat) olmuştur. Sonra da onu vefatına kadar bir an olsun unutmamış durmuştur.


Hedm ü İnşa

(Yıkmak, harap etmek ve yeniden inşa etmek.)

Ben çocuktum, Sultan II. Hamid’in kızları Gazi Osman Paşa’nın oğullarıyla evlendirildikleri zaman, nerede evlendik­lerini biliyorum; amma nasıl evlendiklerini asla hatırlamıyo­rum. Çünkü elimden tutulup düğünlere götürülecek yaşta bile değildim. (Bana her zaman ağabey diyen ablamın kulak­ları çınlasın). Yalnız Defterdarburnu’ndaki ahşap sarayı (Neşetâbad Sarayı) halen derhatır ediyorum. Denize çok yakın, geniş, kafesli ve cumbalı, hatta bazı yerlerinde direkli bir sahilsaray idi. Bü­yük kızı Zekiye Sultan evlendikten bir hayli sene sonra bu harap; fakat emsali nadir kâşaneyi padişah yıktırarak yerine iki saray yapılmasını ve ilk kızına tahsisini yalısı oracıklarda bulunan Bahriye Nazırı Hasan Paşa’ya (ressam Sabiha Bozcalı’nın baba dedesi Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa 1832 - 1903) emretmişti. Canım sarayı yıktılar ve yan yana iki ahşap bina inşa ettiler. İsimle­rine de “Çiftesaraylar” dediler. Yıkılan sarayla yapılan bina­ların arasında ummanlar arasındaki farklar kadar uzunluk­lar vardı. Giden asar-ı nefise-i atikadan (eski güzel sanat eserlerinden) biriydi. Gelenler bildiğimiz büyük konaklar gibiydi. O zaman benden büyük yaşlılar, hatta çok yaşlılar bu ame­liyeden nâşi (ötürü) çok, hem pek çok mahzun olmuşlardır. Eskiyi be­ğenmez yıkarız; amma yeniyi yaparken zevksizliklere bakarız, diyenler de bulunmuştu. Hülâsa (özetle) Çiftesaraylar’ı kimse beğen­memişti. Hele gidenler, bilenler söylerler; haremde olsun, se­lamlıkta olsun methaller (yapının girişleri) çok çirkindi. Çünkü bodrum katından içeriye girilirdi. Ancak dehrin (zamanın) padişahının kızlarına açılmış saraylar oldukları için içerilerine çok girilirdi. Misafirsiz kal­dıkları gün olmazdı.”

diye yazarak aktarmış.


28 Nisan 1956’da vefat eden Ahmet Semih Mümtaz’ın şairlik yönü çok kuvvetli olmasa da, Fransa’dan 1937’de döndükten sonra Sabah, Peyâm-ı Saban, Tanin ve İkdam gazetelerinde yazılarıyla gazeteciliğe başlamış, Osmanlı konaklarını ve İstanbul’daki ramazanları ele alan dizi yazıları ile, büyük ölçüde İstanbul şehrinin mimarisine ve atmosferine tanıklık edilmesini sağlamış. 


Naime ve Zekiye Sultan yalıları, Ortaköy’deki yine o dönemde yaptırılan çağdaşları Fehime ve Hatice Sultan yalılarıyla benzeyen tasarımlara sahipmiş. Bu Çifte sarayların simetrik düzenlenen cephe tasarımında, merkezde bulunan üçgen alınlıklarla kuvvetli bir vurgu hakimmiş. Yalılar genel hatlarıyla Neoklasik olarak tanımlanabilecek cephelere sahipmiş. Yalılar deniz cephesinde

a-b-c-b-a ritminde bir düzene sahipmiş.

Fatıma Naime Sultan Sarayı

Yalıların deniz cephesinin iki yan tarafında, öne çıkan üçlü açıklık içeren yüzeyler tekrarlanmış. Bu bölümlerle merkez aksların arası, ilk katta veranda, üst katlarda balkonla geçilmiş, verandaya ve birinci kat balkonuna narin sütun çiftleri yerleştirilmiş. Giriş üzeri iki katlı yalılarda katlar birbirinden kornişlerle ayrılmış, cepheler yüksek tutulan bir saçak kornişiyle sonlanmış. Kırma çatının merkezinde, cihannüma benzeri bir fener/ışıklık yükselirmiş, Deniz cephesinde üçgen alınlıkla sonlanan merkezi bölümlerde pencereler yuvarlak kemerli tasarlanarak aks öne çıkarılıp vurgulanmış ve cepheye farklılık kazandırılmış, zemin katta basık kemerli pencereler, üst katta ise üçgen alınlık formunda ahşap oymalarla taçlandırılmış dikdörtgen pencereler yer almış. Son katın dikdörtgen pencerelerinin üzerinde de ahşap oyma tepelikler bulunuyormuş. Yapılar arasındaki yüksek duvarlarla çevrili bahçeler, üçgen alınlıkla sonlanan birer büyük kapıyla da önlerindeki geniş taş rıhtıma açılırmış.

Zekiye Sultan Sarayı

Neşatâbat Sahilsarayı’nın yerine yapılan bu çifte saraylardan biri yanmış, diğeri de 1924 yılından sonra yıktırılmış.

Ortaköy Hatice Sultan Yalısı (Yüzme İhtisas Kulübü)

Ortaköy’den başlayarak Kuruçeşme’ye hatta Arnavutköy’e dek uzanan Boğaz sahilinde bir zamanlar Padişahların kızları Sultanlar için yaptırdığı birinden güzel bu sahilsaraylarından, köşklerinden, yalılarından yakın tarihlere kadar ancak Ortaköy’de, yine Sultan II. Abdülhamid tarafından Sultan V. Murad’ın kızları Fehime ve Hatice Sultanlara tahsis edilen birbirine benzer yalılar kalabilmiş. Yalılardan Fehime Sultan’a ait olanı Gazi Osman Paşa İlkokulu olarak kullanılırken 2002’de yanmış, Hatice Sultan’a ait olan ise uzun yıllar Yüzme İhtisas Kulübü tarafından kullanılmış.

Her iki yalı da şimdilerde THY ve DO&CO İkram Hizmetleri A.Ş. tarafından restore edilerek turizm amaçlı, beş yıldızlı otel olarak kullanılacakmış.

Yılını belirleyemediğim bu Defterdarburnu Hava fotoğrafında (1) Zekiye ve Fatıma Naime Sultan Çifte Sarayları, (c) Defterdar Camii ve (2) Nazime Sultan sahilsarayı net bir şekilde görülmekteler.

Ortaköy’den Kuruçeşme’ye yalılar.
(1) Esma Sultan Yalısı, (2) V. Murad’ın kızı Fehime Sultan Yalısı, (3) V. Murad’ın kızı Hatice Sultan Yalısı,
(4) Fatıma Sultan Yalısı, (5) Neşetâbad-Hatice Sultan Yalısı-Zekiye ve Fatıma Naime Sultan Çifte Sarayları, arada Defterdar Camii (6) Kaptan-ı Derya Hasan Paşa-Naile Sultan-Naime Sultan Yalısı, (7)Fazıl Efendi Yalısı, (8) Tahir Efendi Yalısı, (9) Mustafa Paşazâde Yalısı, (10) Şah Sultan- Edhem Paşa-Şerif Paşa-Naciye Sultan, Enver Paşa  Yalısı, (11) Nazime Sultan Yalısı

Bir üstteki krokinin 2020 Uydu fotoğrafındaki hali. 
Bugün yerlerinde olmayan (1) Zekiye ve Fatıma Naime Sultan Çifte Sarayları,
(2) Nazime Sultan Sahilsarayı, günümüze kalmış (C) Defterdar Camii ve (K) tüm bu sahil sarayları yok olduktan sonra günümüze kalabilmiş bir bahçe duvarı ve bahçe kapısı.
Bu topografik haritanın tarihini tesbit edememiş olmakla birlikte, bir önceki krokide Nazime Sultan Yalısı gerçeğine göre çok küçük görünmekte, onlar tahminen henüz Şah Sultan’a ait iki yalı yıkılmadan önceki durumu göstermekte. Bu haritada ise daha gerçeğe yakın bir durum var, burada da gerçi Esma Sultan diye yazılmış ancak o uzun ve çok net bir şekilde iki çıkıntılı ve üç bölümlü olarak uzun bir şekilde görünen Nazime Sultan Sahilsarayı olmalıdır.


iki leb-i derya Kâşâne

- Nazime Sultan Sahilsarayı -


Kuruçeşme ile Arnavutköy arasında Sultan III. Selim’in ablası Şah Sultan’a (1761-1803) ait yalılar, ondan sonra  Sultan I.Abdülhamid’in kızı Hibetullah Sultan’a (1789-1841) geçmiş, Hibetullah Sultan oniki yaşındayken Sultan III. Selim tarafından 30 Ocak 1803’te Damad Seyyid Ahmed Paşa’nın oğlu Alâeddin Paşa ile evlendirilip, ikametgah olarak da Kadırga Sarayı tahsis edilince, yalılar 250 kese akçeye Sarraf Musa’ya satılmış. Sonradan yalılar tekrar Hazine-i Hassa tarafından satın alınmış ve sultanlarin ikametine tahsis edilmiş. Kuruçeşme yönündeki yalı bir süre Sadrazam Ahmed Hamdi Paşa’nın (1826-1885) tasarrufunda kalmış, ölümünden sonra Sultan II. Abdülhamid, yalıyı Ressam Osman Hamdi Bey’in babası olan Sadrazam İbrahim Edhem Paşa’ya (1818-1893) ihsan etmiş. İbrahim Edhem Paşa’nın ölümünden sonra yalıyı Şûrâ-yı Devlet Reis-i Âlisi ve Sadrazam Mehmed Said Paşa’nın oğlu Şerif Paşa satın almış, tamirata başlamış, ancak bitirip taşınmaya fırsat olmadan Sultan II. Abdülhamid’in iradesiyle, yalı padişahın kızkardeşi Mediha Sultan’ın (1856-1928) ikametine tahsis edilmiş. Mediha Sultan, 1877’de Damat Ferit Paşa ile evlenmiş ve 1884 yılında vefat eden ablasından kalan, Baltalimanı’ndaki babası Sultan Abdülmecid’in 250.000 altın liraya damat Galip Bey’in babası Mustafa Reşid Paşa’dan satın alıp kızı Fatma Sultan’a düğün hediyesi olarak verdiği 1840 yılında inşaa edilmiş Sahilsarayı’na ( günümüzde Baltalimanı Kemik Hastanesi olarak kullanılmaktadır) taşınmış.

Nazime Sultan Sahilsarayı’nın planı.

Meşrutiyet’in ilanından sonra boş bulunan Şah Sultan’ın Kuruçeşme yönündeki yalısına Meclis-i Mebûsan Reis’i Ahmed Rızâ Bey (1858-1930) kiracı olmuş, yalı daha sonra da 24 Şubat 1914’te Enver Paşa ile evliliği münasebetiyle Naciye Sultan’a tahsis edilmiş.

Arnavutköy yönündeki yalı da Tunuslu Hayreddin Paşa’nın vefatından sonra Sultan II. Abdülhamid tarafından satın alınarak 1889’da Nazime Sultan’a tahsis edilmiş. Yalı  daha sonra yıktırılmış, yerine de 1897 yılında, İtalyan mimar Raimondo Tommaso D’Aronco’ya

(1857-1932) Nazime Sultan için 1901-1902 yıllarında Art Nouveau üslubunda ahşap kârgir bir sahilsarayı yaptırılmış.

Kuruçeşme Nazime Sultan Sahilsarayı, Fotoğraf: Salt Araştırma


Mimarlık Tarihçisi Prof. Afife Batur, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde, Sahilsarayı’nı “Nazime Sultan Yalısı” diye adlandırmış ve;
“Ahşap strüktürlü yalı, cephe tasarımında çağdaş neoklasik
uygulamalardan farklılaşan cesur denemeler içerir. Art Nouveau üslubunda tasarlanan, simetrik düzenlenmiş deniz cephesinde son kat, yüksek bodrum üzerindeki giriş katından daha yüksek ve dikkat çekicidir. Dar bir rıhtımdan ulaşılan girişler, yapının orta ekseninde değil, iki yan kanatta açılmış ve kitleden yükseltilmiş dalgalı basık kemerlerle vurgulanmıştır. İkişer sütunun taşıdığı üç adet basık kemerle oluşturulan portiklerin gerisindeki kapılara iki yandan basamaklarla ulaşılır. Üst katta atnalı şeklinde geniş bir kemerle çevrelenen üç adet açıklıktan ortadaki, alt kat sütun hizaları arasına yerleşen küçük bir balkona açılır.
Bu düzenlemenin iki yanındaki, bombeli dikmelerle ayrılmış yüzeylerde, üst katta eğimli dikmelerle sınırlanmış pencere çiftleri, alt katta, tipik Art Nouveau uygulaması olan dalgalı kemerler içine açılmış birer pencere yer alır. İki yan kanadı oluşturan bu gösterişli bölümlerin arasında kalan orta kısmın merkezinde, oldukça basık bir kemerin birleştirdiği iki sütunla taşınan üst kat çıkması, yine dalgalı bir kemerle sonlanmış ve bombeli paravanlarla sınırlanmıştır. Bu kompozisyon, iki yandaki yüksek girişlerin daha küçük boyutlu bir benzerini sunar.
Saçak hizası, üç adet dalgalı kemer boyunca sıralanan eğik oklar ve bu bölümlerin iki yanındaki yüksek tutulmuş yaprak motifleriyle göz alır. Tüm cephe, bitkisel bezemeler, özel biçimli pencereler ve dalgalı hatların akıcılığında, Boğaziçi'nde benzersiz bir sahne dekoru gibi öne çıkmaktadır. Cephe açısından sıra dışı bir uygulama olan yapı, plan düzleminde harem ve selamlıklı, denize paralel konumlanmış alışılageldik yaklaşıma uyar. Plan düzenlemesinde, harem ve selamlık bölümlerinin geniş taşlıkları, merkezdeki avlunun iki yanında konumlanmış üç kollu geniş merdivenlere açılır.
Girişler, deniz ve kara cephelerinden karşılıklı basamaklarla verilmiştir. Deniz tarafındaki girişlerin iki yanında birer büyük salon, arada ise beş adet oda bulunmaktadır. Sağdaki kanadın kara tarafı girişi, içbükey ve dışbükey formlarla düzenlenmiştir. Yapının kara tarafında simetri söz konusu değildir, bu bölümde servis hacimleri ve irili ufaklı odalar avlunun yanındaki koridor boyunca sıralanır. Soldaki kanat, köşeden arkaya uzanan doğrusal koridordan ulaşılan, hamam olması muhtemel iki katlı ek binayla birleşir. Bu atnalı kemeri içeren düzenleme, J. M. Olbrich’in (Viyana Secession’un kurucularından Avusturyalı mimar Joseph Maria Olbrich 1867-1908) biçimsel etkilerini ve R. D’Aronco’nun (Raimondo Tommaso D’Aronco) esin kaynaklarını yansıtması açısından dikkat çeker.”
diye tanımlamış.

Nazime Sultan Sahilsarayı, yanındaki Naciye Sultan Yalısı ile birlikte 19. yüzyıl başlarında, Sultan I. Abdülhamid’in Fatıma Şebisefa Kadınefendi’den doğan en küçük çocuğu ve Sultan IV. Mustafa ve Sultan II. Mahmud’un kız kardeşleri olan Hibetullah Sultan’a (1789-1841) aitken, Nazime Sultan’a tahsis edildikten sonra, iki yalı yıktırılmış yerine Raimondo D’Aronco tarafından 1901-1902 yıllarında yapılmıştır.

Hibetullah Sultan henüz 12 yaşındayken Sultan III. Selim tarafından Seyyid Ahmed Paşa’nın oğlu Alaeddin Paşa ile nişanlanmış, iki sene sonra 30 Ocak 1803’te nikahları kıyılan çifte Kadırga Sarayı verilmişti.


Kadırga Sarayı, Sultan I. Abdülhamid’in kızkardeşi, Sultan III. Ahmed’in kızı ve Hibetullah Sultan’ın halası Esma Sultan’a (1726-1788) aitti ve Topkapı Sarayı’ndan sonra Marmara Denizi’ne bakan yegane hanedan mensubu sarayı idi. Kadırga Bizans döneminde 200-300 kürekli gemiyi barındıracak kapasitede şehrin en eski limanıydı ve tarih boyunca Pontus Novus (Yeni Liman), inşaa ettiren imparatorun adına izafeten Justinianus Limanı ve Sophia Limanı adlarıyla anılmış, Osmanlı’nın İstanbul’u fethinden sonra küçük bir iskele olarak kullanılmış, 1550’lerden itibaren de duvarlarla çevrilerek zaman içerisinde kurutulmuştu. Kadırga Sarayı da işte bu Kadırga limanı ile hemen biraz ilerisinde, batısındaki Kontaskalion Limanına hakim büyük bir alanda yer almaktaydı. Sarayın konumunu günümüzde Bali Paşa Yokuşu, Sarayiçi Sokağı ve Akar Çeşme sokağı belirler. Bali Paşa Yokuşu, kuzey-güney istikametinde sarayın batı sınırına paralel uzanır; doğu duvarı boyunca da Akar Çeşme sokağı yer alır.; Sarayiçi sokağı ise hemen hemen kuzeyden güneye sarayın arazisini ortadan ikiye keser.

Bizans dönemi İstanbul’u ile günümüz İstanbul’unun karşılaştırıldığı bu haritada kıyı çizgisinin zaman içerisinde ne kadar değiştiği çok açık bir şekilde görülmektedir.
(1) ile işaretli olan liman, Bizans’ın en eski limanı Pontus Novus (Kadırga) Limanı, solundaki daha küçük olan ise Kontaskalion Limanı’dır. (2) ile işaretli olan hat Bali Paşa Yokuşu’nu, (3) numaralı hat ise Sarayiçi Sokağı’nı göstermekte, dolayısıyla bir zamanlar Kadırga Sarayı’nın nerede olduğuna işaret etmektedir. Daha sonra kurutulan bu limanda, (1) rakamının tam tepe noktasında Esma Sultan 1781’de üzeri namazgah olan bir Meydan Çeşmesi yaptırmıştır ve günümüzde hala ayaktadır. 
Kadırga Esma Sultan Çeşmesi, 1937.

17 yaşında 1743’te Sultan I. Mahmud tarafından Kadırga Sarayı’nda Yakub Paşa ile evlendirilen, ancak aynı yıl içinde Yakub Paşa ölünce Adana Valisi Yusuf Paşa ile evlendirilen, onun da ölümünden sonra üçüncü kez bu sefer 24 Haziran 1758’de yine Kadırga Sarayı’nda Vezir Muhsinzâde Mehmed Paşa ile

evlendirilen çok varlıklı ve güçlü bir kadın olan Esma Sultan 13 Ağustos 1788’de 62 yaşında Kadırga Sarayı’nda ölünce; sayısız malı, mülkü, o sırada padişah olan kardeşi Sultan I. Abdülhamid’in üç kızı arasında dağıtılmış, Emine Sultan’a intikal eden Kadırga Sarayı, 1791’de daha 13 yaşındayken ölünce en küçük kız olan Hibetullah Sultan’a kalmıştı. Hibetullah Sultan muhtemelen kapsamlı bir restorasyon çalışması tamamlandıktan ve 1803 yılında evlendikten sonra Kadırga Sarayı’na yerleşmişti. 9 sene sonra 23 yaşında dul kalan Hibetullah Sultan temayüllerin aksine diğer Sultanlar gibi yeniden evlenmemiş, çocuğu olmamış ve 18 Eylül 1841’de 52 yaşında yine Kadırga Sarayı’nda vefat etmiş, kardeşi Sultan II. Mahmud’un türbesine defnedilmişti. Kuruçeşme’deki yalılar ise, Hibetullah Sultan’a belki de annesi Fatıma Şebisefa Kadın’ın vefatından sonra kendisine intikal eden çiftlikler ile birlikte kendisine geçmiş ve yazlık kullanımı için tercih ettiği yalılardı.

Deniz cephesi simetrik olarak ve ahşap strüktürlü olarak tasarlanmış Nazime Sultan Yalısı’nın, en üst katı, yüksek bir bodrum üzerindeki giriş katından daha yüksek ve dikkat çekicidir. Yapının girişlerine deniz cephesindeki dar bir rıhtımdan ulaşılmakta ve yapının orta ekseninde değil, iki yan kanatta yer alır. Giriş kapıları iki yandan basamaklarla ulaşılan, ikişer sütunun taşıdığı yükseltilmiş dalgalı üç adet basık kemerlerle vurgulanmış bir portiğin gerisindedir. İki yan kanatta yer alan girişlerin üst katı yapıya farklı bir görünüm kazandıran at nalı şeklinde gösterişli ve belirgin büyük bir kemer ile çerçevelenmiştir. Girişin üst katında yine alt kattaki gibi üç adet açıklık içerisinde, tipik art nouveau ozellikleri gösteren bombeli dikmeler ile bölümlenmiş, dalgalı kemerler içerisine alınmış üç pencere yer alır. Ortadaki pencerenin önünde ise küçük bir balkon yer alır. Bu düzen yalının her iki uç bölümünde de simetrik olarak uygulanmıştır. İki yan kanattaki bu gösterişli kısımların ortasında kalan merkezde ise oldukça basık bir kemerle birleştirilen iki sütunun taşıdığı, yine diğerlerinden daha küçük bir bombeli kemer ile sonlandırılmış, sağ ve solu ise bombeli paravanlar ile sınırlandırılmıştır. Bu orta bölümün saçakları kemer boyunca sıralanmış eğik oklar ile ve yanlarına iliştirilmiş yaprak motifleriyle dikkat çeker. 

Yalının tüm cephesi, bitkisel bezemeler, özel biçimli pencereler ve dalgalı hatlar aracılığıyla, İstanbul Boğazı’nda bir benzeri daha olmayan bir sahne dekoru oluşturur adeta. Cephesi oldukça farklı özellikler sergileyen yalının plan düzeni ise alışılagelmiş harem ve selamlıklı klasik plan şemalarına uyar. Harem ve Selamlık bölümlerini geniş taşlıkları, avlunun iki yanında merkezi şekilde konumlanmış üç kollu merdivenler, bunun göstergesidirler.

Deniz cephesindeki iki yan kanattaki girişlerin iki yanında birer büyük salon, aralarında ise birer küçük oda yer alır. Yalının deniz cephesinde hakim olan simetriye rağmen kara tarafındaki cephesinde bu sözkonusu değildir. Kara tarafı daha çok servis bölümleri yer alır ve irili ufaklı odalar bir koridor boyunca sıralanırlar.

Yalının sol kanadının köşesinden duvara bitişik olarak uzanan bir koridorla yalıdan ayrı bir şekilde tasarlanmış iki katlı muhtemelen hamam olan küçük bir yapıya ulaşılır.

Raimondo D’Aronco’nun 1902 Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi Yönetim Pavyonu

Prof. Afife Batur, “Dünden Bugüne Beşiktaş, Nazime Sultan Yalısı”nda, Raimondo D’Aronco’nun, Nazime Sultan Yalısı’nın bazı süsleme motiflerini göstermek amacıyla çektiği bazı fotoğrafları 1902 Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi yönetim pavyonunda kullanılmak üzere, İtalya'ya arkadaşı mühendis Enrico Bonelli’ye yolladığını kaydetmişti.

Raimondo D’Aronco, İstanbul’da bulunduğu yıllarda İtalya’nın tasarım dünyasından uzaklaşmamış, çeşitli proje yarışmalarına katılmayı sürdürmüş ve 1901 yılında, Torino Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi’ne gönderdiği bir dizi Art Nouveau bina projesiyle birincilik kazanmıştı. Raimondo D’Aronco, İstanbul’da birçok projenin içinde yer almış, Bizans ve Osmanlı mimarisinden aldığı ilhamı, Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi’ne taşımıştı. D’Aronco Torino Uluslararası Dekoratif Sanatlar Sergisi için tasarladığı kubbeli, daire planlı ana pavyonun (Rotonda d’Onore) iç süslemelerinde, Ayasofya’dan esinlendiğini, arkadaşı mühendis Enrico Bonelli’ye yazdığı bir mektupta anlatmıştı.


Nazime Sultan, 19 Mart 1889’da evlendiği Ali Halid Bey, Hatice Sultan gibi çocukları olmadığı halde diğer hanedan evliliklerinde pek rastlanmayacak derecede mutlu bir evlilik yaşamış, mütevazı bir hayat geçirmişler. Nazime Sultan çocuk özlemini, kardeşi Abdülmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk Efendi (1898-1969) ile gidermeye çalışmış. Nazime Sultan’ın kardeşinin oğlu Ömer Faruk Efendi ve kızı 
Hatice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan ile teması yıllarca sürmüş, Dürrüşehvar Sultan’ın Kasım 1931’de Nice’de Haydarabad Nizamı’nın büyük oğlu Nevvab Azam Cah ile evlendiğinde Dürrüşehvar Sultan’a elmas bir taç, Ömer Faruk Efendi’nin kızı Neslişah Sultan, Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın oğlu Prens Muhammed Abdel Moneim ile 1940 yılında evlendiğinde de üç elmasla bezenmiş, kabartmalı bir altın bileklik vermiş.
Neslişah Sultan, büyük halası Nazime Sultan’ı kısa boylu, oldukça çirkin, babası Abdülaziz gibi kalın dudaklı, ancak çok etkileyici olarak tanımlamış.
Nazime Sultan Yalısı 1910
Nazime Sultan ve Ali Halid Bey, yardımseverlikleri ve toplumsal olaylara duyarlılıkları ile bilinirmiş. 1909’da Mekteb-i Fünun-i Harbiye’nin eksiklerinin giderilmesi için başlatılan kampanyaya, 23 Temmuz 1911’de İstanbul’da çıkan yangında zarar görenlere yardım için açılan kampanyaya, 1913’te Donanma cemiyeti için düzenlenen kampanyaya da bağışta bulunmuş. Bu nedenle Nazime Sultan’a iki kez Altın Madalya, 1921”de Hilal-i Ahmer’e yardımlardan dolayı da Gümüş Hilal-i Ahmer Madalyası verilmiş. Kışları Kuruçeşme’deki Sahilsarayında yaşayan çift, yaz aylarında Küçük Çamlıca’daki köşklerine geçerlermiş.
Solda, Şah Sultan- Edhem Paşa-Şerif Paşa-Naciye Sultan, Enver Paşa Yalısı,
sağda Nazime Sultan Yalısı. 14 Kasım 1919
İstabul’un işgal edildiği dönemde Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid’in özel hekimi olan Stefanaki Karatheodoris’in hukuk ve matematik eğitimi almış ve Roma Büyükelçiliği ve 93 Harbi sonrasında Berlin Kongresine katılan Osmanlı delegasyonu içerisinde yer almış olan oğlu Aleksandros (Karatheodoris) Karatodori Paşa’nın (1833-1906) arteriosklerozdan muzdarip olup 26 Ocak 1906’da vefat edene kadar yaşadığı Kuruçeşme’deki yalısı (Paşa’nın, Yeniköy’de 19. yüzyılın sonlarında Ermeni Mimar Sarkis Balyan tarafından Çırağan Sarayı’nın inşaasından arta kalan malzemeler ile yapılmış, Venedik Saraylarına benzer bir tarzda bir yalısı daha vardır ve günümüzde hala ayaktadır.) Fransızlar tarafından işgal edilmiş, 1919’da yalıyı tutuşturmuşlar ve çıkan yangında Kuruçeşme’de 403 binanın yanısıra birçok ahşap yalı da kül olmuş, ancak Nazime Sultan Sahilsarayı bu yangından kurtulmuş.
Çırağan Sarayı’nın yangından sonra görünümü

Çırağan Sarayı yangınından kurtulan bazı mobilya parçalarının taşınması

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Meclis-i Mebusan’ın faaliyetleri, 19 Ocak 1910’da çıkan bir yangın sonunda harab olan Çırağan Sarayı’nda devam edemeyince hükümet yeni bir mekan arayışına girmiş, Nazime Sultan bunun üzerine Kuruçeşme’deki Sahilsarayını Meclis-i Mebusan’a bağışlamak istemiş, ancak merkeze çok uzak olduğu düşünülerek Meclis-i Mebusan, Fındıklı’daki Çifte Saraylar’da çalışmalarına devam etmeye karar vermiş.

Çifte Saraylar - Meclis-i Mebusan
3 Mart 1924’te tüm hanedan üyeleri ile birlikte yurtdışına sürgüne gönderilen Nazime Sultan ve eşi, Lübnan’a gitmiş, Beyrut’a 16 km. uzaklıktaki (Junieh) Jüniye’de bahçe içerisindeki büyük bir konağa yerleşmişler.

Nazime Sultan 23 Ağustos 1944’te Abdülmecid Efendi’nin
Almanların Paris’i işgal ettiği günlerde geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etmesiyle çok sarsılan Sultan Abdülaziz’in hayatta kalan son çocuğu Nazime Sultan, kardeşinden üç yıl sonra 1947’de, eşi Ali Halid Bey de 1948’de vefat etmiş.

16 Mart 2019’da bu kez, Halife Abdülmecid Efendi’nin sürgündeki hayatını ve
Nakkaştepe’deki Köşkünü yazmıştım. İlgilenenler icin;

İşgal döneminde çıkan yangınlardan sonra Kuruçeşme’deki yayıların bir çoğu zarar görmüş, işyevlerini yitiren ve kullanılamayacak hale gelen bu yalılar yıktırılarak dönemin Sadrazamı Ferit Paşa tarafından verilen bir emirle yerlerine kömür depolar inşaa edilmiş. O sırada ikinci kez İstanbul Şehreminliği’ne (Belediye Başkanı) seçilmiş olan Dr. Cemil Topuzlu (1866-1958) buna karşı çıksa da istifa etmesine rağmen başarılı olamamış. Buna rağmen bazı yalılar, özellikle de o yangından etkilenmeyenler sahipsiz kalmış olsalar da kömür deposu olmaktan kurtulmuş, bu durum topograf Jacques Pervititch’in 1932 tarihli haritasında da görülmüş, o yalılar en azından, kömür deposu yapmak için yıkılmamış, tütün deposu olarak kullanılmış.
Nazime Sultan ve eşinin sürgüne gitmesinden sonra satılan Kuruçeşme’deki Sahilsarayı, onların sürgüne gitmesinden sonra satılmış, o da bir süre tütün deposu olarak kullanılmış, 1947 yılında var olan kömür depolarına eklenmek üzere, 370 metre uzunluğunda kömür deposu yapılmak için istimlak edilerek yıkılmış. 


Kuruçeşme sahilinde kömür depoları, Defterdar Camii kalmış bir tek.

Uzun yıllar kömür deposu olarak kullanılan sahilde, çevre kirliliği yıllarca devam etmiş, ancak 1988’de Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Ziraat Mühendisi ve Peyzaj Mimarisi doktorası olan Prof. Dr. Günel Akdoğan (1925-2001) tarafından hazırlanan bir park projesi, dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın girişimleri sonucu gerçekleştirilmiş ve önce kömür depoları kaldırılmış, bir bölümüne yapılan park da, yıllar önce kömür depolarına karşı çıkan, Şehremini Cemil Topuzlu’nun adı verilerek, 2 Mart 1989’da açılmış.


iki kefere Kalfa*

- Antoine Ignace Melling -

* Osmanlı’da o dönemlerde mimar  yerine Kalfa deyimi kullanılmaktadır.


1763 yılında Almanya’nın eyaleti Baden’in başkenti Karlsruhe’de bir heykeltraşın oğlu olarak dünyaya gelen Antoine Ignace Melling, sonradan Fransız tabiyetine geçmiş. Babasının ölümünden sonra Strasbourg’da amcası ile yaşayan Melling, Klagenfurt’ta mimarlık ve resim eğitimi almış. Çok yönlü bir sanatkar, ancak öncelikle bir ressam ve mimar olan Melling, 19 yaşında Rusya’nın İstanbul eyçisi himayesinde İstanbul’a gelmiş. İstanbul’da yaşadığı yıllar boyunca, yeri geldiğinde hem mimarlık, hem bahçe mimarlığı ve dekoratörlük, hem de sitilistlik yapmış. Bu arada bir şekilde Sultan III. Selim’in kızkardeşi Hatice Sultan ile yolları kesişen Melling, uzun bir zaman onun hizmetinde çalışmış ve ona ün ve şan getiren Neşetâbad Sarayı’nı ortaya çıkartmış. Melling, Neşetâbad Sarayı’ndan başka da İstanbul’da başka eserler de vermiş, ancak en çok bilinen hayranlık toplayan elbette Neşetâbad Sarayı olmuş.


Neşetâbad Sarayı’nın güzelliğinden ve ihtişamından çok etkilenen Sultan III. Selim, Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük saray haline gelen Beşiktaş Sahil Sarayı’ndaki yapıların uzun süreli konaklamaya elverişli olmadığı için Melling’e o sarayı da elden geçirmesi talimatını vermiş.


17. yüzyıl başlarında Beşiktaş Sahilsarayı’nın bulunduğu bu sahil kesimi “Kazancıoğlu Bahçesi” olarak anılmaktaymış. IV. Murad (1623-1640) tarafından saray mülklerine dahil edilen bu bölgede,

IV. Murad kızı İsmihan Kaya Sultan (1633-1659) ve eşi Sadrazam Melek Ahmed Paşa (ö.1662) için bir yalı yaptırmış. Daha sonra lale Devri’nde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eşi Sultan III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan (1704-1733) için bu sahilde Ferâhâbâd adıyla bir yazlık Kasır yaptırmış. Bu Kasır, mehtaplı gecelerde Sultan III. Ahmed’in de katıldığı billur fenerler içerisindeki mum ışığı ve aynalar ile düzenlenen eğlenceler nedeniyle de zamanla “Çerağan” adını almış. O dönemde İngiltere tarafından İstanbul’a elçi olarak atanan Edward Wortley Montagu’nun eşi Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) İngiltere’deki arkadaşlarına yazdığı mektuplarında, ki vefatından sonra “Şark Mektupları” adıyla kitaplaştırılmış, bu kasrı görmüş ve, sekiz yüz odalı olduğu söylenen yapıda pencere camlarının İngiltere’nin en kaliteli ürünlerinden olduğunu, dekorasyonda mermer, meyve ve çiçek resimleriyle yaldızın bolca kullanıldığını kaydetmiş, Kasrın mermer döşeli hamam dairesinin dekorasyonundan, fıskiyeli havuza sahip sofasından, bahçedeki kameriyelerden, çeşmelerden ve yürüyüş yollarından övgüyle bahsetmiş. Ayrıca Lady Montagu, hükümdar dairesinin sedef kakma ve zümrütlerle bezeli olduğunu da belirtmiş.

Musiki fasılları ve şiir alemleriyle ünlü olan Kasırda, III. Ahmed'in tahttan indirilmesi ve İbrahim Paşa'nın katlinden sonra, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın eşi ve Sultan III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan vefatına dek kalmış. Kasır, Sultan I. Mahmud zamanında (1730-1754) sadrazamlar tarafından elçilerle görüşme ve resmi ziyafetler için kullanılmış, daha sonra sultanlara tahsis edilmiş. Önce Sultan III. Ahmed'in kızlarından Zeyneb Sultan’a (ö.1774), ardından Şeyhülislam İvaz Mehmed Paşazâde İbrahim Efendi’ye verilmiş ve Çerağan Sahilsarayı sonunda Sultan III. Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan’a geçtiğinde, 1791-1795 yılları arasında Yorgi kalfa gözetiminde yeniden yaptırılmış. Önceki gibi ahşap olan Çerağan Sahilsarayı’nı, 1794’de Birleşik Krallığın İstanbul Elçiliğine hekim ve papaz olarak atanan, İstanbul’daki üç yıllık yaşantısı sırasında edindiği gözlem ve izlenimlerini döndükten sonra 1797’de İngiltere’de Constantinople, ancient and modern with excursions to the shores and islands of Archipelago and to the Troad” adıyla kitaplaştıran James Dallaway (1763-1864)Türk mimarisinin en güzel yapıtlarından biri olarak değerlendirmiş, zengin renkler ve altın yaldızla bezeli kasrın duvar resimlerindeki perspektifleri yetersiz bulmuş, direklerle deniz üzerine kurulmuş, döşemesindeki ızgaralarla balık tutulabilecek şekilde düzenlenmiş olan bir odadan, çiçek tarhları halinde düzenlenmiş bahçede yer alan mermer çeşmelerden ve aydınlık köşklerden bahsetmiş ve mütevazı selamlık dairesinin hareme bir galeriyle bağlandığını da kaydetmiş. Beyhan Sultan, Hatice Sultan’ın Arnavutköyü’nde satın alıp onun için yine Melling’e yaptırdığı görkemli yeni sahilsarayına taşınmaya karar verince, Çerağan Sahilsarayı’nı da, çok beğenen ve kendisini ziyaret ettikten sonra yakındaki Beşiktaş Mevlevihanesi’ne uğramayı alışkanlık haline getiren kardeşi Sultan III. Selim’e satmış, o da 1803’te aynı yerde yeni bir saray inşa ettirmiş. Beşiktaş Sahilsarayı böylelikle ortaya çıkmış, ancak Sultan III. Selim kızkardeşi Hatice Sultan’ın yenilenen sarayını çok beğendiği için, Melling’den bu sarayı da elden geçirmesini istemiş.


Antoine Ignace Melling’in (1763 - 1831) gravürlerinin yer aldığı 1803-1819 yılları arasında yayımladığı “Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore” adlı albümünde yer alan Beşiktaş Sarayı Gravürü.



Melling’in genişletmekle görevli olduğu Beşiktaş Sarayı, geleneksel Osmanlı mimarlığının etkilerini taşımaktaymış ve Melling’in bu yapıya ekleyeceği köşkün İyon ve Korint düzenine uygun sütunları, saraya bir Yunan sanat ürünü havası vermiş ve etkileyici bir görünüm kazanmasına neden olmuş. III. Selim’in, Melling’in Beşiktaş Sarayı’na yaptığı eklemelerden ve sarayın aldığı son halinden çok memnun kalmış, bunun üzerine Melling’den tamamen Batı’nın mimari biçimlerine uygun olarak tasarlanmış, beyaz mermerden muhteşem bir başka sarayın Sarayburnu’nda inşa edilmesini istemiş, bunun için de hiç bir fedakarlıktan kaçınmayacağını ifade etmiş. Ancak böylesine büyük bir projeyi tek başına gerçekleştiremeyeceğini düşünen Melling, o sıralarda Osmanlı’nın hizmetine girmiş ve İstanbul’un haritalarını çizen Fransız Harita Mühendisi François Kauffer’e başvurmuş, o da bunu memnuniyetle karşılamış. Ancak tam o sırada, 1798’de Fransızların Mısır’a saldırması ve İskenderiye’yi işgal etmesiyle başlayan savaş yüzünden proje uygulanamamış, zaten o sırada Melling de çıkan dedikodulara dayanamayarak İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmış, söz konusu saray projesi de iptal olmuş.

Antoine Ignace Melling’in Hatice Sultan’dan ve Sultan III. Selim’den gördüğü yakın ilgi ve güvenin etkisiyle uzun yıllar boyunca sürecekmiş gibi görünen İstanbul’daki çalışmaları XIX. yüzyıla girildiğinde birden kesintiye uğramış, Melling’in Hatice Sultan ve Sultan III. Selim’in gözünden düşmesine bir rivayete göre, Napoleon Bonaparte’ın 1798’de giriştiği Mısır seferi neden olmuş, arkasından Sultan III. Selim, Fransız kökenli olan Melling’e iş vermekten vazgeçmiş. Bu tezi Reşad Ekrem Koçu da;

“... III. Selim’in sarayına başlanmak üzereyken, Napolyon Bonapart’ın ani bir surette Mısır’a asker dökerek Mısır’ı zapt ettiği haberi geldi. Sarayın inşasından vazgeçildi. Koffer ve Melling saraydan uzaklaşmaya mecbur oldular. Az bir zaman sonra da Melling, İstanbul’u terk etti”

diyerek desteklemiş. Bir başka rivayet ise, Hatice Sultan’ın evlenmediği bir kadından kızı olan Melling’i kıskandığı o nedenle işine son verdirtip İstanbul’dan uzaklaştırdığı yönündeymiş.

 İleri sürülen diğer bir rivayete göre de, Neşetâbad Sarayı’nın inşaası bitmesine, Melling’in 1799’da Alélaïde adında bir kızı olmasına ve sonrasında kızının annesi Cenevizli bir Levanten olan Françoise-Louise Colombo ile evlenmesine rağmen Hatice Sultan ile mektuplaşmaları ve görüşmeleri devam etmiş, bu da aralarında özel bir ilişkinin olduğuna dair dedikoduların yayılmasına, üstelik de Sultan III. Selim’e kadar ulaşmasına neden olmuş.


Hatice Sultan ile Melling arasında bir ilişki olduğunu kanıtlayabilecek mektuplar, Fransa’da özel bir koleksiyonda korunmaktadır ve Jacques Perot ve Jacques Perot ve Frédéric Hitzel tarafından toparlanarak kitaplaştırılmış, Türkiye’de de Tarih Vakfı tarafından çevrilmiş ve yayınlanmış. Ayrıca 1836 yılında İngiliz Ordusu’nda bir subay olan babası Thomas Pardoe ile yaptıkları bir İstanbul seyahatinde on ay kaldığı İstanbul’da edindiği izlenimleri “Sultanlar Şehri” (The City of Sultan’s) adlı bir kitapta anlatan Julia Pardoe, Hatice Sultan ile Melling arasında yaşananlara yıllar sonra sanki tanık olmuşcasına kitabında yer vermiş, orası meçhul. Zira Julia Pardoe’nin İstanbul’a geldiği 1836 yılında, bahsedilen olayların üzerinden yaklaşık 50 yıl, Melling öleli 5, Hatice Sultan öleli de 14 yıl geçmiş.


Söz konusu dedikodular belki biraz da Hatice Sultan’ın evli ancak yalnız bir kadın olarak görünmesinden kaynaklanıyormuş. Zira Hatice Sultan ablası Beyhan Sultan’ın evlendirilmesinden 2 yıl sonra yine annesinin ısrarlı yakarışları nedeniyle Sultan I. Abdülhamid tarafından 18 yaşındayken 1786’da Khotin (Hotin) muhafızı Nakîb-zâde es-Seyyid Ahmet Paşa ile evlendirilmiş. Bu o dönemde Osmanlı Sarayı’nda örneği çok görülen politik ve formalite bir evlilikmiş. Uzak diyarlardaki görevleri nedeniyle Hatice Sultan kocasını kısa süreli olarak İstanbul’a gelmeleri dışında çok az görebiliyormuş. Kaynaklarda bu durumun Julia Pardoe’nun dikkatinden kaçmadığı ve yayınladığı mektuplarında hayretini gizleyemediğinden bahsedilir ki bu yine aradaki onca yıl nedeniyle inandırıcılıktan uzakmış. Ayrıca yine Julia Pardoe mektuplarında, Hatice Sultan’ın Neşetâbad Sarayı’nda Melling için bir özel daire yaptırttığından, Melling’in saraya yerleştiğinden ve nikahlı kocasına ise sarayın iç kısımlarında gözden ırak, son derece basit ve gösterişsiz bir daire hazırlattığından bahsetmekteymiş.


Sonuç olarak, Melling 1802 yılının bahar veya yaz aylarında İstanbul’dan bir daha dönmemek üzere ayrılmış, La Viaggiatrice (Gezgin) adını taşıyan bir yolcu gemisi ile önce Cenova’ya, oradan da kara yoluyla Paris’e varmıştı. Paris’te o dönemin en çok sivrilmiş devlet adamlarından Charles-Maurice de Talleyrand-Perigord’un (1754-1838) desteğiyle Fransa İmparatoru Napolyon’un eşi İmparatoriçe Josephine’e manzara ressamı olarak atanmış.


Melling İstanbul’da yaşadığı 18 yıl boyunca kentin yüzlerce suluboya ve guvaş resmini yapmış. İyi bir gözlemci olan ve ayrıntılara dikkat eden Melling, bu üslubu ile belgesel yönünü güçlü resimler ortaya koymuş. Ustalığını, kullandığı doğal renkler, yumuşak ve ışık içinde eriyen kontur çizgileri ile, usta bir manzara ressamı olduğunu ispatlamış. 1803 yılında İstanbul’da yapmış olduğu bu gravürleri topladığı “Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore” adlı bir albümün hazırlıklarına başlamış, 1809’da da yayınlamış. Bu yayın 1819 yılına kadar sürdürülmüş ve Melling 25 Ağustos 1831’de de Paris’te vefat etmiş.


iki kefere Kalfa
- Raimondo Tommaso D’Aronco -

Raimondo Tommaso D’Aronco, 31 Ağustos 1857’de İtalya’nın Friuli-Venezia Gulia bölgesine bağlı, Udine ilinin Gemona del Friuli köyünde dünyaya gelmiş. İnşaatçılıkla uğraşan bir aileye sahipmiş ve bu aile geleneği sayesinde, erken yaşlarında,

Udine Zanaat Okulu’na gitmiş, Graz’da bir duvarcı ustasının yanında ve yerel bir yapı meslek okulunda (Baukunst ) mesleğine dair ilk deneyimleri edinmiş. Mimarlık eğitimini Venedik Akademisi’nde alan Raimondo 1881’de mimarlık diplomasını almış ki bu diploma ona mimarlık hocalığı yapabilme yetkisi de verdiği için çeşitli okullarda mimarlık dersleri vermiş.

Daha sonra 1887’de Venedik Güzel Sanatlar Sergisi, 1890’da Torino I. Mimarlık Sergisi, 1891’de Palermo Ulusal Sergisi’ne katılan Raimondo Tommaso D’Aronco, asıl şöhretini ve ününü 1890 Torino I. İtalyan Mimarlık Sergisi Pavyonu proje yarışmasında aldığı birincilik ödülüyle kazanmış.

19. yüzyılın ortalarında tüm dünyada uluslararası sergiler ve fuarlar düzenlenmesi bir akım hâline gelmiş, hatta ilk kez yurtdışına savaşmak için değil, seyehat amacıyla çıkan ilk Osmanlı padişahı olan Sultan Abdülaziz, 1867 Paris Sergisi’ne de bizzat katılmış. Daha sonra buna benzer bir organizasyonu İstanbul’da da yapmayı istemiş ve 27 Şubat-1 Ağustos 1863 tarihleri arasında, İstanbul'un en merkezî alanlarından At Meydanı’nda (Sultanahmet Meydanı) Sergi-i Umumî-i Osmanî’nin açılmasını sağlamış.





Osmanlı Devleti’nin ikinci uluslararası sergisini ise Sultan II. Abdülhamid gerçekleştirmek istemiş ve Orman, Maadin ve Ziraat Nazırı Selim Melhame Paşa (1851-1937) başkanlığında, bu uluslararası serginin organizasyonunu sağlamak üzere, Ziraat Bankası Müdürü Cemal Bey, Müze-i Hümayun Müdürü Osman Hamdi Bey, Orman Heyet-i Fenniyesi Reisi Mehmed Nazif Bey, Maadin Heyet-i Fenniyesi Reisi Ziya Bey, Ziraat Heyet-i Fenniyesi Reisi Aram Efendi, Bahriye miralaylarından Bedri Bey, Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti mektupçusu Mehmed Abdüllatif Efendi, Dersaadet Su Kumpanyası direktörü Mösyö Sile, Mühendis André Berthier ve Mimar Alexandre Vallaury gibi isimlerden oluşan bir komisyon kurmuş. Selim Melhame Paşa tasarım için, Avrupa’da daha önce düzenlenen sergi örneklerinin projelerini Sultan II. Abdülhamid’e sunmuş, o da 1890 Torino I. İtalyan Mimarlık Sergisi’ni beğenmiş ve Raimondo Tommaso D’Aronco’nun projesinin örnek alınmasını istemiş. Selim Melhame Paşa’nın İstanbul’daki İtalyan Büyükelçisi Luigi Avogadro di Collobiano Alborio’ya (1843-1917) başvurması üzerine Büyükelçi gerekli temasları sağlamak için Torino’ya gitmiş, Accademia Albertina’nın başkanı Ernesto Balbo Bertone di Sambuy (1837-1909) da ona Raimondo Tommaso D’Aronco’yu tavsiye etmiş.

Raimondo Tommaso D’Aronco’nun 1890 Torino I. İtalyan Mimarlık Sergisi Pavyonu

Başbakanlık Osmanlı Arşivlerindeki 3 Temmuz 1893 tarihli ve Orman, Maadin ve Ziraat Nazırı Selim Melhame Paşa imzalı bir evrakda,
mühendis mösyö D’Aronco”ya gidiş ve dönüş masrafı olarak 2.000 Frank ödeme yapılmasının uygun görüldüğü”nün belirtilmesinden anlıyoruz ki, Raimondo Tommaso D’Aronco Temmuz 1893’te İstanbul’a gelmiş. Sultan II. Abdülhamid’ten özel izin alarak görevi almış ve serginin proje ve uygulamalarını hazırlamak üzere yıllık 20.000 Frank ödeme karşılığında bir anlaşma yapılmış. Sergi için Şişli’de İzzet Paşa Çiftliği ile Darülacaze arasında bir alan uygun görülmüş.

Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi projesi, perspektif, Raimondo D’Aronco, 29 Ağustos 1893 Dolmabahçe Sarayı Tablo Koleksiyonu
İlk kez Prof. Afife Batur tarafından 1981 yılında Udine’de, D’Aronco ve dönemi üzerine yapılan
kongrede tanıtılan 76x163 cm boyutlarındaki bu çizim D’Aronco’nun imzasını taşımaktadır.
Sağ alt kısmında “Veli-inimetimiz pâdişâhımız efendimiz hazretlerinin Memâlik-i Mahrûse-i Şâhânelerine bir lutf-i mahsûs olmak üzere Dersaâdet’de küşâdı (inşası) muktezâ-yı irâde-i seniyye-i cenâb-ı hilâfetpenâhîlerinden bulunan (Padişah’ın emri gereği olan) mahsûlât-ı arziyye ve mamûlât-ı sınâiyye sergisinin planı” yazmaktadır.

Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi projesi için köşe pavyonu,
perspektif, Raimondo D’Aronco, 1893-1894
Civici Musei di Udine, Galleria d’Arte Moderna
Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi projesi için Tören pavyonu,
perspektif, Raimondo D’Aronco, 1894
Barillari ve Godoli, 1997, 54

Projesini hazırlamak için Torino’ya dönen Raimondo Tommaso D’Aronco, projesi ve maketleri ile İstanbul’a dönmüş ve 20 Mayıs 1894’te  Serginin açılacağı duyurularak çalışmalara başlanmış ancak bazı maddi sıkıntılar nedeniyle ertelenmiş. Bu arada 23 Mayıs 1894 tarihli Le Moniteur Oriental “Oriental Railway Company’nin sergiye yıllık 800 lira olmak üzere 25 senelik ödeme sağladığını ve bunun Osmanlı Bankası’nda, serginin komisyon başkanı Selim Melhame’nin yetkisi altında saklanacağına dair Saray’dan çıkan onay”dan bahseden bir haber yapmış.

Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nin 23 Eylül 1893 tarihli bir evrağına göre, Sultan II. Abdülhamid, bu ilk çalışma ve çabalarına karşılık, Raimondo Tommaso D’Aronco’yu

memnuniyetinin bir ifadesi olarak, dördüncü rütbeden bir nişanla

ödüllendirmiş.


Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi alçı maketinin fotoğrafları
Raimondo Tommaso D’Aronco’nun arkadaşı ve proje ortağı Annibale Rigotti tarafından
alçı ile yapılmış alçı maketin 1894 dönem fotoğrafı.
Studio Rigotti Arşivi, Torino



Ancak 10 Temmuz 1894 Salı günü saat 12.24’te 17-18 saniyelik çok şiddetli bir deprem olmuş. Resmi rakamlara göre İstanbul il sınırları içinde 474 kişi ölmüş, 482 kişi yaralanmış, toplam 387 dayanıklı yapı, 1087 ev, 299 dükkan hasar görmüş. Bunun üzerine bir yıllık çalışmaya ve harcanan onca emeğe rağmen tüm sergi planları iptal edilmiş ve saten bütçe sorunları yaşayan Sergi projesinin tüm kaynakları depremde zarar gören binaların onarımına aktarılmış, ki bu çalışmaların bir çoğunda Raimondo Tommaso D’Aronco da görev almış. 1896’da da Sultan II. Abdülhamid’in isteğiyle Raimondo D’Aronco saray mimarı olarak çalışmaya başlamış. Bundan sonra İstanbul’da kalan Raimondo Tommaso D’Aronco için mesleki hayatının en verimli dönemi başlamış.

İstanbul’da kaldığı 16 yıl içerisinde Sultan II. Abdülhamid ve yakınlarına ayrıca saraydan başka, üst düzeyde yöneticiler, paşalar, kentin ileri gelenleri ve İtalyan konsolosluğu için de tasarımlar yapan Raimondo D’Aronco, öğretim üyeliği de yapmış. Raimondo Tommaso D’Aronco, 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’ in tahttan indirilmesi üzerine İtalya’ya dönmüş, Udine’de açtığı bürosunda ve Napoli Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarını yaşamının sonuna değin sürdürmüş.

Raimondo Tommaso D’Aronco, son dönemlerinde bademcik iltihabına iyi gelecek bir iklim arayışı ile San Remo’ya taşınmış, 3 Mayıs 1932’de 75 yaşında vefat etmiş ve Udine Cividale’deki Neo-Gotik ana mezarlığındaki aile kabristanına defnedilmiş.


Raimondo Tommaso D’Aronco’nun Tarabya’daki İtalyan Sefareti yazlık sarayı



1911-1930 yılları arasında Udine Belediye Binası’nı da yapan Raimondo Tommaso D’Aronco’nun İstanbul’daki Ayasofya ve Mimar Sinan’ın yapıtı Edirnekapı Mihrimah Sultan Camisi gibi onarım faaliyetleri dışında ilk büyük çaplı tasarımlarından birisi belki de Nazime Sultan Sahilsarayı (1897) olmuş. Onun dışında Raimondo D’Aronco, Kuledibi’nde Laleli Çeşme (ayakta), depremde hasar gören eski Karaköy Meydanı köprü başındaki Aziziye Karakolu onarımı, Hamidiye-i Etfal Hastanesi Saat Kulesi (ayakta), Alexandre Vallaury ile birlikte Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi (ayakta), Huber Köşkü (ayakta), Arnavutköy Mehmed Memduh Paşa Yalısı kütüphane ve koleksiyon salonu, Beyoğlu Botter Apartmanı (1900), Kireçburnu Cemil Bey Köşkü (1905), Karaköy Meydanı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii, Beşiktaş-Serencebey Şeyh Zafir Türbesi (ayakta), Tophane Nusretiye Camii önünden Maçka’ya taşınan Sultan II. Abdülhamid Çeşmesi (ayakta), Tarabya İtalyan sefareti Yazlık Sarayı (ayakta), Yeniçeri Müzesi (1903), Yıldız Sarayı Şale Köşkü (1898) ve Yıldız Sarayı Seramik Fabrikası (1893-1907) gibi İstanbul’da bir çok eser bırakmış.

Udine Belediye Sarayı, Palazzo D’Aronco

Udine Belediye Sarayı, Palazzo D’Aronco

Udine Belediye Sarayı, Palazzo D’Aronco

Raimondo Tommaso D’Aronco’nun yapıtları, o dönem orta Avrupa’da sürmekte olan kültürel tartışmayla İslam sanatı arasında bir köprü niteliği taşımış, D'Aronco bu köprü işlevini yerine getirirken, özellikle Viyana’da yandaşları olan (Art Nouveau) Doğu-Batı etkileşimine yönelik bir ilginin izinden gitmiş. Raimondo Tommaso D’Aronco, düzenlediği vasiyetnamesindeki açık beyanatıyla ölümünden sonra çalışmalarına ait önemli ve değerli olan tüm malzemelerini Udine Kent Kitaplığı’na bağışlanmış. Günümüzde Udine Modern Sanat Galerisi’nde korunan Raimondo Tommaso D’Aronco’nun bu çizim ve eskizleri, bilimsel ve kültürel açıdan uluslararası önem taşıyan bir mimarlık arşivi oluşturmuş.


– SONUÇ –

Onlar ermiş muradına,

biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düşmüş,

sarısı yazana,

kırmızısı okuyana,

yeşili de

kimin ne muradı varsa,

onun başına.

Oysa, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

ne güzel demiş;

Tanrı kuluna üç şekilde cevap verir diye;

EVET der istediğini,

HAYIR der daha iyisini,

BEKLE der, en iyisini

verir...


Onlar erdi mi muradına tam olarak bilemiyiz,
kimbilir muradları neydi, ama biliyoruz ki bir çoklarına göre iyi bir hayat yaşamışlar. Eee padişah olmak, şehzadesi olmak, sultan kızı olmak başka bir şey, bir elin yağda, bir elin balda. Daha ne olsun.
Ama hikayemizden anlıyoruz ki padişah da olsan,
şehzade de, sultan da, dert var mı?.. Var.
Kiminin muradı, padişah olmakmış, anca halife olabilmiş,
öte yandan kimi, dışarıda olmayı, “Bülbül gibi olan gönül kuşu”nu özgürce uçurmayı, şarkı söylemeyi, şiir yazmayı murad etmiş de,
bir sabah uyanmış, bir de bakmış ki,
hiç aklında yokken, padişah oluvermiş.
Kimi muradına doymamış, daha çoğunu istemiş de,
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuş,
onca mala, mülke, varlığa rağmen,
sinek vızıltısını andırır bir ses duymasıyla birlikte,
kellesini sepetin dibinde buluvermiş.
Bu işler böyle, “bir varmışsın, bir yokmuş”;
böyle yazılmış hikaye...

Çıkalım kerevetine çıkmasına da, kerevet nerde?
Ne o Zat-ı Şâhaneler kalmış ortada, ne de o kâşâneler;
ne arab ağalar, ne ipekli kumaşlar içerisinde uçuşan cariyeler, halayıklar, ne varaklı taş aynalar, ne XVI. Louis stili koltuklar, sandalyeler, ne el yazması kitaplar, gramofonlar, ne fildişi saplı gümüş çatal-kaşıklar, ne frenk porselenleri, ne lokumluklar, ne gülâbdanlar, şerbetlikler, ne çatma kadife perdeler, gümüş klaptonla işlenmiş döşemelik kumaşlar, ne Hereke’nin ipek halılar, ne kalemişleri,
ne de Çanakçı Hafız Emin ustanın elinden çıkma Kütahya çinileri;
hepsi o bir tam-üç çeyrek asr’da tükendi, tüketildi, dağıldı, dağıtıldı, ganimet gibi paylaşıldı, mal bulmuş mağrib misalı;
Neticede bize kuru bir kerevet bile kalmadı o günlerden ki oturup yâd edelim, yârenlik edelim.

Anca bugün Cemil Topuzlu parkında, bir ıhlamurun gölgesinde,
parkın duvarına ilişip de hayale dalmak kaldı.
Ne idi o günler, neredeler şimdi diye.
İşte tam da o anda gözünüze bir şey takılacak, ben varım, yıkılmadım, ayaktayım dercesine, çağıracak sizi. Üzerine binmiş yeni çağın camına çerçevesine, damına inat, güzelliğini yitirmemiş, o bir tam-üç çeyrek asr’ın tanığı bir duvar parçası, bir bahçe kapısı, o günlerin vakur, ağırbaşlı mağrur edasıyla, “bir ben kaldım onca güzelliğin, ihtişamın, debdebenin ardında, gel beni sev, benimle teselli bul, yeterse varlığım sana...”




Her ne kadar fotoğraflar, kroki ve haritalar, Nazime Sultan Sahil Sarayı’nın konumunu, bu duvar, müştemilat ve bahçe kapısından oluşan bakiyeden uzak gösterse de, ben mimari tarzıyla ki Art Nouveau özellikler göstermektedir, Nazime Sultan Sahilsarayı ile ilişkilendiriyorum.  Defterdarburnu Kuruçeşme arasındaki sahilde bir zamanlar arz-ı endam eden yalılardan hiç biri bu mimari stile uygun değildir. Çoğu geleneksel Osmanlı mimarisinde, ya da Neo Klasik mimaride ahşap olarak inşaa edilmiş olan onlarca yalının arasında, sadece ahşap kârgir olarak inşaa edilen Nazime Sultan Sahilsarayı bu bakiyenin sahip olduğu Art Nouveau mimari tarzına uygundur, denktir.





Yalının bulunduğu yerden biraz uzakta olmasının tek izahı, Nazime Sultan Sahilsarayı’nın neredeyse bir kendi kütlesi kadar daha geniş olan bahçesinin o noktaya kadar uzanıyor olma ihtimalidir.

Bugün sahilden geçen yolun yalıların bahçesinden geçtiğini, o dönemde yolun bu duvarların ardında, sırtların dibinde olduğunu farz edersek, bugün gördüğümüz kapı Sahilsarayın’ın cümle kapısı ve bugünkünün tersine dışarı doğru değil içeri doğru çalışan, sahilsaraya bakan kapının ve duvarların iç yüzeyi olabilir.







Kaynaklar


1- “Padişahların Kadınları ve Kızları”, M. Çağatay Uluçay,

Ötüken Yayınları, 1980, İstanbul, ss. 149-157


2- “Hatice Sultan ve Latin Alfabesi” Mithat Sertoğlu, Taha Toros Arşivi, Dosya No:67


3- “170 yıl önce Türkçe için Latin harflerini kullanan aydın bir hanım Hatice Sultan”,

Mithat Sertoğlu, 25.2.1968, Taha Toros Arşivi


4- “Unutma İstanbul-İnsanları, eserleri, mekanları ve tarihiyle İstanbul’un görsel belleği”, İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Akademik Arşivi, Aralık 2017


5- “İstanbul-Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, Yapı Kredi Yayınları, 2003 İstanbul


6- “Antoine Melling: Hayatı, Eserleri ve

‘Voyage Pittoresque de Constantinople et des Rives du Bosphore’ üzerine Değerlendirme”,

Ali Kayaalp, Uluslararası Balkan Üniversitesi, Turkish Studies, Historical Analysis,

Volume 14, Issue 2, Skopji-Macedonia/Ankara-Turkey, 2019


7- “Gümülcine’de kurulmuş olan Defterdar Ahmet Efendi Vakfı (XVII-XVIII. Yüzyıllar)”, Cengiz Parlak, Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi,

Cilt 5, Sayı 10, Temmuz 2015, ss. 199-235


8- “Defterdarlık, Osmanlı Devlet Teşkilatı’nın Kadim bir Kurumu”,

İstanbul Defterdarlığı, 2016, ss.156-159


9- “Büyük Mecidiye Camii ve Ortaköy / Ortaköy Sahilindeki Saraylar ve Yalılar”,

Ed. Mehmet Baha Tanman, Kuveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları Dizisi: 4,

ss. 153-197


10- “III. Selim ve Döneminde Osmanlı Sarayı’ndaki Kültürel Hayatın

Sanat ve Mimarideki Etkileri”, Oğuz Yurttadur,

H. Canan Cimilli, Kalemişi Dergisi, 2015, Cilt 3, Sayı 5, ss.121-146


11- “17. ve 18. Yüzyılda, Görsel ve Yazılı Kaynaklara göre

Ortaköy-Kuruçeşme arasında yer alan Kıyı Yapıları”,

Yrd. Doç. Dr. Özlem Atalan, JASSS, The Journal of Academic Social Science Studies,

No: 28, Sonbahar II, 2014, ss.225-251


12, “Lale Devri (1718-1730)”, Ahmet Refik Altınay,

Tarih Vakfı, Yurt Yayınları, 2011


13- “Osmanlı’da aileye ve kılık kıyafete genel bir bakış”,

Tayfun Nasuhbeyoğlu, Aralık 2009, İstanbul


14- “Kırım Savaşı/Emperyal Güçlerin Dünya Savaşı Pratiği”,

Mehmet Çetin,

ERI/Akhmet Yessawi University, Avrasya Araştırma Enstitüsü,

Aralık 2016, Almatı-Kazakistan


15- “20.Yüzyıl başlarında, Ortaköy Kuruçeşme sahili”,

Özlem Atalan, Turkish Studies, Sayı 10, Yaz 2015, Ankara, ss.99-132 


16- “Bir Sadrazam Konağı’nın değişim ve dönüşümü: Mercan’da Âli Paşa Konağı”

Serap Sunay, Tarih İncelemeleri Dergisi XXXV/1, 2020, ss.261-296


17- “19 uncu asırda Kuruçeşme”, Halûk Y. Şehsüvaroğlu,

Tarihten Sahifeler, 23 Nisan 1950, Taha Toros Arşivleri, TT-501016


18- “Hatice Sultan Sahil Sarayı”, Kenan Sayacı,

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt I, ss.19,20


19- “Osmanlı Sarayı / Bir Hanedanlığın Öyküsü”

John Freely, Remzi Kitabevi, 2000


20- “Osmanlı Mimarı” D’Aronco Sergisi

(18 Eylül - 15 Aralık 2006) üzerine, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü


21- “İşgal İstanbul’una Yangınların etkisi, Konut Sıkıntısı ve Buna Yönelik Çözümler”,

Bilge Ar, Yapı Endüstrisi Merkezi Yayınları, 2013, ss.71-86


22- “Türk Masal Anlatma Geleneğinde Elma Ödülü”,

Tacettin Şimşek, Teke, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Dergisi,

Sayı 7/4, 2018, ss.2352-2368


23- “Salih Zeki Bey-Üç Boyutlu bir biyografi için” Şeref Ekter,

Osmanlı Bilimi Araştırmaları, 2005, Cilt:7, Sayı:1, ss.137-154, 2005


24- “Millet-i Rum’dan bir münevver: Aleksandros Karatheodoris”, Peri Efe,

Toplumsal Tarih 193, Ocak 2010, ss. 83-93


25- “Eski İstanbul Konakları”, Ahmet Semih Mümtaz,

Kurtuba Kitap, Şubat 2011, ss. 131-133


26- “II. Abdülhamid Devrinde Yıldızı Parlayan Bir Devlet Adamı: 

Reşid Mümtaz Paşa (1856-1928)”,

Ruveyda Okumuş, Hazine-i Evrak Arşiv ve Tarih Araştırmaları Dergisi,

2020, Cilt: 2, Sayı: 2, ss.113-140


27- “The Kadırga Palace: An Architectural Reconstruction”, Tülay Artan, Muqarnas X,

An Annual on Islamic Art and Architecture, Aga Khan for Islamic Architecture, 1993


28- “Büyük Mecidiye Camii ve Ortaköy - Ortaköy Sahilindeki Saraylar ve Yalılar”, Gözde Çelik, Kuveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları Dizisi:4, ss.153-189  

3 yorum:

Andrei Orekhov dedi ki...

Dear Mr Civelekoğlu,
I am running a web site dedicated to art nouveau - art.nouveau.world - and I would appreciate your permission to use your photos of art nouveau buildings on my site, with your copyright notice and a link to the source.
Sincerely yours,
Andrei

Levent Civelekoğlu dedi ki...

Dear Andrei, I am happy to hear of your interest. You are welcome to use the images from my site with notice and source link.
Best Regards, Levent Civelekoğlu

Andrei Orekhov dedi ki...

Thank you!