40 YIL ÖNCE BUGÜN,
1919 YILINDA
DARÜLFÜNUN’UN EDEBİYAT FAKÜLTESİ COĞRAFYA BÖLÜMÜNÜ BİTİREREK “TÜRKİYE’DE
DARÜLFÜNUN’DAN MEZUN OLMUŞ İLK KADIN” ÜNVANINI ALMIŞ,
TÜRKİYE’DE KADIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İLK
SAVUNUCULARINDAN VE TEMSİLCİLERİNDEN BİRİ OLMUŞ ŞAİR, ÖĞRETMEN VE EYLEMCİ
ŞÜKUFE NİHAL BAŞAR,
87 YAŞINDA İSTANBUL’DA VEFAT ETMİŞTİ.
SU
Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlayan o su...
Sesini en tatlı yerinde kesti
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su.
O su, bir sır gibi mırıldanırdı;
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı;
Bizi Leylâ ile Mecnun sanırdı
Gamlı yolumuzda ağlayan o su...
Sessiz ruhumuzu o bestelerdi,
Bize "Unutalım dünyayı" derdi...
Bir aldı sonunda verdi bin derdi,
Bizi bizden fazla anlayan o su.
Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere;
Yolumuz ayrıldı başka ellere;
Benzetti bizi bir kırık mermere
Ruha zehir gibi damlayan o su.
Şükûfe Nihal
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en
duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı ve
şairidir.
Şükûfe Nihal özgürlüğe tutkun, mücadeleci
ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır.
1896 doğumludur…
Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın
oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi..
Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba
tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan
Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.
Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği
gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca
öğrendi.
1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya
Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu
kadını" unvanını almıştır…
Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı
"Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır.
Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile
yazdığı şiirler izler.
1928 yılında "Hazan Rüzgârları",
1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır.
Güçlü romantizmini düşünce gücüyle
birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazmıştır.
Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki
kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu
unuturcasına yazmamıştır.
O, belki de kadın sorunlarını ve
yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…
Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini
ekonomik açıdan, üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından
sık sık vurgular.
Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında
da görülür.
Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım
kullandığı öyküler ve romanlar yazmıştır…
1928 yılında "Tevekkülün Cezası"
adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır.
Bunları, "Çöl Güneşi" (1933),
"Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu"
(1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. ,
1935 yılında "Finlandiya" adlı
gezi notları yayımlanır.
1910 yılından itibaren "Kadın",
"Tan", "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir",
"Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır.
Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum''
okunmaya değer bir eserdir.
Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında
eylemci kişiliğiyle de tanınır.
Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci
eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar
yapmışlardır.
Şişli'deki evlerinde toplantılar
düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.
Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini
verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça
etkileyen tarihi konuşmasını yapıyordu;
“Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız
yine sen olacaksın.”
Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkmış,
sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezmiş, gördüklerinden etkilenen Nihal,
eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy
kadınlarını anlatmıştır.
Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk
temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar
Birliği'nin de kurucularındandır.
Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi
yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının
vazgeçilmez konuğudur…
İnişli çıkışlı ve dalgalı özel hayatı,
karşılıksız ve tinsel aşkları ile farklı bir şairimizdir Şükûfe Nihal…
Hicran Göze “ Yahyâ Kemal'den Nâzım
Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde
Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında (Kubbealtı Yay. 2010) Şükûfe
Nihal’i, Fâruk Nâfiz’i ve aşklarını anlatır.
Hâlide Nusret “Bir Devrin Romanı’’ isimli
kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder.
Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız
Lisesinden yakın arkadaştırlar.
Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i
şöyle anlatır; “Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği
toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında
fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir
kadınlardan biriydi.’’
Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür
(yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), “Yarısı Roman” (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar:
“Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da
hayran olduğu kadınlardandı.
‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve
ufaktı... Boyu hiç uzun değildi.
Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı.
Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen,
kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu “dünyaya
metelik vermeyen” haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’
sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz
öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp
hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum
Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya
benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’
Kadınlı erkekli toplantılarda;
“Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis –
Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı…
İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok
genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Beydi.
Aralarında büyük yaş farkı vardı.
Babasının zoruyla evlenmiş, evlenmemek için
bileklerini keserek intihara teşebbüs etmişti.
Bu evliliğinden oğlu Necati (Sander)
dünyaya gelmişti…
Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra
ayrılmıştı.
Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına
teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardı.
Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi
edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç adam; Osman Fahri.
Osman Fahri Şükûfe Nihal’e çılgınca âşıktı.
Bu ayrılık onu cesaretlendirmiş, hislerini
sevdiği kadına açıklamıştı.
Ama aldığı cevap olumsuzdu.
Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı
küskünlükle öğretmen olarak Elazığ’a gitmiş, oradan da yalvarmıştı;
“Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’
Hepsi boşunaydı.
Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip
kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini
gösteriyordu.
Şükûfe Nihal’in, karşılıksız aşkı yüzünden
intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmadı, unutamadı…
Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif,
şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına.
Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi
unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal…
Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu.
‘‘Yakut Kayalar’’ adlı romanının
kahramanıydı Osman Fahri.
Kaldığı huzur evinde ölene kadar
düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...
Âdile Ayda “Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî
Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için
kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar;
“Ben ona layık değildim. O mütekâmil
insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini,
karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’
Yakın dostlarına da Osman Fahri
için; “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu
büyük aşkı” diye dert yanar.
Huzur evinin o kasvetli havasında her
vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini
açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu
şiirler için “Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde,
bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.
“Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi
dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin
yerine…’’
Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında
dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti...
1920’li yıllar...
Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin
yazarların edebi sohbetlerin birindeydi…
Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden
Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide
Nusret’e verdiği kağıt…
Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla;
“Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana
aldırış bile etmiyorsunuz.”
Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e
söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe
Nihal için yazmıştı:
“Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi
sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce
dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’
Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım
Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e.
Hâlide Nusret’e göre Ahmet Kutsi Tecer de
Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.
İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden
arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yaptı.
Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu
evlilikten kızı Günay dünyaya gelmişti.
Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay…
Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en
bilinen aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di...
Hicran Göze “Yahyâ Kemal'den Nâzım
Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde
Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu
şekilde anlatır;
Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası
Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur.
Aşkları karşılıklıdır.
Hep şiirler yazarlar birbirlerine.
Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda
Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde
geçen kızın adı da Nihal…
Aynı kitapta bulunan ‘’Gurbet’’ şiirini de
Şükûfe Nihal’e ithaf etmişti.
‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:
‘’Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir
ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden
ağlar’’
Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin
adını da açıklamıştır:
‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’
Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:
‘’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel
gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı
Nihal.’’
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’
Aşkları üzerine roman yazdılar.
Fâruk Nâfiz Çamlıbel “Yıldız Yağmuru’’nda,
Şükûfe Nihal ise “Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile
getirdiler.
Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu
ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de
şaşırtır.
Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı
lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenmişti.
Epeydir araları açıktı, uzun zamandır
konuşmuyorlardı.
Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak
kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap vermişti Şükûfe
Nihal.
Şükûfe Nihal “Son Hâtıra’’ adını taşıyan
şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:
“Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça
taşım!...
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’
Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben
yazdığı “Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini ve ümitsizliğini
anlatır:
Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...
Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde
çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine
“Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik;
duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap vermişti…
Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını
şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki
aşktan da üstündü.
Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir
beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla
yıllarca sürmüştü.
Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani
ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini
dile getiren bir şiir yazmış, “Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni
istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir.
Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından
hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:
“Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber
yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber
yok’’
Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; eski
aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun
vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindeydi, şiirler yazdığı kadının ölümünü
duymadan o da o vapurda Şükûfe Nihal’in vefatından sadece 14 gün sonra, 8 Kasım 1973’de son nefesini verecekti.
Fâruk Nâfizle birbirlerine âşık
olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel
ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde
yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk
herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla
kabul görmüştür.
Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp
evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse
o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz
olacaktır. Bu nedenle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal.
Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…
Selim İleri, “Mavi Kanatlarında Yalnız
Benim Olsaydın’’ adlı romanında (Everest Yay. 2010) Şükûfe
Nihal’in bu huzursuzluğundan bahseder;
“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî
yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın
kurbanı oluyordu.
Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa
kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası
geçiriyor.
Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda,
çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz.
Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor,
neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş.
Girip çıktığı evlerde, katıldığı
toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara
kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp
gidiyormuş…
Hem edebî toplantılar olmaksızın
yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş…
Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını
ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara
içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp,
birini söndürüyormuş.
Başka konular, edebi, siyasi, içtimai
konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş.
Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları,
hüsranları konuşulsun istiyormuş…
Kendisinden rica edildiğinde yeni
şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık
bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş.
O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün
unutmuş, büsbütün yalnızmış…
Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına
dönmek istiyormuş.
Şükûfe Nihal Hanım hislerini
gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak
aşk dile düşmüş.
Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe
Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini
hiç dinginleyemiyormuş.
Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere
geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş.
O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine
yaşıyormuş.’’
Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın
soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır.
Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir
şiirini anımsatır;
“Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur’’
Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci
evliliğinde de bulamaz.
Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi
Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.
1960 yılında başına talihsiz bir olay
gelir;
Kızından dönerken sokaktaki bir çukura
düşerek kalça kemiğini kırar.
Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa
mahkûm kalır.
Kızı Günay’ın bebeğini doğururken hayata
gözlerini yumması yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur.
Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten
sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan
ilk eşinden olan oğlu Necati Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu
böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz,
annesiyle alâkasını keser.
Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları
Hasene Ilgaz (CHP Çorum Milletvekili) ve İffet Halim Oruz’un açtıkları
Bakırköy’deki huzurevine yerleşir.
Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş
da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine.
Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle
yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur
evi…
Şükûfe Nihal yaşamı boyunca hep mükemmel
aşkı aramıştır.
O’nun aradığı aşk tensel değil, tinsel bir
aşktır.
Şükûfe Nihal’in “Bir Şey Unuttum’’ isimli
şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:
“Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş
gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi
.. .
Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ”
Huzur evinde bütün ilişkileriyle
hesaplaşır.
Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle
iç hesaplaşması yapar.
Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz
ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır..
Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen
ve yakın dostlarına, “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl
ziyan ettim bu büyük aşkı” diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz…
Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına
kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve
ona duyduğu aşkla hayata veda eder.
“Şükûfe” Farsça kökenli bir isimdi,
“açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi...
Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir
çiçek olarak bu dünyadan göçtü gitti.
Selim İleri’nin “Mavi Kanatlarınla Yalnız
Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer
alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır.
Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret
eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:
“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar
‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki
yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi
‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu
dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder:
Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )
Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğiniz
gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına
da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini
okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum
ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez.
Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat
aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, “Size bir şiir okumamı ister
misiniz çocuğum?” diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği
bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim.
Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan
kendimi alamadım:
Son Hatıra
Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son
hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk
taş!..
İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…
Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça
taşım!...
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…
Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince “Uzlet
köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı
temenni ediyorum” demiş, hayatımda “uzlet” sözcüğüne bir yer açmıştı.”
(Uzlet: Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak
bir tarafa çekilip yalnız kalmak.)
Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe
Nihal, ne de Osman Fahri, ne de Fâruk Nâfiz…
Hepsini unuttuk…
Soner Yalçın “Bu Dinciler O Müslümanlara
Benzemiyor” isimli kitabında (Doğan Kitapçılık, 2009) Şükûfe Nihal'den
bahseder.
Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için
adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle
Şentepe’deki bir okul taşımaktadır;
“Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’
İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını
taşımaktadır; “Şükûfe Nihal Sokağı’’
Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli
Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye
yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile
yazılı değildir.
Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur.
Gittiğinizde bulamazsınız.
Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi…
Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’,
‘’mehbes’’ de değildi…
Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu
‘’vefa’’yı...
Pek bilinmez, dile getirilmez ama;
İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar
mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on
binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız
emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir.”
diye haykırıyordu…
Bu ülkenin böyle bir şairine, yazarına,
vatanperverine sahip çıkacak, doğru dürüst bir mezarını yaptıracak hiç mi
bir kuruluşu yoktur?
Bu ülkede bakanlıklar, belediyeler,
edebiyatçı dernekleri, sanatsever işadamları, büyük büyük holdingler, kuruluşlar
ne iş yapar?
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan
bir değeridir.
Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve
onun biyografisini yazan araştırmacı, halen Erciyes Üniversitesi öğretim
üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir:
“Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)
Bu eserin son sözünün son paragrafını şu
şekilde yazar Hülya Argunşah:
“Şükûfe Nihal yetmiş yedi yıl süren
ömründe sanat ve kültür hayatımıza birçok katkılarda bulunmuştur.
Ancak yaşadığı talihsiz hayat ve içli
mizacı onu daha ziyade ferdi sızlanışların yazarı yapmıştır.
O, birçok edebiyat tarihinde Cumhuriyet
yıllarının idealist tiplerini örnekleyen idealist bir kadın yazar olarak
kaydedilmiştir.
Fakat edebiyat tarihi onu büyük bir
umursamazlıkla daha ölmeden tozlu sayfalarına gömmüş ve unutturmuştur.
Eğer şairler ve yazarlar Türkçenin ses
mimarları ise, Şükûfe Nihal’ın yeniden okunması ve düşünülmesi gerekir. Bu
onun yeniden dirilişi olacaktır.
Yaşarken ne yazık ki anlaşılamamış olan bu
Türk kadın yazarı, etrafındaki dedikoduların korkunçluğu ile kaçtığı,
sonra da öldüğü köşesinden çıkarılmayı beklemektedir.
Bu ona göstermek zorunda olduğumuz bir vefa
borcudur.
Türk kadın hareketlerindeki çalışmaları ve
Türk edebiyatındaki eserleriyle o, bu manevi dirilişi çoktan hak etmiştir.
Bugün harap halde bulunan ve ismi bile
yazılı olmayan mezarına ancak bu yolla bir ışık yakılabilecektir.”
Aşkı bilen, tadan ve düşünen herkese olduğu
gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum,
unutulmasın istiyorum, nur içinde yatsın, ruhu şâd olsun.
Çiçero derdi zaten;
“ölmüşleri yaşatan,
yaşayanların bellekleridir.”
Kaynak: “Türk Edebiyatı’nın
açmamış çiçeği; Şükufe Nihal”/ Osman Aydoğan
Güftesi Şükufe Nihal’e,
Bestesi Çinuçen Tanrıkorur’a ait
Hicaz (Uzzal) Makamında Yürük Semai
“Neme Yetmez”
Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla;
Bir gül dikeninden kanayan el neme yetmez?
Kâşâne, sedir, sırma, ışık onların olsun;
Bir köhne kitap, bir sarı kandil neme yetmez?
Rûhum ki yanıktır ve şifâsızdır ezelden,
Sarmak dilesem, bir kara mendil neme yetmez?
Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?
Yanmaz ateşinden deli gönlüm bu diyârın,
Gökten bir alev bağrımı dağlar, neme yetmez?
Kestimse ümîd artık ezelden ve ebetten;
Bir eski rübâb ömrümü bağlar, neme yetmez?
Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da rûhum,
Dost âleminin ettiği kem söz neme yetmez?
Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet,
Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?
Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?
https://www.youtube.com/watch?v=WHQ-Di0COvg
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder