Sayfalar

24 Şubat 2025 Pazartesi

30 yılın ardından dağarcığımdakilerle Üsküdar'ın Bağlarbaşı'sı; BÖLÜM VII

SAİNT MARİE

ya da Immaculeé Conception

FRANSIZ KATOLİK OKULU

Selamsız Mezarlığı günümüz Yeni Dersane sokağındaki Saint Vincent de Paul Fransız Okulu'nu geçince hemen bir apartman boşluğu sonrasında diğer bir Fransız misyoner okulu olan Saint Marie Okulu yer almaktadır.


29.10.1933'de Cumhuriyet'in 10. yıl dönümü münasebetiyle bayraklar ile süslenmiş
Saint Marie Fransız Okulu  
Fotografta dikkati çeken bir ayrıntı önde görülen servi ağaçlarıdır. Servi ağaçlarının varlığı bu fotografın henüz Ucuz Evler inşaa edilmeden, yani 1952 yılından önce Selamsız Müslüman Mezarlığından çekilmiş olduğunu göstermektedir.

Okul, 2 Ocak 1817'de Fransız Katolik din adamı Marcellin Joseph Benedict Champagnat* (1789-1840) tarafından yoksul Fransız gençlerinin Hıristiyan eğitimi için Lyon yakınlarında kurulan bir Roma Katolik öğretim kardeşleri cemaati olan ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde ilk, orta, kolej ve üniversite seviyelerinde eğitim veren okullarda (23 misyon bölgesinde 100'den fazla okul) görev yapan, 19. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelen Les Petits Frères de Marie ya da Frères Maristes (Marist Rahipler/Marist Kardeşler) tarafından 1894 yılında 40 erkek öğrenci ile öğretim hayatına başlamıştı.

Marcellin Joseph Benedict Champagnat: Aziz Marcellin Champagnat, Le Rosey köyünde on çocuğun dokuzuncusu olarak doğdu. Çocukluğu boyunca, yerel topluluğunu yoksul ve eğitimsiz bırakan Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları'nın tahribatına tanık oldu.

Marcellin'in karakteri, çalışkan babası ve dindar annesinin yanı sıra St. Joseph Rahibesi olan teyzesinin örneğiyle şekillendi. Koyun yetiştirerek kazandığı parayla, 16 ila 22 yaşları arasında küçük bir ilahiyat okuluna gitti. Sınıf arkadaşlarının çoğundan büyüktü, ilk yılında başarısız oldu ve eve gönderildi. Annesi, mahalle rahibi ve ilahiyat okulunun amiri Peder Linossier'in yardımıyla yeniden kabul edildi.

Marcellin, çekingen bir çocuktan sosyal bir genç adama dönüşmüştü ve boş zamanlarında meyhanelere giden bir ilahiyat öğrencileri grubu olan "Mutlu Çete"nin bir parçasıydı. Ancak, ikinci yılında Peder Linossier onunla davranışları hakkında ciddi bir sohbet etti. Arkadaşı Denis Duplay 2 Eylül 1807'de aniden öldüğünde de ayıldı. Çalışmalarıyla mücadele etmeye devam etmesine rağmen, kendini özveriyle ve annesi ve teyzesinin desteğiyle adadı.

Lyon'daki büyük bir ilahiyat okuluna taşındıktan sonra, kendisi ve diğer ilahiyat öğrencileri kırsal kesimdeki çocuklara hizmet etmek için Teaching Brothers'ı da içeren yeni bir cemaat fikri buldular. 2 Temmuz 1816'daki rahiplik töreninden sonra Peder Champagnat, cehaletin yaygın olduğu izole bir köy olan La Valla-en-Gier'e gönderildi. Öğretmenler düşük ücret ve az saygı görüyordu, bu yüzden meslek kötü karakterli yetersiz öğretmenlerle doluydu.

Peder Champagnat, ölmekte olan 17 yaşındaki Jean Baptiste Montage'ı ziyaret etti. Onun 12 yaşında gibi görünen ve Katolikliğin temellerinden tamamen habersiz, o kadar yetersiz beslendiğini görünce dehşete düştü. Jean gibi daha birçok kişinin olduğunu bildiği için harekete geçmeye karar verdi.

2 Ocak 1817'de Peder Champagnat, Jean-Marie Granjon ve Jean-Baptiste Audras'ı Les Petits Frères de Marie'nin çekirdeğini oluşturmaya davet etti: Mary'nin Küçük Kardeşleri. Kısa süre sonra diğerleri de onları takip etti. İlk Kardeşler, on beş ila on sekiz yaşları arasındaki genç taşralılardı. Dua ve öğretmekten çok çiftçiliğe alışıklardı, ancak Peder Champagnat onları İncil'i yaymaya teşvik etti.

Peder Champagnat, La Valla'da bir ilkokul ve öğretmen yetiştirme merkezi kurdu ve bu, memleketinde ve başka yerlerde başka okullar açılmasına neden oldu. Aşırı kalabalıktılar, ancak 1822'de sekiz başvuru geldi ve daha da genişlemelerine olanak sağladı. Peder Champagnat, Maristlerin gelişmeye devam edeceğine dair Tanrı'ya olan derin güveninin bir işareti olarak 150 kişilik kapasiteli bir acemilik binası inşa etti. Koruyucu Meleklere bağlıydı ve her sınıfta bir Koruyucu Melek resmi vardı.

Bitmek bilmeyen çalışmalarından bitkin ve hasta olan Peder Champagnat, 12 Ekim 1838'de yerine geçmek üzere Br Francis'in seçilmesiyle halefiyetini hazırladı. Kanserden muzdarip olan Peder Champagnat, 6 Haziran 1840'ta 51 yaşında öldü. 18 Mayıs 1840 tarihli manevi vasiyetinde şu mesajı bıraktı: "Aranızda tek bir yürek ve tek bir zihin olsun. Meryem'in Küçük Kardeşleri için her zaman ilk Hıristiyanlar için olduğu gibi söylensin: Birbirlerini nasıl sevdiklerine bakın!" O zamana kadar Fransa ve Okyanusya'da 280 Kardeş ve 48 Marist okulu vardı. 1856'da 300 ev ve 1.500'den fazla Kardeş vardı.

Marist Kardeşler Enstitüsü, Papa Pius IX tarafından 1863'e kadar resmen onaylanmadı ve Fratres Maristae a Scolis adı verildi. Tarikat üyeleri "FMS" baş harfleriyle tanımlanıyor; Bunlar, Meryem Cemiyeti veya Marist rahipleri ("SM") de dahil olmak üzere dini topluluklardan oluşan bir ailenin parçasıdır. Champagnat'ın eğitim felsefesi basitti: Çocuklara öğretmek için onları sevmek gerekir ve laik konular, çocukları inançlarının temel unsurlarını öğrenecekleri okullara çekmenin bir yolu olarak iyi öğretilmelidir. Champagnat şöyle demiştir: "Çocuk yetiştirmek için onları sevmeliyiz ve eşit şekilde sevmeliyiz. Bir çocuğu gördüğümde Tanrı'nın onları ne kadar sevdiğini söylemek istemeden edemiyorum."

Marcellin Champagnat, 1920'de Papa Benedict XV tarafından Saygıdeğer ilan edildi, 29 Mayıs 1955'te Papa Pius XII tarafından kutsandı ve 18 Nisan 1999'da Papa John Paul II tarafından aziz ilan edildi. En kalabalık oldukları dönemde Marist Kardeşler yaklaşık 10.000 kişiydi. 2005'te yaklaşık 5.000 kardeş vardı. (bu dipnot; https://www.accs.sg/marcellin-champagnat/ linkinden alıntılanmıştır.

Jacques Pervititch'in Ekim 1930 tarihli Sigorta haritalarının 76 numaralı paftasında
Müslüman Mezarlığı'nı batı ucunda (1) ile işaretli Saint Vincent de Paul Fransız Okulu
ve (2) ile işaretli Saint Marie Fransız Okulu 
görülebilmekte. 



Okulun arka bahçesinden görüntüsü, 1952

Okul Marist Rahipler’in İstanbul’da açtıkları beş Fransız Katolik okulundan birisiymiş. Üsküdar, Sainte Marie Fransız Okulu ya da Immaculeé Conception Fransız Okulu dışında; Bebek'te Saint Gabriel Fransız Okulu, Bakırköy'de Notre Dame du Rosaire Fransız Okulu, Yeşilköy'de Sacré Coeur Fransız Okulu ve Yedikule'de Saint Théodore Fransız Okulu. Yatılı olmayan Sainte Marie Fransız Okulu öğrencilerinin büyük bir kısmı Bağlarbaşı'nda yaşayan Ermeni, Rum ve Yahudi çocuklarından oluşmaktaymış. İnşa edildiği dönemde Fransa’da etkisini gösteren “İkinci Ampir” üslubunun önemli bir bileşeni olan mansart çatıya sahip binanın cephesi eklektik bir nitelik taşımaktadır.

1994 yılındaSaint Marie Okulu'nun bahçesinden
çektiğim bu fotografta, Saint Vincent de Paul Fransız Okulu ile aralarındaki
apartman bloğu arkasında kalan küçük Chapel görülebilmekte.
 

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Fotograf; Levent Civelekoğlu 1994

Okul 1901 ve 1913 tarihlerindeki Osmanlı- Fransız anlaşmalarıyla resmen tanınmış. 1901 tarihinde varlığı kabul edilen yabancı okullar listesinde Üsküdar “Frères Maristes Mektebi” olarak yer almış. 1913 yılında yapılan Osmanlı-Fransız anlaşmasıyla açılan yabancı okullar ve bu okulların yanında bulunan kilise, manastır, hastane vb. yapıların tanınması sağlanmış ve hazırlanan yeni bir listede Üsküdar’da Marist Rahiplere ait “Immaculée Conception Erkek Mektebi” olarak yer almış, daha sonraları da Sainte Marie Okulu adını almış. İlk açıldıgı tarihte 40 öğrencisi olan okulun öğrenci sayısı 1901'de 120’ye, 1907’de 15 Katolik, 37 Ortodoks, 34 Ermeni, 35 Yahudi ve 29’u farklı dinlerden olmak üzere 150’ye yükselmiş, 1912 yılına gelindiğinde okul 200 öğrenci ile eğitim faaliyetini sürdürmüş, 1925 yılında okulda 18’i Müslüman, 10’u Musevi, 16’sı Katolik, 3’ü Ortodoks olmak üzere toplam 47 öğrenci eğitim görmüştü. Öğrencilerin büyük bölümünü Rumlar ve Yahudiler oluştursa da Ermeni olaylarından sonra Ermeni öğrenci sayısı artmış, Sainte Marie Okulu da diğer Fransız Katolik okulları gibi zaman içinde Müslümanların da tercih ettiği okullardan biri olmuştu. Özellikle, Meşrutiyet’in ilanından sonra Türk öğrencilerin sayısı artmıştı. Sainte Marie Okulu'nda öğrencilere Fransızca dersinin yanı sıra Fransız tarihi ve coğrafyası da öğretilmekte, tüm sınıflara günde iki saat zorunlu Türkçe dersi verilmekte, ayrıca programda Arapça, Ermenice ve Rumca da bulunmaktaymış. Sainte Marie Okulu’nda 1912 yılında öğrencilerden alınan ücret 5-6 Frankmış (22,5- 27 Kurus) ve bu ücretin yanı sıra okulun masraflarının bir kısmı da Marist Rahipler tarafından karşılanırmış. Okulda bazı farklarla uygulanan Fransız orta öğretim programında bilim ve lisana önem verilmekteymiş. Zorunlu olarak bütün sınıflarda günde iki saat okutulan Türkçe dersi yanısıra Arapça, Ermenice ve Rumca da öğretilmekteymiş. 

Sadece kız öğrencilere hizmet veren Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu, 1894 yılında erkek öğrencilerden gelen talep doğrultusunda 40 erkek öğrencinin sorumluluğunu 4 Marist rahibe devretmiş, bu rahipler de mütevazi ahşap bir yapıda, "İmmaculée Conception Koleji" adı altında, Milli Eğitim Bakanlığından Dışişleri Bakanlığı'na yazılmış 26/9/1341 (1922) tarih ve 8472/5927 sayılı yazıya bağlı listede okulun kuruluş tarihinin 1894 olarak geçmesinden anlaşılacağı gibi ruhsatlı olarak eğitime başlamışlar, daha sonra 1904’te kâgir olarak yeniden yapılan bugün gördüğümüz kagir binada eğitime devam etmişlerdi. Ayrıca İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü kayıtlarına ve Mülga Maarif Nezareti Tedrisat-ı Taliye Müdürlüğü'nün  (Orta Öğretim Dairesi) 1. Şube ifadeli 18 Temmuz 1329 (1911) tarih ve 965/1600038 sayılı emrine göre okul, yedi yıllık idâdî (lise) derecesinde okul olarak tanımlanmıştı. Böylece Saint Vincent de Paul Fransız Okulu ve Sainte Marie Fransız Okulu Bağlarbaşı semtinde büyük bir eğitim kompleksine dönüşmüştü. 

Fotograf; Levent Civelekoğlu 22 Kasım 2024

Fotograf; Levent Civelekoğlu 22 Kasım 2024

Fotograf; Levent Civelekoğlu 22 Kasım 2024

Fotograf; Levent Civelekoğlu 22 Kasım 2024

Fotograf; Levent Civelekoğlu 22 Kasım 2024

İstanbul'un işgali sırasında İngilizlerin yanısıra Fransızlar da işgal kapsamınına aldıkları eğitim kurumlarını işgal etmişler, örneğin İzmit'teki Fransız Mektebi'ne 18 Kasım 1918'de özel bir törenle Fransız bayrağı çekip işgal ederken, bir gün sonra Beyoğlu'ndaki Saint Michael Okulunun binası ile Selamsız'daki Osmanlı tarafından kullanılan iki okula da el koymuşlardı. Amaçları işgal ettikleri bu okulları kendi askerleri için hastaneye dönüştürmekti. Fransızlar bu amaçla Beyoğlu'ndaki Avusturya, Alman ve Rum Mektepleri'nin yanısıra Yedikule'deki Balıklı Rum Hastanesi'ni de işgal etmişlerdi. I. Dünya Savaşı yıllarında (1914-1918) işgal edilip kapanan okula, işgalden sonra Fransızlardan alınarak bir rivayete göre "Cem Sultan" adı verilmişti. 

Marist cemaatine bağlı rahiplerin İstanbul’daki son kurumu olan okul, 23 Haziran 1934’te rahiplerin İstanbul’dan ayrılması ile birlikte kapanmış, İstanbul Belediyesi tarafından 18.00 liraya satın alınarak, "48. Mektep" adıyla Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı eğitim ve öğretime açılmış ve 1948'de Bağlarbaşı İlkokulu ismini almış. Binanın arkasında ve binaya bitişik olarak, tek katlı, birbirinden bağımsız sıra odalardan oluşan bir yapı daha vardır. Ek bina olarak kullanılan bu bina, okulun güney batı istikametinde uzanır. Kapı ve pencerelerin tümü tuğla sövelidir. Ek binada okulun; Kantini, Yemekhanesi, Konferans Salonu, Çok Amaçlı Salonu, Mescidi ve deposu mevcuttur.

Restorasyon öncesinden fotograflar


Okula 1965 yılında öğrenme güçlüğü çeken öğrenciler için özel bir eğitim sınıfı, 1989'da ise ana sınıfı eklenmiş. Okul binası yeterli gelmeyince, 1968 yılında şu an eğitim ve öğretim hizmetini sürdürmekte olduğu yeni bina yapılmış. Yeni binanın yapılması ile birlikte tarihi bina bir süre depo olarak kullanılmış, daha sonra Bağlarbaşı İlkokulunun anaokulu bölümü olarak hizmet vermiş. Okul 1993'de sekiz yıllık eğitimle birlikte ilköğretim okulu olmuş. Özel eğitim sınıfı ve ana sınıfları ile eski binada 2005 yılına kadar hizmet verilmiş, 2005 yılında çıkan yangında çatısı harap olan bina 2006'da başlayan tadilat çalışmaları ile tekrar kullanılabilir duruma getirilen tarihi binanın elektrik su, doğalgaz tesisatı yenilenmiş sonrasında ana sınıfı ve özel eğitim sınıfı yeni binaya taşınmış. Eski bina Eylül 2006’dan itibaren Üsküdar İlköğretim Okulu ve İş Okulu olarak, zihinsel engelli çocuklara hizmet vermiş. 643 m2 üzerine kurulu olan yeni bina, iki blok ve üç kattan oluşmaktadır. Bu binada toplam 21 derslik, 3 idari oda, 1 Öğretmenler Odası, 1 Memur Odası, 1 Aile Birliği Odası, 1 Rehberlik Odası, 1 Arşiv ve 1 Kütüphane bulunmaktadır. Saint Vincent de Paul Fransız Okulu ile Sainte Marie Okulu'nun birlikte kullandıkları iki okul arasında kalan küçük chapel bugün aralarındaki apartmanın arkasında kalmıştır.

Okul restore edilirken, Fotograf : Hayati İnaç

Solda Saint Marie Fransız Okulu, sağda Saint Vincent de Paul Fransız Okulu


Okulun ön cephesi

Okulun arka cephesi
Yeni bina yapıldıktan sonra okul Üsküdar İlköğretim Okulu ve Özel Eğitim İş Okulu olmuş 2007-2008 eğitim Öğretim Yılı başında Bağlarbaşı İlkokulu'na dönüşmüş, 2013 sonrasında Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan eski bina günümüzde Beylerbeyi Sabancı Olgunlaşma Enstitüsü'ne bağlı, amacı Türk giyim-kuşam kültürünün tarihsel sürecini, üretim teknikleri, kullanılan malzemelerin sürdürülebilirliği ile birlikte araştırmasını yaparak, günümüz moda akımları ve imkanlarıyla yeniden yorumlamak olan Moda Akademisi olarak 2024-2025 yılı itibariyle, kursiyerlerine teorik bilgileri pratikte uygulama imkanı sunan eğitim faaliyetine devam etmektedir.

8 Temmuz 1906'da Saint Marie Fransız Okulu'nda 6. sınıf öğrencilerden Karagueuzian'a
verilmiş olan "Mention Honorable" (Onur Belgesi)

"Moda Tasarımı Teknolojileri" alanında 2 yıl enstitüde mesleki eğitim alan kursiyerler disiplinlerarası yaklaşımla kurgulanan tasarım-üretim atölyelerini gözlemlemekte, enstitü ürün ve siparişlerinin yapılmasında yer almakta; araştırma, tanıtım ve pazarlama bölümlerinin çalışma prensiplerini yakından incelemekteymiş. Bu durum muadil meslek liselerine göre kursiyerleri daha avantajlı konuma getirmekte, kursiyerler 1. ve 2. sınıfta Türkiye'nin ticari hacmi büyük hazır giyim markalarında devlet destekli staj yapma imkanına ve dileyen kursiyerlerin bir kısmı da hazır giyim firmalarında çalışma yapabileceklermiş. Kursiyerlere programı başarı ile tamamladıklarında da diplomanın yanı sıra bir ustalık belgesi verilecekmiş.

KAYNAKLAR:

1- İrem Nardereli Erdoğan, Bağlarbaşı Sainte Marie Fransız Okulu Restorasyon Projesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Ocak 2008

2- Ceren Gülser İlikan Rasimoğlu, Tanzimat, Hayırseverlik ve Kadın: Filles de la Charité Rahibelerinin Osmanlı İmparatorluğu topraklarına gelişi ve İstanbul'daki ilk yılları, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 20, Sayı: 4, Yıl: 2018

3- Pınar Erkan, Tanzimat'tan günümüze İstanbul / Kadıköy ve Üsküdar'daki Yabancı Okullar ve Azınlık Okulları, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Haziran 2001 


Bir sonraki yazı; 30 yılın ardından Üsküdar'ın Bağlarbaşı'sı ve dağarcığımdakiler;

BÖLÜM VIII:

ÖZEL SEMERCİYAN CEMARAN ve

KALFAYAN ERMENİ İLK VE ORTAOKULU





30 yılın ardından dağarcığımdakilerle Üsküdar'ın Bağlarbaşı'sı; BÖLÜM VI

 SAİNT VİNCENT de PAUL

FRANSIZ MİSYONER OKULU

Çinili Karakol'un köşesinden dönüp, eski adıyla Selamsız Mezarlığı, günümüz Yeni Dersane sokağına girip ilerlediğimde, sokağın sağında yeni ve kimliksiz sıradan apartmanların arasına sıkışmış, sol taraftaki bahçe içindeki tek katlı Selamsız Ucuz Evleri ile karşı karşıya olan, harabe halinde ancak dikkat çeken bir yapı ile karşılaşmıştım 1994'te. Benim için özel bir yer olduğu için (ki nedenini yazının devamında anlatacağım) daha sonraki yıllarda da bir çok kez onu görmeye gittim, yıllar içerisindeki gelişmeleri de izledim, gözlemledim hatırlıyorum.

Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu'nun 1952 yılındaki hali.

1983 yılında Selamsız Mezarlığı sokağının görüntüsü, Solda Saint Marie Fransız Misyoner Okulu ve ilerisinde Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu

Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu'nun 1983 yılındaki hali.



Gördüğümde Saint Vincent de Paul Fransız  Misyoner Okulu,
bu haldeydi, 1994. Fotograf: L. Civelekoğlu


Jacques Pervititch'in Ekim 1930 tarihli Sigorta haritalarının 76 numaralı paftasında
(1) Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu ve (2) Saint Marie Fransız Misyoner Okulu 
görülebilmekte. 


1966 yılında çekilmiş hava fotografında Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu.
İBB Arşivinden

1982 yılında çekilmiş hava fotografında Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu. Arka bahçede yer alan ahşap yapılar 1966 yılı hava fotoğraflarında görülse de, 1982 yılı hava fotoğraflarında bu yapılardan güney doğuda yer alanının çöktüğü görülmektedir.

Kemerli pencereleri, tuğla silmeleri, büyük kemerli giriş kapısıyla ilk bakışta beni çeken, bir zamanlar oldukça gösterişli olduğunu düşündüğüm bina o sıralar terkedilmiş, tüm pencereleri delikli tuğla ile örülmüştü; büyük bir ihtimalle binada ya bir çökme olmuş ya da çökme riski taşıdığı için girişleri engellemişlerdi. Giriş kapısı yol seviyesinden oldukça aşağıda kalmıştı ki bu durum bana binanın zaman içerisinde yol yapılırken kaldırımın yükselmesi sonucu çukurda kaldığını düşündürtmüştü.

Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994

Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994

Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994

Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994

Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994

Şu an geçen 30 senenin sonunda tam olarak hatırlayamıyorum binaya nasıl girdiğimi, ancak kesinlikle girdim, ama ön kapıdan, ama arka bahçeden. Ancak muhtemelen ön demir kapı zincir ve asma kilitle sıkı sıkıya kapatılmıştı. Ön kapıdan giremeyeceğimi anladıktan sonra bir kerteriz alıp dolaşarak arkadan ulaşmaya çalışmıştım, başarılı da olmuştum sonunda Çinili Karakol'un köşesinden Silahtarbahçe sokağa girip ordan da biraz ilerleyerek Heyamolacı çıkmazına girip sonuna vardığımda yarı yıkık taş bahçe duvarını ve çalı çırpıyı aşıp binanın büyük bahçesine ulaşabilmiştim, oradan içeri girmek de çocuk oyuncağıydı zaten artık o yıllarda, şimdi bu yaşımda mümkün değil tabii ki. O büyük bahçede beni karşılayan ilk şey o güne kadar gördüğüm en büyük manolya ağacıydı ki bu kadar büyüğünü yıllar sonra bir de Maslak Kasırları'nın bahçesinde görmüştüm. Oldum bittim çok severim manolya ağaçlarının o yağlı kalın iri yapraklarını ve bir türlü uzanıp koparamadığım o güzelim kadife yumuşaklığındaki beyaz çiçeklerini. Koparabilsem, hep özenmişimdir kendi evimde de yapabilmeye; Büyükada'daki evlerine gidişlerimizde, 1950’de baterist olarak Erdem Buri ve Arif Mardin (piyano) ile birlikte, Ray Brown’ un “That’s Earl Brother” parçasının 45’lik plak kaydını da yapmış olan dostluğunu hiç unutamadığım rahmetli Röné Koen'in (1931-1998) sevgili eşi Medi'nin salondaki sehpalarının üzerine yerleştirdiği yayvan bir cam vazo içerisine suda yüzermiş gibi yerleştirdiği şekilde bir manolya düzenlemesi yapmayı. Manolya ağacını geçince tahminimin doğru olduğunu görmüştüm, ne yazık binanın ön cephesi ve bazı kagir duvarları hariç döşemeleri tamamen çökmüş ve doğal olarak tehlikeli bir durum arzediyordu.

Binanın arka bahçeden görünümü, 1983

1994 yılında bahçedeki ek kagir yapının durumu

1994 yılında okulun merdiveninin durumu

Buna rağmen kendimi kollayarak ve çok riske girmeden, mesela sağlam gibi görünse de merdivenleri kullanıp üst katlara çıkmaya hiç yeltenmeden içerisini el verdiğince gezmeye, incelemeye çalışmıştım. Açıkcası pek bir şey kalmamıştı içeride, ne kapı, ne pencere, büyük bir ihtimalle her terk edilen binada olduğu gibi bunun içerisinde de bir takım insanlar sığınmış, belki de kapı, pencere gibi bulabildikleri ahşap parçaları yakarak ısınmaya çalışmışlardı. Yukarı çıkan ama pek güven vermeyen bir merdiven ve odalar vardı ki, güvenip onların da yukarıdan üzerime bir şeyler düşebilir endişesiyle pek içine girmeden öylece yüzeysel olarak bir araştırma yapmıştım. Binanın dışında, bahçe tarafında ona bitişik ancak ayrı duran bir bölüm vardı ki o henüz sağlam görünüyordu, en azından henüz çökmemişti; ona yöneldim. Büyük üç kanatlı kapıyı aralayıp içeri girdiğimde çok karanlık olduğu için bir süre hiç bir şey göremedim. Camlar vardı var olmasına ancak yılların kiri pası ile içeriye çok az ışık girebiliyordu. Gözlerim karanlığa alıştığında görebildiğim buranın darmadağın edilmiş bir ibadet mekanı olduğuydu, bir Chapel ile karşı karşıyaydım ve bende on an bıraktığı ilk izlenim, 6-7 Eylül 1955 pogromu'nda bir hışımla girilmiş, tarumar edilip kapısı kapatılıp çıkılmış ve bir daha da 39 yıl boyunca kimse ayak basmamış bir durumdaydı sanki. Olmaz olamaz değildi bu düşüncem zira o polgromdan Kuzguncuk gibi, Bağlarbaşı da nasibini almıştı muhakkak. Kuzguncuklu bir yazar olan Nedret Ebcim, “Üç Dinin ve Ünlülerin Buluştuğu Semt: Kuzguncuk” adlı kitabında o gün Kuzguncuk’ta da birtakım olayların olduğunu, ancak “semtin uygar, olgun, aydınlık halkı tarafından derhal saldırganlara müdahale edildiğini”, Kuzguncuk semtinin yukarı mahallesi Bağlarbaşı’ndan gelen, zıvanadan çıkmış bir güruhun, gayrimüslim halkın can ve mal güvenliğine tecavüz etmesini, başta semtin ileri gelenleri olmak üzere Kuzguncuk ahalisinin önlemiş olduğunu yazmıştı ki, söz konusu zıvanadan çıkmış güruh Kuzguncuğa gitmeden kimbilir kendi mahallelerindeki gayrimüslimlere neler yapmamıştı. Bir kaynakta, okulun sokağa açılan giriş kapısının üzerinde yer alan “Maison S.Vincent Ecole Française” yazısının 6-7 Eylül olayları esnasında, binanın gayrimüslim yapısı zannedilerek tahrip edilmesinin önlenmesi amacıyla beyaz boyayla kapatılmış olduğunu okumuş olmam da bu düşüncemde çok da haksız olmadığımın bir kanıtı olabilir.

Rıdvan Akar, 2003 yılında Toplumsal Tarih Dergisi'nin, 117 sayısı, 89'uncu sayfasında yer alan “İki yıllık gecikme: 6-7 Eylül 1955” başlıklı yazısında acı gerçeği şöyle aktarmıştı:

“Yassıada duruşmalarında şahitlik eden çiftçi Şevket Temiz ve Avukat Halim Said Kaylı’nın ifadelerinden alıntı yaparak, Demokrat Parti’nin 6-7 Eylül Olayları için Anadolu’dan kamyonlarla adam getirttiğini belirtmiştir; Çatalca’da çiftçilik yapan Şevket Temiz ise gece saat 04.30’da kamyonlar dolusu insanın İstanbul istikametine gittiğini görünce, benzincide duran kamyonlardan birine nereye gittiklerini soruyordu. Kamyondakilerden 'Babalık, İstanbul’da cümbüş var. Oraya gidiyoruz' yanıtını alan çiftçi merakını gideremez. 'Cümbüş ne ki?' diye sorduğunda ise kamyondakiler, 'filmi yarın seyredersin' diyip hep birlikte gülüşüyordu.”

6-7 Eylül olayları aslında, Kıbrısla ilgili olarak sadece Rumlara yönelik olmamış, olaylarda tahrip edilen işyerlerinin sadece %59’u Rumlara, geri kalan %17’si Ermenilere, %12’si de Yahudilere ait olduğu olaylar bittiğinde anlaşılmıştı. Olaylardan bir hafta sonra 12 Eylül 1955 günü, İsmet İnönü; Hakikatlerin ne kadar acı, hatta ne kadar utandırıcı olsa bile olduğu gibi gösterilmesi büyük milletimize karşı temize çıkmanın tek çaresidir.” diyecekti.

Nezih Uzel fotograf arşivinden

Yavaş yavaş dikkatli adımlarla hareket ediyordum zira belli ki ayaklarımın altında da yerlere atılmış kırılabilecek, ya da zaten kırılmış bir şeyler vardı, adım attıkça kırılan bir şeylerin seslerini duyabiliyordum o alacakaranlık içerisinde. Önce büyük boyutlu mobilyaları seçebildi gözlerim; bunlar kapının tam karşısında yer alan apsis'e yönelmiş olan ahşap sıralardı. 4-4,5 metre uzunluğunda yekpare cevizden yapılmış iki ucunda da koç başı şeklinde kolçakları olan yaklaşık 12-14 sıra öylesine bir şiddet görmüşlerdi ki hepsi domino taşlarına benzer bir şekilde apsise doğru birbiri üzerine devrilmişlerdi. Sol köşede sıraların en arkasında duran, mobilyası çok gösterişli, benim klavsen olduğunu tahmin ettiğim (ya da piyano) bir müzik aleti de sıraların üzerine devrilmiş durumdaydı. Önce onu incelemiştim, gerçekten çok güzeldi, beyaz tuşlarının kaplaması olan deve kemiği levhalar yerlere saçılmıştı, bulabildiklerimi toplayıp cebime atmıştım.

Fotograf: L. Civelekoğlu 1994
Fotograf: L. Civelekoğlu 1994

Şunu da söylemeliyim ki bu mekan yıllarca hiç kullanılmamış olmalı ki, tüm eşyaların üzeri kalın bir toz tabakası ile kaplı durumdaydı. Apsise doğru biraz daha yaklaştığımda sağda yolda yerlere devrilmiş ve kırılmış alçıdan yapılmış ve boyanmış aziz ya da azize heykellerini seçebildi gözlerim. Paramparça edilmişlerdi, ne olduklarını o an için anlamam pek mümkün değildi.

Fotograf: L. Civelekoğlu 1994

Fotograf: L. Civelekoğlu 1994

Fotograf: L. Civelekoğlu 1994

Apsiste ortadaki diğerlerinden biraz daha yukarıda üç adet yuvarlak kemerli ve kenarları alçı kortonpiyer ile çerçevelenmiş üç adet niş, onların önünde de sütunçeler ile taşınan basamaklı bir sunak yer almaktaydı. Nişlerin üzerinde duvarda haç işaretleri vardı ve ortadaki nişin içerisinde ya zaten baştan beri orda olan ya da oraya atılmış küçük bir ikonalık gibi bir dolap vardı.

Sağ taraftaki sunak. Fotograf: L. Civelekoğlu 1994

Mekanın duvarlarının tavan ile birleştiği hat bir kartonpiyer ile çevrilmişti. Duvarlarda alçı üzerine yapılmış kalem işi bezemeler yer almaktaydı. Apsisin sağındaki duvarda boya ile mermer taklidi boyanmış ahşaptan iki adet sütunçenin taşıdığı yine basamaklı bir sunak yer almaktaydı ve onun da üzerinde apsistekine benzer küçük bir ikonalık yer almaktaydı. Ayrıca fotografta da azıcık belli olan sunağın iki pencere arasındaki duvarda belli ki tahrip edilmiş, kutsal bir sahneyi betimleyen bir fresk vardı. Aynı sunağın bir benzeri sol taraftaki duvarda da vardı. Her üç sunak da büyük bir ihtimalle kutsal eşyaların, ikonaların, şamdanların yerleştirildiği yerlerdi. Basamaklı sunağın altındaki kaide bölümünde üç adet sivri kemerle bir bezeme yapılmıştı. Sıra yerlere bakmaya gelmişti, her yer kırık çıkık bir sürü parça ile kaplıydı ve her an birinin üzerine basıp daha fazla parçalanmalarına neden olabilirdim, belki oldum bile. O tozun toprağın arasında, baş ve işaret parmaklarıyla bir kalem ya da dal parçası tutan bir sağ el parçası sonra da bir göz ile göz göze geldim, farkettim ki o göz bana bakmakta; bu az önce bahsetmiş olduğum alçı heykellerden birine ait bir gözdü muhakkak, eğilip o parçayı aldım ve onun etrafında onunla uyum sağlayacak parçaları araştırdım ve bir kaç tane de bulabildim; tabii ki onları da anı olarak yanıma almayı ihmal etmedim. Daha sonraları o parçaları birleştirdiğimde, sakallı bir yüzün yaklaşık yüzde seksenini elde edebildim. O yüzün az önce yerde yatar vaziyette gördüğüm bir aziz heykelinin yüzü, bulduğum kalem ya da bir çiçek dalı tutan zarif sağ erkek elinin de onun eli olduğunu çıkarttım sonuçta.













Araştırdığımda o yüzün ve elin ait olduğunu teşhis ettiğim kırık alçı heykelin, Roma Katolik ve Protestan kilisesi inanışlarına göre evrensel kilisenin baş azizi ve koruyucusu olarak kabul edilen, müslümanlıkta Yûsuf en-Neccâr olarak tanımlanan, Nasıralı marangoz Yusuf, Meryem'in hala bakireyken hamile kalmasından sonra onunla evlendiği söylenen eşi, İsa Mesih'in dünyevi babası Saint Joseph olduğunu tesbit edebildim.

Yerde kırılmış olarak gördüğüm alçı heykel
muhtemelen buna benziyordu.

Heykel sol kucağında çocuk İsa'yı taşımakta ve sağ elinde de iffetin sembolü olan ve kutsal üçlüyü (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) de temsil ettiğine inanılan bir zambak (Fleur de lys / fleur de lis ) tutmaktadır. Genel olarak tüm betimlemelerde Kutsal Üçlü'yü temsil etmek için üç zambak çiçeği kullanılmaktadır. Bakire Meryem ve Saint Joseph sıklıkla “fleur de lis” ile tasvir edilen azizler arasında yer almaktadır. Heykelde dikkatimi çeken diğer önemli ayrıntı da Saint Joseph'in kucağında oturan çocuk İsa'nın sol eliyle kucağında bir küre tuttuğu, sağ eliyle de (sağ elin baş parmağı ile yüzük parmağının uçlarını birleştirerek) takdis işareti yapmasıydı ki bu daha sonra araştırmalarımda karşıma çıkan hemen hemen tüm Saint Joseph betimlemelerinde karşılaştığım bir görüntüydü.



Çocuk İsa'nın bu ikonografik kompozisyonu “Pantokrator İsa”yı göstermektedir. Genellikle İsa'nın sol elinde Kitâb-ı Mukaddes (İncil) tutarken sağ eli ile de takdis yapar halde tasvir edildiği ve İsa'nın “kainatın efendisi” olarak anlamlandırıldığı bu sahne Hıristiyan sanatında çokça kullanılmış sembolik anlatımlardan birisidir. Örneğin bunlardan belki de en ünlüsü Leonardo da Vinci'ye atfedilen ve tartışılan İsa'nın “Salvator Mundi” (Dünyanın kurtarıcısı) olarak betimlendiği tablodur. Tabloda İsa sağ elini kaldırmış bir şekilde kutsama (takdis) yaparken, sol elinde de kristal bir küre tutmaktadır.

Benim gördüğüm St. Joseph'in alçı heykelindeki çocuk İsa da benzer şekilde bir üzerinde haç taşıyan bir küre (Globus cruciger) tutmaktadır. Yunanca “ Stavroforos Sphaira” denen bu sembol Orta Çağ'dan beri bir Hristiyan otorite sembolü olarak, madeni paralarda, ikonografide ve kraliyet kıyafeti olarak bir asa ile birlikte (İngiliz Kraliyeti'nde olduğu gibi) kullanılmıştır. Globus ve üzerindeki haç Mesih'in (İsa) dünya üzerindeki egemenliğini temsil eder. Elinde Globus cruciger tutan en ünlü çocuk İsa heykeli, Çek Cumhuriyeti'nin Prag kentinde Malá Strana'daki “Discalced Carmelite Church of Our Lady of Victories” kilisesi'nde bulunan, 16. yüzyılda yapılmış, İspanyol kökenli balmumu kaplı ahşaptan “Praglı Bebek İsa” olarak bilinen heykeldir. Kiliseyi ziyaret edenler turistik olarak hediyelik olarak hazırlanmış kartları aldıklarında, kartın arkasında Prag'lı Bebek İsa'ya yapılan buna benzer dualar ile karşılaşırlar:

Discalced Carmelite Church of Our Lady of Victories Kilisesi'nde bulunan
Praglı Bebek İsa

“Ey Bebek İsa, Sana sığınıyorum ve Kutsal Annenin şefaati aracılığıyla ihtiyacımda bana yardım etmeni istiyorum, çünkü İlahiliğinin bana yardım edebileceğine kesinlikle inanıyorum. Kutsal lütfunu elde etmeyi umuyorum. Seni tüm kalbimle ve ruhumun tüm gücüyle seviyorum. Tüm günahlarım için gerçekten üzgünüm ve onları yenmem için bana güç vermeni yalvarıyorum, Ey iyi İsa. Seni asla gücendirmeyeceğim ve sana acı çektirmektense acı çekmeye hazırım. Şu andan itibaren tam bir sadakatle hizmet etmek istiyorum ve senin sevgin için, ey ilahi çocuk, komşumu kendim kadar seveceğim. Her şeye gücü yeten çocuk, Râb İsa, tekrar yalvarıyorum sana, bu ihtiyacımda bana yardım et. Bana Meryem ve Yusuf (St. Joseph) ile birlikte sonsuza dek sana sahip olma ve göksel mahkemende kutsal meleklerle sana tapınma lütfunu ver. Amin”

Bazı fotograflarda “Praglı çocuk İsa” heykelinin farklı renkte giysiler içerisinde görünmesinin bir anlamı varmış; heykelin hayırseverler tarafından bağışlanan çeşitli değerli taşlarla süslenmiş, altın işlemeli giysiler ve ipek kumaşlar ile heykel için özelleştirilmiş el yapımı dantellerin de yer aldığı, hatta günümüze kadar korunan Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa ve İmparator I. Ferdinand'ın hediye ettikleri giysileri de varmış. 1713 yılından itibaren heykelin giysileri ayin kurallarına göre değiştirilmeye başlanmış. Sıradan günlerde Yeşil, Oruç, Mum Günü ve Noel öncesi dört hafta Mor, Noel'de ve Paskalya'da Kırmızı veya Altın, “Assumptio Beatae Mariae Virginis”te (Meryem'in Göğe Alınışı ya da Meryem'in Göğe Kabulü) ve Tertemiz Gebe Kalma (Meryem'in İsa'ya mucizevi bir şekilde hamile kalması) kutsal bayram günlerinde de Kraliyet Mavisi bir giysi kullanılırmış.

Benzer başka parçalar da buldum, mesela Meryem Ana'ya ait olduğunu düşündüğüm yarım bir çehre, dua eder gibi birleşmiş iki el figürü ve bir kaç parça daha. Bir de bir zamanlar büyük bir ihtimalle tavanda asılı olup da vandalların parçaladığı kristal avizeden bir kaç kristal parça; şimdi nereye sakladığımı unuttuğum küçük öğrencilerden birine ait, adı ve numarası da yazılı olan küçük bir cep incil'i (évangile) ve belli ki biraz daha araştırsam o karmaşa içerisinde başkalarını da bulabilecektim, ki bulduğum Hz.İsa ile ilgili dini sahnelerin gösterildiği taş baskısı bir duvar resmini unutmamalıyım. Bu resmin altında “III.ͤ Station” yazmaktaydı ki bu Hıristiyanlık (daha ziyade katolik) metinlerinde “3. Durak” anlamına geliyormuş ve karşılığı: “İsa İlk Defa Düşer” söylemiyle onun ilk kez yere kapaklandığı sahneyi betimliyormuş.


Yırtılmış parçaları birleştirdiğimde, eksiklere rağmen böyle bir tablo ortaya çıktı.


Araştırdığımda bu betimlemeler ile ilgili olarak şu bilgilere ulaştım: Yeni Ahit'te de bahsi geçen Judea'daki (Filistin Bölgesi'nin güneyinde yer alan ve adını İbrani din büyüğü Yakup'un oğlu olan Yehuda'nın alan bazı devletler) Roma valisi Pontius Pilatus'un Kudüs yakınlarındaki Golgota tepesindeki Praetorium'undan (adını, Büyük Hirodes'in Kudüs'te ikamet ettiği yere atıfta bulunan daha önceki Roma kullanımından alan saray) bazı kaynaklarda da eski Antonia Kalesi'nden Mesih İsa'nın mezarına (Kutsal Kabir Kilisesi) kadar izleyen, yaklaşık 600 metre uzunluğundaki dolambaçlı rota üzerindeki Haç Yolu'nun 14 Haç Durağı'nı izlemek, özellikle Lent (hıristiyanlarin sadece hayvansal gidaları yememek kaydi ile tuttukları 40 gunluk oruç, büyük Perhiz) ve Paskalya hazırlığı sırasında cemaatlerde popüler bir ibadet olmuş ve bu yol 16. yüzyılda, Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu) veya sadece Haç Yolu olarak adlandırılmış. Aslında bu Haç Yolu, MS 313 yılında, Hristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru olan, diğer pek çok dinle birlikte Hristiyanlığa da yasal statü kazandıran Milano Fermanı'nı yürürlüğe sokan, Konstantinopolis (İstanbul) kentinin ve Doğu Roma İmparatorluğu'nun "Megas/Büyük" lakabıyla anılan kurucusu I. Konstantin (Flavius Valerius Constantinus, MS 272-337) tarafından, bu yol önemli duraklarıyla işaretlenmişti.
Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu) üzerinde III. Durak

Kutsal toprakların 9. Osmanlı padişahı I. Selim, (Yavuz Sultan Selim, 1470-1520) döneminde 1516-1518 yılları arasında yaptığı Doğu Seferi sırasında fethedilmesi sonrasında o bölgenin kontrolü Müslümanlara geçmişti. Yavuz Sultan Selim'in torununun oğlu 12. Osmanlı padişahı III. Murad (1546-1595) zamanında 1587'den itibaren ise Belçikalı bir yargıç olan Giovanni Zuallart (Giovanni Zuallardo veya Jean Zuallart, 1541-1634), 1608'de Anvers'te yayınladığı “Le tres devot voyage de Ierusalem” (Kudüs'e Üç Dindar Yolculuk) adlı seyahatnamesi'nde aktardığına göre, Müslümanlar tarafından “herhangi bir kimsenin durmasının, (istasyonlara) duraklara başı açık bir şekilde saygı gösterilmesinin veya başka bir gösteri yapılmasının” yasaklandığı ve temelde Kutsal Topraklar'da bu bağlılık bastırılmıştı. Osmanlılar Kutsal Topraklar'a erişimi engellediğinde, durakların kopyaları bazı popüler dini merkezlere, çoğu tanınmış sanatçılar tarafından üretilmiş ve günümüzde şaheserler olarak kabul edilen semboller yapılmıştı. XVII. yüzyılın sonunda kiliselerde durakların dikilmesi daha popüler hale gelmişti. Müslüman baskısı nedeniyle az sayıda insanın Kutsal Topraklara seyahat edebildiğini fark eden Papa XI. Innocent'in 5 Eylül 1686'daki talimatıyla Fransiskanlara bu istasyonları/durakları kiliselerine dikme hakkı ve verilmiş ve aynı hoşgörülerin, gerçek bir hac yolculuğundaymış gibi ibadeti yerine getiren sadık hacılara da verilmesini emretmişti. 10 Mayıs 1742'de de Papa XIV. Benedikt Haç Durakları'nın doğru kurulumunu ve kullanılacak malzemeleri düzenlemiş, tüm rahipleri kiliselerini, 14 durakta ritüeline göre kutsanmış ahşap haçlar konulmasını, bunlara resmedilmiş ve yontulmuş sahnelerin eşlik etmesini isteyerek, Kiliseleri Haç Yolu ile zenginleştirmeye çağırmıştı.

Beş yıl sonra, 16 Ocak 1731'de de Papa XII. Clement, Hollanda asıllı ve 29 Ocak 1522 - 14 Eylul 1523 tarihleri arasında Papalık yapan Papa VI. Adrian (VI. Hadrianus, 1459-1523) tarafından 10 Mayıs 1522'de ilan ettiği “iki günlük mesafede hiçbir piskopos bulunmadığında, neredeyse tüm piskoposluk yetkisini" kullanmalarına izin veren “Exponi nobis” papalık fermanıyla bunu genişleterek Haç Duraklarını, bir Fransisken rahip tarafından yapılması şartıyla herhangi bir kutsal yere (bölgesel kiliseler, şapel, manastırlar..) konulmasına izin vermişti. İsa'nın ölüme mahkûm edilmesinden mezarına konulmasına kadar 14 durağı İtalyan Fransiskan rahip San Leonardo da Porto Maurizio ( 1676-1751) düzenlemişti. 1862 de Vatikan'ın bir kararnamesi ile de rahiplerin kendi kiliselerinde “Haç Yolu”nu kurmalarına izin verilmişti. Bu Haç Yolu kilisenin içinde düzenlenmiş on dört resim, haç veya diğer sembollerin önünde durularak dualar edilen bir geçit törenidir.


Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu)

Kutsal metinlerde “III.ͤ Station” (3. Durak) ile ilgili olarak şunların yazıldığını gördüm: “İsa, düştün ve haçın ağırlığı altında bile hemen ayağa kalktın. Yorgun ve kanıyordun, ama yine de ayağa kalktın çünkü Tanrı Babana inanıyordun ve O'na güveniyordun. Kendi ölümüne yürüyordun, ama devam ettin. Seni seven insanların sana sırtını dönüp senden nefret ettiğini görmek çok acı verici olmalı.” Burdan hareketle buna benzer daha 14 adet daha resim olabileceğini gerekirken o gün onları görememiştim. Bu 14 sahneden oluşan duraklar sırasıyla; 1. “İsa ölüme mahkûm ediliyor”, 2. “İsa Haçı taşıyor”, 4. “İsa annesiyle buluşuyor”, 5. “Kireneli Simon'un İsa'nın haçı taşımasına yardım etme istiyor”, 6. “Veronica İsa'nın yüzünü siliyor”, 7. “İsa ikinci kez düşüyor”, 8. “İsa Kudüslü kadınları teselli ediyor”, 9. “İsa üçüncü kez düşüyor”, 10. “İsa'nın giysileri soyulur”, 11. “İsa çarmıha gerildi”, 12. “İsa çarmıhta ölür”, 13. “İsa çarmıhtan indiriliyor” ve “Çarmıhın 14. Durağı: İsa'nın Mezara Konması” temalarını betimlermiş.

İngiliz laik Roma Katolik kilise sanatçısı, mistik, popüler din yazarı ve şair Caryll Houselander (1901-1954) “The way of the cross” (Haç yolu) adlı kitabında 3. Durak için şunları yazmıştı: “İsa, Calvary'ye (Golgota olarak da anılan, İsa'nın çarmıha gerildiği Kudüs yakınlarındaki tepenin adı) giden yolun ilk adımında tökezler ve düşer. Dizlerinin üzerinde topraktadır! … İsa'nın altına düştüğü haç, çoğu sıradan insanın altına düştüğü haçtır… yetişkin hayatının başlangıcında; maddi bir haç, neredeyse herkesin omuzlaması gereken maddi mücadelenin yükü. Mesih Kendisini bizimle özdeşleştirdiği için, içimizdeki ilk düşüşün aşağılanmasını çektiği için, sevgisi onu dönüştürür. Yaranın kendisi bizi iyileştirebilir. İlk düşüş, ilk gerçek öz-bilgidir. Şimdi zayıflığımızı biliyoruz, hayatın zorlukları karşısındaki çaresizliğimizi, sorumluluklarımızı omuzlayamamamızı biliyoruz. Kendi başımıza ayağa kalkamayacağımızı, yükü ikinci kez kendi başımıza omuzlayamayacağımızı, kendimize duyduğumuz aşağılamayla veya başkalarının alaylarıyla kendi başımıza yüzleşemeyeceğimizi biliyoruz. Şimdi tamamen Mesih'e bağımlı olduğumuzu, O'nun içimizde hareket etmesine, Kendisini içimizde yükseltmesine ve bizi O'nda yükseltmesine bağımlı olduğumuzu fark ediyoruz. Onun zayıflığı bizim gücümüzdür.”

Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu)

Tam kırık küçük alçı heykel parçalarını ve diğer küçük taşınabilir parçaları toplamış ceplerime, çantama yerleştirip mekanı terk etmek üzereydim ki kapı kanadının hemen içinde yerde, girerken farketmediğim bir kaç parçaya ayrılmış bir şey dikkatimi çekmişti. Dikkatle baktığımda bunun kilisenin girişinde duvara monte edilmiş mermer bir kutsal su haznesi (holy water font) olduğunu farkettim. Yarım daire şeklinde, istiridye kabuğunu andıran bir formu olan bu parça da, ne yazık ki vandal saldırıdan nasibini almıştı. Sonradan öğrendim ki Fransızca'da bunlara “Bénétier” denirmiş. Rivayete göre istiridye kabuğu şekli eskiden beri Hristiyan yaşamının bir yolculuğa benzetilmesi anlamında imge olarak kullanılırmış. Belli ki duvara monte edilmesi için yapılmış olan arkasındaki uzantısı kırılarak, o parçası duvarda kalacak şekilde ağır bir darbe ile yerinden çıkmış ve yere savrulmuştu. Tabii o hınç dolu kuvvetli darbe ile hazne de parçalanmış dağılmıştı. Çoğu parçasını bulup toparlamıştım, ancak yine de eksik parçalar vardı ancak o toz toprağın içerisinde onları bulmak mümkün olamamıştı. Onları da alıp, arkama son bir kez daha bakıp o küçük chapel ile vedalaştım.


“Holly water font” (Vaftiz su kabı), genellikle bir kilisenin girişine yakın bir yere yerleştirilen, bir rahip veya diyakoz (papaz yardımcısı) tarafından kutsanan kutsal suyu içeren bir kaptır. Katolik kiliselerinde, kiliseye girerken kutsal suyu kullanarak sağ eli suya sokup istavroz çıkarmak (haç işareti yapmak) adettendir. Kutsal su kabı, Hristiyanlar tarafından kiliseye girmeden önce abdest almak için erken kilise zamanından beri kullanılan cantharus'un bir türevidir.

Erken Hıristiyanlık döneminde, Müslümanlıkta olduğu gibi kiliseye girmeden önce, “ruhun günahlarından arınması ve yaratıcıya teslim olmayı” sembolize eden bir abdest alma seremonisi varmış ve bunun için kiliselerin girişinden önce (eksonarteksinde) abdest alabilmeleri için kullanılan bir çeşme (şadırvan gibi) olurmuş. Phiala ya da Cantharus olarak da adlandırılan bu çeşmede el, yüz ve ayaklar yıkanır ve o şekilde kiliseye girilirmiş, ki aslında bu abdest alma uygulaması bir yahudi geleneğiymiş.


İlerleyen dönemlerde abdest almak için kullanılan bu canthariler (cantharus) giderek onun bir türevi olarak, hemen kapı yakınına yerleştirilen bu kutsal su haznelerine dönüşmüş. Bu kutsal su hazneleri Katolik ve birçok Lutheran ve Anglikan kilisesinde, kiliseye girerken kutsal suyu kullanarak haç işareti yapmak* için kullanılmaktadır. Bu kutsal su, bir rahip ya da diyakoz** tarafından önceden kutsanırmış.

İstanbul'daki Ayasofya'nın (Hagia Sophia Kilisesi) dışında yer alan bir kutsal su kaynağının üzerinde; MS 380'den MS 381 yılına kadar Konstantinopolis Başpiskoposu olarak görev yapan erken dönem Roma Hristiyan ilahiyatçısı ve piskoposu Nazianzus'lu Gregory'ye (MS 329- MS 390) atfedilen bir Yunan palindromu***nda (palindrome), Sadece yüzünü değil, günahlarını da yıka” anlamına gelen, ΝΙΨΟΝ ΑΝΟΜΗΜΑΤΑ ΜΗ ΜΟΝΑΝ ΟΨΙΝ” (Nipson anomēmata mē monan opsin) yazısı bulunuyormuş.

Su ile vaftiz Ortodoks Kilise'sinde suya girmeyi gerektirirken, Katolik Kilisesi'nde ise bu su serpmekten ibarettir. Liturjileri (ayinleri) Katolik Hıristiyanlardan farklı olsa da Doğu Ortodoksları da Katolikler gibi kiliseye girdiklerinde kendilerini kutsal suyla kutsamasalar da, genellikle kilisenin narteksine (giriş) yerleştirilen bir çeşmede bulunan bir miktar kutsal suyu isterlerse evine götürebilirler, evlerine serper, hatta yemeklerinde kullanırlarmış. Roma Katolik Kilisesinin ritüellerinde dört farklı kutsal su kullanılırmış. Koruyucu olarak çok az tuz katılarak vaftizlerde ve kutsamalarda, az miktarda chrism, [myrrh (mür: tıp, parfümeri ve tütsülerde kullanılan dikenli bir ağaç türünden elde edilen bir sakız reçine) myron, (Yunanca parfüm; hoş kokulu yağ; en yüksek kutsallık seviyesine sahip yağ), kutsal mesh yağı (fesleğen yağı) ] ve kateşum yağı katılarak “Gregoryen suyu” adıyla kilise vaftizlerinde, az miktarda şarap, tuz ve kül katılarak kilisenin kutsanmasında ve evde kullanmak üzere Paskalya pazarında sağdıçlara dağıtılan Paskalya suyu.

Çarmıha gerilerek ölüme terk edilen İsa ölmeden önce öğrencilerine bir uyarıda bulunarak: “Beni izlemek isteyen her gün kendi çarmıhını yüklensin ve ardımdan gelsin." demiştir. (Matta 10:38) / (Markos 8:34) / (Luka 14:27)

İşte bu haç çıkarma eylemi, hıristiyanların onu izlediklerini ya da andıklarını ifade eden bir simgedir. “Ben İsa'ya iman ediyorum”, anlamına gelir.

Bu kutsal su olayı, suyun kutsallığı ilginç bir konudur; neredeyse bütün inanışlarda farklı ritüellerle de olsa bir kutsal su kavramı vardır. Kutsal suyun kötülüğe karşı koruma, arınma amaçlı bir ayin olarak kullanımı, Hristiyanlıktan Sihizm'e kadar birçok dinde yaygındır. Pagan dinlerde, tapınaktan alınan bir meşalenin içinde söndürülmesiyle khernips adı verilen kutsal su yaratılır. Musevi’lerde kutsal su, toprak bir kaba su alınıp, çadırın döşemesinden biraz toprak atılmasıyla elde edilir. Sihizm'de iyileştirici güçlere sahip olduğuna ve kişinin karmasını arındırdığına inanılan amritsar veya amritsarovar adı verilen kutsal bir su havuzunda yıkanılır. Keza buna benzer bir şekilde Hinduizm'de de arınmak ve kötülüklerden korunmak için en kutsal nehir olarak kabul edilen Ganj nehrinde yıkanılır. Budizm’de su yine bir kaba konularak, toprak, ateş ve hava elementlerini temsil edecek şekilde üzerinde bir mum yakılıp söndürülen su, kötülüklere karşı koruyuculuğuna inanılarak evlerde tutulur. Müslümanlık’ta kötülüklerden korunmak ve arınmak için Mekke'deki Kabe yakınlarındaki bir kaynaktan çıkan Zemzem suyu içilir ya da evleri kötülüklerden arındırmak için etrafa serpilir.

Kaçımız çocukluğunda sınav günü kapıdan çıkmadan önce, evdeki büyüklerden babaanne veya anneanne ya da anne tarafından okunmuş bir bardak su içmedi ki…Geçenlerde okudum da bu “okunmuş suyun” da suyunu çıkartmışlar sonunda!.. Hollanda merkezli bir şirket suda eriyebilen Kur’an sayfaları üretmiş. Patates nişastasından üretilen kağıtlara sağlığa zararsız olduğu iddia edilen bir mürekkeple basılan ve suya atılınca eriyen bu Kur’an sayfaları 30-40 Euro’dan başlıyan fiyatlar ile satılıyormuş…😂

Çok iyi hatırlarım ki dini bayramların arifesinde yıkanmak bizim evde bir gelenekti. Hatta annem beni, her ne demekse artık, “arife suyu” ile yıkar, en sonunda da çıkmadan önce başımdan aşağı, eliyle şap şap vurarak okuduğu üç hamam tası su dökerdi… “Su gibi gitsin, su gibi gelsin” diyerek su dökmez miyiz yolculuğa çıkanların ardından? Mesela içmesi için su verdiğimiz bir büyüğümüzden kimbilir kaç kez duymuşuzdur “Su gibi aziz ol” hayır duasını… Kimbilir daha ne çok inanış ve ritüel vardır suyun gücü ve kutsallığı üzerine. Ayrıca, su hayattır; okumadık mı, hayatın tek hücrelilerle sularda başladığı öğretilmedi mi bize zaten…

Sator Karesi

Buna benzer bir palindromu, 2007 yılında Barselona seyahatim sırasında Antoni Gaudi'nin (1852-1926) ünlü La Sagrada Familia (Kutsal Aile) Bazilikası'nda görmüştüm. Aslında o da bir palindromdu ancak rakamlardan oluşuyordu ki ona daha ziyade “Sator Karesi” ya da “Kriptogram” (şifrelenmiş kısa bir metin parçasından oluşan bir tür bilmece) deniliyor. Aslında “SATOR/AREPO/TENET/OPERA/ROTAS” kelimelerinden oluşan ve Antik Roma döneminden kalan, 5X5'lik bir kare içerisinde beş harflik beş kelimeden, ve her şekilde okunduğunda aynı ifadeleri veren ve bu güne kadar bir çok bilimsel tartışmaya neden olsa da gerçekte ne anlama geldiği konusunda henüz bilim adamlarının kesin bir sonuca varamadığı, genel anlamda bu tür şifreli yazılar ya da rakamlardan oluşan bilmecemsi (ister harflerle ister rakamlarla olsun) palindromlara, Sator Karesi deniyor.


Bilindiği gibi La Sagrada Familia tamamlanamamış bir bazilika ve yıllardır tamamlanmaya çalışılıyor. Antoni Gaudi'nin vakitsiz ölümü üzerine onun zamanında tamamlanamayan bazilikanın diğer bölümleri onun anlayışına uygun olarak yeniden inşa ediliyor. Bazilikanın güneybatı cephesi de bunlardan biri. “Tutku Cephesi” denilen güneybatı cephesi'nin tamamlama görevi de İspanyol heykeltraş ve ressam Josep Maria Subirachs i Sitjar'a (1927-2014) verilmiş. Subirachs, Antoni Gaudi'nin tarzından hiçbir taviz vermeden ancak Gaudi'nin heykelleriyle karıştırılmaması ve kendi sanatsal tarzında tamamlamasına izin verilmesi koşuluyla kabul ettiği bu işi tamamladığında bu cephedeki heykeller ve gördüğümde beni bir grafiker olarak çok etkileyen büyük madeni (büyük bir ihtimalle bronz) kapının üzerine yerleştirdiği 4X4'lük bir kare içerisinde rakamlardan oluşan bir kriptogram, popüler sembollerden biri olmuştu.

Karenin içerisindeki rakamlar 310 farklı kombinasyona kadar işleme (saymaya) izin veren ve her kombinasyonda, 16 sayıdan oluşan bu rakamların (yatay, düşey, çapraz vb. şekillerde) toplamının 33'ü verdiği ve 33 toplam rakamının Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği zamanki yaşını işaret ettiği söylenmektedir. Ayrıca Hıristiyan inancında olanlarca, bunun 33 melek sayısını gösterdiğine, dürüstlük, cesaret, disiplin ve şefkati sembolize ettiğine ve ayrıca da kendilerine göz kulak olunduğu, korunduğu ve ruhsal yolculuklarında güven ve zerafetle ilerlemeleri için güçlendirildiği yönünde güven verici bir işaret olduğuna inanılıyormuş. Bir başka iddiaya göre de 33 rakamını oluşturan 3 sayısı aslında Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'u yani kutsal üçlüyü işaret etmekteymiş.


*haç işareti yapmak: istavroz çıkarmak. Kutsal Üçlemeyi; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u (teslis) temsil eden istavroz, kökü haç anlamına gelen “stavros” kelimesinden gelmektedir. Latincede ise haç işaretinin karşılığı “Signum Crucis”dir. Hristiyanlar'ın bir aziz heykeli ya da ikonası önünde veya kiliseye girerken kutsal su haznesine ellerini sokup sonra da elleriyle haç işareti yapmalarına da istavroz çıkartma denir.

**diyakoz: kiliselerdeki üç yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı.

***palindrome: Hem düzden hem de tersten aynı okunabilen bir kelime veya cümledir ve her iki yönde de anlamı aynıdır. “Anastas mum satsanA gibi”...

Daha önce de yazdığım gibi bu binayı ziyaretim bu ilk seferle kalmamış daha sonrasında zaman içerisinde iki ya da üç kez daha görmeye gitmiştim. Aslında ikinci kez gidişimin bir amacı vardı, daha önce bulduğum parçaları evde birleştirmeye çalışmış, o alçı yüz parçasına ya da mermer Vaftiz su kabına ait daha fazla parça bulabilir miyim düşüncesiyle bir kez daha araştırmak istemiştim. Epeyce araştırmama rağmen çok da başarılı bir sonuç alamamıştım ancak o ilk seferde nasıl olduysa dikkatimi çekmeyen özel bir şeyi keşfetmiştim. Tepetaklak ve ters yüz olmuş vaziyette olduğu için ilk seferde farketmediğim o şeyin güzelliği döndürünce ortaya çıkmıştı. Bir değil iki taneydiler üstelik, ancak birisi çok fazla parçalanmıştı, neyse ki diğeri epey hırpalanmış olsa da bütünlüğü bozulmamıştı. Bunlar daha önce gördüğüm aziz ya da azize heykellerinin üzerine yerleştirildiği taban vazifesi gören cherub (melek) dekorasyonlu duvar konsollarıydı.

İnternette araştırdığımda bulduğum benzer bir örnek

O gün bir an için en azından bu sağlam olanı almayı, evime götürmeyi düşünmedim değil, ancak hem ağır olduğu için, hem de birileri görür de başım belaya girer diye bu niyetimden vazgeçmiştim. Kabaca formu ters çevrilmiş kare tabanlı bir piramidin yarısı gibi olan bu konsolun ön yüzünde kanatlarıyla bir cherub* iki eli ile karın hizasında üzerinde ışın saçan bir yıldız kabartması ve tepesinde haç olan eliptik bir kalkan tutar şekilde tasvir edilmişti. Bence bu ışık saçan yıldız, İncil’de de Beytlehem Yıldızı olarak geçen yıldızdır ve Hz. İsa'yı temsil etmektedir. Rivayet edilir ki, Hıristiyanlar bakire ve ölümlü bir anneden doğan Hz. İsa'nın kışın gündönümünün olduğu günün ertesi günü, yani 25 Aralık gününde doğduğuna inanmaktadır. Onların inanışlarına göre doğudan bir yıldız doğmuştur. İsa’nın Roma İmparatorluğu tarafından Yahudiye eyaletine atanan Yahudi Kralı Hirodes (MÖ 74-MÖ 4) devrinde Yeruşalim’in (Kudüs) yaklaşık 10 km güneyinde bulunan Beytlehem Kenti’nde doğmasından sonra bazı yıldızbilimciler doğudan Yeruşalim’e gelip, Yahudiler’in Kralı olarak doğan çocuk nerede? Doğuda O’nun yıldızını gördük ve O’na tapınmaya geldik.” demişlerdi. Kral Hirodes bunu duyunca kendisi de bütün Yeruşalim halkı da tedirgin olmuş ve bütün başkâhinleri ve halkın din bilginlerini toplayarak onlara Mesih’in nerede doğacağını sormuştu. Kahinler “Yahudiye’nin Beytlehem Kenti’nde” demişler, bunun üzerine Kral Hirodes yıldızbilimcileri çağırıp onlardan yıldızın göründüğü anı tam olarak öğrenmiş ve “Gidin, çocuğu dikkatle arayın, bulunca bana haber verin, ben de gelip O’na tapınayım” diyerek onları Beytlehem’e göndermişti. Yıldızbilimciler, kralın emriyle yola çıkmış, doğuda görmüş oldukları yıldız onlara yol göstermiş, doğan çocuğun bulunduğu yerin üzerine gelince de yıldız durmuştu.

Kalkanın en altında da üçgen formu sonlandıran stilize bir istiridye kabuğu yer almaktaydı. Özellikle yüzüne çok fazla darbe almış olsa da yüz hatları yine de belli olabiliyordu. O da diğer alçı heykeller gibi çok güzel bir şekilde renklendirilmiş, yer yer de varak boya ile zenginleştirilmişti.

*Cherub: ibrahimî dinlerinde “kərūḇ”, islamiyette “al-karubiyyin”, "cherubim" veya “al-muqarrabin” adları ile anılan Cennet Bahçesi'nin girişini korumak gibi birçok farklı rol atfedilen Tanrı'ya yakın en yüksek meleklerdendir.

Bu gidişimden epey bir süre geçtikten sonra şansımı bir kez daha denemek üzere tekrar yola çıkmış ve yine aynı yolu kullanarak arka bahçeden o yıkıntıya girmiştim. Umudum bir kez daha ortalığı iyice araştırıp eksik olan parçalardan bazılarını bulabilmekti. Ancak beni şok eden bir manzara ile yüzyüze gelmiştim, chapelin kapısını açtığım an dona kalmıştım. Mekan tamamen boşaltılmış, hiç bir şey kalmamıştı, ne klavsen sandığım müzik aleti, ne ceviz ağacından yapılmış sıralar, ne kırık alçı heykeller, ne de Cherub dekorasyonlu duvar konsolları, hiç bir şey kalmamıştı, hatta yerlerdeki kırık parçalar bile süpürülmüş, mekan tertemiz edilmişti. Hiç beklemediğim bir durumla karşılaşmıştım, ne olmuştu da böyle tertemiz edilmişti. Belli ki benim dışımda birileri daha burayı keşfetmiş ve para edebilecek olan şeyleri toparlayıp gitmişti, ama sonradan bana bu da çok saçma geldi; öyle olsa neden yerlere varıncaya kadar temizlensin ki...

Nezih Uzel fotograf arşivinden, işte o mekanın içindeki her şeyin yok olduğu an.

Bunu çok sonra bu yazıyı yazmak üzere araştırma yaptığımda anlayabilecektim, anlaşılan o sıralarda birileri düğmeye basmış ve mekan kurtarılmak ve restore edilmek üzere ele alınmıştı. Umudum bir kez daha boşa çıkmış, bulmayı beklediğim o eksik parçaları bulabilmemin mümkünatı kalmamıştı artık. Morali bozulmuş ve elim boş olarak yeniden arka bahçeden arabamı parkettiğim çıkmaz sokağa doğru yönelmiştim ki ilerde bahçe duvarının biraz daha solunda bir yığuntı dikkatimi çekmişti; o tarafa doğru gittiğimde bunun içerdeki çer çöpün yığıldığı bir küme olduğunu farketmiştim. Chapelin içerisindeki sağlam eşyaların dışında kalan kırık dökük ne varsa hemen hepsi, süpürüldükten sonra çöp niyetine oraya atılmıştı. Kırık alçı heykellerin gövdeleri, onların ahşap iskeletleri, dahil hemen her şey orada bir yığın halinde duruyordu. Tabii o süpürülme ve çöp niyetine atılmaları sırasında daha da fazla parçalanmışlar, hatta belki de geçen süre içerisinde yağan yağmurlar ve belki de karla daha da kötü olmuşlardı. Bu durumda o tozun toprağın arasında bir şeyler bulabilmek de zorlaşmıştı artık. Ancak o an bir mucize olmuş tozun toprağın arasında bir istiridye kabuğu gözüme çarpmıştı, o an çok heyecanlanmıştım. Yoksa o geçen seferde keşfedip almaya cesaret edemediğim Cherub dekorasyonlu duvar konsol muydu? Toza toprağa aldırış etmeden yığına dalıp o istiridyenin etrafını açmaya başlamıştım. Evet oydu, ne kadar mutlu olduğumu anlatmak mümkün değil şu an, üstelik ilk gördüğümden sonra çok da yıpranmamıştı. Kuvvetimi toplayıp yığının içerisinden çıkarttığımda iyice emin olmuştum, çok fazla hasar almamıştı ve hala bütünlüğünü koruyordu. Bir süre öylece ben ona o da bana baktık durduk. Sonunda sanki dile geldi de “ne durup, dikiliyorsun başımda, bak çöp ettiler attılar beni, burada bırakırsan yok olup gideceğim, beni çok sevdin biliyorum, al da götür beni evine...” der gibi geldi bana.



Öyle de oldu sonuçta, cesarete gelip, yüklenip arabamın bagajına atıverdim, birileri görürmüş, suçlanırmışım diye düşünmeden. O gün bu gün 30 yıldır da beraberiz onunla.

İyi ki de gitmişim o gün; hatta ilk gün gittiğimde keşke imkanım olsaydı da akıbetini hala merak ettiğim o ceviz sıraları, klavsen sandığım müzik aletini ve başka şeyleri de örneğin kırılmış da olsa o alçı aziz ve azize heykellerini alabilseydim diye hayıflanırım hala. Uzunca bir süre Dekorasyon Dergileri'ne o ceviz sıraları, o klavseni birilerinin evinde görür müyüm acaba diye çok baktığımı da hatırlarım. 

İnternette etsy.com adlı satış sitesinde "Antika çift konsol raf, dini mimari sanat, kurtarılmış alçı melekler" açıklamasıyla, 14.995.09 TL satış fiyatıyla satıldığını gördüm.
Bunlar büyük bir ihtimalle benim 19. yüzyıldan kalma melekli konsolumun kalıbından yakın zamanda yeni üretilmiş ham kopyaları. Aslında sağlamken neye benzediğini görünce insan üzülüyor. 



Türkiye'deki yabancı eğitim kurumlarının en eskileri Katolik tarikatlar tarafından kurulan okullardı. 16. Yüzyılda açılmaya başlayan bu okulların çoğunluğu kapitülasyonların sağladığı olanaklarla Fransız misyonerlerce kurulmuştu. Özellikle, Tanzimat ve Islahat Fermanları sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'na gelen yabancıların ve açtıkları okulların sayısı gittikçe artmış, 1839'a gelindiğinde sadece İstanbul'da 21'i erkek 19'u kız olmak üzere 40 tane Fransız okulu açılmış ve Rum Katolik, Rum Ortodoks, Süryani, Ermeni, Musevi, Maruni, Keldani, Rum, Bulgar ve Latin aileler çocuklarının bu okullarda eğitim görmesini tercih etmişlerdi.

Islahat Fermanı, 18. Yüzyılda başlamış olan reform hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve 3 Kasım 1839'da Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanarak yabancı ülke büyükelçiliklerine bir merasim ile Gülhane Parkı'nde okunan Tanzimat Fermanı'nın getirdiği reformları teyit etmiş ve gayrimüslim tebaya verilen imtiyazları arttırmıştı. Tanzimat Fermanı'nın net olarak ortaya koymadığı, “Müslüman ve Hıristiyan tebanın din, mezhep ve siyasi haklar açısından eşit olduğu” 28 Şubat 1856 yılında Islahat Fermanı ile duyurulmuştu. Islahat Fermanının gayirmüslimler ve yabancılarla ilgili düzenlemelerinde en dikkat çeken madde; “Her Cemaat kilise, hastane, okul ve mezarlıklarını tamir edebilecek ve tekrar inşa edebilecektir. Yeni bina inşa etmek için millet başları Bab-ı Âli'den gerekli izni alacaktır. Yapılacak binanın yanında cami bulunması gibi idari bir engel yoksa devlet gerekli izni verecektir.” olmuştu. Böylelikle bütün dinsel topluluklar okul açmaya yetkili kılınmış, kendilerine sunulan bu hakları kullanan azınlık ve yabancılar da bu sayede ciddi bir okullaşma sürecine girmişlerdi. Ayrıca azınlıkların Türk okullarına girmeleri konusunda da bir sınırlama ya da şart konulmamıştı. İlk yıllarda Müslüman aileler bu okulları tercih etmezlerken, 1890'da bu okullardaki Müslüman öğrenci sayısı %15'e ulaşmış, 1911'de ise bu oran %56'ya ulaşmıştı.

16. yüzyılın sonlarına denk gelen Fransız Misyoner Okulları, açılan yabancı okullarının içerisinde ilk olma özelliği taşımaktaydı. Çeşitli tarikatlar tarafından açılan bu okullar genel olarak okulu kuran dinî kuruluşların adını taşımaktaydı. Bu tarikatların belli başlıları: Filles de la Charité Rahibeleri, Notre Dame de Sion Rahibeleri, Ivréa Rahibeleri, N. D de Lourdes Rahibeleri, Gürcü Katolik Rahipleri ve Rahibeleri, Fransisken Rahipler ve Rahibeler, Dominiken Rahipler ve Rahibeler, L‟Assomption Rahip ve Rahibeleri, Cizvit Rahipleri, Capucin Rahipler, Fréres Maristes Rahipleri, Lazarist Rahipler, Fréres des écoles Chrétiennes Rahipleri ve Salésien Rahipleri'ydi. Tarikatlarca açılan okullar Osmanlı İmparatorluğu'nda eğitim ve kültür yaşantısını önemli ölçüde etkilemişlerdi. Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'nda batılılaşma, modernleşme sürecinde model olarak seçilmiş, bu Azınlık Okullarında da Fransız'ların açtıkları okullarda olduğu gibi Fransızca eğitim verilmesi sonucunu doğurmuştu.

16. yüzyıldan itibaren Avrupalı güçlü ülkeler ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan kapitülasyon anlaşmalarıyla Avrupalı devletlerin yurttaşları Osmanlı topraklarında birçok kişisel, hukuki ve ticari imtiyazlar etmişlerdi. Bu sayede yabancılar kendi din ve mezheplerine ait kiliselerde serbestçe ibadet edebildikleri, bu kiliselerdeki din adamlarını seçebildikleri gibi bu din adamaları da mabet içinde ve dışında dokunulmazlığa sahip olabiliyorlardı. Ayrıca mevcut kiliseleri onarabildikleri gibi yeni kiliseler de inşa edebiliyorlardı. Üstelik Mekke ve Medine hariç Osmanlı topraklarında hiç bir kısıtlama olmaksızın ikamet edebilir, istedikleri malları alıp satabilir, serbestçe ticaret yapabilir, suç işleseler dahi sınır dışı edilemezlerdi. Evlerine, iş yerlerine ve ticarethanelerine, ne olursa olsun bağlı oldukları konsoloslukların bir tercümanı hazır bulunmadıkça girilemez, arama dahi yapılamazdı. Kendi okullarını açıp, istedikleri şekilde eğitim ve öğretim yapabilir, ders içeriklerini de kendileri belirleyebilirlerdi. Bu imtiyazlara kendi sağlık kuruluşlarını kurma ve kendi doktorları ile faliyet göstermeleri hakkı da dahildi.

Genel Merkezi Roma'da olan ve 1540'da Paris'te kurulan Katolik Kilisesi'nin erkek tarikatı Cizvit (İsa Cemiyeti) misyonerleri genel olarak Fransa'nın amaçları doğrultusunda hareket etmiş, siyaset olarak Fransa'ya, mezhep olarak da koyu bir şekilde Papa'ya bağlı olarak çalışmışlardı. 1536'da verilmeye başlanan ayrıcalıklar sayesinde, bundan faydalanarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarında misyonerlik yapmaya ilk olarak Cizvitler başlamıştı. Cizvit misyonerler eğitim verdikleri çocukları birer Fransız çocuğu gibi yetiştirmişlerdi. Öyle ki bu çocuklar Fransız dilini, tarihini ve coğrafyasını kendi dilinden, tarihinden, coğrafyasından daha iyi bilir hale gelmişlerdi. Tüm bunları Cizvit misyonerler Fransa'nın daha iyi sömürgeler kurması için yapıyorlardı. Kitaplarında açık bir şekilde “Evet biz başarılı Fransa'nın yardımına güveniyorduk, işte o Fransa simdi buradadır” diyebiliyorlardı.

Bu misyoner tarikatlardan biri de yaygın tabirle “Vincentians” ya da “Lazarist” olarak adlandırılan ve hayatını yoksullara hizmet etmeye adadığı için aziz ünvanını almış bir Oksitan Fransız Katolik rahibi olan Vincent de Paul (1581-1660) tarafından kurulan bir Katolik topluluğuydu. Oksitanlar, Oksitanya'nın tarihi bölgesinden (güney Fransa, kuzeydoğu İspanya ve kuzeybatı İtalya ve Monako) köken alan, etnik bir gruptu.

De Paul Fransa'nın Gascony bölgesinde Landes şehrinde bir köylü ailesine mensup olarak dünyaya gelmiş, 16 yaşında Toulouse'daki üniversitede teoloji (din bilimi) okumuş, 1600 yılında burada papazlık rütbesi almış ve Marsilya'ya gidene kadar burada kalmıştı. 1605'te Marsilya'dan dönerken Türk korsanları tarafından esir alınıp Tunus'a götürülerek köle olarak satılmış, sahibinin Hıristiyanlığı seçmesine yardımcı olduktan sonra 1607'de serbest bırakılmıştı. Fransa'ya döndükten sonra Roma'ya giden Vincent De Paul 1609'a kadar Roma'da öğrenimini sürdürmüştü. Clichy‟de bir süre kilise papazlığı yapan Vincent De Paul 1612'de soylu bir aile için dini danışmanlık ve günah çıkartıcılık yapmış, ailenin mülkündeki köylülere misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuştu. 1622'de kiliseden kürek mahkumlarının olduğu bir yere giderek oradaki kölelerin Hıristiyanlığı seçmeleri için misyonerlik faaliyetlerine devam etmiş, Lazarist mezhebini kurmuştu.


St. Vincent de Paul'un Hayırsever Kızları'nın ( Filles de la Charité Rahibeleri) temelleri Aralık 1617'de atılmıştı. Bu tarihte Marguerite Naseau (1594-1633) adında, herhangi bir resmi eğitimi olmadan, yoldan geçenlerden harfleri, kelimeleri ve telaffuzu öğrenmek için yardım isteyerek okumaya başlayan, daha sonra da kendisi gibi eğitimsiz kızlara okuma yazmayı öğreten, 23 yaşındaki bir genç kız vaazını dinlediği Saint Vincent de Paul'e giderek yoksullara yardım amacıyla hayatını ortaya koymuş ve ilk çalışmalara onun yanında başlamıştı. 29 Kasım 1633'de Saint Vincent de Paul'ün arkadaşım ve ortağım dediği Louise Le Gras olarak da bilinen hayırsever Louise de Marillac (1591-1660) ile birlikte bir örgütlenmeye gitmiş, “Daughters of Charity of St. Vincent de Paul”ü ya da Fransızcasıyla “Filles de la Charité Cemiyeti”ni (St. Vincent de Paul'un Hayırsever Kızları) kurmuştu. Hayırsever bayan Louise de Marillac, 11 Mart 1934'te Papa Pius XI tarafından azize ilan edilmişti. Louise de Marillac'ın evinde toplanmaya başlayan grup, ihtiyacı olanların tespit edilmesi ve bu insanlara yardımın nasıl olması gerektiğiyle ilgili çalışmalar yapmış, daha sonra, bu çalışmalar sonucunda elde edilen bilgiler ışığında gönüllü gençlere eğitim verilmişti. İlk olarak Fransa'da başlayan bu hareket daha sonra birçok ülkeye yayılmıştı.

Filles de la Charité Rahibeleri Osmanlı İmparatorluğu'nda çalışmaya 1839 yılında başlamışlardı. 20 Haziran 1839'da kendilerini tamamen Tanrı'ya adamak isteyen iki rahibe adayı Alman kökenli ve Protestan inancına sahip olan Bernardine Oppermann ile Cenevre kökenli bir başka Protestan kız olan Louise-Amélie Albertine Tournier, 4 Temmuz 1839'da Paris'ten ayrılıp İstanbul‟a gelmiş, ilk olarak Saint Vincent de Paul öğretilerine uygun olarak eğitim veren Saint Benoit Fransız Okulu'na yerleşmişler ve bu okulda mekanın elverdiği ölçüde çalışmalarına başlayarak muhtaç çocukları yanlarına alıp İstanbul'daki çalışmalarına başlamışlardı. İstanbul'da Filles de la Charité tarikatına bağlı olarak çalışan kurumlar şunlardı: Saint Benoit Providence Fransız Kurumu, Taksim Saint Vincent de Paul Fransız Kurumu (Fransız Hastanesi), Sainte Pulchérie Fransız Kız Ortaokulu, Bebek Saint Joseph Fransız Kurumu, Pangaltı Fransız Kız Yatılı Okulu (Notre Dame de Sion Fransız Lisesi) 1856, Çukurbostan Saint Joseph Fransız Kurumu, Saint Eugénie Sığınmaevi, Belediye Hastanesi (Taksim İlkyardım Hastanesi) 1865, Gérémia (Jeremya) Hastanesi 1881, Artigina Kurumu (Zanaatkârlar Düşkünler Evi) 1836, Saint Vincent Asya Çiftliği 1840 ve Üsküdar Bağlarbaşı Selamsız Saint Vincent de Paul Fransız Okulu. Filles de la Charité Rahibeleri'nin Trabzon, İzmir, Suriye ve Filistin'de de okulları vardı. Ayrıca Filles de la Charité Rahibeleri'nin Şam'da Soeurs Saint Vincent Hastanesi, Bursa'da Les Soeur Saint-Vincent de Paul Hastanesi vardı. Özellikle Suriye ve Lübnan üzerindeki çalışmaları ile Fransa'nın bölgeye yönelik emperyalist gayelerine hizmet eden Katolik misyonerleri çok sayıda açtıkları okulları, hastaneleri, yetimhaneleri ve çıkardıkları yayınları ile, hem kendi mezheplerini yayıyorlar hem de ülkelerinin menfaatlerine uygun kesimlerin kazanılmasını sağlıyorlardı. Bu yolla faaliyet gösterdikleri Osmanlı toprakları üzerinde etkileri oldukça fazlaydı.

Günümüzde Fransız Konsolosluğu olarak kullanılan Taksim Fransız Hastanesi (Taksim Saint Vincent de Paul Fransız Kurumu) 1700'lü yıllarda Fransız denizcilerin tedavisi için Marsilya Ticaret Odası tarafından Pera Fransız Veba Hastanesi olarak inşa edilmiş, zamanla Saint Louis Hastanesi adını alan bu hastanede çalışan Filles de la Charité Rahibeleri hastaneye bağlı olarak 15 Haziran 1846'da bazı sınıflar açarak öğretimle ilgilenmeye başlamışlardı. Daha sonra hastaneye bağışları nedeniyle, 1852'de buhar enjektörünü ve ilk uçuşunu 24 Eylül 1852'de yapan motorlu zeplin (dirigible) hava gemisini icat eden Fransız Mühendis Baptiste Jules Henri Jacques Giffard'ın (1825-1882) anısına Henry Giffard Hastanesi adı verilmişti.


Giffard Zeplini'nin Londra Bilim Müzesindeki modeli

II. Abdülhamid döneminde 1901 yılında Fransa himayesindeki hastanelerden vergi alınmasına son verilmiş, böylece Fransız hastaneleri büyük gelişme göstermişti. O sırada Fransız sefiri başkanlığında bir heyet tarafından idare edilmekte olan ve deprem ve yangınlarda zarar gören hastane yıkılarak 1891’de yeniden inşası için izin alınmış, 14 Temmuz 1894'te temel atma töreni yapılan ve 1896 yılında inşası tamamlanan Henry Giffard Hastanesi'nin açılmasından sonra buradan taşınan Filles de la Charité rahibeleri sınıfları yerleştirmek için Pera'da bir ev satın almış, evin acele bir şekilde alınmasından ötürü işleyişin tam olarak sağlanabilmesi açısından yetersiz kalmakla birlikte, 12 rahibenin çalıştığı okul kısa zamanda Pera bölgesinde ünlenmişti. 1853'ten 1892 yılına kadar bu okulda toplam 6000 çocuk öğrenim görmüştü. Okulda değişik uluslardan gelen kız ve erkeklerin beraber okuduğu paralı kısma ilaveten, 200 kadar fakir çocuğun okuduğu parasız kısım, semtteki öksüz kızlara iş sağlamak amacıyla açılmış bir çamaşırhane ve genç kızlara meslek edindirme amacıyla açılmış iş atölyeleri bulunmaktaydı. Ayrıca 1888-1931 yılları arasında Filles de la Charité rahibelerinin kurdukları kurumlardan Başpiskoposluk nezdinde tek sorumlu olarak görevlendirilmiş bir din adamı olan François Xavier Lobry'nin başkanlık ettiği Filles de la Charité rahibelerinin aylık toplantıları burada yapılır ve Meryem Ana'nın Çocukları Derneği'nin 300 çocuğu burada eğitim görürdü. Başarıyla devam eden çalışmalara rağmen bina eğitimin yürütülmesi için yeterli gelmemiş, yeni bir okul binası arayışına girilmişti. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Lazaristler rahibelere Sainte Pulchérie Koleji'ni vermişler, en son 1868'lerde Cizvit Papazlar tarafından kullanılan bu yapıyı rahibeler satın almış ve taşınmışlardı. Daha sonra 1914 yılına kadar Saint Benoit'in küçük öğrencilerinin eğitim gördüğü bu okulu kapatıp, 1920 yılında Sainte Pulchérie okulunun kullanımına devretmişlerdi. İşte bu yıllarda Üsküdar Selamsız'da 1883 yılında Saint Vincent de Paul Okulu'nu inşa etmiş ve faaliyete başlamışlardı.  I. Dünya Savaşı sırasında okul kapatılmış, rahibeler Fransa'ya dönmüştü. 1919 yılında İstanbul' a dönen rahibeler okulu bir harabe halinde bulmuşlardı. 


Bugün halen ayakta olan ve Fransız Konsolosluğu olarak kullanılan ve 1896'da inşa edilen Henry Giffard Fransız Hastanesi, ile Üsküdar Selamsız'da 1883'te inşa edilen Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu'nun binası arasında kat sayıları farklı olsa bile, basık tuğla kemerli ve taş kilit taşlı pencereleri ve tam eksenlerinde birinde kapının diğerinde çatı çıkmasının tarzıyla mimari olarak son derece önemli benzerlikler bulunmaktadır. İnşa tarihleri arasında 13 yıl gibi bir fark olsa da, aralarındaki bu benzerlikler bana mimarlarının ya da en azından inşaat ekiplerinin aynı olabileceğini düşündürtmekte.

1914'lere gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Fransız okullarının sayısı yaklaşık olarak 500'e varmış ve bu okullarda 59.414 öğrenci öğrenim görmüştü. I.Dünya Savaşı ve kapitülasyonların kaldırılmasından çok zarar gören bu okullar, 20 Ekim 1921 tarihli “Ankara İtilâfnamesi” ve 24 Temmuz 1923 tarihli “Lozan Barış Antlaşması”na eklenmiş mektuplarla tanınmıştır. Bu antlaşmalara göre Fransız okulları Türkiye'nin menfaatlerine ters düşmemek, ilgili yasa ve yönetmeliklere uymak koşuluyla varlıklarını sürdürebileceklerdi. Fransız Okullarının zamanla laik eğitime geçmiş olması, bu okulları diğer yabancı okullarından ayıran en önemli farktır. Yine de Cumhuriyet döneminde Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na uymakta problem yaşayan, dinsel simgeleri binalarından çıkarmayan Fransız okulları da olmuş, bu okullar diğer Yabancı Okulları gibi kapatılmıştı.

Gelelim Üsküdar Selamsız'da kapısında bir zamanlar “Maison S.Vincent Ecole Française” yazan ve Fransız Filles de la Charité ya da diğer adıyla Souers de la Charité (hayırsever kız kardeşler) rahibeleri tarafından 1883'te inşa edilen Saint Vincent de Paul Fransız Okulu'nun ana binasının hikayesine;


1994 yılının Eylül ayında bir harabe olarak gördüğüm ve sadece dış duvarlarıyla ulaşan bu kagir binadan önce Filles de la Charité rahibeleri ilk defa 1859 yılında Üsküdar'da günümüzde yeri tam olarak bilinmeyen bir mevkide, yatılı ve gündüzlü kısımları bulunan bir okul açmışlardı. Ancak 23 Mayıs-11 Temmuz 1860 tarihleri arasında Suriye İç Savaşı olarak da adlandırılan Lübnan Dağı'nda yerel Dürziler ile Hıristiyanlar arasında gerçekleşen sivil çatışmada Dürziler'in zaferleri ve Hıristiyanlara karşı yapılan katliamların ardından olay büyümüş diğer bölgelere özellikle de Şam'a sıçramış, binlerce Hıristiyan ve Müslüman'ın Dürzi milisler tarafından öldürülmesi üzerine Fransa liderliğinde bir uluslararası müdahaleyi hızlandırmıştı. Bu olaylar nedeniyle Osmanlı ve Fransız hükümetleri arasında bir gerginlik doğması sonucu Filles de la Charité rahibeleri okulu kapatmışlardı. 1883 yılında tekrar Üsküdar'a gelen rahibeler bir ev kiralamışlar, kiraladıkları bu evde geçici bir süreyle bir okul ve kimsesiz çocuklara ait bir yurt açmışlar, kısa bir süre sonra bu okul ve yurdu yerleştirmek için bir bina edinmişlerdi ki, bu bina Selamsız Kabristanı sokaktaki bu bina günümüzde mevcut olan ve konumuzu oluşturan yapıydı.

Okulun ilk açıldığı dönemlerde 120 kız öğrencisi bulunduğu bilinmektedir. Osmanlı Arşivlerinde bulunan Ruhsatnameye göre 1907 yılında mevcut binanın yeterli gelmediği gerekçe gösterilerek binanın arka bahçesine ek olarak ahşap yapılar ile bir adet kagir yapının yapıldığı bilinmektedir.

Okula yeni eklerin yapılması için, Sultan II. Abdülhamid zamanında, 6 Nisan 1907'de verilen ve Devlet Osmanlı arşivlerinde bulunan eski Türkçe yazılı Ruhsatname'nin, Türkçe yazılımı şöyledir:

“Üsküdarda Soeuers De La Charité adlı rahibelere ait mektebin dar olmasına dayanarak Yeni Mahalle'de Kabristan Caddesinde 24, 26 ve 28 numaraları konulmuş, sahibi tarafından kendilerine terk ve hibe edilmiş ve sözü geçen mektebe bitişik bulunan üç kıta arsa üzerine, mevcut mektep binasına ilave olarak ve yeni baştan bir daire inşaasına ruhsat verilmesi hakkında gerçekleşen dilekçe yüksek kurula iletilmiş olan evrak neticesinde, bitişik arsalardan 24 ve 26 numaralarla numaralandırılmış arsalar Kazasker Feyzullah Efendi ve Behram Kethuda Vakfı'ndan iki bölüm konut arsası ve 28 numaralı arsa Agop Kalfa Vakfı'ndan bir parça bahçe yeri olduğundan bunlar bir öbür tarafa toplam miktarı dört bin yüz doksan yedi zirâ [1 zirâ (arşın) ortalama 0,57417 m²'dir.] ve yirmi parmağa (1 parmak 3,1573 cm; 1 parmak² 0,00099751 m²'dir) denk gelen, işbu konut arsalarıyla bahçe yerine on altı metre otuz santimetre boy ve yedi metre elli santimetre en ve onbir metre yüksekliğinde bir daire inşaa ve kullanımını gerektiren paraların adı geçen rahibeler tarafından ödeme yapılarak yerine getirileceği anlaşılmış olduğundan, vakıf olan arsalarla bahçe için özel olarak oluşturulan karara uygun olarak kıymetlerinin binde onu oranında zemin kirası tahsis olunmak üzere bahsedilen dairenin yeni baştan inşaası için gerekli olan ruhsatın onurlu emrimin sahibi Vekiller Meclisinde nüfus sahibi olanlar tarafından düzenlenmiş ve hükümdar katına iletilen dilekçe danışılmış ve yapımının kanun gereğince şehir yetkilisi tarafından Padişahın emriyle ruhsatı Divan-ı Hümâyun'dan işbu uygun bulunmuştur. 22 Safer 325”

I. Dünya Savaşı sırasında (28 Temmuz-11 Kasım 1918) okul kapanmış, Filles de la Charité Rahibeleri yanlarına aldıkları bazı kız öğrencilerle beraber Üsküdar'dan ayrılıp kısa süreliğine Fransa'ya dönmüşlerdi. Savaş yıllarında kurumun içinde bulunan katolik şapelinin rahibi, rahibelerin tekrar geri gelişlerine kadar Üsküdar'da kalmaya devam etmiş ve Fransa'ya dönmemişti.

Savaş sona erdikten bir yıl sonra 17 Eylül 1919 tarihinde Saint Vincent de Paul Fransız okulu kapılarını tekrar öğrencilerine açmıştı. Bu yeni açılış esnasında okulda 250 öğrenci bulunmaktaydı. Fakat 4 sene boyunca okuldan uzak kalınması binanın büyük tamiratlara ihtiyaç duymasına yol açmış, binanın çatısında ve çocukların kaldığı yatakhanelerde tadilata gidilmişti. Yapılan bu tadilatların yeterli olmaması, binada bazı güçlendirmelerin yapılması gereği, rahibelerin bütçesinin kısıtlı olması, belli bir süre sonra rahibelerin çabalarını yetersiz kılmıştı. 1924 yılında Saint Vincent de Paul Misyoner Okulu kapatılmış, Filles de la Charité Rahibeleri Üsküdar'dan ayrılarak Anadolu yakasından bir daha dönmemek üzere çekilmişlerdi.

16.05.1952 tarihinde yapının Filles de la Charité rahibelerinin kurdukları kurumlardan Başpiskoposluk nezdinde tek sorumlu olarak görevlendirilmiş bir din adamı olan Fransız uyruklu mal sahibi François Xavier Lobry*nin adına taşınmazın idaresi ile ilgili olarak kayyum ayin edilmiş ve 10 senelik kanuni süre dolduktan sonra Medeni Kanun hükümleri gereğince 09.06.1965 tarihli kararla mal sahibi François Xavier Lobry'nin gaipliğe karar verilmiş ve 1967 yılında yapı metruk bir şekilde hazine adına tescil edilmişti.

*François-Xavier Lobry: 22 Şubat 1848'de Ghissignies'de (Cambrai piskoposluğu) doğmuş, 5 Ekim 1873'te Misyon Cemaati'ne katılmış ve 23 Aralık 1875'te rahip olarak atanmıştı. 1875'te Petit Séminaire de Montpellier'de profesör, ardından 1881'de Soissons'da Başrahib olmuştu. 1891'de Türkiye ziyaretçisi olarak atanmış ve aklaşık kırk yıl boyunca, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışının ardından değişikliklerle Türkiye, Yunanistan ve Balkanlar'ı içeren Konstantinopolis Eyaleti'yle ilgilenmişti. Başrahibin, eyalet ziyaretçisinin ve Apostolik Vali'nin görevlerini yerine getiren son Lazarist'ti. 1914'te Selanik'e sığındıktan sonra çok sayıda muhabirle iletişim halinde olmuş, Selanik'te geçirdiği savaş yıllarında yazdığı yüzlerce mektup, çeşitli belgeler ve iki cilt halinde ciltlenmiş, yayınlanmamış bir el yazması olan savaş günlüğü, Misyon Cemaati Arşivleri'nde saklanmıştı. Savaştan sonra Türkiye'ye dönen François-Xavier Lobry, 3 Kasım 1931'de 85 yaşında İstanbul'da ölmüştü. Peder François-Xavier Lobry, bir piskoposa yazdığı mektuplarından birinde; "... Bu birkaç sayfada ortaya koyduğum şey, misyonun üstünlerinden ve önde gelenlerinden biri olarak Türkiye'de yaklaşık 25 yıl kaldığım süre boyunca gözlemleyebildiğim her şeyin sonucudur..." diye yazmış, bir başka mektubunda da; "...Türkiye, Fransız Büyükelçiliği'nin Katoliklerin, kiliselerinin ve dini kuruluşlarının çıkarları tehlikede olduğunda onları koruma ve dolayısıyla müdahale etme hakkını tanır. Fransız Büyükelçiliği'nin Türklerle, Doğu'daki Katoliklik meselelerine yaptığı bu müdahale paha biçilmez bir değere sahiptir. Türk, Hıristiyanı asla sevmeyecektir; çıkarlarını sadece kötü niyetle ve katlanacağı güç ölçüsünde bağışlayacaktır. Fransa ile hesaplaşması gerektiğini bilir, bu yüzden müdahalesini hesaba katar, hatta kanalı kullanılmadığında şaşırır. Osmanlı İmparatorluğu 1 Kasım 1914'te Üçlü İttifak güçlerine katıldığında Ermeni Hristiyanlar düşman olarak görülüyordu. Aynı dine mensup ancak farklı bir mezhebe mensup Asur-Keldaniler de şüpheliydi. Ermeni soykırımından önce, Talat ve Enver Paşa'nın özel birlikleri, Ocak-Mayıs 1915 arasında, Osmanlı sınırındaki İran'ın kuzeyinde bulunan köylerden Hristiyanları düzenli bir şekilde ortadan kaldırdı..." diye yazmıştı.

Yapının mülkiyetinin Hazine adına tescil edilmesi sonrasında bunun uygunsuz olduğuna ve kayyumluk kararının kaldırılmasına dair 1968 yılından başlayarak Filles de la Charité tarafından çeşitli başvurular yapılmış, taşınmazın gaipliğine karar verilen François Xavier Lobry'nin mirasçısının Paris'te yaşayan Marie Lucie Lobry'e ait olduğu iddia edilmişse de bu itiraz bir sonuca varmamıştı.

Rahibelerin 1924 yılında Istanbul'dan ayrılması üzerine eğitim hayatına son veren Saint Vincent de Paul Fransız Okulu, rahibeler tarafından 1924-1952 yılları arasında birbirinden bağımsız binalar olarak kiraya verilmişti. 1967 yılında hazinenin mülkiyetine geçen ve bu tarihten sonra sahipsiz ve bakımsız kalan binanın içerisine İstanbul dışından gelen 5 aile yerleşmiş, bu aileler 1994 yılına kadar bu yapıda ikamet etmişlerdi. Bu süre içinde bu insanlar yapıya herhangi bir onarım ve bakım yapmadıkları gibi yapıya bazı olumsuz müdehalelerde de bulunmuştu. Binanın ahşap döşemelerinin bir kısmı çökmüş ve bir süre sonra da tamamiyle boş bırakılarak metruk bir hal almış, döşemeleri tamamiyle çöken binanın zamanla çatısının da büyük bir kısmı çökmüştü. Bina hazine adına tescil edildikten sonra İstanbul'a yeni göç eden ve binayı işgal eden bu insanlara ecr-i misil (haksız yere bir taşınmazı işgal eden ve yararlanan kişiden kullanma karşılığı olarak alınan tazminat) uygulaması yapılmış, 14.06.1994 tarihli Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne yazılan bir belgeye göre harap halde olan binada oturan 5 kiracıdan ikisi binanın belli bir kısmının çökmesiyle binadan ayrılmış, kalan 3 kiracıya ise, binayı terk etmelerine dair tebligat çekilmiş ve yapının mülkiyeti İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne verilmişti.

15.06.1994 tarihinde daha önce 6 Nisan 1907 tarihinde verilen Ruhsatname'de de adı “... 24 ve 26 numaralarla numaralandırılmış arsalar Kazasker Feyzullah Efendi ve Behram Kethuda Vakfı'ndan iki bölüm konut arsası ve 28 numaralı arsa Agop Kalfa Vakfı'ndan bir parça bahçe yeri...” olarak geçen mülk sahibi Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi* Vakfı tarafından Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne yapının yıkılıp yerine inşaat yapılabilmesine müsaade edilmesine dair bir dilekçeyle başvurulmuş, buna cevaben 27.06.1994 tarihli bilirkişi raporunda “Yapının onarılması suretiyle kullanımına imkan olmadığı ve yıkılması suretiyle yeniden yapılmasının mümkün olduğu” belirtilmişti.

Daha sonra Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Vakfı itirazlarına devam ederek, Avukatları Reyhan Kademli aracılığıyla, 06.07.1994'te Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na;

“Müvekkilim Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı'na ait Üsküdar Selamiali mahallesi, Yenidersane sokak, 48 pafta, 125 ada, 17 parsel sayılı 624 m²'lik taşınmazın yıkılma tehlikesine maruz bulunduğu, yıkılması muhtemel olduğu ve bu sebeple büyük hasara ve ölüme sebebiyet verebilecek bir durum arzettiği gerek Üsküdar 5. Asliye Hukuk Hakimliği'nin tayin ettiği Bilirkişiler raporuna göre, gerekse Üsküdar Belediye Başkanlığı'nın verdiği rapora göre sabittir.

Müvekkilim bütün girişimlerde bulunmuş ve mesuliyeti katiyetle reddetmiştir. Bu bakımdan mesuliyet İstanbul 2 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nuza ve Kurulu'nuzda kendisine ısrarla haber verilen Bayan Yıldız'a ait olacaktır. Ayrıca T.C.Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü de durumdan haberdar edilmiştir. Ayrıca Kültür Bakanı Fikri Sağlar'ın da emir yetkisini kullanmak üzere durum kendisine arz olunmuştur.

NETİCE: Eski eser olması hasarın ve bir ölümün sonuçlanmasına neden olamaz. Durumu bilgilerinize vekaleten arz ederim.” diyerek bir dilekçe ile başvurulmuştu.

Ancak, T.C. Kültür Bakanlığı İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Vakfı'nın 6.7.1994 günlü başvurusu okumuş, ekleri incelemiş, yapılan görüşmeler sonunda;

“a) İstanbul İli, Üsküdar İlçesi, 125 ada, 17 parseldeki yapının korunması gerekli kültür varlığı olarak tesciline, koruma grubunun 2.grup olarak belirlenmesine ve rölövesinin ivedilikle hazırlanmasına,

b) Dünya'da Ortaçağ'dan bile kalmış olsa bütün kagir yapıların yıkılmadan restore edilmesine ilişkin sayısız örnek ve teknik olarak varken, Türkiye'de hala tarihi binaların yıkılmadan restore edilemiyeceğine ilişkin bilirkişi raporlarının mütealalarının herhangi bir bilimsel gerçeğe dayanmadığına ve gerekirse yapının cephelerinin yıkılmadan nasıl iksa edilip restore edileceğine ilişkin bir projenin, teknik üniversitelerin ilgili uzmanlarınca hazırlatılmasına,

c) Yapının halen ayakta duran duvarlarının pencere ve kapı boşluklarının doldurularak, gerekecek bir payanda sistemiyle iksa edilebileceğine,

d) Mütevellisinin, yapı yıkıldığı takdirde ölüme neden olunacağı şeklindeki protestosunun, kendisinin bu konuda herhangi bir tedbir almadığını gösterdiğine ve gerekli tedbirlerin bu konudan anlayan inşaat mühendisleri ve mimarları tarafından zamanında alınırsa böyle bir tehlikenin oluşmayacağının mütevellisine bildirilmesine,

e) Gerekli emniyet tedbirleri alındıktan sonra, yapıya sonradan eklenen parazit eklentilerinin kaldırılmasına ve restitüsyon projesinin de hazırlanmasına,

f) Ayrıca, yapıda gerekli koruma tadbirleri alınmadan iskana izin verilmemesine ve yapının herhangi bir şekilde yıkılması halinde ilgililer hakkında yasal soruşturma açılacağına karar verildi.” diyerek, Başkan Doğan Kuban, Başkan Yardımcısı Erol Türkgenç, Üye Oktay Ekinci, Üye Nuran Zeren Gülersoy, Üye Ayla Ödekan, İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü Temsilcisi Selcan Selçuk imzalarıyla, 7 Temmuz 1994 günü aldığı 6873 no'lu karar açıklanmıştı.

Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı pes etmemiş, 07.07.1994 tarihinde verilen kurul kararında “Yapının yıkılmadan iksa edilmesi” yöntemine gidilmesine karar verilmiş ve yapının eski eser niteliğinde olduğunun tespiti sonucunda çevresinin tahta perde ve bariyerle örtülmesi ve binaya giriş çıkışlarda güvenlik önlemleri alınmasına karar verilmesine rağmen, 16.09.1994 tarihinde bir kez daha yine Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne binanın ön cephesi aynen sabit kalacak şekilde arkasına kat karşılığı inşaat yapılması için bir dilekçe ile başvurmuştu.

Bu dilekçe üzerine, o dönemde İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanlığı yapan, Türkiye'nin ilk ve en önemli mimarlık tarihçilerinden, akademisyen, araştırmacı yazar, rahmetle andığım Prof. Doğan Kuban (1926-2021) imzası ile 30 Eylül 1994 tarihinde, Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı Mütevelliliği'ni; “Kurulumuzun Üsküdar, Selami Ali Mahallesi, 48 pafta, 125 ada, 17 parselde bulunan gayrimenkulun yıkılmadan restore edilebileceğine ilişkin kararı, uluslararası deneyimlere dayalı bilimsel bir karardır. Karar dikkatle okunduğu taktirde burada herhangi bir hakaret ifadesi olmadığı, sadece uluslararası deneyimi hiçe sayan itinasız tutumlardan şikayet niteliği taşıdığı anlaşılacaktır. Yapının korunması için gösterdiğiniz ilgiye teşekkür eder, gerekli tedbirler alındığı taktirde yapının tehlikesizce, bilimsel kurallara göre restore edilmesinin mümkün olduğuna emin olmanızı rica ederiz.” diyerek kibar bir dille son kez uyarmıştı. İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanı olarak Prof. Doğan Kuban, verdiği bu cevap ile tartışmaya son nokta koymuş, binanın yıkılmasını önlemiş ve restore edilmesinin yolunu açarak bugün hala bu tarihi eseri görebilmemizi sağlamıştı. Bu nedenle kendisini rahmet ve minnetle bir kez daha anmak isterim.

*Feyzullah Efendi: Kazasker, müderris, şehzade hocası, padişah danışmanı ve şeyhülislam olan Mehmed Feyzullah Efendi (1639-1703), Hz. Muhammed'in sülalesinden olduğunu iddia etmiş ve “Seyyid” lakabı taşımasına rağmen, Türk akademisyen, eğitimci, siyasetçi ve tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı (1888-1977), 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı tarihinin önemli kaynaklarından birisi sayılan ve Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa (1658-1726/27) tarafından kaleme alınan “Silahdar Tarihi'nin kaydına göre seyitliği yani evlad-ı peygamberiden olması sahte imiş” demiştir. Şeyhülislamlığı döneminde kendine bağlı olanlara bol bol gelir getiren arpalık malikaneler, memuriyet, rütbeler almış, yine kendisine bağlı olanlardan 50-60 kadarına Erzurum, Şam, Halep ve diğer yerlerin mukata gelirini malikane olarak tahsis ettirmişti. 8 yıl süren şeyhülislamlığı sırasında Feyzullah Efendi'ye karşı büyük bir muhalefet oluşmuş, İstanbul'da toplanan bir yeniçeri ve esnaf grubundan oluşan büyük bir ihtilaciler ordusu, 9 Ağustos 1703 tarihinde Edirne'ye doğru yola çıkmıştı. Edirne Vakası adıyla anılan bu ayaklanmanın sonucunda 22 Ağustos günü Feyzullah Efendi'nin hocası olduğu padişah II. Mustafa tahttan indirilmiş yerine yine Feyzullah Efendi'nin talebesi olan III. Ahmed tahta geçirilmişti. Feyzullah Efendi talebesi olan yeni padişah tarafından azledilip Eğriboz Adası'na sürgün edilmişti. Ancak Feyzullah Efendi büyük oğlu Fethullah Efendi ile Edirne'den kaçmak üzere ayrılıp yola çıktığında arkasından ihtilalciler onları takip edip baba oğulu Bulgaristan'ın Pravadı kasabasında ele geçirmiş, çırılçıplak soyarak hakaretlerle tekrar Edirne'ye getirmişlerdi. Burada baba-oğul üç gün mallarının nerede olduğunu öğrenmek için işkenceye tabi tutuldularsa da bu soruşturma sonuçsuz çıkmış, ilmiye sınıfından oldukları için idam edilmeleri geleneksel olarak imkansız olduğu için kağıt üzerinde Feyzullah Efendi Girit'teki Kandiye'ye Sancakbeyi, oğlu Fethullah Efendi de Sırbistan'daki Alacahisar'a (Kruşevca) Sancakbeyi yapılarak böylece ilmiye sınıfından çıkarılmışlardı. Bu nedenle kişinin hala Rumeli Kazaskeri ünvanı ile anılıyor olması bana çok tuhaf geldi.

Bu arada kaynaklardan Hazine adına tescil edildiğini ve Hazine'nin mülkiyetine geçtiğini öğrendiğimiz binanın restore edildikten sonra günümüzde içerisinde yer alan ve on millî, muhafazakâr kadın tarafından kurulan HAZAR Derneği'nin sitesinde yer alan “Üyelerimizle Hasbihal” programı ile ilgili yaptıkları bir haberde “...Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi'nin Vakfiyesi olan yeni mekanımızın tarihçesini...” diyerek mülkün hala Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı'na aitmiş gibi lanse ediliyor olması da tuhaf ve dikkat çekici. Bu arada HAZAR'ın özel bir anlamı olabilir mi diye araştırdığımda Hazar kelimesinin Arapça'dan dilimize geçtiğini ve huzur hali, yerleşik düzen, meskun ve ekilip biçilen yer kelimesiyle aynı kökten türetildiğini öğrendim. Bir yeri mesken tutmuş, yurt edinmiş halkları tanımlamak için kullanılan Hazar sözcüğü "göçebe" kelimesinin zıt anlamlısıymış, yani yerleşmiş ya da benim yorumumla "konmuş" diyebilir miyiz ki acaba...









Restorasyon öncesinde çekilmiş olan bu fotograflar, İrem Nardereli Erdoğan'ın “Bağlarbaşı Sainte Marie Fransız Okulu Restorasyon Projesi” adlı tezinden alınmıştır. 

Saint Vincent de Paul Fransız Okulu cephe düzeni ve kullanılan malzeme açısından kendi döneminde inşa edilen diğer Fransız Okulları ile benzerlik göstermektedir. Okul, ana bina, şapel ve daha sonradan inşa edilmiş, kullanım amacı kesin olarak belirlenemeyen kagir bir yapı ile iki adet ahşap yapıdan oluşmaktadır. Günümüzde yapının her iki yönünde de bitişik nizamlı olarak inşa edilmiş beş katlı betonarme apartmanlar bulunmaktadır. Bu apartmanlardan kuzey doğu yönünde yer alan apartman, okulun arka bahçesinde bulunan şapelin önünü tamamiyle kapatmış ve şapelin sokaktan algılanmasını önlemiştir. Şapelin çatısı 2005 yılında yan parselde yer alan Saint Marie Okulu'nda çıkan bir yangın sırasında hasar görmüş ve 2006 yılında da çökmüştür.

Şapelin yangında çatısı çökmeden önceki görüntüsü

Şapelin 2005 yılındaki yangından sonra çöken çatısı



Sadece kız öğrencilere hizmet veren Saint Vincent de Paul Fransız Okulu, 1894 yılında erkek öğrencilerden gelen talep doğrultusunda 40 erkek öğrencinin sorumluluğunu 4 Marist rahibe devretmişti. Bu rahipler Sainte Marie Fransız okulunu kurmuş, mütevazi bir yapıda eğitime başlamış ve daha sonra 1904 yılında günümüzde Saint Vincent de Paul kurumuyla aynı adada bulunan kagir Sainte Marie Fransız Okulu'nu inşa etmişlerdi. Böylece Saint Vincent de Paul Fransız Okulu ve Sainte Marie Fransız Okulu Selamsız mahallesinde büyük bir eğitim kompleksine dönüşmüştü. Yapıldığı dönemde Sainte Marie Fransız Okulu ile adeta bir eğitim kompleksi oluşturan kurumun arasındaki parsele inşa edilen bu apartman iki okul arasındaki bağlantıyı da yok etmişti. Ayrıca, günümüzde yol kotunun yükselmesinden dolayı bir zamanlar yol kotunda olan okulun giriş kapısına, artık kaldırımda yer alan üç mermer basamakla inilerek ulaşılabilmektedir. Bu arada Saint Marie Fransız Okulu'nun aksine Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu'nda bodrum katı yoktur.

Yapının kuzey doğuya bakan giriş cephesi diğer cephelere göre çok daha özel ve niteliklidir. Bu cephe tuğla ve plaster ile kaplıdır. Ayrıca kat döşemeleri hizasında tuğla silmeler bulunmakta, pencerelerin etraflarında da tuğla ve plaster söveler yer almaktadır. Bu cephedeki pencerelerde basık ve beşik kemerler görülmektedir. Binanın birinci katında iki adet, dövme demirden korkulukları olan Fransız balkonu bulunmaktadır.

Yapının diğer cepheleri herhangi bir süsleme olmaksızın sadece sıva ile kaplanmıştır. Bu cephelerdeki pencerelerde de basık kemerler görülmektedir. Ancak okulun zemin katı ile birinci katı arasında iki tuğla sırası arasında oluşturulmuş kasetlerin içerisine yerleştirilmiş iki renkli çarkıfelek desenli seramik karolar ile bir kuşak halinde bezeme yapılmıştır.

Üsküdar Belediyesi ile Aksan İnşaat arasında 10.11.2011 tarihinde yapılan bir sözleşme ile restorasyonuna başlanılan binanın inşaatı, 11.07.2013'te (sözleşmedeki iş bitim tarihi) tamamlanmış ve özel bir eğitim kurumunun (HAZAR) kullanımına verilmişti.

Binanın restorasyon sonrası güncel durumu.


Binanın röleveleri





Kaynaklar:

1- Huriye Armağan Doğan, Üsküdar Bağlarbaşı Saint Vincent de Paul Fransız Okulu'nun belgelenmesi, koruma sorunlarının giderilmesi ve yeniden değerlendirilmesi Cilt I, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Restorasyon Ana Bilim Dalı, Mayıs 2011

2- Restorasyon ve Konservasyon Çalışmaları Dergisi, Bağlarbaşı Saint Vincent de Paul Fransız Okulu Örneğinde Kullanıcı ve İşlev Değişikliğinin Tarihi Yapılar Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, KUDEB Koruma Uygulama ve Denetim Müdürlüğü, Sayı 19, Sayfa:14-31, İstanbul 2016/5

3- Bilge Ar, İşgal altındaki İstanbul'da Kentsel ve Mimari Ortam, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Ağustos 2006

4- Elmon Hançer, Üsküdar Ermeni cemaati tarihinde bir gezinti, ÜSKÜDAR SEMPOZYUMU I, 23-25 Mayıs 2003, Bildiriler Cilt 1, Üsküdar Belediyesi, İstanbul Ocak 2004

5- Pınar Erkan, Tanzimat'tan günümüze İstanbul/Kadıköy ve Üsküdar'daki Yabancı Okullar ve Azınlık Okulları, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Fakültesi, İstanbul Haziran 2001

6- Alidost Ertuğrul, XIX. Yüzyıl İstanbul kentsel dönüşümünde Üsküdar ve koruma sorunları, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Restorasyon Programı, Doktora Tezi, Haziran 2011

7- İrem Nardereli Erdoğan, Bağlarbaşı Saint Marie Fransız Okulu Restorasyon Projesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Restorasyon Programı, Ocak 2008

8- Nil Sarı, Ahmet Zeki İzgöer, Ramazan Tuğ, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri Işığında II. Abdülhamid Devri'nde kurulan ve geliştirilen Hastaneler, Nobel Tıp Kitabevleri Tic. Ltd. Şti., Ekim 2014 - İstanbul

9- Erdem Güven, Türk- Yahudi günlük yaşamında dönemsel ve mekansal değişimler: Kuzguncuk örneği, Doktora Tezi, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gazetecilik Anabilim Dalı, İstanbul 2009


Bir sonraki yazı; 30 yılın ardından Üsküdar'ın Bağlarbaşı'sı ve dağarcığımdakiler;

BÖLÜM VII:

SAİNT MARİE

FRANSIZ MİSYONER OKULU