SAİNT VİNCENT de PAUL
FRANSIZ MİSYONER OKULU
Çinili
Karakol'un köşesinden dönüp, eski adıyla Selamsız Mezarlığı, günümüz Yeni Dersane sokağına girip ilerlediğimde,
sokağın sağında yeni ve kimliksiz sıradan apartmanların arasına
sıkışmış, sol taraftaki bahçe içindeki tek katlı Selamsız
Ucuz Evleri ile karşı karşıya olan, harabe halinde ancak dikkat çeken
bir yapı ile karşılaşmıştım 1994'te. Benim için özel bir yer
olduğu için (ki nedenini yazının devamında anlatacağım) daha sonraki yıllarda
da bir çok kez onu görmeye gittim, yıllar içerisindeki
gelişmeleri de izledim, gözlemledim hatırlıyorum.
|  | 
| Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu'nun 1952 yılındaki hali. | 
|  | 
| 1983 yılında Selamsız Mezarlığı sokağının görüntüsü, Solda Saint Marie Fransız Misyoner Okulu ve ilerisinde Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu | 
|  | 
| Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu'nun 1983 yılındaki hali. 
 | 

|  | 
| Gördüğümde Saint Vincent de Paul Fransız  Misyoner Okulu, bu haldeydi, 1994. Fotograf: L. Civelekoğlu
 
 
 | 
|  
 | 
| Jacques Pervititch'in Ekim 1930 tarihli Sigorta haritalarının 76 numaralı paftasında (1) Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu ve (2) Saint Marie Fransız Misyoner Okulu görülebilmekte.
 
 | 
|  | 
| 1966 yılında çekilmiş hava fotografında Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu. İBB Arşivinden
 
 
 |  |  | 1982 yılında çekilmiş hava fotografında Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu. Arka
bahçede yer alan ahşap yapılar 1966 yılı hava fotoğraflarında
görülse de, 1982 yılı hava fotoğraflarında bu yapılardan güney
doğuda yer alanının çöktüğü görülmektedir. 
 
 | 
 | 
Kemerli
pencereleri, tuğla silmeleri, büyük kemerli giriş kapısıyla ilk
bakışta beni çeken, bir zamanlar oldukça gösterişli olduğunu
düşündüğüm bina o sıralar terkedilmiş, tüm pencereleri
delikli tuğla ile örülmüştü; büyük bir ihtimalle binada ya
bir çökme olmuş ya da çökme riski taşıdığı için girişleri
engellemişlerdi. Giriş kapısı yol seviyesinden oldukça aşağıda
kalmıştı ki bu durum bana binanın zaman içerisinde yol
yapılırken kaldırımın yükselmesi sonucu çukurda kaldığını
düşündürtmüştü.
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994 | 
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994 | 
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994 | 
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994 | 
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu, 1994 | 
Şu an geçen 30 senenin sonunda tam olarak
hatırlayamıyorum binaya nasıl girdiğimi, ancak kesinlikle girdim,
ama ön kapıdan, ama arka bahçeden. Ancak muhtemelen ön demir kapı
zincir ve asma kilitle sıkı sıkıya kapatılmıştı. Ön kapıdan
giremeyeceğimi anladıktan sonra bir kerteriz alıp dolaşarak
arkadan ulaşmaya çalışmıştım, başarılı da olmuştum sonunda
Çinili Karakol'un köşesinden Silahtarbahçe sokağa girip ordan da
biraz ilerleyerek Heyamolacı çıkmazına girip sonuna vardığımda
yarı yıkık taş bahçe duvarını ve çalı çırpıyı aşıp
binanın büyük bahçesine ulaşabilmiştim, oradan içeri girmek de
çocuk oyuncağıydı zaten artık o yıllarda, şimdi bu yaşımda
mümkün değil tabii ki. O büyük bahçede beni karşılayan ilk
şey o güne kadar gördüğüm en büyük manolya ağacıydı ki bu
kadar büyüğünü yıllar sonra bir de Maslak Kasırları'nın
bahçesinde görmüştüm. Oldum bittim çok severim manolya
ağaçlarının o yağlı kalın iri yapraklarını ve bir türlü
uzanıp koparamadığım o güzelim kadife yumuşaklığındaki beyaz
çiçeklerini. Koparabilsem, hep özenmişimdir kendi evimde de yapabilmeye; Büyükada'daki
evlerine gidişlerimizde, 1950’de
baterist olarak Erdem Buri ve Arif Mardin (piyano) ile birlikte, Ray
Brown’ un “That’s Earl Brother” parçasının 45’lik plak
kaydını da yapmış olan dostluğunu hiç unutamadığım
rahmetli Röné Koen'in (1931-1998) sevgili eşi Medi'nin salondaki
sehpalarının üzerine yerleştirdiği yayvan bir cam vazo içerisine
suda yüzermiş gibi yerleştirdiği şekilde bir manolya düzenlemesi
yapmayı. Manolya ağacını geçince
tahminimin doğru olduğunu görmüştüm, ne yazık binanın ön
cephesi ve bazı kagir duvarları hariç döşemeleri tamamen çökmüş
ve doğal olarak tehlikeli bir durum arzediyordu.
|  | 
| Binanın arka bahçeden görünümü, 1983 | 
|  | 
| 1994 yılında bahçedeki ek kagir yapının durumu | 
|  | 
| 1994 yılında okulun merdiveninin durumu | 
Buna rağmen
kendimi kollayarak ve çok riske girmeden, mesela sağlam gibi görünse de merdivenleri kullanıp üst katlara
çıkmaya hiç yeltenmeden içerisini el verdiğince gezmeye,
incelemeye çalışmıştım. Açıkcası pek bir şey kalmamıştı
içeride, ne kapı, ne pencere, büyük bir ihtimalle her terk edilen
binada olduğu gibi bunun içerisinde de bir takım insanlar
sığınmış, belki de kapı, pencere gibi bulabildikleri ahşap
parçaları yakarak ısınmaya çalışmışlardı. Yukarı çıkan
ama pek güven vermeyen bir merdiven ve odalar vardı ki, güvenip
onların da yukarıdan üzerime bir şeyler düşebilir endişesiyle
pek içine girmeden öylece yüzeysel olarak bir araştırma
yapmıştım. Binanın dışında, bahçe tarafında ona bitişik
ancak ayrı duran bir bölüm vardı ki o henüz sağlam görünüyordu,
en azından henüz çökmemişti; ona yöneldim. Büyük üç kanatlı
kapıyı aralayıp içeri girdiğimde çok karanlık olduğu için
bir süre hiç bir şey göremedim. Camlar vardı var olmasına ancak
yılların kiri pası ile içeriye çok az ışık girebiliyordu. Gözlerim karanlığa alıştığında görebildiğim buranın
darmadağın edilmiş bir ibadet mekanı olduğuydu, bir Chapel ile
karşı karşıyaydım ve bende on an bıraktığı ilk izlenim, 6-7
Eylül 1955 pogromu'nda bir hışımla girilmiş, tarumar edilip
kapısı kapatılıp çıkılmış ve bir daha da 39 yıl boyunca
kimse ayak basmamış bir durumdaydı sanki. Olmaz olamaz değildi bu
düşüncem zira o polgromdan Kuzguncuk gibi, Bağlarbaşı da
nasibini almıştı muhakkak. Kuzguncuklu bir yazar olan Nedret
Ebcim, “Üç Dinin ve Ünlülerin Buluştuğu Semt: Kuzguncuk”
adlı kitabında o gün Kuzguncuk’ta da birtakım olayların
olduğunu, ancak “semtin uygar, olgun, aydınlık halkı tarafından
derhal saldırganlara müdahale edildiğini”, Kuzguncuk semtinin
yukarı mahallesi Bağlarbaşı’ndan gelen, zıvanadan çıkmış
bir güruhun, gayrimüslim halkın can ve mal güvenliğine tecavüz
etmesini, başta semtin ileri gelenleri olmak üzere Kuzguncuk
ahalisinin önlemiş olduğunu yazmıştı ki, söz konusu zıvanadan
çıkmış güruh Kuzguncuğa gitmeden kimbilir kendi
mahallelerindeki gayrimüslimlere neler yapmamıştı. Bir
kaynakta, okulun sokağa
açılan giriş kapısının üzerinde yer alan “Maison S.Vincent
Ecole Française” yazısının 6-7 Eylül olayları esnasında,
binanın gayrimüslim yapısı zannedilerek tahrip edilmesinin
önlenmesi amacıyla beyaz boyayla kapatılmış olduğunu okumuş
olmam da bu düşüncemde çok da haksız olmadığımın bir kanıtı
olabilir.
Rıdvan
Akar, 2003 yılında Toplumsal
Tarih Dergisi'nin, 117 sayısı, 89'uncu sayfasında yer
alan “İki yıllık
gecikme: 6-7 Eylül 1955” başlıklı yazısında acı gerçeği
şöyle aktarmıştı:
“Yassıada
duruşmalarında
şahitlik
eden çiftçi Şevket
Temiz ve Avukat Halim
Said Kaylı’nın ifadelerinden alıntı yaparak, Demokrat Parti’nin
6-7 Eylül Olayları için Anadolu’dan kamyonlarla adam
getirttiğini belirtmiştir; Çatalca’da
çiftçilik yapan Şevket
Temiz ise gece saat 04.30’da
kamyonlar dolusu insanın İstanbul
istikametine gittiğini
görünce, benzincide duran kamyonlardan birine nereye
gittiklerini soruyordu. Kamyondakilerden 'Babalık, İstanbul’da
cümbüş
var. Oraya gidiyoruz' yanıtını alan çiftçi
merakını gideremez. 'Cümbüş
ne ki?' diye sorduğunda
ise kamyondakiler, 'filmi yarın seyredersin' diyip
hep birlikte gülüşüyordu.”
6-7
Eylül olayları aslında, Kıbrısla ilgili olarak
sadece Rumlara yönelik olmamış,
olaylarda tahrip edilen işyerlerinin
sadece %59’u Rumlara, geri kalan %17’si Ermenilere, %12’si
de Yahudilere ait olduğu olaylar bittiğinde anlaşılmıştı. Olaylardan
bir hafta sonra 12 Eylül 1955 günü, İsmet İnönü; “Hakikatlerin
ne kadar acı, hatta ne
kadar utandırıcı olsa bile
olduğu
gibi gösterilmesi büyük
milletimize karşı
temize çıkmanın
tek çaresidir.” diyecekti.
|  | 
| Nezih Uzel fotograf arşivinden | 
Yavaş
yavaş dikkatli adımlarla hareket ediyordum zira belli ki
ayaklarımın altında da yerlere atılmış kırılabilecek, ya da
zaten kırılmış bir şeyler vardı, adım attıkça kırılan bir
şeylerin seslerini duyabiliyordum o alacakaranlık içerisinde. Önce
büyük boyutlu mobilyaları seçebildi gözlerim; bunlar kapının
tam karşısında yer alan apsis'e yönelmiş olan ahşap sıralardı.
4-4,5 metre uzunluğunda yekpare cevizden yapılmış iki ucunda da
koç başı şeklinde kolçakları olan yaklaşık 12-14 sıra
öylesine bir şiddet görmüşlerdi ki hepsi domino taşlarına
benzer bir şekilde apsise doğru birbiri üzerine devrilmişlerdi.
Sol köşede sıraların en arkasında duran, mobilyası çok
gösterişli, benim klavsen olduğunu tahmin ettiğim (ya da piyano)
bir müzik aleti de sıraların üzerine devrilmiş durumdaydı. Önce
onu incelemiştim, gerçekten çok güzeldi, beyaz tuşlarının
kaplaması olan deve kemiği levhalar yerlere saçılmıştı,
bulabildiklerimi toplayıp cebime atmıştım.
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu 1994 | 
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu 1994 | 
Şunu da söylemeliyim
ki bu mekan yıllarca hiç kullanılmamış olmalı ki, tüm
eşyaların üzeri kalın bir toz tabakası ile kaplı durumdaydı.
Apsise doğru biraz daha yaklaştığımda sağda yolda yerlere
devrilmiş ve kırılmış alçıdan yapılmış ve boyanmış aziz
ya da azize heykellerini seçebildi gözlerim. Paramparça
edilmişlerdi, ne olduklarını o an için anlamam pek mümkün
değildi.
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu 1994 | 
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu 1994 | 
|  | 
| Fotograf: L. Civelekoğlu 1994 | 
Apsiste ortadaki diğerlerinden biraz daha yukarıda üç
adet yuvarlak kemerli ve kenarları alçı kortonpiyer ile
çerçevelenmiş üç adet niş, onların önünde de sütunçeler
ile taşınan basamaklı bir sunak yer almaktaydı. Nişlerin
üzerinde duvarda haç işaretleri vardı ve ortadaki nişin
içerisinde ya zaten baştan beri orda olan ya da oraya atılmış
küçük bir ikonalık gibi bir dolap vardı.
|  | 
| Sağ taraftaki sunak. Fotograf: L. Civelekoğlu 1994 | 
Mekanın duvarlarının
tavan ile birleştiği hat bir kartonpiyer ile çevrilmişti.
Duvarlarda alçı üzerine yapılmış kalem işi bezemeler yer
almaktaydı. Apsisin sağındaki duvarda boya ile mermer taklidi
boyanmış ahşaptan iki adet sütunçenin taşıdığı yine
basamaklı bir sunak yer almaktaydı ve onun da üzerinde apsistekine
benzer küçük bir ikonalık yer almaktaydı. Ayrıca fotografta da azıcık belli olan sunağın iki pencere arasındaki duvarda belli ki tahrip edilmiş, kutsal bir sahneyi betimleyen bir fresk vardı. Aynı sunağın bir benzeri sol taraftaki duvarda da vardı. Her üç sunak da büyük bir ihtimalle kutsal eşyaların, ikonaların, şamdanların
yerleştirildiği yerlerdi. Basamaklı sunağın altındaki kaide
bölümünde üç adet sivri kemerle bir bezeme yapılmıştı.
Sıra yerlere bakmaya gelmişti, her yer kırık çıkık bir sürü
parça ile kaplıydı ve her an birinin üzerine basıp daha fazla
parçalanmalarına neden olabilirdim, belki oldum bile. O tozun
toprağın arasında, baş ve işaret parmaklarıyla bir kalem ya da dal parçası tutan bir sağ el parçası sonra da bir göz ile göz göze geldim, farkettim ki o göz
bana bakmakta; bu az önce bahsetmiş olduğum alçı heykellerden
birine ait bir gözdü muhakkak, eğilip o parçayı aldım ve onun
etrafında onunla uyum sağlayacak parçaları araştırdım ve bir
kaç tane de bulabildim; tabii ki onları da anı olarak yanıma
almayı ihmal etmedim. Daha sonraları o parçaları
birleştirdiğimde, sakallı bir yüzün yaklaşık yüzde seksenini
elde edebildim. O yüzün az önce yerde yatar vaziyette gördüğüm
bir aziz heykelinin yüzü, bulduğum kalem ya da bir çiçek dalı
tutan zarif sağ erkek elinin de onun eli olduğunu çıkarttım sonuçta.













Araştırdığımda
o yüzün ve elin ait olduğunu teşhis ettiğim kırık alçı
heykelin, Roma Katolik ve Protestan kilisesi inanışlarına
göre evrensel kilisenin baş azizi ve koruyucusu olarak kabul
edilen, müslümanlıkta Yûsuf en-Neccâr olarak tanımlanan, Nasıralı marangoz Yusuf, Meryem'in hala bakireyken hamile kalmasından
sonra onunla evlendiği söylenen eşi, İsa Mesih'in dünyevi babası
Saint Joseph olduğunu tesbit edebildim.
|  | 
| Yerde kırılmış olarak gördüğüm alçı heykel muhtemelen buna benziyordu.
 | 
Heykel sol kucağında
çocuk İsa'yı taşımakta ve sağ elinde de iffetin sembolü olan ve
kutsal üçlüyü (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) de temsil ettiğine
inanılan bir zambak (Fleur de lys / fleur de lis ) tutmaktadır.
Genel olarak tüm betimlemelerde Kutsal Üçlü'yü temsil etmek için
üç zambak çiçeği kullanılmaktadır. Bakire Meryem ve
Saint Joseph sıklıkla
“fleur de lis” ile tasvir edilen azizler arasında yer
almaktadır. Heykelde dikkatimi çeken diğer önemli ayrıntı da
Saint Joseph'in kucağında oturan çocuk İsa'nın sol eliyle
kucağında bir küre tuttuğu, sağ eliyle de (sağ elin baş
parmağı ile yüzük parmağının uçlarını birleştirerek)
takdis işareti yapmasıydı ki bu daha sonra araştırmalarımda
karşıma çıkan hemen hemen tüm Saint Joseph betimlemelerinde
karşılaştığım bir görüntüydü.

.jpeg)
Çocuk İsa'nın bu
ikonografik kompozisyonu “Pantokrator İsa”yı göstermektedir.
Genellikle İsa'nın sol elinde Kitâb-ı Mukaddes (İncil) tutarken
sağ eli ile de takdis yapar halde tasvir edildiği ve İsa'nın
“kainatın efendisi” olarak anlamlandırıldığı bu sahne
Hıristiyan sanatında çokça kullanılmış sembolik anlatımlardan
birisidir. Örneğin bunlardan belki de en ünlüsü Leonardo da
Vinci'ye atfedilen ve tartışılan İsa'nın “Salvator Mundi”
(Dünyanın kurtarıcısı) olarak betimlendiği  tablodur. Tabloda
İsa sağ elini kaldırmış bir şekilde kutsama (takdis) yaparken,
sol elinde de kristal bir küre tutmaktadır.

Benim gördüğüm St.
Joseph'in alçı heykelindeki çocuk İsa da benzer şekilde bir
üzerinde haç taşıyan bir küre (Globus cruciger) tutmaktadır.
Yunanca “ Stavroforos Sphaira” denen bu sembol Orta Çağ'dan
beri bir Hristiyan otorite sembolü olarak, madeni paralarda,
ikonografide ve kraliyet kıyafeti olarak bir asa ile birlikte
(İngiliz Kraliyeti'nde olduğu gibi) kullanılmıştır. Globus ve
üzerindeki haç Mesih'in (İsa) dünya üzerindeki egemenliğini
temsil eder. Elinde Globus cruciger tutan en ünlü çocuk İsa
heykeli, Çek Cumhuriyeti'nin Prag kentinde Malá Strana'daki
“Discalced Carmelite Church of Our Lady of Victories”
kilisesi'nde bulunan, 16. yüzyılda yapılmış, İspanyol kökenli
balmumu kaplı ahşaptan “Praglı Bebek İsa” olarak bilinen
heykeldir. Kiliseyi ziyaret edenler turistik olarak hediyelik olarak
hazırlanmış kartları aldıklarında, kartın arkasında Prag'lı
Bebek İsa'ya yapılan buna benzer dualar ile karşılaşırlar:
|  | 
| Discalced Carmelite Church of Our Lady of Victories Kilisesi'nde bulunan Praglı Bebek İsa
 | 
“Ey
Bebek İsa, Sana sığınıyorum ve Kutsal Annenin şefaati
aracılığıyla ihtiyacımda bana yardım etmeni istiyorum, çünkü
İlahiliğinin bana yardım edebileceğine kesinlikle inanıyorum.
Kutsal lütfunu elde etmeyi umuyorum. Seni tüm kalbimle ve ruhumun
tüm gücüyle seviyorum. Tüm günahlarım için gerçekten üzgünüm
ve onları yenmem için bana güç vermeni yalvarıyorum, Ey iyi İsa.
Seni asla gücendirmeyeceğim ve sana acı çektirmektense acı
çekmeye hazırım. Şu andan itibaren tam bir sadakatle hizmet etmek
istiyorum ve senin sevgin için, ey ilahi çocuk, komşumu kendim
kadar seveceğim. Her şeye gücü yeten çocuk, Râb İsa, tekrar
yalvarıyorum sana, bu ihtiyacımda bana yardım et. Bana Meryem ve
Yusuf (St. Joseph) ile birlikte sonsuza dek sana sahip olma ve göksel
mahkemende kutsal meleklerle sana tapınma lütfunu ver. Amin”
Bazı
fotograflarda “Praglı çocuk İsa” heykelinin farklı renkte
giysiler içerisinde görünmesinin bir anlamı varmış; heykelin
hayırseverler tarafından bağışlanan çeşitli değerli taşlarla
süslenmiş, altın işlemeli giysiler ve ipek kumaşlar ile heykel
için özelleştirilmiş el yapımı dantellerin de yer aldığı,
hatta günümüze kadar korunan Avusturya İmparatoriçesi Maria
Theresa ve İmparator I. Ferdinand'ın hediye ettikleri giysileri de
varmış. 1713 yılından itibaren heykelin giysileri ayin
kurallarına göre değiştirilmeye başlanmış. Sıradan günlerde
Yeşil, Oruç, Mum Günü ve Noel öncesi dört hafta Mor, Noel'de ve
Paskalya'da Kırmızı veya Altın, “Assumptio
Beatae Mariae Virginis”te (Meryem'in
Göğe Alınışı ya da Meryem'in Göğe Kabulü) ve Tertemiz Gebe
Kalma (Meryem'in İsa'ya
mucizevi bir şekilde hamile kalması) kutsal bayram günlerinde de
Kraliyet Mavisi bir giysi kullanılırmış.
Benzer
başka parçalar da buldum, mesela Meryem Ana'ya ait olduğunu
düşündüğüm yarım bir çehre, dua eder gibi birleşmiş iki el
figürü, iki ayak detayı, bir kulak, bir haç ve sacre coure* (kutsal yürek) ve kırılmış alçı heykellerden bir kaç parça daha. Bir de bir zamanlar büyük bir
ihtimalle tavanda asılı olup da vandalların parçaladığı
kristal avizeden bir kaç kristal parça ve 1894 tarihli ve Petite Classe yazılı okulun küçük öğrencilerinden birine ait bir évangile**i de (cep incili) hala saklamaktayım.
Tercümesi: “MEKTUPLAR VE İNCİLLER
| YILIN TÜM PAZAR VE RESMİ TATİL GÜNLERİ İÇİN. ADVENT*İN 10. PAZAR GÜNÜ. Pavlus'un Romalılara Mektubu, bölüm 13, ayet 1.
 Kardeşler, uykudan uyanma saati geldi. Çünkü şimdi kurtuluşumuz, imanla iman ettiğimiz zamandan daha yakındır. Gece ilerledi, gündüz yaklaştı. Öyleyse, günahlarımızı bir kenara bırakalım.” * Advent; Hristiyanlıkta İsa'nın doğumuna ve dolayısıyla Noel'e kadar günlerin geri sayıldığı kısa dönemdir. Katoliklik ve Protestanlıkta 30 Kasım'a en yakın pazar günü başlayan ve Noel arifesine kadar süren dört haftadır. (30 Kasım-24Aralık) Ortodokslukta ise 27 Kasım ile 7 Ocak arasındaki 40 günlük dönemdir. | 
|  | 
| Kutsal Yürek tasviri | 
* Kutsal Kalp (Sacre Coure) genellikle Hristiyan sanatında ilahi ışıkla parlayan, mızrak yarasıyla delinmiş, dikenli taç ile çevrelenmiş, üzerinde bir haç ve kanama bulunan alevli bir kalp olarak tasvir edilir. Bazen görüntü, İsa'nın koynunda parıldarken yaralı elleri kalbi işaret ederek gösterilir. Yaralar ve dikenli taç İsa'nın ölüm şeklini ima ederken ateş, ilahi sevginin dönüştürücü gücünü temsil eder.
** évangile: Kelime anlamı olarak "müjde", "iyi haber" anlamına gelen évangile, Hz. İsa'nın yaşamını, öğretilerini, ölümünü vedirilişini anlatan bir biyografidir. Eski Fransızca evangile, evangeile, euvangile kelimelerinden türemiştir, Kilise Latincesi evangelium kelimesinden, Antik Yunanca εὐαγγέλιον (euangélion, “iyi haber”) kelimesinden ödünç alınmıştır. İtalyanca vangelo, Portekizce evangelho, İspanyolca evangelio kelimeleriyle aynı kökten gelmektedir.
|  | 
| Kutsama (takdis) işareti yapan elin iki parmağı | 
Biraz daha araştırsam o karmaşa içerisinde
başkalarını da bulabilecektim, ki bulduğum Hz.İsa ile ilgili dini sahnelerin
gösterildiği taş baskısı bir duvar resmini unutmamalıyım. Bu
resmin altında “III.ͤ  Station” yazmaktaydı ki bu
Hıristiyanlık (daha ziyade katolik) metinlerinde “3. Durak”
anlamına geliyormuş ve karşılığı: “İsa İlk Defa Düşer”
söylemiyle onun ilk kez yere kapaklandığı sahneyi betimliyormuş.
|  | 
| Yırtılmış parçaları birleştirdiğimde, eksiklere rağmen böyle bir tablo ortaya çıktı. | 

Araştırdığımda bu betimlemeler ile ilgili olarak şu bilgilere
ulaştım: Yeni
Ahit'te de bahsi geçen Judea'daki (Filistin Bölgesi'nin güneyinde
yer alan ve adını İbrani din büyüğü Yakup'un oğlu olan
Yehuda'nın alan bazı devletler) Roma valisi Pontius Pilatus'un
Kudüs yakınlarındaki Golgota tepesindeki Praetorium'undan (adını,
Büyük Hirodes'in Kudüs'te ikamet ettiği yere atıfta bulunan daha
önceki Roma kullanımından alan saray) bazı kaynaklarda da eski
Antonia Kalesi'nden Mesih İsa'nın mezarına (Kutsal Kabir Kilisesi)
kadar izleyen, yaklaşık 600 metre uzunluğundaki dolambaçlı rota
üzerindeki Haç Yolu'nun 14 Haç Durağı'nı izlemek, özellikle
Lent (hıristiyanlarin sadece hayvansal gidaları yememek kaydi ile
tuttukları 40 gunluk oruç, büyük Perhiz) ve Paskalya hazırlığı
sırasında cemaatlerde popüler bir ibadet olmuş ve bu yol 16.
yüzyılda, Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu) veya sadece Haç
Yolu olarak adlandırılmış. Aslında bu Haç Yolu, MS
313 yılında, Hristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru olan,
diğer pek çok dinle birlikte Hristiyanlığa da yasal statü
kazandıran Milano Fermanı'nı yürürlüğe sokan, Konstantinopolis
(İstanbul) kentinin ve Doğu Roma İmparatorluğu'nun "Megas/Büyük"
lakabıyla anılan kurucusu I. Konstantin (Flavius
Valerius Constantinus, MS 272-337)
tarafından,
bu yol önemli duraklarıyla işaretlenmişti.
|  | 
| Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu) üzerinde III. Durak | 
Kutsal
toprakların 9. Osmanlı padişahı I. Selim, (Yavuz Sultan Selim,
1470-1520) döneminde  1516-1518 yılları arasında yaptığı Doğu
Seferi sırasında fethedilmesi sonrasında o bölgenin kontrolü
Müslümanlara geçmişti. Yavuz Sultan Selim'in torununun oğlu 12.
Osmanlı padişahı III. Murad (1546-1595) zamanında 1587'den
itibaren ise Belçikalı bir yargıç olan Giovanni Zuallart
(Giovanni Zuallardo veya Jean Zuallart, 1541-1634), 1608'de Anvers'te
yayınladığı “Le tres devot voyage de Ierusalem” (Kudüs'e Üç
Dindar Yolculuk) adlı seyahatnamesi'nde aktardığına göre,
Müslümanlar tarafından “herhangi bir kimsenin durmasının,
(istasyonlara) duraklara başı açık bir şekilde saygı
gösterilmesinin veya başka bir gösteri yapılmasının”
yasaklandığı ve temelde Kutsal Topraklar'da bu bağlılık
bastırılmıştı. Osmanlılar Kutsal Topraklar'a erişimi
engellediğinde, durakların kopyaları bazı popüler dini
merkezlere, çoğu tanınmış sanatçılar tarafından üretilmiş
ve günümüzde şaheserler olarak kabul edilen semboller yapılmıştı.
XVII. yüzyılın sonunda kiliselerde durakların dikilmesi daha
popüler hale gelmişti. Müslüman baskısı nedeniyle az sayıda
insanın Kutsal Topraklara seyahat edebildiğini fark eden Papa XI.
Innocent'in 5 Eylül 1686'daki talimatıyla Fransiskanlara bu
istasyonları/durakları kiliselerine dikme hakkı ve verilmiş ve
aynı hoşgörülerin, gerçek bir hac yolculuğundaymış gibi
ibadeti yerine getiren sadık hacılara da verilmesini emretmişti.
10 Mayıs 1742'de de Papa XIV. Benedikt Haç
Durakları'nın doğru kurulumunu ve kullanılacak malzemeleri
düzenlemiş, tüm rahipleri kiliselerini, 14 durakta ritüeline göre
kutsanmış ahşap haçlar konulmasını, bunlara resmedilmiş ve
yontulmuş sahnelerin eşlik etmesini isteyerek, Kiliseleri Haç Yolu ile
zenginleştirmeye çağırmıştı.

Beş yıl sonra, 16
Ocak 1731'de de Papa XII. Clement,
Hollanda
asıllı ve 29
Ocak 1522 - 14 Eylul 1523 tarihleri arasında Papalık yapan
Papa VI. Adrian (VI.
Hadrianus, 1459-1523)
tarafından 10 Mayıs 1522'de ilan ettiği “iki günlük mesafede
hiçbir piskopos bulunmadığında, neredeyse tüm piskoposluk
yetkisini" kullanmalarına izin veren “Exponi nobis” papalık
fermanıyla bunu
genişleterek Haç Duraklarını, bir Fransisken rahip tarafından
yapılması şartıyla herhangi bir kutsal yere (bölgesel kiliseler,
şapel, manastırlar..) konulmasına izin vermişti. İsa'nın ölüme
mahkûm edilmesinden mezarına konulmasına kadar 14 durağı İtalyan
Fransiskan rahip San
Leonardo da Porto Maurizio
(
1676-1751)
düzenlemişti. 1862 de Vatikan'ın bir kararnamesi ile de rahiplerin
kendi kiliselerinde “Haç Yolu”nu kurmalarına izin verilmişti.
Bu
Haç Yolu kilisenin içinde düzenlenmiş on dört resim, haç veya
diğer sembollerin önünde durularak dualar edilen bir geçit
törenidir. 
|  | 
| Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu) | 
Kutsal
metinlerde “III.ͤ  Station” (3. Durak) ile ilgili olarak
şunların yazıldığını gördüm: “İsa, düştün ve haçın
ağırlığı altında bile hemen ayağa kalktın. Yorgun ve
kanıyordun, ama yine de ayağa kalktın çünkü Tanrı Babana
inanıyordun ve O'na güveniyordun. Kendi ölümüne yürüyordun,
ama devam ettin. Seni seven insanların sana sırtını dönüp
senden nefret ettiğini görmek çok acı verici olmalı.” Burdan
hareketle buna benzer daha 14 adet daha resim olabileceğini
gerekirken o gün onları görememiştim. Bu 14 sahneden oluşan
duraklar sırasıyla; 1. “İsa ölüme mahkûm ediliyor”, 2. “İsa
Haçı taşıyor”, 4. “İsa annesiyle buluşuyor”, 5. “Kireneli
Simon'un İsa'nın haçı
taşımasına yardım etme istiyor”, 6. “Veronica İsa'nın
yüzünü siliyor”, 7. “İsa ikinci kez düşüyor”, 8. “İsa
Kudüslü kadınları teselli ediyor”, 9. “İsa üçüncü kez
düşüyor”, 10. “İsa'nın giysileri soyulur”, 11. “İsa
çarmıha gerildi”, 12. “İsa çarmıhta ölür”, 13. “İsa
çarmıhtan indiriliyor” ve “Çarmıhın 14. Durağı: İsa'nın
Mezara Konması” temalarını betimlermiş.

İngiliz
laik Roma Katolik kilise sanatçısı, mistik, popüler din yazarı
ve şair Caryll Houselander (1901-1954) “The way of the cross”
(Haç yolu) adlı kitabında 3. Durak için şunları yazmıştı:
“İsa, Calvary'ye (Golgota olarak da anılan, İsa'nın çarmıha
gerildiği Kudüs yakınlarındaki tepenin adı) giden yolun ilk
adımında tökezler ve düşer. Dizlerinin üzerinde topraktadır! …
İsa'nın altına düştüğü haç, çoğu sıradan insanın altına
düştüğü haçtır… yetişkin hayatının başlangıcında;
maddi bir haç, neredeyse herkesin omuzlaması gereken maddi
mücadelenin yükü. Mesih Kendisini bizimle özdeşleştirdiği
için, içimizdeki ilk düşüşün aşağılanmasını çektiği
için, sevgisi onu dönüştürür. Yaranın kendisi bizi
iyileştirebilir. İlk düşüş, ilk gerçek öz-bilgidir. Şimdi
zayıflığımızı biliyoruz, hayatın zorlukları karşısındaki
çaresizliğimizi, sorumluluklarımızı omuzlayamamamızı
biliyoruz. Kendi başımıza ayağa kalkamayacağımızı, yükü
ikinci kez kendi başımıza omuzlayamayacağımızı, kendimize
duyduğumuz aşağılamayla veya başkalarının alaylarıyla kendi
başımıza yüzleşemeyeceğimizi biliyoruz. Şimdi tamamen Mesih'e
bağımlı olduğumuzu, O'nun içimizde hareket etmesine, Kendisini
içimizde yükseltmesine ve bizi O'nda yükseltmesine bağımlı
olduğumuzu fark ediyoruz. Onun zayıflığı bizim gücümüzdür.”
|  | 
| Via Dolorosa (Kederli Yol/Çile Yolu) | 
Tam
kırık küçük alçı heykel parçalarını ve diğer küçük
taşınabilir parçaları toplamış ceplerime, çantama yerleştirip
mekanı terk etmek üzereydim ki kapı kanadının hemen içinde
yerde, girerken farketmediğim bir kaç parçaya ayrılmış bir şey
dikkatimi çekmişti. Dikkatle baktığımda bunun kilisenin
girişinde duvara monte edilmiş mermer bir kutsal su haznesi (holy
water font) olduğunu farkettim. Yarım daire şeklinde, istiridye
kabuğunu andıran bir formu olan bu parça da, ne yazık ki vandal
saldırıdan nasibini almıştı. Sonradan öğrendim ki Fransızca'da bunlara “Bénétier”
denirmiş.
Rivayete göre istiridye
kabuğu şekli eskiden beri Hristiyan yaşamının bir yolculuğa
benzetilmesi anlamında imge olarak kullanılırmış.
Belli
ki duvara monte edilmesi için yapılmış olan arkasındaki uzantısı
kırılarak, o parçası duvarda kalacak şekilde ağır bir darbe
ile yerinden çıkmış ve yere savrulmuştu. Tabii o hınç dolu
kuvvetli darbe ile hazne de parçalanmış dağılmıştı. Çoğu
parçasını bulup toparlamıştım, ancak yine de eksik parçalar
vardı ancak o toz toprağın içerisinde onları bulmak mümkün
olamamıştı. Onları da alıp, arkama son bir kez daha bakıp o
küçük chapel ile vedalaştım.

“Holly
water font” (Vaftiz su kabı), genellikle bir kilisenin girişine
yakın bir yere yerleştirilen, bir rahip veya diyakoz (papaz
yardımcısı) tarafından kutsanan kutsal suyu içeren bir kaptır.
Katolik kiliselerinde, kiliseye girerken kutsal suyu kullanarak sağ
eli suya sokup istavroz çıkarmak (haç işareti yapmak) adettendir.
Kutsal su kabı, Hristiyanlar tarafından kiliseye girmeden önce
abdest almak için erken kilise zamanından beri kullanılan
cantharus'un bir türevidir.
Erken
Hıristiyanlık döneminde, Müslümanlıkta olduğu gibi kiliseye
girmeden önce, “ruhun günahlarından arınması ve yaratıcıya
teslim olmayı” sembolize eden bir abdest alma seremonisi varmış
ve bunun için kiliselerin girişinden önce (eksonarteksinde) abdest
alabilmeleri için kullanılan bir çeşme (şadırvan gibi) olurmuş.
Phiala ya da Cantharus olarak da adlandırılan bu çeşmede el, yüz
ve ayaklar yıkanır ve o şekilde kiliseye girilirmiş, ki aslında
bu abdest alma uygulaması bir yahudi geleneğiymiş.
İlerleyen
dönemlerde abdest almak için kullanılan bu canthariler (cantharus)
giderek onun bir türevi olarak, hemen kapı yakınına yerleştirilen
bu kutsal su haznelerine dönüşmüş. Bu kutsal su hazneleri
Katolik ve birçok Lutheran ve Anglikan kilisesinde, kiliseye
girerken kutsal suyu kullanarak haç işareti yapmak* için
kullanılmaktadır. Bu kutsal su, bir rahip ya da diyakoz**
tarafından önceden kutsanırmış.
İstanbul'daki
Ayasofya'nın (Hagia Sophia Kilisesi) dışında yer alan bir kutsal
su kaynağının üzerinde; MS 380'den MS 381 yılına kadar
Konstantinopolis Başpiskoposu olarak görev yapan erken dönem Roma
Hristiyan ilahiyatçısı ve piskoposu Nazianzus'lu
Gregory'ye (MS 329- MS 390) atfedilen bir Yunan palindromu***nda
(palindrome), “Sadece
yüzünü değil, günahlarını da yıka” anlamına gelen, “ΝΙΨΟΝ
ΑΝΟΜΗΜΑΤΑ ΜΗ ΜΟΝΑΝ ΟΨΙΝ” (Nipson anomēmata mē
monan opsin) yazısı bulunuyormuş.
Su ile vaftiz Ortodoks Kilise'sinde suya girmeyi gerektirirken, Katolik Kilisesi'nde ise bu su serpmekten ibarettir. Liturjileri (ayinleri) Katolik Hıristiyanlardan farklı olsa da Doğu Ortodoksları da Katolikler gibi kiliseye girdiklerinde kendilerini kutsal suyla kutsamasalar da, genellikle kilisenin narteksine (giriş) yerleştirilen bir çeşmede bulunan bir miktar kutsal suyu isterlerse evine götürebilirler, evlerine serper, hatta yemeklerinde kullanırlarmış. Roma Katolik Kilisesinin ritüellerinde dört farklı kutsal su kullanılırmış. Koruyucu olarak çok az tuz katılarak vaftizlerde ve kutsamalarda, az miktarda chrism, [myrrh (mür: tıp, parfümeri ve tütsülerde kullanılan dikenli bir ağaç türünden elde edilen bir sakız reçine) myron, (Yunanca parfüm; hoş kokulu yağ; en yüksek kutsallık seviyesine sahip yağ), kutsal mesh yağı (fesleğen yağı) ] ve kateşum yağı katılarak “Gregoryen suyu” adıyla kilise vaftizlerinde, az miktarda şarap, tuz ve kül katılarak kilisenin kutsanmasında ve evde kullanmak üzere Paskalya pazarında sağdıçlara dağıtılan Paskalya suyu.
Çarmıha gerilerek ölüme terk edilen İsa ölmeden önce öğrencilerine bir uyarıda bulunarak: “Beni izlemek isteyen her gün kendi çarmıhını yüklensin ve ardımdan gelsin." demiştir. (Matta 10:38) / (Markos 8:34) / (Luka 14:27)
İşte bu haç çıkarma eylemi, hıristiyanların onu izlediklerini ya da andıklarını ifade eden bir simgedir. “Ben İsa'ya iman ediyorum”, anlamına gelir.
Bu kutsal su olayı, suyun kutsallığı ilginç bir konudur; neredeyse bütün inanışlarda farklı ritüellerle de olsa bir kutsal su kavramı vardır. Kutsal suyun kötülüğe karşı koruma, arınma amaçlı bir ayin olarak kullanımı, Hristiyanlıktan Sihizm'e kadar birçok dinde yaygındır. Pagan dinlerde, tapınaktan alınan bir meşalenin içinde söndürülmesiyle khernips adı verilen kutsal su yaratılır. Musevi’lerde kutsal su, toprak bir kaba su alınıp, çadırın döşemesinden biraz toprak atılmasıyla elde edilir. Sihizm'de iyileştirici güçlere sahip olduğuna ve kişinin karmasını arındırdığına inanılan amritsar veya amritsarovar adı verilen kutsal bir su havuzunda yıkanılır. Keza buna benzer bir şekilde Hinduizm'de de arınmak ve kötülüklerden korunmak için en kutsal nehir olarak kabul edilen Ganj nehrinde yıkanılır. Budizm’de su yine bir kaba konularak, toprak, ateş ve hava elementlerini temsil edecek şekilde üzerinde bir mum yakılıp söndürülen su, kötülüklere karşı koruyuculuğuna inanılarak evlerde tutulur. Müslümanlık’ta kötülüklerden korunmak ve arınmak için Mekke'deki Kabe yakınlarındaki bir kaynaktan çıkan Zemzem suyu içilir ya da evleri kötülüklerden arındırmak için etrafa serpilir.
Kaçımız çocukluğunda sınav günü kapıdan çıkmadan önce, evdeki büyüklerden babaanne veya anneanne ya da anne tarafından okunmuş bir bardak su içmedi ki…Geçenlerde okudum da bu “okunmuş suyun” da suyunu çıkartmışlar sonunda!.. Hollanda merkezli bir şirket suda eriyebilen Kur’an sayfaları üretmiş. Patates nişastasından üretilen kağıtlara sağlığa zararsız olduğu iddia edilen bir mürekkeple basılan ve suya atılınca eriyen bu Kur’an sayfaları 30-40 Euro’dan başlıyan fiyatlar ile satılıyormuş…😂
Çok iyi hatırlarım ki dini bayramların arifesinde yıkanmak bizim evde bir gelenekti. Hatta annem beni, her ne demekse artık, “arife suyu” ile yıkar, en sonunda da çıkmadan önce başımdan aşağı, eliyle şap şap vurarak okuduğu üç hamam tası su dökerdi… “Su gibi gitsin, su gibi gelsin” diyerek su dökmez miyiz yolculuğa çıkanların ardından? Mesela içmesi için su verdiğimiz bir büyüğümüzden kimbilir kaç kez duymuşuzdur “Su gibi aziz ol” hayır duasını… Kimbilir daha ne çok inanış ve ritüel vardır suyun gücü ve kutsallığı üzerine. Ayrıca, su hayattır; okumadık mı, hayatın tek hücrelilerle sularda başladığı öğretilmedi mi bize zaten…
|  | 
| Sator Karesi | 
Buna
benzer bir palindromu, 2007 yılında Barselona seyahatim sırasında
Antoni Gaudi'nin (1852-1926) ünlü La Sagrada Familia (Kutsal Aile)
Bazilikası'nda görmüştüm. Aslında o da bir palindromdu ancak
rakamlardan oluşuyordu ki ona daha ziyade “Sator Karesi” ya da
“Kriptogram” (şifrelenmiş kısa bir metin parçasından oluşan
bir tür bilmece) deniliyor. Aslında “SATOR/AREPO/TENET/OPERA/ROTAS”
kelimelerinden oluşan ve Antik Roma döneminden kalan, 5X5'lik bir
kare içerisinde beş harflik beş kelimeden, ve her şekilde
okunduğunda aynı ifadeleri veren ve bu güne kadar bir çok
bilimsel tartışmaya neden olsa da gerçekte ne anlama geldiği
konusunda henüz bilim adamlarının kesin bir sonuca varamadığı,
genel anlamda bu tür şifreli yazılar ya da rakamlardan oluşan
bilmecemsi (ister harflerle ister rakamlarla olsun) palindromlara,
Sator Karesi deniyor.

Bilindiği
gibi La Sagrada Familia tamamlanamamış bir bazilika ve yıllardır
tamamlanmaya çalışılıyor. Antoni Gaudi'nin vakitsiz ölümü
üzerine onun zamanında tamamlanamayan bazilikanın diğer bölümleri
onun anlayışına uygun olarak yeniden inşa ediliyor. Bazilikanın
güneybatı cephesi de bunlardan biri. “Tutku Cephesi” denilen
güneybatı cephesi'nin tamamlama görevi de İspanyol heykeltraş ve
ressam Josep Maria Subirachs i Sitjar'a (1927-2014) verilmiş.
Subirachs, Antoni Gaudi'nin tarzından hiçbir taviz vermeden ancak
Gaudi'nin heykelleriyle karıştırılmaması ve kendi sanatsal
tarzında tamamlamasına izin verilmesi koşuluyla kabul ettiği bu
işi tamamladığında bu cephedeki heykeller ve gördüğümde beni
bir grafiker olarak çok etkileyen büyük madeni (büyük bir
ihtimalle bronz) kapının üzerine yerleştirdiği 4X4'lük bir kare
içerisinde rakamlardan oluşan bir kriptogram, popüler sembollerden
biri olmuştu.

Karenin içerisindeki rakamlar 310 farklı
kombinasyona kadar işleme (saymaya) izin veren ve her kombinasyonda,
16 sayıdan oluşan bu rakamların (yatay, düşey, çapraz vb.
şekillerde) toplamının 33'ü verdiği ve 33 toplam rakamının Hz.
İsa'nın çarmıha gerildiği zamanki yaşını işaret ettiği
söylenmektedir. Ayrıca Hıristiyan inancında olanlarca, bunun 33
melek sayısını gösterdiğine, dürüstlük, cesaret, disiplin ve
şefkati sembolize ettiğine ve ayrıca da kendilerine göz kulak
olunduğu, korunduğu ve ruhsal yolculuklarında güven ve zerafetle
ilerlemeleri için güçlendirildiği yönünde güven verici bir
işaret olduğuna inanılıyormuş. Bir başka iddiaya göre de 33
rakamını oluşturan 3 sayısı aslında Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'u
yani kutsal üçlüyü işaret etmekteymiş. 

*haç
işareti yapmak: istavroz çıkarmak. Kutsal Üçlemeyi; Baba, Oğul
ve Kutsal Ruh’u (teslis) temsil eden istavroz, kökü haç anlamına
gelen “stavros” kelimesinden gelmektedir. Latincede ise haç
işaretinin karşılığı “Signum Crucis”dir. Hristiyanlar'ın
bir aziz heykeli ya da ikonası önünde veya kiliseye girerken
kutsal su haznesine ellerini sokup sonra da elleriyle haç işareti
yapmalarına da istavroz çıkartma denir.
**diyakoz:
kiliselerdeki üç yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı.
***palindrome:
Hem düzden hem de tersten aynı okunabilen bir kelime veya cümledir
ve her iki yönde de anlamı aynıdır. “Anastas mum satsanA
gibi”...
Daha
önce de yazdığım gibi bu binayı ziyaretim bu ilk seferle
kalmamış daha sonrasında zaman içerisinde iki ya da üç kez daha
görmeye gitmiştim. Aslında ikinci kez gidişimin bir amacı vardı,
daha önce bulduğum parçaları evde birleştirmeye çalışmış, o
alçı yüz parçasına ya da mermer Vaftiz su kabına ait daha fazla
parça bulabilir miyim düşüncesiyle bir kez daha araştırmak
istemiştim. Epeyce araştırmama rağmen çok da başarılı bir
sonuç alamamıştım ancak o ilk seferde nasıl olduysa dikkatimi
çekmeyen özel bir şeyi keşfetmiştim. Tepetaklak ve ters yüz
olmuş vaziyette olduğu için ilk seferde farketmediğim o şeyin güzelliği döndürünce ortaya çıkmıştı. Bir değil iki
taneydiler üstelik, ancak birisi çok fazla parçalanmıştı, neyse
ki diğeri epey hırpalanmış olsa da bütünlüğü bozulmamıştı.
Bunlar daha önce gördüğüm aziz ya da azize heykellerinin üzerine
yerleştirildiği taban vazifesi gören cherub (melek) dekorasyonlu
duvar konsollarıydı.
|  | 
| İnternette araştırdığımda bulduğum benzer bir örnek | 
O gün bir an için en azından bu sağlam olanı
almayı, evime götürmeyi düşünmedim değil, ancak hem ağır
olduğu için, hem de birileri görür de başım belaya girer diye
bu niyetimden vazgeçmiştim. Kabaca formu ters çevrilmiş kare
tabanlı bir piramidin yarısı gibi olan bu konsolun ön yüzünde
kanatlarıyla bir cherub* iki eli ile karın hizasında üzerinde
ışın saçan bir yıldız kabartması ve tepesinde haç olan
eliptik bir kalkan tutar şekilde tasvir edilmişti. Bence bu ışık
saçan yıldız, İncil’de
de Beytlehem Yıldızı olarak geçen yıldızdır ve
Hz. İsa'yı temsil etmektedir. Rivayet edilir ki, Hıristiyanlar
bakire ve ölümlü bir anneden doğan Hz. İsa'nın kışın
gündönümünün olduğu günün ertesi günü, yani 25 Aralık
gününde doğduğuna inanmaktadır. Onların inanışlarına göre
doğudan bir yıldız doğmuştur. İsa’nın
Roma İmparatorluğu tarafından Yahudiye eyaletine atanan Yahudi
Kralı Hirodes (MÖ 74-MÖ 4) devrinde
Yeruşalim’in (Kudüs)
yaklaşık 10 km güneyinde bulunan Beytlehem
Kenti’nde doğmasından sonra bazı yıldızbilimciler doğudan
Yeruşalim’e gelip, “Yahudiler’in
Kralı olarak doğan çocuk
nerede? Doğuda
O’nun yıldızını gördük ve
O’na tapınmaya geldik.” demişlerdi. Kral Hirodes bunu duyunca
kendisi de bütün Yeruşalim halkı da tedirgin olmuş ve bütün
başkâhinleri ve halkın din bilginlerini toplayarak onlara Mesih’in
nerede doğacağını sormuştu. Kahinler “Yahudiye’nin Beytlehem
Kenti’nde” demişler, bunun üzerine Kral Hirodes
yıldızbilimcileri çağırıp onlardan yıldızın göründüğü
anı tam olarak
öğrenmiş
ve
“Gidin, çocuğu dikkatle arayın, bulunca bana haber verin, ben de
gelip O’na tapınayım” diyerek onları Beytlehem’e
göndermişti. Yıldızbilimciler, kralın emriyle yola çıkmış,
doğuda görmüş oldukları yıldız
onlara yol göstermiş, doğan çocuğun bulunduğu yerin üzerine
gelince de yıldız durmuştu.
Kalkanın
en altında da üçgen formu sonlandıran stilize bir istiridye
kabuğu yer almaktaydı. Özellikle yüzüne çok fazla darbe almış
olsa da yüz hatları yine de belli olabiliyordu. O da diğer alçı
heykeller gibi çok güzel bir şekilde renklendirilmiş, yer yer de
varak boya ile zenginleştirilmişti.
*Cherub:
ibrahimî
dinlerinde “kərūḇ”, islamiyette “al-karubiyyin”,
"cherubim" veya “al-muqarrabin” adları ile anılan
Cennet Bahçesi'nin girişini korumak gibi birçok farklı rol
atfedilen Tanrı'ya yakın en yüksek meleklerdendir.
Bu
gidişimden epey bir süre geçtikten sonra şansımı bir kez daha
denemek üzere tekrar yola çıkmış ve yine aynı yolu kullanarak
arka bahçeden o yıkıntıya girmiştim. Umudum bir kez daha
ortalığı iyice araştırıp eksik olan parçalardan bazılarını
bulabilmekti. Ancak beni şok eden bir manzara ile yüzyüze
gelmiştim, chapelin kapısını açtığım an dona kalmıştım.
Mekan tamamen boşaltılmış, hiç bir şey kalmamıştı, ne
klavsen sandığım müzik aleti, ne ceviz ağacından yapılmış
sıralar, ne kırık alçı heykeller, ne de Cherub dekorasyonlu
duvar konsolları, hiç bir şey kalmamıştı, hatta yerlerdeki
kırık parçalar bile süpürülmüş, mekan tertemiz edilmişti.
Hiç beklemediğim bir durumla karşılaşmıştım, ne olmuştu da
böyle tertemiz edilmişti. Belli ki benim dışımda birileri daha
burayı keşfetmiş ve para edebilecek olan şeyleri toparlayıp
gitmişti, ama sonradan bana bu da çok saçma geldi; öyle olsa
neden yerlere varıncaya kadar temizlensin ki...
|  | 
| Nezih Uzel fotograf arşivinden, işte o mekanın içindeki her şeyin yok olduğu an. | 
Bunu çok sonra bu
yazıyı yazmak üzere araştırma yaptığımda anlayabilecektim,
anlaşılan o sıralarda birileri düğmeye basmış ve mekan
kurtarılmak ve restore edilmek üzere ele alınmıştı. Umudum bir
kez daha boşa çıkmış, bulmayı beklediğim o eksik parçaları
bulabilmemin mümkünatı kalmamıştı artık. Morali bozulmuş ve
elim boş olarak yeniden arka bahçeden arabamı parkettiğim çıkmaz
sokağa doğru yönelmiştim ki ilerde bahçe duvarının biraz daha
solunda bir yığuntı dikkatimi çekmişti; o tarafa doğru
gittiğimde bunun içerdeki çer çöpün yığıldığı bir küme
olduğunu farketmiştim. Chapelin içerisindeki sağlam eşyaların
dışında kalan kırık dökük ne varsa hemen hepsi, süpürüldükten
sonra çöp niyetine oraya atılmıştı. Kırık alçı heykellerin gövdeleri, onların ahşap iskeletleri, dahil hemen her şey orada
bir yığın halinde duruyordu. Tabii o süpürülme ve çöp
niyetine atılmaları sırasında daha da fazla parçalanmışlar,
hatta belki de geçen süre içerisinde yağan yağmurlar ve belki de karla daha da kötü
olmuşlardı. Bu durumda o tozun toprağın arasında bir şeyler
bulabilmek de zorlaşmıştı artık. Ancak o an bir mucize olmuş
tozun toprağın arasında bir istiridye kabuğu gözüme çarpmıştı,
o an çok heyecanlanmıştım. Yoksa o geçen seferde keşfedip
almaya cesaret edemediğim Cherub dekorasyonlu duvar konsol muydu?
Toza toprağa aldırış etmeden yığına dalıp o istiridyenin
etrafını açmaya başlamıştım. Evet oydu, ne kadar mutlu
olduğumu anlatmak mümkün değil şu an, üstelik ilk gördüğümden
sonra çok da yıpranmamıştı. Kuvvetimi toplayıp yığının
içerisinden çıkarttığımda iyice emin olmuştum, çok fazla
hasar almamıştı ve hala bütünlüğünü koruyordu. Bir süre
öylece ben ona o da bana baktık durduk. Sonunda sanki dile geldi de
“ne durup, dikiliyorsun başımda, bak çöp ettiler attılar beni,
burada bırakırsan yok olup gideceğim, beni çok sevdin biliyorum,
al da götür beni evine...” der gibi geldi bana.

Öyle de oldu
sonuçta, cesarete gelip, yüklenip arabamın bagajına atıverdim,
birileri görürmüş, suçlanırmışım diye düşünmeden. O gün
bu gün 30 yıldır da beraberiz onunla.
İyi ki de gitmişim o gün;
hatta ilk gün gittiğimde keşke imkanım olsaydı da akıbetini
hala merak ettiğim o ceviz sıraları, klavsen sandığım müzik
aletini ve başka şeyleri de örneğin kırılmış da olsa o alçı
aziz ve azize heykellerini alabilseydim diye hayıflanırım hala.
Uzunca bir süre Dekorasyon Dergileri'ne o ceviz sıraları, o klavseni birilerinin evinde
görür müyüm acaba diye çok baktığımı da hatırlarım. 
|  | 
| İnternette etsy.com adlı satış sitesinde "Antika çift konsol raf, dini mimari sanat, kurtarılmış alçı melekler" açıklamasıyla, 14.995.09 TL satış fiyatıyla satıldığını gördüm. Bunlar büyük bir ihtimalle benim 19. yüzyıldan kalma melekli konsolumun kalıbından yakın zamanda yeni üretilmiş ham kopyaları. Aslında sağlamken neye benzediğini görünce insan üzülüyor.
 | 


Türkiye'deki
yabancı eğitim kurumlarının en eskileri Katolik tarikatlar
tarafından kurulan okullardı. 16. Yüzyılda açılmaya başlayan
bu okulların çoğunluğu kapitülasyonların sağladığı
olanaklarla Fransız misyonerlerce kurulmuştu. Özellikle,
Tanzimat ve Islahat Fermanları sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'na
gelen yabancıların ve açtıkları okulların sayısı gittikçe
artmış, 1839'a gelindiğinde sadece İstanbul'da 21'i erkek 19'u
kız olmak üzere 40 tane Fransız okulu açılmış ve Rum
Katolik, Rum Ortodoks, Süryani, Ermeni, Musevi, Maruni, Keldani,
Rum, Bulgar ve Latin aileler çocuklarının bu okullarda eğitim
görmesini tercih etmişlerdi. 
Islahat
Fermanı, 18.
Yüzyılda başlamış olan reform hareketlerinin bir sonucu olarak
ortaya çıkan ve 3 Kasım 1839'da Sadrazam Mustafa Reşit Paşa
tarafından hazırlanarak yabancı ülke büyükelçiliklerine bir
merasim ile Gülhane Parkı'nde okunan
Tanzimat
Fermanı'nın getirdiği reformları
teyit etmiş ve gayrimüslim tebaya verilen imtiyazları arttırmıştı.
Tanzimat Fermanı'nın net olarak ortaya koymadığı, “Müslüman
ve Hıristiyan tebanın din, mezhep ve siyasi haklar açısından
eşit olduğu” 28 Şubat 1856 yılında Islahat Fermanı ile
duyurulmuştu. Islahat Fermanının gayirmüslimler ve yabancılarla
ilgili düzenlemelerinde en dikkat çeken madde; “Her
Cemaat kilise, hastane, okul ve mezarlıklarını tamir edebilecek ve
tekrar inşa edebilecektir. Yeni bina inşa etmek için millet
başları Bab-ı Âli'den gerekli izni alacaktır. Yapılacak binanın
yanında cami bulunması gibi idari bir engel yoksa devlet gerekli
izni verecektir.” olmuştu. Böylelikle bütün
dinsel topluluklar okul açmaya yetkili kılınmış, kendilerine
sunulan bu hakları kullanan azınlık ve yabancılar da bu sayede
ciddi bir okullaşma sürecine girmişlerdi. Ayrıca azınlıkların
Türk okullarına girmeleri konusunda da bir sınırlama ya da şart
konulmamıştı. İlk yıllarda Müslüman aileler bu okulları
tercih etmezlerken, 1890'da
bu okullardaki Müslüman öğrenci sayısı %15'e ulaşmış,
1911'de ise bu oran %56'ya ulaşmıştı.
16.
yüzyılın sonlarına denk gelen Fransız Misyoner Okulları, açılan
yabancı okullarının içerisinde ilk olma özelliği taşımaktaydı.
Çeşitli tarikatlar tarafından açılan bu okullar genel olarak
okulu kuran dinî kuruluşların adını taşımaktaydı. Bu
tarikatların belli başlıları: Filles de la Charité Rahibeleri,
Notre Dame de Sion Rahibeleri, Ivréa Rahibeleri, N. D de Lourdes Rahibeleri, Gürcü Katolik Rahipleri ve
Rahibeleri, Fransisken Rahipler ve Rahibeler, Dominiken Rahipler ve
Rahibeler, L‟Assomption Rahip ve Rahibeleri, Cizvit Rahipleri,
Capucin Rahipler, Fréres Maristes Rahipleri, Lazarist Rahipler, Fréres des écoles Chrétiennes
Rahipleri ve Salésien Rahipleri'ydi. Tarikatlarca açılan okullar
Osmanlı İmparatorluğu'nda eğitim ve kültür yaşantısını
önemli ölçüde etkilemişlerdi. Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'nda
batılılaşma, modernleşme sürecinde model olarak seçilmiş, bu
Azınlık Okullarında da Fransız'ların açtıkları okullarda
olduğu gibi Fransızca eğitim verilmesi sonucunu doğurmuştu.
16.
yüzyıldan itibaren Avrupalı güçlü ülkeler ile Osmanlı
İmparatorluğu arasında imzalanan kapitülasyon anlaşmalarıyla
Avrupalı devletlerin yurttaşları Osmanlı topraklarında birçok
kişisel, hukuki ve ticari imtiyazlar etmişlerdi. Bu sayede
yabancılar kendi din ve mezheplerine ait kiliselerde serbestçe
ibadet edebildikleri, bu kiliselerdeki din adamlarını
seçebildikleri gibi bu din adamaları da mabet içinde ve dışında
dokunulmazlığa sahip olabiliyorlardı. Ayrıca mevcut kiliseleri
onarabildikleri gibi yeni kiliseler de inşa edebiliyorlardı.
Üstelik Mekke ve Medine hariç Osmanlı topraklarında hiç bir
kısıtlama olmaksızın ikamet edebilir, istedikleri malları alıp
satabilir, serbestçe ticaret yapabilir, suç işleseler dahi sınır
dışı edilemezlerdi. Evlerine, iş yerlerine ve ticarethanelerine,
ne olursa olsun bağlı oldukları konsoloslukların bir tercümanı
hazır bulunmadıkça girilemez, arama dahi yapılamazdı. Kendi
okullarını açıp, istedikleri şekilde eğitim ve öğretim
yapabilir, ders içeriklerini de kendileri belirleyebilirlerdi. Bu
imtiyazlara kendi sağlık kuruluşlarını kurma ve kendi doktorları
ile faliyet göstermeleri hakkı da dahildi.
Genel
Merkezi Roma'da olan ve 1540'da Paris'te kurulan Katolik Kilisesi'nin
erkek tarikatı Cizvit (İsa Cemiyeti) misyonerleri genel olarak
Fransa'nın amaçları doğrultusunda hareket etmiş, siyaset olarak
Fransa'ya, mezhep olarak da koyu bir şekilde Papa'ya bağlı olarak
çalışmışlardı. 1536'da verilmeye başlanan ayrıcalıklar
sayesinde, bundan faydalanarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarında
misyonerlik yapmaya ilk olarak Cizvitler başlamıştı. Cizvit misyonerler
eğitim verdikleri çocukları birer Fransız çocuğu gibi
yetiştirmişlerdi. Öyle ki bu çocuklar Fransız dilini, tarihini
ve coğrafyasını kendi dilinden, tarihinden, coğrafyasından daha
iyi bilir hale gelmişlerdi. Tüm bunları Cizvit misyonerler
Fransa'nın daha iyi sömürgeler kurması için yapıyorlardı.
Kitaplarında açık bir şekilde “Evet biz başarılı Fransa'nın
yardımına güveniyorduk, işte o Fransa simdi buradadır”
diyebiliyorlardı.
Bu
misyoner tarikatlardan biri de yaygın tabirle “Vincentians” ya
da “Lazarist” olarak adlandırılan ve hayatını
yoksullara hizmet
etmeye
adadığı için aziz ünvanını almış bir Oksitan
Fransız Katolik rahibi
olan
Vincent de Paul (1581-1660) tarafından kurulan bir Katolik
topluluğuydu. Oksitanlar,
Oksitanya'nın tarihi bölgesinden (güney Fransa, kuzeydoğu İspanya
ve kuzeybatı İtalya ve Monako) köken alan, etnik bir gruptu.

De
Paul Fransa'nın Gascony bölgesinde Landes şehrinde bir köylü
ailesine mensup olarak dünyaya gelmiş, 16 yaşında Toulouse'daki
üniversitede teoloji (din bilimi) okumuş, 1600 yılında burada
papazlık rütbesi almış ve Marsilya'ya gidene kadar burada
kalmıştı. 1605'te Marsilya'dan dönerken Türk korsanları
tarafından esir alınıp Tunus'a götürülerek köle olarak
satılmış, sahibinin Hıristiyanlığı seçmesine yardımcı
olduktan sonra 1607'de serbest bırakılmıştı. Fransa'ya
döndükten sonra Roma'ya giden Vincent De Paul 1609'a kadar Roma'da
öğrenimini sürdürmüştü. Clichy‟de bir süre kilise papazlığı
yapan Vincent De Paul 1612'de soylu bir aile için dini danışmanlık
ve günah çıkartıcılık yapmış, ailenin mülkündeki
köylülere misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuştu. 1622'de
kiliseden kürek mahkumlarının olduğu bir yere giderek oradaki
kölelerin Hıristiyanlığı seçmeleri için misyonerlik
faaliyetlerine devam etmiş, Lazarist mezhebini kurmuştu.

St.
Vincent de Paul'un Hayırsever Kızları'nın ( Filles de la Charité
Rahibeleri) temelleri
Aralık 1617'de atılmıştı. Bu tarihte Marguerite Naseau
(1594-1633)
adında, herhangi bir resmi eğitimi olmadan, yoldan geçenlerden
harfleri, kelimeleri ve telaffuzu öğrenmek için yardım isteyerek
okumaya başlayan, daha sonra da kendisi gibi eğitimsiz kızlara
okuma yazmayı öğreten, 23 yaşındaki bir  genç kız vaazını
dinlediği Saint Vincent de Paul'e giderek yoksullara yardım
amacıyla hayatını ortaya koymuş ve ilk çalışmalara onun
yanında başlamıştı. 29 Kasım 1633'de Saint Vincent de Paul'ün
arkadaşım ve ortağım dediği Louise Le Gras olarak da bilinen
hayırsever Louise de Marillac (1591-1660) ile birlikte bir
örgütlenmeye gitmiş, “Daughters
of Charity of St. Vincent de Paulӟ
ya da Fransızcasıyla “Filles de la Charité Cemiyeti”ni (St.
Vincent de Paul'un Hayırsever Kızları) kurmuştu. Hayırsever
bayan Louise de Marillac, 11 Mart 1934'te Papa Pius XI tarafından
azize ilan edilmişti. Louise de Marillac'ın evinde toplanmaya
başlayan grup, ihtiyacı olanların tespit edilmesi ve bu insanlara
yardımın nasıl olması gerektiğiyle ilgili çalışmalar yapmış,
daha sonra, bu çalışmalar sonucunda elde edilen bilgiler ışığında
gönüllü gençlere eğitim verilmişti. İlk olarak Fransa'da
başlayan bu hareket daha sonra birçok ülkeye yayılmıştı.
Filles
de la Charité Rahibeleri Osmanlı İmparatorluğu'nda çalışmaya
1839 yılında başlamışlardı. 20 Haziran 1839'da kendilerini
tamamen Tanrı'ya adamak isteyen iki rahibe adayı Alman kökenli ve
Protestan inancına sahip olan Bernardine Oppermann ile Cenevre
kökenli bir başka Protestan kız olan Louise-Amélie Albertine
Tournier, 4 Temmuz 1839'da Paris'ten ayrılıp İstanbul‟a gelmiş,
ilk olarak Saint Vincent de Paul öğretilerine uygun olarak eğitim
veren Saint Benoit Fransız Okulu'na yerleşmişler ve bu okulda
mekanın elverdiği ölçüde çalışmalarına başlayarak muhtaç
çocukları yanlarına alıp İstanbul'daki çalışmalarına
başlamışlardı. İstanbul'da Filles de la Charité tarikatına
bağlı olarak çalışan kurumlar şunlardı: Saint
Benoit Providence Fransız Kurumu, Taksim Saint Vincent de Paul
Fransız Kurumu (Fransız Hastanesi), Sainte Pulchérie Fransız Kız
Ortaokulu, Bebek Saint Joseph Fransız Kurumu, Pangaltı Fransız Kız
Yatılı Okulu (Notre
Dame de Sion Fransız Lisesi) 1856,
Çukurbostan
Saint Joseph Fransız Kurumu, Saint Eugénie Sığınmaevi, Belediye
Hastanesi (Taksim
İlkyardım Hastanesi)
1865, Gérémia (Jeremya) Hastanesi 1881, Artigina Kurumu
(Zanaatkârlar Düşkünler Evi) 1836,
Saint Vincent Asya Çiftliği 1840 ve Üsküdar Bağlarbaşı
Selamsız Saint Vincent de Paul Fransız Okulu. Filles
de la Charité Rahibeleri'nin Trabzon,
İzmir, Suriye ve Filistin'de de okulları vardı. Ayrıca Filles
de la Charité Rahibeleri'nin Şam'da
Soeurs Saint Vincent Hastanesi, Bursa'da Les Soeur Saint-Vincent de
Paul Hastanesi vardı. Özellikle Suriye ve Lübnan üzerindeki
çalışmaları ile Fransa'nın bölgeye yönelik emperyalist
gayelerine hizmet eden Katolik misyonerleri çok sayıda açtıkları
okulları, hastaneleri, yetimhaneleri ve çıkardıkları yayınları
ile, hem kendi mezheplerini yayıyorlar hem de ülkelerinin
menfaatlerine uygun kesimlerin kazanılmasını sağlıyorlardı. Bu
yolla faaliyet gösterdikleri Osmanlı toprakları üzerinde etkileri
oldukça fazlaydı.

Günümüzde
Fransız Konsolosluğu olarak kullanılan Taksim Fransız Hastanesi
(Taksim
Saint Vincent de Paul Fransız Kurumu)
1700'lü yıllarda Fransız denizcilerin tedavisi için Marsilya
Ticaret Odası tarafından Pera Fransız Veba Hastanesi olarak inşa
edilmiş, zamanla Saint Louis Hastanesi adını alan bu hastanede
çalışan Filles de la Charité Rahibeleri hastaneye bağlı olarak 15 Haziran 1846'da bazı
sınıflar açarak öğretimle ilgilenmeye başlamışlardı. Daha
sonra hastaneye bağışları
nedeniyle, 1852'de buhar enjektörünü ve ilk uçuşunu 24 Eylül
1852'de yapan motorlu
zeplin (dirigible)
hava gemisini icat eden Fransız Mühendis Baptiste Jules Henri
Jacques Giffard'ın (1825-1882) anısına Henry
Giffard Hastanesi adı verilmişti.
|  | 
| Giffard Zeplini'nin Londra Bilim Müzesindeki modeli | 
II.
Abdülhamid döneminde 1901 yılında Fransa himayesindeki
hastanelerden vergi alınmasına son verilmiş, böylece Fransız
hastaneleri büyük gelişme göstermişti.
O
sırada Fransız sefiri başkanlığında bir heyet tarafından idare
edilmekte olan ve deprem ve yangınlarda zarar gören hastane
yıkılarak
1891’de yeniden inşası için izin alınmış, 14 Temmuz 1894'te
temel atma töreni yapılan ve 1896 yılında inşası tamamlanan Henry Giffard Hastanesi'nin açılmasından
sonra buradan taşınan Filles de la Charité rahibeleri sınıfları
yerleştirmek için Pera'da bir ev satın almış, evin acele bir
şekilde alınmasından ötürü işleyişin tam olarak
sağlanabilmesi açısından yetersiz kalmakla birlikte, 12 rahibenin
çalıştığı okul kısa zamanda Pera bölgesinde ünlenmişti.
1853'ten
1892 yılına kadar bu okulda toplam 6000 çocuk öğrenim görmüştü.
Okulda
değişik uluslardan gelen kız ve erkeklerin beraber okuduğu paralı
kısma ilaveten, 200 kadar fakir çocuğun okuduğu parasız kısım,
semtteki öksüz kızlara iş sağlamak amacıyla açılmış bir
çamaşırhane ve genç kızlara meslek edindirme amacıyla açılmış
iş atölyeleri bulunmaktaydı. Ayrıca 1888-1931 yılları arasında
Filles de la Charité rahibelerinin kurdukları kurumlardan
Başpiskoposluk nezdinde tek sorumlu olarak görevlendirilmiş bir
din adamı olan François Xavier Lobry'nin başkanlık ettiği Filles
de la Charité rahibelerinin aylık toplantıları burada yapılır
ve Meryem Ana'nın Çocukları Derneği'nin 300 çocuğu burada
eğitim görürdü. Başarıyla devam eden çalışmalara rağmen
bina eğitimin yürütülmesi için yeterli gelmemiş, yeni bir okul
binası arayışına girilmişti. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Lazaristler rahibelere Sainte Pulchérie Koleji'ni vermişler, en son 1868'lerde Cizvit Papazlar tarafından kullanılan bu yapıyı rahibeler satın almış ve taşınmışlardı. Daha sonra 1914 yılına kadar Saint Benoit'in küçük öğrencilerinin eğitim gördüğü bu okulu kapatıp, 1920 yılında Sainte Pulchérie okulunun kullanımına devretmişlerdi. İşte bu yıllarda Üsküdar Selamsız'da 1883 yılında Saint Vincent de Paul Okulu'nu inşa etmiş ve faaliyete başlamışlardı.  I.
Dünya Savaşı sırasında okul kapatılmış, rahibeler Fransa'ya
dönmüştü. 1919 yılında İstanbul' a dönen rahibeler okulu bir
harabe halinde bulmuşlardı. 


Bugün
halen ayakta olan ve Fransız Konsolosluğu olarak kullanılan ve
1896'da inşa edilen Henry
Giffard Fransız Hastanesi, ile Üsküdar
Selamsız'da 1883'te inşa edilen Saint Vincent de Paul Fransız
Misyoner Okulu'nun binası arasında kat sayıları farklı olsa
bile, basık tuğla kemerli ve taş kilit taşlı pencereleri ve tam
eksenlerinde birinde kapının diğerinde çatı çıkmasının
tarzıyla mimari olarak son derece önemli benzerlikler
bulunmaktadır. İnşa tarihleri arasında 13 yıl gibi bir fark olsa
da, aralarındaki bu benzerlikler bana  mimarlarının ya da en
azından inşaat ekiplerinin aynı olabileceğini düşündürtmekte.

1914'lere
gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Fransız okullarının
sayısı yaklaşık olarak 500'e varmış ve bu okullarda 59.414
öğrenci öğrenim görmüştü. I.Dünya
Savaşı ve kapitülasyonların kaldırılmasından çok zarar gören
bu okullar, 20 Ekim 1921 tarihli “Ankara İtilâfnamesi” ve 24
Temmuz 1923 tarihli “Lozan Barış Antlaşması”na eklenmiş
mektuplarla tanınmıştır. Bu antlaşmalara göre Fransız okulları
Türkiye'nin menfaatlerine ters düşmemek, ilgili yasa ve
yönetmeliklere uymak koşuluyla varlıklarını sürdürebileceklerdi.
Fransız Okullarının zamanla laik eğitime geçmiş olması, bu
okulları diğer yabancı okullarından ayıran en önemli farktır.
Yine de Cumhuriyet döneminde Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na uymakta
problem yaşayan, dinsel simgeleri binalarından çıkarmayan Fransız
okulları da olmuş, bu okullar diğer Yabancı Okulları gibi
kapatılmıştı.
Gelelim
Üsküdar Selamsız'da kapısında bir zamanlar “Maison
S.Vincent Ecole Française”
 yazan ve Fransız
Filles de la Charité ya da diğer adıyla Souers de la Charité
(hayırsever kız kardeşler) rahibeleri tarafından 1883'te inşa
edilen Saint
Vincent de Paul Fransız Okulu'nun ana
binasının hikayesine;

1994
yılının Eylül ayında bir harabe olarak gördüğüm ve sadece dış duvarlarıyla
ulaşan bu kagir binadan önce Filles de la Charité rahibeleri ilk
defa 1859 yılında Üsküdar'da günümüzde yeri tam olarak
bilinmeyen bir mevkide, yatılı ve gündüzlü kısımları bulunan
bir okul açmışlardı. Ancak 23 Mayıs-11 Temmuz 1860 tarihleri
arasında Suriye İç Savaşı olarak da adlandırılan Lübnan
Dağı'nda
yerel Dürziler ile Hıristiyanlar arasında gerçekleşen sivil
çatışmada Dürziler'in zaferleri ve Hıristiyanlara karşı
yapılan katliamların ardından olay büyümüş diğer bölgelere
özellikle de Şam'a sıçramış, binlerce Hıristiyan ve
Müslüman'ın Dürzi milisler tarafından öldürülmesi üzerine
Fransa liderliğinde bir uluslararası müdahaleyi hızlandırmıştı.
Bu
olaylar nedeniyle Osmanlı ve Fransız hükümetleri arasında bir
gerginlik doğması sonucu Filles de la Charité rahibeleri okulu
kapatmışlardı. 1883 yılında tekrar Üsküdar'a gelen rahibeler
bir ev kiralamışlar, kiraladıkları bu evde geçici bir süreyle
bir okul ve kimsesiz çocuklara ait bir yurt açmışlar, kısa bir
süre sonra bu okul ve yurdu yerleştirmek için bir bina
edinmişlerdi ki, bu bina Selamsız Kabristanı sokaktaki bu bina
günümüzde mevcut olan ve konumuzu oluşturan yapıydı.
Okulun
ilk açıldığı dönemlerde 120 kız öğrencisi bulunduğu
bilinmektedir. Osmanlı
Arşivlerinde bulunan Ruhsatnameye göre 1907 yılında mevcut
binanın yeterli gelmediği gerekçe gösterilerek binanın arka
bahçesine ek olarak ahşap yapılar ile bir adet kagir yapının
yapıldığı bilinmektedir. 
Okula
yeni eklerin yapılması için, Sultan II. Abdülhamid zamanında, 6
Nisan 1907'de verilen ve Devlet Osmanlı arşivlerinde bulunan eski
Türkçe yazılı Ruhsatname'nin, Türkçe yazılımı şöyledir:
“Üsküdarda
Soeuers De La Charité adlı rahibelere ait mektebin dar olmasına
dayanarak Yeni Mahalle'de Kabristan Caddesinde 24, 26 ve 28
numaraları konulmuş, sahibi tarafından kendilerine terk ve hibe
edilmiş ve sözü geçen mektebe bitişik bulunan üç kıta arsa
üzerine, mevcut mektep binasına ilave olarak ve yeni baştan bir
daire inşaasına ruhsat verilmesi hakkında gerçekleşen dilekçe
yüksek kurula iletilmiş olan evrak neticesinde, bitişik arsalardan
24 ve 26 numaralarla numaralandırılmış arsalar Kazasker Feyzullah
Efendi ve Behram Kethuda Vakfı'ndan iki bölüm konut arsası ve 28
numaralı arsa Agop Kalfa Vakfı'ndan bir parça bahçe yeri
olduğundan bunlar bir öbür tarafa toplam miktarı dört bin yüz
doksan yedi zirâ [1 zirâ (arşın) ortalama 0,57417 m²'dir.] ve
yirmi parmağa (1 parmak 3,1573 cm; 1 parmak² 0,00099751 m²'dir)
denk
gelen, işbu konut arsalarıyla bahçe yerine on altı metre otuz
santimetre boy ve yedi metre elli santimetre en ve onbir metre
yüksekliğinde bir daire inşaa ve kullanımını gerektiren
paraların adı geçen rahibeler tarafından ödeme yapılarak yerine
getirileceği anlaşılmış olduğundan, vakıf olan arsalarla bahçe
için özel olarak oluşturulan karara uygun olarak kıymetlerinin
binde onu oranında zemin kirası tahsis olunmak üzere bahsedilen
dairenin yeni baştan inşaası için gerekli olan ruhsatın onurlu
emrimin sahibi Vekiller Meclisinde nüfus sahibi olanlar tarafından
düzenlenmiş ve hükümdar katına iletilen dilekçe danışılmış
ve yapımının kanun gereğince şehir yetkilisi tarafından
Padişahın emriyle ruhsatı Divan-ı Hümâyun'dan
işbu uygun bulunmuştur. 22 Safer 325”
I.
Dünya Savaşı sırasında (28 Temmuz-11 Kasım 1918) okul kapanmış,
Filles
de la Charité Rahibeleri yanlarına
aldıkları bazı kız öğrencilerle beraber Üsküdar'dan ayrılıp
kısa süreliğine Fransa'ya dönmüşlerdi. Savaş
yıllarında kurumun içinde bulunan katolik şapelinin rahibi,
rahibelerin tekrar geri gelişlerine kadar Üsküdar'da kalmaya devam
etmiş ve Fransa'ya dönmemişti.
Savaş
sona erdikten bir yıl sonra 17 Eylül 1919 tarihinde Saint Vincent
de Paul Fransız okulu kapılarını tekrar öğrencilerine açmıştı.
Bu yeni açılış esnasında okulda 250 öğrenci bulunmaktaydı.
Fakat 4 sene boyunca okuldan uzak kalınması binanın büyük
tamiratlara ihtiyaç duymasına yol açmış, binanın çatısında
ve çocukların kaldığı yatakhanelerde tadilata gidilmişti.
Yapılan bu tadilatların yeterli olmaması, binada bazı
güçlendirmelerin yapılması gereği, rahibelerin bütçesinin
kısıtlı olması, belli bir süre sonra rahibelerin çabalarını
yetersiz kılmıştı. 1924 yılında Saint
Vincent de Paul Misyoner Okulu kapatılmış, Filles
de la Charité Rahibeleri
Üsküdar'dan ayrılarak Anadolu yakasından bir daha dönmemek üzere
çekilmişlerdi.
16.05.1952
tarihinde yapının Filles
de la Charité rahibelerinin kurdukları kurumlardan Başpiskoposluk
nezdinde tek sorumlu olarak görevlendirilmiş bir din adamı olan
Fransız
uyruklu mal sahibi François
Xavier Lobry*nin
adına taşınmazın idaresi ile ilgili olarak kayyum ayin edilmiş
ve 10 senelik kanuni süre dolduktan sonra Medeni Kanun hükümleri
gereğince 09.06.1965 tarihli kararla mal
sahibi François
Xavier Lobry'nin
gaipliğe karar verilmiş ve 1967 yılında yapı metruk bir şekilde
hazine adına tescil edilmişti.
*François-Xavier Lobry: 22 Şubat 1848'de Ghissignies'de (Cambrai piskoposluğu) doğmuş, 5
Ekim 1873'te Misyon Cemaati'ne katılmış ve 23 Aralık 1875'te rahip
olarak atanmıştı. 1875'te Petit Séminaire de Montpellier'de
profesör, ardından 1881'de Soissons'da Başrahib olmuştu. 1891'de Türkiye ziyaretçisi olarak atanmış ve aklaşık kırk yıl
boyunca, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışının ardından
değişikliklerle Türkiye, Yunanistan ve Balkanlar'ı içeren
Konstantinopolis Eyaleti'yle ilgilenmişti. Başrahibin, eyalet
ziyaretçisinin ve Apostolik Vali'nin görevlerini yerine getiren son
Lazarist'ti. 1914'te Selanik'e sığındıktan sonra çok sayıda
muhabirle iletişim halinde olmuş, Selanik'te geçirdiği savaş
yıllarında yazdığı yüzlerce mektup, çeşitli belgeler ve iki
cilt halinde ciltlenmiş, yayınlanmamış bir el yazması olan savaş
günlüğü, Misyon Cemaati Arşivleri'nde saklanmıştı. Savaştan
sonra Türkiye'ye dönen François-Xavier Lobry, 3 Kasım 1931'de 85 yaşında İstanbul'da ölmüştü. Peder François-Xavier Lobry, bir piskoposa yazdığı mektuplarından birinde; "... Bu birkaç sayfada ortaya koyduğum
şey, misyonun üstünlerinden ve önde gelenlerinden biri olarak Türkiye'de yaklaşık 25 yıl
kaldığım süre boyunca gözlemleyebildiğim her şeyin sonucudur..." diye yazmış, bir başka mektubunda da; "...Türkiye, Fransız
Büyükelçiliği'nin Katoliklerin, kiliselerinin ve dini
kuruluşlarının çıkarları tehlikede olduğunda onları koruma ve
dolayısıyla müdahale etme hakkını tanır. Fransız
Büyükelçiliği'nin Türklerle, Doğu'daki Katoliklik meselelerine
yaptığı bu müdahale paha biçilmez bir değere sahiptir. Türk,
Hıristiyanı asla sevmeyecektir; çıkarlarını sadece kötü niyetle
ve katlanacağı güç ölçüsünde bağışlayacaktır. Fransa ile
hesaplaşması gerektiğini bilir, bu yüzden müdahalesini hesaba
katar, hatta kanalı kullanılmadığında şaşırır. Osmanlı İmparatorluğu
1 Kasım 1914'te Üçlü İttifak güçlerine katıldığında Ermeni
Hristiyanlar düşman olarak görülüyordu. Aynı dine mensup ancak
farklı bir mezhebe mensup Asur-Keldaniler de şüpheliydi. Ermeni
soykırımından önce, Talat ve Enver Paşa'nın özel birlikleri,
Ocak-Mayıs 1915 arasında, Osmanlı sınırındaki İran'ın
kuzeyinde bulunan köylerden Hristiyanları düzenli bir şekilde
ortadan kaldırdı..." diye yazmıştı.
Yapının
mülkiyetinin Hazine adına tescil edilmesi sonrasında bunun
uygunsuz olduğuna ve kayyumluk kararının kaldırılmasına dair
1968 yılından başlayarak Filles de la Charité tarafından çeşitli
başvurular yapılmış, taşınmazın gaipliğine karar verilen 
François
Xavier Lobry'nin
mirasçısının Paris'te yaşayan Marie Lucie Lobry'e ait olduğu
iddia edilmişse de bu itiraz bir sonuca varmamıştı.
Rahibelerin
1924 yılında Istanbul'dan ayrılması üzerine eğitim hayatına
son veren Saint Vincent de Paul Fransız Okulu, rahibeler tarafından
1924-1952 yılları arasında birbirinden bağımsız binalar olarak
kiraya verilmişti. 1967 yılında hazinenin mülkiyetine geçen
ve bu tarihten sonra sahipsiz ve bakımsız kalan binanın içerisine
İstanbul dışından gelen 5 aile yerleşmiş, bu aileler 1994
yılına kadar bu yapıda ikamet etmişlerdi. Bu süre içinde bu
insanlar yapıya herhangi bir onarım ve bakım yapmadıkları gibi
yapıya bazı olumsuz müdehalelerde de bulunmuştu. Binanın ahşap
döşemelerinin bir kısmı çökmüş ve bir süre sonra da tamamiyle
boş bırakılarak metruk bir hal almış, döşemeleri tamamiyle
çöken binanın zamanla çatısının da büyük bir kısmı
çökmüştü. Bina
hazine adına tescil edildikten sonra İstanbul'a yeni göç eden ve
binayı işgal eden bu insanlara ecr-i misil (haksız yere bir
taşınmazı işgal eden ve yararlanan kişiden kullanma karşılığı
olarak alınan tazminat) uygulaması yapılmış, 14.06.1994 tarihli
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne yazılan bir belgeye göre harap
halde olan binada oturan 5 kiracıdan ikisi binanın belli bir
kısmının çökmesiyle binadan ayrılmış, kalan 3 kiracıya ise,
binayı terk etmelerine dair tebligat çekilmiş ve yapının
mülkiyeti İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne verilmişti.
15.06.1994
tarihinde daha önce 6
Nisan 1907 tarihinde
verilen Ruhsatname'de de adı “... 24
ve 26 numaralarla numaralandırılmış arsalar Kazasker Feyzullah
Efendi ve Behram Kethuda Vakfı'ndan iki bölüm konut arsası ve 28
numaralı arsa Agop Kalfa Vakfı'ndan bir parça bahçe yeri...”
olarak geçen
mülk sahibi Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi* Vakfı tarafından
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne yapının yıkılıp yerine inşaat
yapılabilmesine müsaade edilmesine dair bir dilekçeyle
başvurulmuş, buna cevaben 27.06.1994 tarihli bilirkişi raporunda
“Yapının onarılması suretiyle kullanımına imkan olmadığı
ve yıkılması suretiyle yeniden yapılmasının mümkün olduğu”
belirtilmişti.
Daha
sonra Rumeli
Kazaskeri Feyzullah Efendi Vakfı itirazlarına devam ederek,
Avukatları Reyhan Kademli aracılığıyla, 06.07.1994'te Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na;
“Müvekkilim
Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı'na ait Üsküdar
Selamiali mahallesi, Yenidersane sokak, 48 pafta, 125 ada, 17 parsel
sayılı 624 m²'lik
taşınmazın yıkılma tehlikesine maruz bulunduğu, yıkılması
muhtemel olduğu ve bu sebeple büyük hasara ve ölüme sebebiyet
verebilecek bir durum arzettiği gerek Üsküdar 5. Asliye Hukuk
Hakimliği'nin tayin ettiği Bilirkişiler raporuna göre, gerekse
Üsküdar Belediye Başkanlığı'nın verdiği rapora göre
sabittir.
Müvekkilim
bütün girişimlerde bulunmuş ve mesuliyeti katiyetle reddetmiştir.
Bu bakımdan mesuliyet İstanbul 2 nolu Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu'nuza ve Kurulu'nuzda kendisine ısrarla
haber verilen Bayan Yıldız'a ait olacaktır. Ayrıca
T.C.Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İstanbul
Vakıflar Bölge Müdürlüğü de durumdan haberdar edilmiştir. Ayrıca
Kültür Bakanı Fikri Sağlar'ın da emir yetkisini kullanmak üzere
durum kendisine arz olunmuştur.
NETİCE:
Eski eser olması hasarın ve bir ölümün sonuçlanmasına neden
olamaz. Durumu bilgilerinize vekaleten arz ederim.” diyerek bir
dilekçe ile başvurulmuştu.
Ancak,
T.C.
Kültür Bakanlığı İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu, Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi
Vakfı'nın 6.7.1994 günlü başvurusu okumuş, ekleri incelemiş,
yapılan görüşmeler sonunda;
“a)
İstanbul İli, Üsküdar İlçesi, 125 ada, 17 parseldeki yapının
korunması gerekli kültür varlığı olarak tesciline, koruma
grubunun 2.grup olarak belirlenmesine ve rölövesinin ivedilikle
hazırlanmasına,
b)
Dünya'da Ortaçağ'dan bile kalmış olsa bütün kagir yapıların
yıkılmadan restore edilmesine ilişkin sayısız örnek ve teknik
olarak varken, Türkiye'de hala tarihi binaların yıkılmadan
restore edilemiyeceğine ilişkin bilirkişi raporlarının
mütealalarının herhangi bir bilimsel gerçeğe dayanmadığına ve
gerekirse yapının cephelerinin yıkılmadan nasıl iksa edilip
restore edileceğine ilişkin bir projenin, teknik üniversitelerin
ilgili uzmanlarınca hazırlatılmasına,
c)
Yapının halen ayakta duran duvarlarının pencere ve kapı
boşluklarının doldurularak, gerekecek bir payanda sistemiyle iksa
edilebileceğine,
d)
Mütevellisinin, yapı yıkıldığı takdirde ölüme neden
olunacağı şeklindeki protestosunun, kendisinin bu konuda herhangi
bir tedbir almadığını gösterdiğine ve gerekli tedbirlerin bu
konudan anlayan inşaat mühendisleri ve mimarları tarafından
zamanında alınırsa böyle bir tehlikenin oluşmayacağının
mütevellisine bildirilmesine,
e)
Gerekli emniyet tedbirleri alındıktan sonra, yapıya sonradan
eklenen parazit eklentilerinin kaldırılmasına ve restitüsyon
projesinin de hazırlanmasına,
f)
Ayrıca, yapıda gerekli koruma tadbirleri alınmadan iskana izin
verilmemesine ve yapının herhangi bir şekilde yıkılması halinde
ilgililer hakkında yasal soruşturma açılacağına karar verildi.”
diyerek, Başkan Doğan Kuban, Başkan Yardımcısı Erol Türkgenç,
Üye Oktay Ekinci, Üye Nuran Zeren Gülersoy, Üye Ayla Ödekan,
İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü Temsilcisi Selcan Selçuk
imzalarıyla, 7 Temmuz 1994 günü aldığı 6873 no'lu karar açıklanmıştı.
Rumeli
Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı
pes etmemiş, 07.07.1994 tarihinde verilen kurul kararında “Yapının
yıkılmadan iksa edilmesi” yöntemine gidilmesine karar verilmiş
ve yapının eski eser niteliğinde olduğunun tespiti sonucunda
çevresinin tahta perde ve bariyerle örtülmesi ve binaya giriş
çıkışlarda güvenlik önlemleri alınmasına karar verilmesine
rağmen, 16.09.1994
tarihinde bir kez daha yine Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne
binanın ön cephesi aynen sabit kalacak şekilde arkasına kat
karşılığı inşaat yapılması için bir dilekçe ile
başvurmuştu.
Bu
dilekçe üzerine, o dönemde
İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu Başkanlığı yapan, Türkiye'nin
ilk ve en önemli mimarlık tarihçilerinden,
akademisyen, araştırmacı yazar, rahmetle andığım Prof.
Doğan Kuban (1926-2021) imzası ile 30 Eylül 1994 tarihinde, Rumeli
Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı Mütevelliliği'ni;
“Kurulumuzun Üsküdar, Selami Ali Mahallesi, 48 pafta, 125 ada, 17
parselde bulunan gayrimenkulun yıkılmadan restore edilebileceğine
ilişkin kararı, uluslararası deneyimlere dayalı bilimsel bir
karardır. Karar dikkatle okunduğu taktirde burada herhangi bir
hakaret ifadesi olmadığı, sadece uluslararası deneyimi hiçe
sayan itinasız tutumlardan şikayet niteliği taşıdığı
anlaşılacaktır. Yapının
korunması için gösterdiğiniz ilgiye teşekkür eder, gerekli
tedbirler alındığı taktirde yapının tehlikesizce, bilimsel
kurallara göre restore edilmesinin mümkün olduğuna emin olmanızı
rica ederiz.” diyerek kibar
bir dille son kez uyarmıştı. İstanbul III numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanı olarak Prof. Doğan
Kuban, verdiği bu cevap ile tartışmaya
son nokta koymuş, binanın yıkılmasını önlemiş ve restore
edilmesinin yolunu açarak bugün hala bu tarihi eseri görebilmemizi
sağlamıştı. Bu nedenle kendisini rahmet ve minnetle bir kez daha
anmak isterim.
*Feyzullah
Efendi: Kazasker,
müderris, şehzade hocası, padişah danışmanı ve şeyhülislam
olan Mehmed Feyzullah Efendi (1639-1703), Hz.
Muhammed'in sülalesinden
olduğunu iddia etmiş ve “Seyyid” lakabı taşımasına rağmen,
Türk akademisyen, eğitimci, siyasetçi ve tarihçi İsmail Hakkı
Uzunçarşılı (1888-1977), 17.
ve 18. yüzyıl Osmanlı tarihinin önemli kaynaklarından birisi
sayılan ve Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa (1658-1726/27)
tarafından kaleme alınan “Silahdar Tarihi'nin kaydına göre
seyitliği yani evlad-ı peygamberiden olması sahte imiş”
demiştir. Şeyhülislamlığı döneminde kendine
bağlı olanlara bol bol gelir getiren arpalık malikaneler,
memuriyet, rütbeler almış,
yine kendisine
bağlı olanlardan 50-60 kadarına Erzurum, Şam, Halep ve
diğer yerlerin mukata gelirini malikane olarak tahsis ettirmişti. 8
yıl süren şeyhülislamlığı sırasında Feyzullah Efendi'ye
karşı büyük bir muhalefet oluşmuş,
İstanbul'da
toplanan bir yeniçeri ve esnaf grubundan oluşan büyük bir
ihtilaciler ordusu, 9 Ağustos 1703 tarihinde Edirne'ye doğru yola çıkmıştı. Edirne
Vakası adıyla
anılan bu ayaklanmanın sonucunda 22 Ağustos günü Feyzullah
Efendi'nin hocası olduğu padişah II. Mustafa tahttan indirilmiş
yerine yine Feyzullah Efendi'nin talebesi olan III. Ahmed
tahta
geçirilmişti. Feyzullah
Efendi talebesi olan yeni padişah tarafından azledilip Eğriboz Adası'na sürgün edilmişti. Ancak Feyzullah Efendi büyük oğlu Fethullah
Efendi ile Edirne'den kaçmak üzere ayrılıp yola çıktığında
arkasından ihtilalciler onları takip edip baba oğulu Bulgaristan'ın Pravadı kasabasında ele geçirmiş, çırılçıplak soyarak hakaretlerle tekrar
Edirne'ye getirmişlerdi. Burada baba-oğul üç gün mallarının
nerede olduğunu öğrenmek için işkenceye tabi tutuldularsa da bu
soruşturma sonuçsuz çıkmış, ilmiye sınıfından oldukları
için idam edilmeleri geleneksel olarak imkansız olduğu için kağıt
üzerinde Feyzullah Efendi Girit'teki Kandiye'ye Sancakbeyi,
oğlu Fethullah Efendi de Sırbistan'daki Alacahisar'a (Kruşevca) Sancakbeyi
yapılarak böylece ilmiye sınıfından çıkarılmışlardı.
Bu nedenle kişinin hala Rumeli Kazaskeri ünvanı ile anılıyor
olması bana çok tuhaf geldi.
Bu
arada kaynaklardan Hazine adına tescil edildiğini ve Hazine'nin
mülkiyetine geçtiğini öğrendiğimiz binanın restore edildikten
sonra günümüzde içerisinde yer alan ve on
millî, muhafazakâr kadın tarafından kurulan HAZAR Derneği'nin
sitesinde yer alan “Üyelerimizle Hasbihal” programı ile ilgili
yaptıkları bir haberde “...Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi'nin
Vakfiyesi olan yeni mekanımızın tarihçesini...” diyerek mülkün
hala Rumeli Kazaskeri Feyzullah Efendi Bini Yahya Vakfı'na aitmiş
gibi lanse ediliyor olması da tuhaf ve dikkat çekici. Bu arada HAZAR'ın özel bir anlamı olabilir mi diye araştırdığımda Hazar kelimesinin Arapça'dan dilimize geçtiğini ve huzur hali, yerleşik düzen, meskun ve ekilip biçilen yer kelimesiyle aynı kökten türetildiğini öğrendim. Bir yeri mesken tutmuş, yurt edinmiş halkları tanımlamak için kullanılan Hazar sözcüğü "göçebe" kelimesinin zıt anlamlısıymış, yani yerleşmiş ya da benim yorumumla "konmuş" diyebilir miyiz ki acaba...

|  | 
| Restorasyon öncesinde çekilmiş olan bu fotograflar, İrem Nardereli Erdoğan'ın “Bağlarbaşı Sainte Marie Fransız Okulu Restorasyon Projesi” adlı tezinden alınmıştır. | 
Saint
Vincent de Paul Fransız Okulu cephe düzeni ve kullanılan malzeme
açısından kendi döneminde inşa edilen diğer Fransız Okulları
ile benzerlik göstermektedir. Okul, ana bina, şapel ve daha
sonradan inşa edilmiş, kullanım amacı kesin olarak belirlenemeyen
kagir bir yapı ile iki adet ahşap yapıdan oluşmaktadır.
Günümüzde
yapının her iki yönünde de bitişik nizamlı olarak inşa edilmiş
beş katlı betonarme apartmanlar bulunmaktadır. Bu apartmanlardan
kuzey doğu yönünde yer alan apartman, okulun arka bahçesinde
bulunan şapelin önünü tamamiyle kapatmış ve şapelin sokaktan
algılanmasını önlemiştir. Şapelin çatısı 2005 yılında yan parselde yer alan Saint Marie Okulu'nda çıkan bir yangın sırasında hasar görmüş ve 2006 yılında da çökmüştür.
|  | 
| Şapelin yangında çatısı çökmeden önceki görüntüsü | 
|  | 
| Şapelin 2005 yılındaki yangından sonra çöken çatısı | 

Sadece
kız öğrencilere hizmet veren Saint
Vincent de Paul Fransız Okulu,
1894 yılında erkek öğrencilerden gelen talep doğrultusunda 40
erkek öğrencinin sorumluluğunu 4 Marist rahibe devretmişti. Bu
rahipler Sainte Marie Fransız okulunu kurmuş, mütevazi bir yapıda
eğitime başlamış  ve daha sonra 1904 yılında günümüzde Saint
Vincent de Paul kurumuyla aynı adada bulunan kagir Sainte
Marie Fransız Okulu'nu inşa
etmişlerdi. Böylece
Saint Vincent de Paul Fransız Okulu ve Sainte Marie Fransız Okulu
Selamsız mahallesinde büyük bir eğitim kompleksine dönüşmüştü.
Yapıldığı
dönemde Sainte Marie Fransız Okulu ile adeta bir eğitim kompleksi
oluşturan kurumun arasındaki parsele inşa edilen bu apartman iki
okul arasındaki bağlantıyı da yok etmişti. Ayrıca, günümüzde
yol kotunun yükselmesinden dolayı bir zamanlar yol kotunda olan
okulun giriş kapısına, artık kaldırımda yer alan üç mermer
basamakla inilerek ulaşılabilmektedir. Bu arada Saint Marie Fransız Okulu'nun aksine Saint Vincent de Paul Fransız Misyoner Okulu'nda bodrum katı yoktur.
Yapının
kuzey doğuya bakan giriş cephesi diğer cephelere göre çok daha özel ve niteliklidir. Bu cephe tuğla ve plaster ile kaplıdır. Ayrıca kat
döşemeleri hizasında tuğla silmeler bulunmakta, pencerelerin
etraflarında da tuğla ve plaster söveler yer almaktadır. Bu
cephedeki pencerelerde basık ve beşik kemerler görülmektedir. Binanın birinci katında iki adet, dövme demirden korkulukları
olan Fransız balkonu bulunmaktadır.
Yapının diğer cepheleri
herhangi bir süsleme olmaksızın sadece sıva ile kaplanmıştır.
Bu cephelerdeki pencerelerde de basık kemerler görülmektedir. Ancak okulun zemin katı ile birinci katı arasında iki tuğla sırası arasında oluşturulmuş kasetlerin içerisine yerleştirilmiş iki renkli çarkıfelek desenli seramik karolar ile bir kuşak halinde bezeme yapılmıştır.
Üsküdar Belediyesi ile Aksan İnşaat arasında 10.11.2011 tarihinde yapılan bir sözleşme ile restorasyonuna başlanılan binanın inşaatı, 11.07.2013'te (sözleşmedeki iş bitim tarihi) tamamlanmış ve özel bir eğitim kurumunun (HAZAR) kullanımına verilmişti.
|  | 
| Binanın restorasyon sonrası güncel durumu. | 
|  | 
| Binanın röleveleri | 
Kaynaklar:
1-
Huriye
Armağan Doğan, Üsküdar Bağlarbaşı Saint Vincent de Paul
Fransız Okulu'nun belgelenmesi, koruma sorunlarının giderilmesi ve
yeniden değerlendirilmesi Cilt I, Yüksek Lisans Tezi, T.C.
Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü,
Restorasyon
Ana Bilim Dalı, Mayıs 2011
2-
Restorasyon ve Konservasyon Çalışmaları Dergisi, Bağlarbaşı
Saint Vincent de Paul Fransız Okulu Örneğinde Kullanıcı ve İşlev
Değişikliğinin Tarihi
Yapılar Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesi, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, KUDEB Koruma Uygulama ve Denetim Müdürlüğü, Sayı
19, Sayfa:14-31, İstanbul 2016/5
3-
Bilge
Ar, İşgal altındaki İstanbul'da Kentsel ve Mimari Ortam, Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul
Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Ağustos 2006
4-
Elmon Hançer, Üsküdar Ermeni cemaati tarihinde bir gezinti,
ÜSKÜDAR
SEMPOZYUMU
I, 23-25
Mayıs 2003, Bildiriler Cilt 1, Üsküdar Belediyesi, İstanbul Ocak
2004
5-
Pınar Erkan, Tanzimat'tan günümüze İstanbul/Kadıköy ve
Üsküdar'daki Yabancı Okullar ve Azınlık Okulları, Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul
Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Fakültesi, İstanbul Haziran
2001
6-
Alidost Ertuğrul, XIX.
Yüzyıl İstanbul kentsel dönüşümünde Üsküdar ve koruma
sorunları, İstanbul
Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim
Dalı, Restorasyon Programı, Doktora Tezi,  Haziran 2011
7-
İrem
Nardereli Erdoğan, Bağlarbaşı Saint Marie Fransız Okulu
Restorasyon Projesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik
Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı,
Restorasyon Programı, Ocak 2008
8- Nil Sarı, Ahmet Zeki İzgöer, Ramazan Tuğ, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri Işığında II. Abdülhamid Devri'nde kurulan ve geliştirilen Hastaneler, Nobel Tıp Kitabevleri Tic. Ltd. Şti., Ekim 2014 - İstanbul
9- Erdem Güven, Türk- Yahudi günlük yaşamında dönemsel ve mekansal değişimler: Kuzguncuk örneği, Doktora Tezi, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gazetecilik Anabilim Dalı, İstanbul 2009
Bir sonraki yazı; 30 yılın ardından Üsküdar'ın Bağlarbaşı'sı ve dağarcığımdakiler;
BÖLÜM VII:
SAİNT MARİE
FRANSIZ MİSYONER OKULU