Sayfalar

20 Ekim 2013 Pazar

TARİHTEN BUGÜNE DÜŞEN NOTLAR: 21 EKİM 1846;

167 YIL ÖNCE BUGÜN,

TÜRKİYE’DE EN ÇOK BİLİNEN VE TÜRKÇEYE “ÇOCUK KALBİ” ADIYLA ÇEVRİLEN “CUORE” ADLI ÇOCUK KİTABI İLE TANINMIŞ,

ÇOKÇA DÜNYA SEYAHATİ YAPMIŞ, İSPANYA, HOLLANDA, İNGİLTERE, FAS VE TÜRKİYE’YE DE GELMİŞ,



GÜNLÜKLER TUTMUŞ, BUNLARI DAHA SONRA KİTAPLAŞTIRARAK YAYINLAMIŞ,


TÜRKİYE VE İSTANBUL GEZİLERİNİ 2 CİLTLİK “CONSTANTİNOPOLİ” ADLI KİTABIYLA 1878 DE YAYINLAMIŞ OLAN, İTALYAN ROMANCI, ÖYKÜ YAZARI VE ŞAİR

EDMONDO DE AMICIS,
SARDİNYA ADASI’NDA “ONEGLIA”DA DOĞMUŞTU.
Soldaki Pembe bina Edmondo de Amicis’in doğduğu evdir.


-Edmondo de Amicis İstanbul’da-
” Edmondo de Amicis masal kenti İstanbul’un sonsuza dek varlığını korumasını temenni eder. Bununla birlikte, İstanbul’un değişeceğini, tarihî görünümünü yitireceğini ilk fark edenlerdendir. Huzursuz bir önseziyle temennisini, eseri boyunca, birkaç kez tekrar eder. İstanbul’un yarınından korkmaktadır.

Beynun Akyavaş’ın 1980’lerde dilimize kazandırdığı -Eşsiz bir çeviri!- İstanbul (1874) İtalyan yazarı Edmondo de Amicis’in imparatorluk başkentindeki gezisinden izlenimler, gözlemler toplamıdır.
Akyavaş’tan iz sürelim:
“İstanbul’a yirmi sekiz yaşındayken ve büyük bir heyecanla gelen Edmondo de Amicis İstanbul’da daha da artan heyecanını canlı ve renkli üslûbuyla okuyucuya da geçirtmesini bilen bir yazar, neyle alâkalanacağını ve nasıl alâka çekeceğini bilen, baktığı şeyi gören ve gösterebilen bir sanatkârdır.”

Muhakkak ki gerçek bir sanatkâr.
Türkçesi yayımlandığı günden beri İstanbul (1874) en çok sevdiğim ve en çok yararlandığım İstanbul kitapları arasında.
Hangi bölümünü açarsanız açın, sayfalarına dalıp gidersiniz bu eserin. Meselâ, de Amicis İstanbul kuşlarını anlatır. “Camiler, korular, eski surlar, bahçeler, saraylar”, işte her yer, kuşlarla dolup taşmaktadır. Serçeler, o zamanlar, evlere girip, kadınların ve çocukların ellerinden yem yerlermiş. İtalyan edibi, kırlangıçların yuvalarını kahve kapılarına, çarşı kubbelerinin altına yaptıklarını gözlemlemiş. İstanbul, bir güvercin sağanağı altında! Kumrular, mezarlık selvilerini tercih ediyor. Kargalar, her nedense, Yedikule’de; akbabalar da. Belki Yedikule’nin tarihî geçmişi, öldürümler, kargaları ve akbabaları oraya çekmiş. Leylekler ise, ıssız türbelerin kümbetlerinde.
De Amicis, İstanbul folklorunda kuşlar için bir sayfa açmış:
“Türkler için, bu kuşların her birinin güzel bir mânası veya hayırlı bir tesiri vardır. Kumrular sevdaları korur, kırlangıçlar yuva yaptıkları evleri yangından muhafaza eder, leylekler her kış Mekke’ye hacca gider, deniz kırlangıçları müminlerin ruhunu cennete götürür.”
Deniz kırlangıçları, yelkovankuşları olabilir mi diye düşündüm. Çünkü “deniz kırlangıçları uzun diziler halinde Karadeniz ile Marmara arasında gidip gelir”lermiş. Tıpkı yelkovankuşları gibi.
Ama değilmiş; sözlük, ‘balıkçın’ diyor…
Seyyah, âdeta, Boğaziçi’nde onların izini sürmüştür. Boğaziçi’ni öyle dile getirir. İşte, sol yakada, Beşiktaş’ta Barbaros’un türbesi ağaçlar ve evler arasındaymış. Türbeyi bir çınar topluluğu gölgelemekte. Denizin üstüne doğru uzanan kahvede oturanlar, sessiz, ağırbaşlı, dingin. Arka plandaki tepe yeşilliklerle kaplı.
Artık kentin değil, handiyse İstanbul’dan bağımsız, kentin içinde bir başka kent olan Boğaziçi’nin manzarası hüküm sürmeye koyulmuştur.
İnsan hangi yakaya bakacağını bilemezmiş. Siluet iyice incelir, yeşil gürleşir, renkler canlanırmış. Beyaz mermerden sütun dizileriyle Çırağan Sarayı’nın taraçalarında uçuşan, uçuşan, boyuna uçuşan Boğaz kuşları, deniz kuşları göz okşarmış.
Karşıda Kuzguncuk, süsen çiçeğinin bütün renkleriyle tutuşuyor. Fakat eninde sonunda ille yeşil:
“Küçük yeşil tepelerin eteğinde toplanmış veya dağılmış ve kendilerini gizlemek istermiş gibi görünen pek sık bir yeşillik örtüsüyle örtülmüş bütün bu köyler birbirine çiçek çelenkleri gibi köşkler ve küçük evlerle, sahil boyunca uzanan ve dama tahtası gibi yahut kat kat düzenlenmiş ve yeşilin her türlüsüyle boyanmış birçok bahçe, bostan ve ufak çayırlıkların arasından geçip tepelerden denize kadar zikzaklar çizerek inen uzun ağaç dizileriyle bağlanmıştır.”
Bu muhteşem görünümün yerini, daha yüz yıl geçmeden, çorak, kel tepeler alacak; uzun ağaç dizilerine kıyılacak, bahçeler, bostanlar, çayırlıklar öncesiz sonrasız kaybolacak; çiçek çelenklerini andırır köşklerin, yalıların, evlerin zarif mimarisi ucube yapıların dehşet verici mimarisizliğine evrilecektir. Çorak, kel tepelerdeki apartman siteleri son otuz yılın mimarisi! Akıllara durgunluk verici bir doğa ve bayındırlık yıkımı.
İsterdim ki, İstanbul ve şehircilik üzerine konuşanlar, de Amicis’in çizdiği Boğaziçi’yle bugünkünü kıyaslasınlar ve günümüzün görünümüne neden sürüklendiğimizi tahlil etsinler. Hiç değilse, geriye kalanı, kılıç artığını korumak uğruna…
Bütün Boğaziçi baştan başa iskeleler kuşanmıştır. Seyyah yirmi iskele sayar. İstanbul yalnızca payitaht değil, aynı zamanda dünya başkentlerindendir. Sadece iskeleler bile bir dünya başkentinde olduğumuzu söyler:
Boğaz’ın her biri olağanüstü güzel, ‘deniz köşkü’ iskelelerine gezgin gözüyle baktığınızda, Türk hanımları, Avrupalı hanımları, zabitleri, din adamlarını, haremağalarını, züppeleri görürsünüz. Fes, sarık, kadın ve erkek şapkası bir aradadır. Yolcu vapurundan kalabalık iner, iskelede bekleyen kalabalık vapura biner. Burada birçok dil birbiriyle sarmaşır. Kimse kimseyi yadırgamaz, kimse kimseyle uğraşmaz. Diller arası kardeşlik, giyimkuşamdaki çeşitlilik, insanlar arasında da sürüp gitmektedir.
Beyazla deniz mavisinin uyum sağladığı bu iskeleler, sadece elli altmış yıl içinde birer ikişer işlevsizleştirilecektir. Bazılarının önünden “kazıklı yol” geçiyor bugün. İskeleyle kazıklı yol arasında bir karış deniz, akıntısıyla ünlü Boğaziçi’nde, yoğun çerçöple durgunlaşmış.
Yüz otuz yıl öncesinin Boğaziçi mimarisi, bitki örtüsüne, doğaya karışmak, katılmak, eşlik etmek ister gibidir. Yalılar suyun üstünde yüzüyormuşçasına bir izlenim bırakır. Sarı, mavi, erguvanî evlerin sarmaşıklarla, çiçek yangını taraçalarla örtündüğü gözlenebilir. Selvi, defne, portakal ağacı ormanları; hemen her yalı bahçesinde camköşkler, yani limonluklar. İtalyan edibinden iç burkucu bir tespit daha:
“Yalılar, köşkler, saraylar birbiri arkasına yükselir, en yakındakilerden en uzaktakilere kadar bütün evlerin arasında her şey yeşildir, her tarafta, aralarında beyaz çeşmelerin ortaya çıktığı ve ıssız türbelerle camilerin kubbelerinin pırıl pırıl parladığı meşe, çınar, akçaağaç, kavak, çam, incir tepeleri yükselir.”
Yarım daire şeklindeki Bebek küçük bir vadinin gür yeşilliğine gizlenmiştir. Semt, git git, meşe ağaçlarıyla örülü bir tepenin sırtlarına kadar uzanır. Karşı yakada kıpkırmızı gül bahçeleri. Anadoluhisarı’na doğru, gül bahçelerinin kıpkırmızısına başka, canlı, göz alıcı renkler de karışacaktır. Fıstık çamları âdeta fıstıkî, zeytinlikler âdeta zeytunî. Hatta eflâtunumsu bağlar. Hepsi bir arada, Boğaz’ın köyleri boyunca bir geçit töreninin duygulanımlarını bırakır. Hele, sonbahar yaklaştıkça.
Geçit töreni sürüp gider:
“Bu, bahçelerle taçlanmış İncirköy’dür. İncirköy’ün yanında, bir ormanın içine saklanmış gibi duran Sultaniye, Sultaniye’den sonra, bahçeler ve bağlarla çevrilmiş, koca ceviz ağaçlarının altındaki Beykoz köyü.”
Yol alıp, Beykoz’un öbür tarafına geçince, uzakta “eski Ameae”, yani Yalıköy. O zamanki Yalıköy, yeşil halı serilmişçesine uzanıyor ve yeşil halıda daima sarı, kırmızı çiçek öbekleri. De Amicis, görünümü, “büyük bir tablonun” taslağına benzetmekten kendini alamamış. Tabloyu farklı iklimlerin bitki örtüleri, suyun değişik görüntüleri, o çağlayanlar, dereler, o su yolları, bahçeler, koyu gölgelikler, denize vardıkça beliren beyaz yelkenler, yelkenlilerin akıp gidişi tamamlıyor.
Seyyah handiyse donakalmıştır. Gördüğü manzara, yeryüzünün en güzel kentlerinden birinde olduğunu fısıldamaktadır. Besbelli, bir masal kenti! Beyaz yelkenler, nihayet, batan güneşin altında pembeleşiyor; nihayet gökyüzü de uçsuz bucaksız pembeye çalıyor!..

Edmondo de Amicis masal kenti İstanbul’un sonsuza dek varlığını korumasını temenni eder. Bununla birlikte, İstanbul’un değişeceğini, tarihî görünümünü yitireceğini ilk fark edenlerdendir.
Huzursuz bir önseziyle temennisini, eseri boyunca, birkaç kez tekrar eder. İstanbul’un yarınından korkmaktadır.


İşte biz o yarını yaşıyoruz.
-Selim İleri-

Hiç yorum yok: