BİR FİNCAN KAHVENİN,
40 YILLIK HATIRI VAR DA,
İKİ KAHVE FİNCANININ,
HİÇ Mİ HATIRASI YOK ?..
Annem Bedriye, bir arkadaşları ve teyzem Nuriye birlikte Ankara sokaklarında... Ne güller kaldı solmadan, ne de o resimdeki güzelim kadınlar, kalan sadece bir kahve fincanı; Onları hatırlatan... |
Annem, babam vefat ettikten sonra Ankara’daki
evlerini üzülerek de olsa satıp, boşalttığımızda, üç kardeş hatırası olan
eşyaları aramızda pay etmiştik...
İkisini ben, ikisini de ablam istemişti, bu fincan
takımından kalan dört fincanın. Büyük bir ihtimalle altı taneydiler ve olmayan iki tanesi bir sakarlığa kurban gitmişti bir zaman, bir yerlerde. Bütün çocukluğum ve gençliğim boyunca, Rokoko tarzı gösterişli, küçük pembe gül buketleri ve altın varak süslemeleriyle o kahve fincanlarını, misafir odamızdaki camlı vitrininin içerisinde mağrur bir şekilde bizlere
bakarlarken hatırlıyorum. Hatta, zaman zaman anneme yardım ederken onların
tozlarını alıp tek tek, büyük bir itina ile yerli yerlerine yerleştirdiğimiz anları da...
Ama görsel hafızamda, bir gün dahi o fincanı eline almış kahve
içerken, ne annemi, ne babamı, ne de evimize bir zamanlar sıkça gelip de annemle sedirde
karşılıklı bağdaş kurup otururarak kâh sohbet eden, kâh fasulyesine iki kişilik
konken oynayan, ya da tarot falına bakan, bu arada da kahvesini yudumlayan küçük teyzem Nuriye Barlas Hanım yer etmemişti.
Halbuki, o fincan takımını ağabeyim Bülent’e sünnet hediyesi olarak getirenin Nuriye teyzem olduğunu duymuştum ablamdan. Belki de teyzem o kahve takımını o yıllarda Ankara’nın alışveriş merkezi olan Ulus’tan, Yenişehir çarşısındaki yabancı malların satıldığı Bonmarşe’den satın almıştı.
Annemle birlikte Ulus’a Hacı Bayram Camii’ne ve Türbesi’ne gidiş gelişlerimizde, önünde otobüsten inip bindiğimiz bu Yenişehir çarşısını hatırlarım, tek katlı, o üçgen köşeyi çepeçevre dönüp dolaşan dükkanlar ve dükkanların ardında iç tarafta ortasında fıskiyeli bir havuz olan avlusuyla Yenişehir Çarşısını... ve o bonmarşeyi de.
Bir seferinde vitrininde yer alan küçük kaskadlı ve tepesinde küçük de bir fıskiyesi olan süs havuzunu hatırlıyorum, bir de uzun süre otobüs gelene kadar izlediğimi, cama yapışırcasına yaklaşarak. Günümüzdeki feng-shui için kullanılan küçük şelalelere benziyordu.
Bu Ulus seferlerimizde, değişmez bir şekilde, Anafartalar çarşısındaki Eyüp Sabri Tuncer Kolonyacısına giderdik annemle, evden yanımızda getirdiğimiz boş kolonya şişelerine kolonya doldurturduk. Kendisine “Hatıralar” alırdı, eve ve misafirlere ikram için de “Limon Çiçeği” Kolonyası. Asma kattaki damacanalarda çeşit çeşit kolonyaların renk cümbüşü ve envai çiçek ve esans kokusu, beni büyülerdi. Geçen sene İstanbul Kadıköy’de bir mağazasına rastladım, Eyüp Sabri Tuncer’in ve sorup aldım annemin kokusunu “Hatıralar”... Küçük bir pulvarizatörlü şişeye doldurdum, aklıma geldikçe yatak odama fıs-fıslıyorum, annem gelip geçmiş gibi oluyor odamdan,
sanki yatağımı toplamışmış gibi...
Çok erken yaşta, 53 yaşında akciğer kanserine yenik düşmüştü teyzem Nuriye. Bir büyük teyzem daha vardı Hayriye hanım, babamın sıkça takıldığı, “bana bir çerkes gelin bulamadın baldız” diye... Çerkes bir aileye gelin gitmiş gençliğinde, o terbiye ile davranırdı erkeklere, pek bir el üstünde tutardı babamı da o yüzden... Bundan ben bile payımı alırdım, o küçücük erkek halimle...
Değil babam, ben bile annemle sohbet ettiklerinde yanlarına gitsem, ya ayağa kalkar ya da oturduğu yerde şöyle bir toparlanırdı; ne de olsa çerkes terbiyesi almıştı. Kendi oğluna, Nebil ağabeye de bir çerkes gelin almıştı zaten, Makbule yenge... gerçekten de evi, kocası, çocukları için canla başla didinir, “yapar yakıştırır, aşırır, pişirir, yemez yedirir, giymez giydirir, saçını süpürge eder, kocasını, sonra da gücü yeterse çocuklarını vezir eder” derler ya işte tam öylesinden... Annem hem yaşça kendisine yakın bulduğundan olacak, hem de aynı şehirde yaşıyor olmamız nedeniyle Nuriye teyzemle daha bir yakındı.
Barlas ailesi, 4 Eylül 1949 ve 28 Subat 1949’da Ankara’dan, “Hepimiz hepinizi görmeye geldik” diye yazmış teyzem resimlerin arkasına. Hüsnü, Nuriye, Yılmaz, Yurdanur ve Yavuz Barlas yaş sırasıyla.
Hepsi birer birer ayrıldılar bu dünyadan, kimi vakti geldiğinde, kimi ise vaktinden çok önce...
Barlas’lardan bugün, bu resimlerde henüz dünyaya gelmemiş olan Yıldırım Barlas kaldı.
(Civelekoğlu ailesine, dolayısıyla şahsıma ait bu anı fotoğrafını, lütfen izinsiz ve kaynak belirtmeksizin kopyalayıp başka platformlarda kullanmayınız.)
Halbuki, o fincan takımını ağabeyim Bülent’e sünnet hediyesi olarak getirenin Nuriye teyzem olduğunu duymuştum ablamdan. Belki de teyzem o kahve takımını o yıllarda Ankara’nın alışveriş merkezi olan Ulus’tan, Yenişehir çarşısındaki yabancı malların satıldığı Bonmarşe’den satın almıştı.
Annemle birlikte Ulus’a Hacı Bayram Camii’ne ve Türbesi’ne gidiş gelişlerimizde, önünde otobüsten inip bindiğimiz bu Yenişehir çarşısını hatırlarım, tek katlı, o üçgen köşeyi çepeçevre dönüp dolaşan dükkanlar ve dükkanların ardında iç tarafta ortasında fıskiyeli bir havuz olan avlusuyla Yenişehir Çarşısını... ve o bonmarşeyi de.
Bir seferinde vitrininde yer alan küçük kaskadlı ve tepesinde küçük de bir fıskiyesi olan süs havuzunu hatırlıyorum, bir de uzun süre otobüs gelene kadar izlediğimi, cama yapışırcasına yaklaşarak. Günümüzdeki feng-shui için kullanılan küçük şelalelere benziyordu.
Bu Ulus seferlerimizde, değişmez bir şekilde, Anafartalar çarşısındaki Eyüp Sabri Tuncer Kolonyacısına giderdik annemle, evden yanımızda getirdiğimiz boş kolonya şişelerine kolonya doldurturduk. Kendisine “Hatıralar” alırdı, eve ve misafirlere ikram için de “Limon Çiçeği” Kolonyası. Asma kattaki damacanalarda çeşit çeşit kolonyaların renk cümbüşü ve envai çiçek ve esans kokusu, beni büyülerdi. Geçen sene İstanbul Kadıköy’de bir mağazasına rastladım, Eyüp Sabri Tuncer’in ve sorup aldım annemin kokusunu “Hatıralar”... Küçük bir pulvarizatörlü şişeye doldurdum, aklıma geldikçe yatak odama fıs-fıslıyorum, annem gelip geçmiş gibi oluyor odamdan,
sanki yatağımı toplamışmış gibi...
Çok erken yaşta, 53 yaşında akciğer kanserine yenik düşmüştü teyzem Nuriye. Bir büyük teyzem daha vardı Hayriye hanım, babamın sıkça takıldığı, “bana bir çerkes gelin bulamadın baldız” diye... Çerkes bir aileye gelin gitmiş gençliğinde, o terbiye ile davranırdı erkeklere, pek bir el üstünde tutardı babamı da o yüzden... Bundan ben bile payımı alırdım, o küçücük erkek halimle...
Değil babam, ben bile annemle sohbet ettiklerinde yanlarına gitsem, ya ayağa kalkar ya da oturduğu yerde şöyle bir toparlanırdı; ne de olsa çerkes terbiyesi almıştı. Kendi oğluna, Nebil ağabeye de bir çerkes gelin almıştı zaten, Makbule yenge... gerçekten de evi, kocası, çocukları için canla başla didinir, “yapar yakıştırır, aşırır, pişirir, yemez yedirir, giymez giydirir, saçını süpürge eder, kocasını, sonra da gücü yeterse çocuklarını vezir eder” derler ya işte tam öylesinden... Annem hem yaşça kendisine yakın bulduğundan olacak, hem de aynı şehirde yaşıyor olmamız nedeniyle Nuriye teyzemle daha bir yakındı.
Hepsi birer birer ayrıldılar bu dünyadan, kimi vakti geldiğinde, kimi ise vaktinden çok önce...
Barlas’lardan bugün, bu resimlerde henüz dünyaya gelmemiş olan Yıldırım Barlas kaldı.
(Civelekoğlu ailesine, dolayısıyla şahsıma ait bu anı fotoğrafını, lütfen izinsiz ve kaynak belirtmeksizin kopyalayıp başka platformlarda kullanmayınız.)
Hüsnü enişte, Karayolları müteahhiti idi, hayatının çoğunu Ankara dışında Anadolu’nun kimbilir hangi uzak köşesinde karayolu inşaatlarında geçirmişti, ara sıra gelirdi evine, Ankara’ya eli kolu ve cebi dolu. Onun olmadığı zamanlarda dört çocukla, eniştenin bıraktığı parayla evi çekip çevirmek ve çocuklara göz kulak olup onları yetiştirmeye çalışmak Nuriye’nin kaderiydi. Evin bütün yükü onun omuzlarında olmasına rağmen yine de gülen, gülmeyi unutmayan bir kadındı, çok da güzeldi... Bizim dingin, sakin, huzurlu evimizden, annemle birlikte onlara gittiğimizde, kendimi bir koşuşturmacanın, bir hengamenin, bir bağırış, çağırışın ortasında bulurdum hep, bunu yaratan da genç yaşında delikanlılığın verdiği heyecanla, talihsiz bir kazada bacağını kayıp düştüğü banliyö treninin altında kaybeden Yavuz ağabeyimdi, onun hırçınlıkları idi. Kaza sonunda genç yaşta büyük acılar yaşamış, yanlış bir karar sonucu kesilen bacağına takılan protez bir bacağa mahkum olmuş ve bu onu fazlasıyla hırçın, dikbaşlı ve zaman zaman da hoyrat yapmıştı. Geceleri yatmayı, sabahları da kalkmayı bilmezdi, çoğunlukla işte onun yataktan kaldırılma seanslarına rastlardı bizim teyzeme gidişlerimiz. Onu ancak yıllar sonra evlendiği Nermin yengem sakinleştirebilmişti.
Teyzemin evi böyle çok hareketli olmasına rağmen onun evine gitmelerimizi dört gözle çeker, bana yaşça daha yakın olan Yıldırım ile birlikte evde ve bahçede çelik çomak, ceviz (misket yerine) oynayarak, topaç çevirerek geçirilen zamanları, çok severdim. Bir de teyzemin eli bol sofralarını...
Küçücük bir tencere ile masaya gelse de nasıl becerirse becerir herkesi doyurabilirdi, o yüzden annem “onda Fatma anamızın eli var” derdi onun için, kimdi bu Fatma ana bilmiyordum ama annemin söyleyişinden manevi bir değer taşıdığını o yaşımda dahi anlayabiliyordum, en azından önemli bir şahsiyetti bu Fatma ana, öyle bildim ben...
Nuriye teyzem, benim için “ölüm”ün adıydı... Onun uzun süren hastalığı boyunca çok sıkça gider gelir olmuştuk yanına, büyük teyzem sürekli başındaydı ama o annemi görünce sevinirdi, ev artık o eski neşeli, hareketli zamanlarını yitirmiş, ağır bir hava çökmüştü eve, artık balkondaki kuş kafesi bile boştu. Kim çıkacaktı pazara ve her pazar dönüşü bir “azad kuşu” Saka ile dönüp gelecekti eve? Kafese koyup sakayı, bir hafta sonraki pazar öncesi salacak olanın, artık kendisi mahkum olmuştu yatağa, biri çıksa da onu azad etseydi artık. O her hafta azad ettiği kuşlarla özgürlüğün, özgür olmanın değerini ve mutluluğunu yaşayan, yaşatan kadın, zayıflamış, rengi solmuş, kuş gibi küçücük kalmıştı hasta yatağında. Hırçınlaşmıştı, ama hırçınlığı sadece Hayriye’ye idi, annem bir şeyin ucundan tutmaya görsün, ya da bir işe koşmaya, atılırdı yataktan, “bırak o yapsın” diye, büyük teyzemi Hayriye’yi işaret ederek. Biliyordu ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve isyan ediyordu kendince, ablası dururken neden o gitsindi. Bundandı tüm hırçınlığı, kırıcılığı Hayriye’ye, yoksa aslında onu da en az annem Bedriye kadar çok severdi. Sonrasında bir gün geldi kara haberi, ilk kez yakınımda, yöremde bir “ölüm” olmuştu, kalkıp gittiğimizde geç kalmıştık; gitmişti O, hayat dolu, neşeli, güçlü, dirayetli, yeri geldiğinde kadın, yeri geldiğinde evin erkeği, güzeller güzeli teyzem, Nuriye gitmişti. İlk kez o zaman ağlamak istemiş, ama bir türlü ağlamayı becerememiştim, sanırım ölümün ne demek olduğunu, o zaman daha kavrayamamıştım, henüz...
Teyzemin evi böyle çok hareketli olmasına rağmen onun evine gitmelerimizi dört gözle çeker, bana yaşça daha yakın olan Yıldırım ile birlikte evde ve bahçede çelik çomak, ceviz (misket yerine) oynayarak, topaç çevirerek geçirilen zamanları, çok severdim. Bir de teyzemin eli bol sofralarını...
Küçücük bir tencere ile masaya gelse de nasıl becerirse becerir herkesi doyurabilirdi, o yüzden annem “onda Fatma anamızın eli var” derdi onun için, kimdi bu Fatma ana bilmiyordum ama annemin söyleyişinden manevi bir değer taşıdığını o yaşımda dahi anlayabiliyordum, en azından önemli bir şahsiyetti bu Fatma ana, öyle bildim ben...
Nuriye teyzem, benim için “ölüm”ün adıydı... Onun uzun süren hastalığı boyunca çok sıkça gider gelir olmuştuk yanına, büyük teyzem sürekli başındaydı ama o annemi görünce sevinirdi, ev artık o eski neşeli, hareketli zamanlarını yitirmiş, ağır bir hava çökmüştü eve, artık balkondaki kuş kafesi bile boştu. Kim çıkacaktı pazara ve her pazar dönüşü bir “azad kuşu” Saka ile dönüp gelecekti eve? Kafese koyup sakayı, bir hafta sonraki pazar öncesi salacak olanın, artık kendisi mahkum olmuştu yatağa, biri çıksa da onu azad etseydi artık. O her hafta azad ettiği kuşlarla özgürlüğün, özgür olmanın değerini ve mutluluğunu yaşayan, yaşatan kadın, zayıflamış, rengi solmuş, kuş gibi küçücük kalmıştı hasta yatağında. Hırçınlaşmıştı, ama hırçınlığı sadece Hayriye’ye idi, annem bir şeyin ucundan tutmaya görsün, ya da bir işe koşmaya, atılırdı yataktan, “bırak o yapsın” diye, büyük teyzemi Hayriye’yi işaret ederek. Biliyordu ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve isyan ediyordu kendince, ablası dururken neden o gitsindi. Bundandı tüm hırçınlığı, kırıcılığı Hayriye’ye, yoksa aslında onu da en az annem Bedriye kadar çok severdi. Sonrasında bir gün geldi kara haberi, ilk kez yakınımda, yöremde bir “ölüm” olmuştu, kalkıp gittiğimizde geç kalmıştık; gitmişti O, hayat dolu, neşeli, güçlü, dirayetli, yeri geldiğinde kadın, yeri geldiğinde evin erkeği, güzeller güzeli teyzem, Nuriye gitmişti. İlk kez o zaman ağlamak istemiş, ama bir türlü ağlamayı becerememiştim, sanırım ölümün ne demek olduğunu, o zaman daha kavrayamamıştım, henüz...
Annem, daha çok çay severdi, çaycıydı daha doğrusu, çay içmeyince kendine gelemezdi kendi deyimiyle, sabahları “Akıl çayı” diyerek, öğleden sonraları da “başım tuttu, bir çay içeyim de kendime geleyim” diyerek içerdi keyifle çayını; bir de “güzellik uykuları” vardı annemin daha doğrusu güzelleşme uykusu, ne olursa olsun yarım saat için bile olsa küçük bir kestirme, onun olmazsa olmazıydı. Kahveyi de eksik
etmezdi evimizden, zaman zaman içerdi de, bu fincanlar ile içtiğini görmemiş
olmam, onun kahvesini daha çok gündelik diye tabir ettiği fincanlarla içiyor
olmasındandı belki de. Zaten pek de kendi başına bir kahve yapıp içmek yoktu onun kitabında, ya bir komşu uğrayacak, ya da kırk yılın başı babam “bir kahve yap da karşılıklı içelim hanım” diyecek.
İçmeyi özellikle çok aramasa da, annem için kahve, özellikle misafir sözkonusu olduğunda
çok önemliydi. Bizim evde hazır kahve bulundurulmazdı, onları ikram edemezdi konu komşusuna. Annem kahveyi
kavrulmamış ve çekilmemiş olarak, küçük gramajlarla çiğ çekirdek olarak alır ve
o şekilde muhafaza eder, misafirin geleceğini bildiği zamanlarda, özel olarak
ayırmış olduğu küçük bakır kazanında fındık büyüklüğünde bir tereyağ
eriterek kavururdu. Ondan sonrası ise, eğer ben evde isem bana düşerdi,
anneannemden kalma pirinç el değirmeniyle o yeni kavrulmuş kahveyi öğütmek, benim vasifelerim arasındaydı, severek de yapardım bunu. Zira, annemin o çok özel kahve merasimine
bir şekilde katılmaktı bu benim için, ibadet eder gibi... Keşke annem yine mutfakta kahve
kavursa da bana seslense mutfaktan o hayatımın en güzel günlerindeki gibi, “Leventciğim gel de bana şu
kahveyi çekiver oğluşum” diye…
Hele, öğütüldükten sonra açılan değirmenin alt
haznesinden çıkan, o mis gibi yeni çekilmiş kahve kokusu… Çoğunlukla bu yardımımın
mükafatı da yeni çekilmiş kahve ile yapılmış mis gibi orta şekerli bir kahve
olurdu, karşılıklı oturma odasının penceresi önünde içilen, işin sonunda...
lokum varsa evde bir de, lokum eşliğinde…
lokum varsa evde bir de, lokum eşliğinde…
Anneannemin, kahve değirmeni |
Annem yok artık hayatımda, ama onun o kahve
fincanları, ve anneannemin kahve için kullandığımız el değirmeni benimle
birlikteler.
“Kahve için kullandığımız” diyorum, zira bu değirmen ile istenirse
başka şeyler de öğütülebilir, altındaki hazneyi çekip çıkarttığınızda görünen
gövdenin ortasındaki mil vidalıdır ve sıkılıp, gevşetilmesi sayesinde çekilecek
unun kalınlığı ayarlanabilir. Günlerden birinde komşularımızdan biri annemden
kahve değirmenini istemiş, annem de kahve çekeceğini düşünerek hiç çekinmeden
vermişti, ancak değirmen geri geldiğinde annem durumu görünce pek bir
öfkelenmiş, pişman olmuştu, zira komşu bizim değirmenimiz ile kahve yerine
pirinç öğütmüş, tüm haznesi, özellikle de değirmen kısmı incecik pirinç unu ile
kaplanmıştı. Annem üzüntü ve öfkeyle söylenerek, oturup bir güzel temizlemişti
değirmeni ve tövbe etmişti bir daha kimseye vermemeye ya da verse bile tembihlemeye…
Şimdilerde o iki fincan yine sessiz ve güngörmüş
bir edayla vitrinden bizi seyrediyorlar, tıpkı annemin vitrinindeki gibi. Geçen
gün onların bu sessizliğini bozup, onlara kendilerini anlattırmaya karar
verdim. Evet, ben onlar ile ilgili pek bir şey hatırlamıyordum ama, onların bana
anlatacakları çok şey olabilirdi, zira nereden bakarsak bakalım, benim yaşımdan fazla
bizim evimizde yaşamışlıkları vardı o fincanların...
Bugün artık aramızda olmayan annemi, babamı, onları
satın alıp hediye eden teyzemi, hediye edildikleri rahmetli ağabeyimi, annem ve
babamın yakın dostlarını, ben hatırlamıyordum ama belki onların ellerini
tutmuşlukları, onların sıcaklığını hissetmişlikleri, dudaklarını öpmüşlükleri,
onların kahveye eşlik eden sohbetlerine yakın tanıklıkları, şahitlikleri vardı.
Daha da öncesinde bedenlerinde onları bu forma sokan, pişiren insanların
hayalleri, onları süsleyen, boyayan, dekorlayan elleri, geldikleri memleketin
havası, bir tarihi, ruhu vardı… Bana anlatacakları çok şey olabilirdi…
Bu isteğimi çok sıcak karşıladıklarını
söyleyemeyeceğim, beni biraz uğraştıracaklardı anlaşılan. Ser verip sır
vermeyecek gibi duruyorlardı her zamanki gibi mağrur ve kibirli… Sırlı olmak, su sızdırmamak
onların mayasında vardı ki zaten. Ne kadar israrcı olsam da, ağızlarından tek
bir kelime dahi alamamıştım ki, israrlarımdan sıkılmış olacaklar, ikisi birden
sırtlarını bana dönüp fincana kapandıkları gibi derin bir sessizliğe
büründüler. İşte o an farkettim ki aslında bu hareketleri ile bana küstükleri ya da ketum
davrandıkları için değil, bana anlatamadıklarını benim arayıp bulmam için bir
fırsat yaratmışlardı. Bana verip verebilecekleri tek bilgi de buydu aslında,
zira konuşabilseler bile anlayamıyacağımı onlar da çok iyi biliyorlardı. Kanıt
ortadaydı, her ikisinin de sırtlarında “dövme” gibi işaretler vardı, bizim çok alışkın
olmadığımız ama Avrupa’lıların yüzyıllardır ihmal etmeksizin kullandıkları gibi... Benim bu işaretlerin anlamlarını çözmem, biraz araştırma yapmam gerekecekti,
yaptım da… Bu işaretler onların bir anlamda kimlikleriydi ve çok şeyler
anlatıyordu aslında, nereden geliyorlardı, ne zaman üretilmişlerdi gibi…
Bir taç vardı, ancak bu taç burçlarıyla ve taş duvar örgüsüyle aynı zamanda da bir kale burcuydu, hem taç,
hem de kale burcu… Hemen altında büyük harflerle KPM, onun da altında MADE IN
POLAND. Açık, kirli yeşil bir renkle basılmıştı bunlar, bir de koyu yeşil ile
basılmış “32” ve varak yaldız ile basılmış “58” den başka da bir şey yoktu
elimde… Yola çıktım…
“Made in Poland”, çok açık ve net olarak Polonyalı
olduklarını, doğum yerlerinin Polonya olduğunu gösteriyordu. Sıra “KPM”nin ne
olduğunu ve üzerindeki taç/kale işaretinin ne anlama geldiğini araştırmaya
gelmişti.
KPM işaretini, ilk olarak 1723-24 yılları arasında Doğu Almanya’nın Saksonya bölgesindeki Kaoleni meşhur Meissen’de
Kraliyet Porselen Üreticisi Wilhelm Casper Wegley adında bir Alman
girişimci tarafından işletilen Konigliche Porzellan Manufaktur kullanmış. 1763
yılında, Prusya Kralı Frederick II, şirketin kontrolünü kazanmış ve 1918 yılına
kadar şirket kraliyet kontrolü altında kalmış. Bu arada 1832 yılında bir başka
fabrika da Berlin’de açılmış ve orada da KPM işareti kullanılmaya başlanmış. Berlin’deki fabrika hala üretime devam etmekteymiş.
KPM- Konigliche Porzellan Manufaktur- Berlin Fabrikası https://kpm-berlin.com/default.aspx |
1800’lerde birçok Alman Porselen Fabrikası da
üretimlerinin, müşterileri tarafından yüksek kalitede olduğunun düşünülmesini
umarak “KPM” işaretini kendi ürünlerinde de kullanmaya başlamışlar.
Bu firmalardan birini de Carl
Franz Krister, bugün Polonya sınırları içerisinde kalan, 12. Yüzyılda Aşağı
Silezya bölgesi’ndeki Pelcznica Vadisi yakınlarındaki bir tepe üzerinde kurulmuş
küçük bir Slav kenti olan Wallenberg ( Almanca’da hac yeri anlamına geliyor)
kasabasında 1820 yılında C.S. Rausch’un kurduğu tek bir fırın ile 1829 yılında
işadamı Traugott Hayn tarafından açılan küçük bir tesisi 1831’de satın alarak kurmuş...
“Krister Porcelain Manufactory- KPM”
1876’larda “KPM” Fabrikası |
Krister, sadece ünlü “KPM” işaretini kullanarak
başarıyı yakalamamış elbette, ürünlerinin kalitesi de son derece iyiymiş ve çok
sayıda müşterisi varmış. Zamanla tanınan ve ün kazanan ürünleri 1867 yılında
Paris Fuarında bir de altın madalya kazanmış, ancak aynı yıl Carl Franz Krister vefat
edince, fabrikası mirasçıları olan Haenschke ailesine geçmiş ve 1920 yılında
firmayı bir Limited Şirket haline dönüştürene kadar da ailenin elinde kalmış.
Ertesi yıl da 1921 de bir Bavyera Karteli olan Philip Rosenthal ile
birleşilmiş.
Benim iki fincanımdaki “KPM”, işte bu fabrikanın
üretimi olduğunun ilk göstergesi. İkinci göstergenin izini de Wallenberg
şehrinin ismi ve tarihini araştırdığımda keşfedebildim.
Wallenberg kasabası, etrafındaki ormanları, yüksek
mineralli suları ve kaynakları ile zamanla oldukça popüler bir kasaba olmuş, 1288-92
yılları arasında Swidnica ve Jawor Prensi I. Bolko tarafından ormanın
içerisinde Ksiaz Kalesi inşaa edilmiş. Bu kalenin varlığı nedeniyle olacak ki
o tarihten sonra şehrin adı Waldenburg (orman kalesi) olarak değişmiş. İşte bu
da benim ikinci kanıtım; KPM’nin üzerindeki taç/kale bu bilgi ile bir anlam
kazanmış oldu. Bu arada bir üçüncü kanıtı bulunca da, bundan kesinlikle emin oldum. O
da Wallenberg- Waldenburg derken, şehrin adının 1945’ten sonra II. Dünya
Savaşı’nın sona ermesiyle Walbrzych olarak, Polonya’nın bir
parçası haline gelmesi.
Böylelikle fincanlarımın, “KPM” markası ve
üzerindeki kale/taç figürüyle de Walbrzych, Polonya “Krister Porcelain
Manufactory” üretimi olduğunu, ayrıca da bu kombinasyondaki işaretlemenin bu
fabrika tarafından 1945-52 yılları arasında kullanılmış olduğunu öğrenmiş
oldum.
“KPM”-Krister Porcelain Manufactory’nin tarih boyunca kullandığı etiketler ve anlamları |
KPM üretimi porselenlerin tarihlere göre etiketlenmesinde de farklı semboller kullanılmış; Bunlar yukarıdaki tablodan ve aşağıdaki listeden izlenebilir.
.......................................................................................................................
01- 1835’lerde kullanılan en basit marka,
02- 1840-1895 arasında kullanılan marka,
03- 1840-1895 arasında kullanılan marka (yeşil versiyon),
04- 1840-1895 arasında kullanılan marka (mavi versiyon),
05- 1840-1895 arasında kullanılan marka (farklı bir mavi versiyon),
06- 1890-1895 arasında kullanılan yuvarlak ülke orijinini de belirten marka,
07- 1890-1895 arasında kullanılan Almanya yazısı eklenmiş mark,
08- 1845-1870 arasında kullanılan marka,
09- 1845-1870 arasında kullanılan markalar bazı ürünlerde bulanıklaşmış
10- 1850’lerde kullanılan “WPM” Waldenburger Porzellan Manufaktur markası,
11- 1860-1895 arasında kullanılan yuvarlak marka,
12- 1885-1905 arasında 26 Ekim 1885 tarihinde “Königliches Amtsgerich Waldenburg” olarak No:30 olarak tescil edilen marka,
13- 1896 ve 1905 arasında ve 1922 yılından itibaren kullanılan bu işaret, 1896 yılında tescil edildi 1905 yılında tescilden silindi ve 1922 yılında tekrar tescil edilmiştir,
14- 1897-1905 arasında kullanılan marka,
15- 1897-1905 arasında “WPM” Waldenburger Porzellan-Manufaktur üzerinde Krister’in K’sı kullanılan
16- 1897-1905 arasında 5 Şubat 1897 tarihinde R.W.Z.R’de No:21.974 olarak tescil edilen marka,
17- 1902-1905 arasında Kristen Porzellan Fabrik’in “KPF”si ve Waldenburg’un W harfi
18- 1903-1905 arasında Kristen Porzellan Fabrik’in “KPF”si ile bir marka,
19- 1903-1905 arasında Kristen Porzellan Fabrik’in “KPF”si ile başka bir marka,
20- 1903-1910 arasında Carl Krister Waldenburg’un “CKW”si ile bir marka,
21- 1904-1927 arasında Kristen Porzellan Manufactur’un “KPM”si ile bir marka,
22- 1904-1927 arasında Kristen Porzellan Manufactur’un “KPM”si ile bir mavi marka,
23- 1904-1927 arasında Kristen Porzellan Manufactur’un “KPM”si ile bir yeşil marka,
24- 1904-1927 arasında aynı marka ancak Almanya ve Granuteco ilave edilmiş marka,
25- 1904-1927 arasında aynı markaya bu sefer Silezya eklenmiş ve siyah,
26- 1904-1927 arasında aynı markaya bu sefer Almanya eklenmiş ve siyah,
27- 1905-1920 arasında ilk kez KPM Almanya markasına balon taç eklenmiş,
28- 1925-1945 arasında taç ve kale KPM ile birlikte,
29- 1925-1945 arasında taç ve kale KPM ile birlikte H harfi eklenmiş ve yeşil
30- 1925-1945 arasında taç ve kale KPM ile birlikte H harfi eklenmiş ve seri adı “Rubens” eklenmiş,
31- 1925-1945 arasında taç ve kale KPM ile birlikte tacın içinde “I”. “W” veya “P” harfleri bulunuyor,
32- 1925-1945 arasında “KORSUKEWITZ” (Yoksulları Besleme Kurumu) eklenmiş,
33- 1925-1945 arasında kullanılan marka. Başta ve sondaki iki nokta ikinci sınıf kaliteyi işaret ediyor,
34- 1931-1933 yıllarında sadece kullanılan 100. yıldönümü markası,
35- Tahminen 1934 yıllarında kullanılan bir marka,
36- 1934-1945 arasında kullanılan “A.D.1831” ekiyle kuruluş tarihini belirten marka,
37- 1934-1945 arasında “Friederike” serisi için kullanılan marka,
38- 1934-1945 arasında kullanılan ve Avusturyadaki dekoratör firmanın adının da kullanıldığı marka,
39- 1935-1940 arasında “MDASDA”nın onay mührü olan marka,
40- 1935-1940 arasında bir önceki markaya “ECHT UNDERGLASUR” (gerçek sıraltı) eklenmiş
41- 1935-1940 arasında Alman Donanması için yapılan üretimlere “M” Marine (deniz) eklenmiş marka
42- 1937-1938 Almanya yazısı kapatılıp “Yabancı” yazısı eklenmiş marka,
43- 1937-1938 “Prinzess” serisinde Almanya yazısı kapatılıp “Yabancı” yazısı eklenmiş marka,
44- 1945-1952 “Made in Poland” eklenmiş kuruluş tarihiyle birlikte marka (siyah),
45- 1945-1952 “Made in Poland” eklenmiş kuruluş tarihi çıkarılmış marka (yeşil),
46- 1945-1952 “Made in Poland” eklenmiş kuruluş tarihi çıkarılmış marka (yeşil),
47- 1945-1952 arasında kullanılmış, balon taçlı ve “Royal Ivory”( kraliyet fildişi) serisi marka (yeşil),
48- 1945-1952 arasında kullanılmış, balon taçlı ve “Royal Ivory”( kraliyet fildişi) serisi marka (siyah).
.......................................................................................................................
Bu araştırmalarım sırasında karşılaştığım bir
görsel malzemede ise bu fincan modelinin adının “Friederike” olduğunu da
keşfettim. Söz konusu olan fincanlar form olarak benim iki fincanımla aynı
özellikleri, boyutu ve formu taşımakla birlikte sadece bezemesinde farklılıklar
göstermekte. Altındaki mühür de bunların 1934-1945 yılları arasında, Alman Malı olarak imal edildiklerini göstermekte...
Sol taraf 1934-45 yılları arasında üretilen “Friederike” serisi, sağ taraf ise annemin fincan takımı |
Gerçekten de o yıllarda henüz
fabrika ve bulunduğu şehir Almanya toprakları içerisinde ve Polonya’ya
devredilmemiş. Bu da, söz konusu “Friederike” serisinin kalıplarının fabrikanın
Polonya’ya devrinden sonra da kullanıldıklarının göstermektedir. Aynı kalıplar
kullanılarak üretilen ve yaklaşık 900˚ C’de pişirilen sert porselen bisküvi
fincanlar ve tabaklar daha sonra el ile farklı şekillerde dekorlanır ve
sırlandıktan sonra da 1400-1500˚ C’de tekrar pişirilir ve sır ile sırın
altındaki bisküvi bir bütün haline gelerek birleşirmiş.
Fabrikanın adı 1952’den sonra Krzysztof Porcelain
Factory olarak değiştirilmiş ve marka olarak da ürünlerin altına WAWEL/Made in Poland markası basılmaya başlanmış. Fabrika çeşitli el değiştirmeler yaşamasına rağmen günümüzde hala üretim yapmaya devam etmekteymiş.
Bu durumda annemin iki fincanı, en çok 67, en az 60
yaşlarındalar.
Son olarak, bir hayat dersi...
-GÜZEL BİR KAHVE HİKAYESİ-
Ne zaman; hayatında bazı şeyler çekilmez hale gelirse, Ne zaman; yirmi dört saat kısa gelmeye başlarsa, O zaman; kavanoz ve iki fincan kahveyi hatırlayınız…
İşte kavanoz ve iki fincan kahvenin hikayesi;
Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir. Ders başladığında; hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır. Sonrada kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur. Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar… Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler. Bunun üzerine; profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker. Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar. Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler yine hep birlikte; ‘evet doldu’ derler. Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Profesör yine aynı soruyu sorar. Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler. Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır. Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye. Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar… Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;
‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır. Tenis topları; Hayatınızdaki önemli şeylerdir. Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter. Çakıl taşları ise; Sizin için daha az önemli olan diğer şeylerdir. Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi. Kum ise; diğer ufak tefek şeylerdir. şayet kavanoza önce kum doldurursanız; Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi; ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz; Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sağlığınıza dikkat edin. Sevdiklerinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur…’
Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar; ‘Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’ Profesör gülerek cevaplar; ‘Bu soruyu bekliyordum. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun; Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır…’