Konya Atatürk Anıtı
ve belleğimde kalan
Konya ile ilgili kırıntılar...
ve belleğimde kalan
Konya ile ilgili kırıntılar...
“Konya, bozkırın tam çocuğudur.
Onun kendini gizleyen esrarlı
bir güzelliği vardır. Bozkır, kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya
hangi yoldan girerseniz girin, sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir
arazinin arasında ufka daimi bir ışık oyunu, bir
rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri
susuzluğumuza uzaktan gülen bir rüya,
yolun her dirseğinde siline, kaybola büyür,
genişler ve sonunda kendinizi Selçuk
Sultanlarının şehrinde bulursunuz.”
“... sonra şehir yavaş yavaş size, tıpkı bugün için verebileceği her şeyi verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve gençliğini de hediye etmek isteyen, kesik, başı boş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini açar. Ve siz dinlediğiniz bu hikâyelerin arasından sevdiğiniz, güzelliğine ve olgunluğuna hayran olduğunuz kadını nasıl şimdi küçük ve nazlı bir çocuk, biraz sonra ürkek bir genç kız veya ilk aşkların, heyecanların içinde henüz çok tecrübesiz bir kadın olarak görür ve hiç tanımadığınız o günlere ait bin türlü sevimliliğin, cazibenin, tuhaflığın, korku ve telâşın, azabın arasından onu başka bir mahlûk gibi sevmeye başlarsanız, Konya’yı da bu yeni tanıdığınız hüviyetiyle öyle yeni baştan, onunla beraber bu geçmiş zamanına eğilerek ve âdeta ona hasret çekerek ve artık bu maziyi ve onun kudretini iyice tanıdığınız için onun arasından bütün bütün sizin olacağına bir türlü inanmayarak sever ve tanırsınız.”
Ahmet Hamdi Tanpınar / Beş Şehir, 1946
Nisan 2013 |
1930’ların başı, Birinci Dünya Savaşı sonrası bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük buhran zamanlarıydı, o sırada Konya Belediyesi de zora düşmüş, memur maaşlarını ödeyemez, yatırım yapamaz bir durumda kalmış ve nakite dönüştürülebilecek emlaklarını da satıp tüketmişti. Yöneticiler son çare olarak, Üçler Kabristanı’nı parselleyip satmayı akletmiş, düşüncelerinin doğruluğunu tartışmak ve danışmak için de aklına ve sözüne güvendikleri işadamı Şükrü Doruk’a başvurmuşlardı.
Bu harika (!) fikri duyan Şükrü Doruk ayağa fırlamış ve;
“Yahu bin senelik Müslüman kabristanını nasıl satıp yok ederseniz? Siz Allahtan korkmaz mısınız? Milletin yüzüne nasıl bakacaksınız?”
diyerek infialini dile getirmişti.
Şaşıran ve çaresizlik içerisinde kalan Belediye yöneticileri biz işin içinden çıkamadık, o yüzden sana geldik, sen akıllı adamsın, bize bir yol göster gibi birşeyler söylemişler. Şükrü Doruk da gümüş tütün tabakasından bir sigara sarıp derin bir nefes çektikten sonra;
“Pekala... bu satıştan ne kadar bir gelir elde edeceğimizi hesapladınız mı?”
diye sormuş. Belediye yöneticileri, hiç de küçümsenmeyecek bir rakam telaffuz etmişler. Şükrü Doruk kısa bir müddet düşünmüş, ardından sessizliğini bozmuş ve;
“Tapu devir işleriyle, tekrar kabristan olarak kullanma vakfiyeleri muamelatını hemen hazırlatınız, istediğiniz parayı ödeyeceğim”
Evet, Üçler Kabristanı, kabristan olarak kullanılmak şartıyla Şükrü Doruk tarafından parası ödenerek satın alınmış, tapusu Şükrü Doruk üzerinde kalmak üzere bir vakıf kurularak
ona devredilmişti.
1949 yılında 71 yaşında vefat eden Şükrü Doruk da Üçler Kabristanı’nda mutevazı bir mezara defnedilmişti. Bugün hala Üçler Kabristanı yokedilmemişse ve yaşıyorsa onun sayesindedir.
Üçler Kabristanından Mevlana Türbesi, 1887. Fotoğraf, J.H.Haynes |
Fotoğraf, © Ahmet Soyak
|
Fotoğraf, © Ahmet Soyak
|
Fotoğraf, © Ahmet Soyak |
Konya Doğumevi; Merdivenin hemen sağındaki oda, doğduğum oda. Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden |
12 Nisan 1953 tarihli Yeni Konya Gazetesinde “Mesut bir doğum” başlığıyla doğum haberim. |
11 Nisan 1953 tarihli Yeni Meram Gazetesinde “Mes’ud bir doğum” başlığıyla doğum haberim. |
Babam ve Ben, Nisan 1953
|
7 yi 8’e bağlayan gece.
O güzel ev korunuyor hala |
Ablam Birand ve Ben, 1953 (Civelekoğlu ailesine, dolayısıyla şahsıma ait bu anı fotoğrafını, lütfen izinsiz ve kaynak belirtmeksizin kopyalayıp başka platformlarda kullanmayınız.) |
Sonraki yıl Atatürk Caddesine, Gazi Lisesi’ne çok yakın olan Konya’nın tanınmış ailelerinden iş adamı Ahmet Yapıcı’ya ait apartmanın caddeye bakan en üst katına taşınmıştık. 1955 yılında anıttaki fotoğraflar çekildiğinde o Yapıcı apartmanındaydık.
Ben ve Annem, henüz saçlarım kesilmemiş... (Civelekoğlu ailesine, dolayısıyla şahsıma ait bu anı fotoğrafını, lütfen izinsiz ve kaynak belirtmeksizin kopyalayıp başka platformlarda kullanmayınız.) |
(Civelekoğlu ailesine, dolayısıyla şahsıma ait bu anı fotoğrafını, lütfen izinsiz ve kaynak belirtmeksizin kopyalayıp başka platformlarda kullanmayınız.) |
Kısa bir süre sonra da babamın tayini vesilesiyle Ankara’ya taşındık, uzun yıllar Ankara’da yaşadım ve eğitim hayatımı orada tamamladım.
(Civelekoğlu ailesine, dolayısıyla şahsıma ait bu anı fotoğrafını, lütfen izinsiz ve kaynak belirtmeksizin kopyalayıp başka platformlarda kullanmayınız.) |
Doğduğum şehir olmasının yanısıra, ailecek Ankara’ya göçmeden, ablam Birand’ı Konya’da evlendirip genç yaşta, gelin ettiğimiz için Konya ile bağlarım hiç kesilmedi, hala da sürüyor.
Çocukluk yıllarımda özellikle Kurban ya da Şeker Bayramlarını çokça Konya’da geçirirdik.
İşte o bayram sabahlarında çok kez ziyaretine gittiğimiz eniştem Mukadder Tonguç’un halası Fahriye Hanım otururdu o anıtın yanındaki birinci evde, Şükrü Doruk’un evinde, zira Fahriye Hala, Şükrü Doruk’un 1949’da dul kalan eşiydi. İlk evliliğini genç yaşta Afyon’da bir Dişçi ile yapmıştı. Dişçi kocasını muayenehanede ziyarete gittiği bir gün, dişçi tarafından önceden ayarlanmış olan yabancı birinin bir basamağa basması halinde içerde ışık yanmasını sağlayan uyarıcının tesadüfen çalışmaması sayesinde, başka bir kadınla uygunsuz bir durumda yakalayınca boşanmış, babası Veteriner Halil İbrahim (Tonguç) bey ve annesi Hüsniye hanımın yanına Konya’ya dönmüştü. Halil İbrahim Tonguç, 1891 yılında açılan “Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlisi”nden 1899 yılında Baytar olarak mezun olmuştu. Çok uzun sürmemişti Fahriye hanımın bekarlığı, kendisinden yaşça büyük olan Şükrü Doruk Bey ile evlendirilmişti.
Konya İstasyonu, 1904 |
Konya İstasyonu, 1896 yılında inşaa edilmiş. |
Fotoğraf, © Ahmet Soyak
|
Fotoğraf, © Ahmet Soyak
|
Alman Evleri |
Alman evleri diye anılan lojmanlar, Almanlar tarafından neo-klasik ve Alman yerel tarzı ‘heimatstil’ karışımı bir mimari anlayışla inşa edilmiş 10 adet lojmandır.
İstasyon alanının kuzeydoğu köşesinde, üç farklı plan tipinde ve üçerli gruplar halinde birbirlerine yakın olarak üç katlı ilk altı lojman inşaa edilmişti.
Yüksek eğimli ve çıkıntılı saçakları ve alın süslemeleri ile dikkat çekiyorlardı. 43 numaralı lojman gerek planı gerekse cephe karakteri ile diğerlerinden farklıdır.
Saçakları fazla abartılmamış, cepheleri gayet sade bırakılmıştır. 69 numaralı lojman ise diğerlerinden farklı olarak sırt sırta yerleştirilen ve iki ayrı girişi olan iki ayrı ev olarak üç katlı olarak inşaa edilmiştir. 44 numaralı lojman ise hepsinden büyüktür, üç katlı ve iki girişlidir. 45 numaralı lojmanda ise hepsinden farklı olarak bir teras ve girişin üstünde balkon yer alır.
Kentte birçok evi, hanı vardı Şükrü Doruk’un. Vefatından sonra bağışladıklarının dışında kalan variyeti mirasçılarına ve vakıflara kalmıştı. Yapıcı apartmanının bir arka sokağında, Atatürk Evi’nin (Vali Evi) yan sokağında, iki yanyana taş ev vardı, Şükrü Doruk o taş evleri kızkardeşleri Asuman ve Vesile hanımlara, ayrıca yeğenlerine de birşeyler bırakmıştı.
Atatürk Evi, Kazım Karabekir Caddesi Cephesi. 1927 yılında Konya Belediyesi, aldığı bir kararla Köşkü Atatürk’e armağan etmiş, Atatürk bundan sonra Konya’ya her gelişinde bu köşkte kalmıştı. |
1916 yılından sonra Vali Konağı olarak kullanılmaya başlanan Köşk, Atatürk’ün vefatından sonra tekrar vali konağı olarak kullanılanmaya devam etmişti. |
1963 yılında Konya Valiliğinden Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğüne devredilmiş, bir yıl sonra da (Atatürk Evi ve Müzesi) adıyla ziyarete açılmıştı. |
Fotoğraf, © Ahmet Soyak
Atatürk Evi, Atatürk Caddesi Cephesi |
3 Ocak 1925, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk Evi’nde |
Atatürk Caddesinden Atatürk Evi ve biraz ilerisinde iki soğan kubbesiyle Olgunlaşma Enstitüsü |
19 Temmuz 1928 günü Konyalıların Atatürk’e şükranlarının bir ifadesi olarak, “Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Konyalıların hediyesidir” kaydı ile Atatürk adına tescil ettirilmiş ve tapusuna da konulmuştu.
Fotoğraf, © Ahmet Soyak |
Fotoğraf, © Ahmet Soyak |
Atatürk evi, benim çocukluk yıllarımda Vali Konağı olarak kullanılırdı ve o dönem Konya Valisi olan Cemal Göktan Bey ve eşi Bedia hanım ile annem ve babam sık görüşürlerdi, çok küçük olduğum için o evin içerisini, girmişsem de hatırlayamıyorum. Ablamın nikah şahitliğini de yapmış olan Cemal Göktan, Ankara Emniyet Müdürü (1957-1960) olduğu dönemde ve 1962’de emekli olduktan sonraki yıllarda da ailemle dostluk ilişkileri devam etmişti.
Yeşilyurt sokakta oturduğumuz yıllarda bir sokak üstümüzdeki Farabi sokak ile Kıbrıs Caddesi’nin köşesindeki GülNurPınar Apartmanına çok ziyaretlerine giderdik Göktan’lara, onlar da bize. Apartmanın adı üç kızlarının, Gülden, Nurdan ve Pınar ablaların adlarının bileşkesinden oluşturulmuştu. Benim Üniversite yıllarımda o apartman topluca Hindistan Elçiliğine kiraya verilmişti.
Yapıcı Apartmanında oturduğumuz çocukluk yıllarımda annemin Şükrü Doruk’un küçük kızkardeşi Asuman hanım ile tanıştığını ve görüştüğünü ablamdan duymuştum. Şükrü Doruk, kızkardeşlerinin taş evlerinden sonra gelen ve bayramlarda altındaki ekmek fırınına evde hazırlanan malzeme ile Konya etli ekmeği yaptırmaya gittiğimiz evi de evlat edindiği kızı Mukadder ile eşi Fahriye halaya bırakmıştı. Ablam, Mukadder’in açıkgöz biri olduğunu, Şükrü Doruk’un vefatından sonra neredeyse her şeyin yarısına sahip çıktığını, evde altı tabak varsa takımı bozup üçünü, 12 çatal, kaşık, bıçak varsa, altışarını alıp gittiğini anlatır. Fahriye Halayı bazen anıtın ordaki evde bazen de Meram’daki eski bağ evinde ziyaret ederdik. O bağ evinin bahçesinde, evdeki ablaların silkelediği, bizim de afiyetle yediğimiz neredeyse baş parmak büyüklüğünde beyaz ve kara dutlar, armutlar, elmalar, envayi çeşit meyveleri unutmam mümkün mü... Tavusbaba’ya gidilen yol, Meram çayı üzerindeki bir köprüyü geçip sola devam ederken, köprünün tam karşısına düşen bağın iki kanatlı büyük bahçe kapısının önünde küçük bir boşluk oluştururdu, bir de biraz daha ilerisinde yolun, müştemilata yakın bağın içinden açılan küçük bir kapı daha vardı ancak, biz eve büyük cümle kapısından girerdik. Fahriye hala vefatından önce yok paraya çok sevdiği bir mimara satmıştı o bağı eviyle birlikte, içimiz gitmişti, çok şaşırmıştık ama o mimar da iyi bakmıştı eve, hala ayaktadır.
Fahriye halanın anıttaki evinin girişinde yüksek tavanlı büyük bir taşlık vardı sağ ve solda kalan büyük duvarlarda tavana yakın bir şekilde yatay iki adet duvar resmi vardı, fresk demek daha doğru olur, doğrudan ıslak sıva üzerine yapılmışlardı, eve aitti, ikisinde de primitif boğaz manzaraları vardı, bordosunda türk bayrağı dalgalanan büyük direkli, yelkenli gemiler ve ardında İstanbul yalıları.
Hep merak etmişimdir, o evi yıkarlarken o duvarlara, o resimlere nasıl kıyabildiler, nasıl kazma vurabildiler diye. Bir de çini sobalar hatırlarım, özellikle de çividi mavi rengiyle dikkatimi çeken birini, çiniden bir küçük soba. Fahriye Hala bizi üst kattaki anıta bakan odada misafir ederdi bayramlarda, önceden özenle kolalanıp, ütülenmiş içine de bir katına lokum bir katına bayram harçlığı koyulup hazır edilmiş, bembeyaz mendiller sıkıştırırdı elimize, elini öpüp başımıza koyduğumuzda. En bonkör bayram harçlıklarımdır onlar, lokum da cabası...
Kahveyi kızlara güvenmez, kendi eliyle pişirirdi mangalda da, doldurup içmez, ikramı kızlara bırakır, geçer köşesine oturur, meydana ya da anıta bakarak keyifle içerdi az şekerli kahvesini.
Yıllar geçti, artık ne Fahriye halalar var, ne kolalı mendiller, ne de ağzımızı tatlandıracak Hacıbekirin lokumları.
O evde yok artık, yerinde Atatürk Anıtını da gölgeleyecek kadar büyük, koskoca bir beton blok var.
Ne tadı kaldı zamanın, ne de tuzu...
Atatürk Anıtı’nın hikayesini ve mimarı Muzaffer Bey’i de yazdım;
http://lcivelekoglu.blogspot.com.tr/2017/03/26-mart-96-yil-once-bugun-mimar.html
Kaynaklar:
Yeşilyurt sokakta oturduğumuz yıllarda bir sokak üstümüzdeki Farabi sokak ile Kıbrıs Caddesi’nin köşesindeki GülNurPınar Apartmanına çok ziyaretlerine giderdik Göktan’lara, onlar da bize. Apartmanın adı üç kızlarının, Gülden, Nurdan ve Pınar ablaların adlarının bileşkesinden oluşturulmuştu. Benim Üniversite yıllarımda o apartman topluca Hindistan Elçiliğine kiraya verilmişti.
Yapıcı Apartmanında oturduğumuz çocukluk yıllarımda annemin Şükrü Doruk’un küçük kızkardeşi Asuman hanım ile tanıştığını ve görüştüğünü ablamdan duymuştum. Şükrü Doruk, kızkardeşlerinin taş evlerinden sonra gelen ve bayramlarda altındaki ekmek fırınına evde hazırlanan malzeme ile Konya etli ekmeği yaptırmaya gittiğimiz evi de evlat edindiği kızı Mukadder ile eşi Fahriye halaya bırakmıştı. Ablam, Mukadder’in açıkgöz biri olduğunu, Şükrü Doruk’un vefatından sonra neredeyse her şeyin yarısına sahip çıktığını, evde altı tabak varsa takımı bozup üçünü, 12 çatal, kaşık, bıçak varsa, altışarını alıp gittiğini anlatır. Fahriye Halayı bazen anıtın ordaki evde bazen de Meram’daki eski bağ evinde ziyaret ederdik. O bağ evinin bahçesinde, evdeki ablaların silkelediği, bizim de afiyetle yediğimiz neredeyse baş parmak büyüklüğünde beyaz ve kara dutlar, armutlar, elmalar, envayi çeşit meyveleri unutmam mümkün mü... Tavusbaba’ya gidilen yol, Meram çayı üzerindeki bir köprüyü geçip sola devam ederken, köprünün tam karşısına düşen bağın iki kanatlı büyük bahçe kapısının önünde küçük bir boşluk oluştururdu, bir de biraz daha ilerisinde yolun, müştemilata yakın bağın içinden açılan küçük bir kapı daha vardı ancak, biz eve büyük cümle kapısından girerdik. Fahriye hala vefatından önce yok paraya çok sevdiği bir mimara satmıştı o bağı eviyle birlikte, içimiz gitmişti, çok şaşırmıştık ama o mimar da iyi bakmıştı eve, hala ayaktadır.
Güngörmüş bir kadındı Fahriye Hala, hacıydı ancak mutahassıp, kaç-göç bir kadın değildi asla. O da eşi Şükrü Doruk gibi hayırsever bir insandı, kocasıyla yaşadığı yılların geleneğini o da sürdürmüştü. Şükrü Doruk’un sağlığında çocukları olmadığı için 10 kimsesiz kız çocuğunu evlat edinmiş, büyütmüş, yetiştirmiş, zamanı geldiğinde de başgöz etmişlerdi. Onlardan birisi de Mukadder’di, vefatında mirasından pay vermişti. Ben Fahriye halayı tanıdığım zamanlarda evde üç abla daha vardı, Ayşe, Hacer ve Aysel, onları da geleneği devam ettirip, Fahriye hala küçükken alıp yetiştirmiş, daha sonra da evlendirmişti. O ev çocukluk yıllarımda içerisine girip de hayran kaldığım, ağzı açık gezdiğim evlerden ikincisidir. Fahriye Hala, Anıttaki bu güzel evi de vefatından önce Konyalı Osman Paşalak’a satmıştı, ondan sonrasında el değiştirdi mi bilmem, ancak bir süre sonra yıkılıp yerine büyük bir apartman yapılmıştı.
Diğeri de Bursa’da yine kökleri Konya yıllarına dayanan bir aile dostumuzun, Aktaş’ların Setbaşı İpekçiler Caddesi’ndeki üç katlı, yan sokak içinde tek katlı bir mutfakla bitişik Ermeni ya da Rumlardan kalma giriş kapısının üzerinde renkli camları olan cumbalı, girişi yüksek tavanlı büyük taşlıklı, giriş kapısının karşısında yine büyük camlı bir kapıyla çıkılan padima kaplı ve tam karşı duvarında mermer aynalı bir çeşmesi olan iç avlulu bir evdir. Orta katta merdivenin yanındaki camdan mutfağın çinko kaplı çatısına çıktığımı ve Bursa’nın o meşhur sıcaklarının kavurduğu çinkonun ayaklarımı coss diye yaktığını, bana oyalanayım diye oyuncak bulmak için açılan en üst kata çıkan merdivenin altındaki yüklüğün o tanımlanamaz kokusunu, nasıl unuturum, belki de sandal ağacı dedikleri oydu, bilemedim ki hiç, ama hatırladıkça bile burnumda tüter o koku...
Diğeri de Bursa’da yine kökleri Konya yıllarına dayanan bir aile dostumuzun, Aktaş’ların Setbaşı İpekçiler Caddesi’ndeki üç katlı, yan sokak içinde tek katlı bir mutfakla bitişik Ermeni ya da Rumlardan kalma giriş kapısının üzerinde renkli camları olan cumbalı, girişi yüksek tavanlı büyük taşlıklı, giriş kapısının karşısında yine büyük camlı bir kapıyla çıkılan padima kaplı ve tam karşı duvarında mermer aynalı bir çeşmesi olan iç avlulu bir evdir. Orta katta merdivenin yanındaki camdan mutfağın çinko kaplı çatısına çıktığımı ve Bursa’nın o meşhur sıcaklarının kavurduğu çinkonun ayaklarımı coss diye yaktığını, bana oyalanayım diye oyuncak bulmak için açılan en üst kata çıkan merdivenin altındaki yüklüğün o tanımlanamaz kokusunu, nasıl unuturum, belki de sandal ağacı dedikleri oydu, bilemedim ki hiç, ama hatırladıkça bile burnumda tüter o koku...
Setbaşı İpekçiler Caddesi 1894, caddenin daha aşağıları, sağda ağaçların arasında kilisenin kapısının üzerindeki haç görülebiliyor. |
İstasyon istikametinden istasyona yaklaşım, Ferit Paşa Caddesi, solda Anıttan önce Ahmet Haşhaş ve Şükrü Doruk evleri. |
Hep merak etmişimdir, o evi yıkarlarken o duvarlara, o resimlere nasıl kıyabildiler, nasıl kazma vurabildiler diye. Bir de çini sobalar hatırlarım, özellikle de çividi mavi rengiyle dikkatimi çeken birini, çiniden bir küçük soba. Fahriye Hala bizi üst kattaki anıta bakan odada misafir ederdi bayramlarda, önceden özenle kolalanıp, ütülenmiş içine de bir katına lokum bir katına bayram harçlığı koyulup hazır edilmiş, bembeyaz mendiller sıkıştırırdı elimize, elini öpüp başımıza koyduğumuzda. En bonkör bayram harçlıklarımdır onlar, lokum da cabası...
Kahveyi kızlara güvenmez, kendi eliyle pişirirdi mangalda da, doldurup içmez, ikramı kızlara bırakır, geçer köşesine oturur, meydana ya da anıta bakarak keyifle içerdi az şekerli kahvesini.
Yıllar geçti, artık ne Fahriye halalar var, ne kolalı mendiller, ne de ağzımızı tatlandıracak Hacıbekirin lokumları.
Eski Atatürk Stadyumundan Anıt istikametine bakış, Anıt DSİ’nin arkasında kalıyor ama, Ahmet Haşhaş ve Şükrü Doruk evleri yine görülüyor. |
O evde yok artık, yerinde Atatürk Anıtını da gölgeleyecek kadar büyük, koskoca bir beton blok var.
Konya Atatürk Anıtı Fotoğraf, SALT Araştırma Arşivi’nden |
Ne tadı kaldı zamanın, ne de tuzu...
Atatürk Anıtı’nın hikayesini ve mimarı Muzaffer Bey’i de yazdım;
http://lcivelekoglu.blogspot.com.tr/2017/03/26-mart-96-yil-once-bugun-mimar.html
Kaynaklar:
1- Muzaffer Bekman (Ziraat Vekaleti Veteriner Mütehassıs Müşaviri), Veteriner Tarihi
Ankara Basım ve Ciltevi,1940
2- Sefa Odabaşı, “Dedebahçesi’nden Konya Fuarına”
Konya, Yıl: 1, sayı: 2 (Temmuz-Ağustos 1995), Sf: 18-19
3- M. Sabri Doğan, Dede Bahçesi Tarihçesi
Koyunoğlu Müzesi, Müze Araştırmacısı, Konya, 2005