ABHAZYA’DAN, SOHUM’DAN BATUMA;
2018’in bir Pazar günüydü, Haziran’ın 3’ü, Mahmud erkenden kalktı her zamanki gibi; Tatil de olsa alışmıştı erkenden kalkmaya, daha çocuklar da karısı da uyuyorlardı. Çocuklar uyusundu, Cumartesi top peşinde koşmaktan yorgun düşüyorlardı keratalar, ama karısı erken kalkardı da bu sabah dün gecenin rehavetini atamamıştı belli ki üzerinden. Pek ses etmeden üstünü giydi, çıktı evden, sokağın başında karşı köşedeki kahveye gidip bir çay içesi vardı, belki kimseler varsa bir iki de sohbet ederdi, ev halkı uyanana, çay demlenene, sofra hazırlanana kadar. Nasıl olsa bilirdi karısı Meryem, alışkındı onun bu sabah kaçamaklarına, telaş etmezdi nerede bu herif diye, nerede olacak ki, kahveye takılmıştır yine, cepte yok, avuçta yoktu ki, uzaklara gidebilsin.
17
sene olmuştu evleneli, 3 yaş vardı aralarında, ilk görüşte aşık olmuştu bu
Çerkez kızına, 21’lik Abhaz delikanlı Mahmud. Mütevazı bir hayatları vardı,
Mahmud evden işe, işten eve, gider gelirdi, sigara dışında kötü bir alışkanlığı
yoktu pek, ki onu da evde içmezdi. Titizdi Meryem, güzel çerkez kızı, becerikli,
erine sadık bir ev kadınıydı, bir dediğini iki etmezdi Mahmud’un. Becerikli
olduğu kadar tutumluydu da, tek bir maaşla hem evi çekip çevirmek, hem de iki
çocuk okumak kolay değildi. “Elden artmaz dişten artar” derdi anacığı, öyle
yetişmişti, biliyordu ev ekonomisini, arada mahalledeki manifaturacıdan tekeş
kalmış yünleri ucuza alır, renklerini uydurur, bere, kaşkol, battaniye örer,
komşuları Makbule ablanın tezgahına katar satar, onunla üleşir, mutfak
harçlığına destek çıkardı. İlk çocukları Nevruz’u 2003’te doğurmuştu, Mahmud’un
büyük büyük dedesi Nouruz’un
adını vermişlerdi ona, ikinci oğlunu da 2009’da almıştı kucağına, ona da dedesi
Badur’un adına hürmeten Bahadır adını vermek istemişti. Nevruz 15, Bahadır 9
yaşındaydı, her erkek çocuğu kadar enerjik ve başına buyruktular, ancak okul
konusunda onları pek üzmemişlerdi bu güne kadar. Tek sorunları vardı o da top
peşinde koşup, ayakkabılarını eskitmekti, babaları sağolsun çalışır çabalar yenisini
alır, eksik komazdı onları. Bir de Meryem’in sürekli yama üstüne yama yapmak
zorunda kaldığı eşofmanları, burunlarını deldikleri çorapları vardı haylazların
elbet, yeter ki dizleri yaralanmasın ayakları üşümesin der, sineye çekerdi...
O
sabahın en erkencisi Mahmud’tu, Mesud kahveyi açmış, çayı demlemiş, masaları
düzeltmiş, yerleri süpürüyordu o geldiğinde. Bir çay söyledi, geçti camın
kenarındaki masaya, severdi o masayı, ev de görünürdü üstelik, top sahasının
ardında puslu şehir manzarası ile birlikte boğaz da, Kirazlıtepe...
Çayı geldi, tek şekeri kırıp yarısını atıp karıştırdı,
yan masada dünden kalan okunmaktan içi dışına çıkmış gazetelere uzandı, çekti
birini, çayından bir yudum aldı, önce düzeltti bir gazeteyi güzelce, sonra
karıştırmaya başladı sayfaları. Sürekli geliyordu bu gazete kahveye, mahallede
çok abhaz vardı, yoksa Mesud da mı abhazdı, onun da adı kendi gibi “t” yerine
“d” ile bitiyordu zira, içinden güldü hatırlayınca; Neyse ne, birileri bulup
getiriyordu işte; “Gurbetçinin sesi Abhaz Postası”… Aslında gurbetçi de değildi
Mahmud, kaç kuşaktır İstanbullu, diğerleri de, çoğunlukla kim bilir kaç kuşak
önce gelmiş yerleşmişlerdi buralara, gurbete. Sahi, gurbet miydi burası onlara,
gurbetçilik mi kalmıştı bu zamanda, çoğu hatırlamıyordu bile o günleri, büyükler de birer
birer göçtükçe, anlatacak da kalmamıştı ki o günleri, göçüp gelmek zorunda
kaldıklarında artlarında bıraktıkları vatanlarını, topraklarını, evlerini. Taaa
uzaklardaki Abhazya… Anlatsalar da, o gerçekler onlara buruk bir hikaye gibi
geliyordu artık, yaşamamışlardı ki o sıkıntıları, acıları…
‘Yaşayan bilir’ derdi oysa babaannesi…
‘Yaşayan bilir’ derdi oysa babaannesi…
Iç sayfalardan birinde bir başlık dikkatini çekti,
“1992-1993 Abhaz-Gürcü savaşında Abhazya’da işgalci Gürcülerin vahşetine tanıklık edenlerin ifadelerinin bir kısmı...” diye yazılmıştı, çayından büyükçe bir yudum çekip, devam etti okumaya;
“1992-1993 Abhaz-Gürcü savaşında Abhazya’da işgalci Gürcülerin vahşetine tanıklık edenlerin ifadelerinin bir kısmı...” diye yazılmıştı, çayından büyükçe bir yudum çekip, devam etti okumaya;
.....
.....
“...silahlı sekiz muhafız Rabaya N.G.'nin alnına tabanca dayayarak evini aradılar ve tüm eşyalarını aldılar. Şu alaycı sözleri söylediler: ‘Burası artık Gürcü yurdu, sizin yeriniz Rusya'dır.’
Aiba A.M.'nin evi soyuldu ve arabası gasbedildi. Dipçiklerle dövülen ve hakaret edilen ev sahibi yerel milis merkezine götürüldü ve beş gün sonra değiş-tokuş edildi. 19 Ağustos’ta silahlı Gürcü askerleri cephane aramak bahanesiyle Djenia R.P.’nin evine girerek ev sahibine hakaret ettiler ve başına silah dayadılar. Kolhide’deki karargaha götürülerek sorgulama sırasında dövüldü ve hakaret edildi. Daha sonra değiş-tokuş edildi. 19-23 Ağustos arasında Dziapşipa N.D.'nin Gagra, Suhum Karayolu, 153’teki evi birkaç defa soyuldu. Soyguncular ara-sın-d. . . . .”
... durdu; ... Dziapşipa ???..
Dziapşipa… Dziapşipa…
Dziapşipa… Dziapş…
bir kaç kez daha tekrarladı bunu kendi kendine Mahmud,
nerede duymuştu bunu, hafızasına yer etmişti bu kelime, bir kaç kez daha
tekrarladı, ki çıksın gelsindi hafızasının derinliklerinden; Ama gelmedi işte
öyle hemencecik…
Dziapşipa’nın evi, Sohum
Karayolu’nda…
Dziapşipa?.. Suhum?..
İkinci çayı ne ara
bırakmıştı Mesud, farkında değildi, ne çaya iki şeker atıp karıştırdığını, ne
de Meryem’in ön kapıya çıkıp sigara tellendirdiğini farketmemişti, dalmıştı
iyice; Ne zaman ki “Babaaa!.. hayde annem seni çağırıyor, menemenin
yumurtalarını kıracakmış, seni bekliyor, acıktık…” diye başına dikilen Nevruz’un
sesini duydu, o an sıçrayarak kendine geldi. Hesapta gözü kapıdaydı, Meryem’in
uyanmasını kapıya çıkmasını gözleyecekti. Sahi niye takılmıştı ki bu kadar o
kelimelere?.. Kalktı parasını ödeyip iki çayın, evin yolunu tuttu.
.
.
.
Meryem kahvaltı sofrasını
toplayıp, bulaşıklara girişmişti, kendi kendine “bugün pazarda bulursam bir kilo
yeşil erik alayım da zamanı geçmeden erik sızbalı yapayım” diye düşünüp, dönmüş
Mahmud’a “akşama sızbal yapayım mı sana?” demişti ki, Mahmud terliğini bile
geçirmeden ayağına, bağdaş kurduğu sedirden fırlamış, karısına sarılıp alnından
şap diye öpmüş, gerisin geri oturuvermişti sedire, bir ayağını yine altına
alarak. Meryem ellerindeki sular yerlere damlarken şaşkın öylece kalakalmıştı,
çocuklar desen onlar ayrı, ilk defa babalarını ortalık yerde annelerini öperken
görmenin şaşkınlığı içindeydiler. Görülmüş şey miydi bu?.. Anneleri bayram
sabahı namazdan dönen kocasının elini öptüğünde bile, Mahmud’un yanakları
kıpkırmızı kesmez miydi hep. Şimdiyse aksine Mahmud bırak utanmayı, neredeyse
def çalıp oynayacaktı. Ne olmuştu ki şimdi durduk yere, babalarının canı erik
sızbalı mı çekmişti birden bire, bu kadar mı severdi onu?
“Çok yaşa be Meremim, az
daha kafayı yiyecektim, sabahtan beri kafama takıldıydı durduk yere kahvede,
bir türlü çıkartamıyordum, neydi neydi diye kafa patlattım, sayende hatırladım
şimdi, rahatladım” diyerek, ortada kalakalan karısı ve çocuklarını daha da
fazla merakta bırakmıştı şimdi.
“Eeee?.. hadi anlat da biz
de anlayalım” dedi Meryem, elindeki köpüklü suları mutfak bezine silip sedirin kenarına
ilişerek; Bulaşıklar az beklesindi, kocasını bunca sevindiren, coşturan şeyi o da merak
etmişti.
“Erik sızbalını kim
öğrettiydi sana, Merem ha? bi de bana...” Böyle eski günlere gidip, köklerini
hatırladığında Meryem’e Merem derdi Mahmud. Çerkez kızının asıl adı Merem’di,
döne dolaşa Meryem olmuştu, konu komşunun dili dönmemiş, alışamamışlardı.
Merem’de takmaz olmuştu zaman içerisinde, varsın öyle desinler deyip bırakmıştı
sürekli insanları düzeltmeyi.
“Adviye Koca Anam
öğrettiydi ya, Nevruz’un doğumuna geldiğinde, o gün bugün yaparım, her seferinde
onu rahmetle anarım”
deyince Meryem;
deyince Meryem;
“Hah işte” dedi Mahmud,
“Koca Anam Adiyef’i hatırlattın bana; Ondan duyduydum ilk kez, bugün kafama takılan
o kelimeleri, çocuktum, küçüktüm daha...”
Aynı şekilde babaanne
Adiyef’in adı da gel zaman git zaman, Adviye olmuştu; 2004’de Nevruz’un doğumuna
geldiğinde 93 yaşındaydı, o da son görüşleri olmuştu zaten. Daha beli
bükülmemiş, dimdik ayakta, aklı başındaydı, kendi işini kendi görebiliyordu da
iki sene içerisinde gidiverdi, hiç beklenmedik bir şekilde. Gece ayak yoluna
gideceğim diye kalkmış, ayağı kilime takılıp düşünce kalçasını kırmış yatağa
düşmüştü. Kalça kırığından değil, ki onu başarılı bir operasyonla aşmışlardı,
uzun süre sırt üstü yatmak zorunda kalınca, fazla kiloları yüzünden solunum
yetmezliği çekmeye başlamış, o yüzden Adapazarı’nda Nazira bibinin evinde fenalaşmış,
acile yetiştiremeden hakkın rahmetine kavuşmuştu.
“O zamanlar oturduğumuz
evin bahçesinde erik ağaçları vardı, hatırlarsın sen Merem, ‘oğlum, prensim
benim… hadi kalk mahallenin veletleri dalıp malamat etmeden, topla gel de biraz,
size erik sızbalı yapayım’ demişti, sana da o sıra ‘gelin gel, bak sen de öğren
bizim yemekleri, yaparsın çocuklarına, oğluma, ben bugün varım, yarın yoğum’
diyerekten; oy koca anam, pamuk anam, toprağı bol olsun…”
Meryem, “Sahi, Ahaluj
Böreğini de, yumurtalı fasulye kavurmasını da, peynirli Açamukua tatlısını da
öğrettiydi o gelişinde, rahmet istedi bak şimdi durup dururken Koca Adviye ana”
demiş ve sabırsızlıkla eklemişti;
“İyi de!.. erik sızbalı
diyon, Koca anam diyon da, bunların ne alakası var şimdi senin aklına takılanla
ki?.. Mahmud” diye kendini tutamamış, parlamıştı...
“Dur gız! Anlatacağım, az
sabret…” dedi Mahmud, önce bir dikeldi sedirde, yaslandı mindere, başladı asıl can
alıcı meseleyi anlatmaya.
“Sen Koca anam’ı hatırlatınca, çocukluğumu gittim öyle; akşam olup bizim odaya geçince, Koca anam bizimle yatardı geldiğinde, sediri ona verirdi anam, Seher beşiğinde, ben de yer yatağında; önce Seher’i uyuturdu, bizim oralardan bir ninniyle, yarı Abhazca,
yarı Türkçe, mırıldanarak;
‘Ninni yavrum ninni,
uyu yavrum ninni,
evlerinde değilsin annenle babanın,
Karadeniz’in koynundasın...
seni sallayıp duruyor;
Rüzgar estiriyor ağarmış yelkenleri,
soyguncunun gemisi beşiğinde...
uyu yavrum ninni,
evlerinde değilsin annenle babanın,
Karadeniz’in koynundasın...
ufacık ülkelerini almak için,
denizi nasıl tuzladığını hatırla,
sürgünlerin gözyaşında...
wıçüa sarpıs wa naniy,
rıyuni yıqam wabiy waniy,
Kabaran dalgalar,
Shish Nane, shish nane,
Esince kuvvetli rüzgar,
Shish Nane, shish nane
Amşıneykua wamamiy...’
Seheri uyutunca gelir çöker yere, yatağımın kenarına, bir yandan başımı okşar usul usul, bir yandan da anlatırdı, o zaman bana masal gibi gelen, bizim oraları, çocukluğunu, Karadeniz’i, bizimkilerin yaşadığı o zorlu günleri, hayat hikayelerini... onu anımsadım. Ondan duyduydum ilk kez, o zaman da dilimin zor döndüğü,
bu Dziapş-İpa’yı…”
“Neyi?.. neyi” dedi, hepsi
bir ağızdan, Meryem kadar Nevruz’un da, şu an küçük olduğu için çok anlamasa da
Bahadır’ın da “bu muydu?” dercesine gözleri fal taşı gibi açılmış, Mahmud’un
ağzından çıkan kelimeyi bile tekrarlayamamışlardı.
“Dzi…?”
“Ben doğduğumda Koca anam
tutturmuş adını ben koyacağım bu oğlanın diye; Eeee babaanne işte, ilk erkek
torununa adını o verecek, kimse de ses edememiş. Mahmud olacak bu çocuğun adı
demiş, Mahmut mu diyecek olmuşlar, hayır diye tutturmuş ille de Mahmud; “t” ile
değil “d” ile…
Hatta üşenmemiş nüfus
müdürlüğüne de gitmiş babamla, orada da bu israrından vazgeçmemiş; Nüfus memuru
doğrusu Mahmut hanım teyze dese de, israrla hayır Mahmud, öyle yazın diye
tutturmuş ve başarılı da olmuş; bakmış ki bu inatçı kocakarıyı ikna etmek zor, pes
etmiş nüfus memuru sonunda, ‘bir harf için senin hatırını mı kıracağım
anacığım’ diyerek yazmış adımı bi güzel, M a h - m u d...” gülmeye başlamıştı Mahmud, daha da komik olan bir şeyi hatırlamışcasına;
“İstediği sadece Mahmud olsa
iyi, aslında istermiş ki ‘Mahmud Bey’ olsun benim adım… ‘Bey’den vaz geçirmek
zor olmamış ama, nüfusa gitmeden daha evde, demişler ki Adiyef ana Efendi,
Hacı, Hafız, Molla, Paşa, Hanım, Hazretleri gibi, Ağa gibi ünvanlar, Bey de
dahil, 26 Kasım 1934’de Atatürk’ün çıkarttığı kanun ile kaldırıldı ya, lâkap ve ünvan gibi
şeyler artık eskide kaldı, hem de yasaklandı, biliyorsun ya, o yüzden Mahmud
Bey olmaz, sadece Mahmud yeter ha?’ demişler de kurtarmışlar beni; Atatürk’ün adı yetmiş,
kesmiş inadı, ayak diremeyi...
Düşünsenize bir hele ‘Bay Mahmud Bey’…” Hepsi birden kahkahalara boğulmuştu. “Bey’den kurtuldum ama gel bir de bana sor, yıllardır o bir tek ‘d’ yüzünden az sıkıntı çekmedim, çekmedik… Meryem sen en yakın şahidisin, evlenirken nikah memuru bile yanlış yazdıydı da az daha iptal ettirecekti koca anam nikahımızı. Her neyse bu Mahmud adının bir anlamı var elbette onun için; Durun hemen yazmayın öyle, kavuşamadığı yavuklusumuymuş filan diye… Öyle bir aşk-meşk hikayesi değil bu, ona da çocukluğunda anlatılan bir hayat hikayesi aslında; Anlatıla anlatıla, belki değişmiş, koca anam bazılarını unutmuş, bazılarını eklemişse de hikayenin özü şu:
Bir zamanlar bizim oralardan Moskof’un zoruyla yurtlarını terk etmek zorunda kaldıklarında, neleri var neleri yok satıp savmışlar, ceplerinde üç-beş kuruş para, ama gidecek yerleri yok. Büyük dede Nouruz’un yanında sığırtmaç olduğu ağası, Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa onlara kol kanat germiş. Rusların Sohum’u işgal ettiği yıllarda onların da kendisi ile birlikte halâ Osmanlı’nın yönetimindeki Batum’a gelmelerini teklif etmiş, böylece Batum’a gitmiş bizimkiler önce. Eşi Halime hanım’ın vefatından sonra Batum’da da tutunamayıp kalan üç kızıyla birlikte tekrar göç etmeye mecbur kaldığında, onları yine arkada bırakmamış Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa, Batum’dan kızları Melek, Ayşe Kemalifer ve Aliye ile birlikte bindikleri gemiye, onları da alıp İstanbul’a kadar taşımış, yeni bir hayatın kapılarını açmış. İşte koca anam’ın kahramanı, gözünde büyüttüğü, minnet duyulan bu adam yüzünden, bana da tutturmuş, onun adını yaşatmak için Mahmud adı verilsin diye, bir de biliyorsun ilk erkek torunuyum diye, arada bana ‘prensim’ de derdi, o da bu yüzdendi işte. Şimdi anladınız mı, bugün bu Dziapş-İpa kelimesini görünce gazetede, neden kafaya taktığımı? Bir türlü hatırlayamadıydım, sağolasın senin sayende rahatladım Merem şimdi. Demek ki hala oralarda Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa soyundan birileri kalmış ki bunca yıl geçmiş, hala adı anılıyor oralarda, yazılıyor gazetelerde.”
kesmiş inadı, ayak diremeyi...
Düşünsenize bir hele ‘Bay Mahmud Bey’…” Hepsi birden kahkahalara boğulmuştu. “Bey’den kurtuldum ama gel bir de bana sor, yıllardır o bir tek ‘d’ yüzünden az sıkıntı çekmedim, çekmedik… Meryem sen en yakın şahidisin, evlenirken nikah memuru bile yanlış yazdıydı da az daha iptal ettirecekti koca anam nikahımızı. Her neyse bu Mahmud adının bir anlamı var elbette onun için; Durun hemen yazmayın öyle, kavuşamadığı yavuklusumuymuş filan diye… Öyle bir aşk-meşk hikayesi değil bu, ona da çocukluğunda anlatılan bir hayat hikayesi aslında; Anlatıla anlatıla, belki değişmiş, koca anam bazılarını unutmuş, bazılarını eklemişse de hikayenin özü şu:
Bir zamanlar bizim oralardan Moskof’un zoruyla yurtlarını terk etmek zorunda kaldıklarında, neleri var neleri yok satıp savmışlar, ceplerinde üç-beş kuruş para, ama gidecek yerleri yok. Büyük dede Nouruz’un yanında sığırtmaç olduğu ağası, Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa onlara kol kanat germiş. Rusların Sohum’u işgal ettiği yıllarda onların da kendisi ile birlikte halâ Osmanlı’nın yönetimindeki Batum’a gelmelerini teklif etmiş, böylece Batum’a gitmiş bizimkiler önce. Eşi Halime hanım’ın vefatından sonra Batum’da da tutunamayıp kalan üç kızıyla birlikte tekrar göç etmeye mecbur kaldığında, onları yine arkada bırakmamış Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa, Batum’dan kızları Melek, Ayşe Kemalifer ve Aliye ile birlikte bindikleri gemiye, onları da alıp İstanbul’a kadar taşımış, yeni bir hayatın kapılarını açmış. İşte koca anam’ın kahramanı, gözünde büyüttüğü, minnet duyulan bu adam yüzünden, bana da tutturmuş, onun adını yaşatmak için Mahmud adı verilsin diye, bir de biliyorsun ilk erkek torunuyum diye, arada bana ‘prensim’ de derdi, o da bu yüzdendi işte. Şimdi anladınız mı, bugün bu Dziapş-İpa kelimesini görünce gazetede, neden kafaya taktığımı? Bir türlü hatırlayamadıydım, sağolasın senin sayende rahatladım Merem şimdi. Demek ki hala oralarda Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa soyundan birileri kalmış ki bunca yıl geçmiş, hala adı anılıyor oralarda, yazılıyor gazetelerde.”
Bahadır’ı sarmıştı bu
hikaye en çok, “Sonra ne olmuş baba? O prens ve kızlarına ne olmuş? Kızları
prenses miymiş? Güzel miymişler? Sarayları var mıymış?” diye sıralamıştı
sorularını ard arda.
“Ben de çok iyi
hatırlamıyorum koçum aslında, dedim ya küçüktüm, masal dinler gibi dinliyordum
sizin gibi. Ama hatırladığım kadarıyla bu bir peri masalına dönmüştü, sonu pek
güzel bitmese de, hüzünlü bir peri masalıydı onların yaşadıkları. Osmanlı’nın
İstanbul’unda, padişahlar vardı, sultanlar, şehzadeler vardı, saraylar, köşkler,
kasırlar, bağçeler, bağlar, şık uçuş uçuş ipekli elbiseler içinde cariyeler,
atlar, şık giyimli, sırması bol süvariler vardı, olaylar, entrikalar, savaşlar
vardı. Dedim ya bu bir peri masalıydı da, öyle pek sizin bildiğiniz gibi değil
ama, o şaşaanın, şatafatın, zenginliğin ardında sürgün, işkence, cinayet, ölüm,
kan ve gözyaşı da vardı, hepsi gerçekti, masal değil… Çocuk aklımla sizin gibi
ben de bir çok soru sormuştum Koca anama, o da bildiği kadarıyla anlattıydı da
çoğu uçmuş gitmiş aklımdan birer birer. Hikayenin sonlarına doğru biri vardı,
onu unutmam ama, uykuya dalmadan az önce duyduğum o son adı, ad da değil
aslında bir ünvan, içimi ısıtır her seferinde ne hikmetse.
‘Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’ derdi Adiyef anam, onu görüp tanımıştı çocukluğunda, Valide-i Atik Mahallesinde Çinili Hamam sokaktaki evlerinden yürüyerek gitmişlerdi bir bayram günü Altunizade’deki Millet Bahçesine de orada görmüş, sevmişti onu.”...
...“1915 yılının Ramazan Bayramıymış, daha beş yaşındaymış Adiyef anam, koşup oynarken bahçede, iki at koşulu şık Talika’sı (Landolet) ile gelmiş de, lati lokum ve bayram harçlığı dağıtmış çocuklara; ‘Kim bu amca?’ diye sorunca, babası ‘Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’ o demiş, parmağının ucuyla Büyük Çamlıca tepesinin boğaza bakan yamacındaki büyük beyaz sarayını göstererek, orada yaşar, arada gelir buralara böyle diye. O şeker veren amcayı unutmamıştı Koca Adiyef anam, sonra sonra öğrenmişti o amcanın kim olduğunu aslında;
Padişah oğlu, şehzade
olduğunu, Padişah olacak adam, yani Veliaht olduğunu ve onun hazin hikayesini...
‘Padişah’ gibi, ‘Şehzade’ gibi, ‘Veliahd-ı
Âli-yi Saltanat Devletlû Necâbetlû Yûsuf
İzzeddin Efendi Hazretleri
bin Sultan Abdülaziz Han’ gibi süslü,
şatafatlı ünvanlardansa onu halkın bildiği, çağırdığı adıyla ‘Çamlıca’nın
Efendi Hazretleri’ adıyla benimsemiş, öyle kaydetmişti belleğine...
‘Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’ derdi Adiyef anam, onu görüp tanımıştı çocukluğunda, Valide-i Atik Mahallesinde Çinili Hamam sokaktaki evlerinden yürüyerek gitmişlerdi bir bayram günü Altunizade’deki Millet Bahçesine de orada görmüş, sevmişti onu.”...
...“1915 yılının Ramazan Bayramıymış, daha beş yaşındaymış Adiyef anam, koşup oynarken bahçede, iki at koşulu şık Talika’sı (Landolet) ile gelmiş de, lati lokum ve bayram harçlığı dağıtmış çocuklara; ‘Kim bu amca?’ diye sorunca, babası ‘Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’ o demiş, parmağının ucuyla Büyük Çamlıca tepesinin boğaza bakan yamacındaki büyük beyaz sarayını göstererek, orada yaşar, arada gelir buralara böyle diye. O şeker veren amcayı unutmamıştı Koca Adiyef anam, sonra sonra öğrenmişti o amcanın kim olduğunu aslında;
Orientalist İtalyan ressam Alberto Pasini (1826-1899) Talika* de Constantinople,1869 Tuval üzerine yağlı boya, 30 x 40 cm. *dört tekerlekli, yaylı, üstü kapalı at arabası. |
O da bizdenmiş derdi, en azından anası bizden,
sütü bizden…”
Mahmud’un anlattığı bu
hikaye kısa da olsa etkilemişti çocukları, meraklarını uyandırmıştı, öyle çok
vatandı, yurttu, topraktı gibi kavramlara takılmasalar da şimdilik, ilgilerini
çekmişti yine de işte, babaları ilk kez çocukluğunu, anılarını böyle apaçık tüm
çıplaklığıyla koyuvermişti ortaya da ondan belki. Top peşinde koşmaktan bile
vaz geçip, “Neden bir pazar günü kalkıp gitmiyoruz, görmüyoruz baba oraları,
uzak da değil ki bize” diye dönendiler etrafında, “Saray duruyor mudur ki,
kimler yaşıyor, acaba prensesler var mı halâ içinde?..” diyordu Bahadır; En çok da prensesler çekmişti ilgisini; Yüksek bir kulede oturup,
“Çamlıca’nın Efendi Hazretleri” Çamlıca tepesinin eteklerindeki beyaz sarayı |
uzun saçlarını aşağı salıp, tarayan
prensesler...
Mahmud giller, Merem, Nevruz, Bahadır, gittiler mi,
gördüler mi o sarayı, hikayenin aslını, gerçeğini öğrendiler mi bilmem, ama bu
hikayenin gerçek olan kısmını, bildiklerimi, okuduklarımı isterim ki ben
anlatayım, yazayım size…
Çerkes Sürgününde köylerini bırakan dağlı Çerkesler, Pyotr Gruzinski, 1872 |
ABHAZYA’NIN, SOHUM’UNDAN BATUMA,
BATUM’DAN İSTANBUL’A...
Sohumkale en son olarak 93
Harbi (1877-78) (rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiği için 93 Harbi
olarak bilinir) olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ferik Fazıl Paşa
komutasındaki Osmanlı filosu tarafından 23-24 Haziran 1877’de zaptedilmiş ancak
bu da kısa sürmüş, Osmanlı İmparatorluğu 31 Ağustos – 7 Eylül 1877 tarihleri
arasında Sohumkale’yi son kez tahliye etmek zorunda kalmışlardı.
Soukhoum-Kalé Floriant Gille, Kafkasya ve Kırım Mektupları (Lettres sur Caucase et la Crimée) 1859, Sf:386 |
Böylelikle 1455 yılında
Fatih Sultan Mehmed’in Ceneviz Kolonisi olan Sebastopolis’i zaptederek
Sohumkale adıyla Batum Sancağı’na bağlamasıyla başlayan 422 yıllık
Osmanlı, Sohumkale ilişkisi sona ermişti. Sultan III. Ahmet’in padişahlığı (22
Ağustos 1703-1 Ekim 1730) sırasında 1725-1728 yılları arasında Hıristiyan
Abhazlar’ın çıkarttığı isyan Çıldır Valisi Osman Paşa tarafından bastırılmış,
Sultan III. Ahmet kalenin tekrar fethi ve isyanın bastırılması anısına bir kale
kitabesi yaptırtmıştı.
Kırım Savaşı sırasında (4 Ekim 1853-30 Mart 1856) Osmanlı Ordularını Kumanda Eden Sırp kökenli Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, Kafkas cephesine yardım için Sohumkale’ye çıkarken. |
Sultan II. Abdülhamid 1877’de kale son olarak Ruslara
terk edilirken bu kitabeyi, kendisine oraları hatırlatması için söktürtüp,
Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusuna “Selvili Yol” olarak anılan Bâbüssaâde’ye
yakın bir yere, üzerine kendi tuğrasını işlettirerek koydurtmuştu ki,
halâ aynı
yerde durmaktadır.
Sohumkale Kitabesi, Topkapı Sarayı |
Üst bölümde Sultan II.
Abdülhamid’in Sohumkale kitabesi yer alır;
Asr-ı Hân-ı Ahmed-i sâliste
Sohum kal’ası da
Yapılub babının üstüne bu
taş kondı hemân
Sonra Moskof eline geçmiş
iken nice zamân
Vatan-ı yevm olub oldı
nizâmı tâlân
Kal’ayı Rusya’dan Hân-ı
Hamîd-i sâni
Zor ile aldı girüye şeh-i
gâzi-i zamân
Geldi zaman-ı Hümâyunu
ile işte bu seng
Buraya vaz‘ını emreyledi
şâh-ı devrân
Türkçesi:
III. Ahmet zamanında Sohum
Kalesinde
Bu taş yapıldı kondu hemen
kapı üstüne
Sonra Moskof eline geçti
uzun zaman
Vatan günlerinin düzeni
bozuldu oldu talan
İkinci Abdülhamit Han
Rusya’dan kaleyi
Geriye zorla aldı zamanın
padişahı Gazi
İşte bu taş padişahlık
zamanında geldi
Zamanın sultanı buraya
konulmasını emretti
Alt bölümde ise Sultan III.
Ahmed’in Sohumkale kitabesi;
Şehinşâh-ı cihân şevketlü
Sultan Ahmed Gazi
Ki bâb-ı devlet-i İskender
ü Dârâ’ya me’vâdır
Bu Hâkân-ı bülend-ikbal kim
zât-ı hümâyunu
Kemâl-i izz ü câh-ı
ma‘deletle âlem-ârâdır
Bu Hâkân-ı güzînin sıhr-i
hâssı sadr-ı âlisi
Vezir-i pür-himem Damad
İbrahim Paşa’dır
Cihânın eyleyüb her köşesin
te’min-i a‘dadan
Bu semtin dahi oldı çünki
emri hıfzına sâdır
Yapıldı himmetiyle bu
muazzam kal‘a-i muhkem
Ki heybetle sanursın-kim
ser-i Kâf üzre ankâdır
Kıla Hakk şehriyâr-ı âlemin
ikbâlini efzûn
Ki zât -ı akdesi
sermâye-i ârâm-ı dünyadır
Vezir-i azamın dahi kıla
daim
Ki bâis böyle emn ü
rahata ol sadr-ı dânâdır
Türkçesi:
Şevketli Sultan Ahmet Gazi
cihan şahlarının padişahı
İskender ve Dara’ya barınaktır
bu devletteki kapı
Bu Hakan ki kendisi padişah
açık talihi
Kusursuz adaletle devlete
değer kattı dünyayı süsledi
Bu seçkin Hakan’ın has
damadı yüce sadrazamı
Damat İbrahim Paşa’dır çok
gayretli veziriazamı
Dünyanın her köşesini
düşmandan emin eyledi
Çünkü bu semtin dahi
korunmasını emretti
Yapıldı emriyle bu muazzam
sağlam kale
Sanırsın ki Kafdağı’nın
başında ki Anka kuşu heybetle
Allah uzun eylesin âlem
hükümdarının talihini
Ki kendi dünyanın en kutlu
huzur sermayesi
Allah daima O’nu eylesin
Veziriazam
Ki böyle emniyetli ve rahat kıldı o bilgin sadrazam
Sohumkale Kitabesi, Topkapı Sarayı |
Osmanlı İmparatorluğu’nun müdahalelerine rağmen bölgede hakimiyetini kuran Rusya, ilk başlarda Abhazya’nın iç yönetimine ve geleneksel yapısına karışmamışsa da 1864’te artık hükümran Abhaz prensliğini lağvetmişti. Üç yıl sonra da merkezinde Sohumkale’nin bulunduğu yöredeki yerleşik Abhazların kendi yurtlarından sürülmesine başlanmıştı. 1867’de başlayan bu zorunlu göçe Abhazların etkili bir direniş gösterecek güçleri yoktu. Tüm Ortodoksların koruyuculuğuna soyunan Rus İmparatorluğu kendi politik çıkarları doğrultusunda, Rusya’daki ve özellikle de Karadeniz kıyısında yaşayan Müslüman toplulukları (Abhazlar, Adigeler, Noyanlar, Tatarlar, Çerkezler), gerekirse yok etme pahasına etkisizleştirmek istiyorlardı.
Bunun sonucunda da Kuzey Kafkasya halklarının Osmanlı topraklarına zorunlu göçü başlamıştı. Öte yandan Karadeniz kıyısında ve içerlerde yaşayan Ubıh gibi bazı toplulukların Osmanlı ile, özellikle de harem için kadın ticaretine dayalı önemli bir köle ticareti ilişkileri vardı. Bu yolla varlıklarını arttırmış Osmanlı ile işbirliği içindeki bu topluluklar özellikle yoksul kesimin güzel köle kızlarını Osmanlı haremi için Türk köle tüccarlarına satıyor ve bu yolla büyük paralar kazanıyorlardı.
Bu işbirliği içinde yer alan bazı Abhazların da önayak olmasıyla 1864-78 yılları arasında 100-125 bin arasında olduğu tahmin edilen Müslüman Abhaz nüfusu Osmanlı Devleti’ne sığınmış, Düzce, Sakarya, Kocaeli ve İstanbul gibi şehirlere yerleştirilmişlerdi.
Bunun sonucunda da Kuzey Kafkasya halklarının Osmanlı topraklarına zorunlu göçü başlamıştı. Öte yandan Karadeniz kıyısında ve içerlerde yaşayan Ubıh gibi bazı toplulukların Osmanlı ile, özellikle de harem için kadın ticaretine dayalı önemli bir köle ticareti ilişkileri vardı. Bu yolla varlıklarını arttırmış Osmanlı ile işbirliği içindeki bu topluluklar özellikle yoksul kesimin güzel köle kızlarını Osmanlı haremi için Türk köle tüccarlarına satıyor ve bu yolla büyük paralar kazanıyorlardı.
Bu işbirliği içinde yer alan bazı Abhazların da önayak olmasıyla 1864-78 yılları arasında 100-125 bin arasında olduğu tahmin edilen Müslüman Abhaz nüfusu Osmanlı Devleti’ne sığınmış, Düzce, Sakarya, Kocaeli ve İstanbul gibi şehirlere yerleştirilmişlerdi.
Sohumkale |
1867 yılıydı, Abhazlar yurtlarından göç ederek Anadolu’ya gelmişlerdi. Osmanlı-Rus Savaşları sonunda mağlup olan Abhazlar Osmanlı İmparatorluğu’na göç ederlerken “Sultan’ın ülkesine, cennet topraklara gidiyoruz” vaadleriyle binmişlerdi Sohum’dan gemilere. Daha yolculuğun başında işlerin söylendiği gitmeyeceği belli olmaya başlamıştı. Sultan’ın büyük vapurları Mart ayından itibaren gide gele Abhazları Osmanlı topraklarına taşımışlardı. Bütün vapurlar aynı büyüklükte olmadığından, bir çok yelkenli küçük gemi de Karadeniz’in dev dalgalarına doğru yelken açmak zorunda kalıyordu. Kaptanlar fırsattan istifade kişi başına para aldıkları için insanları adeta hayvan gibi tıka basa dolduruyorlardı gemilere. Karadeniz’deki zorlu ve çileli yolculuk sırasında çocuklar susuzluk ve açlıktan ölüyordu. Ölenler mecburen tayfalar tarafından denize atılıyordu. Gemide küçük bir oğlan çocuğundan başka kimsesi kalmamış olan dul bir kadın vardı ve küçük hasta bebeği kendisini sımsıkı saran annesinin kolları arasında can vermişti. Çevredekiler bebeğin öldüğünü anlasalar da anneyi üzmemek adına susmayı uygun bulmuşlardı. Talihsiz kadın, gemiciler yanından geçerken bebeği canlıymış gibi “şiş nani wa nani” diye ninni mırıldanıyor, gemiciler uzaklaşınca da gözlerinden boşanan kanlı yaşlar eşliğinde ninnisi ağıda dönüşüyordu. Günler geçip de bebeğin naaşı kokmaya başlayınca gemiciler kokunun kaynağını çok geçmeden bulmuş, bekletmeden annenin kucağından bebeği alıp denize fırlatmışlardı. Kadın bir an bebeğinin ardından bakmış, sonra da üzülerek izleyenlerin şaşkın bakışları arasında kendini denize atmıştı. Denizin karanlık suları bir anda zavallı anne ve bebeğini bir daha geri vermemek üzere yutmuştu.
Sohum’da başlayan “umuda yolculuk” yeryüzündeki bütün savaş sonrası zorunlu göçlerinde olduğu gibi “felaketlerle buluşma” yolculuğuna dönmüştü.
19. yüzyılda Sultan’ın vaprlarıyla İstanbul’a gelenlerin çıktığı Galata rıhtımı. |
Kefken Babalı sahili, Kafkasya sahillerinden yola çıkanların karaya çıktıkları yerlerden birisidir. Kıyıya çıkabilenlerin bir süre o civardaki mağaralarda, (yaşadıkları o mağaralarda bugün bile o günlerden kalan bazı yazılar görülebilmektedir) yaşadıkları, daha sonraları Karaağaç köyüne yerleştikleri bilinmektedir. Şu an Karaağaç köyünde iki adet Abhaz kabristanı bulunmaktadır. Türkiye’deki Abhaz ve Kafkas sivil toplulukları geçmişin üzücü anılarını yaşatmak, kaybettikleri anmak için “Yas günü” ilan ettikleri her 21 Mayıs’ta Uzunkum sahilinde başlayarak, Karaağaç köyü Abhaz Kabristanı’na kadar süren bir etkinlik düzenlemekte ve denize karaya ulaşamayanlar için çelenkler bırakmaktadırlar.
O sürgün günlerine tanıklık etmiş yaşlı bir çerkes;
“Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem”
diye anlatmıştı.
Derler ki Karadeniz kıyısında yaşayan Abhazlar
hala Karadeniz’e kin duyarlarmış. Hatta o tarihten beri “kardeşlerini yutan”
Karadeniz’in balığını da yemezlermiş. Anlatılır ki, o yolculukta hayatta
kalanların sayısı 60 bin, ölenlerin sayısı ise 70 bini bulmuştu.
Sohumkale |
1917 Ekim Devrimi sırasında Abhazya, Rus sivil savaşı içinde yok olmuş, Kızılordu ve yerel güçler Sohum’u 4 Mart 1921’de ele geçirip Sovyet hükümranlığını ilân etmişlerdi.
31 Mart 1921’de Abhazya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti teşkil edilmiş, Sohum, Sovyet Andlaşmasına göre 1921-1931 yılları arasında Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı Abhaz Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Başkenti olmuştu.
Sovyetler Birliği’nin 1990’da dağılmasının ardından Gürcüler, Abhazlar, Ruslar ve Çeçenler arasında çıkan iç savaş sonunda Abhazya Gürcistan’dan ayrılmıştı.
1992-1993 yılları arasında Gürcistan Abhazya’yı işgal etmiş, Abhazya ile Gürcistan arasındaki şiddetli çatışmalar bir yıl boyunca sürmüştü.
Sohumkale |
Gürcistan Devlet Konseyi askerleri tarafından işgal edilen Abhazya’nın başkenti Sohum’u geri alma operasyonu 11 gün sürmüş, nihayet 27 Eylül 1993 günü öğleden sonra Abhazya Silahlı Kuvvetleri, işgalcilerin sığındıkları son nokta olan Parlamento Binasını da boşaltılmışlar ve mutlak bir zafer kazanmışlardı.
Abhaz birliklerinin işgalcilerin inatçı direnişinin üstesinden geldiği, ülkelerini ve başkentlerini geri almayı başardıkları bu tarih, her yıl çeşitli coşkulu etkinliklerle kutlanır.
30 Eylül 1993’te
Abhazya Bağımsızlığını ilan etmişti.
Yazının devamı olan;
“Çamlıca’nın Efendi Hazretleri”
aşağıdaki linktedir:
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2020/01/camlcann-efendi-hazretleri-efendi_10.html
Abhazya Bağımsızlığını ilan etmişti.
Osmanlı egemenliğinde Batum |
Yazının devamı olan;
“Çamlıca’nın Efendi Hazretleri”
aşağıdaki linktedir:
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2020/01/camlcann-efendi-hazretleri-efendi_10.html
Kaynaklar:
1- “Kronolojik Abhazya Tarihi” Prof. Dr. Timur Açugba,
Çeviri: Oktay Chkatua, İstanbul 2015
2- “Dünya Harbinde Osmanlı Devleti ve Abhazya” Mesut Erşan. VAKANÜVİS-Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl:2, Kafkasya Özel Sayısı, Sf: 146-149
3- “Sohum Kalesi Kitabesi ve Kaybedişin Hikayesi” Hasibe Durmaz. Ahenk Dergisi, 62, Ocak-Şubat-Mart 2020
4- “Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları”, Leyla Açba,
Timaş Yayınları, Mart 2004
5- Vak’a-Nüvis Ahmed Lutfi Efendi Tarihi, c.X,
Yayına Hazırlayan: Münir Aktepe, Ankara, 1988, s.13–14, 92.
6- “Şehzade evliliklerinde değişim” Yrd. Doç. Dr. Cevdet Kırpık,
Erciyes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Güz 2009
7- “Harem” M. Çağatay Uluçay
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1971
8- “1992-1993 Abhaz-Gürcü savaşında Abhazya’da işgalci Gürcülerin vahşetine tanıklık edenlerin ifadelerinin bir kısmı...” Gurbetçinin sesi Abhaz Postası, 2 Haziran 2018
9- “Ateş Altındaki Cennet- Abhazya” 24 Eylül 1993-30 Eylül 1993 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi’nin 21. Sayfasında Nazım Alpman’ın kaleminden yayınlanan, 7 bölümlük yazı dizisi
10- Tezâkir 13–20, Ahmed Cevdet Paşa, Ankara, 1991, s.146–147.
11- “Son Dönem Osmanlı Padişah eşleri / Kadın Efendiler 1839-1924”, Harun Açba, Profil Yayıncılık, İnceleme-Araştırma, Kasım 2007
12- “Abdülmecit, İmparatorluk çökerken sarayda 22 yıl”
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi
13- “Osmanlı’da Harem” Meral Altındal, Altın Kitaplar Yayınevi, 1993
14- “19. Yüzyılda Şehzade Olmak: Modernleşme Sürecinde Şehzadeler” Füsun Gülsüm Genç, Yüksek Lisans Tezi
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2015
15- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendinin İntiharı” İsmail Hakkı Uzunçarşılı
Resimli Tarih Mecmuası, Sy: 54, İstanbul 1954, Sf: 3150-3154.
16- ‘’Veliahd Yûsuf İzzeddin Efendi Nasıl İntihar Etti?’’
İsmail Baykal, Tarih Dünyası, 30 Ekim 1950.
17- “Cumhuriyet Öncesinde Türk Kad›n› (1839-1923)” Şefika Kurnaz, s:52 Ankara: Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, 1990.
18- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden Çamlıca” Adnan Giz, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Kasım 1969, Yıl:5, Cilt:2, Sayı:10, Sf: 26-31
19- “İki Aşina” Semiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006
20- “Hey gidi günler hey” Semiha Ayverdi,
Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2002
21- “Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi” İbrahim Hakkı Konyalı, Türkiye Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1977, 2 Cilt
22- “Meyyale” Hıfzı Topuz, İletişim Yayınları, İstanbul 1998
23- “Üsküdar’lı Meşhurlar Ansiklopedisi” Üsküdar Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, İstanbul Ocak 2012
24- Üsküdar Sempozyumu I, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi, İstanbul Ocak 2004
25- Üsküdar Sempozyumu II, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi Yayın No:16, İstanbul Mart 2005
26- “Abdülhak Hâmid’in Hatıraları” Hazırlayan: İnci Enginün,
Dergah Yayınları, İstanbul 1994
27- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi Köşklerinin
XIX. Yüzyıl Türk Sanatı İçinde Değerlendirilmesi” Cavidan Göksoy,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997
28- “Sultan III. Mahmud,Cihan Hakanı ve Yenileşme Padişahı”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Haziran 2014
29- “Bir Darbenin Anatomisi”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, 1984
30- “Saraylı bir kadının gardrobu (19.yy.)” Serap Yılmaz
Bildiri, XIII. Türk Tarih Kongresi III. Cilt, II. Kısım
32- Seda Özen Bilgili, twitter.com/Seda_Ozen
33- (Evvel zaman içinde) “Tarihimizde Hayal olmuş Hakikatler”
Ahmed Semih Mümtaz, İbrahim Hilmi Çığıraçan Kitabevi, İstanbul 1948
34- “Entertainment among the Ottomans” (Osmanlılar arasında Eğlence)
Ebru Boyar-Kate Fleet, Brill 2019
35- “Geçmiş Zamanların, Mekanların ve Hatırlamaların Rafında,
Kadıköy'ün Kitabı” Tamer Kütükçü
Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Eylül 2014
36- “Recâi-zade Ekrem’in Araba Sevdası romanında gerçekçilik” Güzin Dino
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkiyat Mecmuası XI, İstanbul 1954 Sf:57-74
37- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden, Çamlıca” Adnan Giz
Hayat Tarih Mecmuası 5(10) Sf:27-31, İstanbul 1969