Son zamanlarda, özellikle de Blog yazmaya başladığımdan beri, herhangi bir konuda araştırma yaparken, karşıma konu ile ilgili olmayan ama beni etkileyen, bir şekilde dikkatimi çeken eski fotoğraflar çıkıyor.
Yaşadığım kentin sokaklarında dolaşırken, görsel hafızama yıllar içerisinde kazınmış imgelerle karşılaştığımda, daha bir heyecanlanıyorum. Bugününü biliyorum, dününün nasıl olduğunu da hep merak ediyorum. Büyük bir tutku bu. Zaman zaman duvarlarına, taşlarına dokunduğum, o duvara eskazara dokunmuş geçmişten birisinin hislerini duymaya, sıcaklığını hissetmeye çalışmak, geçip karşısında bir süre bekleyip o kapıdan kimler girip çıkmıştı, o pencereden sevdiğinin arkasından biri uzun uzun bakmış mıydı, neler yaşamıştı diye düşünmekten alıkoyamamışımdır kendimi.
İşte o anlardan birini yaşıyorum yine, sararmış, büyük bir ihtimalle de herhangi bir eski neşriyatta yer almış, bu iri tramlı fotoğrafı görür görmez bir aşinalık hissediyorum, sanki yıllar önce bir yerde karşılaşmış ya da gelip geçerken bana utangaç bir bıyık altı gülüşüyle, hafifçe başını eğerken, sessizce merhaba demiş birini görmüşüm gibi, tanıdık geliveriyor...
Yıllar önce belki de daha sık geçiyordum bu caddeden, kâh öğle tatillerinde dolaşmak, fotoğraflar çekmek için bir saate sıkıştırılmış kısa turlar yaptığım İlancılık Reklam Ajansı yıllarında, kâh işyeri az ilerisinde olan eşimi görmek ya da almak için uğradığım zamanlarda, kâh sonraki yıllarda ara sıra öylesine kaybolup gitmek, gizemlerini keşfetmek istediğimde İstanbul’un, yaptığım kaçamak ve hedefsiz turlarda hep bana selam durmuş bu Soylu Osmanlı binasını nasıl hatırlamam...
Evet bu O, Voyvoda, ya da öteki deyişiyle Bankalar Caddesi’ndeki Osmanlı Bankasının görkemli binası... O heybetli giriş cephesinin abartılı taş duvarlarını, demir şebekeli pencerelerini, devasa sütunlarını, saçak altındaki devasa Griffon’larını unutmak mümkün mü, hani ukalalık olacak belki ama, nerede olsa tanırım diyebileceğim kadar belirgin bir özellik bu. Bunun gibi kaç tane bina var acaba koskoca İstanbulda başka?
Eski fotoğrafta kaldırımdan önce bir basamak daha var, ancak günümüzde o basamak, yükselen yol nedeniyle kaldırım içerisinde kaybolup gitmiş. |
Fotoğrafta hemen bugün olmayan unsurlar dikkatimi çekiyor, ilk dikkatimi çeken dökme demirden yapılmış sokak aydınlatması, fener. Büyük bir ihtimalle havagazı ile çalışanlardan, zira içerisindeki bir ampulden çok havagazı fenerlerine has olan lamba gömleğine benzemekte.
Diğer dikkat çeken unsur ise bugün olmayan, kapının yanındaki bekçi kulübesi, büyük bir ihtimalle bundan bir tane de kapının diğer tarafında konumlanıyordu. O zaman hakim olan estetik anlayış içerisinde gereksiz olsa bile sadece bu nedenle, simetriyi bozmamak adına bir tane de muhakkak öteki tarafa da yerleştirilmiş olmalıdır.
Ve artık basit örneklerini belki sadece bazı Anadolu kasabalarında ama kesinlikle Büyükada’da görebileceğimiz, dört tekerlekli, iki atın çektiği fayton (phaéton), ya da Osmanlı zamanındaki deyimiyle kupa, talika, kinto ya da landon...
Fotoğrafın neşredildiği gazete ya da mecmuada altına eski Türkçe ile bir açıklama yazısı eklenmiş. Fotoğrafı gördüğüm ve aldığım yerde yayımlayan kişi yazının Türkçe açıklamasını da eklemiş. Şöyle ki:
“Hadisat:
ahiren şehrimize gelen ve huzuru şehriyara kabul buyurulan alman* Salib-i Ahmer reisi prensi ( *hilal-i ahmer-Kızılay )”
Günümüz Türkçesine çevirirsek de:
Salib-i Ahmer: Kızılhaç, Hadisat: Olaylar, Şehriyâr : Padişah, hükümdar
Ahiren: Son zamanlarda, son günlerde, yakınlarda demek olduğuna göre;
“ Olaylar: Yakın zamanlarda şehrimize gelen ve Padişah’la görüşmeye kabul edilen Alman Kızılhaç’ının (burada çevirmen * koyarak, Salib-i Ahmer’i için Kızılhaç demek yerine, Alman Hilal-i ahmeri - Kızılayı demeyi tercih ederek bir yanlış yapmış) reisi Prens.”
Resimdeki Alman Kızılhaç Reisi Prens’in kimliğine ise başka bir kaynakta ancak küçük ama önemli bir yanlışlıkla rastlıyorum;
“Birinci
Dünya Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer Cemiyeti, sırasıyla Avusturya-Almanya,
Darülharp ve Eskişehir olmak üzere üç temel murahhaslık kurdu.
Bu murahhaslıkların en belli başlı görevleri, Cemiyet’e bağış toplamak, asker
ve sivil halka yardım etmek, yurt dışında da Türk öğrencilere yardımcı olmaktı.
Bu çerçevede cemiyet, savaş boyunca yurt içinde de ayrıca örgütlendi.
Bilindiği gibi Hilal-i Ahmer'in kuruluş nizamnamesi gereği genel merkezi
İstanbul’du. Bunun dışındaki illerde merkezler, sancak ve kazalarda da
şubeler kurulması kararlaştırılmıştı. Birinci Dünya Savaşı başladığında Hilal-i
Ahmer, yeniden yapılanması çerçevesinde, merkez ve şubeleri henüz
kurulmamış veya faaliyete başlamamış olan valiliklere ve mutasarrıflıklara ulaşarak
biran önce faaliyete geçmelerini istemişti. Saray, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne gerekli önemi göstererek bu dar boğazda yardımcı olmuş, Merkez-i
Umumi İkinci Başkanı Dr. Ahmet Muhtar Bey ve Hilal-i Ahmer Cemiyeti
Teşvik Komisyonu üyesi Hasan Tahsin Bey gibi, kurumun aslarından
birçoğu,
Padişah tarafından kabul edilmişlerdi. Osmanlı dostluğundan beklentileri
olan ittifak Devletleri de Hilal-i Ahmer ve Salib-i Ahmer kanallarıyla ilişkileri
yoğunlaştırmaya çalışmışlardı. Örneğin, Alman Salib-i Ahmer Cemiyeti
Reisi Prens Evleyn ve üye Dr. Markin gibi kimseler İstanbul’a Hilal-i
Ahmer Cemiyeti’ni ziyarete gelmiş, ve Padişah tarafından kabul edilmişlerdi. Hatta
Prens’e Birinci Rütbeden Osmanlı nişanı verilmişti.”
HİLAL-İ AHMER'DEN KIZILAY’A
Prof. Dr. Seçil Karal Akgün
Emk. Öğr. Gör. Murat Uluğtekin
( Kaynakları: Coursier, Henri : Milletlerarası Kızılhaç, Ankara, 1964 )
Alman Salib-i Ahmer Cemiyeti Reisi, Prens Evleyn değil, aslında (Alman İmparatorluğu Prusya) Wahlstatt dördüncü Fürst’ü (Prensi) Gebhard Blücher von Wahlstatt (1865-1931), Evleyn denmesinin nedeni büyük bir ihtimalle Prensin karısından gelmekte, zira Prensin İspanya Kralı Ferdinand ve Kraliçesi İsabella’nın soyundan gelen ve İngiliz vatandaşı olan karısının adı, Evelyn, yani Prenses Evelyn Fürstin Blücher von Wahlstatt (1876-1960). Prenses Evelyn, büyük bir ihtimalle İstanbul’a kocası Prens ile birlikte gelmiş ve daha fazla bir ilgi görmüş olmalı ki, kayıtlara da kocası Prensin adı Prensesin adıyla geçmiş.
Yıllar içerisinde özgün halinden birçok şey yitiren ve yüzyılı aşkın bir süredir Osmanlı Bankası olarak tanınan bu abidevi ikiz yapı, esasen iki ayrı kuruluşun, Osmanlı İmparatorluğu Tütün Rejisi Şirketi ve Osmanlı Bankası yönetim merkezi olarak tasarlanmıştı. Tütün Rejisi’ne ait olan Voyvoda Caddesi üzerindeki arsanın bir bölümü, 1880’lerin
sonunda Osmanlı Bankası’na devredilmiş ve her iki kuruluş için de levanten
Mimar Alexandre Vallaury görevlendirilmiş, Osmanlı Bankası 27 Mayıs 1892’de hizmete girmişti.
Önce Londra’dan
getirilen, tamamen çelikten ve özel bir kilit düzenine
sahip olan 3 katlı, 4 kapılı kasa kurulmuş ve bina bu kasa dairesi üzerine
inşaa edilmeye başlanmıştı. Kasa dairesi 1 cm kalınlığında sactan yapılmış,
sac mekanın dışında 3 katmandan oluşan duvarlar, 110 ve 70 cm kalınlığında
beton profillerle desteklenmiş tuğlalarla örülmüş ve statik hesapları bu
duvarlar üzerine kurulmuştu.
Osmanlı Bankası Binası, ilk yapıldığında,
bodrum katında mahzen, depo ve ahırlar, zeminin altındaki katta; ünlü kasa
imalatçısı Samuel Chatwood’a sipariş edilen ve adını dönemin 20 kuruşluk
sikkelerinden alan mecidiye kasası ile yemekhane, zemin katında şube mekanı,
birinci katta; genel müdürün özel ve makam odalarının yanı sıra, sekreter ve
tercümanların büroları, ikinci katta; muhasebe şefi ve servisi, Hükümet Nazırı
ve müfettişlik odaları, tavan arasında ise iaşe dairesi, arşiv servisi ve
hizmetli odalarından oluşmaktaydı.
Haliç’ten Osmanlı Bankası, 1880’ler |
Galata’nın siluetinde önemli bir yere sahip
olan Osmanlı Bankası Binası’nın en ilginç yanı, ön ve arka cephelerinde görülen
üslup farklılığıdır. Yapının Voyvoda Caddesi’ne bakan ön
cephesinde kullanılan neoklasik ve neorönesans öğeler, dönemin Avrupa’sında bir
banka merkezinden beklenen görkemi ve ağırbaşlılığı yansıtır. Perşembe
Pazarı’na yani Haliç’in ötesindeki eski İstanbul’a bakan arka cephe ise çok
daha hareketli, hatta belli ölçüde oryantalist çizgiler taşımaktadır.
Vallaury binanın bu cephesine geleneksel konutları anımsatan iki küçük köşk yerleştirmiştir. Yapıda iki cephe arasındaki üslup farklılığı, bankanın batı ve doğu arasındaki konumunu simgelemektedir adeta.
Bu mimari dil, giriş avlusunda karşılıklı olarak yer alan kitabelerde de görülür. Kitabelerden birinde yer alan Latince alıntı dostluğun önemini vurgulamakta, Arapça olanı ise para kazanmayı övmektedir.
1890’lar |
Vallaury binanın bu cephesine geleneksel konutları anımsatan iki küçük köşk yerleştirmiştir. Yapıda iki cephe arasındaki üslup farklılığı, bankanın batı ve doğu arasındaki konumunu simgelemektedir adeta.
Bu mimari dil, giriş avlusunda karşılıklı olarak yer alan kitabelerde de görülür. Kitabelerden birinde yer alan Latince alıntı dostluğun önemini vurgulamakta, Arapça olanı ise para kazanmayı övmektedir.
Yapının bugün var olmayan yan cephelerinde ise uzun demir
çubukların desteklediği geniş saçak, Haliç cephesinin de egemen öğesidir.
Köşeleri dönen saçak, ortalarda kesilerek, üstündeki katlara olağanüstü bir
hareketlilik kazandıran başka öğelerle donatılır.
Tarihi Osmanlı Bankası Binası, 2000
yılından itibaren Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi’ne ev sahipliği yapmaktadır.
Aralık 2002’de
ise binada Osmanlı Bankası Müzesi kurulmuştur.
Kuruluş
çalışmaları Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi tarafından yürütülen
müze, dünyanın sayılı finans tarihi müzeleri arasında yer almaktadır.