Sayfalar

31 Ocak 2014 Cuma

BİR SALTANAT’IN AZAM-I ENKAZ’I: Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın Selamlığı, “Filizi Köşk”

Bir Saltanat’ın Azam-ı Enkaz’ı:
Mabeyn Başkatibi
Tahsin Paşa’nın Selamlığı,
“Filizi Köşk”
...
(azam: büyük, ulu)
enkaz: yıkıntı, bir devletin, bir yönetimin ya da bir devrin ardından, kalan olumsuz şeyler)

Büyük bir imparatorluğun ve onun 33 yıllık “Ulu” Saltanatı’nın yıkılışı ve o çöken enkazın altında kalan hayatlardan ve onun yaşanmış izlerinden arta kalan bir köşkün kaderi... 
Selamlıklar, konak, köşk ve saraylarda erkeklerin bulunduğu ve erkek konukların alındığı,
gelen ve gidenlerin, ağırlandığı ve uğurlandığı, diplomatik kabül ve görüşme için ayrılmış olan ve haremlik denilen esas köşkten bağımsız yapılardır.
Köşkün, restore edilmiş hali.


Feneryolu ile Göztepe istasyonları arasında hattın her iki tarafındaki düzlükte, 1887 yılında ülkede yayılmaya başlayan ve bağlara büyük zarar verdiği görülen filoksera(1) hastalığının önüne geçmek amacıyla yabancı bir uzmanın idaresinde kurulan “Amerikan Asma Fidanlığı, Numune Bağı ve Aşı Ameliyat Mektebi”nde ve özel olarak yetiştirilen bağlarda, bağ meraklılarına ve bağcılara, bağcılık ile ilgili uygulamalı bilgiler verilmiş, vilayetlerden seçilerek gönderilen gençler de bağcı ve fidancı olarak pratik yapmışlar ve yetiştirilmişlerdi. Bu numune bağ uzun yıllar Ziraat Vekaleti’ne bağlı olarak görevine devam etmişti. Aynı yeşil alan içerisinde 1929 yılından itibaren kurulan Göztepe Meteoroloji İstasyonu ile de klimatolojik gözlemler yapılmaya başlamıştı.


19. yüzyılda saray ileri gelenlerinin yazlık olarak kullandıkları bir yöre haline gelen Göztepe, Selamiçeşme mevkiindeki bu arazinin tren yolunun üzerinde kalan, bugün Mustafa Mazhar Bey Sokak, Perçem Sokak ve demiryolu hattı arasında kalan ve günümüzde Kadıköy Belediyesi Özgürlük Parkı olarak düzenlenmiş geniş ve üçgen şeklindeki alan içerisinde, Sultan II. Abdülhamid’in 1876-1909 yılları arasında Mabeyn-i Hümayun Başkatibi olarak hizmet vermiş, Şamlı Arab Tahsin Paşa’nın 1894 yılında inşa edilmiş olan Haremlik ve Selamlık Köşkleri ile, müştemilat binaları, inek ve at ahırları, uşak odaları, su kuyuları ve havuzlar, bostan, arabalıklar ve mutfağın yer aldığı büyük bir kompleks yer alırdı. Günümüze bu büyük kompleksten ve bahçelerinden sadece Selamlık Köşkü gelebilmiştir.
...
“Başkatib Tahsin Paşa da yolsuzlukla dört bin Lira’ya elde ettiği gayrımenkullerinin yanısıra, fiyatı bildirilmeyen bir hamama da sahipti.”

“Eski Yağmalar” Tanin, (27 Temmuz 1324) 9 Ağustos 1908, s.3
...


27 Nisan 1909’da Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilip Selanik’e sürgüne gönderilmesinden sonra, Tahsin Paşa da birçokları gibi gözaltına alınmış, tutuklanmış ve sürgüne gönderilmişti. Sürgün dönüşü büyük sıkıntılar içerisindeki Tahsin Paşa, son dönemlerini yokluklar içerisinde bu saray yavrusu köşkünde geçirmiş, hatta komşularından borç isteyecek kadar yokluğa düşmüş, borçlarını ödeyebilmek için de köşkteki değerli antikaları, vazoları birer ikişer satarak hayatını devam ettirmeye çalışmıştı. Tahsin Paşa’yı bunca yoksulluğu iten nedenlerden birisi de, kızı Fahire hanımın çok düşkün olduğu ve sevdiği, kocası Galip Paşa’nın oğlunun
hesapsız harcamalarıydı.
...
“...Sultan Hamid’in sarayında en önemli iki şahsiyetten biri olan Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın ancak bir kızı vardı. O hanım da kocasına pek düşkün bulunduğundan, delikanlının israfı bütün aileyi kötü duruma düşürmüştü.”

“Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar”, Nahid Sırrı Örik
...
Tahsin Paşa’nın ruhi bunalımlar geçiren ve yıkanmış hiçbir giysiyi giymemek gibi bir takıntısı olan hanımının giyip çıkarttığı çamaşırlar, köşkün bir köşesinde kümeler halinde biriktirilir ve kimselere verilmezmiş. Hanımı kendisinden önce vefat eden Tahsin Paşa, I. Dünya Savaşı’ndan sonra daha da büyük parasal sıkıntılara girince, sahip olduğu köşkü ve arazisini zengin bir Sivaslı Mühendis ve siyasetçi olan Abdurrahman Naci Bey’e satmak zorunda kalmıştı.

...
Abdurrahman Naci Bey (Demirağ)
(1890-3 Temmuz 1944), Hicaz Demir Yolu Mısır Şubesi Mühendis Muavinliği, Askerî Demiryolları Anadolu Şarki Hududu Samsun-Sivas İnşaat Mühendisliği, Defteri Hakani Emaneti Heyeti Fenniye Mühendisliği, İstanbul Tapu Müdüriyeti Heyeti Fenniye Başmühendisliği, İstanbul Umûru Tasarrufiye Müdüriyeti Başmühendisliği gibi görevlerde bulunmuş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne VI, ve VII. Dönem Sivas Milletvekili olarak katılmıştı.
Ahmet Nuri Demirağ (sağda), Sultan II. Abdülhamid döneminin ünlü muhalif şair ve filozof’u Rıza Tevfik Bölükbaşı(3) ile birlikte.

Abdurrahman Naci Bey, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları inşaatlarının ilk müteahhitlerinden, Türkiye’de ilk Uçak Fabrikasını kurmuş, ilk sigara kağıdı üretimini gerçekleştirmiş, ilk paraşüt üretimini de yapmış, İstanbul Boğazı üzerine köprü ve Keban’a büyük bir baraj yapılması gibi düşünceleri ilk kez gündeme getirmiş hatta projelendirmiş, 10.000 km’lik demiryolu ağının 1250 km’sini gerçekleştirdiği için kendisine bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından, “Demirağ” soyadı verilmiş, Cumhuriyet döneminin sayılı zenginlerinden, hayırseverliği ile de tanınmış Ahmet Nuri Demirağ’ın (1886-13 Kasım 1957) erkek kardeşiydi.

“Avrupa’dan, Amerika’dan lisanslar alıp uçak yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa’dan ve Amerika’nın son sistem tayyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir.” 

diyen Ahmet Nuri Demirağ, ordunun uçak ihtiyacının halktan ve zengin işadamlarından toplanan bağışlarla karşılandığı dönemde, uçak satın almak için başlatılan bir bağış kampanyasına katılması istendiğinde;

“Benden bu millet için bir șey istiyorsanız, en mükemmelini istemelisiniz. Mademki bir millet tayyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını yapmaya talibim.”

diyerek, karşılık vermiş ve 1936 yılında ilk uçak fabrikasına kurma girişimine başlamıştı.



Uçak Fabrikası macerası yaşanan bazı tatsız olaylar neticesinde sonlanmış ve X. Dönem Sivas Milletvekili olarak TBMM’ne de giren Ahmet Nuri Demirağ, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalafet partisi olan “Milli Kalkınma Partisi”nin de kurucusu olmuştu.
Ahmet Nuri Demirağ Sultantepe Korusu’nda ailesi ile birlikte.

Ahmet Nuri Demirağ, aynı zamanda 1920 Sivas doğumlu, ünlü sinema yönetmeni ve 1945’de kurulan AND Film (Ahmet Nuri Demirağ isimlerinin baş harfleri) şirketinin de sahibi olan Ömer Turgut Demirağ’ın babasıydı ve dolayısıyla da Turgut Demirağ’ın Rüçhan Çamay ile evliliğinden olan kızı 1956 doğumlu şarkıcı ve sinema oyuncusu Melike Demirağ’ın ve Turgut Demirağ’ın 1970 Türkiye Güzellik Kraliçesi Afet Tuğbay’dan olan ve Ali Koç ile evli olan 1974 doğumlu Nevbahar Demirağ’ın da dedeleriydi.
...
Hayırsever bir işadamı olan Abdurrahman Naci Demirağ, ekonomik sıkıntı içerisindeki Tahsin Paşa ve kızı Fahire hanım’ın ömürleri boyunca Selamlık köşkü’nde yaşamalarına izin vermişti. 1932 yılında büyük Haremlik Köşkü yıkılmaya başlanmış, Tahsin Paşa, karşı komşusunun bahçe duvarına dayanarak köşkün ahşapları tek tek sökülürken çivilerin çıkarttığı acı sesleri, hüzün ve üzüntüyle, ancak sonuna dek izlemişti. Zaten Haremlik köşkünün yıkımından yaklaşık bir sene kadar sonra da Selamlık Köşkü’nde vefat etmiş, tüberküloz teşhisi konan kızı Fahire hanım da bir süre daha köşkte yalnız başına yaşamış ve daha sonra o da vefat etmişti.
Köşkün yıkılmasından ve Tahsin Paşa’nın da ölmesinden sonra, ahırlar ve uşak odaları kiraya verilmiş, tren yolu ile köşk arasında bakımsız kalan bağlar, bostanlar ve bahçeler sökülerek 1927 yılında Feneryolu’nda kurulmuş olan Ümit Kulübü’nün futbol antreman sahası olarak kullanılmaya başlanmıştı. Fahire hanımın vefatından sonra Selamlık Köşkü, kimsesiz, bakımsız ve boş olarak durmuştu. 1938’de devlet tarafından satın alınan ve tekrar eskiden olduğu gibi Ziraat Bakanlığı tarafından asma fidanlığı ve üzüm türleri üzerine araştırmalar yapmak üzere kullanılmaya başlayan arazi, 1983 yılında kuruluşun çalışmalarına son verilmesiyle Kadıköy Belediyesi tarafından Özgürlük Parkı olarak düzenlenmiş, bir kısmına da Trafik Amirliği yerleşmişti.  

İnşaa edildiği ve Tahsin Paşa tarafından kullanıldığı dönemde sarı rengiyle tanınan Selamlık Köşkü, günümüzde renginden dolayı olsa gerek, “Filizi Köşk” ya da “Filizli Köşk” adıyla anılmaktadır. Genel olarak II. Abdülhamid dönemi beğenisine uygun olarak ve özellikle Göztepe ve Erenköy gibi aynı dönemin popüler sayfiye mekanlarında çokça rastlanan benzerleri gibi, eklektik ve biraz da Art-Nouveau özellikler taşımaktadır. Üç katlı ve orta sofaya açılan yan odalardan oluşan plan şemasıyla geleneksel Türk Evi Planı’na sahiptir.



Tahsin Paşa Köşkü’nden geriye tek kalan ve yıllar içerisinde bakımsızlıktan yıpranan Selamlık Köşkü, 1991 yılında, ÇEKÜL Vakfı Başkanı, Prof. Dr. Metin Sözen’in desteğiyle 825 milyon liraya malolan büyük bir restorasyon geçirmiş ve 1993 yılında Kadıköy Belediyesi tarafından 25 yıllığına Türk Parlementerler Birliği’ne tahsis edilerek Sosyal Tesis olarak kullanılmaya başlanmıştı.







Şamlı Arab Tahsin Paşa
Kimdir?

Sultan II. Abdülhamid’in Mabeyn-i Hümayun Başkatibi
Şam’lı Tahsin Bey (Arab Tahsin Paşa)
(?-1933)
Tahsin Paşa, Sultan II. Abdülhamid döneminin vezirlerinden ve Mâbeyn-i Hümayun Başkâtibi’dir.
Orta boylu, daima siyah elbise veya redingot giyen, fesli, teni esmer olduğu için Kara ya da Arab Tahsin Paşa olarak tanınan, ciddi ve son derece terbiyeli biri olan Tahsin Paşa, İstanbul’da doğmuş, gençliğinde Bâbıâli kalemlerinde çalışarak geçirmiş ve kendini yetiştirmişti. Dâhiliye Mektupçu Kaleminde önce muâvin, sonra başmuâvin olmuş, Bahriye Nezareti mektupçuluğuna tâyin edilmiş, oradan da Sultan II. Abdülhamid’in Mâbeyn-i Hümayun Başkâtipliğine getirilmiş, kendisine vezirlik ve paşa rütbesi de verilmişti.
...
“... Hicrî 1312 Ramazanıydı. Üvey oğlum Başçavuş Arif’den bir mektub aldım.
Benim sevgili ahbablarımdan Selim Paşazade Nazif Beyin yakın akrabalarından olan sabık Bahri Mektubcusu atûfetlû Tahsin Beyefendi Mâbeyn-i Hümayun Başkâtibi tâyin olunmuş...
Arif, “Nazif Bey’e bir tebriknâme ile sizin İstanbul’a aldırılmanız istirham olunursa seksiz (tereddütsüz) ve şüphesiz hakkımızda irâde-i seniyye (padişah emri) bile çıkartmaya kudreti vardır. Aman pederim, çabucak bir tebriknâme ile İstanbul’a gelmeniz hakkında istirhamnâme gönderin, çok rica ederim” diyordu. Ben de İstanbul’u çok özlemiştim. Harbiye kalemlerindeki hizmetim elli yılı bulmuştu. Bunun kırk yılını Dördüncü ve Beşinci Ordular hizmetinde taşrada geçirmiştim. Şam’ın âb-ı havası ile de imtizaç (uyum sağlama) edememiştim. Tahsin Bey’in Mabeyin Başkâtipliğinden ötürü Nazif Bey’e bir tebriknâme yazarak İstanbul’a nakl-i memuriyetime tavassutunu (aracılığını) istirham ettim. Kendisine takdim edilmek üzere oğlum Arife gönderdim...”


“Geçen asrı aydınlatan kıymetli vesikalardan bir eser; HATIRALAR”
Aşçıdede Halil İbrahim(2)
Reşat Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbaş, İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kollektif Şirketi, Sirkeci-İstanbul, 1959

(Aynı eser Aşçı Dede'nin Hatıraları (4 Kitap Takım) olarak
“Çok Yönlü Bir Sufinin Gözüyle Son Dönem Osmanlı Hayatı”, Aşçıdede Halil İbrahim, Kitabevi Yayınları Hatıra Dizisi’nden 2006 yılında da yayınlanmıştır.)
...

1876-1909 yılları arasında Mabeyn-i Hümayun Başkatibi olarak Sultan II. Abdülhamid’e sadakat ve hüsnüniyetle hizmet eden Tahsin Paşa, 1908’de II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte, memuriyetini ve rütbelerini kaybetmiş, Meşrutiyetçiler ve İttihatçılar tarafından horlanmıştı.

“... Abdülhamid'in yeni Kabineyi onaylamasından sonra, Hatt-ı Hümayun halka duyurulmak üzere
1 Ağustos gecesi Bab-ı Âli'ye gönderildi. Hatt-ı Hümayun’u Bab-ı Âli'ye getiren İkinci Mabeynci Nuri Paşa, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa sanılıp halk tarafından yuhalandı; daha sonra, Hatt-ı Hümayun’u getirenin Nuri Paşa olduğunu anlayan halk, Paşayı alkışlayarak, Hatt-ı Hümayun’u dinlemek üzere Bab-ı Âli’nin ana avlusuna doğru yürüyüşe geçti.”

Tanin, 3 Ağustos 1908, s.3 ve
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, Sf 1067

“4 Ağustos tarihli Tanin gazetesinde, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın, İzzet Paşa’nın kaçışından bizzat sorumlu olduğu ve Abdülhamid’in önceki hafta Cuma selamlığına çıkmasına mani olmak istediği biliniyorken, nasıl hala görevinde tutulduğu soruluyordu.”

Sadr-ı Azam Said Paşa hazretlerine, Tanin, 4 Ağustos 1908, s.3.

26 Temmuz 1908’de, ilk günkü coşkuyla, öğleden sonra Türk, Rum, Ermeni , Bulgar ve Musevilerden oluşan yaklaşık yüzbin kişilik bir topluluk Harbiye Nezareti önündeki Beyazit Meydanı’nda toplanmış, yeni anayasal yönetime bağlılık yemini etmiş ve daha sonra da Yıldız Sarayı’na doğru coşkuyla yürümüştü. Akşama doğru, Sultan Abdülhamid’i tüm siyasal mahkum ve sürgünlerin affına zorlamakta başarılı olmalarının heyecanıyla, bir grup devrimci, isteklerini Şey-ül İslam aracılığıyla Sultan’a iletmek istemişler, uzun süren ısrarlar sonucunda Sultan tarafından kabul edilmişler ve aralarında Ziraat, Orman ve Maadin Nazırı Selim Melhame Paşa, 2. Katib İzzet Paşa ve Mabeyn-i Hümayun Başkatibi Tahsin Paşa’nın da olduğu bir grup yüksek rütbeli Saray görevlisinin işten hemen el çektirilmesini istemişlerdi. Sultan II. Abdülhamid bazı saray görevlilerinin işten el çektirilmesi isteğini kabul etmemişti. Ancak 4 Ağustos, Salı günü Mabeyn-i Hümayun Başkatibi Tahsin Paşa görevinden alınmış ve yerine mabeyn katiplerinden Cevat Paşa, ikinci katip ünvanıyla vekaleten atanmıştı.

“...Bu baskıların sonucunda, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa, 4 Ağustos’ta görevden alınarak, yerine, olumlu eleştiriler alan Ali Cevad Bey atanıyor, eski rejim sayesinde büyük servet sahibi olmuş ve adı bu yüzden kötüye çıkmış Mabeynci Ragıb Paşa da azlediliyordu.”


“Başkatib ve Ragıb Paşa”, Tanin, 5 Ağustos 1908, s.3.

5 Ağustos tarihli “Tanin” gazetesi, her iki azil haberinin büyük bir memnuniyetle karşılandığını kamuoyuna hemen duyurmuştu.
Yine aynı gün ve yine “Tanin”de görevlerinden azledilen Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa ve
Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa'nın yurtdışına kaçmalarının önlenmesi için Zaptiye Nezareti’nden Üsküdar ve Beyoğlu Mutasarrıflıkları’na emir verildiği bildirilmişti.

Tanin, 5 Ağustos 1908, s.4



“2. Mabeynci İzzet Paşa, Devrim’den sonra 30 Temmuz’da, Tarabya’daki Alman Büyükelçiliği’nin Yazlık İkematgahı’na giderek Alman Büyükelçiliği’nin kendisinin gemiyle yurtdışına kaçmasına yardım etmesini istemiş, fakat bu isteği Büyükelçilik makamlarınca reddedilmişti. Paşa bunun üzerine Fransız Büyükelçiliği’ne başvurmuş oradan da olumsuz sonuç alınca evine dönmüştü.
1 Ağustos’ta ise beraberinde saray Başmabeyn katibi Tahsin Paşa tarafından imzalanmış ve resmi görevde olduğu belirtilen (dolayısıyla tutuklanıp gemiden indirilmesini engelleyen) bir belgeyle İngiliz Bayrağı taşıyan bir Mısır gemisine binmiş ve yanında milyonlarca Franklık nakit parayla Türkiye’den kaçmayı başarmıştı. ”

Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, 1888-1923, 2, ss.41-42


Halkın aleyhdeki gösterileri, 5 Ağustos gecesinde başkatib Tahsin Paşa ve Tophane-i Amire Müşiri Zeki Paşa’nın konaklarının önünde de sürdürülmüştü.



“... İstanbul’daki Bulgar Kilisesi’nin açılması için Baskatib Tahsin Paşa ve İzzet Paşa ile birlikte rüşvet almış olduğunu, Arif Paşa’nın Edirne Valiliği’nde bulunduğu sırada bir Bulgar komitesinden alınan kırk bin Fransız Frangından yine Tahsin ve İzzet Paşalarla birlikte usulsüz olarak kendisine hisse çıkartmış olduğunu, her yıl Bulgaristan’ın Müslüman halkından kişi başına toplanan ikişer-üçer Frank tutarındaki paraları, zimmetine geçirdiğini iddia ediyor.”

“Hırsız Çetesi”, Tanin, 7 Ağustos 1908, s.3

Karikatür: Kalem Dergisi, 3 Eylül 1908, Sayı 1, Sf 5,
“Feylozof Doktor Rıza Bey’in Tarih-i Tabii Dersi: Efendiler şu karşınızda gördüğünüz mahlukat, karbonifer devrinin en müthiş hayvanatındandır. Bunlar şimdiki fillerin yüz misli yerler yine doymazlardı. Çok şükür ki bugün bunların yalnız Enkaz-ı Azam’ı kalmıştır.”

Kalem Dergisi’nin 3 Eylül 1908 tarihli sayısında yayınlanan bu karikatürde, II. Abdülhamid döneminin muktedir yöneticileri hicvediliyordu. Camekan içerisindeki kişiler, Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa, Başkatip Tahsin Paşa, 2. Katip Arap İzzet Paşa ve Ser Hafiye Kabasakal Mehmet Paşa, Eleştirel sözleri söyleyen ise filozof Rıza Tevfik’ti.(3)

Hasan Rami Paşa (1842-1923): II Abdülhamid döneminde filo kumandanlığı ve Bahriye Nazırlığı yapmıştı ve kendisine Harami Paşa lakabı takılmıştı. Anılarını yayınlamıştı.

Tahsin Paşa (?-1933): II. Abdülhamid’in Mabeyn Başkatibiydi, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra tutuklanmış ve sürülmüştü. Uzun sure sefalet çekmiş, anılarını “Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları” adlı kitabında toplamıştı.

Arap İzzet Paşa (?-1924): II. Abdülhamid’in Mabeyn ikinci katibiydi, padişahın üzerinde büyük nüfuzu olduğu söylenirdi. II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine once Avrupa’ya kaçmış, sonra da Mısır’da yaşamıştı ve büyük bir servete sahipti.

Kabasakal Mehmet Paşa (?-1909):
II. Abdülhamid dönemi paşalarındandı ve ikinci yaverliğe kadar yükselmiş ve Sultan II. Abdülhamid’in Ser Hafiyeliği (Jurnalci) görevini yürütmüştü. Cahilliği yanında padişaha sadakatiyle tanınırdı. 31 Mart Vak’ası şuçlularından sayılıp, Örf-i İdare Mahkemesi kararıyla idam edilmişti.

Tahsin Paşa’nın, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi tarafından 1931 yılında yayınlanan “Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları” adlı eseri, Sultan II. Abdülhamid’in yanında bulunurken şahit olduğu hadiselerin toplanmasından meydana gelmişti. Tahsin Paşa, bu kitabında yakınen tanık olduğu pek çok olayı ve  hakikati anlatmakta, Sultan II. Abdülhamid’in şahsiyeti ve devrinin hâdiselerine ışık tutmaktaydı.

Mabeyn-i Hümayun başkatibi Tahsin Paşa hatıralarında Sultan II. Abdülhamid’in kendisine sıklıkla;
“Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfalık yazı ile ifade olunamayacak siyasi, hissi manaları telkin eder. Onun için ben tahrir-i derecatten (yazılı bilgilerden) ziyade, resimlerden istifade ederim.” dediğini yazmıştı.
Yıldız Albümlerinde, Dolmabahçe Sarayı önünde demirli İmparatorluk Yatı İzzeddin

19. yüzyılda dünya siyasi dengelerinin tamamen Osmanlıların aleyhine döndüğü bir zamanda tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasının dört bir cihetine gönderdiği fotoğrafçılara ülkedeki olayları ve müesseseleri fotoğraflarla tespit ve tescil ettirmişti.
Yıldız Albümlerinde,Topkapı Sarayı


Böylelikle Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı donanması ile askeri müesseselerin, fabrikaların, meşhur şahsiyetlerin, devlet tarafından yapılmış bütün binaların, mekteblerin, karakolların, camilerin, kulelerin, etnografik çevrenin, arkeolojik mekanların, tabiatın, resmi açılışların ve Osmanlı coğrafyasına ziyarete gelen devlet adamlarının fotoğraflarını çektirerek çok değerli ve seçkin bir fotoğraf koleksiyonu meydana getirmişti.

Yıldız Albümlerinde, Salacak


Çok iyi bir fizyonomist (insanların yüz çizgilerinden karekterleriyle ilgili ipucu çıkaran) olan Sultan II. Abdülhamid, Harbiye’ye girecek öğrencileri, fotoğraflarına bakarak seçermiş. Saltanatının 25. yılında bütün mahkumların tek tek veya üçerli gruplar halinde fotoğraflarını çektirmiş ve mahkumların isimleri, suçları ve mahkumiyet müddetleri de yazılı olan bu albümlere bakarak af kararlarını verirmiş.

Yıldız Albümlerinde, Tophane rıhtımı


Sultan II. Abdülhamid, bu benzersiz koleksiyon ile Ortadoğu’dan Balkanlar’a, Arabistan’dan Kafkaslar’a, Anadolu’dan Osmanlı Adalarına kadar geniş bir coğrafyayı tanıma ve buralardaki faaliyetleri fotoğraflardan takip etme imkanı bulmuştu.

Yıldız Albümlerinde, Tophane Topçu Kışlası, Tophane Camii ve Saat kulesi



Sultan II. Abdülhamid’in hazırlattığı 962 albüm içerisindeki 38.599 fotoğraflık koleksiyon, sadece Türkiye için değil, dünya için de çok önemli bir kaynak olarak önem taşımaktadır.
Yıldız Albümlerinde, Haliç’te kayıkçılar ve Eyüp



Sultan Abdülhamid’in 1880’li yıllara ait fotoğraflarla birlikte 38.599 kareden oluşan bu özel fotoğraf arşivi, Yıldız Albümleri koleksiyonu, İstanbul Üniversitesi’nin dışında British Museum ve Library of Congress ve Bibliotheque koleksiyonlarında da yer alıyor. Bunun da sebebi Osmanlı Devleti’ni tanıtmak için 1890’lı yıllarda ABD başkanı, İngiliz kraliçesi ve Fransız İmparatoruna çekilen bu fotoğraflar gönderilmesi olmuştur.

...


Fotoğrafları çekerken farketmemiştim, ancak eve gelip tek tek bakarken farkettim ki, saçakta dantel gibi olan süslemelerin arasında “Osman” yazmakta.
Büyük bir ihtimalle eski resimle karşılaştırdığımda eskisinde olmadığına göre, 1991’deki restorasyon sırasında değiştirilen parçaların aynısı yapılırken ahşap işleri ile ilgilenen usta belli ki kendisinden bir anı bırakmak istemiş.






...
Ne “Şam”lı Tahsin Bey’in şekeri,
    Ne “Arab” Tahsin Paşa’nın yüzü*...
Ben, Hürrem Bey ve biri bayan iki arkadaşı ile sohbet eşliğinde içilen bir bardak çayı,
başka hiçbir şeye değişmem
...
* Ne Şam'ın şekeri, Ne Arabın yüzü; bir fayda temin etse bile karşılaşılmak istenmeyen, kendisinden bir fayda gelecekse dahi, tercih edilmeyen kimseler için kullanılan bir deyimdir.



(1)Filoksera: Kökeni Amerika olan ve bağlarda görülen bir böcektir. 1863’te İngiltere’de 1868’de Fransa’da yayılarak büyük tahribat yapmıştır. 1873-1880 yılları arasında Fransa bağlarının harab olması yüzünden İzmir çevresinin bağları değerlenmişti. Filoksera, Osmanlı Devleti'nde önce İstanbul ve çevresinde görülmeye başlamış, ardından Edirne, Kırklareli, Bursa, Balıkesir, Bilecik, Manisa, İzmir, Aydın, Denizli ve Afyon da filokseradan zarar gören vilayetler olmuştu. 1875 yılında filokseralı yerlerden gelecek ağaçların Osmanlı Devleti’ne sokulması için sadaretten Rusumet Emaneti’ne yazılmış tebligatın faydası olmamış, 1880 yılında “Üzüm Bağlarına Arız Olan Filoksera Rahatsızlığına Dair Nizamname” yayımlanmıştı. Böylece hastalıklı yerlerden ürün ve bağ çesidi alınması yasaklanmıştı.

F. Reşit Unat, “Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi bir Bakış”, Milli Eğitim Basımevi, 1998, Ankara

(2) Aşçıdede Halil İbrahim: İbrahim Efendi (Aşçıdede), Erzincan velîlerindendir. İsmi İbrâhim bin Halil bin Muhammed Ali Bey’dir ve 1828 (H.1244) sene­sinde İstanbul’da Kandilli’de doğ­muştur. Bir hac seferinde Medine’de vefât ettiği ve orada defnedildiği nakledilir. Babası Muham­med Ali Ağadır. Dedesi de Kastamo­nulu Uzun Halil Ağa diye tanınan meşhûr bir kişidir ve yeniçeri devrinde Anadolu Hisarında köy ağa­sı gibi hatırı sayılırmış. Ba­bası beş yaşında iken yetim kalan Halil İbrahim, amcasının yanında büyü­müştür. Annesi Çerkeşoğulları denilen bir aileden Hasan Ağanın kızı Behiye Hanımdır. İbrâhim Efendiden önce bir kız çocukları doğmuş ve küçük yaşta vefat et­miştir.

“Babası yeniçeri başçavuşu olup, Rusya muhârebesinde iken İbrâhim Efendi doğmuş, babasına müjdelenmiştir. İbrahim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvuf­ta Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sona Erzincan’a gi­dip Hacı Fehmi Erzıncânî hazret­lerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun sohbetlerinde kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede rûznâmeci ola­rak vazîfe yaptıGeçen asrın ikinci yarısında kaleme alınmış olan Aşçı Dede ibrahim Beyin Hâtıraları, tarih ve cemiyet ilmi bakımından çok zengin ve kıymetli bir vesikadır. Herbiri dörder beşer yüz büyük sahifelik üc ciltten mürekkep olan bu hâtıralar, Üniversite Kütübhanesinin Türkce yazmaları arasında bulunmaktadır.

İstanbullu, orta halli, hattâ fakirce bir ailenin evlâdı olarak doğmuş, ilk rüşdiye mektebinde mahdud bir tahsil görmüş, sonra kâtiblikle memuriyet hayatına atılmış, evvelâ Mevlevi ve sonra Nakşibendi tarikatına intisâb etmiş olan ve hayatının sonlarında yine mevlevî olan, tarikatta Aşçı Dedeliğe kadar yükselen İbrahim Bey, kendisine mahsus zarif ve tatlı bir hikâye üslubuna sâhibdir. Hâtıralarında, kuvvetli bir müşahid olduğunu gösteriyor. Bu muazzam eserde yüz yıl evvelki Türk hayatı, İstanbul, Erzincan, Erzurum, Şam, Hicaz ve Edirne vilâyetleri arasında dolaşmış bir memurun hayatı, o memleketlerin hâli, resmî dâireler, kalemler, tekkeler, tekke hayatı, şeyh efendiler, bu şeyh efendilerin nüfuzu pek şirin bir lisanla anlatılmıştır.

Ben, bu zengin ve kıymetli eserden, tahsili mahdut olan muharririnin hikmet konuştuğu yerleri ayıklayıp atarak sizlere en şirin, en güzel taraflarını sunacağım. Aşçı Dede ibrahim Beyin bâzı garib hallerini ve aşırı derecede samimî itiraflarını hoş görünüz, Bu kitab ile kütüphanenize pek orijinal, inanın bana, pek kıymetli bir eser koyacaksınız. İbrahim Beyin hal tercemesi bu hatıralarının içindedir. Ölüm târihini maalesef tesbit edemedim, yaşı yüze yaklaşmış olarak meşrutiyetin ilk yıllarında İstanbulda vefat etmiş olacaktır. Hafızası çok zengin hâtıralarla dolu Edirneli Rakım Bey, memuriyetden Edirnede emekliye ayrılan Aşçı Dede İbrahim Beyin ak sakallı bir pîr olduğunu söylemiştir.

Nerede olduğunu bilmediğim kabri nûr ile dolsun.” 

Reşad Ekrem Koçu



(3)Rıza Tevfik (Bölükbaşı) (1869-1949): İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi, şair ve devlet adamı Rıza Tevfik, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İstanbul’un asayişinden sorumlu kişi olarak Selim Sırrı Tarcan Bey ile birlikte at üzerinde dolaşırdı. Bir sure sonra İttihat ve terakkicilerle anlaşmazlığa düşüp 1912’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girip Sultan II. Abdülhamid’e bir şiir yazarak ondan özür dilemişti.

Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör ........... bak günâhına. 

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına. 

'Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına. 

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına. 

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına! 

Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
........... pis külâhına. 

Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına. 

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına. 

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh'ına. 

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına. 

Rıza Tevfik Bölükbaşı 


1918’de son Osmanlı kabinesinde Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) olarak yer almış, 1919’da Şuray-ı Devlet (Danıştay) Reisliği’ne atanmış ve Şuray-ı Devlet Reisi olarak, Sadrazam Damat Ferit Paşa, Eski Maarif Vekili Bağdatlı Mehmet Hadi Paşa ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey ile birlikte, 10 Ağustos 1920’de (daha sonra 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Andlaşması ile geçerliliğini kaybeden) Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı sonrasında İtilaf Devletleri (Fransa, İtalya, İngiltere, Japonya, Ermenistan, Belçika, Çekoslovkya, yunanistan, Hicaz, Polonya, Portekiz, Romanya ve Yugoslavya) tarafından paylaşılmasına neden olacak, Sevr Andlaşması’nı imzalamış, 1922’de yurt dışına kaçmıştı. Af Kanunu’ndan yararlanarak, 1943’te “hesaplaşmak için değil, vedalaşmak için” Türkiye’ye dönmüş, 31 Aralık 1949 tarihinde felç tedavisi için yattığı İstanbul Vakıf Gureba Hastanesinde Zatürreden vefat etmişti.
Bazı hatıraları, İletişim Yayınları tarafından “Biraz da Ben Konuşayım” adı altında yayınlanmıştı.



Kaynaklar

“Geçen asrı aydınlatan kıymetli vesikalardan bir eser; HATIRALAR” Aşçıdede Halil İbrahim
Reşat Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbaş, İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kollektif Şirketi, Sirkeci-İstanbul, 1959

“Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar”, Nahid Sırrı Örik

Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar”İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Sf 1067

“Matbuat Hatıralarım”Ahmet İhsan Tokgöz,1888-1923, 2, ss.41-42

“GÖZTEPE”, Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu ,Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1969

“Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi bir Bakış”F. Reşit Unat,
Milli Eğitim Basımevi, 1998, Ankara

“Kapalı Hayat Kutusu-KADIKÖY KONAKLARI”, Dr. Müfid Ekdal, YKY, 2004, İstanbul

27 Ocak 2014 Pazartesi

HARAB OLMUŞ BİR KÖŞKÜN, EVRAK-I METRUKESİ...

 İSTANBUL,
GÖZTEPE’DE
İSİMSİZ
   BİR KÖŞK!..

Aslında amacım, genç bir Osmanlı hanımefendisinin ve bir zamanların o yemyeşil kırlarında Göztepe’nin, atıyla yaptığı gezmelerinin hatırına, adı “Atlı Muazzez Hanım Köşk”üne çıkmış olan köşkü keşfetmek, fotoğraflarını çekmek ve kurtarılma öyküsünü anlatmaktı. Bu nedenle çıkmıştım yola ve varmıştım Göztepe’ye...

Artık neredeyse toplasan, iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalmış o güzelim Göztepe Köşklerinden günümüze kadar gelebilenlerden biriydi, “Atlı Muazzez Hanım Köşk”ü. Bir zamanlar, içerisine bugün bir mahallenin sığabildiği büyüklükdeki arazisi içerisinde pek bir rahat, pek bir serbest ve pek bir zarif inşaa edilmiş olsa da, artık o büyük bahçesinin içerisinde yer alan onlarca apatmanın ortasında kalmış bir evleklik vahada yaşam savaşı vermekteydi, ona rastladığım iki sütuna on santimlik bir gazete haberinde... Onun peşine düşmüştüm, akıbeti merak konusu olmuştu o haberden sonra, malikleri tarafından restore edilmek istenmesine rağmen nedense izin verilmeyişiyle haber olmuştu gazetede, restorasyon izni alabilmiş miydi, yoksa bürokrasiye yenik düşmüş, bir apartman’a tahvil mi edilmişti.
Bulabilmek pek de kolay olmadı köşkü, öncesinde Google Map’ten yerini kestirip yola çıkmama rağmen, bir çırpıda elimle koymuş gibi bulamadım elbet, hatta bulabilmek için yardımına başvurduğum, 40 yıldır aynı mahallede, hatta köşkü bulduktan sonra gördüm ki iki apartman ötesinde, ayakkabı ticareti ile uğraşan esnaf dahi ilk kez duymuş gibi baktı yüzüme. Haydi Atlı Muazzez Hanım’ı geçtim, duymamış, işitmemiş, bilmiyor olabilir, ama en azından “Köşk mü? şu apartmanın ardında bir tane var, o olmasın sakın aradığınız?” bile diyemeyecek kadar yaşadığı çevreye yabancılaşmış bir insan örneği...
O kadar çoklar ki...
Yadırgıyamıyorum artık.

Sonunda buluyorum, korktuğum gibi de olmuyor şükür ki, o söz konusu izin alınabilmiş ve restorasyona başlanabilmiş. Ancak yıllarca köşkü sahiplenmiş olan Muazzez hanım’ın varisleri, artık dayanamamış ve elden çıkartmak zorunda kalmışlar ata yadigarı köşklerini ve izni yeni satın alan şirket her nasıl olmuşsa koparabilmiş ve restorasyona başlayabilmiş. O nedenle şu an yüz görümlülüğü istercesine yüzünü bir peçe ardına gizlemiş gibi duran “Muazzez Hanım”ın resimlerini çekmek üzere bahar aylarında belki o çok sevdiğim Nisan ayında tekrar ziyaretine gideceğim, hikayesi de bir başka bahara değil, önümüzdeki bahara kaldı artık, doğal olarak.
...

Arayışlarım sırasında, kör bir sokağın dibinde, kaya sarmaşıklarının arasından göz kırpan, beni çağıran, ancak ulaşılamaz gibi duran bir harabe dikkatimi çekiyor. Ona ulaşabilmek için epey bir ter döküp, sınırlı da olsa yakınına kadar gidip fotoğraflıyorum, hakkında bilgi toplayabildiğimde yazarım diye de, “Göztepe’de isimsiz bir köşk” adıyla bir dosya açıp kaydediyorum bilgisayarıma...

Ancak çok uzun sürmüyor köşkün bu isimsizliği, Kadıköy yakasının tarihi geçmişini anlatan kitaplarıyla tanınmış, Kadıköy’ünde doğmuş ve hala o evde yaşayabilme mutluluğunu ermiş, 96 yaşındaki usta yazar, Dr. Müfid Ekdal’ın artık neredeyse son günlerde elimden hiç düşüremediğim, “Kapalı Hayat Kutusu - Kadıköy Konakları” kitabının 294. sayfasında rastladığım bir fotoğraf bana, bu kaderine terk edilmiş metruk “isimsiz köşk”ün sahibinin adını, hikayesini ve ilk ipuçlarını veriyor, artık onun bir adı var ve bu durumda bu köşk’ün evrak-ı metrukesini yazmak da bana artık farz oluyor.

Köşkün harabesi, eski bir kütüphanenin tozlu raflarında, sonradan yanına yöresine sanki yanlışlıkla ve emaneten konmuş rengarenk  resimli çocuk kitaplarının arasına karışmış, bir gün kendisini farkedecek, okumaya niyet ederek eline alacak son okuyucusunu beklercesine, öyle sabır ve tevekkül içerisinde duruyor, solmuş ve hırpalanmış hatta yer yer yırtılmış, üzerindeki adı ve yazarının ismi okunamayacak derecede silinmiş cildi, rutubetten küflenmiş, yırtılmış, parçalanmış ve eksilmiş sayfalarıyla, karşımda vakur bir şekilde dikiliyordu. Zaman ona çok acımasız davranmıştı...
Bu nadir el yazması kitabı, hoyrat bir elin oradan almasına, özensizce kapağını açmasına ve bir an içerisinde binlerce küçük parçaya ayrılıp, küçücük kağıttan kelebeklere dönüşerek, Ocak ayının o acımasız sert rüzgarlarıyla savrulup gitmesine ve yokolmasına izin vermek istemezdim...   


O evrak-ı metrukenin kapağını araladığımda, içinden çökmek üzere olan bir büyük imparatorluğun son çırpınışlarına, yeni filizlenen ülküsü ve parlayan geleceği ile yeni bir Cumhuriyet’in ilk coşkusuna tanıklık etmiş, bazı olayların çoğunlukla istemeyerek ve gönülsüzce bizzat içerisinde yer almış olsa da ve gelişmeleri direkt etkileyemese de, neredeyse tüm hayatı, o coşkuyla akan ırmağın akıntısı içerisinde savrulup gitmiş, taşkınlarda dışarı atılmış, bir osmanlı beyefendisinin, sonu hüzün, sıkıntı ve yokluklar içerisinde tükenmiş yaşam hikayesi çıkmıştı...

SADRAZAM
SALİH PAŞA ve KÖŞKÜ
Dr. Müfid Ekdal’ın kitabından, köşkün tahminen 70’li, 80’li yıllarda çekilmiş
siyah beyaz bir fotoğrafı.
Tesadüfen aynı noktadan çektiğim fotoğrafta, köşkün bugünkü hali.

1961 yılına ait bu fotoğrafı ortasından ikiye bölen cadde, günümüz Şemsettin Günaltay Caddesi, 61’den bugüne sanki tek değişmeyen Öğretmen Harun Reşit İlköğretim Okulu,
bir de Salih Paşa Köşkü, ancak köşk henüz harabeye dönüşmemiş.
1960 lı yıllarda Köşkün Dr. Nafiz Bey Köşkü bahçesinden görünüşü (kuzeybatı)
(Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu’nun Göztepe kitabından)

1960 lı yıllarda Köşkün Karanfil sokaktan görünüşü (güneybatı)
(Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu’nun Göztepe kitabından)

Minibüs Caddesi olarak bilinen Şemsettin Günaltay Caddesi üzerinde Göztepe ışıkları ve benzin istasyonunu 200-250 metre kadar geçtikten sonra sağda 70’lerde yapılmış dört beş katlı bir apartmanın arasında, caddeden bir hayli içerlek olarak inşaa edilmiş olan köşk ile önündeki bu apartman arasına daha sonraları da derme çatma yapılmış iki katlı, taklit eski havalı, ancak yeni bir bina sıkıştırılmış. Bugün bir çocuk yuvası olarak kullanılan bu limoni sarı bina neredeyse köşk ile burun buruna. Araya da çocuklar oynasın diye bir çocuk bahçeciği sığdırılmış.


Müfid Ekdal kitabında,
“Köşk yoldan biraz içerlek yapılmış, önündeki büyük bir kuyunun üzerine yerleştirilen demir kulenin tepesine bir rüzgar tulumbasının pervanesi monte edilmişti. Çekilen su adet olduğu üzere bir havuza toplanırdı. O yıllarda inşa edilen pek çok evin bahçesinde rüzgar tulumbalarının gıcırtıyla dönen büyük kanatlı pervanelerini görmek mümkündü.”
diye anlatmakta köşkü, önünde caddeye kadar uzanan büyük bahçesini, pervaneli su tulumbasını, kulesini ve havuzunu. 
4 katlı köşkün bodrumu, kuzey cephede iki katı ve güney cephede sadece giriş katı ayakta kalabilmiş, en üstteki cihannüma da diyebileceğimiz çatı arası katı ve önündeki balkonları günümüze ulaşamamış. 

Köşk neredeyse kendini çepeçevre kuşatan, bahçe çitleri ve sac panolar ile çevrelenmiş durumda, bu onu bizden korumak için mi yoksa bizi ondan korumak için mi yapılmış anlamak pek mümkün değil. Ancak geç kalmış olduğu kesin olan bu tedbirin, büyük bir ihtimalle bu tür sahipsiz binalara yerleşerek onun içten içe kemiren hatta çıkarttıkları yangınlar nedeniyle birçoğunu artık geri gelmeyecek bir şekilde ortadan kaldıran, kimsesiz, “tinerci” genellemesiyle adlandırdığımız kişilere karşı alındığı düşünülebilir.
Köşkün, çatı saçağını ve balkonları taşıyan eliböğründeler (konsol)
günümüze kadar gelemeyen ahşap panjurlar, balkon korkulukları ve çatı arası katının balkonunun kapısını çevreleyen sivri kemerli bezemeyi hesaba katmazsak günümüze kadar gelebilen ve örneklerini görebildiğimiz, belki de ahşap yapının en belirgin özellikleri.
Bunları Art Nouveau ya da Art Deco elemanlar olarak nitelendirmek mümkün.

Bu güne kadar çok daha kötülerini, yerle bir olmuşlarını dahi gördüğüm ve şu an kimin mülkiyetinde olduğunu bilmediğim Salih Hulusi Paşa Köşkü’nün, gönül arzu ederdi ki restorasyonu yapılabilsin, gelecek kuşaklara bir örnek olarak aktarılabilsin. Hatta neden Kadıköy sınırları içerisinde bir Cumhuriyet Müzesi’ne dönüştürülmesin. Bu fikrime, birazdan köşkün sahibi olan Salih Hulusi Paşa’nın yaşam öyküsünü okuduğunuzda biraz daha sıcak bakabileceğinizden eminim.

En azından köşkün nasıl bir şey olduğuna dair ipuçları henüz ortadan kalkmadan rölevesi çıkartılabilir, aslına uygun olarak yeniden inşaa edilebilir. Aksi takdirde çok yakın bir zamanda önündeki 70’li yıllarda yapılmış apartman (ki bu sıralar “kentsel dönüşüm” kapsamında o yaşta sağlıksız binalar yıkılarak çok katlı yeni bloklar yapılmakta) ile birlikte yerle bir edilip, büyük bir yeni siteye kurban edilebilir.   

Köşkün, çatı saçağını taşıyan eliböğründelerden (konsol) detay.

Eğer böyle bir şey söz konusu olacaksa da en azından, bir ön şart olarak izin verilmeden önce, köşkün kalması ve gerçek bir restorasyon uygulaması ile birebir ihya edilmesi koşulu öne sürülebilir, ki bu tarz örnekler fazlaca var. Ancak elbette bunun da, betonarme konstrüksiyon üzerine “american siding ” tarzı bir ahşap kaplama ile yapılmayacağı, yapılamayacağı da belirtilmeli. Bir de asla ve asla “Hansel ve Gretel’in” kurabiye evlerine, ya da krem şantili pastalara dönüştürülmemeli.






Köşkün Güney Cephesinde sadece bodrum ve
üzerindeki giriş katı ayakta kalabilmiş.


Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarına tanık olan Salih Hulusi Paşa,

bu süreçte önemli bir yere sahip olmuş, o büyük değişimin bir parçası olmuştu.

Salih Hulusi Paşa
(1864-1939)

VI. Mehmed Vahdettin’in padişahlığı döneminde Osmanlı Devleti’nin son olmasa da 217. Sadrazamı olarak görev yapan Salih Hulusi,
1864 yılında yine bir Osmanlı Paşa’sı olan Bahriye Koramirallerinden, İstanbul Liman Reisi olan, aslen Kafkasya’nın Şapsih kabilesinin Kezrak neslinden Dilâver Paşa’nın(1) üç oğlundan biri olarak, İstanbul’un Tophane semtinde dünyaya gelmişti. Bir de hemşiresi (kızkardeşi) vardı.
Dilaver Paşa

Babası Dilaver Paşa Rodos mutasarrıflığı görevindeyken, Salih Hulusi, sürgün olarak Rodas’ta bulunan meşhur edebiyatçı ve gaze­teci Ahmed Midhat Efendi’den dersler almış, diğer yandan da Rüştiye Mektebinden mezun olmuştu. 1878 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ne girmiş, dört yıl süren tah­silinden sonra,
13 Ağustos 1882’de Harbiye Mektebine yazılmıştı.
8 Temmuz 1885’de sınıfının birincisi olarak ve teğmen rütbesi ile kurmay sınıfına ayrılmış,
Harp Akademisine girmişti.
10 Haziran 1886’da üsteğmenliğe terfi etmiş,
30 Mayıs 1888’de de yine sınıfının birincisi olarak kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuştu. Aynı yıl tekrar terfi ederek,
8 Temmuz’da kolağası (Osmanlı’da yüzbaşılık ile binbaşılık rütbeleri arasındaki bir rütbe) rütbesini almış, Genel Kurmay’ın 3. şubesine alınarak çeşitli görevlerde istihdam edilmişti.
1888’de Bulgaristan Hudut Memurluğuna,
4 Haziran 1890’da da Şimendifer Hattı Müfettişliği’ne tayin edilmişti.
22 Ekim 1890’da mesleğini ilerletmek ve geliştirmek üzere Almanya’ya staja gönderil­miş,
8 Haziran 1894’te Almanya’dan dönmüştü.
9 Ekim 1894’de kurmay binbaşılığa terfi etmişti. Golç Paşa*nın önerisiyle Erkan-ı Harb heyetine başkan seçilerek hudut tetkiki için Sırbistan ve Bulgaristan sınır bölgesine gönderilmiş ve yine Golç Paşa’nın teklifiyle
23 Ekim 1895’te Kurmay Okulu’nda Ünlü Savaşların Tenkit ve Tahlili Derslerinin verildiği Harp Tarihi öğretmenliğine tayin edilmişti.

Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz
Colmar von der Goltz, Golç Paşa
(12 Ağustos 1843 Doğu Prusya-19 Nisan 1916 Bağdat)

*Golç Paşa: Colmar von der Goltz, 1878'ten sonra ordunun şeklini değiştirmek amacıyla bir askeri heyetle İstanbul’a gelmiş, askeri okullarda köklü reformlar yapmış, Osmanlı ordusunun Kurmay Başkan Yardımcılığına ve Mareşal rütbesine kadar yükselmiş Prusyalı asker ve yazardır. Golç Paşa’nın Osmanlı Ordusu’nu yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlı Devleti, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini de vermişlerdi.


Salih Hulusi,
16 Temmuz 1896’da kurmay yarbay olmuş,
16 Temmuz 1897’de Bulgaristan Komiserliği’ne atanmış, Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Yanya cephesinde yer alan kurmay heyetinin içinde yer almış, savaş sonrasında, Narda’da toplanan mütareke müzakerelerine askeri delege olarak katılmış, sınır düzeltme komisyonlarında edindiği tecrübeden yararlanarak Yunanlıların yapmak istediği hileleri farkederek, buna fırsat vermemiş ve Yunanlıların eski sınırlarına çekilmesin­de bir hayli etkili olmuştu. Savaştan sonra yarbay karşılığı olan Kaymakamlık rütbesine yükseltilmiş,
10 Temmuz 1898’de de kurmay albaylık rütbesine yükselmişti. Bu sırada babasının vefatı nedeniyle bu görevinden,
5 Ekim 1898’de istifa etmiş ve babasının işlerini düzenlemeye çalışmıştı.
5 Mart 1900’de askerliğe geri dönmüş ve yeniden Genelkurmay 3. Şubesine atanmıştı. Bu sırada Salih Hulusi, her konuda korkusuzca tavırlarıyla tanınan ve bu nedenle de “Deli” olarak anılan, 3 eşinden olan 18 çocuğunun isimlerini hatırlayamadığından sofraya yaş sırasına göre oturtan ve onlara bir numara, beş numara, vb” şeklinde seslenen  Muşir (Mareşal) Fuad Paşa’nın kızlarından Ramiye hanım ile evlenmişti.    
Muşir (Deli) Fuad Paşa
(1835 , 1931)
II. Abdülhamid tarafından muşirliğe yükseltilen, devlete ve padişaha yakınlığı ve muhabbetiyle tanınan Fuad Paşa, 1903'de İzzet Holo, Kabasakal Mehmed Paşa, Ali Şâmil gibi saray jurnalcilerinin etkisiyle gözden düşürülmüş ve yine II. Abdülhamid’in emriyle bütün rütbe ve nişanları geri alınarak Şam’a sürgüne gönderilmişti. Bu durumdan damadı olarak Salih Hulusi de nasibini almış, Diyarbakır’a sürülmüş, ancak yine jurnalcilerin israrları üzerine Diyarbakır yolundayken, Sivas’ta Divan-ı Harb’de muhakeme edilmek üzere elleri kelepçelenerek götürülmüş, 2 sene boyunca hakkında hiçbir hüküm verilmeden Sivas’ta tutulmuş, maaşı verilmemişti.
24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla Sivas’taki sürgün sona ermiş, İstanbul’a dönen Salih Hulusi Genel Kurmay 2. Başkanlığı sorumluluğu ile tekrar görevine başlamıştı.

Nâzım Paşa’nın görevden çekilmesi üzerine
25 Şubat 1909’da korge­neralliğe yükselen Salih Hulusi Paşa 2.Ordu kumandanlı­ğına tayin edilmiş, 31 Mart hadisesi sırasında 3.Ordu kuman­danı Mahmud Şevket Paşa ile haberleşerek, çeşitli sınıflardan oluşturduğu askeri birlikleri Şevket Turgut Paşa komutasında İstanbul’a göndermişti. Salih Hulusi Paşa, Mahmud Şevket Pa­şa ile Lüleburgaz istasyonunda trende buluşmuş, Ayastefenos’a (Yeşilköy) kadar konuşa konuşa gelmişler, Mahmut Şevket Paşa, Yeşilköy Yat Klubünde II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ile ilgili gayrı resmi toplantıya katılmak üzere trenden inmiş, Salih Hulusi Paşa ise aynı trenle Edirne’ye görevi başına geri dönmüştü.
15 Nisan 1909’da Harbiye Nazırlığına tayin olan Salih Hulusi Paşa,
28 Nisan 1909’da kurulan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde de aynı görevi sürdürmüştü.
8 Ekim 1909’da orduda rütbe ve makamlar için yeni yapılan düzenleme sırasında rütbesi korgenerallikten tuğgeneralliğe yükseltilmişti.

31 Mayıs 1910’da Hakkı Paşa kabinesinde Bahriye Nazırlığına getirilen Salih Hulusi Paşa, Ekim ayında kendi isteği ile bu görevden çekilmişti. 1911’de Meclis-i Ayan üyeliğine tayin edilen Salih Hulusi Paşa, daha sonra da Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Büyük Kabinesi’nde Paşanın özel ısrarlarını kıramayarak
6 Ağustos 1912’de Na­fıa (Bayındırlık) Nazırlığını üstlenmiş, ancak kabinenin kısa bir süre sonra, 16 Ekim 1912’de düşmesi üzerine görevi sona ermişti. Ardından yeni kurulan Kıbrıs­lı Mehmed Kâmil Paşa kabinesinde bu kez Bahriye Nazırlığı’na getirilmiş, bu sırada Balkan Savaşı Barış Görüşmeleri nedeniyle Ziraat ve Ticaret Nazırı Reşid Paşa başkanlığında Berlin Büyükelçisi Osman Nizami Paşa ile birlikte askeri delege olarak Londra’ya gönderilmişti.
Londra Konferansı’na giden heyet gemide, sol başta gözlüklü olan Salih Hulusi Paşa.

Salih Hulusi Paşa ve heyet Londra Müzakerelerinde görüşmelere katılırken,
23 Ocak 1913’te İstanbul Bâb-ı Âlî Baskını gerçekleşmiş, Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülmüş, Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa zorla istifaya zorlanmış ve iktidar İttihat ve Terakki’nin eline geçmişti.
Londra Konferansı’na giden heyet gemide, sağ başta gözlüklü olan Salih Hulusi Paşa.
Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında kurulan Mahmud Şevket Paşa Hükümeti Lond­ra Konferansı heyetini sadece başkan Reşid Paşa Londra’da kalmak üzere, geriye çağırmış, İstanbul’a dönen Salih Paşa, I. Dünya Savaşı’nın sonuna dek sadece Ayan Meclisi’ndeki üyeliğinin gerektirdiği işlerle meşgul olmuş, savaşın sonunda hastalanan eşi Ramiye hanım’ı tedavi ettirmek amacıyla İsviçre’nin Davos kentindeki sanatoryuma götürmüş ancak bu fayda etmemiş eşini kaybetmişti. Bu sırada İstanbul’da kurulan Tevfik Paşa hükümetinde Nafıa Nezareti’ne atanmış olmasına rağmen, mağlup devletler statüsündeki ülkelerin vatandaşlarının galip ülkeler tarafından sınırlandırılması yüzünden Türkiye’ye dönemediği için işbaşına gelmesi mümkün olmamıştı. İbnülemin (dost kişi anlamına gelir) Mahmut Kemal İnal*, Salih Hulusi Paşa’nın bu durumunu şu şekilde kaleme aldığını nakletmektedir:
“Bu me’şum mütarekeden sonra mağlup hükümet mensuplarına galip hükümetler tarafından hiç bir hak tanınmamış, haricde kalanların memleketlerine avdetlerine müsaade şöyle dursun telgraf veya mektup ile haberleşmelerine bile müsa­ade edilmemiştir. Vatan da neler olduğuna dâir sekiz ay ka­dar haber alamamışımdır.”


*İbnülemin Mahmut Kemal İnal (17 Kasım 1870 - 24 Mayıs 1957)

Türk yazar, tarihçi, edebiyat tarihçisi ve müzeci. Osmanlı Devleti’ne 33 yıl boyunca çeşitli görevlerde hizmet eden İbnülemin, II. Abdülhamid devrinde Yıldız Sarayı arşivinde görev yapmış ve Cumhuriyet devrinde ise arşivin tasnif edilerek Başbakanlığa devredilmesine başkanlık etmişti. 1913 yılında Süleymaniye Camii külliyesinde “Evkaf-ı İslâmiye Müzesi” adıyla kurulan Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin kurucusudur.

Paris’e barış görüşmeleri için kalabalık bir heyet ile giden Sadrazam ve aynı zamanda da Hariciye Nazırlı­ğını da uhdesinde bulunduran, Sultan VI. Mehmed Vahdettin’in ana bir kız kardeşi Mediha Sultan ile evli olan Damat Ferid Paşa’nın İngiliz ve Fransız yarbayların refakatinde Lozan’a gideceğini ve İsviçre’de bulunan şehzade ve sultanları alarak İstanbul’a götüreceğini bir gazetede okuyan Salih Hulusi Paşa, hemen Lozan’a giderek Sadrazam Damat Ferit Paşa ile görüşmüştü. Sadrazam, Salih Hulusi Paşa’nın İstanbul’a dönebilmesini sağlamak adına, İstanbul’a dönüşünde yapmayı düşündüğü kabine değişikliği içerisinde kendisine bir görev verebileceğini teklif etmiş ve bu sayede İstanbul’a dönüşünün de bu suretle halledilebileceğini söylemişti. Paris görüşmelerine gelmeden önce, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine,
15 Mayıs 1919’da istifa eden Sadrazam Damat Ferit Paşa aynı gün tekrar kabineyi kurmakla görevlendirilmişti.
Paris Barış Konferansı’nda Türk Delegasyonun uğradığı muamele dolayısıyla 20 Temmuz’da bir kez daha istifa eden Damat Ferit Paşa, israrla üçüncü kez ertesi gün tekrar Sadrazamlığa atanmıştı. İşte bu karmaşa içerisinde Salih Hulusi Paşa, Bahriye Nazırı sıfatıyla İsviçre’den
21 Temmuz 1919’da İstanbul’a dönebilmişti.

Anadolu’da Müdafaa-yı Hukuk hareketinin Sivas Kongresi’nde yönetimi ele geçirmesi üzerine Damat Ferit Paşa, 30 Eylül’de 3. kez istifasını vermiş, bu kez kayınbiraderi Sultan VI. Mehmed Vahdettin Hükümeti kurma görevini, ordunun tavrını da göz önüne alarak bir askere, Ali Rıza Paşa’ya vermişti. Sadrazam Ali Rıza Paşa,
2 Ekim 1919’da hükümeti kurmuş,
31 Ağustos 1919’da Korgeneralliğe terfi eden Salih Hulusi Paşa’yı da yine Bahriye Nazırı olarak tayin etmişti.

Sadrazam Ali Rıza Paşa, vakit kaybetmeden Anadolu’da yükselen mukavemet güçlerinin İstanbul Hükümeti ile arasını düzeltmek için, görüşmeler yapmak üzere Bahriye Nazırını
15 Ekim’de Anadolu’ya, Amasya’da Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeye göndermişti.
4 -11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresi’ni gerçekleştiren ve tekrar Amasya’ya gelen Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye, Salih Paşa ile 
18 Ekim 1919 tarihinde buluşmuş,
22 Ekim 1919 tarihinde de “Amasya Protokolleri”ni imzalamıştı. Mustafa Kemal, “Amasya Görüşmeleri” hakkında ve bu görüşmelerde Salih Paşa ile Heyet-i Temsiliye adına imzalanan protokoller ile ilgili olarak, Nutuk’ta şöyle yazmıştı; 


“Efendiler, hatırlayacaksınız, Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Amasya’da buluşmak kararlaştırılmıştı…Salih Paşa, 15 Ekimde İstanbul’dan yola çıktı. Biz de 16 Ekimde Sivas’tan yola çıktık. 18 Ekimde Amasya’da bulunduk. Salih Paşaya, uğrayacağı iskelelerde milli teşkilatlarca parlak karşılama törenleri yapılması ve bizim adımıza ‘Hoş geldiniz’ denilmesi için yönerge verilmişti. 



Biz de, Amasya’da, pek büyük gösterilerle kendisini karşıladık. 



Salih Paşa ile Amasya’da 20 Ekimde başlayan görüşmelerimiz, 22 Ekimde sona erdi. Üç gün süren görüşmeler sonunda ikişer sayı olmak üzere beş tane protokol düzenlendi. Bu beş protokolden üçünü, Salih Paşa’da kalanları biz, bizde kalanları Salih Paşa imzaladık. İki tane protokol, gizli sayılarak imza edilmedi. 



Amasya buluşması sonucu olan kararlar, kolordulara da bildirildi. 

Efendiler, sıra gelmişken bir noktayı belirtmek isterim. Biz milli teşkilatların ve Heyeti Temsiliye’nin İstanbul Hükümetince resmi olarak tanınmış bir siyasal varlık olduğunu; görüşmelerimizin resmi olduğunu ve sonuçlarına göre iş görmek gerektiğinin taraflarca kabul edilmiş bulunduğunu açıkça ortaya koydurmak istiyorduk. 

Bunun, için, görüşme sonuçları ile ilgili tutanakların protokol olduğunu kabul ettirmek ve İstanbul Hükümetinin delegesi olan Bahriye Nazırına imzalatmak önemli idi.”


İmzalanan bu protokollere göre, İstanbul hükümeti ile vatan sathındaki mukavemet güçleri arasında işbirliği yapılması ve ortak amaçlar için çalışma şekli ve esasları belirlenmişti. Ancak, bu protokoller işgalci güçlerin baskısıyla uygulanamamıştı. Ancak, Ali Rıza Paşa Hükümeti gayretlerinden vazgeçmemişti.
21 Ocak’ta Padişah tarafından dağıtılan Meclis-i Meb’usan için seçim yapılmış, çoğu direniş yanlısı Meb’us seçilmişti. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Mebusu seçilmiş ve
29 Aralık’ta hükümet daha önce dile getirilmemiş bir davranışla “Mustafa Kemal Paşa’nın ordudan atılmadığını, istifasının kabul edildiğini” bildirmiş, Mustafa Kemal Paşa’nın nişanlarını ve bütün haklarını iade etmişti. Mustafa Kemal Paşa, Meclis toplantılarına katılmamış ancak, bir kutlama telgrafı göndererek kürsüden okunmasını sağlamıştı.
17 Şubat’ta Meclis-i Meb’usan,
Misak-ı Milli’yi kabul etmiş, bu gelişmelerden telaşlanan İngilizler’in ve müttefiklerinin baskısıyla Ali Rıza Paşa Hükümeti,
3 Mart 1920’de istifa etmişti.

Sultan VI. Mehmet Vahdettin, is­tifayı kabul edip Ahmed Tevfik Paşa’ya sadaret teklif ettiyse de ihtiyar devlet adamı bunu reddetmiş, bunun üzerine de Başkatip Ali Fuad Bey (Türkgeldi) ya istifayı reddedin, ya da Ahmet Tevfik Paşa’ya ısrarcı olun, o da olmuyorsa Salih Hulusi Paşa’ya mühr-ü hümayun’u tevcih edin” deyince, Sultan VI. Mehmet Vahdettin, tekliflerin içerisinde eniştesi Damat Ferit’in adının telaffuz edilmediğini anlamış, “şimdi mesele anlaşıldı, herkes gibi siz de Ferit Paşa’yı istemiyorsunuz” demişti. Böylelikle Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in gönlünde yatanın tekrar eniştesi Damat Ferit Paşa’nın hükümeti kurması olduğu anlaşılmış, ancak Anadolu’nun ağır baskısı altında bunu gerçekleştirememişti.
8 Mart 1920’de tüm bunların sonucunda, Ali Fuad Bey’in tavsiyesine uyarak Meclis’ten bakan almaması kaydıyla, hem Anadolu’ya ve hem de Meclis’e ters düşmeyecek biri olan, aynı gün Mareşalliğe de terfi etmiş olan Salih Hulusi Paşa, Sadrazam olarak atanmıştı. Ancak Salih Hulusi Paşa bu görevi istemeye istemeye kabul etmişti. Ali Fuad (Türkgeldi) Bey o günü şu şekilde anlatmıştı:

“...Salih Paşa sadaret için çağırıldığını anlayınca ağlama­ğa başlayarak, asla kabul etmeyeceğini ifade etdi. Ben de, vaziyetin pek vahim olduğunu eğer kabul etmedikleri takdir­de vazifenin Damad Ferid Paşa’ya verileceğini, o zamanda çıkacak kötülükleri ortaya serdim. Huzura çıktı, orada da bir hayli tereddüt etmişse de Tevfik Paşa’da huzurda oldu­ğundan her halde emniyet gelmiş olacak ki kabul ettiğinde Padişah beni çağırttı ve hatt-ı hümayunu hazırlatma emrini verdi. 8 Mart 1920’de mühr-ü hümayun elinde olduğu halde Bab-ı Alî’ye gelerek kendisi ve Şeyhülislam Hayderizade İbra­him Efendi ile birlikte hatt-ı hümayunu getirmemi beklediler. Arz odasında Rıfat Bey tarafından okunan hatt-ı hümayun­dan sonra tebrik merasimine geçildi.”



Sadrazam olan Salih Hulusi Paşa, Padişah’ın isteği doğrultusunda kabineye Meclis’ten kimseyi almamış, kabinede Harbiye, Dahiliye ve Hariciye Bakanları ile Şeyhülislam’ın yerlerini korumuş, sadece eski kabineden üç üyenin görev alanlarını değiştirmişti. Bu haliyle Salih Hulusi Paşa Hükümeti, Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin devamı görünümündeydi. Hükümette Milli Mücadeleye yandaş olan Rauf (Orbay) Bey’in başkanlığındaki “Felah-ı Vatan Grubu”ndan (Vatanın Kurtuluşu Grubu) kimse alınmamış, dışarıdan alınacak üyeler için de Grubun düşüncesi sorulmamıştı. Kabineye güven oyu vermemeyi düşünen grubun düşüncesine göre bu hükümet sarayın Damat Ferit Paşa’ya zaman kazandırmak için yaptığı bir tertipti. Onlar öyle düşünürken, yeni hükümete vakit tanımak istemeyen müttefikler,
16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal etmiş, işgalin yapılacağı saraya Fransız Sefareti baştercümani tarafından, Bab-ı Ali’ye ise İngiliz Sefareti baştercümanı tarafından tebliğ edilmişti. İşgali sabah öğrenen Sadrazam Salih Hulusi Paşa ve Hükümeti bu durumu protesto etmiş, Meclis-i Mebusan üyesi bir grup milletvekili de Padişahı ziyaret ederek Meclis’in kabul etmeyeceği hiçbir andlaşmayı imzalamamasını istemişti.

İşgalci İngiliz birlikleri Karaköy Rıhtımı’nda...


İşgal kuvvetleri Meclis’i basmış, yakalayabildikleri Milletvekillerini ve İttihatçıları Malta’ya sürgüne yollamış ve Meclis’i,
18 Mart’ta da kapatmıştı. İşgal kuvvetlerinden kurtulabilen milletvekilleri birer ikişer Anadolu’ya geçmiş, tevkif edilip sürgüne gönderilen milletvekillerinin yerine yeni milletvekilleri seçmişlerdi.

Salih Hulusi Paşa, 28 günün sonunda,
2 Nisan 1920 günü sadaretini tamamlamış, müttefiklerin isteği olan Kuvay-ı Milliye’yi kınamayı ve milli liderlerin gıyaben de olsa idama mahkum edilmeleri hakkındaki İngiliz isteklerini kabul etmeyerek ve “Böyle bir denaati kabul edemem” diyerek is­tifasını sunmuş, vicdanen kendini, tarih huzurunda beraat ettirmeye muvaffak olmuştu.

Ardından dördüncü kez Sadrazam olan Damat Ferit Paşa, Şeyhülislam Dürri zade Abdullah Efendi’nin fetvaları ile Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama mahkum ettirirken, Kuvay-ı Milliyeyi kınamayı reddeden Salih Hulusi Paşa’yı da on beş sene mahkumiyet istemiyle Divan-ı Harb’e sevk etmek istemiş, tebligat yaptırmış, ancak Milli Mücadele liderleriyle anlaşmaktan başka çare kalmadığını düşünen müttefik devletler temsilcilerinin saraya giderek,
Ferit Paşa’nın çekilmesini istemeleri üzerine
Ferit Paşa kabinesinin,
17 Ekim 1920’de istifa etmesiyle dava sonuçlanamamıştı.

Damat Ferit’in istifasının ardından
21 Ekim 1920’de kurulan Tevfik Paşa kabinesinde Salih Hulusi Paşa, yeniden Bahriye Nazırlığına getirilmişti.
2 Aralık 1920’de Dahiliye Nazırı Ahmed İzzet Paşa’nın başkanlığında kurulan heyette Hüseyin Kazım, Rasathane Müdürü Fatin Efendi (Gökmen), İsviçre Elçisi Cevat Bey ve
Bab-ı Ali Hukuk Danışmanı Münir Bey (Ertegün), Topçu Binbaşısı Hasan, Yaver Naci Ali, Yaver Bahriye Yüzbaşısı Hikmet Bey ile birlikte yer alan Salih Hulusi Paşa,
3 Aralık’ta özel bir trenle İstanbul’dan yola çıkmış, Sapanca’da otomobilleri çamura saplanınca üç gün sonra Bilecik’e ulaşabilmişti. Mustafa Kemal’de beraberinde Çerkeş Ethem, kardeşi Reşit Bey, Kazım Paşa, Celal Bey, Kılıç Ali Bey, Eyüp Sabri Bey, Hakkı Behiç Bey ve Hacı Şükrü Bey ile birlikte özel bir trenle Ankara’dan Eskişehir’e hareket etmiş, ancak Eskişehir’de çerkeş Ethem kaçınca İsmet İnönü, Celal bey ve Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars’ı alarak Bilecik’e geçmiş ve Mustafa Kemal başkanlığındaki heyet,
5 Aralık 1920’de Bilecik İstasyonu’nda İstanbul’dan gelen heyet ile buluşup görüşmelere başlamıştı. Mustafa Kemal İstanbul’dan gelen heyetin esaslı bir öneriyle gelmediklerini ve yetkisizliklerini öne sürerek İstanbul heyetinin İstanbul’a dönmelerine izin vermemiş, ertesi gün onları da beraberinde Ankara’ya götürmüş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine katıldıklarını bir ajans aracılığıyla ilan ettirmişti.

Salih Hulusi Paşa, Ankara’da üç ay ikamet etmek zorunda bırakılmış, İstanbul’a döndüğü takdirde tekrar resmi bir görev almayacağına dair yazılı bir taahhütname verince,
7 Mart 1921’de İstanbul’a dönmesine izin verilmişti. Ancak Tevfik Paşa’nın kurduğu son Osmanlı kabinesinde yine Bahriye Nazırlığı görevine getirilmişti.
1 Kasım 1922’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Saltanatın kaldırılması sonrasında,
4 Kasım günü son toplantısını yapan İstanbul’daki Tevfik Paşa Hükümeti istifasını Padişaha sunmuş, böylelikle Salih Hulusi Paşa da istifa eden kabine ile birlikte son Bahriye Nazırı olarak istifa etmişti.

1914-15 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü’nde başkanlık da yapan Salih Hulusi saltanatın kaldırılmasından sonra siyasetten çekilmiş, Göztepe’deki evine çekilmiş, münzevi bir hayat yaşayarak, ömrünün son yıllarını ekonomik sıkıntılar içerisinde geçirmişti.



1935’de Yedigün adına, Aslan Tufan Yazman’ın, Salih Paşa ile yaptığı bir ropörtajı;
“Mütareke yıllarının siyasal hayatına karışmış simalardan birisi de Salih Paşa’dır. Göçen imparatorluğun bu eski sadrazamını Göztepe’deki köşkünde ziyaret eden muharririmiz gördüklerini okuyucularımıza anlatıyor”
başlığıyla şöyle yayınlamıştı.
“Göztepe’de metruk denilebilecek kadar bakımsız bir bahçenin kapısından içeri girdik. Kapının açılma haberini köşke kadar ulaştıran bir mahalle serçisinin çıngırağı tepemizde ötmeğe başladı. Ufak ve boyasız köşkte derin bir sessizlik var. Kapılar ve pencereler sımsıkı kapanmış... Kafesli pencerelerin deliklerinden, arkadaki camın lokma lokma pırıltılarından başka bir şey görünmüyor.
Beş dakika sonra ta derinlerden yere sürünen bir pantufle sesi gelmeye başladı. Ardı sıra bir kapı gürültüsü duyuldu ve nihayet ikinci bir çıngırağın sesi ile karışık köşk kapısı açıldı.
Başındaki ince örtüsü omuzlarına dökülen ihtiyar bir kadın bizim geldiğimizi yukarıya haber vermeğe gitti.
Saatlerimize bakıyoruz. Yelkovanlar beşer dakikalık mesafeleri bin nazla aştıkları halde yukarıda hala bir kıpırdanma yok...
Arkadaşım fotoğraf makinasını bir ağacın kuruyan dalına astı ve oracıkta tahta bir kanepeye iliştik.
Hala bekliyoruz...
Yarım saat kadar sonra o kadın tekrar geldi:
Buyurunuz!.. dedi.
Temiz, tertemiz bir taşlıktan, loş bir koridora geçtik. Dar bir merdivenden ikinci kata çıktık.
İşte 17 yıl evvel tarihimizin en civcivli zamanında düşman donanmalarının İstanbul önlerinde göründüğü acı günlerde sadrazam olan eski bahriye nazırı (Salih Paşa) bizi kabul odasının eşiğinde bekliyor...”

Son yıllarında onunla görüşen bir diğer kişi de, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’dı ve Salih Hulusi’nin son yıllarını şu kelimelerle dile getirmişti:

“Göztepe’deki evine bazen giderdim. Ziyaretimden pek memnun olurdu. Hakkettiğimin pek üzerinde hürmet gösterirdi. Çektiği çile­leri, sürgün olduğu günleri uzun uzadıya anlatırdı. Son za­manlarında bir hizmetçi kadın ile adeta fakirane bir hayat yaşadığına şahid oldum, pek üzüldüm. Ziyaretlerimden birinde sokak kapısını kendi açtı. Bir şeyler içirmek şart, içirmemek ayıb olduğundan ve hizmetçisi bir yere gitmiş olduğundan bir şişe maden suyu getirip içmemi rica etdi bu halden büyük üzüntüye kapıldım.”

İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Salih Hulusi Bey’in “Ben mahrumiyetden kederlen­mem. Her hali hoş görürüm eskiden şöyleydi, şimdi böyle demem, bin lira ile de geçinirim yüz lira ile de geçinirim.”
dediğini de aktarmıştı.

1934 yılında “Kezrak”soyadını alan Salih Hulusi,
20 Ekim 1939’da Göztepe’deki evinde,
75 yaşında vefat etmiş, eski bir askere yaraşır şekilde, askeri törenle Eyüp Sultan, Gümüşsuyu Kabristanına defnedilmişti.

Kabir taşında latin harfleriyle;
.........................................

Amiral Dilaver oğlu
Sadrazam Mareşal
Salih Hulusi Kezrak Efendi
-El fatiha-
25.10.1939
.........................................
yazılmıştı.



(1) Dilâver Paşa:



Bahriye Koramirallerinden İstanbul limanı reisi Dilaver Paşa aslen Kafkasya kabilelerinden Şaps kabilesinin Kezrak sülalesine mensuptu. Küçük yaşında Tunus Valisi Ahmed Pa­şa tarafından eğitilmiş, Tunus’da Arabça ve Türkçeyi öğrenmiş, İtalya’da bahriye eğitimi almıştı. Eğitimini tamamladıktan sonra Tunus’da denizcilik mesleğine başlayan Dilâver Paşa, 1854’de İngiliz ve Fransızlarla müttefik olarak Rusya ile girilen Kırım Savaşı’nda Tunus Donanmasıyla, İstanbul’a gelmiş ve savaşta büyük yararlıklar göstererek Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Damad Mehmed Ali Paşa’nın dikkatini çekmiş ve kendisine Osmanlı Donanması emrine girmesini teklif etmişti. Böylelikle Osmanlı Donanması emrinde Mirliva (Tuğgeneral, Tümgeneral rütbeleri arasında bir Osmanlı askeri rütbesi) olarak çalışmaya başlayan Dilâver Paşa 1909 yılında vefat edene dek Devlete önemli hizmetlerde bulunmuştu.

Dilaver Paşa

Üç kez Karadağ Muharebelerine katılıp fedakarca savaşmış, daha sonraki dönemde Sultan Abdülaziz’in 1863 yılında Mısıra yaptığı seyahat sırasında Saik-i Şadi vapuru süvariliğini üstlenmişti. Dilaver Paşa’nın adı, Zonguldak, Ereğli kömür havzasında önemi büyüktür. Hatta bugün Zonguldak’ta bir mahalle ve spor kulübünde Dilaver adı yaşatılmaktadır. 




“Havza Maden Müdürlüğü” yerine yeni kurulan Ereğli Maadin Nazırlığına

(Ereğli Madenleri Müdürlüğüne), aynı zamanda Ereğli Kaymakamı ve Bahriye Kaymakamı unvanıyla birlikte Dilaver Paşa atanmıştı. Zonguldak kömür havzasında kömür üretiminin başladığı tarih olarak kabul edilen 1848 yılından 1865 yılına değin, işçi ve işveren ilişkileri örf ve adetlerle idare edilmişti. Asıl amacı üretimin artırılması olsa da, ilk olarak Havza'da işçi ve işveren ilişkisini düzenleme ihtiyacını Dilaver Paşa duymuş, Bahriye Nezareti’nce oluşturulan komisyon tarafından, 8 Mayıs 1867 tarihinde Maden katibi İsmail Hakkı, Kolağası (Yüzbaşı) Hasan Tahsin, Miralay memuru mahsusu (Alaya bağlı memur) Mehmet Sait, Maden Komisyonu Başkanı Hüseyin ve Maden Müdürü ve Kaymakam Dilaver imzasıyla 100 maddelik “Ereğli Maden-i Hümayun İdaresinin Nizamnamesi” hazırlanmıştı.




Bu nizamname ile Dilaver Paşa, kömür havzası ile ilgili olarak hukuki, idari ve teknik konular yanında işçi ve işveren ilişkilerinin düzenlenme yoluna gitmişti. Dilaver Paşa Nizamnamesi işçiyi korumaktan çok üretimi artırma amacına yönelikti ve zorunlu çalışma esasını benimsemişti. Dilaver Paşa Nizamnamesi gerçekte gerekli onaydan geçmediği için nizamname yani tüzük niteliğini almamıştı. Ancak Ereğli Kömür Madenlerinin yönetim sorumluluğunu yüklenmiş olan Dilaver Paşa tarafından hazırlanmış bir tüzük tasarısı olarak bölgede fiilen uygulanmıştı. Dilaver Paşa Nizamnamesi ile üretim artışı sağlanmış, ancak alınan sosyal tedbirlerin uygulanması mümkün olmamıştı. Dilaver Pasa Nizamnamesi ile Ereğli köylülerine getirilen zorunlu çalışma mükellefiyeti,1869 tarihinde çıkarılan Maden Nizamnamesi ile kaldırılmış, çalışma düzeni ile ilgili birçok yeni düzenleme yanında, ocak sahiplerinin madenlerde eczane açmak ve doktor bulundurmak zorunluluğunu da getirilmişti. Dilaver Paşanın Ereğli’de ki görevi 21 Mayıs 1866 - 23 Mart 1868 tarihleri arasında 2 yıl kadar sürmüştü.



Ereğli sonrası Dilaver Paşa 1868 yılında Tuna Nehri İdaresi Başkanlığına getirilmiş, bu görevi 1 yıl sürmüştü. 1872 yılında Rodos Kaymakamlığı görevine getirilen Dilaver Paşa tekrar rütbesinin iadesi ile Tuna Nehri İdaresi Başkanlığına ikinci kez getirilmişti. Dilaver Paşa 1877‐78 Osmanlı‐Rus savaşında Tuna filosu komutanı olarak bulunmuştu. Mirliva Dilaver Paşa Tuna elden çıkınca ata binerek “Çerkes Gönüllü Süvarileri”ne komuta etmişti. Savaştaki üstün gayretleri sebebiyle Müşir Süleyman Paşanın tavsiyesi ile rütbesi Ferik’liğe (Tümgeneral ile Korgeneral rütbeleri arasında bir askeri rütbe) terfi etmişti. Dilaver Paşa Osmanlı-Rus savaşı sonrasında 1882 yılında İstanbul liman Başkanlığı görevine getirilmiş, 1896 yılında da emekliye ayrılmış, bir yıl sonra 1897 de vefat etmişti. Ocak 1943 tarihinde Doğu (Büyük Ülkü Gazetesi) adlı derginin 4. sayısında: “Dilaver Paşa’nın oğlu Salih Hulusi (Kezrak) Paşa ölümünden önce Zonguldak’a gelip babasının çok emeği geçtiği havzanın bu günkü durumunu gördüğü” bilgisi verilmişti.

Dilaver Paşa Nizamnamesi:
 Türkiye’de işçi sağlığını koruma ve çalışma koşullarını düzenleme konusunda ilk girişimdi. 1867’de Maden-i hümayun nazırı Dilaver Paşa’nın hazırladığı Ereğli kömür maden-i hümayunu nizamnamesi'dir. Genellikle, Dilaver Paşa Nizamnamesi olarak anılan ve yüz maddeden oluşan bu nizamname, Ereğli kömür havzasına, gerek idari gerekse hukuksal açıdan bir düzenleme getiriyordu. Bu yeni düzenlemeye göre, Zonguldak ve çevresindeki 14 kazada yaşayanlara ve deniz erlerine madenlerde zorunlu çalışma yükümlülüğü konuluyor, bazı küçük ocaklar özel kişilere kiralanıyor, ancak, üretimi devlete satmaları koşulu getiriliyordu. Ayrıca, ocaklarda çalışmasına gereksinim duyulan usta işçilerin Sırbistan ve Karadağ'dan getirileceği belirtiliyordu.
Nizamnamenin çalışma koşulları ile ilgili 5. bölümü, ocaklarda çalışacak işçilerin Ereğli sancağı'ndan 13-50 yaşları arasındaki sağlam erkeklerden alınacağı, 24 saatte 10 saat çalışılacağı, bu 10 saatin iki nöbette tamamlanacağı, kömür taşıma işinden kaçanlara ya da bir başkasının kaçmasına yardım edenlere iki kat süreyle çalışma zorunluluğu getirileceği vb. gibi kurallar getiriyordu. 1880’lerin başlarında, bölge halkı maden ocaklarının artan işçi gereksinimini karşılamaya yetmeyince zorunlu çalışma yükümlülüğü kaldırıldı, isteyen herkese madenlerde çalışma izni verildi. Bunun üzerine, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu'dan bölgeye işçi akını başladı. 1920’de, yöredeki kömür yatakları Ankara hükümetinin eline geçti. Hükümet, 1921’de “Havza-i fahmiyye maden amelesinin hukukuna müteallik kanun” adıyla yeni bir yasa çıkardı. İşçilere çeşitli haklar tanıyan bu yasaya göre, 18 yaşından küçüklerin ocaklarda çalışmaları yasaklanıyor; iş kazalarında ölen ya da yaralananlara tazminat ödenmesi zorunlu kılınıyor, yardım sandıkları kuruluyor, çalışma saatleri günde 8 saate indiriliyor, ücretlere belirli bir taban getiriliyordu.






Kaynaklar

“NUTUK”, Mustafa Kemal Atatürk

“GÖZTEPE”, Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu ,Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1969

“Balkan Savaşı’na katılan Komutanların Yaşam Öyküleri”
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004

“Büyük Osmanlı Tarihi”, Hasırcızade Metin Hasırcı

“Amasya Protokolü ve Osmanlı Hükümetleri”, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Halaçoğlu

“Kapalı Hayat Kutusu-KADIKÖY KONAKLARI”, Dr. Müfid Ekdal

“Zonguldak Tarihi (Kömür)”, Çiğdem Demir, 2010
http://cigdem020.blogspot.com.tr/2010/12/zonguldak-tarihikomur.html

“Taş Kömürü Havzasında Bahriye Nezareti Yönetimi (1865-1908) ve Dilaver Paşa Nizamnamesi”, Cevat Ülkekul