...............
17 yıl önce bugün, 28 Eylül 2003’te,
94 yaşında vefat eden
Germirli Aliya ya da Kermiralı Elia’nın anısına…
...............
GERMİR’İN
ALİYA’SI
“Duyduh duymadıh dimayüüün!
Hemşerümüz Aliya Gazan,
goyümüze gelmüştür.
Gormeğ dileyen goy meydanına gelsin!..”
Kermira 1885 doğumlu Athena Shishmanoglou ile Kayseri 1878 doğumlu George Kazantzoglou’nun 1905’te evlendikten kısa bir süre sonra, göç ettikleri İstanbul’un Kadıköy’ünde (birçok kaynakta Fener yazsa da kendisi, yaptığı tüm açıklamalarında hep Kadıköy’lü olduğunu dile getirmişti) 1909 yılının 7 Eylül günü, bir oğulları doğmuş ve ona büyükbabası’nın adı verilmişti. Halıcılıkla geçinen orta halli Kazantzoglou ailesi, o daha 2 yaşındayken önce Almanya’ya, Berlin’e göçmüş, 5 Haziran 1912’de Avraam adında bir erkek kardeşi doğmuştu. Almanya’da iş kurmaya çalışan aile başarılı olamayınca, 1913 yılında bu kez de Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş, New York’a yerleşmiş, halı ticareti yapmaya başlayıp, kalıcı bir düzen kurduklarında da, Kazantzoglou olan soyadlarını Kazan olarak değiştirmişlerdi.
Yıllar sonra 1962 yılında 53 yaşında, ana babasının diyarına gelmişti, üstelik 4 yaşında gittiği taaa Amerika’dan, üstelik Yale Üniversitesi’nde drama eğitimi almış, önce oyunculuk yapmış, ardından Tiyatro ve Sinema yönetmenliği ve yazarlıkla dünyaca ünlü biri olmuştu. Yanında üç filmci ve Kayserili hemşehrisi tiyatrocu Şeref Gürsoy ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Cüneyt Gökçer olduğu halde gelmişti Kayseri’nin Germir köyüne...Evet yıllar sonra atalarının diyarına, günümüzde artık Germir olarak bilinen Kermira’ya gelen, köylünün Aliya diye seslendiği bu hemşehri, ünlü sinema yönetmeni Elia Kazan’dan başkası değildi.
O güne tanıklık eden ve bu olayı sayfalarına taşıyan bir zamanların ünlü Magazin dergisi Ses, 10 Şubat 1962 tarihli 12. sayısında o günü şöyle aktarmıştı;
“Köyün yıkık taş duvarlarla çevrili meydanı, birkaç dakika içinde doluverdi... Meydana açılan dar sokaklardan da akın akın insanlar geliyordu... Yanık yüzlerde sevincin sıcaklığı görülüyordu... Bu sevinç, dünyanın bir ucundan gelişin, bu arada eski köyüne uğrayıp eski köylülerine kavuşmanın mutlu sevinciydi... Eski köylüleri kocaman bir "sinemacı" olmuştu. Bu onların deyimiydi...
Elia Kazan meydanda, dar yollardan gelen köylülerini karşılıyor, hepsinin teker teker hatırını soruyordu:
- ‘Merhaba Ali Emmi...’
- ‘Nasılsın Mustafa Ağa’
- ‘İşlerin iyi mi Hasan Dayı...’
Köyün yaşlılarını adlarıyla, sanlariyle, soyuyla sopuyla bilirdi… Onlar da Elia Kazan'ın dedesini bile tanırlardı. Bazen köy kahvesinde politikadan, tarladan söylenecek söz bitti mi, Elia Kazan'ın lafı
edilirdi. Anlatılanlara bakılırsa, Elia'nın dedesi Kayseri’de ‘Kazancıoğulları’ diye anılırdı. Kayseri'de, Germir'de oturan Hıristiyanların çoğunun soyadları, lâkapları Türkçe olurdu. ‘Kazan’ soyadı, ‘Kazancıoğulları’nın kısaltılmışıydı. Ana tarafı ise Germirliydi. Onun ailesine de adıyla sanıyla ‘Şişmanoğlu’ denirdi. Germir'de büyük bir
konakları, konağın önünde de bir kuyu vardı. Kuyuyu hayır için yapmışlardı. Şimdi konağın yerinde yeller esiyordu. Ama kuyu hâlâ kullanılıyordu. Seksenlik Ali Emmi, Kazan’ın anası Eleni’yi ( Elia Kazan’ın annesinin adı aile soyağacı kayıtlarında Athena olarak geçmektedir) çok iyi tanıyordu. ‘Seferberlikten önce gittiler... 45-50 yıl sonra da, iki yılda bir uğrar oldu’ diyordu.
Kazan'ın son ziyareti, Türkiye’de çevireceği bir filimle ilgiliydi. Filim, gerçek bir hayat hikâyesini konu edinmişti. Kahramanı ise Elia’nın öz dayısıydı. Hikâye şöyle başlıyordu:
Anadolu'dan bazı Hıristiyan ailelerin Amerika'ya göç ettiği devirler… Şişmanoğulları da, ailenin ne kadar altını, yüzüğü, bileziği varsa, yirmi yaşındaki dayının cebine koyup, onu yolcu eder... Dayı, Amerika'nın yolunu açacak, sonra bütün aileyi oraya aldıracaktır...
Genç dayı, Kayseri’den tirene biner… Germir’de bir sözlüsü kalmıştır, ama İstanbul’a uğrayışında Rum kızları gönlünü çeliverir. Bir hafta içinde ne altını, ne bileziği, ne yüzüğü kalır... Hamallığa başlar. Ama köyüne bir tek satır mektup yazamaz... Parayı yedim demeğe utanır. Sonra, yaşlı bir kadının sevgisini kazanır. Ona bir gün derdini açar. Kadın, onu
elinden kaçıracağını bile bile, Amerika'ya gidecek kadar para verir, vapura bindirir, uğurlar... Bir sürü maceradan sonra, yeni dünyaya ayak basan Kazan’ın dayısı, boyacılıkla işe başlar... Üç dört yıl geçince milyoner oluverir. Ama kısa sürede o milyonları da eritip, meteliksiz kalır...
Ancak, ünlü rejisör Elia Kazan, bu basit hikâyeyi, Amerika'nın sosyal düzenini incelemek dileğiyle filme alıyordu. Hikâye de, Germir köyünde, Şişmanoğulları'nın evinde başlıyordu...
Elia Kazan, meydana toplanan köylülerinin halini, hatırını sorduktan sonra, anasının evine doğru yürümeğe başladı... Ama, koca evden bir avluyla, bir kuyu kalmıştı. Buraya, eskisine benzer bir ev kurmak kolaydı. Önce, tipini, şeklini öğrenmesi lazımdı. Ali Emmi yanı başındaydı. Ona:
- ‘Emmi, anamın evi nasıldı?’ diye sordu.
Aldığı cevap şu oldu:
- ‘Basbayağı, kocaman bir evdi!’
Gün devrilirken babaocağı köyünden ayrılan Elia Kazan yanında üç şey götürdü: Bir bez bebek, köyünün türküsü ve Germirlilerin köy çeşmesi için verdikleri dilekçe…”
Elia Kazan o yıl menajeri ile birlikte Germir’de başlayıp önce İstanbul’a oradan da Amerika’ya uzanacak filminin hazırlıkları için 28 Haziran 1962’de Roma üzerinden tekrar İstanbul’a gelmişti. Milliyet gazetesinin muhabirinin sorularına cevap veren Elia Kazan, çekeceği America America filminde 3 tanınmamış gence rol vereceğini, bunlardan birisinin de Yunan asıllı eski bir atlet olan Stathis Giallelis olduğunu, bu 21 yaşındaki Kalamatalı Yunanistanlı gencin Anadolulu tipi daha iyi canrlandıracağı için o sırada Actor’s Studio’da yetiştirdiği ve ümit bağladığı genç oyuncu Warren Beatty yerine, onun tercih edildiğini belirtmişti.
“Stavros Topouzoglou” rolündeki Stathis Giallelis America America’nın bir sahnesinde
1 Temmuz 1962 tarihli Milliyet gazetesinin bir haberinde Elia Kazan ve filmin baş aktörü Stathis Giallelis’in Galata köprüsü üzerinde bir trafik kazası geçirdikleri, hafif sıyrıklarla atlattıkları ve kazanın arkasından çalışmalara devam ettikleri haberi verilirken, Kazan’ın sansürün sürekli müdahalesi yüzünden fazlasıyla sinirli olduğu ve “Az kaldı her şeyi bırakıp İstanbul’dan kaçıyordum” dediği de belirtilmişti. Ayrıca Elia Kazan niçin şikayette bulunulduğunu anlamadığını, zira filmin 1889 yılındaki İstanbul’u canlandırmakta olduğunu ve kıyafetlerin de doğal olarak o günlere ait olduğunun altını çizmişti.
“Türklerin kutsal olarak tanıdığı dini akideleri ve milli duygularını hiçe sayan, daima medarı iftiharı olan Türk askerine hırsızlık, hunharlık ve Türk adliyesine rüşvet ve iltimas şaibesi sürmeye yeltenen ve nihayet misafirperverliğiyle ün salmış bir milleti soyguncu, meyhaneci ve genelevci olarak resmetmek gafletine düşen Elia Kazan’ın bu eserinin yurt dışında bırakacağı fena intiba izahtan varestedir” şeklinde ifade edilmiş ve bu hususta dostumuz Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti nezdinde uyarma ve teşebbüslerde bulunulması da istenmişti.
Tüm rahatsızlıklara rağmen Elia Kazan, America America filminin çekimlerine 28 Temmuz 1962’de İstanbul’da başlamıştı.
Tanık olduğu o günleri gazeteci Doğan Uluç, 5 Ekim 2003 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde şöyle aktarmıştı;
“... Üsküdar’da vapur iskelesi karşısındaki meydan film setine dönüştü. Çekimleri muhabir olarak ünlü rejisörün yanında izliyordum. Meydanın kuzey ucunda ahşap bir evin yan duvarları sahiplerine para verilerek yıktırıldı. Pencere camları yarıdan kırıldı. Garibime gitmişti, sinemacılığı bilmediğim için anlam veremedim.
Bir ikindi üstü çekimlere ara verildiği sırada set amiri, sırtında yünlü kumaştan tulum, işlemeli cepken, palabıyıklı iri yarı bir adamla yanımıza geldi. ‘Bay Kazan, Kapalıçarşı’dan 20 kadar hamal kıyafeti bulduk. Bğendiniz mi?’ diye sordu. Rejisör hamal kıyafetli adamı tepeden tırnağa süzdükten sonra işaret parmağını tulum cebine takıp boydan boya yırttı. Ardından cepkenin cebini avuçlayıp tümüyle söktü.
Şaşkınlıktan dona kalmıştık. Eli Kazan ‘Böyle süslü hamal kıyafeti olur mu? Toprak ağaları ancak böyle giyinir’ dedi, hayret dolu bakışlarımızı umursamadan.
Birinci sayfadan gazeteye giren yazım üzerine Milliyet’in kıdemli köşe yazarı Ref’i Cevat Ulunay ‘Hürriyet refikimizde (dostumuz) Doğan Uluç imzasını taşıyan bir haber...’ diye kaleme aldığı makalesinde Elia Kazan’ı topa tuttu. Ulunay ‘Yaşadığım o dönemde İstanbul’un hamalları bir günde tonlarca yük taşıyıp iyi para kazanırdı. Akşam işi bittiğinde pırıl pırıl cepken-tulumu üstüne geçirip Haliç’e, Boğaz’a nazır kahvelerde nargile tüttürürlerdi. Cepken cebinde gümüş zincirli saat taşırlardı’ şeklinde devam ederek tarihi ahşap evlerin yıkılarak İstanbul’un kötü gösterilmesini de eleştirdi.
“Bir film münasebeti ile
Şehrimizde bulunan Amerikalı filmcilerden ‘Elia Kazan’ kazanı başımıza devirdi. Olacak çocuk bilmem nesinden bellidir... derler, bu da başlangıcı ile en güzel filmi olacağını söylediği bu eserle bizi adamakıllı haşlayacak. Manzaralarının güzelliği ile bütün dünyayı hayran bırakan memleketimizde Hasköyde yarı çökmüş, camları kırık evle hakkuran kafesine dönmüş harap bir kahve, bir de delik deşik bir sandaldan başka detor olmağa lâyık bir şey bulamamış.
Bu şöhret sahibi rejisör, bütün dünyaya gösterilecek filmi ile senelerden beri hakiki hüviyetini belirtmek için uğraştığımız memleketi harice karşı öylesine berbat bir halde teşhir edecek ki bunu kolay kolay düzeltmeğe imkan olmayacak.
Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’nın Fransa hükümdarı Üçüncü Napolyona: ‘Dünyanın en kuvvetli memleketi Türkiye’dir. Asırlardan beri biz içeriden siz dışarıdan yıkmağa uğraştığınız halde yıkamadık.” Demesi gibi dolambaçlı yollardan aleyhimize yapılan propoganda bundan başka bir şey değildir.
Evet... Bizde çökmüş evler, pis sokaklar, lime lime elbiseli adamlar da vardır ama Beylerbeyi Sarayı da var. Başka memleketlerde saraylar yapan Hilton: “ Dünyada mevcut bütün Hiltonları bir araya toplasak Beylerbeyi Sarayı’nın bir divanhanesi ile boy ölçüşemez.” Diyor. Bu sarayın mimarı da imparatorluk devrinin mühim elemanları olan Ermeni cemaatine mensup Sarkiz beydir.
Kazan efendiye filmini Beylerbeyi Sarayı’nda çevirsin demiyoruz ama ilk adımında Türmiye’yi bir ‘hırpaniler diyarı’ olarak göstermesini de doğr bulmuyoruz. O kadar doğru bulmuyoruz ki buna hükümetin nasıl olup da lakayıt kalabildiğine hayret ediyoruz.
Kazan’ın bu garip zihniyeti Türkleri serpuş olarak hala başlarında saksı taşıyan, bacaklarında parça parça şalvarlı insanlar olarak tasavvur ediyor. Bu tasavvur ona inhisar etse ehemmiyeti yok, elindeki vasıta ile dünyaya yayılacak, ama denilecek ki bu geçmiş devire aittir.
O geçmiş devirde memlekette bugünkü kadar hırpani yoktu. Köylüsü de, esnafı da, hamalı da çalışmadığı günler temiz giyinirdi. Hele hamal... Çuha şalvarını giyer, beline Trablus kuşağını sarar, üstüne ağır gümüş saat kösteğini sallandırır, mensup olduğu loncanın kahvesine giderek, nargilesini tokurdatırdı.
Bu senaryoyu bilmiyorum, Elia Kazan’ın büyük babası hırpani mi imiş?
Kazan’ın büyük babası Kayserilidir. Bundan evvel Gülbenkyan’a ait yazdığım bir yazıda Kayserililerin hayat hakkındaki nazariyelerini yazmıştım. Buna benzer bir vak’a olarak bir de bu memlekette büyük bir gazete kuran yine bir Kayserili Ermeniden “Sabah” gazetesi sahibi Mihran efendiden bahsedeceğim.
Mütarekede yanlış bir politika takip ettiği için memleket haricine çıkan bu adam, (Nis) de yerleşmişti. Şahsiyeti, bir gazete sahibi olması bir kaç sene sonra Fransa hükümetinin dikkatini celbetti. (alp Maritim) valisi görüşmek üzere kendisini davet etti. Mihran efendi Fransızca bilmiyordu, tercümanlık etmek üzere birlikte gitmekliğimi rica etti, beraber gittik. Vali: “Merkezden aldığım talimat üzerine kendilerine bir teklifte bulunacağım; bu zat Türkiye’de büyük bir gazete kurmuş bir şahsiyettir. İnkilap dolayısıyla Fransada siyasi mülteci olarak bulunuyor. Türk hükümeti kendisi ile alakasını kesmiştir. (Haymatlos) olduğu için seyahatlerinde (Nansen) pasaportu kullanmağa mecbur olmuştur. İçtimai vaziyetini tanzim etmek üzere Fransa tabiyetine geçmek arzu ederse kendisine lazım gelen her türlü kolaylık derhal yapılacaktır.”
Valinin bu sözlerini Mihran efendiye aynen tercüme ettim. Düşünmeğe bile lüzum görmeden: “Sana evvela rica ederim... Vereceğim cevabın bir kelimesini dahi değiştirmeden aynen söyliyeceğine yemin et.”
Benden teminat aldıktan sonra:
“Ben Kayseriliyim. Fakir denilecek kadar mütevazı bir ailedenim. Ailem hayatımı kazanmak üzere benim İstanbul’a gitmekliğimi münasip gördüler, beni İstanbul’a göderdiler. Cebimde bir şilik mecidiye, ayağımda yarım bir pabuçmla İstanbul’a geldim. Mithat Paşa’nın kurduğu Sanayi Mektebine girdim. Okudum, orada mürettiplikle yaldzcılık öğrendim. Borç harç bir mürettiphane kurdum, kasaları islah ettim. Şemsettin Sami ile (Sabah)ı çıkardık, çok şükür muvaffak olduk. Senelerce memleketime hizmet ettim, o memleket bana mevki verdi. Ben bütün bunları tepip vatanımın tabiyetinden çıkmak nankörlüğünü asla yapmam. Türk doğdum, Türk yaşadım ve Türk öleceğim, ama onlar beni tabiyetten çıkartmışlar... Ben çıkmadım ki! Bunlar her memlekette olabilir. Vatanıma kavuşmadan gurbette ölürsem, vasiyetim var, nüfus kağıdımla Türk pasaportumu benimle birlikte gömecekler!” Bunu söylerken gözlerinden süzülen iki damla yaş pos bıyıklarının arasında kayboldu. Vali, tercüme ettiğim bu sözleri dikkatle dinledi, sonra ayağa kalktı Mihran efendinin elini sıktı. ‘Tebrik ederim’ dedi, ‘ben de olsam böyle yapardım’ Şimdiye kadar garplılar tarafından bize ait olarak çevrilmiş bir film görmedim ki her cihetten muvaffak olmuş bulunsun. Bu itibarla ben Atatürk filminin de çevrilmesine taraftar değildim.
Elia kazan’ın büyük babası sağ olsaydı torununun memleketini tırnaklayan bu eseri hakkında acaba ne derdi?”
Halbuki Elia Kazan yıllar boyunca,
“Ben ne Amerikalıyım,
ne Yunanlı, ne de Türk...
Ben Anadoluluyum...”
tümcesini dilinden düşürmemişti.
Sonuç olarak, Türk Hükümeti’nden ve medyasından destek alamamış olmakla birlikte Elia Kazan “America America”
filminin bazı başlangıç sahnelerini Germir’de, yine bazı sahnelerini de İstanbul Üsküdar’da çektikten sonra setini Yunanistan’a taşımış ve çekimlere orada devam ederek filmini tamamlamış, film 1963 yılında gösterime girmişti.
Amerika’da II. Dünya Savaşı sonrasında gelişen ve ülkedeki komünist faaliyetleri araştırmak üzere kurulan, Amerikan karşıtı faaliyetler komitesi (huac) sendikacılardan, yazarlara, müzisyenlerden eğitimcileri, sanatçılara ve hollywood’a kadar birzok insanı sorgulamaya başlamıştı. 9 Şubat 1950’de Wisconsin Senatörü Joseph McCarty, 250 kişilik bir liste ile ortaya çıkmış, listeyi önce 80’e daha sonra da 57’ye düşürmüşse de tek bir sanığın dahi komünist olduğunu ispatlayamamıştı. Ancak bu “Cadı Avı” sırasında bir çok aydın, sanatçı, yazar vb. ya hapse atıldılar ya da sürgüne gitmek zorunda kalmışlardı. Örneğin Berthold Brecht, Charlie Chaplin, Arthur Miller, Orson Welles, bunların arasındaydı. Bu soruşturmalar kapsamında adı geçenlerden birisi de 1934 yılında Komünist Parti’ye üye olan Elia Kazan’dı. Ancak Elia Kazan rivayet edilir ki sekiz solcu arkadaşının adını komiteye vererek ve özür dileyerek bu baskıdan kendisini kurtarmıştı. Ancak bu ona pahalıya mal olmuş, ömür boyu onu izleyecek bir sıfata sahip olmuştu; “Hain”… Ancak bazıları onun da McCarthysizmin kurbanı olduğunu söylemektedir.
Elia Kazan bu toz duman arasında 1951’de Tennessee Williams’ın ünlü romanı Arzu Tramvayı’nı ( A Streetcar Named Desire) sinemaya uyarlamış, başrollerinde Marlon Brando ve Vivien Leigh ve Kim Hunter’ın rol aldığı film, 1952 yılında 12 dalda ( En İyi Film, En İyi Aktör, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Sinematografi, En İyi Kostüm Tasarımı, En İyi Muzik ve En İyi Ses dallarında) Oscar’a aday olmuş, En İyi Aktrist (Vivien Leigh), En İyi Yardımcı Aktör (Karl Malden), En İyi Yardımcı Aktrist (Kim Hunter) ve En İyi Siyah-Beyaz Sanat Yönetmenliği ve Dekor (Richard Day, George James Hopkins) ödüllerini kazanmıştı.
Arzu Tramvayı’nda Vivien Leigh “Blanche DuBois” rolünde
Elia Kazan, 5 Ekim 1947’de aktör, yönetmen, yazar ve öğretmen Robert Lewis ile birlikte Actor’s Studio’yu kurmuş, aktör, yönetmen ve drama öğretmeni Lee Strasberg de 5 yıl sonra kendilerine katılmış, birlikte Hollywood’a çok sayıda başarılı aktör ve aktrist yetiştirmişlerdi. Elia Kazan 1954’te başrollerinde, Actor’s Studio’da (Oyuncular Stüdyosu) yetişen genç kuşak oyuncu Marlon Brando’nun ve Eva Marie Saint, Karl Malden, Rod Steiger, Lee J. Cobb gibi ünlü oyuncuların rol aldığı Rıhtımlar Üzerinde’yi (On the Waterfront) çektiğinde bir anlamda savunmasını yapmış, günah çıkartmıştı. Rıhtımlar Üzerinde 1955 yılında 12 dalda Oscar’a aday olmuş, En İyi Film (Sam Spiegel), En İyi Aktör (Marlon Brando), En İyi Yardımcı Aktrist (Eva Marie Saint), En İyi Yönetmen (Elia Kazan), En İyi Senaryo (Budd Schulberg), En İyi Siyah-Beyaz Sinamatografi (Boris Kaufman), En İyi Siyah-Beyaz Sanat Yönetmenliği ve Set Dekoru (Richard Day) ve En İyi Film Kurgusu (Gene Milford) ödüllerini kazanmıştı. Filmin oyuncu kadrosundan Lee J. Cobb, Karl Meldan ve Rod Steiger ise En İyi Yardımcı Aktör ödüllerine, Leonard Bernstein ise En İyi Film Muziği dalında aday gösterilmişlerdi.
Elia Kazan bir yıl sonra da 1955’de Nobel ödüllü yazar John Steinbeck’in 1952’de yazdığı East of Eden’i (Cennetin Doğusu) sinemaya uyarlamış, o film ile yine Actor’s Studio’da yetişmiş olan efsanevi Jemas Dean’ı sinema dünyasına tanıştırmıştı. Film 1956 yılında En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında Oscar’a aday olmuş, En İyi Yardımcı Aktrist dalında Jo Van Fleet Oscar’ı kazanmıştı. Aynı yıl film Golden Globes’te En İyi Film seçilmiş ayrıca James Dean’e En İyi Dramatik Aktör olarak ve Özel Başarı Ödülü kazandırmıştı. Yine Cennetin Doğusu, 1955’te Cannes Film Festivalinde En İyi Drama Filmi, 1956’da Japonya Film Eleştirmenleri ve yazarlarının Blue Ribbon Ödüllerinde En İyi Yabancı dilde Film, 1958’de Danimarka Film Eleştirmenleri Derneği Bodil tarafından da En İyi Amerikan Filmi seçilmişti.
Elia Kazan’ın Rıhtımlar Üzerinde filminde, öyküsü anlatılan liman işçisi Terry (Marlon Brando), çeteleşen sendika patronlarının işlediği cinayetlerden birinde isteği dışında rol almış, vicdanı rahat olmasa da suskun kalmıştı. Ancak çetenin öldürdüğü işçilerden birinin kızkardeşi ile başlayan duygusal bir yakınlaşma Terry’nin değişmesine neden olmuş, pısırık kişiliğinden sıyrılıp, patronlara karşı mücadele etmeye karar vermişti. Filmin sonunda ise arkadaşları tarafından dışlanan Terry feci bir şekilde dövülmesine rağmen ayakta kalmayı başarmış ve destekçileri ile birlikte yürümeye devam etmişti. Filmin bu finali, bir anlamda Elia Kazan’ın ona karşı oluşan olumsuz eleştirilere karşı, kendini ifade etmesi gibi algılanmıştı.
Elia Kazan Cannes Film Festivalinde
Hollywood Şöhretler Kaldırımı’nda (Hollywood Walk of Fame)
Hollywood Bulvarı'nın 6800 bloğunun güney tarafında yer alan Elia Kazan yıldızı.
Elia Kazan, bir söyleşisinde;
“Oscarlar için çok mücadele ettim. Çünkü Türkiye doğumluydum. Bunun için kavgalar ettim ve sonunda beni dinlediler”
demişti...
Elia Kazan’ın 1961 yılında çektiği, başyrollerinde Natalie Wood ve Warren Beatty’nin yer aldığı “Splendour in the Grass” (Aşk Bahçesi) filminde kullanılan klaket.
Tekrar 1962’ye, America-America’ya ve Elia Kazan’ın
Germir’i ziyaretine dönecek olursak;
Elia Kazan film çekimi için incelemelerde bulunmak için Şubat ayı başlarında ailesinin köyü Kermira’ya geldiğinde hemşehrileri tarafından çok sıcak bir şekilde karşılanmıştı, annesinin ailesine ait evi sormuş, köylüler onu evin olduğu o gün artık yemyeşil çimenlerle kaplı ancak ortasında ağzı taşla kapatılmış bir su kuyusunun olduğu düzlüğe götürmüşlerdi. Ev çoktan yıkılmış, taşları da büyük bir ihtimalle başka yapıların inşaatında kullanılmıştı. O gün köylüler Elia Kazan’ın onuruna evin altındaki bahçelerden birinde atalarından kalma ceviz ağaçlarının altında bir yemek vermişlerdi.
Elia, Germir’e gelirken henüz hayatta olan annesi Athena, ondan Kermira’nın suyunu ve toprağını istemişti, Kazan dönüşünde annesinin isteklerini yanına katıp da gitmiş, ancak yıllar önce kaybettiği babasının ölüm döşeğindeyken ondan son isteğini yerine getirememişti, bunun burukluğunu da yaşamıştı Germir’de bir yandan.
Baba George Kazantzoglou;
“ Anadolu’yu bir kere daha görmek istiyorum. Anadolu’daki dostlarım beni bekliyorlar” demiş ve devam etmişti, “Bir adamın bahçesine gitmek istiyorum, bu adamın bir bahçesi var, Türk ama iyi adam, eski dost. Her çeşit meyve ağacı var. Kışın da tepenin yamacındaki evde oturur, ağaçlara göz kulak olabilmek, iyi bakabilmek için. Yazın bu ağaçlar meyve verir, her biri ayrı bir meyve, ayrı ayrı zamanlarda. Şimdi, Haziranda kayısılar vardır, orada bir ağacın altında oturmak ve bir dalı ağır ağır kendime eğmek istiyorum. Sonra da tak!.. Ufak, yumuşak meyveyi koparırım, kolayca kopar, çünkü koparılmaya hazırdır. Buradaki gibi değil, buradakiler güzel görünür, ama tadı yok!.. O Türk’le oturacağım, o ihtiyar adamla, ben de ihtiyar bir adamım, ikimiz oturup birlikte meyve yiyeceğiz ve huzur içinde olacağız. Son isteğim budur…
Beni uçağa bindir, ondan sonrası için meraklanma. İnsanlar bana bakarlar, sen söylentilere aldırma, Türkler çok iyi insanlar, komşu gibi, beni o adamın bahçesine götürürler. Dünyadan tek isteğim bu, Beş dakika…”
Babasını getirememişti Elia, ama sanki bu hikayeyi biliyormuşcasına onu yemeğe davet eden köylüler, onu tepenin altındaki ceviz ağaçlarının altındaki bir meyve bahçesine götürerek, George Kazantzoglou’nun isteğini yerine getirmişlerdi belki de, kim bilebilir…
Elia Kazan, annesi Athena’yı da 24 kasım 1975 tarihinde kaybetmişti.
Elia Kazan ilk kez 1955 yılında 46 yaşındayken Türkiye’ye gelmiş ve Kayseri’yi Germir’i ziyaret etmişti. O sırada tanıştığı Kayseri Belediye Başkanı Osman Kavuncu ile, Belediye Başkanlığı sonrasında Milletvekilliği sırasında da, onun Yassıada’da yargılandığı sırada da ilişkisini hiç kesmemiş, 4 Ağustos 1961 tarihinde Yassıada duruşmalarını izlemiş ve o günkü duruşmada yargılanan sabık Başbakan Adnan Menderes’i hasta ve ürkek bulduğunu beyan etmişti. 1960 ihtilalinden sonra üç kez daha Kayseri’ye giden Elia Kazan, son gidişinde Osman Kavuncu’nun koltuğuna oturan Valiye bir nezaket ziyaretinde bulunmuş, Valinin ona küçümser ve alaycı bir tavırla “O aksak bacaklı bücür kambur sizden otomobil almak için para istedi mi?” diye sormuştu. Buna Elia Kazan “Hayır, kentte onarımda kullanmak için istemişti, ne kadar olduğunu anımsamıyorum” diyerek yanıt vermesine rağmen, Vali “Anımsayanlar var, belki sizin de aklınıza gelir. Çünkü Osman kendine dört bin dolarlık bir Cadillac aldı, içine kurulup ağalar gibi gezmeye başladı, hepimiz gördük” diyerek konuyu uzatmıştı. Buna çok üzülen Elia Kazan oteline döner dönmez Hürriyet Gazetesine bir mektup yazmış ve “Osman Kavuncu benden gerçekten dörtbin dolar istemişti, ben de ona dörtbin dolar değil, yanımda bulunan 300 dolarlık bir yolcu çekini verdim, niyetim de dedemin evinin önündeki kuyuyu onartmaktı” diyerek bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı.
Elia Kazan, Şubat 1962’de Germir’e gitmeden önce Atina’dan Ankara’ya uçmuş, bir kaç gün Ankara’da kalıp sonradan karayolu ile Kayseri Germir’e geçmişti, Ankara’da da dostları vardı zira, hem de oldukça fazla. Bunu 1948 yılında önce İstanbul’da Hayat Dergisinde muhabirlik yaparak başlayıp, sonrasında Yeni Sabah, Akşam ve Cumhuriyet Gazetelerinde yaptığı röportajlar, köşe yazıları ve gezi yazılarıyla tanınan ve mesleğini 27 Mayıs 1960 sonrasında Ankara’da devam ettiren gazeteci, çevirmen ve yazar Müşerref Hekimoğlu’nun (1923-2004) Elia Kazan ile ilgili yazmış olduğu bazı yazılardan çıkartıyorum. Elia Kazan’ın Ankara’ya geleceği haberi duyulduğunda bir akşam üzeri Elia Kazan’ın Kayserili hemşehrisi tiyatrocu Şeref Gürsoy ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Cüneyt Gökçer, Müşerref Hekimoğlu’nun kapısını çalmış, ve Cüneyt Gökçer, Elia Kazan’ın geleceğini ve ona geldiğinde onu güzel bir sofrada ağırlamak istediğini söylemiş, ondan yardım istemişti. O sıralarda Cüneyt Gökçer eşi Mediha Gökçer ile ayrılmak üzere olduğu için Elia Kazan’ı ev sahibesi olmayan bir evde ağırlamak istememişti. Müşerref Hekimoğlu sorunu çözmüş, böylece Elia Kazan Ankara’ya geldiği günün akşamı Müşerref Hekimoğlu’nun evinde verilen sade bir ziyafette bulmuştu kendisini. Bu yemek bir sonraki akşam da tekrarlanmış, o yemek sırasında Cüneyt Gökçer ve Şeref Gürsoy’un yanısıra, Kurucu Meclis üyesi Profesör Turhan Feyzioğlu, ressam Burhan Doğançay, 27 Mayıs 1961 askeri darbesinde kurmay Albay olarak bulunmuş, ardından emekli olarak Cumhuriyet Senatosu üyesi olmuş olan Sami Küçük ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in Genel Sekreteri A.Nasır Zeytinoğlu da bu yemeğe katılmışlardı. Enteresan bir topluluk, tiyatrocusundan, ressamına, Senatörden, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterine ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’nden, Kurucu Meclis üyesine kadar oldukça geniş bir yelpazede şahıs bir arada; Ankara’nın ünlü bir gazetecisinin evinde, ünlü bir Amerikalı Sinema Yönetmeni için verilen bir akşam yemeğinde...
Cüneyt Gökçer Hamlet rolünde
Elia Kazan’ın Devlet Tiyatroları’nda Hamlet’i izlemeye gitmesini, 15 Mayıs 1954’ten 31 Aralık 1967’ye kadar İsmet İnönü’nün damadı gazeteci, yazar Metin Toker’in yönetiminde 706 sayı olarak yayınlanan Türk basınındaki haftalık ilk haber ve siyaset dergisi Akis, 5 Şubat 1962 sayısının Tiyatroya ayrılan 25. sayfasında şöyle aktarmıştı;
“Dört adam Büyük Tiyatronun iç açıcı salonunda, kırmızı koltukların en ön sırasındaki yerlerini almak için ilerlediklerinde perde açılmak üzereydi. Öyleyiken etraftan ayağa kalkanlar, iyice görmeğe çalışanlar oldu ve bir fısıltı yükseldi: . . . E l i a K a z a n ! . .
Evet, bu dört adamdan biri Kazan'dı. Amerikanın belki de dünyanın, 1 numaralı tiyatro ve sinema rejisörü. Yanında Amerikalı menaceri, Yunanlı emprezaryosu ve Atinalı meslekdaşı vardı. “Güzel Helena” ve “Kral Oidipus”u Ankara’da sahneye koyduğundan beri Atina’da “Muzenidis Bey” diye anılan Trabzonlu Takis Muzenidis... ve (Orhan Asena’nın yazdığı ) “Kocaoğlan”ın unutulmaz yaratıcısı Kayserili Şeref Gürsoy, Elia Kazan da Kayseriliydi, Kayserinin Germir köyünden. Amerika’dan Atina’ya Amerikalı menaceriyle, Atinadan Ankara’ya Atinalı emprezaryosu ve yardımcısıyla geldiği gibi Ankara’dan Kayseriye de hemşehrisi Şeref Gürsoy’la gidecekti. Türkiye’ye, konu olarak amcasının hayatını ele alan, bir film çevirmek için ilk hazırlıkları yapmıya gelmişti. Ama tiyatrodan yetişen her sanat adamı gibi, gittiği her yerde tiyatrodan, sahnenin boya ve tutkal kokusundan uzak kalamıyordu. Ankara’ya bir pazar sabahı ayak basmış, öğleden sonra, pazar matinelerinde oynanan eserleri görmüş, akşamı da Büyük Tiyatroda “Hamlet”i seyretmek istemişti. Ama bu tiyatro kurdu için her eserden bir perde görmek yetiyordu, (Refik Erduran’ın yazdığı) “Cengiz Han’ın Bisikleti”nden pek hoşlandığı için iki perde seyretmişti. “Hamlet”in de ilk bölümüyle yetineceği sanılıyordu. Öyle olmadı. Perde arasında fuayyeye çıktı. Milli Eğitim Bakanıyla tanıştı, görüştü, ama gitmek istemedi. “Hamlet”i sonuna kadar görecekti, gördü de. Temsil bittiğinde Elia Kazan ayakta alkışladı, sonra sahneye geçti . Sanatçıları, teknisyenleri birer birer tebrik etti ve “Hamlet”i oynayan sanatçının odasına girdi. Bu ince, uzun boylu, zarif endamlı, yeşil gözlü genç sanatçıyı yanaklarından öptü ve şunları söyledi;
‘Çok sevdim senin Hamlet'ini. Ben hiç “Hamlet” koymadım sahneye. Ama onbeş, yirmi tane “Hamlet” gördüm. Seninki güzeldir, sadedir. Hiç görmediğim güzel buluşlar var.
Hayaletle olan sahnede hayaleti yalnız bırakarak kulise girip çıkman. Sonra Yorik'in kafatasıyla, bir düşünceyi anlatır gibi değil, karşında canlı bir Yorik varmış gibi konuşman... Son eskrim ve ölüm sahnelerini kısaltman... Bravo!..’
İnce, uzun boylu, zarif endamlı adamın yeşil gözlerinin içi bir ışıkla
parladı, güldü. Belli ki sanat hayatının en tatlı mükafatını görüyordu o akşam. Bunları söyleyen adam lalettayin bir adam değil, zamanımızın en ünlü sanat adamlarından biri, en büyük rejisörüydü. Arthur Miller’ler, Tenesse Williams’lar yeni piyeslerini o sahneye koysun diye, müsveddelerini altı ay, bir sene çekmecelerinde kilitli tutuyorlardı. İnce uzun boylu, zarif endamlı,
yeşil gözlü adam, değme balecileri kıskandıracak kadar mevzun bacaklarında “Hamlet”in siyah naylon mayosunu, başında altın saçlarını taşıyan sanatçı da Türkiye’nin 1 numaralı komedyeni, Devlet Tiyatrosu denilen büyük sanat müessesesinin Genel
Müdürü Cüneyt Gökçer’di.”
3 yıl öncesinde 1959’da, New York limanında çekilmiş, 8 Oscarlı “Rıhtımlar Üzerinde” filminin dünyaca ünlü yönetmeni, “Yalnızlar Rıhtımı” filminin İstanbul limanındaki setinde...
Elia Kazan’ın farklı tarihlerde Türkiye’ye ziyaretler yaptığını ve çok farklı kesimlerden dostluklar kurduğuna değinmiştim. 1955 yılında ilk kez Germir’e gitmesinden dört yıl sonrasında da Elia Kazan İstanbul’a gelmişti. O sıralarda ünlü senarist ve yönetmen Ömer Lütfü Akad (1916-2011), senaryosunu Ali Kaptanoğlu adıyla şair Attilâ İlhan’ın yazdığı “Rıhtımlar Üzerinde” filmini İpek Film Stüdyolarında çekmekteydi. Başrollerinde Sadri Alışık, Çolpan İlhan’ın olduğu filmde Turgut Özatay, Saadettin Erbil, Ahmet Tarık Tekçe, Melahat İçli ve Kamuran Yüce de rol almış, filmin müziklerini Hulki Saner yapmıştı. Filmin yapımcısı ise romancı, senarist ve o yılların büyük sinema işletmecisi olan ayrıca gazeteci, siyasetçi İsmail Cem İpekçi’nin babası İhsan İpekçi’ydi. O sırada Ömer Lütfü Akad’ın yanında günümüzde yönetmen, senarist ve film şirketi sahibi olan Türker İnanoğlu ve aynı zamanda filmin oyuncularından olan Yavuz Yalınkılıç yönetmen yardımcılığı yapıyorlardı. Bu filmin çekimi sırasında Elia Kazan ile tanışan Türker İnanoğlu o günü şöyle anlatmıştı;
“...Lütfü Akad’la Sirkeci’de Yalnızlar Rıhtımı’nı çekiyoruz. İpek Film’in sahibi, İhsan İpekçi. Türkiye'de imparator o zaman. Bir yandan da Amerikan filmlerini getiriyorlar. Yeni Melek ve Beyoğlu’nda beş sinema onun. Biz filmi çekerken İhsan Bey’in arabası geldi. İçinden Elia Kazan’la beraber çıktılar. Sohban Koloğlu vardı. Müthiş bir sanat yönetmeniydi. Bende de çok emeği vardır. Çok şey öğrendim ben ondan. Yolun üstüne gres yağını döktüler üzerine su serptiler, sis görüntüsü verilecek. Arkada Sohban ağabey oto lastiği yakıyor. Ama bir kimyevi madde bulmuşlar, onu atınca beyazlaşıyor duman. Çektiğimiz kamera piyasadan kalkmış, derby makineydi. Projektör 1 metre çapında, beherini 2 kişi zor taşıyor. Elia Kazan ibretle seyretti. Aradan bir hafta, 10 gün geçti. İpek Film stüdyosunda montajdayım. Ben her şeyi montajda öğrendim zaten. Gene ‘İhsan Bey geliyor’ dediler. Elia Kazan yanında. Stüdyoyu gezdiriyor bu sefer. Bizim kapıdan geçerken bir an durakladılar. O akşamki sis sahnesini yapıyoruz. Baktı baktı… ‘O akşamki sahne değil mi’ dedi. ‘Evet efendim’ dedim. ‘Hepinizi tebrik ediyorum. Ben bunun doğru dürüst çıkacağını bile tahmin etmedim’ dedi. Bu adam; dünyanın en büyük rejisörüydü!..”
Elia Kazan America America filmi sonrasında da pek çok kez Türkiye’ye gelmiş, dostlar edinmişti. Özellikle America America filmi sonrasındaki dönemde geliş gidişlerini pek duyurmuyor, gizli gizli gelip gidiyordu.
“...Bundan önce Türkiye’ye geldiğimde, bazı yayın organları aleyhimde bulunmuş, “America America” filminden sonra hani neredeyse beni Türkiye’de istenmeyen adam ilan etmeye çalışmıştı. Oysa hep Türkiye’ye gelmek istiyordum.”
1974 yılında, Milliyet Gazetesinin Yazı İşleri Müdürü Abdi İpekçi o sıralar Milliyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapan yazar ve gazeteci Zeynep Oral’ı çağırıp, “Elia Kazan'la tanıştım. Türkiye'ye gelmek istiyor. 'Amerika Amerika' filmi, burada yasaklandığı için gelmeye, hele hele otelde kalmaya ödü kopuyor, ben İstanbul’da olamayacağım, acaba senin evinde kalabilir mi? Ve bir şartı var, kimse bilmeyecek burada olduğunu.” dediğinde inanamayan Zeynep Oral, biraz duraksayıp, ki bu arada Elia Kazan’ın filmlerini tek tek aklından geçirmiş ve evet “Elbette kalabilir” demişti.
Gelmişti Elia Kazan ve Zeynep Oral’ın evine yerleşmişti, o günleri şöyle anlatacaktı sonraları Zeynep Oral;
“...Eve yerleşti. (Çocuklarım küçük, biri omzundan, biri kucağından inmiyor!) İstanbul’un, hele hele Kadiköy ve Üsküdar’ın taşını toprağını okşadı. Yaşar Kemal’i bulalım dedi. Bulduk. Sonra üçümüz vurduk kendimizi yollara: Çanakkale, Truva, Bergama, Ayvalık, İzmir… Sonra Isparta …
Zeynep Oral, 23 Ocak 2013’te Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde “Yaşar Kemal: Bir büyücü!” başlıklı yazısında Elia Kazan ve Yaşar Kemal ile yaptıkları bu yolculuktan bir anektotu şöyle aktarmıştı;
Elia Kazan, “Tanımadığım, fakat hayran olduğum bir sanatçı üzerine” başlığıyla Milliyet Sanat Dergisi’nin 5 Nisan 1974 tarihli, 74. Sayısında kaleme aldığı bir yazıda onun için Yaşar Kemal’in ne ifade ettiğini çok güzel anlatmıştı;
“... ben sizlere birkaç cümleyle birinden söz edeceğim. Bir Türk sanatçısından... Tanımadığım ama hayran olduğum bir sanatçı...
Yoo, yoo Yaşar kemal değil bu. Evet ona da hayranım ama, tüm sorunlarını öylesine halletmiş, bir hali var ki, kimsenin onun için bir şeyler yazmıyacağı kanısındayım. Ama yine de sizlere iletmek istediğim şu düşüncelere yol açtı.
Geçtiğimiz hafta Yaşar Kemal’le İzmir’in dar sokaklarında dolaşıyorduk. İlgiden uzak kalınamayacak bir yaratığın önünden geçtik. ‘Güzel kız’ dedim. Yaşar herhangi güzel bir şeyi gözünden kaçırmıyor. ‘Köylü’ diye cevap verdi.
Bu ana kadar, köylü sözünün, arkadaşım için güzeli, en iyiyi, en olumluyu yansıttığını öğrenmiştim. Yaşar’la iyi dostuz. Benim için güzel bir şey söylemek istediğinde, söylediği şeyin beni etkileyip, kolay kolay aklımdan, kalbimden çıkmamasını istediğinde, bana ‘Köylü çocuğu’der.
Hayır, köyle değil. Bir orta sınıf ailenin aşağı tabakasından yetiştim. New York’un kenar mahallelerinde, çeşitli ırkların ve milletlerin bir arada kaynaşmaya çalıştıkları; iyileri (yani kendinden olanları) korumayı, kötüyü (yani kendilerinden başka herkesi) lanetlemeyi öğreten bir ortamda, böyle bir savaş meydanında büyüdüm.
Ama Yaşar için, onun açık, sıcak ve kocaman, sevgi dolu kalbi için bir köylüydüm.
Bu kelime üzerinde çok düşündüm. Anlamı neydi? Tabii ki ‘köyde doğan, köyden gelen’ demekti. Ama yine tabii ki bundan çok daha geniş bir anlam taşıyordu.
Köylü olmak... Yaşar’ın hiç bilmediği, tanımadığı bir ortama girip birkaç dakika içinde oradakilerle dost olmasını, hiç görmediği kişilerle, sanki doğduğundan beri berabermiş gibi anlaşmasını sağlayan niteliktir.
Köylü olmak, ülkenin, her toplumuna, her kişisine ilgi duymaktır. Nitekim, yolculuğumuz boyunca arkadaşımın bana ilettiği en karmaşığından en basitine dek tüm bilgiler bu ilginin ürünüydü. Yine arkadaşımın ansiklopedik bir kafaya ve sonsuz bir coşkuya sahıp olmasının nedeni bu ilgiydi.
Evet, üstelik bu dostum bir ‘Köylü’ydü.Şimdi anlıyor musunuz ne demek istediğimi?
‘Köylü’ sözünü bir sanatçı için kullandığınızda, bu kelime, bir işçi, bir köylü ya da bir entellektüelle aynı kolaylıkta ve aynı çabuklukta ilişki kurabilen birini yansıtıyor. Yaşar’ın, çok şey bilmesine rağmen, bir entellektüel olduğunu sanmıyorum. Ayrıca entellektüelliğin çok, ama çok önemli bir şey olduğuna da inanmıyorum.
Önemli olduğuna inandığım ve hayran olduğum şey, kişinin derin duygulara sahip olması ve duygularını başkalarına aktarabilmesi. Yani sanatçı olması.
Sanatçı kendisi için konuşamayanların yerine konuşandır. Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nerede olduğumuzu, toplumdaki sanatçılar aracılığıyla öğreniriz. Neler düşündüğümüzü, duygumuzu, neler duyacağımızı bizlere anlatmak öğretmek onların görevidir.
Bir topluma duyguları, düşünceleri aktarmanın sözlerden çok daha etkili olduğu bir şekil vardır. Sinema sanatından söz ediyorum. Sinema kelimelere dökemediğimiz ögeleri resim ve sesle verir.
Bu yönüyle sinema güçlüdür, tektir...”
“...Birkaç ay önce Paris Sinematek’inde bir film gösterisine davetliydim. Çok etkilendiğim, hâlâ da etkisinde olduğum bir film. ..Adı “L'Espoir”dı. Ve adını hiç duymadığım bir Türk yönetmeni tarafından yapılmıştı.
Yönetmenin adı Yılmaz Güney, filmin ki “UMUT”
Yönetmenin, kişilere ve halkına bakışı öylesine içten,öylesine gerçek ve öylesine eksiksizdi ki, filmi izlerken perdedeki adam, perdedeki aile için, onların gelecekleri için kaygılanmaya başladım. Film sona erdikten sonra da endişelenmeye devam ettim. Bu adama ne olacak diye düşündüm. Ya çocukları? Çocuklarına ne olacak? Bizim çocuklarımıza, hepimizin çocuklarına? Türkiye'ye ne olacak ? Dünya’ya ne olacak ?
Evrenselliğe giden tek yol kişisellikten geçer.
Endişe etmek, kaygılanmak, merak etmek, sormak bence sanatın iletmesi gereken en önemli şey. Kesin yargılar getirmesinden çok daha önemli.
Yılmaz Güney, halkını bunca sevdiği için, onların yalnız dış değil iç dünyalarını da bunca ustalıkla verebilmişti. Kendi oyunculuğu öylesine inandırıcıydı ki, öyle olmadığını öğreninceye dek, onu bir arabacı sandım.
Filmin tümüne canlılık katan, yönetmenin halkına olan sevgisiydi. Burada, en basitinden bile olsa “Toplumsal eleştiri” türünden herhangi bir şey yoktu. Filmin kendisi toplumdu.
Ancak sanatçının asıl güçlülüğü, sevgi dolu gözlerle baktığı her şeyi, bunlara dışardan bakan bir yabancı gibi değil, olayların içinden, dövüşün ortasından, sorumlulukların içinden bakıp bize iletmesiydi.
Bence Yılmaz Güney bir “Köylü”dür.
Bir toplum için bu türde bir sanatçıdan daha değerli ne olabilir ?
Kulağa “Af”dan daha tatlı gelen bir söz var mıdır ?
Evet, özgürlük!..”
26 Temmuz 1976’da CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, “Ege’deki haklarımızdan vazgeçilemez” şiarıyla eşi Rahşan Ecevit ile birlikte görüşmeler yapmak ve 8 gün kalmak üzere Amerika’ya gitmişti. Ecevit bu seyahati sırasında New York, Washington ve Chicago’yu ziyaret etmiş, Beyazsaray’da Başkan Ford ile görüşmüş, Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile öğle yemeği yemiş, Savunma Bakanı James Shelesinger ile bir görüşme yapmış, New York ve Washington’da Uluslararası İlişkiler Enstitü’lerinde birer konferans vermişti. Bu arada Bülent Ecevit’e New York Waldorf Astoria Oteli’ndeki bir toplantı sırasında Rum bir militan silahlı saldırıda bulunmuş, Ecevit’i korumak üzere görevlendirilmiş Amerikalı korumalardan birisi saldırganın üzerine atlamış, suikastçinin ateşlemek üzere olduğu tabancasının horozu baş parmağını delmesine rağmen, yine de suikastçıyı etkisiz hale getirmeyi başarmıştı.
Bülent Ecevit New York’taki temasları sırasında bir şekilde Elia Kazan ile de tanışmış ve görüşmüştü.
O tanışmayı, görüşmeyi ve Ecevit’in davetini, Elia Kazan şöyle anlatacaktı, yıllar sonra;
“...İşte yine üzerinde çalıştığım bir kitap için Türkiye’ye gelmek istedim. Ancak, daha önceki bazı tatsız tepkiler nedeniyle endişe duyuyordum. New York’ta bir toplantıda başbakanınıza rastladığımda, bu kitaptan, bu istekten ve bu endişemden söz ettim. Bu arada en büyük amacımın Türkleri ve Yunanlıları birbirlerine yakınlaştırmak olduğunu söyledim. Ecevit, “Benim de amacım bu” dedi. Kendisine, ancak beni çağırırsa, gönül rahatlığıyla Türkiye’ye gelebileceğimi söylememle, “Davetlimsiniz” demesi bir oldu. Nezaketen bile olsa, bu sözler çok etkilemişti beni. Kısa bir süre sonra yazılı bir davet alınca gözlerime inanamadım. Tabii müthiş sevindim. İlk fırsatta uçak biletimi aldım ve geldim.”
1977 yılında yapılan yerel seçimlerinde CHP’nin oyları %41,4’e çıktıktan sonra, Bülent Ecevit 1978’de yeni bir hükümet kurarak tekrar Başbakan olduğunda Elia Kazan’ı resmi konuk olarak Ankara’ya davet etmişti.
O daveti ve görüşmeyi Elia Kazan, New York Times’ın 4 Şubat 1979 tarihli sayısında kaleme aldığı “The view from” (görünüm) adlı yazısında da şöyle anlatmıştı;
“...bu kez New York'ta tanıştığım Başbakan Bülent Ecevit'in konuğu olarak yine Türkiye’deydim. O zaman bana Türkiye’ye ilgimin ne olduğunu sormuştu. ‘Bir roman yazıyorum’ demiştim. ‘Umarım yazdıklarımla ya da daha sonra filmle Türkiye ile Yunanistan’ı biraz daha yakınlaştırabilirim. Bu benim tutkum.’ diye eklemiştim.
‘Benim de hırsım bu’, demişti. Masasının üzerinde gümüş bir sigara kutusu vardı, üzerinde Yunanistan Başbakanı Constantine Karamanlis’in imzası bulunmaktaydı. Ecevit Bey’in girişimiyle İsviçre Montrö’de ( 20 Temmuz 1936’da Möntrö Boğazlar Sözleşmesi’nin de imzalandığı beş yıldızlı Fairmont Le Montreaux Palace otelinde, 10 Temmuz 1978’de) buluşmuş ve görüşmüşlerdi.”
Bülent Ecevit ve Konstantinos G. Karamanlis
Ecevit ile Ankara’daki bu görüşmesinde şiirden sinemaya, tüm sanat dallarını, Türklerle Yunanlıların dostluğu yolundaki çabalarını ve Türk sinemasının sorunlarını tartışmışlar, Bülent Ecevit, Elia Kazan’a şiirlerini vermiş, Elia Kazan da Türk sineması ile ilgili düşüncelerini daha sonra bir raporla kendisine takdim edeceğine söz vermişti. Bir saate yakın süren bu görüşmenin ardından Elia Kazan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı ile ilgili izlenimlerini şöyle dile getirmişti;
“... Yaşamımda ilk kez, hiç abartmıyorum ilk kez, sanat konularına bunca egemen, insan yanı ağır basan bir politikacıyla karşılaşıyorum. Sonsuz etkilendim, hayran kaldım. Konuştuğumuz her konuda sonsuz açık ve dürüsttü. Yani poliktikada olup da hesaplı kitaplı yanı olmayan, karşısındakini nasıl etkileyeceği endişesinde olmayan biriyle ilk kez karşılaştım... Sanki yıllardır birbirimizi tanıyorduk. Aynı dünyayı, aynı sorunları paylaşıyor gibiydik... Ne desem, duygularımı belirtmeye yeterli değil. Müthiş etkiledi beni...”
Devamını Elia Kazan’ın New York Times’daki yazısından okumaya devam edelim...
“Ecevit Bey’in kendi umudu Türk hayatını özgürleştirmekti ve ben bundan faydalanacaktım. Bana bir araba ve beni gitmek istediğim yere götürmesi talimatıyla bir şoför sağlamıştı; (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyelerinden) Tarih profesörü Mete Tunçay’ı sorularımı cevaplayabilmek, konuşmak isteyebilecek herhangi bir köylü kadınla iletişimimi sağlayabilmem için de bir film yapımcısı ve senarist olan Canan Gerede Hanım’ı angaje etmiş, ve ayrıca da bir koruma vermekte de ısrar etmişti. Zira ülkesinde bir yıl içinde 550’den fazla terörist cinayet işlenmişti.
Türkiye’nin batısında toplam 2500 mil yol kat ettik. İstanbul son durağımızdı ve orada arkadaşlarım tarafından hapishanede Yılmaz Güney’i ziyaret etmem sağlandı. Gitmekten mutluydum, sadece Güney ile tanışmak istediğim için değil, aynı zamanda ‘Midnight Express’ filmine verdiğim tepkiden dolayı.”
“...Kendimizi sabah 8’de otelden ayrılacak şekilde ayarladık. İstanbul Boğazı üzerindeki büyük köprüyü geçerek İstanbul’un Üsküdar banliyösüne geldik. Hapishaneye yaklaştığımızda, duvarlarda gezi boyunca gördüğümüz sloganların aynıları vardı: ‘Ne Amerika Ne Rusya, tam bağımsız Türkiye’, ‘Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet’, ‘Yaşasın Proleterya’nın Devrimci Mücadelesi’.
Toptaşı, köşelerinde düzensiz, biraz şekilsiz kulelerle çevrili, yüksek, uzun, sarımsı bir beton duvarın arkasında duruyordu. Arnavut kaldırımlı caddenin karşısında bir cami vardı. Hapishane duvarlarının dışında bekleyen bütün aileler görüşmeyi bekliyordu. Ancak ziyaret saatinden bir saat önceydi ve mahkumların aileleriyle buluşacağı kabul odasına giden uzun metal merdivenin yanında sadece bir kadın duruyordu. Kabul odasının kapısının çalınmasına cevap verilmedi. Binanın dışını korumakla sorumlu jandarma şefinin karargahının bulunduğu köşelerden birine gittik, şaşırtıcı bir şekilde, hemen kabul edildik.”
“...Canan Gerede Hanım çayımızı içtikten sonra, yok olan komutanın masasının arkasına yürüdü, koltuğuna oturdu, telefonu aldı ve bir numara çevirdi, Yılmaz Güney’i istedi. Telefonu kapattığında, ‘Gel!.. Yılmaz içeri girmemize izin verdi’ dedi.
Olan buydu. Tekrar sokağa indik, uzun sarı duvardan metal merdivene yürüdük, çelik kapıya çıktık. Bayan Gerede göz hizasında bir panele vurdu ve küçük bir çelik kapak kayarak açıldı, içeri baktı ve ‘İşte orada’ dedi.
Gülümseyerek ve ‘Hoşgeldin’ diyerek kapıyı açtı. Ben çözemedim bu işi, başka bir evrak filan gerekli değil miydi? Sadece benim adım ve onun beni görme isteği yeterli mi?.. Türkiye’deki bir mahkum ziyaretçilerin içeri girmesine izin mi verebiliyor?
Kollarıyla beni sarmış, kendine doğru çekip kucaklamış ve her iki yanağımdan öpmüştü. Adamı o ana kadar hiç görmemiştim. Yılmaz'ın görünüşü beni şaşırttı; o beklediğimden çok daha inceydi. Filmdeki bir yıldız gibi, bir kabadayı edasıyla efsane kahramanı gibi abartılı yürüyordu. Hapishanedeki bu üçüncü misafirliğinde 10 kilo kaybetmişti. Müdürün izniyle cezaevinin içini gezmekte bana mihmandarlığı o yapmıştı. Kirli gri beton duvarları olan büyük, kare bir kabul odasındaydık. Banklar, birkaç eski koltuk ve simsiyah bir kanepe vardı. Yılmaz, beni kanepeye çekti ve kolunu omuzlarıma doladı. Bir çevirmene ihtiyacım olmasına rağmen aceleyle konuşup bana filmlerimin kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlattı. Onları yakından tanıyordu; oyuncular, detaylar, sahneler...
Herhangi bir gardiyan görmemiş olmak beni şaşırttı. Güney bizim için kapıyı açtığında, yanındaki adam olabilirdi ama görünüşünden bunu tahmin edemezdim. Açık yakalı bir gömleğin üzerine takım elbise, Güney ise açık yakalı bir gömlek üzerine eski kahverengi bir spor ceket giymişti. Eski arkadaş gibi davrandılar birbirlerine. Sabah saat 10’dan öğleden sonra 3’e kadar o cezaevinde Yılmaz’la kaldım ve hiç üniformalı bir adam göremedim...”
“...Yılmaz bize etrafı gezdirecekti. Ancak fotoğraf çekmem konusunda biraz tereddütü vardı. Bir telefon görüşmesi yapana kadar kameramı masada bırakmamı istedi. Çekebileceğim ve yayınlanmasına neden olabileceğim hiçbir fotoğrafın sorumluluğunu almak istemedi. Nasıl olsa, nerede olursam olayım, fotoğraf makinemi bana gönderirdi. Korumam Aziz, Amerikan malı 45’liğini bırakmayı teklif etti, ancak Müdür silahı sorun etmedi, başını salladı, gülümsedi. Sonra bize lezzetli ama (Türkiye’deki her şekerleme gibi) benim damak tadıma göre fazla tatlı çikolatalar ikram etti. Şekeri çayla içtik ve gitmek için ayağa kalktık. Müdür kucakladı, beni her yanağımdan öptü. Hiç bu kadar çok erkek tarafından ve bu kadar sık öpülmemiştim hayatımda...”
“...Avlunun diğer tarafında, yeşile boyanmış bir demir kapıyı Yılmaz bir anahtar çıkarıp açmıştı. Kapının arkasındaki küçük kare oda, cezaevi yetkilileri tarafından yazması için ona sağlanan bir yerdi. Burada küçük bir masa, iki sandalye ve kitaplar ve dergilerle dolu iki kitaplık vardı.
Her yerdeki siyasi mahkumlar, bağlı oldukları yasayı dikkatle incelerler. Yılmaz’ın kitap raflarında üç ağır, deri ciltli kalın kitap vardı. Cezaevinde ne kadar kalacağını sorduğumda bu kitaplardan birini aldı ve bize davasında uygulanan Türk hukukunu okudu. Sonra bize bu cezayı çekerken bile üç kez yargılandığını söyledi. Bu davalar siyasi eylemler içindi ve eğer mahkum olursa cezası ölüm olabilirdi ama bu tehdidi ciddiye almıyor gibiydi.
Neden olmasın? O kadar çok kez hapse girmiş ve bu şekilde o kadar sık tehdit edilmişti ki, bu onun yaşam tarzı haline gelmişti sanki. Ama sonra hapishanenin tüm atmosferi beni şaşırtmıştı; Yılmaz’ın özel çalışma odası, hapishanedeki rahatlığı ve zarafeti, gardiyanların eksikliği ( tabi onlara gardiyan denilebilirse) ve müdürün samimiyeti.
Daha sonra Türkiye’deki her saygın aydının hapiste bir ceza çekmiş olduğunu öğrenecektim. Ecevit Bey’in görevlendirdiği tarihçi ve filozof Prof. Mete Tunçay dört ay hapis yatmıştı mesela. Nobel Edebiyat Ödülü ile adından sıkça söz ettiren romancı arkadaşım Yaşar Kemal çok vakit geçirmişti. Karısı ve tercümanı Thilda da dört ay içeri alınmıştı. Bu bir çeşit ayrım haline gelmişti sanki Türkiye’de...”
“... Çok uzun bir odaya girdik. Bir yatakhanedeydik; İlk bakışta, 100 erkeğin yaşam alanı. Oda, çift kat ranzaları alacak kadar yüksekti. Neredeyse tamamı mahkumlar tarafından rahatça işgal edilmiş, konuşuyor, okuyor, tavla oynuyor, bazıları ise hala uyuyorlardı. Hepsi diledikleri gibi hareket etmekte özgürlerdi sanki. Yılmaz bizi yavaş yavaş yatakların birbirine bakan katları arasındaki geçitten geçirdi. Erkeklerin çoğu yukarı bakmaya zahmet etmedi. Odanın en ucunda en ciddi suçlardan dolayı hapsedilen adamlar vardı, aralarında birçok da katil vardı. Burada, kendilerine eşit derecede ağır cezalar getiren siyasi eylemlerin tutsakları da vardı. Hapsedilmiş ya da zaptedilmiş kimseyi görmedim; ama tabii ki hapishanede hiç göremediğim, daha şiddetli mahkumların hapsedildiği yerler olmalı diye düşündüm.
Uzun sıranın sonunda, üst katta Yılmaz’ın yatak odası vardı. Dar basamaklı bir kat merdiven çıktık. Ağır bir ev yapımı malzemenin kırmızı perdeleri açıklığı kapattı. Yılmaz'ın oda arkadaşı bizi selamlamak için oradaydı, bir polis ve bir gardiyan öldüren yaklaşık 45 yaşında bir adam, 17 yıldır hapishanedeydi.
“...Eve giderken hepimiz üzgündük. Profesör Tunçay özellikle rahatsız oldu. ‘Güney'in siyaseti yeteneğini öldürüyor’ dedi. Adamdaki film yapımcısına ne olacak? Ona sormayı unuttum, dedim daha sonra. ‘Yargıcı öldürdü mü öldürmedi mi?’
Bayan Gerede, ‘Elbette hayır’, dedi. ‘Yanlış bir şekilde’, ‘ona sormalıydın’ dedi. Sonra da ekledi, ‘Her neyse, o faşist bir yargıçtı.’
‘Ölen yargıcın kızı olduğunu varsayalım, O zaman ne derdin?..’ diye sordum, ‘Umarım duygularımın zekama müdahale etmesine izin vermezdim,’ diye yanıtladı. Bayan Gerede daha sonra, ‘Biri var, yargıcın öldürüldüğü gece tam olarak ne olduğunu size söyleyebilir.’ dedi.
O bahsettiği adam, İstanbul Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi Başkanı Onat Kutlar’dı. Türkiye’deki son gecemde benim için verilen bir partide onunla karşılaştım. Ona, Bayan Gerede’ye tam olarak ne olduğunu anlatıp anlatamayacağını sordum, böylece benim için onu yazabilecekti. Onat Kutlar şöyle açıkladı;
‘Ağustos 1974'te bir gün Yılmaz Güney'in evine gittim. Eski arkadaşlar olarak onun film projelerini tartışırdık. Büyük bir duyguyla bana bir sonraki filmini anlatmaya başladı. Adı ‘Endişe’ olacaktı.
Bu yeni filmin ana karakteri Adana yakınlarındaki Çukurova’da bir tarım işçisiydi. Bir azizle deli arasında bir yerde bulunan bu tuhaf işçi, çadırının önünde çömelirken sabit bir bakışla ufku tarayacaktı ve şunları düşünecekti, 'Bir şey olacak, kesinlikle bir şey olacak, korkunç ve ürkütücü bir şey olacak!.. Bir şey olmalı!.. Bu düşünce onu kaygıyla doldurdu. Film, bu adamın hikayesi olacak.
O gece Güney Adana’ya gitti. Birkaç gün sonra da cinayeti duyduk. Şahit olmak için orada değildim, ama...’
Ben de Onat Kutlar’ın da görgü tanığı olmadığını düşündüm!..”
İşte o zaman, filmdeki tarım işçisi Yılmaz Güney’in kahramanını hatırladım; tuhaf adam, yarı aziz, yarı deli, çadırının önünde çömelmiş,
Bir şey olacak, kesin bir şey olacak, korkunç ve korkutucu bir şey. Evet, bir şeyler olmalı!..”
Elia Kazan, Toptaşı Cezaevi’ne gitmiş, Yılmaz Güney’i kucaklamış, ayrıca sinema çevreleriyle dostluklar kurmuştu. Sonra çocukluğu, aile bağları ve anıları peşinde Kayseri, Isparta, Burdur, Antalya, İzmir, Ayvalık ve İstanbul’u kapsayan bir yolculuğa çıkmıştı. Elia Kazan bu seyahat sırasında gittiği her yerde dilediği gibi dolaşmış, gezmiş ve oranın insanlarıyla kaynaşmıştı. O herkesi sevdiği gibi, kendisini de onlara sevdirebilmişti. Bol bol fotoğraf çekmiş, sayfalarca notlar almış, her söylenene kulak vermişti. O artık Türkiye’de istenmeyen adam değildi, Türkiye’de sevgiyle karşılanıyor, o da sokaktaki insanların arasına karışmayı, onlarla sohbeti ve kucaklaşmayı seviyordu, insanlar da onu...
Elia Kazan’ın 60’lı yıllarda Türkiye’ye gelip gidişlerinde tanıştığı, daha sonra onunla 70’li yıllarda Los Angeles’te yaşadığı sırada sıkça görüşüp dostluğunu derinleştirdiği, Fidel Castro, Lisa Minelli, Nelson Mandela hatta Humeyni ile bile yaptığı röportajlar ile tanınmış Türkiye’nin öncü kadın gazetecilerinden Refika Leyla Umar (1928-2015) da Elia Kazan’ın Yılmaz Güney ile Toptaşı Cezaevi’nde görüşebilmesine dahil olmuştu. Leyla Umar, 1 Ocak 2003’de onun vefatının ardından Vatan Gazetesi’ndeki köşesinde “Beni 24 yıl önce ağlattı” başlığıyla kaleme aldığı yazısında şöyle aktarmıştı onunla yaşadıklarını;
Bu olay ve sonrasında yapmış oldukları telefon görüşmelerinde Leyla Umar, Elia Kazan’a daha da kırılmış, sıcak dostlukları soğumuştu... İki eski dost, en son 26 Temmuz 1993’te Zülfü Livaneli’nin kızı Aylin Livaneli’nin Tolga Savacı ile Kuruçeşme Divan’daki düğünlerinde karşı karşıya gelmiş, Elia Kazan ona sarılmak istese de Leyla Umar, “...ilk kez tanıştığım ve üzerimde hiçbir iz bırakmayan birine yaptığım gibi elimi uzattım ve hemen yanından ayrıldım.” diye yazarak anlatmıştı kırgınlığının boyutlarını.
Yargılamaların sonucunda 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırılan Yılmaz Güney, cezasının beş yılını yattıktan sonra, 9 Ekim 1981’de izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden yurt dışına firar etmiş, Antalya Kaş’tan Meis Adasına oradan da İsviçre’ye geçmiş daha sonra da Fransa’da yaşamaya başlamıştı. Cannes’te büyük ödülü alan “Yol” filminden 9 yıl sonra 1983’te tekrar kamera arkasına geçmiş ve son filmi olacak “Duvar”ı çekmeye başlamıştı. Zira Yılmaz Güney, “Duvar”ı tamamladıktan bir yıl sonra, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984’de Paris’te vefat etmişti.
Yılmaz Güney 1976’da Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’nde ya da bilinen adıyla Ulucanlar Cezaevinde bulunduğu sırada tanık olduğu çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayıldığı isyanından çok etkilenmiş, “Duvar”ın senaryosunu yazmış ve filmini çekmişti. Filmde dışarısıyla, sosyal yaşamla bağları koparılmış hapishane insanlarının duygularını aktarmaya çalışmıştı. Bu filmi çekerken de o filmin kamera arkasını “Duvarın Etrafında” adıyla bir belgesel olarak çekmiş, sanki biliyormuşcasına öleceğini, ardında miras bırakmıştı adeta bizlere.
“Duvar”ı çektiği sırada, son olarak Toptaşı Cezaevi’nin koğuşlarında ilk kez tanıştığı dostu Elia Kazan, bu kez Fransa’da bir manastırda kurulan gerçek olmayan bir cezaevi setinde Yılmaz Güney’i ziyaret etmiş, dostuna vefasını, desteğini göstermişti. O sırada “Duvar” ile aynı anda çekilen “Duvarın Etrafında” belgeseline de konuk olmuştu.
“Duvar” filmi ne yazık ki ancak çekildikten 16 yıl sonra 1999’da Türkiye’de gösterime girebilmişti. “Duvarın Etrafında” belgeselinde Yılmaz Güney’in film setindeki çalışma tarzı, oyuncularla birebir ilişkileri anlatılmıştı. Filmde kimi zaman öfkeli, kimi zaman sevecen, bazen de özür dileyen ama her şeyden önemlisi amacına sevgi ve akılla ilerleyen her ne yapıyorsa eserlerinin daha iyi olması için uğraşan bir Yılmaz Güney görüldüğünü ve çekimin acı tatlı anılarını anlatıyor, Güney Kültür ve Sanat Dergisi “Duvarın Etrafında” belgeseli ile ilgili yazısında;
“Devlet onları kişiliksizleştirmek, yalnızlaştırmak için tasarlamıştır
F-Tipi cezaevlerini. Yaşamlarını dışarıda bile metreler arasına hapsetmiş insanlar, elbette karşı çıkmayacaklardır F-Tipi’ne; çünkü ayırdında
değillerdir özgürlüğün. Duymazlar ölüm oruçlarındaki devrimcilerin
seslerini. Gazetelere çıkıp her gün ‘hücreler modern, kullanılan
malzeme lüks’ diye verilen demeçler, rahat bir eve sahip olma hayalleri kuran insanları kandırmak ve daha ne istiyorlar ‘otel gibi hapishane’
dedirtmek için söyleniyor.
Oysa tek kişilik bir yaşamda malzemenin kaliteli olması ne demek ki? Malzeme değil sosyal yaşam önemli. Tek kişilik bir yaşamda ‘lüks hayat’ neyi ifade ediyor? Devrimcilere uygulanan bu tecrit politikasına mutlaka bir son verilmelidir.”
“Duvarın Etrafında” belgeselinde Elia Kazan ve Yılmaz Güney
https://www.youtube.com/watch?v=4_mRcKw1x2A
Yılmaz Güney’in vefatından dört yıl sonra Elia Kazan, 4-17 Nisan 1988 tarihleri arasında düzenlenen 7. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne katılmış ve Uluslararası Yarışma/Altın Lale Jüri Başkanlığını üstlenmişti. Festival filmlerinin sansürden kurtarılması için yardım etmesi istendiğinde de buna canı gönülden katılmış, bir plan kurulmuş, festivale katılan tüm sanatçılar ve Yeşilçam’ın önde gelen kişileri Taksim’e doğru yürümüş ve “Uluslararası sanatsal etkinliklerde Sansür olamaz!” diye sloganlar atılmıştı. Bu davranış dönemin Kültür Bakanı Tınaz Titiz’i etkilemiş ve çıkardığı bir yönetmelikle uluslararası festivallerde sansürü kaldırmıştı. Bu sırada Elia Kazan, başrollerini Rutkay Aziz ve Uğur Polat’ın paylaştığı, Menderes Samancılar’ın 1989 Antalya Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü aldığı, Zülfü Livaneli’nin “Sis” filminde de misafir oyuncu olarak ve hayatında son kez küçük bir rol almıştı.
Elia Kazan Nisan 1997’de İstanbul’a geldiğinde aynı zamanda, Halide Edip Adıvar üzerine yazmış olduğu romana ilişkin olarak İstanbul’a gelen karısı Frances Kazan’a da refakat ediyordu. O günleri yine Zeynep Oral’ın 30 Mart 1997’de Milliyet Gazetesinde yer alan yazısından okuyalım;
“... Ama şimdi durup durup, ‘Bu kez başka... Bu kez farklı’ diyordu.
Bu farklılığın, yalnızca, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nca kendisine verilen Başarı Ödülü'nden kaynaklandığını sanmıyordum.
Nedir bu kez farklı olan diye sordum...
87 yaşının sonunda çocukluğuyla buluşmanın, çocukluğuyla bütünleşmenin tadını çıkarıyor Elia Kazan İstanbul’da.
87 yılın sonunda bu tadı yakalamışken, mutluysa, içi rahatsa, bunu kendisiyle barışıklığına yorabiliriz: ‘Doğrularımın da, yanlışlarımın da bedelini ödedim. İnandıklarımdan, doğru bildiğimden hiç ödün vermedim...”
“...‘Yazmak, yaşamdaki en içtenlikli olay. Kişinin kendiyle başbaşa kaldığı, kendini anlamaya, dolayısıyla çevresini anlamaya çalıştığı en yoğun eylem’ diyordu çok kısa bir süre önce.
Bugün, ‘Artık kendimi aldatmıyorum. Bundan böyle yeni bir film çevirmeyeceğimi, yeni bir roman yazmayacağımı biliyorum’ dese de, o inatçı kadının, yıllar yılı New York’ta bile, ölene dek Türkçe’den başka hiçbir dil konuşmayan büyükannesinin sözcükleri kulağında ve dilinin ucunda birikimlerine yeni tadlar katıyor.
Siz bu yazıyı okuduğunuzda o Kayseri'ye doğru Zülfü Livaneli'yle birlikte yola çıkmış olacak. Çocuklukla yaşlılığı bütünlemeye, gelecekle geçmiş arasına bir çengel daha atmaya…”
New York’taki evinin en üst katındaki çalışma odası, Hollywood geçmişini yansıtan resimlerin yanı sıra Türkiye’deki dostlarının fotoğraflarıyla doluydu.
Marlon Brando’nun yanında Yaşar Kemal’in, James Dean’in yanında Kayseri eski Belediye Başkanı Osman Kavuncu’nun, Marilyn Monroe’nun yanında Zeynep Oral’ın fotoğrafını görmek hiç de şaşırtıcı değildi.
Son yıllarında sık sık Türkiye’ye geliyordu ve her yaz bir iki hafta
‘mavi yolculuk’ yapıyorduk. Ama bitmek tükenmek bilmeyen bir sıla özlemi vardı: Ölmeden önce annesinin doğduğu köy olan Germir’i tekrar görmek istiyordu.
Bir gün her şeyi ayarladım ve birlikte Kayseri uçağına bindik.
Bir otele yerleştikten sonra ver elini Germir Köyü.
Ne yazık ki yağmurlu, çamurlu, gri bir gündü. Hava soğuktu.
Nedense Germirliler Elia Kazan’a pek dostça yaklaşmadılar. Başımıza toplanan herkesin bu zengin Amerikalı’dan bir ‘dileği’ vardı. Kimi köye ambulans göndermesini, kimi para vermesini söylüyor ama kimse ‘Buyrun bir çay için!’ demiyordu. Sonunda yaşlı bir haram bunu akıl edebildi. Teşekkür ettik ve annesinin evini aramaya koyulduk.
Köy çamur içindeydi.
Kiliseye geldik. Tavanı ortasından ikiye ayrılmıştı, çökmek üzereydi. İnsanın genzini yakan keskin bir kokuyla loş kiliseye girdik ve o görkemli yapının hayvan ahırına dönüştürülmüş olduğunu gördük.
Kazan’ın annesinin evi diye gösterilen yer de yıkılmış bir evin kalıntılarını taşıyan çamurdan bir tümsekti.
Kayseri’ye dönerken Kazan çok hüzünlüydü.
‘Biliyor musun’ dedi. ‘Bu köyde annemin tuvaletler ve şık şapkalarla çekilmiş resimleri var.’ Sustum. Ne cevap verebilirdim.
Kayseri’de kapalıçarşıya gittik. Eliyle koymuş gibi halıcı dükkanlarının bulunduğu bölümü buldu. Sakatatçılar da aynı bölümdeydi. Dükkanların önünde çengellere asılmış ciğerler sarkıyordu. Eskiden orada babasının da halıcılık yaptığını biliyordum. ‘Beni burada yalnız bıraksana!’ dedi.
İtiraz ettim, çünkü başına bir şey gelmesinden korkuyordum.
Ama o kendisini iki saat yalnız bırakmam için ısrar etti.
Küçük hasır bir iskemlenin üzerine oturdu. Başını ellerinin arasına aldı ve halıcı dükkanlarını seyretmeye başladı. Aradan iki saat geçtikten sonra onu aldım. Akşam bir lokantada rakı içerken ‘Bugün kapalıçarşıda saatlerce babamı düşündüm ve onu yine bağışlayamadım’ dedi. Bilenler bilir: Elia Kazan’ın kendisine ve annesine çok sert davranan babasıyla ilgili bir saplantısı vardı.
Ben de onu biraz neşelendirmek isteyerek ‘Baban 20. yüzyılın başlarında bu şehirden, bu dükkandan seni çıkarıp New York’a götürüyor ve Elia Kazan olmanı sağlıyor. Eğer böyle bir girişimde bulunmasaydı, belki sen hâlâ burada halıcılık yapıyor olacaktın’ dedim.
Yüzü aydınlandı. ‘Doğru!..’ dedi.
Sonra babasının anısına kadeh kaldırdık...”
Zamanında Germir’de Türk mahallesi dışında iki Rum mahallesi varmış ve bu mahalleler kiliselerinin adlarıyla anılıyormuş; Panaya (Agia Panagia) ve Aya Todori (Agia Theodore) Mahalleleri.
Elia Kazan’ın annesinin, Şişmanoğlu ailesinin evi büyük bir ihtimalle Aya Todori mahallesinde ve kiliseye çok da uzak olmayan bir mesafedeydi. Elia 2 saat, 32 dakika, 21 saniyelik filminin hemen hemen başlarındaki (0:40) bir sekansta benim tahminimce annesinin evinden Kermira’nın genel görünümü ile başlatmıştı America, America filmini.
Yıllar sonra da olsa, annesinin gözünden bakmak istemişti Germir’e, annesinin evinin yıkıntıları arasında oluşan çayırlığa kurdurduğu bir kameranın vizöründen…
“geldim yine buradayım işte”
dercesine...
Zeynep Oral,
“Geçen yıl New York’ta Elia Kazan’ı son gördüğümde (2002), Ara Güler’in fotoğrafları arasına oturmuş, ‘Bana Türkiye’yi anlat’ diyordu. Tutkuyla sevdiği ‘Anadolu’ için özlemle yanıp tutuşuyordu... Ve tek üzüntüsü, New York’taki Nazım Hikmet Gecesi’ne gelemeyecek olmasıydı. Kendini çoook, çok yorgun hissediyordu.” diye yazmıştı ölümünün ardından...
Elia Kazan, 28 Eylül 2003’te Manhattan’daki evinde, 94 yaşında eceliyle vefat etmişti.
Son yıllarda, ağzından düşürmediği tümceler,
“Ben Kadiköylüyüm, Ben Anadoluluyum,
9. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-1520) Tokat’ta başlayan isyan, aynı yıl içerisinde kanlı bir şekilde bastırılmış olsada, ardıllarıyla birlikte 19. Osmanlı padişahı IV. (Avcı) Mehmed’in dönemine (1648-1687) kadar devam etmiş, on binlerce insan hayatını kaybetmiş, pek çok yerleşim yeri yıkıma uğramış, Osmanlı toprak düzeninin temel direği olan Tımar sistemi bozulmuş, kentlere büyük göçler olmuş, tarımsal üretim gerilemiş, yaşanan kıtlık tarım ürünlerinin fiyatlarının yükselmesine neden olmuştu.
1700’den sonra köye az sayıda Rum da yerleşmiş, Rumların nüfusu kısa sürede kendileriyle birlikte gelip köye yerleşen Müslümanların da önceden gelen Ermenilerin de nüfusunu aşmıştı. Kaynaklara göre 1840’da köyde 400’ü Rum, 300’ü Ermeni ve 100’ü Türk olmak üzere 800 hane mevcuttu. 1899’da ise oranlar bir hayli değişmiş, kayıtlara göre o dönemdeki köy nüfusu 3000 Türkçe konuşan Rum, 2000 Ermeni ve 1000 Türk olmak üzere 6000 kişiydi. 1924 mübadelesinin hemen öncesinde Rum nüfusta büyük bir düşüş yaşanmış, köyde 1000 Ermeni ve Türk yaşarken, 211 Rum kalmıştı.
1940 yılında İçişleri Bakanlığı’nın kurduğu “Yabancı Adları Değiştirme Komisyonu”nun yerleşim yerlerinin adlarının Türkçeleştirilmesi çalışmaları kapsamında Germir’in adı 27 Mayıs 1960’dan sonra son derece başarılı taş konaklarından ötürü “Konaklar” olarak değiştirilmiş, ona rağmen halkın dilinde Germir olarak devam eden köyün ismi, 199 yılında köy muhtarının öncülüğünde köylülerden alınan imzalar ile önce Valiliğe, ardından İçişleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı’na ve Kaymakamlığa verilen dilekçeler sonuç vermiş, Kayseri Melikgazi Belediyesi Encümeni’nin 15 Şubat 2000 tarihli kararı ile tekrar eski adına kavuşmuştu.
Germir sokaklarından
Germir’in muhtarı Melik temiz, Hürriyet gazetesine verdiği bir demeçte;
“... 1960’ların başıydı, tabelalar aniden değişti. Geçmişimiz elimizden alınmış gibi oldu, tarihsiz kaldık. Sokaklar aynıydı, bağlar bahçeler değişmemişti ama sanki birileri bizi almış da başka bir diyara götürmüş gibi hissettik kendimizi. Sokaklarımızın, bağlarımızın, bahçelerimizin elimizden alındığını düşündük. Resmi yetkililerin önünde, törenlerde hep Konaklar diyorduk ama onlar çekildikten sonra yine Germir demeye devam ediyorduk. Ben aramızda konuşurken hiçbir gün Konaklar dediğimizi hatırlamıyorum, alışamadık bu isme, sindiremedik içimize.” demişti...
Panaya (Panagia), Doğu Katolikliği ve Ortodoks Hıristiyanlığında Meryem’in ünvanlarından birisidir. Aya Todori (Theodore), ise Tanrının armağanı anlamına gelen, Rum Ortodoks Kilisesinde önemli olan ve şehit edilen azizlerden birisidir. Şehit Theodore olarak anılan ve en çok bilinen azizlerden birisi, aynı zamanda Theodore Tyro (Tiron Todori) olarak da anılan Theodore Amasea’dır (Amasyalı Todori). Amasyalı Todori, pagan bir törene katılmayı reddetmiş, Amasya yakınlarındaki Kybele tapınağını ateşe vermiş ve cezalandırılarak fırında yakılmış, şehitlik mertebesine yükselmişti.
1940’larda ne yazık ki cemaatsiz kalan bu kiliselerin tapuları şahıslara verilmek suretiyle mabetler özel mülke tevdi edilmişti.
[ Kimisis, uykuya dalan (ölüm) anlamına, Theotokos ise mesih İsa’nın annesi Meryem Ana’ya karşılık gelmektedir.] Uzun yıllar ahır ve samanlık olarak kullanılan kilisenin 1717-1729 yılları arasında daha önceden var olan eski bir kilisenin yerine inşaa edildiği bilinmektedir. Kilisenin 19. yüzyılın ikinci yarısında tekrar inşaa edildiği düşünülmektedir zira, kiliselerin kubbeli olarak inşaa edilmelerine ancak 1856 yılından sonra izin verilmiştir. Kilisenin ikinci katına merdivenler ile, oradan da kubbeye kadar çıkılabilmektedir ki, kubbenin üzerinden Germir’in kuşbakışı görünüşü seyre değerdir. Kilisenin 10 metre kadar uzağında ise kesme taştan inşaa edilmiş, kiliseden bağımsız, kare tabanlı, üzerinde sekizgen planlı iki kattan oluşan zarif bir çan kulesi mevcuttur, merdivenleri bir seviyeye kadar kullanılabilmektedir.
Germir’i batıdan sınırlayan vadinin yamacın eteğinde kuzeybatısındaki kayalara yaslanmış çan kulesi ile yer alan Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi, Banarya (Yukarı) Mahallesinde bulunmaktadır. Kitabesi yerinde olmayan kilisenin 1837’de inşa edildiği tahmin edilmektedir. Apsis bölümünde yerde görülen dairesel bir eski duvar kalıntısı, mevcut kilisenin yerinde daha önce var olan eski bir kilisenin üzerine inşa edildiğini düşündürmektedir.
Üç nefli bazilika şemasında ve çatısı çapraz tonoz örtülü, beş bölümlü nartekse sahip ve batıdan girişli olan kilisenin kuzey ve güney duvarlarının batısında da yan girişleri vardır. Kuzey ve güney cepheleri iki kat yüksekliğindeolan kilisenin batı cephesi iki katlıdır ve bir galeri mevcuttur.
Narteksin ortasında yer alan kubbesi yükseltilmiş bir kasnağa oturmaktadır. Fener şeklindeki bu kubbenin altında kasnağın içerisinde 12 adet pencere vardır ve her pencerenin arasında kalan duvarlar üzerinde 12 havarinin freskleri vardır.
Kare planlı bir tabana oturan çan kulesi birbirlerinden yatay silmelerle ayrılan sekizgen üç kademeden oluşmaktadır. Kare planlı olan alt bölümün üzerindeki ilk kat sağır duvar, ikinci ve üçüncü katlar ise sütun ve kemerlerle oluşturulmuştur. Çanın bulunduğu en üst kat sekiz dilimli bir kubbe ile örtülüdür.
Kilisenin galerinin korkuluk demirleri ve pencere demirleri sökülmek suretiyle tahrip edilmiş, duvar ve döşeme kaplamaları başka yapılarda kullanılmak üzere alınmış, duvarlardaki fresklerin çoğu da tahrip edilmiştir.
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Agia Panagia Rum Ortodoks Kilisesi
Surp Stepanos Ermeni Kilisesi yakınındaki eski taş köprü
Surp Stepanos Ermeni Kilisesi yakınındaki eski taş köprü
Agios Theodore Kilisesi
Agios Theodore Kilisesi
Agios Theodore Kilisesi
Agios Theodore Kilisesi
Agios Theodore Kilisesi
Agios Theodore Kilisesi
Agios Theodore Kilisesi
Türkiye- Yunanistan Mübadelesi sırasında sevgilisi Maria’dan ayrı düşen Yunus Dede’nin söylediği “Germir Bağları” türküsü geçmişin acılarını, ayrı düşenlerin hasretini ve sevdayı anlatan bir yangın gibidir.
“Gine yeşillendi aman, Germir Bağları, hey
Bakarım erimez, erimez dağların karı, hey
Bergüzar yollamış da aman aman
Ellerin yari, hey
Saçını boynuma aman, aman dolar ağlarım, hey
Verseler yarimi yanıma, güler oynarım, hey
Arabaya daş koydum,
Ben bu yola baş koydum,
Seni gelecek diye,
Sol yanımı boş koydum...
Gine güzler geldi de aman aman, yollar işledi, hey
Gözüm yaşı durmuş iken aman, gine başladı, hey
Benim yarim, suna boylum aman, aman,
Nerde kışladı, hey
Saçını boynuma, boynuma dolar ağlarım, hey
Verseler yarimi yanıma, güler oynarım, hey
Arabaya daş koydum,
Ben bu yola baş koydum,
Seni gelecek diye,
Sol yanımı boş koydum…”
Derleyen; Ahmet Gazi Ayhan-Muzaffer Sarısözen
https://www.youtube.com/watch?v=LW10Cjk6ugo
Ayrıca Germir’in, geçmişte Orta Anadolu’nun en önemli beziryağı üretim merkezi olduğu bilinmektedir. Germir'de 30’a yakın bezirhane olduğu ancak 2 tanesinin ayakta kalabildiği söylenmektedir. Köy konaklarının, cami ve kiliselerinin duvarlarını, tavanlarını süsleyen resimlerin de canlı bir şekilde ayakta kalmasını sağlayan en büyük unsurlardan birinin bu beziryağından kaynaklandığı söylenmektedir. Beziryağı, boyacılıkta, aydınlatmada, sabun yapımında, hayvanların yaralarını iyileştirmede kullanıldığı gibi aynı zamanda insan sağlığı için de faydalı olduğu bilinen ve yemeklerde kullanılabilen bir yağdır ve keten tohumundan elde edilmektedir. Bu da Germir’de o zamanlar ciddi anlamda bir Keten tarımı yapıldığına da işaret etmektedir. Ayakta kalabilen, 431. sokak 5 numarada bulunan Hamdi Yavuz ailesine aitken çocukları tarafından Belediyeye bağışlanan, 118 yıllık bir Bezirhane, Melikgazi Belediyesi tarafından restore edilerek müze haline getirilmiş ve ziyaret edilebilmekteymiş.
1- Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Bakanlar Kurulu Kararları Katalogu,
Ek:6, 1963
2- Cumhuriyet Gazetesi, 21 Ocak 1962, s.5
3- Cumhuriyet Gazetesi, 6 Nisan 1962, s.5
4- Ses Mecmuası, Sayı:12, 10 Şubat 1962
5- Germir’de Elia Kazan, Express Dergisi, 2001
6- Amerika’da bir Kayserili Tiyatro ve Sinema ustası; Elia Kazan’ın Kayseri izlenimleri, Muhsin İlyas Subaşı, Düşünen Şehir/Portre, ss. 142-147
7- Elia Kazan...“Anadolulu”... Zeynep Oral, Cumhuriyet,
2 Eylül 2003
8- Akis Dergisi, 5 Şubat 1962, ss. 25-31
9- Elia Kazan’la Tanışma, Türker İnanoğlu. Nil Soysal,
9 Nisan 2018, Sözcü
10- Beni 24 yıl önce ağlattı... Leyla Umar, 1 Ekim 2003, Vatan Gazetesi
11- Milliyet Sanat Dergisi, Sayı:74, 5 Nisan 1974, Milliyet Yayınları,
1974, İstanbul, s.26
12- Milliyet Sanat Dergisi, Sayı:298, 20 Kasım 1978, Milliyet Yayınları,
1978, İstanbul, ss.8-10