Bir garib “Bülbül” ölmüş diye(ler)...
(Yunus’dan...)
İster istemez, “bülbül” ve “ölüm” kelimeleri bir araya
gelince akla hemen “Bülbül’ü Öldürmek”
gelir, 1930’larda geçen öyküsüyle, Harper Lee’nin Pulitzer Ödüllü 1960’da
yayınlanmış o ünlü romanı...
70’lerde Türkiye’de yabancı dille eğitim verilen Maarif Kolejlerinde
70’lerde Türkiye’de yabancı dille eğitim verilen Maarif Kolejlerinde
İngilizce derslerinde de okutulan kitap...
Hemen ardından 1962’de Alan J. Pakula tarafından
filme çekilen,
Gregory Peck’in başrolünde yer aldığı 1963’te 8 dalda (En İyi
Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Sinematografi, En İyi Yönetmen, En İyi Muzik ve
En İyi Film dahil) Oscar’a aday gösterilmiş,
Gregory Peck’e En İyi Erkek Aktör
ödülü, Alexander Golitzen, Henry Burnstead ve Oliver Emert ekibine En İyi Sanat
Yönetmenliği,
Horton Foote’e de En İyi Senaryo ödülleri kazandırmış olan
film...
“Scout” Finch adında küçük bir kızın, ki o Harper Lee’nin
kendisidir, ağzından anlatılan öyküde, Scout’un babası Atticus, asılsız bir
iddia ile yargılanan ve yargılamanın sonucunda ölümle yüzyüze olma gerilimi
yaşıyan ve yaşatan zenci Tom’un avukatıdır. Scout’un en yakın arkadaşı “Dill”
ise, Harper Lee’nin çocukluk arkadaşı ve kapı komşusu Tiffany’de Kahvaltı’nın,
Soğuk Kan’ın yazarı Truman (Persons) Capote’den başkası değildir. Ondan
esinlenmiştir Harper Lee... Lee, Capote ilişkisi, 2005 yılı yapımı, 2006’da
Philip Seymour Hoffman’a olağanüstü performansı nedeniyle haklı olarak bir
Oscar ve Bafta kazandıran “Capote” filminde de işlenmiştir.
Kitabın ve filmin adı her ne kadar “bülbülü öldürmek” de
olsa aslında öldürülen, ya da öldürülmeye çalışılanın “masumiyet” olduğu çok
açıktır ve bu, öykü boyunca tekrarlanan bir lietmotiv*dir. Öykü boyunca masum
birinin cinayete kurban gideceği veya öldürülecek olan kişinin masum olduğu
tekrarlanır okura... Zaten öyküde “masumiyet”in altı Bayan Maudie’nin Scout’a
“İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın”
demesiyle kalın kalın çizilmektedir.
“İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın”
demesiyle kalın kalın çizilmektedir.
Tabii ki, burada şakrak kuşlarının günahı nedir? Bunu
anlayabilmek pek mümkün değil, o da zararsız küçücük bir ötücü kuş nihayetinde...
Kültürler arası farklılıktan olsa gerek, zira her nedense, bizim çok
bayıldığımız, ve yine ne hikmetse sadece cami önlerinde gördüğümüzde aklımıza
düşen, para verip satın aldığımız bir avuç yem ile beslemekle yetindiğimiz ve
sevap yaptığımıza inandığımız güvercinler ve benzerliği nedeniyle bundan nasibini
alan kumrular da, Amerikalılar tarafından pek sevilmez hatta “kanatlı sıçan”
gibi kötü bir sıfat ile anılırlar...
bir garip “kuş”...
Dün, sıradan bir gündü, her zamanki günlere benzeyen...zaten son zamanlarda artık günlerin adlarının bir anlamı kalmadı
benim için, her gün Pazar ya da Salı... ya da Cuma... ama dün olduğundan
eminim.
Arkadaşım aradı, sana geliyorum dedi, ki zaten gelecekti, bir de misafirim var
diye ekledi, geldi, elinde de küçük bir kutu...
Çalıştığı yerde bahçede bir kedi besliyor, işten fırsat
bulduğu zamanlarda... Alican adı kedinin, sürekli peşinde... Dün ağzında bir kuş ile
çıkmış karşısına Alican, bir yavru kuş, önce öldü sanmış, ağzından almış yavruyu ki
bakmış kanat çırpıyor, canlı... Kanadı biraz zarar görmüş, zaten eline
aldığında küçük bir kan damlamış eline...
Telefonda kısaca durumu anlatınca, zaten biliyor benim
buna hazırlıklı olduğumu, evimde bu işler için bir boş kafes bulundurduğumu... Kalkıp
hazırlık yaptım, uzun zamandır misafir olmadığından pek, kafes kirlenmişti,
yıkadım... pakladım...
Rahmetli Pala pek yapmazdı ama Maya pek bir meraklıdır
kuşlara, onları kovalamaya, özellikle de bahar aylarında uçuş talimi kazaları
sonucu bahçeye mecburi iniş yapan yavru kuşları yakalamaya...
O yüzden o yavru
kuşları Maya’nın ağzından kurtardıktan sonra yaşatmaya çalışıp tekrar doğaya
salmak adına alınmış bir pansiyonum var epeydir. Yavrukuş pansiyonu... Epeyce
de pansiyonerim oldu, ama giriş yapıp çıkış yapabilen bu güne kadar sadece bir
tane oldu ne yazık ki...
Diğerleri Joseph Kesselring’in “Arsenic and the Old
Lace” (1942) Ahududu piyesindeki Abby ve Martha Brewster kızkardeşlerin Ahududu
liköründen tadıp bodrumu boylayan 12 erkek misafir misali, bahçede küçük birer
tümsek altında yatar oldular. Neyse ki benim skorum henüz 12 lere çıkmadı,
çıkmasın da...
Kutuyu açtım, önce göremedim, o kadar küçüktü ki korkmuş, bir
köşeye sinmişti, daha öncekilere pek benzemiyordu, hepsine serçe yavrusu deyip
geçme alışkanlığı ile buna da serçe dedik ve o an onu yaşatmaya çalışmanın
ötesinde bir derdimiz olmadığı için gerisini düşünmedik... Kanadına
biraz theramycin sürüp, temizleyip hazırladığım, kanadı yüzünden tüneğe
çıkamayacağını hesab ederek de kafesin zeminine bir kavanoz kapağı su ve yine
bir kavanoz kapağı arkadaşın gelirken kuşçudan aldığı yemi koyup, yerleştirdik
miniği...
En son olarak da Maya’nın şerrinden korumak adına evde onun
ulaşamıyacağı bir yere yerleştirdik. Beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey
yoktu ve dua etmekten başka...
Ama olmadı, olamadı... üç saate yakın bir süre sonra
kontrole gittiğimde o küçücük beden ne yazık ki kafesin zemininde garip,
yapayalnız bir şekilde hareketsiz yatıyordu. Kapağı açıp elime aldığımda içimde
bir yerlerde yine incecik bir tel koptu, cızz etti yüreğim, bu küçücük bedenle
bir kez daha yitirdim “masumiyet”i...
Bu kadar ayrıntılı olmasa da dünyadan bir lokmacık dahi olsa bir canın, bir meleğin (ki ben tüm hayvanları birer melek olarak görüyorum, zira günah biz düşünen hayvanlar, insanlar için, onların bilinçle ve zevk alarak bir başka canlıya zarar vermeleri söz konusu bile değil), hayatı terkedişinin üzüntüsüyle, o küçücük, dokunsam kırılacakmış gibi narin vücudunda
gezindi parmaklarım, yumuşacıktı ve henüz soğumamış, katılaşmamıştı... En son Pala’yı öpüp kokladığımda, toprağa
vermeden önce duyduğum burnumun direğini sızlatan o tarif edilmez koku, koku da değil aslında bir yangı!.. avcumun
içinde bahçeye çıktım, göz pınarlarımda bir kez daha biriken o acı gözyaşı
taneleri...
Sonrasında bu hüzün ile girdiğimde yatağıma, O
soru takıldı aklıma, bu küçüğüm bir serçe değildi, ince uzun gagası, neredeyse
kafasının iki katı büyüklüklüğünde küçük ve küt bedeni ve hiç yok
denecek kadar kısa kuyruğuyla bu bir serçe yavrusu değildi, olamazdı... Onlarla
çok sık teşrik-i mesaimiz olmuştu ne de olsa... Neydi peki? O an ansızın, sanki
bir gün bir yerlerde resmini görmüşüm, hafızamın derinliklerinde saklanmış
da birden ceeee! diye fırlamış gibi... bül-bül... Bülbül mü yoksa? diye
fısıldadım, kendi kendime... uykunun göz kapaklarıma yaptığı baskının etkisiyle o derinliklere
dalmadan önce hatırladığım tek şey buydu...
Sabah kalkar kalkmaz, yüzümü yıkayıp, sütsüz neskahvemi hazırlar
hazırlamaz bilgisayarın başına çöktüm ve Gugıl’ladım... b-ü-l-b-ü-l... tık tık tık... görseller... evet ilk gelen resim bana dün pansiyoner gelen,
garibim küçümen!..
garibim küçümen!..
Anasının fundalıklardan topladığı küçük dallar, kuru yaprak ve otlarla yaptığı yuvasında 13-14 günlük bir kuluçkadan sonra çatlatıp çıkmıştı 2 cm’e 1,5cm’lik yumurtasından, 4 ya da 5 kardeşi ile birlikte... Anne babanın mayıs ayında çifleştiklerini hesap edersek, kuluçka dönemi de hesaba katılırsa, henüz 1,5 ay kadar olmuştur gökyüzüne, bulutlara, güneşe... merhaba diyeli... Onu düşündüm, eğer becerebilseydi uçmayı, ve yaşamayı da, belki 5 seneye kadar yaşayabilecek, o da dünyanın güzelliklerini yaşayacak, ona kendinden güzellikler katacak, anne ya da baba olabilecekti diye... Bu güne kadar en uzun yaşayabilmiş bülbül bir kayıda göre 8 yıl 4 ay, bir diğerine göre ise
10 yıl 11 aymış...
bir
garib “bülbül”...
“Uyan garip bülbülüm, uyan,
Çöz tanrısal dilini,
Dök yüreğindeki acıları,
Anlat o kutsal ağıtlarınla
Oğlumuz Itys’in başına gelenleri,
Kızıl boynundan su gibi aksın
Oğlumuz adına inleyen sesin,
Sık fundalıklardan göklere yükselsin,
Apollon, altın saçlı tanrı
Duyup bu acı yankıları,
Alsın fildişi çalgısını,
Karşılık versin sana,
Tanrı koroları kursun yukarıda,
Ve ölümsüz dudaklarından çıkan ezgiler
Karışsın sesine mutlu yüceliklerde...”
Aristophanes
/ Kuşlar Komedyası
* * * * *
Bir Yunan (Atina) söylencesinde Atina kralı Pandion’un kızlarından Prokne, Thrakia (Trakya) kralı Tereus ile evlenir ve Itys adlı bir oğulları olur. Ancak Tereus Prokne’nin isteği üzerine ona hizmet etmesi için bir yardımcı ararken Prokne’nin kızkardeşi Philomela’ya rastlar, onu saraya getirirken, güzelliğine dayanamaz, sahip olur ve Prokne tanımasın diye saçlarını keser, çirkinleştirir ve olup biteni anlatmasın diye de dilini keser. Ancak Prokne kızkardeşini tanır ve olanları anlayınca da onunla birlik olup oğlu Itys’in başını kesip Tereus’a yedirerek öçlerini alırlar. Zeus olanlara çok öfkelenir ve Tereus’u Hüthüt kuşuna, Prokne’yi Kırlangıç’a, adı güzel sesli anlamına gelen Philomela’yı ise Bülbüle döndürür. Aristophanes işte Kuşlar Komedyasında bu dramı Hüthüt’ün (Tereus) ağzından bu şekilde anlatılır...
Bir Yunan (Atina) söylencesinde Atina kralı Pandion’un kızlarından Prokne, Thrakia (Trakya) kralı Tereus ile evlenir ve Itys adlı bir oğulları olur. Ancak Tereus Prokne’nin isteği üzerine ona hizmet etmesi için bir yardımcı ararken Prokne’nin kızkardeşi Philomela’ya rastlar, onu saraya getirirken, güzelliğine dayanamaz, sahip olur ve Prokne tanımasın diye saçlarını keser, çirkinleştirir ve olup biteni anlatmasın diye de dilini keser. Ancak Prokne kızkardeşini tanır ve olanları anlayınca da onunla birlik olup oğlu Itys’in başını kesip Tereus’a yedirerek öçlerini alırlar. Zeus olanlara çok öfkelenir ve Tereus’u Hüthüt kuşuna, Prokne’yi Kırlangıç’a, adı güzel sesli anlamına gelen Philomela’yı ise Bülbüle döndürür. Aristophanes işte Kuşlar Komedyasında bu dramı Hüthüt’ün (Tereus) ağzından bu şekilde anlatılır...
“Tereus oğlu Itys’un başı ile karşı karşıya” (1636-1638) Peter Paul Rubens Panel üzerine yağlı boya, 195 x 267 cm. / Madrid Prado Müzesi |
“Prokne ve Philomela’nın Itys’in başını Tereus’a getirmeleri” Peter Paul Rubens’e atfedilmektedir. Ahşap üzerine yağlı boya / Fransa, Bayonne / Bonnat-Heleu Müzesi |
Peter Paul Rubens’ten sonra onun resminden ilham alınarak yapılmış bir başka kompozisyon |
Prokne ve Philomela Itys’in başını keserlerken |
M.Ö. 490 tarihli bir şarap kupasında Prokne ve Philomela Itys’i öldürmeye hazırlanmakta. Alttaki resimde Detay. |
Bir lebi gonca yüzi gül-zâr dirsen işte sen...
Hâr-ı gamda andelîb-i zâr dirsen işte ben...
Bâkî / Gazel’den
Doğu
söylencelerinde de güle aşık olan bülbül anlatılır... Memleketin birinde,
güllerin hep renksiz ve sadece beyaz olduğu bir zamanda bir çoban, beyin kızına
aşık olur, sadece onun aşkından yüreği yanan çoban dayanamaz gider beye kızını
ister. Bey kızını çağırır ve sorar, “sen de istiyor musun bu çobanı” diye...
Kız da “ne zaman ki bana kan kırmızı bir gül getirirsin, işte o vakit senin
olurum” der çobana. Bunun imkansızlığı ile üzüntüye kapılan çoban çaresizlik
içerisinde mecnun gibi dolaşırken, onu gören bülbül halini sorunca o da anlatır
başına gelenleri, aşkını... Bu duruma üzülen bülbül çobana demir kapılar
ardındaki bir gül bahçesini gösterir ve sabah gün doğanda oraya gelmesini
söyler. Bülbül, çoban sabah gelene kadar bütün gece boyu bir güle aralıksız
olarak şakır, sonra da sesi kesilir.
Bahçeye giren çoban bembeyaz güllerin arasında tek bir kırmızı gül
görür, varıp gülü kopartmak istediğinde de gülün dikenlerinden birine göğsünü
saplamış ve can vermiş bülbülü görür... Ve,
“ey bülbül sen kavuşmuşsun ya yârine
ben kavuşmasam da olur artık”
Belki de o sırada çok sevdiği annemi ve küçücük sarı saçlı kızı Birand’ı
düşünüyor ve içinden o Sarıkamış türküsünü mırıldanıyordu,
kimbilir...
“Kim düşürdü seni bu zâre bülbül”
“ey bülbül sen kavuşmuşsun ya yârine
ben kavuşmasam da olur artık”
der...
* * * * *
Hayatında içki ve sigaraya karşı aşırı bir ilgisi ve tiryakiliği olmamış Babama...
Gayrıya açıldı ol gül-i râna
Beyhude ten açmaz oldu gülzare bülbül
Ağyare koklattı kendini hayfa
Durma bu gülşende bi-çare bülbül
Her seher alemi giryan edersin
Nalânla uşşakı hayran edersin
Gonca delirince figân edersin
Kim düşürdü seni bu zare bülbül
-Sarıkamış yöresinden bir türkü-
Sol başta koyu renk kaputlu olan babam Abdurrahim Civelekoğlu |
1 Mayıs 1940, 31 Ekim 1941 tarihleri arasında 18 ay
Allahüekber Dağlarının eteklerinde, Sarıçam ormanları arasındaki
Sarıkamış’ta ve Kağızman’da yapmıştı (birinci) askerliğini babam...
İkincisi dediği ihtiyattı, II. Dünya Savaşı kapımıza dayandığında bir kez daha çağrılmıştı askere, ihtiyaten... 4 Şubat 1944’de, bu kez Balıkesir Kepsut’a... Orada da bir 18 ay hizmet etmişti, 1 Ağustos 1945’e kadar.
Babam ve asker arkadaşları |
Rakı içerdi, ama tiryakisi değildi, Annem içinse tercihi kırmızı şaraptı.
Özellikle sigara ve rakıya fazlaca düşkün ağabeyim’in olduğu ortamlarda, karşı değilim ama “hiçbir şeyi ifrada kaçmadan yapmak gerekir” lafı döner dolaşır, rakıya, tiryakiliğe, bağımlılığa gelir dayanırdı, da işte o zaman
hep Sarıkamış’ta yaşadığı Rakı ile olan ilişkisini hatırlar, anlatırdı babam.
Kışla yakınlarından geçen bir dereden bahsederdi, adını vermeden;
Arkadaşları ile geceleri bülbül sesi dinlemeye gittiklerini söylerdi.
O bülbülün nağmeleri eşliğinde arkadaşlarla içilen rakının de keyfi bir başkaydı derdi. Rakıya karşı dayanılmaz bir arzu duyduğunu,
o dönemde, neredeyse müptelası olacak kadar ona alıştığını,
“akşam olunca dilim şişerdi, rakı içmeyince” diye gülerek
ve biraz da yüzü kızararak anlatırdı...
ve biraz da yüzü kızararak anlatırdı...
Sevgiliye hasret... |
O “bülbül” ki disiplinli, her zaman kendisini kontrol etmesini bilen, hiç bir zaman aşırıya kaçmayan ve buna özellikle özen gösteren babamı bile baştan çıkartmıştı, zamanında o güzel içli nağmeleriyle...
Belki de o sırada çok sevdiği annemi ve küçücük sarı saçlı kızı Birand’ı
düşünüyor ve içinden o Sarıkamış türküsünü mırıldanıyordu,
kimbilir...
“Kim düşürdü seni bu zâre bülbül”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder