Sayfalar

20 Ocak 2021 Çarşamba

Protokolün bir numarasının konutundan, halkın evine; “Modern bir Ankara Villası”nın hikayesi...





Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında, 4 Aralık 1936 tarihli Riyaset (Başkanlık) Divanı kararı ve 11 Ocak 1937 tarihli 3090 sayılı kanunla “Türkiye Cumhuriyeti’ne yaraşır bir abide niteliği taşıması koşuluyla ve 20. yüzyılın mimari karakteristiklerine uygun” yeni bir meclis binası yapımına ilişkin bir komisyon kurulmasına ve uluslararası bir mimari proje yarışması düzenlenmesine karar verilmişti.
Riyaset Divanı’nın 4 Aralık 1936 tarihli kararı
Yarışmaya 14 proje katılmış, 28 Ocak 1938’de sona eren ve Hollandalı mimar ve şehir plancısı Willem Marinus Dudok (1884-1974), İsveçli mimar Ivar Justus Tengbom (1878-1968) ve Amerika doğumlu İngiliz mimar Sir Howard Morley Robertson (1888-1963) gibi uluslararası üne sahip mimarlardan oluşan jüri, üç projeyi birinciliğe uygun görmüştü. O üç projenin arasından Mustafa Kemal Atatürk’ün de beğendiği Avusturyalı mimar Prof. Dr. Clemens Holzmeister’in (1886-1983) tasarlamış olduğu 14 numaralı proje uygulamaya değer bulunmuş ve seçilmişti. Prof. Dr. Clemens Holzmeister zaten 1927 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edilmiş ve 1927-1938 yılları arasında, aralıklarla gelip gittiği Ankara için Viyana’daki bürosunda birçok kamu binasının [ Milli Savunma Bakanlığı (1927-31), Genel Kurmay Başkanlığı (1929-30), Ankara Orduevi (1930-31), Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü (1930-32), İçişleri Bakanlığı (1930-34), T.C. Merkez Bankası (1931-33), Bayındırlık ve İskan Bakanlığı (1933-34), Yargıtay (1933-35), Harp Okulu (1935), Avusturya Elçiliği (1936) ] mimari projelerini tasarlamış, 1938’de Almanya’nın Avusturya’yı işgali üzerine de Türkiye’ye gelerek İstanbul’a yerleşmişti. 
Dahiliye Vekaleti, 18 Mayıs 1938’de seçilen projenin sahibi Prof. Dr. Clemens Holzmeister ve arkadaşı Artur Walpolfel’in bu işi yürütmesi için teklif vermiş, bu teklif 21 Mayıs 1938 Cumartesi günü, 12 Vekil ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün de imzası ile onaylanmıştı.

523 gün sonra, 26 Ekim 1939 Perşembe günü saat 11:00’de yeni meclis binasının temeli atılmıştı. “Merasimde Millet Meclisi Reisi Mustafa Abdülhalik Renda, Başvekil Dr. Refik Saydam, Meclis İkinci Reisi Refet Canıtez’in başkanlığındaki inşaat heyeti, Ankara Vali ve Belediye Reisi Nevzat Tandoğan, Büyük Millet Meclisi idare amirleri İrfan Gerit Alpkaya, Halit Bayrak ve Dr. Asım Uzel ve inşaat mimarı ile müteahhidi hazır bulunmuşlardır. Bugünkü tarih ile Reisicumhur İnönü, Millet Meclisi Reisi ve Divan-ı Riyaset âzalarıyle hükümet erkânının isimlerini havi bir vesika ve mevcut mâdeni meskükâttan (madeni para) birer tanesini ihtiva eden bir şişe, mermer sandık içine konularak Meclis binasının temeline vazedilmiş ve sandığın kapağı Meclis Reisi Abdülhalik Renda, Başvekil doktor Refik Saydam ve Meclis ikinci Reisi Refet Canıtez tarafından vurulan çekiçle tesbit olunmuştur. Ve yine Abdülhalik Renda, doktor Refik Saydam ve Refet Canıtez temele ilk harcı atmışlardır. Dün temeli atılan bina sadece Büyük Millet Meclisi binasıdır. Fevkalâde ahval ve vaziyet mâni olmadığı takdirde bu bina inşaatının dört senede bitmesi mukarrerdir. Yeni Millet Meclisi binasının ön cephesinde ve bu binanın sağ ve sol taraflarında yapılacak olan Başvekâlet ve Hariciye Vekâleti binaları bilâhare yaptırılacaktır.”
[Ulus Gazetesi, 27 İlkteşrin (Ekim) 1939]

İnşaata II. Dünya Savaşı yüzünden 1941 yılında ara verilmiş, 1942’de yeniden başlayan, ancak çeşitli aksaklıklarla uzayan inşaat, 1948 yılında Prof. Dr. Clemens Holzmeister’in tüm yetkilerini yardımcısı mimar Zeki Payzın’a devredip 1954’te Avusturya’ya dönmesi üzerine onun tarafından devam ettirilmişti. 1957 yılı Aralık ayında Ankara’da yapılacak olan Bağdat Paktı Bakanlar Konseyi Toplantısı nedeniyle hızlandırılarak, toplantı için hazır hale getirilmiş, toplantının ardından Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı binalarının yapımından vazgeçilerek binanın tamamlanmasına ağırlık verilerek, ancak 22 yıl sonra tümüyle tamamlanmış ve 6 Ocak 1961 Cuma günü, Kurucu Meclis Toplantısıyla resmi olarak hizmete açılabilmişti. 

İşte Türkiye’nin o büyük yeni Millet Meclisi’nin kanatları altında adeta özenle korunan, o devasa kartalın ağzının içine bakarmışcasına gagasının ucunda bekleyen bir yavru misali yaşamını sürdüren bu kimliği meçhul Ankara Villası, 1960 öncesini bilenlerce Koraltan’ın Evi, 1960 sonrasını yaşıyanlarca da Halkevleri Genel Merkezi olarak hatırlanır. Ben her ikisini de hatırlayanlardanım; o dönemi birebir yaşayanlardan oldukları için ailemin aktardıklarından dolayı Koraltan’ın evi olarak da, daha sonraki yıllarda da bizzat gençliğimde arkasındaki çay bahçesine üniversiteli arkadaşlarımla çokça gittiğimden, Halkevleri Genel Merkezi olarak hatırlar ve o yıllarda fazlaca popüler olan Kerem Güney’in “Aldırma Gönül”ünün bıktıracak kadar sıklıkla çalındığını da hiç unutmam. Villanın içerisine girip girmediğimi, girdiysem de detaylarını şu an pek hatırlamıyorum.

Tasarımı Clemens Holzmeister tarafından yapılan ve 1927-31 yılları arasında inşaa edilen Milli Müdafaa Vekaleti’nin görüldüğü, ancak yanındaki yine Clemens Holzmeister’in tasarımı Genel Kurmay Başkanlığı’nın görülmediği, o nedenle de 1930-31 yıllarına tarihlenebilecek Hacettepe’den Çankaya istikametine doğru çekilmiş eski bir Ankara fotoğrafında, bu meçhul Ankara Villası’nın henüz var olmadığı çok net görülürken, 1939 yılına ait bir hava fotoğrafları serisinde ise açık ve net bir şekilde mevcut olması, bu villanın 1931-39 yılları arasında inşaa edilmiş olabileceğine işarettir. 1934-1949 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Matbuat Umum Müdürlüğü’nce ve matbuat müdürü Vedat Nedim Tör tarafından üç ayda bir ve Fransızca olarak 49 sayı yayınlanan, fotoğraflarını derginin kadrolu fotoğrafçısı Othmar Pferschy’nin çektiği propoganda dergisi “La Turquie Kemaliste”in 1939’da yayınlanan bir sayısında da “Les Villas d’Ankara” başlığı altında fotoğrafının yayınlanmış olması da bunu destekleyen bir belgedir.

Ayrıca villanın gerçekte kim için ve kimin tarafından yapıldığına dair bir ipucu yoktur. Ancak benim kanım, ki bunu yeri geldiğinde açıklamaya çalışacağım, bu villanın bir şahıs için inşaa edilip belli bir zamandan itibaren kamulaştırılmış olduğu yönündedir.
Hacettepe’den Çankaya istikametinde çekilmiş Ankara manzarasında
kırmızı okla işaretli Abdülhalik Renda’nın Sarı Köşkü ve TBMM arazisi, 1928-29
Hacettepe’den Çankaya istikametinde çekilmiş Ankara manzarasında
kırmızı okla işaretli Abdülhalik Renda’nın Sarı Köşkü ve TBMM arazisi, 1930-31

1929-29 yıllarında Hacettepe’den Çankaya istikametinde çekilmiş olan eski Ankara manzarasında ve yine aynı noktadan çekilmiş 1930-31 yıllarına tarihlendirebildiğim başka bir fotoğrafta görülmektedir ki,
III. TBMM’nin inşaa edileceği büyük boş arazinin doğusunu sınırlandıran Atatürk Bulvarı’nın kenarında bazı evler inşaa edilmiştir.
Hermann Jansen’in Ocak 1930 tarihli  Ankara Planında A.Renda Köskü
Bunların içerisinde en belirgin olarak dikkat çeken ise, Mustafa Abdülhalik Renda’nın (1881-1957) Maliye Bakanlığı’nı yürüttüğü sırada (Ocak 1924-Mart 1925) satın aldığı bağ içerisine yaptırdığı belirgin sivri çatılı kulesi ile Sarı Köşkü’dür.
Atatürk Bulvarı üzerinden Çankaya istikametine bakışta
A. Renda Köşkü (kırmızı ok ile işaretli), solda Mısır Büyükelçiliği
SSCB Sefareti inşaatından Yenişehire bakışta, solda A. Renda Köşkü. 1925-26
SSCB Sefareti’nden Yenişehire bakışta, solda A. Renda Köşkü.

Abdülhalik Renda, 18 Mayıs 1924’te daha öncesinde Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) Başkanı olan (12 Aralık 1923-25 Ekim 1933) Fuat Ağralı’nın kiraladığı ancak beğenmediği bağı ve içindeki evi görmüştü. Abdülhalik Renda neredeyse günü gününe tuttuğu hatıralarında;

“17 Mayıs 1924, Cumartesi. Bir iki bağa baktım. Fuat Bey’in elinde kalan…”,  “18 Mayıs 1924 Pazar... refikayı (eşi Saadet hanım) Fuat Bey’in bağına götürdüm. Beğendi. İnşallah Çarşamba’ya oraya naklediyoruz. Bina fena olmamakla beraber bağ ve meyvesi çoktur. Çocukların [kızları Nerime (Anaydın) ve Nezihe (Sayarı)] istifade etmesi muhtemeldir.”, “21 Mayıs 1924, Çarşamba. Bağa naklettik.” diye not düşerek satın aldığı bağdaki eski evi yıktırıp yerine yeni bir ev yaptırmak üzere çalışmaya başlamıştı. Bir kaynağa göre köşkün projesi Arif Hikmet Koyunoğlu’nun 1923’te açtığı “Türk İnşaat Evi” tarafından tasarlanmıştı.




Kızılay Uybadin Kuleli Köşkü’nden çekilen iki farklı tarihli fotoğrafta A. Renda Köşkü

Aynı manzaraya günümüz Emek İşhanı’ndan bakış. Fotoğraf: Ankarafili Ancyraphiliæ

Uçaktan çekilmiş bu fotoğrafda A. Renda Köşkü,
diğer evler ve III. TBMM arazisi


Kızılay’dan çekilen bu farklı fotoğraflarda dahi, çok uzak olmasına rağmen
kulesi ile A. Renda’nın Sarı Köşkü farkedilebiliyor.

5 Mart 1925 Perşembe günü, Kengırılılar (Çankırı) ile beraber Nemlizâdelere (Nemlizâde Mahdumları Şirketi) gitmiş, su borularını ısmarlamıştı. A. Renda, yine günlüklerinde;
“6 Mart 1925,Cuma. Sabahleyin ev yerine kadar gidildi. Evin yeri tesbit edildi. Kuyunun yeri de tesbit olunmak lazım gelir. Onu da tesbit edeceğiz.”,  “16 Nisan 1925, Pazartesi. Ev için henüz karar veremedik. Çünkü şehremanetiyle işimizi bitiremedik.”, “26 Nisan 1925,Pazar. Asaf ( Ankara Şehremini Süleyman Âsaf İlbay olabilir) geldi. Ev için biraz görüştük. Taş nakliyatını yapmaya karar verdim.”, “28 Nisan 1925, Salı. Bugün de öğlen çıktım. Biraz bağa kadar gittik. Taş nakliyatına başlandı.”, “3 Mayıs 1925, Pazar. Bugün öğleden sonra Asaf Bey’e gittim. Almanlar (Holzmann Firması) da geldi. Nihayet on bin lirayı tecavüz etmemek üzere mutabık kaldık. Peşinen üç bin lira vereceğim. Mütebakisini mukassatan (taksitle) ve nihayette vereceğim. Dört ayda bitirecekler. Öğleden sonra arsayı gördük, beğendiler.” İzmirde olduğu günlerde, “20 Mayıs 1925, Çarşamba. Asaf Bey’den ‘Mukavele yarın imzalanacak. İnşaata başlandı’ diye, telgrafıma cevap aldım.”, “26 Mayıs 1925, Salı. Doğru İskan’a gittim. Evrakı verdim.” ve “27 Mayıs 1925, Çarşamba... Sabahleyin Asaf Bey ile Emin ve Cezmi Beylerle inşaatlara kadar gittik. İnşaat yapılıyor.” diye ayrıntılı notlar düşmüştü.
Abdülhalik Renda, yeni ev için oldukça heyecanlıydı ve gün be gün ayrıntılarıyla yeni evin inşaatını günlüklerine kaydetmişti;

“16 Haziran 1925,Salı. İskan’daki iş bitti. İmza edilmek üzeredir… Öğleden sonra Asaf Bey de dahil olduğu halde hep birden eve gittik. Ev iyi ilerliyor. Sabahleyin çatı aksamını gördüm. Onlar da çok iyi ve kuru bir keresteden yapılmış.”, “15 Temmuz 1925, Çarşamba. Müteahhitler, Sırrı ve Asaf Beylerle beraber eve kadar gittik. Bazı cihetleri kendilerine söyledim. İnşallah ev iyi olacaktır… Linnolyum yerine ksiloit koymaya karar verdim.”, “16 Temmuz 1925, Perşembe. Sabahleyin Postanede fayansları vesaireyi gördüm.”, “19 Eylül 1925, Cumartesi. Eve gittik. İnşaat aynı haldedir. Asaf bey’in gelmesine intizar (bekleme) lazım. Mamafih Teşrînisânî’ye kadar bitmesi muhtemeldir.”, “20 Eylül 1925, Pazar. Bankadaki evrakimizi hazırladık... Beş bin lira almak istiyorum. Alırsam kimseye muhtaç olmadan evi ikmal mümkün olacaktır.”, “21 Eylül 1925,Pazartesi. Bankadaki işlerimizi bitirdik. Ziraat Bankası’na rehin ettiğim bağa mukabil 4.800 lira üç sene müddetle istikraz ettim (faizle borç aldım)… İş bankası’na da 2.500 lira, ki yekunu 8.300 lira ediyor. Ev için girdiğim borç bundan ibarettir. Bakalım kaç senede tediyeye muvaffak olacağım?”, “22 Eylül 1925, Salı. Asaf Bey geldi. Gittim gördüm. Ev için görüştük. Bakalım 15 Teşrînîevvel’e kadar girebilecek miyiz?”, “24 Eylül 1925,Perşembe. Sabahleyin eve gittik. Müteahhit ile beraber masarifât-ı sâireyi tesbit ettik. Kapı ve pencereler bugün gelebildi.”, “12 Ekim 1925,Pazartesi. Eve gittik. Ev bir haftaya kadar bitecektir. Yarın müteahhitle görüşeceğim.”, “13 Ekim 1925,Salı, Mühendislerle beraber eve kadar gittik. Noksanlarını tesbit ettik. Gelecek hafta eve girmekliğim çok muhtemeldir.”, “14 Ekim 1925,Çarşamba. Aileyle beraber tekrar eve kadar gittik. Gelecek hafta teslim alabileceğimizi ümit ediyoruz.”, “20 Ekim1925, Cuma. Öğleden iki saat sonra Ankara’ya muvasalat. Evde bir fark göremedim. Linolyum ve matbah (mutfak) sobaları gelmedi.”, “21 Ekim 1925, Cumartesi. Mühendislerle eve kadar gittim. Su ve lağım meselesini konuştuk. Suyun çıkabileceğine kanaat getirildi.”, “23 Ekim1925, Cuma...refika ile biraber eve kadar gittik ve geldik. Ev epeyce fark etti. Bakalım ne vakit bitebilecek.”, “25 Ekim, Pazar. Sabahleyin eve kadar gittim. Lağım ve kuyu meselesini hallettim.”,  “27 Ekim 1925, Salı. Linolyum tutkalı henüz gelmedi. Ev için dört yüz lira daha verdim.”, “29 Ekim 1925, Perşembe. Bugün de linolyum tutkalı gelmedi. Sobalar geldi.”

Fotoğrafta görünen otomobilin 1928 model bir Ford  olmasından hareketle 1928 sonrası çekilmiş bu fotoğrafta III. TBMM binası arazisinin Doğusunda Atatürk Bulvarı üzerinde sıralanmış evleri görmekteyiz. (1) numara ile işaretli olan A. Renda’nın Sarı Köşkü, (4) numara ile işaretli olan ise bir dönem İtalya Sefareti olarak kullanılmış.

Aynı fotoğraftan bir detay.  (1) A. Renda Sarı Köşkü ile (3) numaralı bina arasındaki mesafe, bu fotoğrafta çekim açısı nedeniyle cok az gibi görünmekle birlikte, gerçekte aralarında bir hayli mesafenin olduğu bir alttaki fotoğraftan rahatlıkla anlaşılabilmektedir. O aradaki boş alan daha sonra 1935-39 yılları arasında inşaa edilecek olan “Modern Ankara Villası”nın arsasıdır.

Fotoğraftaki otomobilin 1935 model bir Studebaker olduğunu düşünerek, bu Atatürk Bulvarı’ndan Yenişehire doğru A.Renda’nın Sarı Köşkü hizasından (solda görülmüyor) çekilen bu fotoğrafta A. Renda Köşkü ile (3) numaralı yapı arasındaki boş alan rahatlıkla görülebilmektedir, ki o arsaya kısa bir süre sonra “Modern Ankara Villası” inşaa edilecektir.
1939 tarihli bu uçaktan çekilmiş fotoğrafta (2) A. Renda Köşkü, (1) ise yeni inşaa edilmiş olan “Modern Ankara Villası”. A. Renda Köşkü ile küçük kırmızı oklarla belirtilen (3), (4) ve (5) numaralı yapılar arasındaki boşluğun büyüklüğü daha rahat görülebilmektedir.

Bir dönem İtalya Sefareti olarak kullanılan (4) numaralı yapı.

Bazı eksiklikler olmasına rağmen Abdülhalik Renda ve eşi Saadet hanım iki kızları ile birlikte tamamlanan yeni köşklerine 30 Ekim 1925’te taşınmış, günlüğüne de; “Bugün alessabah yeni eve naklettik. Eşyalarımızı zararsız getirdik. Allah afiyet ve sıhhat ile burada ikame muvaffak buyursun, amin.

Bütün gün eşyayı yerleştirmekle iştigal ettik. Mamafih evde daha on beş günlük iş vardır. Su, tulumba, kuyu gibi teferruat henüz bitmemiştir.” diye eklemişti.

Ailenin güzelce ambalajlanmış eşyaları 3 Kasım’da İzmir’den ziyansız bir şekilde gelmişti. 22 Kasım’da Abdullah Efendi gelmiş, görüşmüşler Abdülhalik Renda, Abdullah Efendi’ye yüz elli lira daha vermiş, ayrıca bahçeye yeni bir kuyu daha açtırmayı düşünmüştü. İki gün sonra 24 Kasım’da çinko karolar için Abdullah efendi iki usta göndermiş, ertesi gün çalışmaya başlamak üzere gitmişlerdi. 1 Aralık’ta evi yapan mühendisle birlikte ameleler gelmiş, çatıda akan yerleri tamir etmişlerdi. O gün gelen Abdullah Efendi o gün çinko vesaireyi göndereceğini belirtmiş, ertesi gün için de daha fazla amele göndereceğini söylemişti. 1926 yılının 8 Ekim Cuma gününe, “Bizim evdeki boyacılara, perdecilere ve camcıya nezaret ettim.” diye not almış ve 1926 tarihli defterin son sayfalarına; “… Ve bu sene geçen seneden daha fena bir surette seneye giriyorum. Hemen hemen hiç alacağım yok gibidir. Borcum ise tezayüd etti (arttı). O da yaptırdığım garaj ve kuyusu buna sebeb oldu. Sene-i hâliyeye on altı bin lira borç ile giriyorum.” diye yazmıştı.

Aslen Yanya’lı olan ve babasının çiftlik sahibi ve tarımla uğraştığı bilinen Abdülhalik Renda da bahçe işlerine oldukça meraklıydı ve köşkünün bahçesinin güzelliğinden hep bahsedilmişti. Bahçe işlerine merakı günlüklerine de yansımıştı; “11 Mart 1932, Perşembe … Avrupa’dan gelen fidanları diktik.”,  “25 Kasım 1932, Cuma. Bahçedeki ağaçların yerlerini değiştirdim.”,  “21 Nisan 1933, Cuma… Bahçede çamları diktim. Lodos.”, “23 Nisan 1933, Pazar… Bahçede çalıştım. Bağı budamaya başladım.” gibi…

Sonunda, “9 Nisan 1934, Pazartesi… Evimin mütebaki borcunu verdim ve tapu senedimi aldım. Cenabı hakka çok şükür.” diyerek bahçe işlerine daha bir hevesle sarılmış, bunu yine günlüklerine;

“4 Mayıs 1934, Cuma… Bahçede biraz gezindim. Biraz yağmur serpti. Armutlara torba kazdık.”,  “5 Mayıs 1934, Cumartesi… Ağaçları sulamaya başladık.”“8 Mart 1936, Pazar… Ağaçların aşıları yapıldı.”, “18 Mart 1937, Perşembe. Gece sıfırın altında 1. Sabaha doğru güneşten evvel -5. allah vere de ağaçlar donmasa.”, “4 Nisan1937, Pazar… Bağın bellemesi bitti.”, “1 Eylül 1937, Çarşamba. Sabah ancak 9.30’da Anakara’ya gelebildik. Evimizi, akrabalarımızı, bahçemizi iyi bulduk.”, “17 Kasım 1937, Çarşamba… Bağı belletmeye başladım.”

 diyerek kaydetmişti yıllarca...

Abdülhalik Renda’nın kızları Nerime ve Nezihe Sarı Köşk’ün bahçesinde havuz başındı.

Sarı Köşke Mustafa Kemal Atatürk bir kaç kez, İsmet İnönü ise sıklıkla gelmiş ve misafir olmuşlardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün,

Çankaya’dan, II. Meclis’e gider ya da dönerken, şoförüne korna çalması talimatı vermesi, korna sesini duyunca bahçe kapısına kadar koşuşturan Renda’nın kızları Nerime ve Nezihe’nin ona el sallamaları, bir hikaye olarak anlatılırdı.


1938 yılında Sarı Köşk’ün arazisinin bir kısmı istimlak edilmişti, bunu da not etmişti Abdülhalik Renda defterlerine;

“15 Ağustos 1938, Pazartesi… İstimlak edilen yerin takririni (mülkiyetin devri belgesini) verdim. Binalara 4.000, arsanın beher metre murabbaına (her metrekaresine) 14 lira takdim ettiler. Ağaçlara bir şey vermiyorlar. Meclis yolu için olduğundan itiraz etmedim.”, “16 Ekim 1938, Pazar… Meclis’in hafriyatını gezdim.” ve 1939 yılının defterinin ilk sayfalarına şu notu düşmüştü Abdülhalik Renda; “… Oturduğum Köşkü (Sarı Köşk) sağ iken intifaı (kullanım hakkı) bana ait olmak üzere şimdiden resmen Kızılay’a verdim. Sarı Köşk artık benim malım değildir; Kızılay’ın malıdır…”

1939 tarihli uçaktan çekilmiş bu fotoğrafta da Millet Meclisi Başkanı Resmi Konutu olan “Modern Ankara Villası”, sağında A. Renda’nın Sarı Köşkü, sol tarafta da diğer yapılan görülmektedir. 

1945 yılına girildiğinde o senenin defterinin ilk sayfalarına da; 

“…Bu seneye Ziraat Bankası’na 5.600 lira borçla giriyorum. İnşallah bu sene zarfında ödemeye çalışırım. İki arsamı sattım ve on bin liralık bir tesis yaptım. Şimdi yalnız satılık bir arsam kaldı.” diye yazmıştı Abdülhalik Renda... O yıl o çok sevdikleri Sarı Köşk için pek iyi bir yıl olmamıştı, emek emek inşaa ettirdiği Sarı Köşk’ünden ve yıllarca gözünün içine baktığı bahçesinden ayrılma vakti gelmişti Abdülhalik Renda’nın; “… Bu sene oturduğum ev istimlak edildi. Evin mülkiyetini harpten evvel Kızılay’a verdiğim için istimlâk bedeli olan 250 bin lirayı Kızılay aldı. Biz de ev için çok düşündük. Müstakil bahçeli Saadet’in istediği yerlerde bulamadık. Nihayet mülkiyeti Kızılay’a ait olan rahmetli Refik Saydam’ın evine karar kıldık. Ve sene bitmeden 4-5 gün evvel hayatta bulunduğum müddet ile intifa (başkasına ait bir maldan yararlanma) tapusunu aldık. Bakalım içeride oturan ile ne yapacağız. İnşallah gelecek sene başını evimizde geçiririz.”

Ve Renda ailesi istemeyerek de olsa Sarı Köşk’lerinden ayrılıp, biraz daha Çankaya’ya doğru, bugün de ayakta olan bir zamanların Sağlık Bakanı Refik Saydam’ın 1942’de vefat etmeden önce Kızılay’a bağışladığı Köşke taşınmışlardı.

O günlerin detaylarını da şu şekilde not almıştı Renda; “25 Temmuz 1945, Çarşamba... 28 N. arsayı Cumhurbaşkanı İnönü’ye ferağ ettim. Bu suretle bütün borcumdan kurtuldum. Allah’a çok şükür. Çankaya Tapu Sicil Müdürlüğü’ne istimlak bedeli 250 bin liranın tamamının Kızılay’a verilmesini yazı ile bildirdim. Kızılay meblağı aldı.”, “11 Ağustos 1945, Kızılay’ın Çankaya’daki evini gördüm. Bence fena bir ev değil. Karımla beni alabilecek.”, 1946 yılı defterinin ilk sayfalarında da; “ Evimize mukabil Kızılay’ın alıp tamir ettirdiği eve ancak Ekim ayında geçebildik. Ustalar içeride iken geçtik. Geçinceye kadar çok sıkıldık. Yeni ev zarif ve havadar, fakat eski evimiz gibi kullanışlı değil. Mamafih ferah olduğu için alışacağız. Yalnız çok pahalıya mal oldu.”, “18 Mayıs 1946, Cumartesi… Saydam’ın evini tekrar Kızılay’a iade için müracaat ettim. Muamele bitti. Rana bey’e Akil’in evini gösterdim… Kalorifer olursa iyi olacak.”, “20 Mayıs 1946, Pazartesi...Saydam’ınki üzerindeki intifa (faydalanma) hakkımı ret ve iade ettim.”, “30 Eylül 1946, Pazartesi… Eve taşınmaya başladık.”



İç mekan fotoğrafları köşkün Çekoslovakya Büyükelçiliği olarak kullanıldığı dönemdendir.

Renda’lar Refik Saydam’ın evinde çok uzun yaşamamışlardı, 1945’in Ekim ayından 1946’nın Eylül ayı sonuna kadar, yaklaşık bir yıl. Burada şunu eklemeliyim ki, bir zamanlar Çekoslovakya Elçiliği’nin de kiracı olarak yerleştiği, söz konusu halen Kızılay’a ait ve ayakta olan bu köşke, Abdülhalik Renda Köşkü denmesi yanlıştır, görüldüğü gibi o köşkte hepi topu ancak bir yıl oturmuşlardır. Adı anılması, bir isme maledilmesi gerekiyorsa, doğrusu yapılmalı, o köşke Dr. Refik Saydam Köşkü denmelidir.


Abdülhalik Renda’nın Sarı Köşk’ünün Yenişehir istikametinde hemen yanındaki boş araziye de daha sonraları Koraltan Evi ya da Halkevleri Genel Merkezi olarak adlandırdığımız “Modern Ankara Villası” inşaa edilmişti.

Abdülhalik Renda, 5 Şubat 1926’da köşkün müteahhidi Behiç Bey ile köşkün hesabı ile ilgili Asaf Bey’in yanında görüşmüş, fazla inşaat ve bodrum için fazladan 1000 lira vermiş, noksanlıklardan ve taşlardan yapılan indirimden sonra 10.948 lirada anlaşmışlardı. Ayrıca daha önce talip olduğu komşu arsa için, günlüklerde şu notu düşmüştü;

“7 Mayıs 1926, Cuma...Ustalar bugün duvara başladılar. Komşu yer sahibi de geldi görüştük. Dönümüne beş yüz liraya bırakıyor. Alırsak, iki dönümünü Asaf Bey için, iki dönümünü kendim için, bir dönümünü de Hakkı Bey için alacağım.” diyerek Köşkün bitişiğindeki arsayı alma niyetinden bahsetmişti.


1935 senesi defterinin ilk sayfalarındaki bir nottan, bu niyetini gerçekleştirdiğini ve arsayı almış olduğunu ve daha sonra da sattığını anlıyoruz;

“Mali vaziyetim geçen senekinden iyidir. A. Naci (Abdurrahman Naci Demirağ) arsamın mütebaki kısmını aldı. Bu surette bütün borçlarımı vermiş oldum….”

“… Ankara’daki evi yaptırdığım zamandan beri borçsuz geçirdiğim ilk tam senedir. Çünkü geçen sene A. Naci Bey’e arsamın bir kısmını sene ortasında satmış ve Emlak Bankası’na olun borcumu tamamen tediye ederek evimin tapularını almış idim.”

6 Haziran 1935, Perşembe günü de not defterine;

“Abdurrahman Naci Demirağ geldi. 7.000 lirayı tediye etti. Ferağı (feragat işlemlerini) geçen hafta yapmış idim.” diye yazmıştı.


Yani Abdülhalik Renda, Sarı Köşk’ün yanındaki arsasını Abdurrahman Naci Demirağ’a satmıştı. Daha önceki fotoğraflardan ve hava fotoğraflarından bilmekteyiz ki o tarihten önceki dönemde o sıradaki evlerin dışında bir tek Sarı Köşk’ün Yenişehir yönünde bir boş arazi vardır, Çankaya istikametinde ise bir başka binanın varlığı fotoğraflarda görülmektedir. O zaman bu notlardan şöyle bir çıkarım yapılabilir mi? Abdurrahman Naci Demirağ’ın satın aldığı arsa o boş arsadır ve o arsanın üzerinde de bizim konu ettiğimiz “Modern Ankara Villası” tam da 1935 sonrasındaki yıllarda inşaa edilmiştir. Abdurrahman Naci Demirağ’ın aldığı arsaya bir ev inşaa ettirdiğini de, yine Abdülhalik Renda’nın günlüklerinden anlamaktayız;

“19 Temmuz 1945, Bugün Ulus (Gazetesi) istimlak muamelesini ilan etti. Sarı Köşk ve Abdurrahman Naci (Demirağ) evleri 250’şer bin lira kıymet takdir edildi.”


Abdülhalik Renda’nın Sarı Köşkü ve bir yıl öncesinde aniden vefat eden Abdurrahman Naci Demirağ’ın evi (büyük bir ihtimal ile Modern Ankara Villası) 19 Temmuz 1945’te istimlak edilmiş, ancak Renda’nın Sarı Köşkü yıkılırken, belki de istimlakden sonra yeni TBMM binasının yol projesinde bir değişikliğine gidildiğinden, “Modern Ankara Villası”nın yıkılmasına gerek kalmamış ve villa yıkılmaktan kurtularak TBMM’nin mülkiyetine geçmişti.


Elbette bu günlüklerden yaptığım bir çıkarım, bunu teyid eden her hangi bir kaynak olmadığı için, kesinlikle bu böyledir diyemem, ama ihtimal dahilinde midir? Evet... 


Abdurrahman Naci Demirağ (1890-1944), zengin bir iş adamı, kardeşi Nuri Demirağ gibi Müteahhit ve siyasetçiydi. Divriği’nin eski ailelerinden Mühürdarzâdeler’e mensup olan Abdurrahman Naci Demirağ CHP’den VI. (26.03.1939-08.03.1943) ve VII. Dönem (28.02.1943 – 05.08.1946) Sivas Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girmişti. Fransızca ve Arapça bilen, evli, ve 5 çocuk babası olan Demirağ’ın oğlu ünlü sinema yönetmeni, yapımcısı ve senaristi Turgut Demirağ (1921-1987), Güney Kaliforniya Üniversitesi Sinema Bölümü’nde eğitim görüp Türkiye’ye döndüğünde adını babasının adının baş harflerinden alan AND Film adlı bir yapım şirketi kurmuştu.

Turgut Demirağ’ın ses ve sahne sanatçısı Rüçhan Çamay ile evliliğinden Melike Demirağ, 1970 yılında Milliyet Gazetesinin düzenlediği yarışmada Türkiye Güzeli seçilen Afet Tuğbay (Karacan) ile evliliğinden de Ali Koç’un eşi Nevbahar Demirağ dünyaya gelmişti.


Abdülhalik Renda Sarı Köşk’ü 29 Haziran 1927’de 16.000 liraya Emlak Bankası’na ipotek ederek daha önce Ziraat Bankası’ndan aldığı borcunu kapatmaya çalışmıştı. Yine de 1936-37 yıllarında kısa bir süreliğine Avusturya Elçiliğine kiraya verdiği Sarı Köşkü’nün borcunu ödeyememiş, Köşkü belki de bu nedenle Kızılay’a bağışlamak zorunda kalmıştı. Abdülhalik Renda’nın borçlu olması insanın aklına yatmıyor pek; zira kendisinin sağlığında mülkiyeti kendisine ve eşi Saadet hanıma ait ne kadar gayrımenkulü varsa neredeyse tamamını yakın kısmını bağışlamıştı. Bilinenler arasında cami ve okul yapılması koşuluyla bağışladığı arsasına 1954 yılında inşaa edilen Maltepe Camii ve Ankara Orduevi’nin arazisidir. Sarı Köşk ise o yıllarda o sırada yer alan evlerin içerisinde ilk yıkılan olmuştu. Köşk tam olarak yeni inşaa edilen III. TBMM yerleşkesinin bir menfez ile yükseltilmiş, altından yol geçen, iki tarafında kule şeklinde nizamiyesi olan, rampa şeklindeki ana girişinin sağına denk gelen arsadaydı ve kaynaklarda 1930’ların sonlarına doğru yıkıldığı söylenmekteyse de 1939 tarihli hava fotoğrafında hala yerinde olduğu görülmektedir. 1952 yılında çekilmiş bir fotoğrafta ise diğer evler dururken Sarı Köşkün yıkıldığının, Meclis girişinin açıldığını ve kavşağın düzenlendiğini görebilmekteyiz.
Farklı tarihlerde Meclis Kavsağı. Fotoğraf: Ankarafili Ancyraphiliæ

Farklı tarihlerde Meclis Kavsağı. Fotoğraf: Ankarafili Ancyraphiliæ

Farklı tarihlerde Meclis Kavsağı. Fotoğraf: Ankarafili Ancyraphiliæ

Bu arada 1957 yılına gelindiğinde İçişleri Bakanlığı ile yeni TBMM binaları arasında, tam da Akay Caddesi’nin karşısına denk gelen Eskişehir istikametinde İnönü Bulvarı açılmaya başlanmış, bu nedenle de daha önce bahsi geçen TBMM arazisinin doğusunda cadde boyunca sıra halinde yer alan binalar istimlâk edilerek yıkılmıştı. 6 Nisan 1957 günü Milliyet Gazetesi’nin 3. sayfasında “Koraltan’ın evi yıkılıyor” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı.
“Halen Büyük Millet Meclisi Reisi Refik Koraltan’ın makamına tahsis edilen ve Meclisin müştemilatından olan ev, yarın yıkılacaktır. Zira bu evin bulunduğu mahal istimlâk sahasına dahil bulunmaktadır. İstimlâke tabi olan yer Ziraat Vekaletinin karşısına isabet etmekte ve Çankaya Karakolu ile bir çok binayı içine almaktadır.”

Bu haber, Resmi Gazete’nin 5 Nisan 1957 tarihli nüshasında yer alan ve Ankara Defterdarlığından yapılan bir ilana dayanmaktaydı, ancak yanlış değerlendirilmişti, zira söz konusu ilanda bahsi geçen 192, 194 ve 196 kapı numaralı binalar yıkılacaktı ve Refik Koraltan’a tahsisli “Modern Ankara Villası” sayılanların içerisinde yoktu. Kısacası “Modern Ankara Villası” bir kez daha istimlâkten ve yıkılmaktan kurtulmuştu. Vadesi dolmamıştı ve daha yaşayacak çok günleri olacaktı. 
İstimlak ve yıkım işlemlerinden sonra
tek başına kalakalmış Meclis Başkanlığı Resmi Konutu

Nazi Almanyası teslim belgesini 7 Mayıs 1945’te imzalamış, bir gün sonra da koşulsuz teslim olmuştu. Pasifikte ise Japonya kendi adalarına çekilmiş ve yoğun saldırılara karşı direnmeyi sürdürüyordu. Kısacası II. Dünya Savaşı henüz bitmemişti. Bu arada Türkiye Mihver (Nazi Almanyası, İtalya Krallığı ve Japon İmparatorluğu) ve Müttefik (Birleşik Krallık, Fransa, Sovyetler Birliği, ABD ve Çin) Devletlerin istek ve baskılarına rağmen savaşa katılmamış sadece 23 Şubat 1945’te resmen savaş ilanı ile yetinmişti. Buna rağmen ordunun silah altında tutulması, dış ticaretin ciddi anlamda zarar görmesi Türkiye’de yokluğa, yoksulluğa neden olmuştu. Bu da Varlık Vergisi, ekmeğin karneyle dağıtılması gibi uygulamalara neden olmuş, ithalat bir milyon ton, ihracaat ise bir milyon sekiz yüz bin ton, tarımsal üretim ise üç milyon ton azalmış, yetersiz beslenmeye bağlı salgın hastalıklar artmıştı. İşte bu şartlar altında Cumhurbaşkan İsmet İnönü, Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı topraksız köylüyü topraklandırmak amacını güden, Toprak Reformunu ülkedeki ekonomik durgunluğun giderilmesi, Doğu Anadolu bölgesindeki aşiretlerin devlet karşısındaki güçlerini kaybetmeleri amacıyla gündeme getirmiş, çıkarılacak bir Toprak Reformu Kanunu ile büyük toprak sahiplerinin mülklerinin bir kısmının topraksız köylüye dağıtılmasını öngörmüştü. Bu durum, Dünyada savaş sürüyor, Türkiye savaşa girmemiş olsa da Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Tek Parti olan Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde başka bir savaşın başlamasına neden olacaktı. Toprak Reformu Kanunu’nun hazırlık aşamasından itibaren özellikle toprak sahibi milletvekillerinin buna şiddetle karşı çıktıkları görülüyordu. Bu tartışma giderek CHP ve mevcut tek partili sistemin tartışılmasına dönüşmüştü. Bu tartışmalarda, Kurtuluş Savaşı’na katılıp İstiklal Madalyası alan, siyasi kariyerine Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda başlayan, feshedilmesinden sonra Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılan, 1931 Genel Seçimlerinde Aydın Milletvekili olarak seçilip TBMM’ye giren, 1935, 39 ve 43 seçimlerinde de Aydın’dan Milletvekili seçilen, Aydın Koçarlı ilçesinin Çakırbeyli köyünden 30.000 dönümlük bir çiftliğe sahip varlıklı bir toprak ağasının oğlu olan Ali Adnan (MenderesErtekin’in (1899-1961) adı öne çıkmaktaydı. En gençleri oydu ve sonraki yıllarda Türkiye Siyasi hayatı içerisinde yaşanacaklar ve siyasi kariyerindeki yükseliş onun bu muhalif grubun görünmeyen lideri olduğunun da göstergesi olacaktı. Adnan Menderes’i;
1909’da Fecr-i Âti edebiyat topluluğuna katılan, şiirleri Servit-î Fünûn Dergisinde yayınlanan, 1910’dan itibaren çeşitli okullarda Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yapıp, 1913’te İstanbul Darülfünûnu’na Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine getirilen, 1928’de Türk Tarih Encümeni (Türk Tarih Kurumu) Başkanlığı’na seçilen, 1934’te siyasi hayata atılıp 1935 seçimlerinde Kars Milletvekili seçilen, 1936-1941 yılları arasında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ve Siyasal Bilgiler’de dersler veren, VI., VII. dönem seçimlerinde Kars ve VIII. dönem seçimlerinde İstanbul Milletvekilliği’ne seçilen, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın soyundan gelen, İstanbul doğumlu Mehmed Fuad Köprülü (1890-1966);
Ayrıca içlerinde belki de en yaşlıları olan, 24 yaşındayken 1907’de İttihat ve Terakki’nin Bursa’daki gizli kolu “Küme”de yer alıp, 1911’de İzmir’de yine İttihat ve Terakki’nin propoganda ve örgütlenmesi adına “Halka Doğru” cemiyetini kuran ve aynı adla bir dergi çıkartan, 1914’de spor yapan Altaylı gençleri örgütlemek için Altay Spor Kulübü’nü kurup, Mütareke yıllarında, 1918’de İzmir Redd-i İlhak ve İzmir Müdâfaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyetleri’nin kuruluşlarına katılan, İzmir’in işgal edilmesi üzerine dağlara çekilip “Galip Hoca” lakabıyla köy köy dolaşıp işgale karşı propoganda yapan, 1920’de Saruhan (Manisa) Sancağı Mebusu olarak Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na seçilen, 8 Mayıs 1920’de Ankara’ya geçerek I. Dönem TBMM’ye Bursa Mebusu olarak katılıp, 1921-22 yılları arasında İktisat Vekilliği, Mart - Temmuz 1924 tarihleri arasında da İmar ve İskan Vekilliği yapan, 26 Ağustos 1924’te İş Bankası’nı kurup, 1932’ye kadar Genel Müdürlüğü’nü yapan, 1932-37 yılları arasında İktisat Vekilliği yapıp, İsmet İnönü Başbakanlık’tan istifa edince 1 Kasım 1937’de Başbakanlığa getirilen, Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra Türkiye’nin ikinci Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü tarafından Başbakanlığa atanan ancak Ocak 1939’da istifa edip, ondan sonra da II. Dünya Savaşı yıllarında milletvekili seçilse de önemli bir göreve getirilmeyen, Bursa Gemlik ilçesi Umurbey köyünden ilmiye sınıfına mensup bir fıkıh bilgininin oğlu olan Mahmut Celâlettin Bayar (1883-1986); 
Ve 1914’te İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirerek devlet hizmetine giren, savcılık, emniyet müdürlüğü yapıp, Kurtuluş Savaşı’nda Konya’da bir süre Kuvayı Milliye içinde çalışan, o sırada da TBMM’nin I. Döneminde Konya Milletvekiliğine seçilen ve 1935 yılına kadar kesintisiz olarak milletvekilliği yapıp, sonrasında yöneticilik görevine dönen, 1935’te Çorum, 1937’de Trabzon, 1939-42 yılları arasında Bursa Valiliklerinde bulunduktan sonra 1942 seçimlerinde Bursa’dan milletvekili seçilen, Sivas Divriği doğumlu Bekir Refik Koraltan’dan (1889-1974) oluşan bir grup destekliyordu.

Toprak Reformu Kanunu veya tam adıyla “Çiftçiyi Topraklandırma ve Çiftçi Ocakları Kurulması Hakkındaki Kanun Tasarısı”nın
6. maddesi devlet elindeki topraklarla birlikte o bölgedeki toprak ağalarının elindeki toprakların tarıma elverişli yerlerde 5.000 dekardan elverişsiz yerlerde ise 2.000 dekardan fazlasının kamulaştırılıp köylüye dağıtılmasını öngörüyordu. Büyük topraklara sahip Adnan Menderes ve arkadaşlarından oluşan grup, özel mülkiyete tecavüz edilmek istendiğini belirterek bu tasarıya karşı çıkıyordu. Adnan Menderes, Türkiye'de zaten tüm arazilerin %70'ten fazlasının devletin mülkiyetinde olduğunu ve İsmet Paşa’nın geri kalan özel mülkleri de devletleştirerek Sovyetler Birliği’ndeki gibi tarımı kolhozlaştırmak (tarım sektöründe kollektif tarımla uğraşan birlikler) istediğini iddia ediyordu.

TBMM’de dolayısıyla CHP içerisinde söz konusu muhalefeti oluşturan bu grup, 29 Mayıs 1945’te Şükrü Saraçoğlu Hükümeti’nin 7 aylık bütçe oylamasında (Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, Celâl Bayar ve Emin Sazak) red oyu ve aynı gün içinde yapılan güven oylamasında da Hükümete güvensizlik oyu vermişti.

7 Haziran 1945 günü, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, Celâl Bayar’dan oluşan ekip meclis grubunda açık olarak görüşülmek üzere; 1- Meclis denetiminin şeklen değil tamamen sağlanması, 2- Vatandaşların siyasi hak ve hürriyetlerini 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun gerektirdiği genişlikte kullanabilmelerinin sağlanması, 3-Bütün parti çalışmalarının bu esaslara göre yeniden düzenlenmesi şeklindeki üç talebinin yer aldığı, CHP Meclis Grubu Yüksek Başkanlığı’na hitaben kaleme aldıkları üç sayfalık dört imzalı bir önerge vermişlerdi. Siyasal tarihimizde bu önerge dört kişi verdiği için “Dörtlü Takrir” (Dörtlü Önerge) olarak anılır ve amacı, Türkiye'nin tek parti yönetiminden çok partili hayata geçmesi, serbest seçimlerin yapılması, üniversite özerkliği, tek dereceli seçim sistemi, yürütme erkinin CHP'nin tüzel hamiliğinden çıkarılmasıdır.

Tartışmalara rağmen Çiftçiyi topraklandırmaya yönelik Toprak Reformu Kanunu 11 Haziran 1945 tarihinde çıkarılmıştı. O dönem Meclis Başkanı olan Abdülhalik Renda, “Günlükler”inde 11 Haziran 1945, Pazartesi gününe “Meclis’e. Kulübe. Toprak Kanunu 2’inci görüşmesi. Kanun 341 oy ile kabul edildi. Karşı söyleyenler oy vermedi…” diye not düşmüştü. Bir gün sonrasında da “Dörtlü Takrir” görüşmeye açılmış, önerge CHP'nin halihazırda demokratik hayata geçiş halinde olduğu gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak önergenin reddedilmesi parti içi muhalefetin güçlenmesine neden olmuştu.

Dörtlü Takrir’in görüşmeleri sırasında bir parti toplantısında Milli Şef, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, muhalefetin susturulmasını isteyenlere şu yanıtı vermişti;
“Muhalefeti parti içinde yapmasınlar. Çıksın karşımıza geçsinler. Teşkilatlarını kursunlar ve ayrı bir parti olarak mücadeleye girişsinler.”

ABD Başkanı Harry S. Truman (1884-1972), pasifikte Japonlarla süren savaşı bir an önce bitirebilmek için tarihi ve ne yazık ki talihsiz bir bir şekilde atom bombası kullanmaya karar vermiş, 6 Ağustos’ta Hiroşima, 9 Ağustos’ta da Nagasaki kentlerine atom bombası atılarak yerle bir edilmiş, Hiroşima’da 140.000, Nagasaki’de 74.000 kişinin ölmüş, 14 Ağustos’ta Japonya kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etmişti. Teslim belgesi 2 Eylül 1945’te USS Missouri savaş gemisinde imzalanmış ve II. Dünya Savaşı resmen sona ermişti.

Çok değil, II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sadece 20 gün sonra, CHP Başkanlık Divanı, Türkiye Siyasal tarihinin geleceğini büyük ölçüde değiştirecek olan bir karar almıştı.

Meclis Başkanı Abdülhalik Renda “Günlükler”inde 21 Eylül 1945, Cuma gününe “… Sabah 9’da Ankara’ya geldik. Meclis’e uğradım. Öğleyin biraz uyudum. 17’de Divan toplantısında bulundum. Divan oybirliğiyle Menderes ve Köprülü’nün Parti ile alakalarının kesilmesine karar verdi. Doğru eve geldim. Cumhurbaşkanı (İsmet İnönü) 19’da eve uğradılar…” diye not düşmüştü. Menderes ve Köprülü’nün Partiden ihracı sonrasında yaşanan süreç düşünüldüğünde, Türkiye’nin geleceği açısından tarihi bir dönemeci başlatan oldukça önemli bir etken olduğu görülür.

22 Eylül 1945 Cumartesi günü Cumhuriyet Gazetesi, sürmanşetten “İki Milletvekili Partiden Çıkarıldı” haberiyle çıkmıştı. Halk Partisi Divanının Genelbaşkan vekili Şükrü Saracoğlu başkanlığında saat 17’de yaptığı toplantıda, bütün belgeler gözden geçirilerek, hareket ve faaliyetleri Partinin hareket ve faaliyetlerine zıd görülen Aydın milletvekili Adnan Menderes ile Kars milletvekili Mehmed Fuad Köprülü’nün partiden ihracına karar verilmişti.

Türkiye’de başlayan çok partili hayata geçiş tartışmalarına Falih Rıfkı Atay da katılmıştı. Dönemin başında Ulus ve Cumhuriyet gazetelerinde CHP’li bir milletvekili olarak iktidarın sözcülüğünü yapan Falih Rıfkı Atay, çok partili hayata geçme konusunda hükümetin kararlığına dikkat çekerek, “…çok partili siyasi hayata geçilerek, Atatürk’ün başlattığı Türk devriminin ancak gerçek demokrasinin kurularak tamamlanacağını” belirtiyor, bir anlamda çok partili rejime geçişi savunanlarla fikir birliğinde olduğunu gösteriyordu. 

Her ikisi de CHP milletvekili olan iki gazetecinin Mehmed Fuad Köprülü (Vatan) ve Falih Rıfkı Atay’ın (Ulus) bu dönemde karşılıklı olarak kaleme aldıkları makaleleriyle çatışmaya girmeleri, hem parti içerisinde hem de TBMM’de yankılara neden oluyordu.

Mehmed Fuad Köprülü, 11-12 Eylül 1945 tarihli Vatan Gazetesi’nde yer alan “Sırçalı Köşkte Oturanlar” başlıklı makalesinde;
“…İktidar mevkiinde bulunan herhangi bir kuvvetin, … bütün manevi ahlaki meziyetleri kendi inhisarına alarak başkalarını bundan mahrum bırakarak, şüpheli insanlar gibi göstermek istemeleri mey’um ve çok tehlikeli bir yoldur. Demokrasi ruhuna tamamiyle aykırıdır. Bu usullerle Türk vatanının temiz havasını bulandırmayalım.”

23 Eylül 1945 Pazar günü CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi’nin Başyazarı olarak Falih Rıfkı Atay, birinci sayfa 1. sütundaki köşesinde, “Parti Divanının kararı” başlığıyla kaleme aldığı yazısında;
“…Hem bir partiden görünmek, hem de o partinin yirmi küsur yıllık sayılı ve açık düşmanlariyle aynı gazetelerde fikir ve işbirliği yapmak, bütün demokrasilerde aynı cezayı görür.”, “… Eğer keyfi istedikçe Partinin programı dışında yazmak ve söylemek, işine gelince parti disiplinini hiçe saymak cezalandırılmayacak olursa, hiçbir şey ayakta kalmaz” diyerek parti divanının aldığı kararın doğruluğuna işaret etmiş, “… onun içindir ki, her hangi şahsi bir sebeple kendilerini tutamayacak olanlar, daha önce partilerinden çekilme fırsatı veya vesilesi ararlar ve başka bir partinin safına geçerler.” diyerek de onlara yapmaları gerekeni bir anlamda fısıldamış ve devam ederek, “…Hiç kimsenin gizli bir niyeti olup olmadığını bilemeyiz. Fakat, Anayasa’nın Türk vatandaşlarına verdiği siyasi haklarından faydalanmak yerine, Partiyi içinden çözmeğe ve yıkmağa uğraşmak ve bir muhalif parti ile belki uzun sürecek mücadeleyi her hangi oyunla tez elden kazanmak taktiğini güden Tan-Vatan ( daha ziyade Vatan gazetesinde yazdığı 25 Ağustos “Açık Konuşalım”, 6-7 Eylül “Yalancının Mumu”, 11-12 Eylül “Sırça Köşkte Oturan”, yazıları ile Fuat Köprülü, 13-14 Eylül “Başbakan’ın Demeci Münasebetile” yazısı ile de Adnan Menderes) cephesine alet olmak, gafletten de ileri gelse affedilmez bir suçtur. Bu taktiği, Partimizin disiplinin koruyarak tesirsiz bırakacağız. Nitekim Parti Divanının kararı, uzak yakın parti muhitlerine geniş bir nefes aldırmıştır ve hepsini: ‘-Yahu ne oluyoruz?‘ suali ile kaygılanmaktan kurtarmıştır.” diyerek yazısını tamamlamıştı.

Partiden ihraç edilmelerinin sonrasında M. Fuat Köprülü 22 Eylül 1945 tarihli Vatan Gazetesi’nde;
“Parti Divanı tarafından her zaman olduğu gibi, bu defa da oy birliği ile verilen bu kararı, memleketin bugünkü rejimine nazaran, pek tabii telakki ettim. Daha ilk kuruluşundan beri mensubu bulunduğum Cumhuriyet Halk Partisi’nin idare tarzını demokratik ruha göre ıslah ederek Partiyi kuvvetlendirmek için Adnan Menderes ve diğer iki arkadaşla birlikte teşebbüsler ve tekliflerde bulunmuştuk. Hiç anlayamadığımız sebeplerle, bu teklifimiz şiddetle reddedildi. Biz de Anayasa ruhunun memlekette tamamıyla hâkim olması, yani demokrasinin tecellisi için Meclis müzakerelerinde ve matbuatta fikirlerimizi aksettirmek lüzumunu duyduk. Partinin ve memleketin yüksek menfaatlerine tamamıyla uygun olan bu vicdani ve samimi hareket karşısında partiyi idare edenlerin nasıl bir telakki beslediklerini bu akşamki karar bütün açıklığı ve acılığı ile gösterdi. Kimin haklı olduğuna hüküm vermek hak ve salahiyeti yalnız ve yalnız Türk milletine aittir. Ben milletvekili sıfatıyla vazifemi yapmaya bütün kuvvetimle devam edeceğim.” değerlendirmesini yapmıştı.

Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün CHP’den ihraç edilmelerinden bir hafta sonra 29 Eylül 1945 Cumartesi günü Cumhuriyet Gazetesi şu başlıkla çıkmıştı; “Celâl Bayar, Millet Meclisinden Çekildi.” İzmir milletvekili Celâl Bayar, bir gün önce meclise gönderdiği bir mektupla istifa ettiğini bildirmiş, ancak bir sebep göstermemişti. Haberde Celâl Bayar’ın parti üyeliğinden çekilip çekilmediğine dair bir bilgi olmadığı, partiye de böyle bir başvuru yapılmadığı yer almış, ayrıca Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün de milletvekilliklerinden çekildiklerine dair bir rivayet çıkmışsa da geç vakite kadar Meclise böyle bir başvurunun yapılmadığı anlaşılmıştı.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kabine üyeleri Celâl Bayar’ın istifasını Hipodromda at yarışı izlerlerken öğrenmişlerdi. İsmet İnönü kabine üyelerine fikirlerini sormuş, hemen hepsi, Celâl Bayar’ın siyasi hayattan çekileceği doğrultusunda tahminde bulunmuşlar, İsmet İnönü ise; “… bence Bayar parti kuracaktır ve bu, memleket için hayırlı olacaktır.” diyerek devam etmiş ve “Müstakil grup yerine müstakil bir partiyle karşı karşıya kalacağız, hazırlığınızı ona göre yapın.” diyerek yine ileri görüşlülüğünü bir kez daha göstermişti.

Celâl Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy bir söyleşisinde;
“Eylül ayında yazlıkta bulunduğumuz Çeşme’den dönerken babam, Milletvekilliğinden ayrılmak arzusunu bana açmıştı ve ‘Şimdilik bunu sana söylüyorum, senden başkası bunu bilmiyor’ diye bana adeta bir sır tevdi etmişti. İstanbul’a geldiğimizde yakınlarımız Acaba baban bu durumda ne yapacak? diye soruyorlardı. Tabii ben bu sırrı saklamak durumunda olduğum için hiç renk vermiyordum.” diye anlatmıştı.

Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün partiden ihraç edilmelerine tepki gösteren Refik Koraltan da bir süre sonra partiden ihraç edilmiş, Celâl Bayar da milletvekilliğinden ayrılmasından yaklaşık iki buçuk ay sonra, 2 Aralık’ta oğlu Turgut Bayar’ın düğün töreninde, kuruluşundan beri içinde yer aldığı CHP’den istifa ettiğini davetlilere açıklayıvermişti.

Metin Toker, “Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları - Tek Partiden Çok Partiye (1944-1950)” adlı kitabında, Celâl Bayar’ın istifasından sonra “CHP’den ayrılmak benim için son derece zordu. Bu kendi evimden ayrılmak gibi bir şeydi. Onu ancak, bütün kararlarımız verildikten sonra yapabildim.” diye açıklama yaptığını yazmıştı.

1 Kasım 1945 Perşembe günü, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Büyük Millet Meclisi’nin VII. Dönem açılış toplantısında,
“… Cihan barışının kurulması için çalışmaları biz de heyecan ile takip ediyoruz. Bu kadar felaket ve ıstıraptan sonra insanlığın Birleşmiş Milletler tarafından ilan olunan esaslar üzerine barış içinde yaşama gayesine kavuşabilmesi, bütün milletler için bugün tek emel olmuştur. Bu kesin hesap günlerinde Türkiye, adalet hissi olan her insana ve cemiyete karşı, aynı açık ve temiz vicdan ile bakacak durumdadır.” diyerek II. Dünya Savaşı’nı ve Türkiye’yi değerlendirdiği nutkunda, Türk demokrasisinin eksikliğinin bir muhalefet partisi olduğunu ve gelecek seçimlerin serbest olacağını söylemiş, bu basında büyük yankı uyandırmıştı. Tanin Gazetesi yazarı Hüseyin Cahit Yalçın, İnönü’nün sözlerini yeni bir devrin başlangıcı olarak değerlendirirken, Ulus Gazetesi’nin başyazarı Falih Rıfkı Atay; “Erzurum ve Sivas Kongreleri gibi bir tekâmül yolu üzerinden başlıca dönemeçlerden biri” olarak tanımlamıştı.

23 Haziran 1945 tarihli Ulus Gazetesi’nde başyazar Falih Rıfkı Atay; “Particilik Nedir” başlıklı makalesinde “Siz de partinizi kurunuz, programınızı yapınız, açık, belli fikirlerle meydana atılınız, demokrasi memleketin ve milletin hayrını kendi düşündüklerinde gören partiler arasında bir savaşımdır dersiniz... Şimdilik gerçek demokrasiciler biziz. Çünkü inandığımız prensipleri gerçekleştirebilmek için millet iradesiyle erkte bulunan siyasi bir partinin içindeyiz.” diyerek muhalifleri parti kurmaya teşvik ederken, Demokrat Parti kurulduktan sonra yine aynı gazetede 7 Ağustos 1946 tarihli “Hükümet Düşmanlığının İç Yüzü” başlıklı yazısında kurulacak yeni rejimin, kurulacak demokratik rejimin yozlaştırılması korkusunu dile getirmekten kendisini alamamıştı. 

Yaklaşık dört ay sonra, “Demokrat Partisi resmen teessüs etti” diye Cumhuriyet Gazetesi 8 Ocak 1946 Salı günkü baskısında 7 Ocak’ta yeni bir partinin kuruluşunu ve 85 maddelik programının neşrolunduğunu manşetten duyurmuş ve yeni partinin programının gazetenin 2 sayfasında yer aldığını not düşmüştü. Haberin devamında ise Partinin Genel Başkanlığına seçilen Celâl Bayar’ın gazetecilerle hasbıhali verilmişti;
“ SUAL: Serbest fırka hikayesi henüz hatırlarda olduğuna göre Demokrat Partinin bir danışıklı dövüş mahsulü bulunmadığını temin edebilir misiniz?
CEVAB: Serbest fırka dahi bir muvazaa (danışık) partisi değildi. Muvazaa hafifliktir. Ne bunu teklif edecek, ne de bu teklifi kabul edecek kimseler olmadığı gibi memleketin muvazaalı işlere de tahammülü yoktur.”

Oysa daha partinin kurulması söz konusu bile değilken gazeteciler ile yapmış olduğu bir mülakatta, “Dörtlü Takrir’i verdiğinizde parti kurmayı düşünüyor muydunuz?” sorusuna o günlerde Celâl Bayar, “Biz dörtlü takriri verdiğimiz zaman sadece Cumhuriyet Halk Partisi bünyesinde ıslahat yapılmasını düşünmüştük. Ben kendim, düşüncemi naklediyorum, arkadaşlarımın fikrine tercüman olarak söylemiyorum ama benim sureti katiyede bir parti kurmak niyetim yoktu. Ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılmayı düşünmüyordum.” diyerek cevap vermişti.

Refik Koraltan’ın kızı Ayhan Timurtaş;
“Dörtler mütemadiyen toplanıyorlardı. Ekseriyetle de bizim evde... Herkes tahmin ediyordu bir parti kurulacağını ama daha açıklanmamıştı. Bizim evin alt katında da Fransız Haber Ajansı AFP’nin Müdürlüğünü yapan bir zat vardı. O ikide bir yolumuzu keserdi bizim. ‘Bir parti mi kuruluyor? Ne haber?’ diye bize sorardı…”

Ayhan Timurtaş’ın bahsetmiş olduğu Refik Koraltan ailesinin Ziya Gökalp Caddesi üzerindeki evlerini, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın özellikle de Yenişehir’in yollarını inşaa eden Müteahhit Emin Daş’ın oğlu hukukçu Nurettin Daş, bir söyleşisinde şöyle tanımlamıştı; 
“… Ziya Gökalp Caddesi 17 numaralı yer ki bizim mülkümüzdü, eskiden Arnavutluk elçiliğine kiraya verilmiş, daha sonra Fransız Elçiliği kiralamıştı. Bir Müddet sonra da Toprak İskân Genel Müdürlüğüne kiraya verildi, 1953 yılında da Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi olarak kiralandı. Bu binanın çapraz karşısı da Refik Koraltan’ın evi idi...”



Fotoğraf: Ankarafili Ancyraphiliæ

Ankara’nın ünlü avukatlarından olan Nurettin Daş, Atatürk Orman Çiftliği’nin ilk müdürü Tahsin Coşkan’ın adı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilmiş olan kızı Gülten hanım ile evlenmişti. Nurettin Daş’ın bahsettiği mülk günümüzde Ziya Gökalp Caddesi üzerinde o devirden kalabilmiş tek örnek olan ve Mado Pastanesi tarafından kullanılan binadır. Ankara’nın imarında söz sahibi olmuş Daş ailesinin Ziya Gökalp Bulvarı 17 no’daki bu evden başka Gazi Mustafa Kemal Bulvarı üzerinde Demirtepe’deki iki kuleli ev ve Mithatpaşa Caddesi üzerinde Mustafa Necati Evi olarak bilinen toplamda üç evleri daha vardı. Demirtepe’dekilerden biri bir dönem Macaristan Sefareti’ne ev sahipliği yapmıştı, diğeri ise onun tam karşısında yer almakta ve yıllardır Tapu ve Kadastro Okulu olarak kullanılmaktadır. Müteahhit Emin Daş, askerdeyken General Ali Fuat Cebesoy’un babası, General Fazıl Paşa’nın sefer eminliğini yapmıştı ve Sakarya Gazisiydi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Cebesoy ailesi ile birlikte Ankara’da kalmış, Fazıl Paşa Nafıa Vekililiği (Bayındırlık) yaptığı dönemde yol müteahhitliğine başlamıştı.
Avukat Nurettin Daş’ın bu tarifine dayanarak diyebiliriz ki Refik Koraltan’ın evi Ziya Gökalp Caddesi ile Selanik Caddesi’nin kesiştiği köşedeki çevredekilerden biraz daha kat sayısı fazla ve büyük olan evdir.

Refik Koraltan’ın evinin tam karşısında Selanik Caddesi’nin diğer köşesinde de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 26 Kasım 1924 - 1 Mart 1935 tarihleri arasında 3. Meclis Başkanlığı’nı yapmış olan Kazım Özalp’in (1882-1968) evi yer almaktadır.
Meclis Başkanı Kazım Özalp evinin önünde

Solda Kazım Özalp Evi, sağda Refik Koraltan Evi

Sol başta Kazım Özalp Evi. O dönemde caddenin adı da Kazım Özalp Caddesi’dir.

Kazım Özalp Evi ve büyük bir ihtimalle o parseldeki evlerin tümü, yerlerine 1944 yılında gündeme gelen, Yenişehir Camii Projesi için 1947 yılı öncesinde yıktırılmış, ancak daha sonrasında, muhitin çukur , etrafının apartmanlar ile çevrili olması, perspektifi olmaması gibi nedenlerle vaz geçilince, evler yıkıldığı ile kalmıştı. Öyle ki, yıllarca boş kalan bu  8500 m²’lik araziye mimar Umut İnan’ın 1982 yılında projelendirdiği, SSK Rant Tesisleri 1983-85 yılları arasında inşaa edilmişti.
1983-85 yıllarında SSK Rant Tesisi yapılana dek boş kalıp Otopark olarak kullanılan o alan. 1970’li yıllar

Yenişehir'de bir cami inşa edilmesi fikri çok öncelerde doğmuştu. TBMM'nde XII. Dönem (25 Ekim 1961 - 10 Ekim 1965) ve XIII. Dönem (22 Ekim 1965 - 12 Ekim 1969) Kastamonu Milletvekilliği de yapan Askeri Veteriner Fakültesi mezunu Veteriner Hekim, Tüccar, Çiftçi, Yazar ve Şair İsmail Hakkı Yılanlıoğlu (1918-1992) bir söyleşide, "...Refik Saydam'ın Başvekil olduğu zamanda (25 Ocak 1939 - 8 Temmuz 1942 ) bir Fransız diplomat misafir olarak Türkiye'ye gelmiş. Çankaya köşkünde otururlarken şunları anlatmış: 'İstanbul'da göklere yükselen sivri sivri bir şeyler vardı, Ankara'da göremedim. Acaba onlar neydi? Burada neden yok?' Başvekil, 'Onlar camidir' demiş. 'Burası yeni başkent olduğu için yaptıracağız. Burada da vardır.' şeklinde cevap vermiş."
Bu konuda Atatürk'ün de düşüncesini bilenlerin de teşvikiyle Ankara'nın Yenişehir'inde büyük bir cami yapılması görevi 1939 yılında Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olan (1947'den ölümüne kadar da Türkiye'nin 3. Diyanet İşleri Başkanlığı'nı yapmıştır) Ahmet Hamdi Akseki'ye (1887-1951) verilmiş ve ancak 8 Aralık 1944'de "Ankara Yenişehir'de Bir Cami Yaptırma Kurumu" adıyla bir dernek kurulabilmiş, Akseki'nin gayretleri ve Ankara esnafının destekleriyle faaliyete geçirilebilmişti. Dernek Başbakan Recep Peker'in onayıyla "Genel menfaatlere yarar dernek" haline getirilmiş, bağış ve yardımların dışında bir mali kaynak ayrılamayacağı için, derneğin faaliyetlerini sürdürebilmesi tamamen hayırseverlerin yapacakları yardımlara kalmıştı. Bu konuda Ankara esnafı takdire şayan desteklerde bulunmuştu. Başkente yakışacak bir Cami için dernek bir mimari yarışma şartnamesi hazırlamış ve 31 Mart 1946'da sonuçlanacak ve Birinciye 5000 TL ödül verilecek olan yarışmanın bitiminde belirlenecek projeye göre de takriben 2 milyon TL'ye malolacak cami inşaasına başlamaya karar vermişti.

Dernek şartnamede, Caminin takriben 1000 kişilik ve çift minareli olmasını istemiş, caminin avlusuna, eftrafını çeviren bir cadde ve üç sokaktan da (Ziya Gökalp Caddesi, Selanik, Sakarya ve İnkilâp sokaklardan) girilmesini şart koşmuştu. İstenenler arasına Sakarya Caddesi boyunca altta dükkanlar ve üstünde dörder, üçer, ikişer odalı iki lojman katı tasarlanması da vardı.

Yarışmaya toplam 14 proje istirak etmiş, projeleri değerlendiren sehir planlamacı, restoratör ve mimar Eyüp Asım Kömürcüoğlu (1879-1957), İzzettin Çağlar, 1925 Güzel Sanatlar Akademisi mezunu mimar Hüseyin Hüsnü Tümer, Anıt Kabir proje jürisinde de yer alan ve Ankara İmar Müdürlüğü de yapmış olan yüksek mimar Muhlis Sertel, 1944 Ekim- 1945 Ekim tarihleri arasında Anıt Kabir'in arazi tesviye işini ve istinat duvarlarını tamamlayan İnşaat Mühendisi ve müteahhit Hayri Kayadelen, mimar Alaattin Özaktaş, Fikri Alpay, 1928 Güzel Sanatlar Akademisi mezunu, 1931'de Türkiye'nin ilk mimarlık dergisi olan Mimar Dergisi'ni kuran ve 1935'te adını Arkitekt olarak değiştiren mimar Abidin Mortaş (1904-1963) ve Ahmet Hamdi Akseki'den oluşan 9 kişilik jürinin 17 Şubat 1947'de açıklanan kararına göre, projelerin hiçbiri istenilen seviyede bulunmamış, birinciliğe layık bir eser bulunamamış, Türkiye'nin onarım ve restorasyon alanlarında uzmanlaşmış ilk yüksek mimarlarından Ali Sami Ülgen (1913-1963) ve "Türk Beşleri" arasında yer alan çağdaş Türk müziği bestecisi Hasan Ferit Alnar'ın, kendisinden 6 yaş küçük kardeşi mimar Orhan Alnar'ın ortaklaşa hazırladıkları proje ikinci olarak seçilmişti. Ali Sami Ülgen'in Bedri Kökten ile hazırladığı diğer bir projesi de yarışmada Mansiyon almıştı.
Ali Sami Ülgen ve Orhan Alnar'ın ortaklaşa hazırladıkları ve İkincilik ödülü kazanan Yenişehir Camii projesi

Ali Sami Ülgen ve Orhan Alnar'ın ortaklaşa hazırladıkları Yenişehir Camii projesin,n eskizleri

Daha sonra cami için seçilmiş olan yerden, kapalı muhiti, çevresinin fazlaca apartmanlarla çevrili oluşu, uzaktan görülememesi, perspektifinin olmaması gibi nedenlerle vazgeçilmiş, başka yer arayışlarına girilmiş, önce Güven Park'ın olduğu yer, daha sonra bir zamanlar Milli Kütüphane'nin olduğu Kumrular sokaktaki arazi düşünülmüş ancak yeri konusunda bir karara varılamamıştı.

En sonunda, Adnan Menderes'in Başbakanlığı döneminde söz konusu caminin Ankara'ya hakim bir nokta olan Kocatepe'de yapılmasına karar verilmiş, arsa 1956 yılında dönemin Belediye Başkanı Nevzat Tandoğan tarafından dernek emrine tahsis edilmiş, faaliyetlerin hızlanması ve mali güçlüklerin giderilmesi için bizzat Başbakan Adnan Menderes tarafından yüklüce bir de bağış yapılmıştı. Daha sonrasında açılan yeni bir yarışmayı, mimar Vedat Dalokay'ın modern cami projesi kazanmış, projenin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte yıllar süren tatsız tartışmalar ortaya çıkmış, temelin bombalanmasına kadar varan hadiselerden sonra o projenin uygulanmasından vazgeçilmiş, yerine 1967 yılında mimar Hüsrev Tayla ve Fatih Uluengin'in Mimar Sinan'ın taklidi eleştirilerine muhatap olan projesine göre yeniden temel atılmış, ancak çok uzun süren caminin inşaatını 1981'de Türkiye Diyanet Vakfı devralmış, sonrasında hızlanan inşaat nihayetinde 1987'de tamamlanabilmiş ve fikrin ortaya atılmasından 43 yıl sonra Başbakan Turgut Özal tarafından 1987'de ibadete açılabilmişti.
Büyük bir ihtimalle Kazım Özalp’ın evi yıkıldıktan sonraki yıllarda, muhtemelen 1950 sonrasında, Kazım Özalp olan caddenin adı da, Ziya Gökalp Caddesi olarak değiştirilmişti. 

Evet o Koraltan Evi’nin içinde bir parti kuruluyordu. Ziya Gökalp Caddesi’ndeki ev yeni bir dönemin başlangıcına tanıklık ediyordu. Dörtler sabahlara kadar yeni bir partinin programı ve ilkeleri üzerinde çalışıyorlar, tartışıyorlardı.

“Çok elektrikli toplantılar oluyordu. Çünkü bir kere Köprülü mizaç itibarıyla hırçın bir adamdı rahmetli. Sert çıkışlar yapardı. Kızdığı zaman da ileri geri konuşurdu. Kırardı karşısındakileri... Az daha onun kavgaları yüzünden parti daha kurulmadan dağılacaktı. Bizim evde olurdu birçokları. Sadece ben girerdim içeri, çay kahve getir, limonata götür filan... Bir gün baktım babam koluna girdi Köprülü’nün. Babam olmasaydı ne kurulurdu, ne devam ederdi. Çünkü çok kavgalar oluyordu. Babam yatıştırıyordu hep. Hemen aldı Köprülü’yü içeri odaya götürdü. Biraz sonra Menderes yanına gitti. Aman Allah’ım... Ben su mu istediler diye bir şey götürdüm, ama Köprülü veriştiriyordu böyle... ‘Niye böyle kızmış acaba?’ dedim kendi kendime... Meğer Bayar ‘Başkan olayım,’ demiş, tabii toplantılarda herkes bir şey söylüyor, muntazam devam etsin diye! Vay efendim, ‘niye o Başkanlık teklif etti,’ diye kızmış. Kendi Başkan olmak istiyormuş.” diye anlatıyordu Koraltan’ın kızı o günleri. Partinin programı üzerine tartışmalar nihayet Aralık ayı başında tamamlanmış, partinin programını ve kuruluş bildirgesini yine o evde Koraltan’ın kızı Ayhan daktilo ile yazmıştı.

Celâl Bayar’ın kızı Nilüfer ile Koraltan’ın kızı Ayhan eski arkadaştılar, Ayhan bir gün davetli olarak yemeğe gitmişti Bayar’ların evine. Parti için çok anlamlı olan o günü de o sıralarda 24 yaşlarında olan Ayhan Timurtaş şöyle anlatmıştı;
“… Celâl Bayar, Nilüfer, ben bir de Özer Şahingiray vardı. Bir de Celâl Bayar’ın hanımı. Oturuyoruz işte... Celâl Bayar, ‘Ne olsun partinin adı?’ dedi, ‘Hadi bakalım siz söyleyin gençler’ filan. ‘Ne gibi isimler var?’ dedim ben. ‘Doğan Güneş Partisi olsun diyenler var’ dedi. ‘Benim fikrimi sorarsanız dedim, Demokrat Parti olması daha uygun, çünkü her lisanda Demokrat kelimesi vardır ve kolay akılda kalır’. Hemen kabul ettiler, ondan sonra Demokrat Parti oldu.”
Böylece doğacak olan yeni partinin ismi,
o gece kararlaştırılmıştı.

7 Ocak 1946 Pazartesi günü saat 16.30’da Refik Koraltan kızı Ayhan’ın günlerdir evinde daktilo ettiği parti program ve tüzüğünü koltuğunun altına koymuş, İçişleri Bakanlığı’na gitmiş ve Demokrat Parti’nin kuruluş dilekçesini İç İşleri Bakanı Mustafa Hilmi Uran’a vermişti. Yarım saat kadar bir süre geçtikten sonra CHP Hükümeti Demokrat Parti’nin kurulmasına izin verildiğini açıklamıştı. O gün orada olan Adnan Menderes’e “Yeni partinizin CHP’ye nazaran yeri neresidir?” diye sorulmuş, o sırada söze giren Celal Bayar “Demokrattır” diyerek geçiştirmiş, Adnan Menderes ise “Belki iki parmak daha soldadır” diye cevap vermişti. Menderes, sol gösterip sağdan vurmuştu; Türkiye bunu sonraki 15 yılda acı da olsa yaşayarak görecekti... 
Demokrat Partinin Genel Merkezi, Yenişehir’de Demirtepe Sümer sokak 8 numaradaydı. Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy o evi;
“...Sümer Sokak’taki Demokrat Parti Merkezi bahçe içinde ve tek katlı, Ankara’nın ilk evlerinden, villa şeklinde basit bir evdi. Parti imkanları çok kısıtlıydı. Ancak böyle bağışlarla kendisini ikame ettirebiliyordu. Tabii koltuk vesaire de aynı şekilde etraftan derleme suretiyle yapılmıştı. Partinin yönetim kurulunun toplandığı masa da bizim, babamın Çankaya’daki evinden götürülmüş bir masaydı. Dolapları da evrak dolabı olarak kullanılmıştı…” diye anlatacaktı.

Demokrat Parti’nin kurulmasından daha beş ay geçmişti ki, 10 Mayıs 1946 günü CHP’nin gerçekleştirdiği 2. Olağanüstü Kurultayı’nda kürsüye çıkan İsmet İnönü;
“Türk halk idaresinin yeni bir hamlesine karar vermek için sizi davet ettim. Tek dereceli seçim meselesi... Tek dereceli milletvekili seçimini ilk defa tecrübe edeceğiz. Eğer 1-2 ay içinde olağanüstü bir engel çıkmazsa, yeni seçime gitmek kararındayız. Şüphe etmek istemem ki, şimdiye kadar kurulmuş olan partiler, seçime parti olarak gireceklerdir.” diyerek, normalde 1947 yılında yapılacak olan genel seçimlerin bir yıl önceye alınacağının sinyalini vermişti. Taşrada henüz örgütlenmesini tamamlayamamış, milletvekili adaylarını bile belirleyememiş Demokrat Parti yapılması planlanan seçimi “baskın seçim” olarak adlandırmıştı.

21 Temmuz 1946’da Türkiye ilk kez çok partili genel seçimi gerçekleştirmiş, 465 sandalyelik TBMM’de 397 sandalye CHP, 64 sandalye DP ve 6 sandalye de Bağımsız milletvekilleri tarafından kazanılmıştı. Enteresandır ki hem Aydın’dan, hem de Kütahya’dan milletvekili adaylığını koyan Adnan Menderes, Aydın’dan seçilememiş, Kütahya’dan milletvekili seçilmişti.

Seçimlerin üzerinden 7 ay geçtikten sonra Demokrat Parti, 10 Ocak 1947’de ilk Kongresini gerçekleştirmiş, çok partili döneme geçilmiş olsa da halen tek parti dönemi uygulamalarının devam ettiği yönünde eleştirileri içeren “Hürriyet Misakı” adıyla bir rapor sunulmuş, üç madde altında toplanabilecek raporda istekler 1-Anayasa’ya aykırı kanunların kaldırılması, 2- Parti Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı’nın ayrılması, 3- Seçim Kanunu’nun değiştirilmesi başlıkları altında toplanmıştı. 

İktidar ve muhalefet arasında gerginliğin artması üzerine, o dönemde tarafsız kalmaya özen gösteren, her gittiği yerde hem DP’lileri hem de CHP’lileri ziyaret eden, her iki siyasi partiye eşit mesafede durulmasını ve yaklaşılmasını öğütleyen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü önderliğinde Başbakan Recep Peker ve Demokrat Parti Lideri Celâl Bayar ile bir toplantı gerçekleştirilmiş, toplantıda varılan mutabakat ile yaşanan krizi aşmak üzere, 11 Temmuz 1947 Cuma akşamı radyoda okunan, ertesi gün de ulusal basında yayınlanan “12 Temmuz Beyannamesi” ile Cumhurbaşkanı iktidar ve muhalefet partilerine eşit mesafede duracağını ve aralarında uzlaşma sağlamayı hedeflediğini açıklamıştı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün bu beyanatında öne çıkan ana mesaj şöyleydi; 
“Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel şartın yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti mânasını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhalefet, teminat içinde yaşıyacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. İktidar, muhalefetin haklarından başka birşey düşünmediğinden müsterih bulunacaktır.”

Sonraki dönemde her iki parti de içerisindeki sert tutumları törpülemiş, 1950 yılında yapılacak Genel Seçimlere daha yumuşak bir hava içinde girilmişti.

Refik Koraltan’ın kızı Ayhan Timurtaş.
“isim benden, el babamdan… ‘Yeter! Söz Milletindir!’ afişindeki el de babama aittir. Kalıbını çıkarıp afiş yaptılar...” demişti,

Oysa, ‘Yeter! Söz Milletindir!’ afişinin yaratılış öyküsü daha ilginçti;
Sanıldığı gibi bu afiş, Demokrat Parti'ye iktidar yolunu açan 1950 seçimleri sırasında değil,
TBMM'nin 10 Haziran 1946'da 21 Temmuz’da erken seçim yapma kararı almasından ve Demokrat Parti'nin de bir hafta sonrasında seçime katılma kararı almasıyla yaşanan süreç içerisinde yapılmıştı.
Adnan Menderes’in halasının oğlu, İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu mezunu ve IX. Dönem Çanakkale, X.ve XI. Dönem Antalya Milletvekilliği yapmış olan Kenan Akmanlar (1903-1971), o günlerde bir akşam, Selanik-Köprülü Tapu Kadastro Memuru Raşid Efendi'nin kızı olan eşi Lütfiye (Emre Kongar'ın halası) hanım ile Meşrutiyet Caddesi'ndeki dairelerinde kapı komşuları, mimar ve aynı zamanda grafik sanatçısı olan Selçuk Milar'ı ziyaret etmişlerdi. O sıralar Selçuk Milar (1917-1991) bekardı ve Ferruh ve Melek Alanson'un kızları Aynur (Mazhar Alanson'un ablası) ile evlenmemişlerdi.
Bu çat kapı ziyaretin nedeni Selçuk Milar’a bir teklifte bulunmaktı. Kenan Akmanlar, Demokrat Parti Genel Merkezi’nde kurulacak olan, esnaf, tüccar ve mühendislerden oluşan propaganda ve afiş hazırlama komisyonunda yer alıp alamayacağını sormuştu Selçuk Milar'a.
Selçuk Milar 1917'de İstanbul'da doğmuş, sağlık sorunları nedeniyle Robert College'den ayrılmış, 1937 yılında Galatasaray Lisesini bitirmişti. 1938'de girdiği İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi'ndem 1942-43 döneminde mezun olan Selçuk Milar, Akademi müdürü Burhan Toprak'ın tavsiyesi ile Ankara'ya giderek Erkek Teknik Öğretim Müşavirliği Mimari Bürosu'nda ünlü hoca Paul Bonatz ile çalışmıştı. Genel büro çalışmaları yanında Denizli Erkek Sanat Okulu ve Malatya Erkek Sanat Okulu gibi projeleri de yapmıştı.
Selçuk Milar komşusu Kenan Akmanlar'ın teklifini kabul etmiş ve toplantıya katılarak, 10 gün boyunca afişlerin nasıl olması gerektiğini, Avrupa ve ABD afişlerinden örneklerle anlatmış, grafik dergilerinden seçtiği örnekleri göstermiş, ancak bunları komisyondaki kimse ciddiye almamıştı. Komisyon tüm çabalarına rağmen onun hiç de onaylamadığı bir afiş üzerinde karar vermeye kalkınca Selçuk Milar çok kızmış, "Bu afiş Demokrat Parti’ye yakışmaz, partiyi iktidara taşımaz" diye bağırıp istifa etmişti. Toplantıyı terk etmeden önce masa üzerindeki getirdiği afiş örneklerini toparlarken, ani bir hareketle sağ elini kaldırmış, parmakları bitişik halde, avucunu komisyon üyelerine gösterecek şekilde uzatmış ve "Kocaman bir el yaparsınız, üzerine de, Yeter! Söz Milletindir! diye yazarsınız. İşte afiş dediğin böyle olur" diyerek sinirli bir şekilde toplantıyı terk etmişti. O gün komisyonda yaşananları duyan Kenan Akmanlar, akşam yine komşusuna uğramış, onun gönlünü almaya çalışmış, ertesi gün Celal Bayar ve Adnan Menderes'in de katılacağı komisyon toplantısına katılmaya ikna etmişti. Belli ki toplantıdaki tartışma Bayar ve Menderes'e kadar ulaşmıştı. Milar toplantıya katılmış ve Celal Bayar'ın "Selçuk Bey, sizin afiş fikrinizi beğendik ama biraz sert değil mi?" sorusuyla karşılaşmış, o da "Hayır efendim, afiş hiç sert değil, bu afiş demokrasiyi anlatıyor" diye fikrini savunmuştu. Selçuk Milar, bu kararlı duruşuyla Celal Bayar'ı ikna etmiş, ondan "Peki" cevabını almıştı. Bayar'ın "Siz bu afişi bize ne zaman hazırlarsınız?" sorusuna da "Yarın hazır olur" yanıtını vermiş, sabaha kadar çeşitli kompozisyon ve eskizler yaparak çalışmış, şafak sökerken de afişi bitirip, duvarına asmış ve karşısına geçip birkaç saat seyretmişti.
Selçuk Milar mutluydu, Parti Genel Merkezi'nde sabah saat 9'daki toplantıda afiş çok beğenilmiş, hemen İstanbul'daki Alaaddin Kral Matbaası ile telefonla irtibata geçilmiş, kendisi merkeze davet edilmişti. Afişin orijinalini alarak İstanbul'a dönen, daha sonraki yıllarda (1953-54) "Köroğlu" Çizgi Romanlarını basarak daha da ünlenen Alladdin Kral, afişlerin basımıyla ilgilenecekti. Selçuk Milar heyecanla sonucu bekliyor ve hemen her gün DP Genel Merkezi'ne giderek basılan afişlerin prova baskısını görmek istediğini dile getiriyordu. O prova bekleye dursun bir gün afişin tonlarcasını basılı olarak karşısında görünce bozulmuştu. Üstelik Alaaddin Kral onun hazırlamış olduğu afişten film alacağına, İstanbul'da herhangi bir ressama afişi yeniden çizdirmiş ve onu bastırmıştı. Doğal olarak çok morali bozulsa da, Türkiye'nin dört bir yanına dağıtılıp asılan afişlere halkın büyük bir ilgi göstermesi az da olsa onun üzüntüsünü azaltmaya yetmişti. Ancak bununla da bitmemişti Selçuk Milar'ın bu afişle imtihanı, çünkü o sırada Selçuk Milar, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Mesleki ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı’nda görevliydi. Afişin basılıp, her yerde asılmasından sonraki günlerden birinde, mesai saati bitimine yakın, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, onun karşısına çıkıp, "Demokrat Parti’nin afişini siz mi hazırladınız?" diye soruvermişti. "Evet" yanıtını alınca da, Selçuk Milar’ı tebrik etmiş ve "Siz, devlet dairesinde çalışan bir memursunuz, sizin özel atölyeniz yok, böyle bir afişi hazırlamanız pek doğru gelmiyor bize." diye eklemişti. İki gün sonra da, Selçuk Milar Urfa’da bir şantiyeye tayin edilmiş, o da görevinden istifa etmişti.
"Yeter! Söz Milletindir!" afişi 1946 seçimlerinde DP'ye iktidarı getirmemişti, ancak DP aynı afişi 1950 seçimlerinde de kullanmış ve ipi göğüslemişti. Ancak çok ilginçtir ki, DP bir kez daha kendi afişleri gibi bir afişle karşılaşmamak için, bir yasa çıkararak dünyada benzeri olmayacak bir şekilde ,afişlerde çizim, resim ve fotoğraf kullanılmasını yasaklamışlardı... 

14 Mayıs 1950 günü Türkiye “gizli oy açık tasnif” yönteminin ilk kez kullanıldığı bir Genel Seçime gitmişti. Toplam 8.905.743 seçmenin bulunduğu seçimlerde %89,30 oranında katılım olmuş, 7.953.085 kişi oy kullanmış, sadece 30 oy geçersiz sayılmış, 487 milletvekili seçilmişti. Sayılan oyların %55,2’sini alan Demokrat Parti 416 milletvekili sandalyesine sahip olurken, ondan sadece %15,6 oranında az olarak sayılan oyların %39,6 oranında oy alan CHP ise 69 milletvekili sandalyesine sahip olmuştu. Seçim öncesinde DP’den ayrılanların kurmuş olduğu Yusuf Hikmet Bayur’un Başkanı olduğu Millet Partisi ise 1, Bağımsız olarak da 1 milletvekili seçilmişti. Millet Partisi’nden seçilen milletvekili ise parti başkanı olan Yusuf Hikmet Bayur değil, sonraları Türk Siyaset Hayatında renkli kişiliği ile tanınacak olan ve T(I)RT Osman lakabıyla tanınan Osman Bölükbaşı (1913-2002) Kırşehir’den milletvekili seçilmişti. Toplam alınan oy sayıları arasındaki oranın düşük olmasına rağmen kazanılan sandalye sayıları arasında daha büyük bir fark olmasının nedeni liste usulü çoğunluk (çok oy alanın seçilmesi) sisteminden kaynaklanmıştı.

Seçimin sonucunda İstanbul’da 1. sıradan Celâl Bayar, 2. sıradan Mehmed Fuad Köprülü, 3. sıradan da Adnan Menderes, İçel’de 4. sıradan da Refik Koraltan seçilerek IX. Dönem milletvekilleri olarak TBMM’ne girmişlerdi.

22 Mayıs 1950’de Celâl Bayar Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı seçilmiş ve Demokrat Parti Başkanlığı’ndan çekilmiş, aynı gün Adnan Menderes başkanlığında DP’nin ilk Türkiye Cumhuriyeti’nin 19. Hükümeti kurulmuş, Mehmed Fuad Köprülü Dışişleri Bakanı olarak atanırken, Refik Koraltan’da Meclis Başkanlığı’nı 1 Kasım 1948’den beri bu görevi yürüten Mehmed Şükrü Saraçoğlu’ndan devralmıştı. Böylelikle 1945’te bir önerge ile bir araya gelen dörtlü, beş yıl sonunda hedeflerine ulaşmış, dört önemli göreve gelmişler, adeta “Dörtlü Takrir”, “Dörtlü Takdir” olmuştu.

“Modern Ankara Villası”nın yeni kimliği:
Protokolün bir numarasının,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’nın
Resmi Konutu.
O zamana kadar kim, ne için kullandı bilmesek de yeni meclis binasının gölgesindeki o “Modern Ankara Villası”nın 1951 yılının Nisan ayı öncesinde artık Meclis Başkanlığı Resmi Konutu olarak kullanılmaya başlandığını düşünebiliriz. Çünkü Koraltan ailesi Nisan 1951 öncesi Ziya Gökalp Caddesi üzerindeki kendi küçük apartmanlarını boşaltmış ve Türkiye Jokey Kulübü'ne kiraya vermişlerdi. 1943 yılında kurulan Türkiye Yarış Atı Yetiştiricileri ve Sahipleri Derneği (TYAYSD) Atçılık ve Yarışçılık alanında faaliyet göstermiş, İstanbul koşuları ve müşterek bahis satışlarını organize ederek hatırı sayılır bir gelir elde etmişti.
1913 yılı sonunda İzmir’e gelen Celal Bayar'ın, spor yapan Altaylı gençleri İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katmak için 16 Ocak 1914'te kuruluşuna vesile olduğu Altay Gençlik Kulübü'nün kurucularından biri olan ilk Türk futbolcularından ve aynı zamanda Adnan Menderes'in eşi Berin Hanımın amcasının oğlu ve Adnan Menderes'in dayısı Refik Bey'in kızı Mesude Hanımla evli olan Nejat Evliyazâde, ata binmeyi seviyor ve at yetiştiriciliği yapıyordu. Nejat Evliyazâde, Demokrat Parti iktidar olunca bunu bir fırsat bilerek, TYAYSD'nin tekelini kırmak ve Avrupa'daki gibi at yarışları düzenleyebilecek bir Jokey kurulması için Menderes ile görüşmüş ve ondan bir yeşil ışık alınca da, Adnan Menderes'in dayısının torunu ve eşi Mesude hanımın yeğeni DP Milletvekili Sadık Giz ile birlikte yedi maddelik bir yasa tasarısı hazırlamışlardı. Başbakan Menderes aynı zamanda bir at yetiştiricisi olan Devlet Bakanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'nun bu işin başında yer almasını istemişti. Karaosmanoğlu ile birlikte DP Urfa Milletvekili Emekli General Saim Önhon, Sait Halim Paşa'nın oğlu Prens Halim Sait Türkkan, Said Akson ve Nejat Evliyazâde, 23 Ekim 1950'de Ankara'da Türkiye Jokey Kulübü'nü kurmuşlardı. Kulübe kısa zamanda Vehbi Koç, William Giraud, İbrahim Edhem Menderes, Sadık Giz, Enver Güreli, Mehmet Karamehmet, Sadi Eliyeşil, Osman Kapani, Sadun Atığ ve Nejat Evliyazâde'nin kardeşi Sedad Evliyazâde gibi birçok tanınmış isim de üye olmuştu.
Ankara’da kurulan TJK’nın ise maddi hiçbir olanağı yoktu. Ancak TJK üyelerinin çoğu zaten TYAYSD’ye de üye oldukları için onlardan 160.000 lira borç alarak Refik Koraltan’ın evini kiralamışlardı. Türkiye Jokey Kulübü için kiralanan ev kısa bir sürede tefriş edilerek, Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın katlımıyla, 14 Nisan 1951 günü resmen hizmete açılmıştı. [Bu bilgiler TJK ve TYAYSD Yönetim Kurulu üyesi, İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 47 numaralı üyesi, Tanin, İstanbul Ekspres, Yeni Sabah, Cumhuriyet, Yeni Gazete ve Vatan gazetelerinde çalışan, Şampiyon ve Derby mecmualarını yayımlayan gazeteci ve yazar Nimet Üyken’in (1919-2009) anılarından alınmıştır]
İşte bu nedenle biliyoruz ki TBMM Başkanı Refik Koraltan ve ailesi artık “Modern Ankara Villası”nda yaşamaya başlamışlar, bu nedenle de ev o dönemde Koraltan Evi olarak anılmaya başlamıştı.
1953 yılına ait bu iki fotoğrafta TBMM Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın resmi konutu ve çevresi görülmektedir. A. Renda’nın Sarı Köşkü yıkılmış, ancak (3), (4) ve (5) numaralı yapılan henüz durmaktadır.
Fotoğraf: (EBA) Eğitim Bilişim Ağı Koleksiyonu

Belli ki Koraltan ailesine yakın hatta akrabası ( çünkü, “...Gerek Refik Koraltan, gerek Coşkun Ertepınar akrabam da olsalar” diye belirtmektedir. ) olan ve o sıralar ilkokulda okuyan bir kız çocuğu Sevgi Yücel, Refik Koraltan ile ilgili olarak yıllar sonra Coşkun Ertepınar tarafından yazılan “Bir Politikacının Anıları” kitabında anılarını dile getirirken villanın içini çocuk gözüyle şöyle tanımlamıştı;

“…Oraya gitmek için can atardım. Salondaki havuzda yüzen kırmızı balıkları seyredebilmek için. Atatürk Bulvarı üzerinde bulunan iki katlı bir binaydı ve bir saray gibi döşenmişti. ‘O’ hep biz ziyarete gittikten bir süre sonra gelirdi. Çocuğum diye başımı falan okşamazdı; elimi sıkardı. İnanılmaz heybetli ve yakışıklıydı. Orası TBMM Meclis Başkanının resmi ‘ikametgâhı’ idi ‘O’ da Refik Koraltan’dı. Bina önce Halk Evi oldu, sonra yıkıldı. Bugün aynı yerde küçük ve bakımlı bir park var…”

Demokrat Parti X. Dönem (1954) Genel Seçiminde %52,67, XI. Dönem (1957) Genel Seçiminde %47,87 oranında oy alarak Türkiye’yi on yıl boyunca yönetmişlerdi.
R. Uybadin-N.Yücel 1957 Ankara İmar Planında Meclis Başkanı Resmi Konutu
1953 yılında İmar Komisyonu tarafından açılan yarışma sonucunda Raşit Uybadin-Nihat Yücel Ankara imar planı yarışmasını kazanmış ve çizdikleri plan 1957 yılında onaylanmıştı.
Fotoğraf: Koç Üniversitesi Digital Koleksiyonu

Oktay Ekşi, 23 Temmuz 2007 günü, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde kaleme aldığı “Bir Seçim Hikayesi” adlı yazısında, 2 Mayıs 1954’te yapılan genel seçimin ertesini şöyle anlatmıştı;
“O gece uyumadık. Sabahın erken saatlerinde ‘CHP Genel Merkezi’ndeki durum ne?’ diye, Ziya Gökalp Caddesi’ndeki Genel Merkez’e gittiğimiz zaman karşımıza partinin emektar kapıcısı Hüseyin Efendi çıktı. İçeride kimsenin kalmadığını, kendisinin de temizlik yapıp uyumaya gideceğini söyledi. Biraz deşince öğrendik ki ilk haberler gelince orada da ‘Kazanıyoruz’ heyecanı doruğa çıkmış...”, “...ama durum anlaşılınca birer ikişer kaybolup evlerine gitmişler.”
Anlıyoruz ki CHP Genel Merkezi 1954 yılında da Müteahhit Emin Daş’a ait olan Ziya Gökalp Caddesi 17 (günümüzde 13) numaralı evde, kiracı...

Hesapta seçildikten sonra Demokrat Parti’den istifa edip ayrılan Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, 2 Mayıs 1954’teki seçim zaferinden sonra “bundan böyle ince demokrasiye paydos” demiş, gerçekten DP iktidarı da, 1954 yılından itibaren ince demokrasiye paydos etmişti. Üstelik 1954 seçimlerinde parti amblemli bastonuyla yurt gezilerine çıkan Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, 1957 seçimlerinde de seçim gezilerine çıkmış, DP lehine konuşmalar yapmıştı.

1957 seçimlerinden sonra da DP iktidarı her türlü devlet imkânından yararlanmış, yasal düzenlemelerle muhalefetin elini kolunu bağlamıştı.

“Bastonunu kırdılar” yazmıştı 14 Haziran 1960 tarihli Akis Dergisi bu fotoğrafın altına.

Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın DP amblemli bastonu Yassıada Duruşmalarında da gündeme gelmişti. Yassıada Duruşmalarını yazan Akis Dergisi, 24 Temmuz 1961 tarihli nüshasının 20 sayfasında bu konuya şöyle yer vermişti;

“...Celâl Bayar telefonla kendisini aramış ve ‘Biraz evvel Radyoyu dinledim. Bu ne demek? Nereye gidiyoruz?’ sözleriyle kendisini haşlamıştı. Bu kanaatte olanların diktaya gitmesine imkan var mıydı? Hani, yaptıkları bilinmemiş, on yıllık iktidarları devrinde ipliği pazara çıkmamış olsa, insan su Ağaoğlu*na acıyabilirdi. Fakat, şimdi? Bundan bir müddet evvel süngüler arasında konuşamamaktan şikâyet eden Ağaoğlu o günlerin acısını çıkarmak istiyor gibi, konuşuyor, konuşuyordu. Bir defa daha eski günlerini hatırladı ve DP’nin politikasını müdafaa vazifesini zayıf ve çelimsiz omuzlarına aldı. DP politikasında ‘münevvere sırt dönme’ diye bir şey yoktu! Üstelik, elde taşınan DP markalı bastonun diktaya gidişle ne ilgisi olabilirdi.”

*Samet Ağaoğlu (1909-1982); 1950, 1954, 1957 seçimlerinde Manisa’dan seçilmiş DP’li milletvekilidir. Çalışma, Ticaret ve Devlet Bakanlıkları yapmıştı. Yassıada Duruşmaları’nda yargılanmış, hüküm giymiş, ömür boyu hapisle cezalandırılmıştı.


Akis, 9 Haziran 1969’da “Paraşütsüz Düşünce” başlıklı yazısında da Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın DP amblemli bastonunu bir kez daha konu etmiş;

“… Bayar hiç oralı değildi. Devam etti: ‘-Kararnamenin bir yerinde, benim için ‘Menderesten istifade etti’ denilmektedir. Ayrıca, sayın düşük Koraltan’ın hatıra defterinden* bazı pasajlar kararnameye alınmış.’ Bayar bundan sonra kendisi hakkında not tutan arkadaşlarını bir güzel boyadı ve kendileriyle hiç bir hususta teması bulunmadığını Menderes’i kullanmadığını, Koraltan’a ilham kaynağı olmadığını açıkladı. Sonra sordu : ‘- Bu hatıra defteri ne sebeple yapıldı?’ Suale gene kendisi cevap vermeğe başlamıştı ki, Başkan sözünü kesti: ‘-Bunlar fazlasıyla anlatıldı.’ Ne var ki Bayar konuşmak istiyordu. Davanın müsamahasına sığındı ve meşhur D.P. rumuzlu baston hikâyesini anlatmağa koyuldu: ‘-Bu bastonu bir kaç ay kullandım.’ Mesele, sanığın arkadaşlarına intikal etmişti. Bayar, D.P. grubunun hiç bir zaman diktaya gitmediği tezinin bir numaralı müdafiiydi.”

*Refik Koraltan’ın günlük, hatırat ve notları,

Yassıada Duruşmalarında DP’ye karşı delil olarak kullanılmıştı. 


Türk tarihinde önemli rol oynayan kişileri inceleyen eserleri ile ünlenmiş düşünür, yazar ve tarihçi Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976), 10 Mart 1968’de Cumhuriyet Gazetesi’nin dördüncü sayfasında “İkinci Adam 1950 ve Sonrası / Verimsiz Çabalar” başlıklı makalesinde, 1950-60 yılları arasında, iktidar partisi DP’nin lideri Adnan Menderes ile muhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü arasında bazı çabalara rağmen sağlanamayan diyalog ve bir türlü buluşturulamamalarından bahsetmektedir. Bu dönemde belki de tek bir buluşma olmuştur ki o da Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın evinde…

Yani “Modern Ankara Villası” yine çok nadir ve tarihi bir ana tanıklık etmiştir denilebilir.

Şöyle anlatır Şevket Süreyya Aydemir o buluşmayı;

“…ruhsuz, maksatsız, hayal kırıcı bir buluşma! Öyle denilebilir ki, kaderin elinin bu düğümleri bir gün bir 27 Mayıs İhtilali ile koparıp atmasının fal tal örgüsünde, bu son ve davet sahipleri için biraz da taksirli buluşmanın, galiba bir müdahalesi vardır. Çünkü, Muhalefet Partisi Lideri, o küçük ve son ümit kırıntısını da sanıyorum ki asıl o gece kaybetmiştir.

1954 Haziranından beri sürüp gelen çabalar, aradan bir seneye yakın bir zaman geçtiği halde, yani 1954 Haziran-1955 Mart arasında, iki şefin bir defa olsun bir araya gelmelerini bile sağlayamamıştı.”, 


“… bir davet, ancak bu kadar soğuk, bu kadar sıkıntılı, bu kadar zoraki olabilirdi. İnönü’yle Menderes arasında ve özel surette bir araya geliş de bundan ibaret kaldı. Bu garip toplantı, Meclis Reisi Refik Koraltan’ın evinde oldu. Ve bunun dilden dile dolaşan yankıları, Ankara’da günlerce söylendi durdu.”,


“…memleketin kaderi için, buluşmaları, konuşmaları, başbaşa kalmaları o kadar şart olan, gerekli olan, birbirlerini ikmal edebilecek olan bu iki insan, bir türlü yalnız kalamazlar. Bir türlü başbaşa veremezler. Refik Koraltan’ın evindeki yemek toplantısı ise, ruhsuz, maksatsız, zoraki ve başbaşa olmayan sıkıcı bir toplantıdır. Yenilir, içilir, laklak edilir. Fakat o lanetleme siyasetten, memleketin kaderi üstünde gitikçe kördüğüm olan o siyasi keşmekeşten ve bu düğümlerin çözülmesi yolunda, tek kelime bile konuşulmaz. Sanki görünmez bir el, her kadehte biraz daha şenlenmiş gibi görünmeye, sanki karşısındakinin boynuna sarılacakmış gibi görünmeye çalışan Menderes’in dilini, adeta bağlamıştı. Gecenin geç saatlerinde Paşa evine döndüğü zaman ise dalgın, düşünceli, kötümser ve ümitsizdir. Evet, o son ‘ufak bir ümit’ de uçup gitmiştir. Yalnız kendi kendine söylenir:

‘Bu da başka bir tertip! Başka bir tertip! Halkla beraber olduğumuzu, arada bir ihtilaf olmadığını göstermek istiyorlar…’


Hülasa iki şefin ilk ve son masabaşı sohbetlerinin hikayesi bu kadar hazindir. Gerçi iki parti mensupları arasındaki güya siyasi buluşmalar, 1954 Haziranından, 1955 Martına kadar sürdürülmeye çalışılır. Ama netice sıfırdır. Hatta sıfırdan da aşağı…”


22 Nisan 1955 tarihinde gerçekleşen bu akşam yemeğinin haberini, Akis Dergisi 30 Nisan 1955 tarihli nüshasının 4 ve 5 sayfalarında şu şekilde aktarmıştı okuyucularına;

“…Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Refik Koraltan, Cuma akşamı İnönü’yü evinde yemeğe davet etti. Yemekte Başbakan Adnan Menderes, Devlet Bakanı Fuad Köprülü ve C.H.P. Genel Sekreteri Kasım Gülek de hazır bulunuyordu. Orada dış politika meselelerinden uzun uzadıya bahsedildi. Ziyafet hususi olduğundan bu politika etrafında alâka uyandırıcı görüşmelerin cereyan ettiğini tahmin etmek zor değildir. Muhalefet liderlerine bizzat Adnan Menderes tarafından dış politikamız izah edildi, onlar da kendi fikir ve görüşlerini bildirdiler. Esaslarda bir mutabakat bulunduğu anlaşıldı. Ziyafet çok geç vakte kadar sürdü. İsmet İnönü ile Kasım Güleğin, Koraltanın evinden çıktığı gece yarısından sonra oradan geçenler tarafından görüldü. Fakat konuşmalar esnasında iç politika meselelerine asla temas edilmemiştir. Zaten bunların bir yemek sofrası başında ele alınmasının ciddiyetle uzaktan yakından bir alâkası olmadığı son derece aşikârdır. Temaslar, bir vazife temasına temel teşkil ettiği takdirde mâna taşıyacaktır. Fakat umumi kanaat Başbakan Adnan Menderes’in şimdilik iç politika meselelerini ele almak niyetinde olmadığını göstermektedir. Yahut alsa bile bunu ya bir ziyafette, ya iki nükte arasında yapmak arzusundadır.”


On yıl boyunca Celâl Bayar Cumhurbaşkanlığı, Adnan Menderes Başbakanlık, Refik Koraltan Meclis Başkanlığı görevlerini kesintisiz sürdürmüş, Mehmed Fuad Köprülü 22 Mayıs1950- 15 Nisan 1955 tarihleri arasında Dışişleri, 29 Temmuz-9 Aralık 1955 tarihleri arasında da Başbakan Yardımcılığı görevini sürdürmüş, 1957 yılında kurduğu partiyi tanıyamadığını söyleyerek Demokrat Parti’den istifa etmiş ve daha önce DP’den istifa ederek ayrılan 19 muhalif milletvekilinin kurduğu Ekrem Hayri Üstündağ Başkanlığı’ndaki Hürriyet Partisi’ne geçmişti. Hürriyet Partisi 24 Kasım 1958’de toplanan olağanüstü parti kurultayında kendini fesh etmeye ve tüm mal varlığını CHP’ye devretmeye karar vererek kapanmıştı.

“Tamirat ve temizlik dolayısiyle Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü muvakkaten tahliye edilmiştir. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın iki günden beri Meclis Reisi Refik Koraltan’ın evinde kaldığı bildirilmektedir. Bayar, köşk tahliye edilmiş olduğu için İngiltere Başvekili Harold Macmillan’ı Camlı Köşk’te kabul etmek zorunda kalmıştır.”
(Milliyet, 11 Ağustos 1958, s.1)

Demokrat Parti ve Adnan Menderes Hükümetleri döneminde Türkiye’de yaşananlar hemen herkesin malumudur, doğrusu ile eğrisi ile, iyisiyle kötüsüyle kısacası;
291 günlük XIX., 3 yıl 69 günlük XX., 1 yıl 206 günlük XXI., 1 yıl 351 günlük XXII. ve 2 yıl 184 günlük XXIII. Adnan Menderes Hükümetleri ve toplamda on yıl beş gün süren Demokrat Parti iktidarının icraatları, 27 Mayıs 1960 günü gerçekleştirilen bir Askeri müdahale ile sonlandırılmıştı.

DP yola çıkarken Tek Parti iktidarını yıkmak, Türkiye’ye demokrasi getirmek adına yola çıkmış, hatta “Yeter Söz Milletindir!” diyerek afişler bastırmıştı. Üç seçim üst üste %50’ye yakın oy alıp TBMM’de ezici bir çoğunluk elde etmenin vermiş olduğu özgüven patlaması ile, değil millete söz hakkı vermek, milletin temsilcisi muhalefet milletvekillerine bile göz açtırmamaya başlamıştı. Bu durum parti içerisinde, hatta Meclis Başkanı Refik Koraltan tarafından da farkedilir ve dile getirilir olmuştu. Üstelik Cumhurbaşkanı seçildiği sırada DP Başkanlığından istifa eden Celâl Bayar bile tarafsızlığını koruyamamış, açık ya da gizli olarak muhalefete karşı cephe almıştı. Meclis Başkanı Refik Koraltan, günlüklerinde, 25 Mayıs 1959 tarihine şöyle bir not düşmüştü;

“Reisicumhur hala itilaf (uzlaşma) taraftarı görünmüyor. Partiler arası uzlaşma fikrinde değil, bu maksatla Zafer ve Havadis gazetelerine daha çok bozucu yazılar yazdırıyor…”
Refik Koraltan, 25 Temmuz 1959’da günlüğüne;
“Dün İstanbul’dan dönen Cumhurbaşkanı’nın ziyaretine gittim. Umumi hasbıhal sırasında Adliyeden ve hakimlerden şikayet etti. ‘Türkiye’de hakim ve mahkeme yoktur’ dedi…” diye başka bir not daha düşmüştü.

Huzursuzluk artıyor, gerilim tırmanıyordu, DP kurucu üyesi olmasına rağmen Meclis Başkanı Refik Koraltan günlüklerine düştüğü küçük notlar ile adeta bu yükselişin akıbetini görüyor, huzursuzluğunu dile getiriyordu;

“3 Şubat 1960: Reisicumhur geldi. Otomobilde muhalefet partilerinin verdiği tahkikat önergelerinin gündeme alınmamasını istedi; bu hal TBMM gibi murakabe (denetleme) organını manen bitiriyor.
Yok, yere ısrar artık kabili müdafaa olmaktan çıkan bir iş haline geldi. ‘Ben çok müşkül durumdayım’ dedim. Cevaben, ‘Bunda ne var bir müddet daha kalsın’ gibi sathi (yüzeysel) bir cevapta bulundu.
Bir daha anladım ki bu zat da ruh ve cevher kalmamış. Halbuki gündeme alınmayan bu önergeler, mevzuları itibariyle önemli ve Anayasa hükümleri ile teminat altında bulunan hakların çiğnenmiş olduğuna mütedairdi (ilişkindi) ve adeti 11 kadar vardı.
Mesela; şahsın hürriyeti, can emniyeti, seyahat hürriyeti ile ilgili, (İsmet İnönü’ye saldırılan) Uşak, Topkapı olayları, bedeli peşin verilmeden Anayasa ve İstimlâk Kanunlarına aykırı yapılan istimlaklere ve muayyen suistimallere mütealikti (ilgiliydi).
Bir an önce gündeme alınıp umumi efkârın aydınlatılması ve yolsuzlukların müsebbibleri (sebeb olanları) hakkında gereken muamelenin yapılması zarureti vardı.
Gündeme alınmamakla içtüzük ve Anayasa hükümleri fiilen işlemez hale getirildi. Yazık…”

İşte tüm bu koşullar altında bir askeri darbenin ayak sesleri çok değil bir ay öncesinde duyulmaya başlanmıştı adeta. On yıllık DP iktidarının icraatlarının yarattığı toplumsal muhalefetinin yankılarıydı bunlar, günümüzde de olduğu gibi huzursuzluğa karşı ilk tepkiler yine gençlikten geliyordu. Demokrat Parti’nin Meclis grubu 7 Nisan günü bir bildiri yayınlamış, bildiride; “CHP’nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı” öne sürülerek, 18 Nisan’da TBMM’de sadece Demokrat Parti milletvekillerinden oluşan 15 üyeli bir Meclis Komisyonu kurulmuştu.

Bu durumu ve fikrin kaynağını Meclis Başkanı 18 Nisan 1960 günü tuttuğu notta çok açık ve net olarak ortaya koymuştu;

“18 Nisan 1960: Reisicumhur ta 4 Nisan’dan bu yana her gün; gerek sathı vatanda ve gerekse matbuatta (basında) artan tahrik ve tezvirler (bozgunculuk) ile bunalan ve adeta tehlikeli bir hal almaya başlayan fitne ve fesattan çok endişeli olduğunu, hükümetin en şiddetli tedbirleri almasını söylüyor.

Esasen öteden beri müşarün ileyh (adı geçen şahıs) hep böyledir. Ne yazık ki iş çığırından çıkmış doğru yanlış tezgaha konmuştur. İşte bunun için de bu gibi mevzular çok defa söylenmiş öylece kalmıştır…”

Açıkça görülmekteydi ki, Demokrat Partiyi yönlendiren tarafsızlığını yitirmiş Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’dı...

Komisyonun, muhalefet ve basının faaliyetlerinin tahkik edilmesi için oluşturulacak ve üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacak bir “Tahkikat Komisyonu”nun kurulması önergesi, 27 Nisan günü TBMM’de büyük bir çoğunlukla kabul edilmiş, 28 Nisan günü de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe konmuştu. Bu bardağı taşıran son damla olmuş, 28 Nisan günü İstanbul Üniversitesi’nin önünde, Beyazıt Meydanı’nda toplanan öğrenciler hükümet aleyhine gösterilere başlamıştı. Bu gösteri sırasında Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla hayatını kaybetmişti.
30 Nisan günü yine bir öğrenci gösterisinde, İstanbul Erkek Lisesi öğrencisi Nedim Özpolat üzerine çıkıp nutuk attığı tanktan diğer bir tanka atlarken ayağının hareket halindeki tankın paletine takılması sonucu, paletin arasında kalarak can vermişti.

Tüm bu yaşananlar İstanbul ve Ankara’da Sıkıyönetimin ilanına sebep olmuş, her türlü toplantı ve gösteri sıkıyönetimce yasaklanmıştı.

O sırada Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Cemal Gürsel (1895-1966) hükümeti uyarmak için 3 Mayıs’da Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup göndermişti. 5 Mayıs günü “555K” (5. ayın 5’inde saat 5’te Kızılay’da) koduyla toplanan kalabalık bir öğrenci grubunu Kızılay’da gösteri yapmış, göstericileri yatıştırmak için Kızılay’a gelen Başbakan Adnan Menderes, kalabalık tarafından itilip kakılmıştı. Bunun ardından Cumhurbaşkanı Celâl Bayar başkanlığında Başbakanlıkta bir kriz toplantısı gerçekleştirilmiş, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, İçişleri Bakanı Namık Gedik’e gereken önlemlerin alınması için talimatlar vermişti.

Ardından Adnan Menderes İzmir gezisine çıkmış, Menderes’i İzmir’de büyük bir kalabalık sevgi gösterileriyle karşılamıştı. İki gün sonra 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri sokağa çıkmış ve Zafer Anıtı’na kadar “sessiz bir yürüyüş” yapmıştı. “Harbiyeliler’in ayaklanması” olarak nitelendirilen bu gösteride Harp Okulu öğrencileri, Zafer Anıtının önünde İstiklal Marşı ve o ünlü Harbiye Marşı’nı okuduktan sonra dağılmıştı.
Harp Okulu öğrencilerinin Zafer Anıtı’na kadar yaptığı sessiz yürüyüş, 21 Mayıs 1960.
Fotoğraf: Atilla Dirim aile arşivinden

Olaylar üzerine Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, 22 Mayıs’ta 5 kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasaklamış, “haberleşmeye” sansür koymuştu.

26 Mayıs günü, askerlerin siyasete karışmasına, askeri cuntalara karşı çıkmasıyla ve hükümet yanlısı tutumuyla tanınan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mustafa Rüştü Erdelhun (1894-1983), darbe hazırlığı istihbaratını almış, TSK mensuplarına yönelik bir konuşma yapmış ve konuşmasında Silahlı Kuvvetler’in DP hükümetine bağlı olduğunu belirtmişti. Ancak Türk Silahlı Kuvvetlerinin tümünde durumun böyle olmadığı, ertesi gün ortaya çıkacaktı…

Harp Okulu öğrencilerinin sessiz gösterisi, altı gün sonrasında gerçekleştirilecek olan darbenin yaklaştığının en büyük göstergesiydi ki, bu Çankaya Köşkü’nde de hissedilmişti. Kendisi de eski bir Harp Okulu mezunu olan Cumhurbaşkanı’nın Başyaveri Mustafa Tayyar;
“Sayın Cumhurbaşkanı’na dedim ki, ‘Efendim, bu bir harekettir. Bizi deniyorlar. Deneniyoruz. Bunun arkası ihtilale doğru gider. Ordu sahnededir. İşte meydana çıktılar. Evvela bunları öne sürüyorlar. Arkadan da diğer büyükler gelecek. Harp Okulu’nu silahtan tecrit edip, dışarıya göndermekten başka çare yoktur. Hemen bunları Ankara’dan uzaklaştırmak lazım.’ ‘Peki’ dedi, ‘Hadi Koraltan’ın evine gidelim, orada toplanalım.’ Kalktık Koraltan’a geldik. Orada da ben durumu anlattım. Oradan Başbakanlığa geldik. Başbakanlık ana baba günüydü.”
diye anlatmıştı sonraları, o günü…

“Modern Ankara Villası”, bir kez daha tarihi bir ana tanıklık etmişti, neler konuşulmuştu kimbilir, havuzun dibinde uyumakta olan kırmızı balıklar dipden gelen dalganın titreşiminiyle uyanıp da su yüzüne çıkmış ve kulak kabartmışlarmıydı telaşlı konuşmalara, kimbilir?..

Başbakanlık’taki zirvede Harp Okulu’nun bir an önce tatile sokularak silahlarıyla birlikte İzmir’e nakli kararlaştırılmış, karar Harp Okulu Komutanı Tuğgeneral Sıtkı Ulay’a (1907-1997) bildirilmişti. Ancak Ulay da örgüttendi ve bu haberi arkadaşlarına uçurmuştu. Mehmetçiği karıştırmayacaklarına göre Harbiye ellerindeki tek silahtı. Harbiye giderse ihtilal biterdi. O yüzden acele edilmeliydi. 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece 38 kişilik İhtilal Komitesi, Harp Okulu’nda Tümgeneral Cemal Madanoğlu (1907-1993) başkanlığında toplanmış ve 27 Mayıs gününün ilk saatlerinde tanklar harekete geçmiş, saat 03’te Ankara Radyosu’nda marşlar çalınmaya başlanmış, ardından da Albay Alparslan Türkeş tarafından bildiri ile “ihtilal” duyurulmuştu.

Bildiride; “Sevgili Vatandaşlar, bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekata Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkar bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk'ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz 'Yurtta Sulh, Cihanda Sulh'tur. Milletimizin bir zarara uğramayacağı delaletinde sabır ve ihkamla tebessür etmeleri beklentilerimiz arasındadır.” deniyordu.

26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece Harp Okulu 1. Sınıf öğrencisi Sökmen Gültekin askeri darbeye hazırlanırken Thompson tüfeğinin ateş alması sonucu kendini vurarak hayatını kaybetmiş, 27 Mayıs gününün sabahında da, o sırada 22 yaşında olan Harp Okullu Topçu Teğmen Ali İhsan Kalmaz (1938-1960), Büyük PTT binasının arkasındaki Telefon Santrali’nin ele geçirilmesi sırasında orada nöbetçi olan Jandarma eri tarafından vurularak şehit edilmiş, bunun üzerine de o Jandarma er Harbiyeliler tarafından vurulmuştu.

27 Mayıs sabahında darbe haberini alıp kutlamak isteyen Taksi Durağı sahibi CHP’li babası ile birlikte sokağa çıkan 11 yaşındaki Ersan Özey adındaki küçük öğrenci, sokağa çıkma yasağını ihlal ettikleri gerekçesiyle üzerlerine ateş açan askerlerin kurşunlarıyla babasının yanında vurularak hayatını kaybetmişti.

26 Mayıs 1960’da Başbakan Adnan Menderes, yaşanan siyasi gerilim ve darbe yapılma ihtimali dedikoduları nedeniyle Eskişehir, Kütahya ve Konya’yı kapsayan bir yurt gezisine çıkmış, halkla buluşmak istemişti. Adnan Menderes’in ilk durağı Eskişehir’di, terslikler daha karşılanması sırasında hava üssünde başlamış, onu karşılamak üzere hazır bulunan havacı subaylar Menderes tam onları selamlayacağı sırada sırtlarını dönüp marş söyleyerek alanı terk etmişlerdi. Bu duruma üzülen Adnan Menderes’i halka hitaben konuşma yapmak üzere gittiği Odunpazarı’nda konuşma yapmasına izin vermemek için hoparlörün kablosunun kesilmesi daha da germişti. Başbakan o geceyi geçirmek üzere Eskişehir Şeker Fabrikasına gitmiş, üst rütbeli subayların da bulunduğu, Eskişehir Ticaret Odası’nın düzenlediği ziyafette, orkestradan “Dağ başını duman almış” marşını istemiş, hep bir ağızdan söylenen marş biraz keyfini yerine getirmişti. Ancak o sırada Ankara’dan bir telefon almış, arayan Meclis Başkanı Refik Koraltan İstanbul’da profesörlerin bir yürüyüş başlattıkları haberini verince, keyfi yine kaçmıştı. İşte ne olduysa olmuş, o andan sonra bir fırtına kopmuştu, Başbakan topluluğa dönerek zehir zemberek bir konuşma yapmış; “Bir zümre tarafından kiralanmış, kara cübbe giymiş kuklaların, milletin iradesine rağmen harekete geçmeye teşebbüs etmelerinin akıbeti, Türk milleti tarafından tayin edilecektir.” deyivermişti.
Konuşmasını bitirdiğinde yanına yaklaşan Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü, gazeteci ve yazar Altemur Kılıç (1924-2016) “Beyefendi biraz sert oldu” demiş, o da “…öyle oldu, ne yapalım” diye cevap vermişti.
Ziyafette bulunan üst rütbeli subaylar öfkeliydi ve katılanlar başları önünde salonu terketmişlerdi.
Gazeteciler de koşuşturmaya başlayınca Başbakan da oturduğu yerden kalkmış, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nı aramıştı. Çıkan kişiye, yaptığı bu sert konuşmanın gazetelerde yayımlanmamasını rica etmiş, komutan da “Merak etmeyin, bu beyanatınız hiçbir zaman yayımlanmayacak” diye cevaplamıştı, zira karşıdaki kişi daha sonrasında adı çokça anılacak olan ihtilalcilerden Kurmay Binbaşı Ahmet Yıldız’dı (1921-2009) ve bu konuşmanın yayınlanmasına gerek kalmayacağını biliyordu.
Ancak Başbakan Adnan Menderes durumun vehametinin farkında değildi henüz ve kendisinin ikametine tahsis edilen Şeker Fabrikası Lojmanına geçerken gazeteci ve milletvekili Bahadır Dülger (Mehmet Kudret) (1911-1968) ile İstanbul Milletvekili ve TBMM Başkanlık Divanı Katip Üyesi Firuzan (Ferdi) Tekil’i (1915-1994) çağırmış, gerekeceğini düşünmüş olmalı ki, az önce yaptığı konuşmanın üzerinden geçip, metni temize çektirmişti.
Yol arkadaşı Menderes’in bu agresif tutumunu yine Meclis Başkanı Koraltan günlüğüne iki yıl öncesinde, 1 Şubat 1958’de düştüğü notla şöyle tesbit etmişti;

“Bu adama bir zamandır gurur geldi. Artık emruhu emrüküm (dediğim dedik); nerede ise tek adam. Her şeye hakim ve sahip rolüne geçti. Yani geçmişteki çökenlerin hatalı yoluna giriyor. Artık kimseyi dinlemiyor. Efkarı umumiye diye de tehdit savuruyor.”

O gece Menderes daha henüz yatmıştı ki, saat 02 sularında Özel Kalem Müdürü Ercüment Yavuzalp (1924-2019) odasının kapısı çalmış, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un telefonla aradığını bildirmişti. Erdelhun, “Ordunun bazı birlikleri İstanbul ve Ankara’da harekete geçmiş. Bunlar galiba önceden hazırlanmış genç subaylar. Ben işin mahiyetini tamamıyla anlayınca zatı âlinizi bilgilendiririm. Fakat hükümet Reisi olarak harekete geçerseniz bu teşebbüsü kolayca bastırırız” demişti. Menderes de Erdelhun’a güvendiği bazı generallerin isimlerini vererek onlarla irtibata geçmesini söylemiş, ancak “irtibat sağlayamadım” cevabını almıştı. Menderes’in endişesi artarken, bu sırada Ankara’da genç subaylar tarafından Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun tutuklanmış, rütbeleri sökülerek Kara Harp Okulu’na götürülmüştü. Rüştü Erdelhun daha sonra Yassıada Mahkemeleri’nde yargılanmış, idama mahkum edilmiş, cezası ömür boyu hapse çevrilmişti. Kayseri Cezaevi’nde kaldığı sürelerde ailesine yazdığı mektuplarda, “Çok şükür ki görev yaptığım süre içerisinde orduyu siyasete karıştırmadım. Bizim hakkımızda tarih karar verecek.” (!) diyen Erdelhun’un cezası 1964 yılında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından affedilmişti. 

Aceleyle hazırlanıp Hükümet Konağına giden Adnan Menderes, orada Eskişehir Valisi İbrahim Tevfik Kutlar (1911-1993), diğer milletvekilleri ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan (1915-1961) ile buluşmuş, uçakla İzmit’e gitmeye çalışmış ancak bu girişimine olumlu yanıt alamayınca Polatkan ve maiyetindekilerle birlikte, hazırlanan araçlarla Kütahya’ya doğru yola çıkmışlardı.

O yolculuğu, kaleme aldığı 1991 yılında Bilgi Kitabevi tarafından yayımlanan “Menderes’le Anılar” adlı kitabında, Özel Kalem Müdürü Ercüment Yavuzalp şöyle anlatmıştı;
“...bir jip pikap, bir de askeri kamyonet hazırlattı. Kamyonete silahlı bir manga asker bindirildi. Başbakan kendi makam arabasına binmek istemedi, askeri pikabı tercih etti. Eski günlerin aksine, kimse yanına binmek istemiyordu. Bunun üzerine ben, yanına gittim. Bana ‘Ercüment Bey siz kalın, Albay gelsin’ dedi. Albay, Yurtiçi Savunma Komutanlığının Kurmay Başkanı idi. Pikaba o bindi. Başbakanın makam arabasına da asker kökenli iki milletvekili ile ben bindim. Özel Kalem’in arabasına da benimle Eskişehir’e gelen Özel Kalem’de görevli memurlar bindi. Önde Başbakan’ın bulunduğu askeri pikap, onun arkasında milletvekilleri ile benim bulunduğum Başbakanın makam arabası ve bizleri takiben de Özel Kalem arabası, bir manga askerin bulunduğu kamyonet olmak üzere konvoyla Eskişehir’den Kütahya’ya doğru hareket ettik…”
O sırada açtıkları Ankara Radyo’sunda marşlar çalındığını duymuş, ardından da marşların susmasıyla saat 03’te Albay Alparslan Türkeş’in okuduğu ihtilal bildirisini dinlemişlerdi. Arabalarda endişe yerini korkuya bırakmış, iki araçlık konvoy sabahın ilk ışıklarında Kütahya’ya girmiş, doğruca Vali Konağı’na gitmişlerdi. Valinin yanında oldukları sırada Kütahya Hava Er Eğitim Tugayı Komutanı Albay Süleyman Demet, Valiyi telefonla arayarak Başbakan ve arkadaşlarının hazırlanmalarını birazdan uçak ile Ankara’ya götürüleceklerini bildirince, Menderes “Bekliyoruz, buyursunlar” diye cevaplamıştı. 
Albay Süleyman Demet tarafından verilen talimat üzerine gözaltına alınan Menderes ve arkadaşları askerlerin eşliğinde Kütahya Hava Er Eğitim Tugay Komutanlığı’na götürülmüştü. Küçük bir uçak ile Eskişehir Teyyare Komutanlığı’ndan gelen Albay Muhsin Batur, Adnan Menderes ve arkadaşlarını tutuklayarak Eskişehir’e götürmüş, tutuklular daha sonra başka bir uçakla da Ankara’ya nakledilerek, darbenin karargahı olan Kara Harp Okulu’na teslim edilmişti. Talihin bir cilvesidir ki 1946 yılında DP milletvekili olarak Aydın’dan değil de Kütahya’dan seçilebilen Adnan Menderes’in siyasi hayatı yine ona sahip çıkacağını düşündüğü Kütahya’da noktalanmıştı. Birkaç yıl öncesinde partisinin bir grup toplantısında, “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” diyen muktedir siyaset adamı, artık yetkilerini yitirmiş sıradan bir hükümlüye dönmüştü. Yargılanacaktı…

Akis Dergisi’nin 30 Mayis 1960 tarihli nüshasında,
Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın tevkifini şöyle aktarmıştı;
“...Harbiyeden İnönü’nün evi etrafında emniyet tertibatı almak üzere ayrılan kıtanın hareketinden sonra yola çıkan ikinci birlik Refik Koraltan’ı evinde tevkifle vazifelendirilmişti. İri kurucuyu tevkif hiç güç olmadı. Kıtalar evvelâ evi sardılar, sonra subaylar ve Harbiyeliler içeri girdiler. Koraltan şaşkın ve perişandı. Fakat eve dalanların sonradan anlattıkları en eğlenceli hikâye, üstadın yatağında yalnız başına yakalanmadığı oldu. Bunların bildirdiklerine göre Koraltan refakatine genç bir yabancı kız almıştı. Hikâye bir anda kulaktan kulağa yayıldı ve herkesi kahkahadan kırıp geçirdi. Koraltanın yakalanması D.P. iktidarının nasıl bir iktidar olduğunun ibret verici levhasını teşkil etti. İhtiyar çapkın yatağından kaldırılınca ağlamaklı bir edayla ‘Ben Atatürkün sağ koluydum.. Ben İnönü’nün en samimi hayranıyım. Onu daima takdir etmişimdir. Benden ne istiyorsunuz?’ diye sızlandı. Subaylar ve talebeler gülüyorlardı. İhtiyar Çapkının giyinmesini alayla seyrettiler. Hele onun, o çalımlı edası yerine bir anda yalvaran edaya bürünmesi istihfaflarına (küçümseme), yol açtı. Anlaşılıyordu ki sessiz sedasız Türkiye’nin en zengin adamlarından biri haline gelen, dünya kadar mülk edinen ve her inşaatta ya kendine ya ailesine hisse edinmek meharetini gösteren iri kurucu servetini rahatça yiyemeyeceği endişesinin içindedir. Giyinmesi tamamlanınca ve acaip bir renge boyanmış saçlarını tarayınca vazifeliler Koraltan’ı alıp Harbiye’de kendisine ayrılan odaya kapattılar. Fakat ihtiyar çapkına son derece efendice muamele edildi, hırpalanmadı, Türk Ordusunun misafirperverliğinden azami şekilde faydalandı. Koraltan’ın evinde bu sahneler cereyan ederken altı tank Çankaya’ya doğru ilerliyordu.”
Akis, bu tevkif olayını anlatırken, belki de biraz abartmış olabilir,  bilemiyoruz. Ancak 29 Mayıs 1960 tarihli Milliyet Gazetesi 8. sayfasında;
“Sabık Büyük Millet Meclisi Reisi Refik Koraltan’ı evinden almaya giden Harb Okulu öğrencisi hadiseyi şöyle anlatmaktadır” diyerek, tevkifi biraz daha farklı ve mutedil anlatmıştı;
“Sabah alaca karanlıkta kapıyı çaldık. Önce uzun bir müddet açmadılar. Havaya birkaç el ateş ettik. Bunun üzerine kapı açıldı. İçerde üç kadın vardı. Biri yaşlı ve hasta idi. Sorduk kimdir diye, ‘eşi’ dediler. Diğer genç Alman kadını ise Türkçe bilmiyordu. Hizmetçi bukadının Koraltan’ın yakın arkadaşı olduğunu söyledi. O sırada Koraltan gömlek ve pantalon giymiş olarak odasının kapısında gözüktü. Biraz şaşırmış haldeydi. ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sordu. Kendisini alıp Harb Okulunda misafir etmeye götüreceğimizi söyledik. İtiraz etmedi, ceketini giydi. Yalnız tam kapıdan çıkarken bir milli irade lafı etti. O zaman ‘Milli irade orduda’ cevabını verdik. Kolundan tuttuk ve otomobile bindirdik. Yolda hiç bir şey konuşmadı. Harb Okulunda üstlerimize teslim ettik.”

Çeşitli yıllarda, “Modern Ankara Villası”nın Akay Yokuşu’ndan inerken çekilmiş fotoğrafları.

Fotoğraf: Ankarafili Ancyraphiliæ

“27 Mayıs sabahı saat dörde gelirken, eski Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın resmî ikametgâhının tam karşısındaki mütevazı bir apartman katının sakinleri bir yaylım ateş sesiyle uyandılar. Kısa boylu, babacan tavırlı, top burunlu, yaşını göstermeyen bir adam pijamasıyla yataktan fırladı. Hanımı arkasından ‘Eyvah!.. demek söylenenler doğru çıktı. Çapulcular Yenişehri bastılar!..’ diye söylenirken o, ‘Sus hanım!.. abuk sabuk konuşma!.. Çapulcular falan yok! Bizim Koraltan Paşa, galiba sabık Meclis Reisi olmak üzere’ diyordu. Bunları söyleyen DP’nin dört kurucusundan biri (1958’de partisinden istifa etmişti) ve muhalefetteki 2 numaralı adamı Prof. Fuat Köprülü’den başkası değildi. Köprülü, üç yıldır bütün münasebetini kesmiş olduğu eski arkadaşının süngülü Harbiyeliler arasında evinden çıkışını ve tevkif edilişini gözleriyle seyretti. Ondan sonra hâdiselerin inkişafını sükunetle beklemeğe başladı.”

(Akis, 14 Haziran 1960)


“…Cuma günü bir ara hal öyle oldu ki, kulağın­dan tutulan Demokrat getirilip ka­patıldı. Ama akşam vakti bunların bir kısmı hürriyetlerine kavuştular. Tevkif edilenler arasında Sıtkı Yırcalı, Şemi Ergin, Esat Budakoğlu, Kemal Özçoban gibi mutedil tanın­mış iktidar mensupları da vardı. An­kara Örfi İdare Komutanı Tümgene­ral Cemal Madanoğlu Harbiyeye git­ti, bir liste üzerinde Sıtkı Yırcalı ve Şemi Ergin’le birlikte tetkikler yaptı, yolda suratlarına tükürülmesi tehlikesi bulunmayan Demokratları serbest bıraktırdı. Böylece cuma gecesi beş otobüs dolusu mevkuf ailelerine iade edildiler. Buna mukabil cumartesi sabahı Bayan (Berin) Menderes’ten işgal ettiği devlet binasını terketmesi istenildi. Bayan Menderes bir emniyet tertibatı olarak nezaret altına alındı ve bir zarara uğramaması, kocasına karşı milletçe duyulan nefretin cezasını çekmemesi için alınıp götürüldü. Böylece Menderes’in senelerdir hiç hakkı yokken oturduğu (Başbakanlık Konutu) Ecnebi Misafirler Köşkü de (Camlı Köşk) ‘fuzuli işgal’den kurtulmuştu. Aynı şekilde Koraltan’ın oturduğu resmi bina da tahliye olundu.”
Başbakan Adnan Menderes ve eşi Berin Hanım bir resepsiyonda.

1875 yılında birkaç ay, 1892-1895 yılları arasında da 3 yıl İzmir Belediye Reisliği yapmış olan iş adamı Evliyazâde Hacı Mehmet Efendi'nin kızı Naciye Hanım ile Yemişçibaşı İzzet Bey'in en küçük kızı olarak 1905'te İzmir'de dünyaya gelen Berin Hanım, 1929 yılında Adnan Menderes ile evlenmişti.

İlginçtir ki, Evliyazâde Hacı Mehmet Efendi'nin (1822- 1898) diğer kızı Makbule Hanım, İttihat ve Terakki'nin önemli isimlerinden, Mustafa Kemal'in arkadaşı, 1920-1938 yılları arasında beş dönem Milletvekilliği, 1925-1939 yılları arasında da Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı yapmış, Tevfik Rüştü Aras (1883-1972), ile evlenmiş, bu evlilikten dünyaya gelen kızları Emel de, Demokrat Parti iktidarında önce 1954-55 yıllarında Başbakan Yardımcılığı, daha sonra da 1957-60 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Fatin Rüştü Zorlu (1910-1961) ile evlenmişti. Kaderin cilvesi bu olsa gerek, iki kuzen Berin Menderes ve Emel Zorlu, her ikisin de eşleri 27 Mayıs Darbesi sonrasında kurulan Yassıada Mahkemelerinde yargılanmış, idama mahkum edilmiş ve 16 Eylül 1961 günü infaz gerçekleştirilmişti.
Başbakan Adnan Menderes ve eşi Berin Hanım, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile yine bir resepsiyonda.
Bu fotoğrafta geçen yıllara ve zorlu bir hayata bağlı olarak Berin Hanım'ın çökmüş ve mutsuz hali dikkat çekmektedir.

Protokolün bir numarasına, Meclis Başkanı’na tahsis edilmiş ve resmi bina olarak tescillenmiş “Modern Ankara Villası” için bir dönem kapanmıştı; villa Koraltan ailesi tahliye ettikten sonra, bir süre boş olarak kalacaktı.


“...haftanın ortasında bir gün sakıt Meclis Başkanı’nın evinde yapılan araştırma bu iddiayı teyid etti. Bu yüzden bir Yargıç Üsteğmen hayli güç durumda kaldı. Koraltan’ın evinde, tarihi eşyaların tesbiti tela (ardından) yapılan araştırmanın ertesi günüydü. Genç bir kadın, Yargıç Üsteğmene gelerek sitem edercesine ‘Beyefendi, köşkte tesbit yapılırken biz de hazır bulunmak isterdik‘ dedi. Genç üsteğmen başını önüne eğmişti. ‘Bulunmadığınıza sizin adınıza ben çok memnun oldum’ diye cevap verdi. Genç kadın üsteğmenin ne demek istediğini anlamış olacak ki hafifçe kızardı ve bir şey söylemedi. Kadın, sakıt B.M.M. Başkanı Komitan’ın sakıt DP milletvekillerinden Halûk Timurtaş’la evli olan kızı Ayhan Timurtaş’tı. Bir gün evvel Koraltan’ın oturduğu köşkte müzelerden alınarak getirtilen eşyaların tesbiti yapılmıştı. Araştırma yapılırken büyük kütüphanenin gizli bir gözü bulunması ihtimali üzerinde durulmuş ve bütün kütüphane elden geçirilmişti. İşte ne olduysa o anda olmuş, sakıt Meclis Başkanı’nın ailesi tarafından boşaltılması unutulan küçük bir çekmece bulunmuştu. Çekmecenin içi bir âlemdi. Çıkan resimler arama yapanları hem güldürüyor, hem da hicaptan yerin dibine geçiriyordu. Küçük çekmecede ikisi hariç bir yığın müstehcen resim vardı. Hem bunlar özel resimlerdi. Dansöz Nana*ya aittiler. Hele birinin nasıl çekildiğine doğrusu akıl erdirilemedi. Zira divana çırılçıplak uzanmış olan ünlü dansözün öyle bir pozu vardı ki bir insanın soğukkanlılıkla deklanşöre basması imkansızdı. Diğer biri de köşkün banyosunda alınmıştı. Dansöz köpükler içinde bir Babil Kraliçesi pozundaydı. Mamaafih diğerleri de bu pozlardan aşağı kalmıyordu. Hele büyük halının üzerine yatırılmış iki genç kadının pozu, resimleri bulanları bir hayli düşündürdü.”

(Akis 13 Temmuz 1960)

*Ayşe Nana (Aslanoğlu), babası Fransız, annesi İstanbul Ermenisi olan ve 1936’da Beyrut’ta dünyaya gelen Kiash Nanah 15 yaşındayken bir güzellik yarışmasında Boğaziçi güzeli seçilmişti. Kasım 1958’de Roma’da Rugantino adlı bir gece klübündeki partide üstünü çıkartarak yaptığı dansıyla hem İtalya’da hem de Türkiye’de gündem olan Nana, “La Dolce Vita” filmindeki çılgın dans sahnesi için Federico Fellini’ye ilham vermişti. İtalya’da Aïché Nana adıyla tanınan Nana, 1950-80 arası İstanbul, Roma ve Paris’te dansözlük yapmış, 1984’de Ermeni örgütü Asala’ya yataklık ettiği gerekçesiyle Türk vatandaşlığından çıkartılmıştı. 2014’de tedavi gördüğü kanser hastalığına yenilmiş, Roma’da ölmüştü.


Adnan Menderes ve ailesinin oturduğu Camlı Köşk, Mustafa Kemal Atatürk’ün özel isteği ile kızkardeşi Makbule Atadan’ın ikamet etmesi için mimar Seyfi Arkan tarafından 1935-36 yıllarında inşaa edilmişti. Atadan’ın vefatının ardından kamu mülkiyetine geçmesi planlanan villa, 1949’da kamulaştırılarak, 1951-54 yılları arasında Yurt dışından gelen yabancı konukları ağırlamak için, 1954-1970 yılları arasında ise Başbakanlık ve Meclis Başkanlığı Konutu olarak kullanılmıştı. 1975’te mimar Abdurrahman Hancı tarafından restore edilmiş, Devlet Konukevi olarak kullanılmaya başlanmıştı.

Aynı gün, Milli Birlik Komitesi kurulmuş, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel Başkanlığına getirilmişti. 28 Mayıs’ta Cemal Gürsel başkanlığında, hükümet oluşturulmuş, Cemal Gürsel, Devlet ve Hükümet Başkanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri Başkomutanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı yetkilerini üstlenmişti.

O zamanlar daha 7 yaşında bir çocuktum, o günleri ve sonralarında konuşulanları, yaşananları bölük pörçük de olsa hatırlarım, unutmadım, unutulmasın diye de not düşmek istiyorum, çünkü görüyorum ki onlardan kalan izler de yok edilmeye çalışılıyor.
Çocukluk işte, bir yerde görüp okuduğumuzda sorunca, “Kim bu Teğmen Ali İhsan Kalmaz?..” diye “Hürriyet Şehitlerinden” O, 27 Mayıs’ta şehit edildi diye cevap alıyor ve öylece biliyor, tanıyorduk onları. Teğmen Ali İhsan Kalmaz’ı sanıyorum İstanbul’a gelip gidişlerimizde bindiğimiz bir şehir hatları vapurunun adı olarak görüp sormuştum ilk kez babama, sonrasında bir erişkin olarak İstanbul’a gelip yerleştiğimde kimbilir kaç kez koşturarak binmiş, üst ya da arka güvertesinde simit çay keyfi yapmış, sigara tüttürmüştüm işe gidiş gelişlerde. Şimdi öğrendim ve fotoğraflarını gördüm ki o vapur 2009’un Nisan’ında sökülmek üzere Haliç’te tersaneye çekilmiş ve parça parça edilerek hurdaya çevrilmiş, görünce içim cızz etti.

haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi

demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu

dört bıçak çekip vurdular dört kişi

yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu

deli cafer ismail tayfur ve şaşı

maktulün onbeş yıllık arkadaşı

üçü kamarot öteki aşçıbaşı

dört bıçak çekip vurdular dört kişi

cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben gördüm kulaklarım gördü

vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü

hiç biriniz orada yoktunuz

demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu

on üç damla gözyaşını saydım

allahına kitabına sövüp saydım

şafak nabız gibi atıyordu

sarhoştum kasımpaşa’daydım

hiç biriniz orada yoktunuz

haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi

polis katilleri arıyordu

deli cafer ismail tayfur ve şaşı

üzerime yüklediler bu işi

sarhoştum kasımpaşa’daydım

vapuru onlar vurdu ben vurmadım

cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben vursam kendimi vuracaktım

- Attila İlhan -

(Cinayet saati)



28 Nisan’da İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda şehit edilen Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz’i (1940-1960) de hatırlarım, belki 7 yaşındayken bunun ayırdında değildim ama sonraki yıllarda adının yaşatıldığı bilirim ve adı yaşasın diye yapılanları da görmüşlüğüm, şahit olmuşluğum hatta yaşamışlığım vardır. Turan Emeksiz adına yapılmış iki anıt vardı mesela, biri Çağaloğlu’nda Eminönü Halk Eğitim Merkezi’nin kapısının solundaki duvar (duvarda Atatürk büstü) ile birlikte düzenlenmiş bir büstü vardı, Cağaloğlu’nda çalıştığım 1983-87 yıllarında önünden çok geçmişliğim vardı. Mart 2015’te Milli Eğitim Bakanlığı’nın kararıyla apar topar yerinden kaldırıldı, yok edildi.

Turan Emeksiz adına yapılan bir başka anıt da ölümünün 3. yılında onun anısına heykeltraş Semahat Acuner tarafından yapılan soyut bir heykel, olayların geçtiği yere dikilmek üzere yapılmıştı, 2017 yılı gazetelerinden birinde etrafının üzeri dikenli telli bariyerlerle çevrildiğini, çevredekilerin anıtın yerinden kaldırılacağı endişesi taşıdığını görüp okudum.
Şu an bilmem orada mıdır, yoksa geçen bu 3 sene içerisinde o da ortadan kaldırılmış mıdır diğeri gibi. Sonra Turan Emeksiz’in adının verildiği yine bir İstanbul Şehir Hatları vapuru vardı, kimbilir kaç kez binip seyahat ettiğim, şimdilerde pek şehir hatlarını kullanmasam da merak ediyorum, o da Teğmen Ali İhsan Kalmaz Vapuru’nun akıbetine uğradı ve sökülüp hurda mı yapıldı diye.
60’ların sonlarına doğru Şehit Ersan ve Atatürk Bulvarı köşesi

Sonra ilkokula gittiğim yıllardan Şehit Ersan’ı hatırlarım, Ersan Özey. İsmet İnönü’nün Pembe Köşkü’nün karşısındaki Çankaya İlkokulu 3. 4. sınıfında okuduğum yıllarda okulla köşkün arasından geçen caddenin adı Şehit Ersan Caddesiydi, halen de öyle. Okulun bahçesinin altında Şehit Ersan Caddesi ile Atatürk Bulvarı arasında kalmış üçgen alanda çam ağaçları ile kaplı bir park vardı ve okulun bahçesinden merdivenler ile inilebilirdi o parka. Hatırımda kalan o parkta mütevazı bir anıt vardı, belki bir duvar ve üzerinde bir yazı, heykel yoktu, belki bir büst o kadar. Sanki Şehit Ersan ile ilgiliydi diye hatırlıyorum, ama şimdilerde yok orada böyle bir anıt, o da kaybolmuş, zaten 1997 yılında 2.000 m²’si çim olmak üzere 3.000 m² alana sahip bir park olarak yeniden düzenlenmiş ve İnönü Parkı denmiş. Şimdilerde parkın içerisinde bir de İnönü heykeli bulunmakta.

28 Nisan’da İstanbul’da polis kurşunuyla can veren Turan Emeksiz, 27 Mayıs’ta Ankara’da Jandarma kurşunuyla can veren Topçu Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey, Nedim Özpolat ve Sökmen Gültekin, 5 kişi “Hürriyet Şehidi” ilan edilmişti. 10 Haziran 1960’da 4 kişinin cenazeleri, ölümünden sonra gizlice defnedilen Turan Emeksiz’in daha önce defnedildiği yerden çıkartılan cenazesi ile birlikte, Anıtkabir’in Güneydoğu terasında düzenlenen “Devrim Şehitliği”ne defnedilmişti. 12 Eylül 1980 Darbesinden sonra, çıkartılan bir yasa ile bu şehitlik Ankara Cebeci Mezarlığına taşınmıştı.

Koraltan çocuk aklımla, hatırımda kalan isimlerden biriydi, Menderes, Bayar ve Bölükbaşı’dan sonra belki de en fazla karikatürize edilen kişilerden biriydi de o yüzden sanırım. O dönemde Ulus Gazetesi, Akis Dergisi dışında evimize giren yayınlar içerisinde bir de siyasal içerikli haftalık Akbaba Dergisi vardı. Koraltan’ı da işte Akbaba Dergisinin kapaklarındaki iri yarı göbekli ve koca burunlu karikatürize edilmiş haliyle hatırlarım. Çocuk olmama rağmen onunla ilgili olarak aklımda kalan imge ise onun çapkın biri olduğuydu; ancak Akbaba onu bu konuda mı yeriyor ve hicvediyordu onu hatırlamıyorum. Şimdi okuduklarımda görüyorum ki, kendisinin bu konuda gerçekten de bir şöhreti varmış, namı almış yürümüş.

27 Mayıs 1960 sonrasında hatırladığım bir diğer isim de, adı ihtilal ile birlikte sıkça duyduğum isimlerden olan Ekrem Acuner’dir (1916-2003). Kara Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Başkanlığı Kurslar Şube Müdürü iken, 27 Mayıs ihtilaline katılan Kurmay Albay Ekrem Acuner, 1961 Anayasası’na göre kurulan Cumhuriyet Senatosu’nda askeri darbeye katılan subaylara hayatlarını garanti altına almak için verilen hak çerçevesinde Tabii Senatör olarak yer almıştı.

Ekrem Acuner, hem annemin hem babamın yıllar sonra Ankara’da karşılaşıp evlenmeden önce, Tokat’ta birlikte okudukları ortaokuldan arkadaşlarıydı. Belki yıllar öncesinden gelen arkadaşlıklarını evimizin dışında sürdürmüşlerdi babamla, ancak darbeden belli bir süre sonra, belki 63-64 yıllarında ailecek görüşmeye başlamıştık. Evimize ailecek ziyarete geldiklerini hatırlarım, uzun boylu, heybetli, son derece yakışıklı bir adamdı Ekrem amca. Ziyaretimize geldiğinde inletirdi o dâvudî sesiyle ve kahkahalarıyla evimizi. Eşi Kâniye teyze (….-2009) ve hatırladığım benden altı yedi yaş büyük kendisi gibi yakışıklı Alpaslan ağabey ve ikizi olduğunu sandığım yine çok güzel olan Serpil abla, benden bir yaş kadar büyük Şevki ve benden 2-3 yaş küçük sarışın mavi gözleriyle daha çok anneye benzeyen Metin ile birlikte gelirlerdi. Belki bugün bana o döneme ait bazı siyasilerin isimlerinin (Madanoğlu, Ataklı, Yıldız gibi) aşina gelmesinin nedeni, Acuner’ler geldiğinde o çocuklukta benim için önemi olmayan, ama ne de olsa hafızama bir şekilde kazınmış siyasi sohbetlerdendir. Babam da ilgiliydi ve siyasi konuları takip eder ve bunu konuşmayı da severdi dostlarıyla. Beni en çok gülümseten de şimdilerde, ihtilalden sonraki yıllarda ne zaman bir araya gelseler koyu bir Demirkıratçı olan rahmetli büyük teyzem Nuriye Hanım ile ateşli bir İnönü hayranı olan babamın sürüp giden tatlı atışmalarıydı.

“Modern Ankara Villası”nın
yeni kimliği ve misafirleri:
önce Türk-Kültür Dernekleri,
ardından Halkevleri.


19 Şubat 1932’de ülkenin sosyal ve kültürel kalkınmasında, Cumhuriyet'in getirdiği değerleri geniş halk kitlelerine ulaştırmak için, başta Ankara olmak üzere 14 il merkezinde açılan Halkevleri’nin sayısı, zaman içerisinde büyük bir artış göstermişti. Ancak 14 Mayıs 1950 Genel Seçimleri sonrasında, iktidara gelen DP’nin girişimiyle 8 Ağustos 1951’de TBMM’de kabul edilen ve 11 Ağustos’ta Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 5830 sayılı kanun ile Türkiye’deki bütün Halkevleri kapatılmış ve malları hazineye devredilmişti.

27 Mayıs’ı takip eden günlerde, Türkiye’de eğitim problemlerinin çözülmesinde devletin yanısıra aydınların da yardımına ihtiyaç olduğunu düşünen Milli Birlik Komitesi’nin ilk el attığı işlerden birisi Halkevleri meselesi olmuştu.  İhtilal sonrası dönemde Başbakanlık Müsteşarı olan Alparslan Türkeş ve grubunun öncülüğünde, 18 Ağustos 1960’da Halkevleri yerine,
“… Halkevleri ve Türk Ocakları miadını doldurmuştur, faydalı olsalar da politikacı fideliği haline gelmiştir, politikadan bağımsız kültür ocakları ihdas edilmelidir” diyerek Türk-Kültür Dernekleri kurulmuş, Başkanlığına da Türkeş’in dünürü, İstihbaratçı Avukat Şahap Homriş getirilmiş, “Modern Ankara Villası” derneğin çalışmalarına tahsis edilmişti.

 24 Ağustos 1960 tarihinde Akis Dergisi, “Yurtta Olup Bitenler” köşesinde (sf:10) Türk-Kültür Dernekleri’nin Ağustos ayı içerisindeki açılış gününü;

“… kabine toplantıları böylesine samimi bir hava İçinde devam ederken, başkentte bir kısım insan da faydalı bir teşebbüsü tekrar ihya etmek için feragatla çalışıyorlardı. Bunlar Türk Kültür Derneği kurucularıydı. Dernek, geçen haftanın ortasında faaliyete geçti. Ne var ki Kültür Derneği’nin faaliyete geçtiği bir hayli hatıraya sahip bir binaydı. Onun için açılış merasiminde bulunan gazeteciler, bu binayı bir başka vesileyle ziyaret ettiklerini hatırladılar ve iki hatıra arasında bir bocalama geçirdiler. Türk Kültür Derneği’nin çalışmaya başladığı bina Koca Reis Koraltan’ın on yıl müddetle ikâmetine tahsis olunan ve 27 Mayıs’tan sonra tahliye edilen B.M.M. Başkanlığı köşküydü. Onun içindir ki Koraltan’ın meşhur, güzelliği dillere destan 19 yaşındaki mürebbiyesi Barbara Kutzke’nin mayo ile dolaştığı salonda 30º hararet altında oturmak ve Kültür Derneği’nin açılışına şahit olmak gazetecilere garip geliyordu. Ancak vazife vazifeydi. Gazeteciler mayolu dilber Kutzke’i bir tarafa bırakıp işlerine baktılar. Bulunulan salon, bej renkli köşkün alt katındaydı. Duvarlarında bir müddet önceye kadar asılı duran resimlerin şimdi yerleri boştu. Köşkün kapısı üzerinde kırmızı zemin üzerine iri beyaz harflerle ‘Türk Kültür Derneği Genel Merkezi’ yazılmıştı. Böylece bina işret merkezi olmaktan çıkıyor. Kültür Merkezi oluyordu. Kapının önü Cemal Gürsel’i görebilmenin heyecanı ile dolu Ankaralılarla kaplıydı. Nitekim biraz sonra önlerinde duran siyah Cadillac’tan Orgeneral Cemal Gürsel indi.”

şeklinde okuyucularına aktarmıştı.


Milli Birlik Komitesi’nin amacı halkla aydının temasını sağlamak ve bu dernek aracılığıyla en ücra köylere kadar kültürel faaliyetleri ulaştırabilmekti. Ancak Alparslan Türkeş’in fikri başkaydı, derneği kendi siyasi oyunlarına alet etmek niyetindeydi ve bu gayeyle de gerçek Halkevleri kurucuları dernekten uzaklaştırılırken, kendi ideallerine yakın arkadaşları yönetim kademelerine getirilmiş, kısa sürede derneğin genel merkezi aşırı sağın karargahı haline getirilmişti. 

Bu durum Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından da endişeyle takip edilmekteydi.
Bu sırada yeni oluşturulan Milli Birlik Komitesi içinde ülkenin köklü yapısal sorunları çözülmeden kısa süre içinde yapılacak seçimlerle iktidarın sivillere bırakılmasını reddeden, Alparslan Türkeş'in de içinde bulunduğu ve “Ondörtler” olarak adlandırılan 14 subaya Milli Birlik Komitesi üyesi Korgeneral Cemal Madanoğlunun inisiyatifiyle yer verilmemiş, “Ondörtler” Türk Silahlı Kuvvetleri’nden de emekli edilerek çeşitli görevlerle yurt dışına sürgüne gönderilmişlerdi. Alparslan Türkeş de Yeni Delhi büyükelçilik müşaviri olarak Hindistan'a gönderilmişti. Karar, Alparslan Türkeş’e 13 Kasım 1960 sabahı kapısına gelen askerler tarafından verilmiş, aynı askerler tarafından Mürted Hava Üssü’ne götürülerek 19 Kasım 1960 gününe kadar tutulmuş ve sonrasında Hindistan’a gönderilmişti.
Alparslan Türkeş, Yeni Delhi’de

Alparslan Türkeş’in 13 Kasım 1960’da Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan uzaklaştırılması ve Yeni Delhi’ye sürgün edilmesinin ertesinde 1960 yazının sonlarına doğru Cumhurbaşkanı Kurucu Meclis Devlet Başkanlığı Temsilciliği de yapan şair Behçet Kemal Çağlar’ı (1908-1969) Ankara’ya çağırarak Türk Kültür Dernekleri’nin bu hüviyete bürünmesinden dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirmiş ve “Kapatmaya kayamadım. Vali ve kaymakamlara tevdi ettim. Yeni müteşebbis heyetler kur ve bu derneği düzelt” demişti. Bu davet Behçet Kemal Çağlar ve arkadaşları için yıllardır özlemini duydukları Halkevlerinin yeniden kurulması için bir fırsat olmuştu. 21 Nisan 1963’te yapılan Olağanüstü Tüzük Kurultayı’nda, Türk Kültür Dernekleri, Vali ve kaymakamların da yardımlarıyla tasfiye edilmiş, Türkeş’in heyetlerinin yerine pırıl pırıl, çalışma azmiyle dolu aydınlardan oluşan yeni heyetler kurulmuştu. Pazar günleri toplanan kurul, tüzüğün değiştirilmesine ve derneğin tekrardan Halkevleri adını almasına karar vermişti. Genel Başkanlığa da 1960 seçimlerini yapan Kabinenin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Bangruoğlu getirilmişti.

O günü “Yurtta Olup Bitenler / Dernekler/ Aslına rücu” başlığı altında 27 Nisan 1963 tarihli Akis Dergisi okuyucularına şu şekilde aktarmıştı;
“Siyah saçlarını arkaya doğru taramış olan orta boylu, kahverengi elbiseli adam derin bir nefes aldıktan sonra işaret parmağını havada sallıyarak: 
‘Arkadaşlar siz Atatürkçü, devrimci eski halkevleri gerçek idealistlerini, çarpık ve sapık fikir cereyanlarından herhangi birine meyilli gösterecek tüzük maddelerinin vebalinden bir an önce ayrılmak bir ihtiyaç, bir borç haline gelmiştir. Biz ırkçı değiliz, turancı değiliz, biz ümmetçi değiliz, komünist değiliz. Aceleyle hazırlanmış eski tüzükteki bir madde yüzünden kimsenin bizi gerici veya durucu saymasına rıza gösteremeyiz’ dedi. Fakat sözlerine devam edemedi. Önce ilk sıralardan yükselen ‘yaşa, varol’ sesleri gittikçe arttı ve konuşma duyulamaz hale geldi. Salonu dolduran 84 delege ayağa kalkmış, hatibi alkışlıyorlardı.. Olay, önceki haftanın sonlarında Başkentte, Atatürk Bulvarından Büyük Millet Meclisi binasına sapan yolun köşesindeki iki katlı gri binada geçti.”
İşte “Modern Ankara Villası” tarihi bir ana daha tanıklık ediyordu;
“Orta boylu, kahverengi elbiseli adam millî şair diye tanınan Behçet Kemal Çağlar’dı. Çağlar’ın konuşması Türk Kültür Dernekleri Tüzüğü’nün bir maddesiyle, ilgiliydi. 27 Mayıs’ı takip eden günlerde kurulan derneğin tüzüğü alelacele hazırlanmış ve Türkeş’in becerikliliği sayesinde pek az kapalı bir ümmetçilik ve ırkçılık bir madde halinde derneğin gayeleri arasına sıkıştırılıvermişti. Türkeş daha sonra bu maddeye dayanarak derneği kendi politik amaçlarında âlet olarak kullanmak istemiş, ortaya attığı bir kültür birliği sloganıyla bütün teşkilâtı dejenere etmişti. Türkeş’ten sonra, kuvvetlenme yolunda olan dernek bir tüzük değiştirme ameliyesi ve yeni seçimlerle zayıflatılmak istenmemiş ve madde herhangi bir tatbik sahası bulmamakla bareber, olduğu gibi bırakılmıştı. İşte Pazar günü yapılan genel kurul toplantısı, gerçekleştirilmesi uzun bir süreden beri düşünülmekte olan bu tüzük tadili ile ilgiliydi. Ancak üyeler sadece birkaç maddenin değiştirilmesini yeter bulmuyorlardı. Türk Kültür Derneği’nin asıl gayeleri çizilirken adının da ruhuna uygun olması gerekiyordu. Böylece bütün delegelerin ittifakla verdiği kararla Derneğin adı aslına sadık kalınarak "Türkiye Halkevleri ve Odaları'' olarak değiştirildi. Akşamüstü saat tam 17:40 da verilen bu karardan sonra üyeler yaşlı gözlerle birbirlerini tebrik ediyorlardı.”

“Modern Ankara Villası” artık Halkın Evi;
Halkevleri Genel Merkezi

Eski fotoğraflarda düz çatılı olarak görünen villanın üzeri sonradan kiremit çatı ile kaplanmış.

Böylelikle 12 yılın sonunda, Halkevleri 21 Nisan 1963 tarihinde, bir dernek statüsünde, bağımsız bir demokratik kitle örgütü olarak tekrar kurulmuştu. Bu dönemde bini aşan sayısı ile Halkevleri toplumsal muhalefetin önemli merkezlerinden biri haline gelmişti. 

Asaf Çiyiltepe’nin Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahnelediği 1952’de Orhan Kemal’in yazdığı “72. Koğuş”un 1966 yılından başlayarak üç sezon süren gösteriminde peltek diyalekti ile koğuşun “İzmirli”si olarak belleğime kazıdığım; Yine AST’da Melih Cevdet Anday tarafından yönetilen, Turgut Özakman tarafından, Reşat Nuri Güntekin’in “Değirmen” adlı romanından oyunlaştırılan ve 1967’de sahnelenen, “Sarıpınar 1914” adlı iki perdelik güldürüdeki performansıyla unutulmazlarım arasına giren Erkan Yücel’in tiyatro yaşamı, 1959 yılında Halkevlerinde (Ankara Halk Tiyatrosu) başlamıştı. Sarıpınar 1914 ve 72. Koğuş’taki oyunları ile övgüye değer erkek oyuncu seçilen 1944 Ankara doğumlu Erkan Yücel, bir söyleşisinde kendini anlatırken, “Modern Ankara Villası”ndan da bahsetmişti;
“...Bir kez gazetecilere tiyatronun serbest olduğunu duymuştum, gündüz satamadığım iade gazeteleri koltuğumun altına sıkıştırıp Küçük Tiyatro’ya gittim. Bilet sordukları zaman çok şaşırdım ve ‘gazeteciyim’ dedim. Güldüler ve durumu anladıktan sonra, balkonun arkasından oyunu seyrettirdiler. Okulda düzenlenen bir monolog yarışmasında Zeki Müren ve Sıkışan Kekeme taklitleri ile birincilik alınca iyice güvenmeye başladım kendime. Boş derslerde hep taklitler falan yapar, sınıfı eğlendirirdim. Sonra okulda tiyatro kolu kurduk. ‘Cimri’, ‘Vatan Yahut Silistre’, ‘Pusuda’ adlı oyunları sahneledik. Müdürümüz bana ‘seni konservatuara verelim’ dedi. İki kez konservatuar sınavına girdim, kazanamadım. 27 Mayıs sonrası Refik Koraltan’ın evi Halkevi olarak kullanılıyordu. O evin salonunu da tiyatro sahnesi yaptık. Burada iki yıl boyunca çok kapsamlı bir kurs düzenlendi, birçok oyunlar oynadık.”

26 Mayıs gecesi Başbakan Eskişehir Şeker Fabrikası’ndan İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığını aradığında karşısına çıkarak “Merak etmeyin, bu beyanatınız hiçbir zaman yayımlanmayacak” diyerek cevaplayan Kurmay Binbaşı Ahmet Yıldız, 1976 yılında yapılan Halkevleri Genel Kurulu’nda “Devrimci Halkevciler” grubunun adayı olarak seçimi kazanmış ve bu görevini 12 Eylül 1980’de kapatılana kadar sürdürmüştü. 


Ahmet Yıldız, İhtilalden sonra Milli Birlik Komitesi üyesi olmuştu. 15 Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerden sonra seçilen milletvekilleri ile kurulan 12. Dönem TBMM, 25 Ekim 1961’de toplanarak askeri rejime ve dolayısıyla Milli Birlik Komitesi’nin hukuki varlığına son verince, emekliye ayrılmış ve kayd-ı hayat şartıyla Cumhuriyet Senatosu Tabii üyeliğine seçilmişti.


Ahmet Yıldız, Yassıada Duruşmaları’ndan sonra, 15 Eylül 1961 günü yapılan Evet/Hayır oylamasında sabık Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu için verilen idam kararına, Mehmet Özgüneş ile birlikte Evet oyu kullanarak, idama taraftarlar ve karşıt olanlar arasındaki 11’e 11 olan eşitlik durumunu bozup sonucun 11 Hayır’a karşı 13 Evet olmasına neden olan kişilerden birisiydi. Mehmet Özgüneş, idamlardan sonra pişman olduğunu bildirmişti.


İsmet İnönü bu kararlara net bir şekilde karşı çıkmıştı. Bu kapsamda Milli Birlik Komitesi üyesi Ahmet Yıldız’a, ölüm cezasının onaylanmamasını, onaylanırsa İsmet Paşa olarak bu kararın karşısında duracağını belirtmişti. Bununla da kalmayıp Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel’e mektup yazmış, mektupta ölüm cezalarının infazından vazgeçilmesi gerektiğini belirtmişti. İdam kararlarının netleşmesi üzerine de aynı gün içerisinde iki kere Başbakanlık’a gitmiş, fakat çabaları sonuç vermemişti.


Meclis Başkanı Refik Koraltan, çapkınlığı ile nam almış bir siyasetçiydi. Derler ya “ateş olmayan yerden duman çıkmaz”; vardı ki bir şeyler bu kadar söylenti çıkıyordu hakkında.


Sevim Çağlayan (1934-2000)

Birlikte adının anıldığı en bilinen kişi, “Şahane Kadın” adıyla maruf şarkıcı ve film yıldızı Sevim Çağlayan’dı
. Konya  doğumlu Sevim Çağlayan’ın güzelliği de tescilliydi üstelik, 1951 yılında birinci seçilip sonrasında Avrupa Güzeli seçilen Günseli Başar’ın katıldığı Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenlediği Güzellik Yarışması’nda, Sevim Çağlayan üçüncülük tacını takmıştı. Güzeldi, hareketli ve canlı bir hayatı vardı, sayısız erkekle gönül ilişkisi yaşamış, kimi resmi, kimi imam nikahlı olarak 13 evlilik yapmıştı, ki bu imam nikahlarından biri de Refik Koraltan’laydı. 1958 doğumlu gazeteci, yazar Turhan Feyizoğlu, Adnan Menderes ile ilişkisi olduğu bilinen Suzan Sözen üzerine kaleme aldığı bir makalesinde Refik Koraltan-Sevim Çağlayan ilişkisini de şu şekilde aktarmıştı;

“… 1952 yılında Refik Koraltan, Sevim Çağlayan’ı ‘manevi evlat’ olarak ilan etti. İlanın yapıldığı yerde o devrin Başbakanı Adnan Menderes de bulunuyordu.”, ki Adnan Menderes’in de Sevim Çağlayan’a karşı bir ilgisi olduğunu da; “Başbakan Adnan Menderes, Sevim Çağlayan’ı beğeniyordu. zaman zaman telefon açıyordu.” yazarken, bu konuya Sevim Çağlayan da bir söyleşisinde; “Menderes, 37 no’lu özel arabasını evime göndererek beni aldırıyordu. Hep beraber, Devlet Bakanı Emin Kalafat da olmak üzere çay içmeye gidiyorduk köşke. Bazı akşamlar da Mithat Dülger’in evinde toplanıyorduk…” diyerek açıklık getirmişti. Turhan Feyizoğlu yazısının devamında; “… Sevim Çağlayan’ın en uzun ilişkisi Yılmaz Gündüz ile oldu. Yılmaz Gündüz ile ilişkisi başladığında Yılmaz Gündüz evli idi. Sevim Çağlayan, Yılmaz Gündüz ilişkisini özektle şöyle anlatmıştı: ‘Yılmaz Gündüz bir türlü yerinde duramıyor. İlle de tutturmuş: ‘-Sevim, sen benim kısmetlimsin, birbirimizi kaçırmayalım. Allahın izniyle seni annenden isteyeyim’, diyor. ‘-Aman sakın annemden böyle bir şey isteme. Çünkü bu iş o zaman hiç olmaz’… ‘-Yılmaz, her şey güzel ama, ben şu an bir başkasıyla imam nikahlı evliyim. Bu iş nasıl olacak’ dedim. ‘-Kimmiş bu yahu…’, ‘Refik Koraltan…b’ deyince iyice aptallaşıyor. ‘-Refik beyden seni allahın emriyle isterim. O senin baban yaşında… Herhalde anlayış gösterecektir’ diyor. Ve hemen beni istemek için köşke gidiyor. O sırada köşkte Refik Koraltan’la birlikte Namık Gedik ve Celal bayar da var. Yılmaz durumu anlatıyor. Koraltan bu olaya için için gülerek: ‘-Verdim gitti oğlum, hadi hayırlı olsun…’ diyor. Yılmaz Gündüz ile Sevim Çağlayan, 1959 yılı Haziran ayında resmi olarak evlendi.” diyerek bu konuya netlik kazandırmıştı.


27 Mayıs’ın ertesinde Sevim Çağlayan, geçmişin siyasilerine saldırıda gecikmemiş, Çankaya alemlerini anlatmaya koyulmuştu. Dediğine göre, Çankaya Köşkü’nde konser verdiği bir akşam, Refik Koraltan ona dönerek seslenmiş: “Kız Sevim!.. Evlâdım, neden açık saçık giyinmedin bakayım? Gazinoda soyunursun da burada mı giyinik durursun?” demiş, bunun üzerine Celâl Bayar da “ İlahi Refik, anlayamadın mı, Sevim Hanım rahibe olmaya karar vermiş…” diyerek espriyle katılmıştı.


27 Mayıs sonrasında Sevim Çağlayan’ın, Akis Dergisi’nin İstanbul muhabirine verdiği bir röportajda, Çankaya Alemlerini çok daha açık ve net bir şekilde dile getirmiş, oldukça cüretkar açıklamalarda bulunmuştu. Elbette bunları “düşenin dostu olmaz, hele bir yol düşte gör!” çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Sevim Çağlayan’ın sansürleyerek burada ancak bir kısmını paylaşabildiğim bu uzun söyleşisinde, daha çok Çankaya Köşkü’ne yüklendiği, konu Refik Koraltan’a geldiğinde dilini daha yumuşattığı dikkat çekicidir.


“Çankaya âlemlerine ısrarla davet edilen güzel bir ses sanatkarının İstanbul muhabirimize anlattıklarıdır. Sevim Çağlayan ses sanatkârlarının en alımlılarından biri

olduğu için erkân nezdinde uyandırdığı ‘alâka’ da fazla olmuş, bu sayede gazete reklamlarının meşhur Şahane Kadını eğlenceli hâtıralar ve intibalar biriktirmek imkânını bulmuştur.

‘İnanır mısınız, bu sofrada bir kere dahi memleket meselelerini konuşup münakaşa ettiklerine rastlamadım. Bütün düşünceleri zevk, âlem ve işret idi. Cereyan eden konuşmaları, sanatkârların maruz kaldıkları sululukları burada anlatmağa utanırım. Kaç defa kadınları soyunmaya, kucaklarına oturmaya mecbur etmişlerdir. Ziyafet geç vakitlerde sona erdiği zaman, Köşkün önü görülecek yerdi. Ağzından salyalar akan bir sürü sarhoş, ziyafetteki kadınları paylaşmak için yarış ederler ve birbirlerine yapmadıklarını bırakmazlardı.

Bu gözü dönmüş adamların elinden iffetimi nasıl güçlükle kurtardığımı tahmin edebilirsiniz: Bizlere çeşitli hediyeler vermek isterlerdi. Paraları o kadar boldu ki... Ben şahsen bir tanesini bile kabul etmedim. Bu işret âlemleri zaman zaman Komitanın evinde de tekrar edilirdi. Ama, ne yalan söyleyeyim, bunlar Çankaya köşkünde olan biten yanında nezih kalırdı. Koraltan’ın evinde daha ziyade misafir gelen yabancı heyetler, meselâ Iraklılar bulunurdu.”

(Akis, “Cümbüşün Hikâyesi, Çankaya Alemleri”, 8 Haziran 1960, sf:14-15) 


Mualla Mukadder Atakan (1924-1997)

Refik Koraltan’ın aşk listesindeki diğer bir ünlü isim yine güzelliği ile bilinen bir şarkıcı, 1955 yılında “Ses Kraliçesi” seçilen Mualla Mukadder Atakan’dı. Çocukluğumun anılarında bizim evde Mualla Mukadder adının geçtiğini çokça hatırlarım. Ailem babamın görevi nedeniyle 1943-48 yılları arasında Karacabey Harası’nda bulunmuşlardı. Konu nasıl açılır nereden Mualla Mukadder’e gelirdi onu hatırlamıyorum. Ancak o dönemde ne vesile ile gelmişse oralara Mualla Mukadder, belli ki bir konser ya da özel bir toplantı, onun adını daha çok anan annem, o dönemde Hara’da görev yapan bazı erkeklere, belki biraz da “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” baabında babama da dokundurarak, erkeklerin nasıl da Mualla Mukadder’in ağzının içine baktıklarıni biraz iğneleyerek anlatırdı; Belki babamın değilse de o sırada Harada görevli birilerinin bir kaçamağını da dedikodu olarak duymuş, ama çocuğun yanında konuşulmaz böyle şeyler diyerek dillendirmemişti daha fazla, kapatmıştı….


Refik Koraltan’ın listesindeki diğer bir isim de Alman hemşire Barbara Kutzke’ydi. Yassıada Duruşmaları’nda “Bebek”, “Köpek” davası gibi, “Barbara Davası” diye de özel bir dosya açılmıştı.


“Barbara Davası”, Refik Koraltan’ın, daha yıllar önce DP’nin kuruluş yıllarında, İzmir’de yapılacak bir açıkhava mitingi öncesinde, birinin gelip kendisine “İzmir’de darağaçları kuruldu, Koraltan’ı da diğerlerini de asacaklar” demesi üzerine tansiyonu fırlayan ve sağ tarafına felç gelen ve ömür boyu o şekilde yaşamaya mahkum olan eşi Mukbile Hanım’a ilâç getirmek için aldığı dövizle, “Barbara” adlı bir Alman kızını getirttiği, böylece Türk Parasını Koruma Kanunu’na aykırı hareket edildiği iddiası üzerine açılmıştı.

Akis Dergisi’nin 30 Ekim 1954 tarihli kapağında Refik Koraltan

“...Beyaz saçlı, orta boylu adam oturduğu koltukta hafifçe doğruldu, sağ elinde tuttuğu ufak ajandayı gözlüklerinin altından dikkatle süzdü. Daha sonra öne doğru eğildi ve okumağa başladı. Okudukça yüzünde bir gülümseme beliriyordu. Beyaz saçlı adamın bir hayli eğlendiği anlaşılıyordu. Aslında bu, okuduğu ilk ajanda değildi. Ancak, böylesine nefis satırlara evvelkilerin hiç birinde rastlamamıştı. Küçük ajandanın minik sayfalarına kırmızı tükenmez kalemle yazılmış satırlar cidden enteresandı. Fakat ajandanın muhtevası kadar alâka çeken cihet bu satırları yazanın bir zamanlar T.B.M.M.’ne başkanlık etmiş olmasıydı. Ajanda, düşük Meclis Başkanı koca Koraltan’a aitti ve bir takım hususi hâtıralar ihtiva etmekteydi. Beyaz saçlı adam ise Yeni Meclis binasının D blokunda çalışmağa devam eden bir Yüksek Soruşturma Kurulu üyesiydi. Beyaz saçlı adam, bir kere daha ajandanın üstüne eğildi ve bu defa yüksek sesle okumağa başladı: ’25 yaşında, dört lisan biliyor, fevkalâde nazik. Mükemmel bir kadın. Allah bana hayırlı etsin... Âmin...’ Orta boylu Soruşturma Kurulu üyesini gülmeğe sevkeden satırlar bu satırlardı.”

“Koraltan’ın, bu haftanın içinde su yüzüne çıkan hikâyesi bir hayli alâka çekici idi. Düşük Meclis Başkanı günlerden birgün genç bir mürebbiye tutmayı arzu etmiş, ancak bu arzusunu açıkça kuvveden fiile çıkarmak cesaretini bulamamıştı. Fakat bu gibi meselelere kafası yatkın dostları, ona bir formül bulmuşlar ve böylece koca Başkanın Allaha hamdüsena etmesini sağlamışlardı. Koraltan’ın ilk teşebbüsü, bu nadide çiçeğe yol parası tedarik etmek için olmuştu. İçi geçmiş düşük Başkan bu işi Maliye Bakanına -her ne hikmetse- doğrudan doğruya açamamış ve karısının hastalığını bahane ederek, ilâç getirtmek zorunda olduğu mucip sebebiyle 500 dolarlık, döviz talep etmişti. Döviz talepnamesine malzeme-i sıhhiye olarak geçen bu 500 dolar, esasında, AImanya’ya sipariş edilen güzel mürebbiyenin yol masrafını karşılamak için isteniyordu. Mürebbiyenin sipariş edilmesi de bir hayli eğlenceli olmuştu. Koraltan, ‘Hasta eşine malzeme-i sıhhiye’ masrafı olarak 500 dolarlık dövizi koparınca, hemen B.M.M.’ndeki masasının başına geçmiş, ayaklarını nadide Acem halısına uzatarak eline kalemi almış ve önündeki kâğıt kutusundan, başlığında ‘T.B.M.M. Başkanlığı’ ibaresi bulunan bir kâğıt çekerek Bonn Büyük Elçisi’ne bir mektup yazmıştı. Koca Başkan bu mektubunda, kendisine tez elden ‘eli yüzü düzgün, cinsî câzibesi kuvvetli bir mürebbiyenin’ gönderilmesini talep ediyordu. Elçilik sabık ve sakıt Meclis Başkanının arzularının derhal isafı cihetine gitmişti. Mektubun, Bonn’daki muhatabının eline geçmesinden birkaç gün sonra gazetelerde bir iş ilânı intişar ediyordu. İlânın meali şuydu: ‘Genç, sarışın bir Alman kızı, yabancı bir memlekette sekreterlik yapmak üzere işe alınacaktır...’ İlânın hemen altında da T.C. Bonn Büyük Elçiliği’nin adresi bulunuyordu!.. İlanın gazetelerde intişarından hemen sonra elçiliğin memurları bu mühim ve mesuliyetll işin üstesinden gelmek için geceli gündüzlü bir faaliyete geçmişlerdi. Tabii bu arada, zevk-i selim sahibi memurların fikirlerinden faydalanmak ta ihmal edilmiyordu. Nihayet koca Başkan’ın hoşuna gidebilecek bir sekreter bulmak mümkün olmuştu. Ne var ki Başkan’ın bu dilberi beğenmemesi gene de mümkün olabilirdi. Bunun için ihtiyatlı hariciye memurları, taliplerin resimlerini süratle koca Başkan’a göndermeyi uygun görmüşlerdi. Resimleri hâvi zarf, tabiî gene sakıt ve sabık Başkan’ın iş adresine postalanıyordu. Zarfın üzerinde ‘Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Refik Koraltan-Ankara/Turkei’ yazmaktaydı. Koraltanın dilber seçimi bir haftaya yakın sürmüştü. Nihayet bir hafta sonra Bonn Büyük Elçiliği, gene T.B.M.M. antetli bir zarf almıştı. Zarfın içinde, arkası kırmızı kalemle işaretlenmiş bir kız resmi bulunmaktaydı. Resme de, seçimi kazanan Barbara Kuts’un (Kutzke) yolluğu olarak 500 doların çıkarıldığını ifade eden bir tezkere iliştirilmişti. Tabii, tezkerenin, altındaki imza Koraltan’a aitti. Formalite tarafı süratle İkmal edilmiş ve sarışın dilber Barbara Kuts (Kutzke), Koraltan’ın Atatürk Bulvarı üzerindeki köşküne yerleştirilmişti. İşte Koraltan için, işin asıl zevkli faslı bundan sonra başlamıştı. Zira koca Başkan bütün itiyatlarını terk ederek, bir vapur kamarasını andıran banyosuna yerleşmiş ve B.M.M. ile alâkalı meseleleri bile buradan halleder olmuştu. Fakat saltanat kısa sürdü.”

(Akis, “Mürebbiye Davası”, 21 Ekim 1960)


Davaya dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan da (1915-1961) dahil edilmişti. Duruşma sırasında Hasan Polatkan’a ne diyeceği sorulduğunda, Polatkan: “Refik Koraltan’ın Barbara isimli mürebbiyeyi Almanya’dan getirmesi veya getirmemesi ile ne alakam olabilir ki, bu meseleden dolayı diktaya gidişi arz edeyim? Dokuz yıl Maliye Vekilliği yapan insan, 500 dolardan ibaret Barbara Davası’ndan mı diktanın tahakkukunu arzu etmiş olacağım! Diktanın tahakkuku gibi korkunç bir mevzuda gösterilen şu mesnetlere hukuki bir dava diyebilmek mümkün müdür? Yüksek heyetiniz bunu takdire müşkülat çekmeyecektir” diye yanıt vermişti.

21 Kasım-20 Aralık 1960 tarihleri arasında görülen “Barbara Davası” sonucunda yargı kararını vermiş, Refik Koraltan ve Hasan Polatkan mahkum olmuşlardı.


9 ay, 20 gün süren 287 oturumluk Yassıada Duruşmaları’nın sonunda 15 kişinin idam kararı radyodan anons edildiğinde, idamlıkların arasında Refik Koraltan’ın da adının anılması, bunu dinleyen felçli eşi Mukbile hanımın kararın ağırlığı altında ezilmesine ve sabaha karşı kalp krizi geçirerek vefat etmesine neden olmuştu.

Yassıada Duruşmaları sırasında 72 yaşında olan Refik Koraltan ve Celâl Bayar’ın cezaları idam olarak açıklanmış olsada, yaşları nedeniyle cezaları müebbet hapse çevrilmişti.

3 Ağustos 1966’daki af yasasıyla önce hapis ve ardından 16 Nisan 1974’te siyaset yasağı kararları kaldırılsa da takati kalmayan Refik Koraltan 17 Haziran 1974’te gut hastalığına bağlı olarak böbrek yetmezliği/üremi nedeniyle kaldırıldığı Amerikan Hastanesi’nde kanama geçirmiş ve saat 11:20’de ölmüştü. Cenazesi, 19 Haziran’da yaşadığı İstanbul, Levent Ulus Sitesi Yeşim Apartmanı önünde yapılan saygı duruşunun ardından, Ankara’ya nakledilmişti. 20 Haziran’da Numune Hastanesi’nden alınan cenaze 11.30’da TBMM önünde yapılan merasimden sonra, Hacı Bayram Camii’nde kılınan öğle namazını müteakip Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilmişti.

1976’da yapılan Halkevleri Genel Kurulu’nda devrimci Genel Başkanlık görevine seçilen Ahmet Yıldız’ın Başkanlığı döneminde 13 Ocak 1978’de Halkevleri Genel Merkezi, “Modern Ankara Villası” tahrip gücü yüksek bombalı bir saldırıya uğramış, yerle bir olmuştu. Bir süre yıkıntı halinde duran enkaz daha sonra kaldırılmış binanın yeri düzenlenerek park haline getirilmişti.



“Halkevleri Genel Merkezi, dün gece bombalanmış, olayda 2’si ağır, 3 kişi yaralanmıştır. Tahrip gücü çok yüksek olduğu bildirilen bomba, binayı kullanılamaz hale getirmiş, bina bekçisi Kahraman Aydoğan hafif, Kerem Aslan ve Mustafa Ünaldı ağır yaralanmıştır.”

(Milliyet, 14 Ocak 1978, s.6)


“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hemen burnunun dibindeki Halkevleri Genel Merkezi’ne tahrip gücü çok yüksek bir patlayıcı madde atılmasından sonra, bu olayla ilgili görülen bir Hava Astsubayının evi aranmıştır. Görgü tanıkları 31 DU 636 plâka sayılı aracın Halkevleri Genel Merkezi’ne patlayıcı madde attıktan sonra olay yerinden uzaklaştığını ileri sürmüşlerdir. Ülkücü militanların egemenliğindeki Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrenci olduğu bildirilen Hava Astsubayı Osman Ateş’in bu araçla olay yerine gelip, patlayıcı madde attığının bildirilmesi üzerine, Garnizon Komutanı Korgeneral Osman Fazıl Polat’ın o!ayla ilgilenmesinden sonra, olay Hava Kuvvetleri’ne yansıtılmıştır. Hava Kuvvetlerl Mahkemesi’nin arama yapmaya karar vermesi üzerine Merkez Komutanlığına bağlı ekiplerce Astsubay Ateş’in evinde arama yapılmış, Halkevleri Genel Merkezi’ne atılan bombayla ilgili görülen Astsubay Ateş’in evinde herhangi bir suç kanıtına rastlanmamış, söz konusu araca da elkoymuşlardır.”

(Cumhuriyet Gazetesi, 16 Ocak 1978)


Aslında Halkevlerine ve Halkevleri Genel Merkezi’ne yapılan bu bombalı saldırı ilk değildi, Sadece 1977 yılı içerisinde Pazar, Üsküdar, Samsun, Gölbeyli, Polatlı, Fethiye, Akdere, Yenidoğan Halkevlerine patlayıcı maddeler atılmış, Halkevleri Genel Merkezi ise 13 Ocak 1977 Perşembe günü dinamit atılarak tahrip edilmiş, Meclisin hemen burnunun dibindeki tarihi “Modern Ankara Villası” artık kullanılamaz hale gelmişti.


1977 yılında Halkevleri, saldırıların ötesinde sürekli tehdit alıyordu. Halkevleri Genel Başkanı Ahmet Yıldız, MHP Ankara İl Başkanı’nın kendilerine telefon ederek, Halkevlerinin kapatılmasını istediğini söylemiş, “Siz kapatmazsanız, biz kapatacağız” dediğini öne sürmüştü. Yıldız, bu konuşmadan yarım saat sonra da Sincan Halkevine saldırıldığını ve dört kişinin yaralandığını söylemişti. Ahmet yıldız, durumu bir telgrafla İçişleri Bakanı’na bildirmişti.

Bunun karşılığında MHP Ankara İl Başkanı Muhlis Şensöz, telefon ettiğini yalanlamamış, ancak böyle bir ifadede bulunmadığını, Mamak’taki Halkevinin başka bir semte taşınmasını Ahmet Yıldız’dan rica ettiğini belirtmiş; “Halkevinin açılmasıyla Mamak’ta sükun ortadan kalktı. Haleviyle bizim şubemiz arasında 20-25 metre kadar bir mesafe vardır. Bizim gençlerimiz halkevlerinin önünden geçerken orada bulunanlar gençlerimize laf atarak onları tahrik ediyorlar” demişti.

(Milliyet 1 Ocak 1977, s.1)


Ayrıca, 28 Mayıs 1977 tarihinde Ankara Valisi Durmuş Yalçın*ın emriyle Halkevleri Genel Merkezi’ni basan polis, bir şey bulamamış ve bir tutanak hazırlayarak Genel Merkezi terk etmişti. Bu olay üzerine Halkevleri Genel Başkanı Ahmet Yıldız İçişleri Bakanı Sabahattin Özbek’e bir mektup göndererek Genel Merkezlerinin bir gerekçe olmaksızın basıldığını bildirmiş, Valinin tutumunu kınadığını bildirmişti. Ahmet Yıldız, Ankara Valisi’nin bu tür yasal olmayan eylemlerine çok tanık olduklarını bildirdiği mektubunda;

“Bir kültürevi olan halkevlerinin açtığı çeşitli kurslara katılanlar arasında on sekiz yaşından küçüklerin bulunması (üye olmadan) kapatma gerekçesi sayılabiliyor. On sekiz yaşından küçüklere eğitimin yasak olmadığını ve okuma yazmanın, yaşı da bulunmadığını anlatamadığımız bu valiye, dernekler yasasının amaçlarını anlaması ve saptırmaya uğraşmaması gerektiğini de anlatamadık. Seçim ortamında, böyle bir valinin ve onun güçlü eylemlerine araç olan polis görevlilerinin hala başkentte, görev başında, tutulmaları rejim yönünden de büyük kaygılar yaratmaktadır. Demokratik kurallara bir türlü uyamayan bu gibilerin, sizin gibi bağımsız bir bakanın döneminde yasa dışı anti-demokratik eylemlerini yoğunlaştırarak sürdürmelerinin, sizi de rahatsız ettiği inancındayım.

Belirtilen kişilerin görevlerinde kalmaları sürdürülecekse, yasa ve kural dışı tutumlarını düzelterek çoğulcu demokratik sistemi yaşadığımızın bilincine kavuşmalarını ve halkevlerini haksız yere, rahatsız etmemelerini sağlamınızı içtenlikle dilerim” demişti.

(Milliyet 29 Mayıs 1977, s. 14)


*Durmuş Yalçın’ın (1928-….), Ankara Valiliği ancak bu mektuptan 9 ay sonra, 10 Şubat 1978’de son bulmuş, yerine Tekin Alp (1925-2016) atanmıştı. Durmuş Yalçın, 1984 Mart ayında YÖK üyeliğine atanmış Yürütme Kurulu üyesi olarak bu görevi 17 yıl kesintisiz sürdürmüş, bunun yanında 1986 yılından itibaren de 15 sene boyunca, Anıtkabir Derneği Başkan Yardımcılığı görevini yürütmüştü. (!)


1977 yılındaki bombalı saldırılar sonrasında, Meclis Başkanlığı Halkevlerinin artık kendisi için yeni bir Genel Merkez binası aramasını bildirmişti. Halkevleri Genel Merkezi bunun üzerine Ulus semtinde eski ve yıkılmakta olan bir binada çalışmalarını sürdürmeye başlamıştı. Parasal desteklerin kesildiği, bütün yurtta planlı bir şekilde sürdürülen saldırılarla Halkevlerinin haklı olarak kendini savunma savaşının içine itildiği ve parasal darboğazların aşılamadığı bu ortamda doğru dürüst kültürel etkinlik yapılamadığını dile getiren Genel Başkan Ahmet Yıldız, en son Genel Merkezlerine yapılan bombalı saldırı sonrasında;

“Yurdun üzerine bir karabasan gibi çöken, halkımızın ve özellikle emekçi kesimlerin taşıyamayacağı ağır bir yük haline gelen eli kanlı MC’yi ( İkinci Milliyetçi Cephe Koalisyonu*) taşıma çilesini çekmede, en çok bunalan örgüt haline geldi Halkevleri. Son aylarda yalnız başkentte 24 Halkevi Şubesine patlayıcı madde atıldı. 21 Halkevi şubesi polisçe basıldı, 3 Halkevi üyesi şehit edildi, üyeleri gerekçesiz olarak dövüldü ve çeşitli hakaretlere uğradı. 46 Halkevi üyesi kurşunla yaralandı, 100 den fazla Halkevi üyesi polisce gerekçesiz olarak gözaltına alınarak işkence gördü ve Halkevine gidilmemesi tehditleri ile karşılaştılar.”

diyerek isyanını dile getirmiş, dernek üzerindeki baskıları olanca açıklığı ile ortaya koymuş;

“... güvenlik kuvvetlerinin hiç olmazsa bundan sonra, devletin buyruğunda ve halkın hizmetinde olma bilinci içinde, yasal ve örgütsel görevlerini yan tutmadan yapmaları en içten dileğimdir.”

çağrısında bulunmuştu.

1977 yılında Cumhuriyet Halk Partisi %41 oy almasına rağmen elde ettiği 213 milletvekili tek başına hükûmet kurmasına yetmediği için, CHP lideri Bülent Ecevit diğer partilerle koalisyon kurma girişiminde bulunmuş ancak uzlaşı sağlanamadığından hükümeti kuramamıştı. Daha sonra Cumhurbaşkanı hükümeti kurma görevini seçimde ikinci gelen Adalet Partisi’nin Genel Başkanı Süleyman Demirel’e vermiş, O da Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selamet Partisi ile uzlaşma sağlayarak bir koalisyon hükümeti, İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni kurmuştu.


Halkevleri Genel Merkezi’nin bomba ile havaya uçurulduğu,

13 Ocak 1978 tarihinin bir ay sonrasında, 18 Şubat Cumartesi günü, Halkevleri 46. kuruluş yılını kutlamıştı. Bu vesileyle Genel Başkan ve Tabii Senatör Ahmet Yıldız, o gün bir basın toplantısı düzenlemiş, ve Halkevlerinin bu son yılını “Savaş Yılı” halinde yaşadığını söylemiş; “Son sekiz ay içinde yalnız Başkent Arkara’daki şubelerimize 55 saldırı olmuş, dört üyemiz şehit edilmiş, 26 üyemiz yaralanmış, yüzlerce üyemiz işkence görmüş ve hiç bir haklı gerekçe gösterilmeden 54 şube için valilikçe kapatma buyruğu verilmiştir.” demişti…

(Milliyet 19 Şubat 1978, s.6)

Milli Hareket Partisi’nin Başkanı ve MHP’nin gençlik örgütü Ülkü Ocakları’nın Başbuğu olarak Alparslan Türkeş’in II. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunması, Halkevlerine MC döneminde hem hükümet kuvvetleri, hem de Ülkücüler tarafından yapılan baskı ve şiddet olaylarının ardında, Halkevlerinin toplumsal muhalefette öne çıkan eylem ve tutumlarını baskılama isteğinin ötesinde, Türkeş’in geçmişten gelen, kendi kurduğu Türk Kültür Dernekleri’nin feshedilerek Halkevlerinin kurulması, başında eski Milli Birlik Komitesi’nden Ahmet Yıldız’ın olması ve bütün bunların üzerine bir de Yeni Delhi’ye sürgün edilmesi gibi şahsi hırs ve intikam duygularının etkin olduğu da akla yakın gelen bir ihtimaldir.    


Zaten daha öncesinde iki kez bombalı saldırı sonrasında kullanamadıkları Genel Merkez Binası yerle bir olan Halkevleri’nin ikinci dönemi, 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askeri darbeyle son bulmuş, yurt çapında tüm Halkevleri kapatılmış ve Genel Başkanı Ahmet Yıldız tutuklanmış, Halkevleri ve üyeleri hakkında da çeşitli davalar açılmıştı. Ancak, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 2 numaralı Askeri Mahkemesi’nde yürütülen Halkevleri davasında mahkeme 11 Nisan 1984 Çarşamba günü, tüm sanıkların beraatine karar vermiş, Askeri Yargıtay’da mahkemenin vermiş olduğu 1984/480 esas, 1984/445 sayılı kararını 17 Ekim 1984 Çarşamba günü onamıştı. Bu gelişmeler üzerine Halkevleri Yönetim Kurulu, Ankara Sulh Hukuk Yargıçlığına başvurmuş, Halkevlerinin yeniden açılması doğrultusunda karar verilmesini talep etmişti. Bu talep Ankara 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nce 23 Haziran 1987 Salı günü verilen 1098 sayılı karar ile kabul edilmiş, Halkevlerinin 31 Ekim 1988 Pazartesi günü toplanan 10. Kurultayı ile Halkevleri’nin üçüncü dönemi, ikincisinin devamı olarak tekrar başlamıştı.


Teşekkür

“...şu Koraltan Evi ile de ilgili bir yazı yazsanız keşke” diyerek, bu yazıyı yazmama vesile olan Ankara, Ayrancı Semti Kent Kültürü ve Dayanışma Derneği’nden (Ayrancım Derneği) Aykut Alyanak’a, gerek fotoğraf desteği, gerekse bilgi birikimi ile her zamanki gibi yardımlarını esirgemeyen Ankara’lı dostum Emrah Türüdü’ye, yine yardımlarını esirgemeyen Ankara’lı dostlarım Ahmet Soyak’a ve Burak Kaya’ya teşekkür etmek isterim.

 

Kaynaklar


1- “Cumhuriyet’in derinliklerinden hatıralar: eski Ankaralılardan dostum Sayın Nurettin Daş ile eski Ankara hakkında bir söyleşi.”, Bayram, S., Türk Dünyası Tarih Dergisi, 220, 55-58, 2005 


2- “Demirkırat - Bir Demokrasinin Doğuşu”,

Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, Doğan Kitap, 1999


3- Bir Politikacının Anıları Refik Koraltan / HER ŞEY VATAN İÇİN,

Coşkun Ertepınar, Hacettepe-TAŞ, 1999


4- “Işıyarak yok olan aktör Erkan Yücel”, Mesut Kara,

Evrensel Gazetesi, 17 Ağustos 2013


5- “Adnan Menderes ve M. Fuad Köprülü’nün Cumhuriyet Partisi’nden İhraçları.” Nasrullah Uzman, TAD, C. 36/S. 62, 2017, s. 205-228


6- “Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları-Tek Partiden Çok Partiye(1944-1950),

Metin Toker,  Bilgi Yayınevi, Ankara 1998, s.74


7- “Çok partili hayata geçişte önemli bir adım: Demokrat Parti’nin Kuruluşu”,

Sabit Dokuyan, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 2/1,

Haziran 2014, s. 151-169


8- “Verilişinin 70. yılında Demokratikleşme Belgesi olarak Türk Siyasal Hayatında Dörtlü Takrir”, Işıl Tuna,

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi / Journal Of Modern Turkish History Studies XV/30, 2015 Bahar/Spring, ss.203-219


9- “Falih Rıfkı Atay’ın Tek Parti ve Çok Partili Dönemde Demokrasiye Bakışı”,

Veysel Çolaker, Pamukkale Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkilâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Belgi Dergisi, Sayı 9, Kış 2015/1, Denizli


10- “Fuad Köprülü ve Demokrat Parti’nin Kurulmasındaki Rolü”,

Yrd. Doç. Dr. Osman Akandere, Türkiyat Araştırmaları Dergisi,

Sayı:3 Konya 1997, ss.231-242


11- Cumhuriyet’in “ilk darbesi”, Cumhuriyet Gazetesi, 27 Mayıs 2011.


12- “İşte Siyasi Günlükler”, odaTV, Soner Yalçın’ın kaleminden, 4 Nisan 2008


13- Can Dündar, Haber7com, 26.05.2007


14- “Darbeden bir akşam önce Menderes’in yanındaydım”, Erkin Usman,

Yeni Asır, 27.05.2010


15- “Yurtta Olup Bitenler / Millet / Hikayenin Sonu” Akis Haftalık Aktüalite Mecmuası, 30 Mayıs 1960, ss. 3-11


16- “Yurtta Olup Bitenler / Dernekler/ Aslına rücu”

Akis Haftalık Aktüalite Mecmuası, 27 Nisan 1963, ss.10-12


17- “13 Kasım 1960 Tasfiyesine Giden Süreçte Alparslan Türkeş

ve Milli Birlik Komitesi İçinde İhtilaf”, Ferit Salim Sanlı,

Hacettepe Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi,

Yıl 14, Sayı 27 (Bahar 2018), s. 230


18- “Türkiye’de Halk Evlerine İlişkin Çalışmalar ve Değerlendirmeler Üzerine”,

Yaşar Akyol, Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C2/S6-7, s.132, 1996


19- “Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri”, Prof. Dr. Anıl Çeçen,

Gündoğan Yayınları, 29 Ekim 1990, Ankara


20- “Genel Merkez Bombalandı”, Ahmet Yıldız,

Bağımsızlık ve Demokrasi Mücadelesinde Halkevi,

Halkevleri Yayın Organı, Sayı:1, Ocak 1978


21- “Bir aşkın vakitsiz Çocuğu”, Berivan Tapan, Posta, 7 Aralık 2009


22- “Günlükler 1920-1950”, M. Abdülhalik Renda, Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2019


23- Ali Cengizkan “Bir Şehir Kurmak 1923-1933” Sergi Kitabı, Kollektif,

Vekam, Vehbi Koç Üniversitesi, Ankara Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi,

2019 Ankara


24- “Kocatepe Camii Tarihi”,  Dr. Abdullah Manaz, 2018


25- "Efendi / Beyaz Türklerin büyük sırrı" Soner Yalçın,  Doğan Kitapçılık, 2004


26- "Yeter Söz Milletindir!", Soner Yalçın, Hürriyet, 10 Haziran 2007


27- "Kocatepe Camii Tarihi", Dr. Abdullah Manaz, 2018

28- "Ankara'da yapılacak cami projesi müsabakası", Arkitekt, 1947, Sayı3-4, ss. 57-65, 82

3 yorum:

Medya Haberleri dedi ki...

Bu eski fotoğraflara bakınca bir başka Dünyaya adım atmışız gibi hissediyorum.

Ahmet Seymen dedi ki...

Yıllardan beri internette dolaşan Ankara fotoğraflarını topluyorum analiz ediyorum.

Bu sayfada gördüğüm bazı fotoğraflar hiçbir yerde olmayan (sanıyorum ilk kez internet'e çıkan) fotoğraflar. Bazı fotoğraflar da daha başka kaynaklarda mevcut ama hiçbir yerde bu kadar yüksek çözünürlükte mevcut değil (sanıyorum ilk kez orijinal çözünürlükleriyle bu sayfada yayınlanmışlar).
Ve havadan uydu görüntüsüne benzeyen görüntüler de bir o kadar ilginç başka yerde bulunmayan türden.

Çok merak ettim doğrusu, eğer sakıncası yoksa kaynağınız veya kaynaklarınızı öğrenmek isterdim.

seyfettin06aydın dedi ki...

Yazınızı çok severek dikkatlice okudum ve enteresan bilgiler öğrendim. Çok teşşekür ediyorum.