Sayfalar

5 Mart 2025 Çarşamba

30 yılın ardından dağarcığımdakilerle Üsküdar'ın Bağlarbaşı'sı; BÖLÜM X


SURP GARABED

ERMENİ ORTODOKS

(GREGORYEN / APOSTOLİK)

KİLİSESİ

Profiti İliya Kilisesi'nden sonra, Hacı Murat sokaktan Allame Caddesi'ne çıkıp, iki sokak aşağıda Vasiyet Sokak'taki diğer bir Ermeni Ortodoks Kilisesi'ne, (Yenimahalle) Surp Garabed Gregoryan Kilisesi'ne uğruyorum.

Osmanlı döneminde Bağlarbaşı semti Ermenilerin ve Rumların yerleştirildiği ya da iskân edildiği bir bölgeydi; Rum ve Ermenilere ilaveten Yahudilerin de yaşadığına dair bilgiye bazı kaynaklarda rastlanmaktadır. Osmanlı döneminde gayrimüslim vatandaşların mahallelerinin oluşumu öncelikle kendilerine ait bir ibadet mekanının inşasıyla başlamış, ibadet mekanının yapımını da eğitim yapıları izlemişti.


Fotograf, Hayati İnaç

Bu eski tarihli fotografta sağ önde Mahpeyker Valide Kösem Sultan'ın Çinili Camii,
solunda biraz yukarıda iki çan kulesi ile Surp Garabed Ermeni Ortodoks Kilisesi ve
en solda yukarıda Müslüman Mezarlığı'nın ulu servileri, hatta servilerin arasında da Bağlarbaşı
Kuvvet Merkezi'nin (Elektrik Fabrikası ve Tramvay Deposu'nun) kulesi görülebilmekte.

Jacques Pervititch'in Sigorta haritalarının Şubat 1931 tarihli 70 ve Mart 1932 tarihli 74 numaralı paftalarını birleştirerek elde ettiğim bu haritada Surp Garabed Ermeni Ortodoks Kilisesi, sağında İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi, Okullar ve haritanın sol ortasında Mahpeyker Valide Kösem Sultan'ın Çinili Camii görülebilmekte.  

Alman Mavileri Haritası Pafta No:B8'de Surp Garabed Ermeni Ortodoks Kilisesi

Yenimahalle, Surp Garabed Kilisesi çevresi, esnaf ve zanaatkar Ermenilerin ikamet ettiği bir semtmiş. Bugün de Allame Caddesi'ndeki dükkanlar ve ona açılan sokaklardaki nadir de olsa kalabilmiş ahşap evler o günlerin izlerini günümüze taşıyorlar.

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Diğer yandan Selamsız’da, Selami Ali Tekkesi çevresinde gelişen mahalle ise, saraya yakın, mevki sahibi zengin Ermenilerin tercih ettiği bir semt olmuş. Başlangıçta Selamsız tarafında yaşayan Ermeni cemaati kendi mahallelerinde bir kilise bulunmadığından ibadet için, daha önce de bahsetmiş olduğum gibi, biraz uzak da olsa, karda kışta iki mahalle arasındaki Müslüman Mezarlığı'nı geçmek zor ve bazı durumlarda korkutucu ve tehlikeli de olsa, mecburen Yenimahalle'deki bu Surp Garabed Kilisesi’ne gelerek dini ibadetlerinin gereğini yerine getirirlermiş.

Ermenilerin çoğu, dünyanın en eski ulusal kiliselerinden biri olan Ermeni Apostolik Kilisesi'ne bağlıdır. Bu mezhep İsa'nın ölümünden kısa bir süre sonra, iki havarisi Aziz Yudah ya da Taday (Saint Thaddeus, muhtemelen İsa'nın 12 havarisinden birisi olan Yehuda, Taday ile aynı kişidir) ve Aziz Bartalmay'ın (Saint Bartholomaeus) çabalarıyla ilk defa Anadolu'daki Ermeniler arasında yayılmaya başlamış.

Ermeni nüfusun Üsküdar'daki varlığını kanıtlayan en eski yapı, bu Yenimahalle'nin Muratreis Mahallesi'nde, Allame Caddesi'nin hemen kuzeyindeki Vasiyet Sokak'ta yer alan Surp Garabed Gregoryan Kilisesi'dir. Varlığı XVI. Yüzyıla kadar giden ilk kilise 1593 tarihinden önce inşa edilen ahşap bir kilisedir. Üsküdar'daki Sultan II. Selim'in eşi ve III. Murad'ın annesi Nurbânû Vâlide Sultan (1566-1595) tarafından 1570-1579 yılları arasında Mimar Sinan'a yaptırılan Atik Valide Cami ve Külliyesi ile, Sultan I. Ahmed'in eşi Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim'in anneleri Mahpeyker Kösem Valide Sultan (1589-1651) tarafından 1638-1640 yılları arasında mimarbaşı Koca Kasım Ağa'ya yaptırılan Çinili Cami ve Külliyesi'nin yapımı için Van ve Muş'tan getirilen Ermeni ustalar Yenimahalle'nin ilk Ermeni sakinleri olmuştur.

Muş Surp Garabed Manastırı

Kaynaklarda 1617 yılında Patrik Vanlı Vardapet Zakaryan (Vanlı I. Zakaria) tarafından bu Vanlı ve Muşlu ustalara kendi dini ihtiyaçlarını karşılaması için ahşaptan yeni bir kilise yaptırılmış ve Muş'un 30 km kuzeybatısındaki Taron bölgesinde bulunan ve 4. yüzyılında inşa edilmiş olan, 1915 Ermeni kırımında vandalize edilmiş ve sonrasında yıkılmış olan “Kutsal Müjdeci” anlamına gelen Surp Garabed Manastırı'nın adı verilmişti dense de; Patrik Vanlı Vardapet Zakaryan ya da Vanlı I. Zakaria 1617 yılında Ermeni Patriği değildir, Vanlı I. Zakaria 1626-31 ve 1636-39 yılları arasında iki kez Patriklik yapmıştır. 1617 yılında ise İstanbul Ermeni Patriği 1601-08, 1611-21 ve 1623-26 yılları arasında üç kez patriklik makamında oturan Kayserili II. Kevork'tur. O nedenle o ahşap kilisenin 1617'de yaptırıldığı doğru ise, yaptıranın Patrik Vanlı Vardapet Zakaryan değil, Patrik Kayserili II. Kevork olması gerekir. Eğer Patrik Vanlı I. Zakaria tarafından yaptırıldığı bilgisi doğru ise de, inşa tarihinin 1617'den daha sonraki yıllar olması gerekir ki, bu tahmin Çinili Cami'nin inşa tarihi dikkate alındığında akla daha yakın gelmektedir.

Daha sonra 1727 yılında 1715-41 yılları arasında İstanbul Ermeni Patriği olan Bitlisli IX. Hovahannes Golod, Mimar Sarkis Kalfa'ya kiliseyi yeniden inşa ettirmişti. Kilise 1830 yılında, 1823-31 yılları arasındaki Patrik Balatlı III. Garabet döneminde, mimar Garabet Amira Balyan (1800-1866) ve hayırsever, tüccar, finansör ve danışman olan Harutyun Amira Bezciyan'ın (Kazaz Artin,1771-1834) önemli ölçüdeki destekleriyle mimar Hovhannes Amira Serveryan (1822–1889) tarafından gösterişli bir biçimde kagir olarak tekrar inşa edilmişti.

Üsküdar'da bir yangında evlerinden kaçan insanlar

Kilise, Yenimahalle'de 14 Ağustos 1887 Pazar günü bir kaynağa göre saat dokuz buçukta, başka bir kaynağa göre de onu çeyrek geçe çıkan ve altı buçuk saat kadar süren bir yangında harap olmuştu. Yangın Dülger kalfası Kosti'nin sahip olduğu evde, Dülbentçi (tülbentçi) esnafından Anton'un mutfağında patlıcan kızartılırken zeytinyağının birden alev almasıyla başlamış, Anton ateşi söndürmeyip evden kaçınca da büyümüş, rüzgarın şiddetini arttırmasıyla da yayılmaya başlamış ve kontrolden çıkmıştı. Dört kola ayrılarak yayılan yangının kollarından birisi Yenimahalle'den Pazaryeri'ne, diğeri Nuh kuyusu semtine, üçüncü bir kolu Bağlarbaşı caddesine ve diğer bir kolu da Selamsız'a uzanarak bütün bölgeyi sarmış, 800-900 kadar ev, dükkan, okul, Rum ve Ermeni Kiliseleri gibi binalar harap olmuştu. Yangından sonra Sultan II. Abdülhamid'den alınan özel bir izinle, bir yıl sonra, 1888'de Matheos ve Apik Uncuyan kardeşlerin de maddi desteğiyle çok daha gösterişli bir biçimde bugün gördüğümüz kilise inşa edilmiş ve kutsanarak ibadete açılmış. Türk tarih araştırmacısı ve kitabe uzmanı İbrahim Hakkı Konyalı (1896-1984); Matheos ve Apik Uncuyan kardeşlerin bu kiliseyi Muş’taki Surp Garabed Kilisesi planına göre yaptırmış olduğunu yazar. En son olarak 1984 yılında büyük bir onarımdan geçirilen, 2006 yılında da tekrar onarılan Surp Garabed Ermeni Gregoryan Kilisesi, 1998-8 Mart 2019 tarihleri arasında İstanbul Ermeni Patriği olan II. Mesrob Mutafyan tarafından ibadete açılmıştı.

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf Hayati İnaç

İki sokak arasında yüksek taş duvarlar ile çevrili büyük bir avlu (atrium) içerisinde yer alan Surp Garabed Ermeni Gregoryan Kilisesi, dört katlı çifte çan kuleleri ve mermer inşa kitabesinin yer aldığı anıtsal bir girişi olan batı cephesi ile dikkat çekmektedir.

Fotograf Hayati İnaç

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Yapının iç mekanında, bir dönem Sultan Abdülaziz’in saray ressamlığını da yapan Hovhannes Umed Behzad (1809-1874) ile genç yaşta ölen kızının ve kimi Ermeni ressamların yağlı boya tabloları yer almaktadır. Tek nefli, beşik tonozlu bazilikal büyük bir yapı olan kilise, İstanbul Ermeni Kiliseleri arasındaki az sayıdaki çift galerili yapılardan biridir. Giriş mekanı olan narteksin (kavit) üstündeki bu galerilerden (vernadun) biri koroya, diğeri kadınlara ayrılmış mahfillerdir (gynaikonitis). Tek nefli olan iç mekanda cemaatin oturup ibadet edeceği ahşap sıralar ortada genişçe bir koridor bırakarak, koridorun sağ ve solunda, batı-doğu doğrultusunda apsise yönlendirilmiş olarak yerleştirilmiştir.

Fotograf Hayati İnaç

Fotograf Hayati İnaç

Daha öncesinde Surp Haç Kilisesi'nin iç mekanına girme imkanı bulamadığım için, bir öncesinde ziyaret ettiğim İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi'nden sonra Surp Garabet Ermeni Ortodoks Kilisesi'nin içine girdiğimde aralarında çok fark olduğunu farkedip biraz da şaşırdım söylemeliyim. Aynı mezhepten iki farklı etnik grubun ibadethaneleri ve ayinleri (liturjileri) arasındaki bu fark oldukça dikkat çekici geldi bana. Hemen belirtmeliyim ki Surp Garabet Ermeni Ortodoks Kilisesi'nin aydınlığı, ferahlığı ve sadeliği beni çok etkiledi. İki kilise arasında ibadet biçiminin (liturji) farklılığı da ilginç geldi bana.

Fotograf Hayati İnaç

Bu konu Avusturyalı orientalist, tarihçi ve diplomat Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall'ın (1774-1856) da dikkatini çekmiş olmalı ki 1818'de yayımlanan “Umblick auf einer Reise von Constantinopel nach Brussa und dem Olympos : und von da zurück über Nicäa und Nicomedien” (Konstantinopolis'ten Bursa ve Olympos'a ve oradan İznik ve Nikomedia üzerinden geri dönüş yolculuğunun özeti) adlı kitabında buna değinmişti; Hammer Ermeni ve Rum kiliselerinin iç mekan ve yapı tarzı açısından birbirinden farklı olduğunu belirtirken, Ermeni kiliselerinin daha çok câmilere benzediğini ileri sürmüştü. Ona göre; Ermeni kiliseleri, yapıları ve döşemeleri bakımından Rum kiliselerinden farklı olarak geniş ve aydınlıktı. Ermeni kiliselerinde sandalyeler bulunmaz, yer sadece minderlerle örtülü ve aynı çizgide yükselen üç tane sunağı sayılmazsa, içi diğer Hristiyan kiliselerine değil, daha çok camilere benzer demişti. Bu üç sunağın zeminde değil, bir insan boyundan daha yüksek olan bir platform ya da sahne üzerinde yükseldiğini, bu platform ya da sahnenin, kalın bir duvar tarafından gizlenmiş olan bir koridorun birbirine bağladığı üç kubbe altında bulunduğunu belirtmişti. Ayinler sırasında başpapaz diyakoz ve akolitleriyle bu üç sunak arasında sürekli hareket halinde olduklarını, sunakların önünde dualar okuyup tütsü salladıklarını, kâh bağlayıcı koridora kâh en kutsal odaya girip kısa bir süreliğine cemaatin gözlerinden kaybolup, az sonra yine aydınlık ve dumanlar içinde ilahi bir haberci gibi yükseklerde gezindiklerini dile getirmişti. Hammer, Rum ve Ermeni kiliseleri arasındaki farklılığın eski Mısır tapınakları ile eksi İran tapınakları arasındaki kadar büyük olduğunu düşünmekteydi ve fikirlerini kitabının 67. sayfasında şu şekilde ifade etmişti: Rum ve Ermeni kiliselerindeki ibadetler arasındaki farklılık, hiyerogliflerle kaplanmış, oyulmuş kayalar ve karanlık tapınaklarda yapılan eski Mısır ibadetleriyle, manalı tasvirlerin bulunmadığı dağlarda açık havada kutlanan eski Fars (İran) ibadeti arasındaki farklılığı andırır. Rumlar, Mısırlılıların gizli karanlığını ve İsis'e yapılana benzetilen, abartılmış bir Meryem kültünü sever. Ermeniler ise, memleketlerinin yüksek dağları ile komşu ülkeleri İran'ı düşünerek yükseklerde gezip Tanrı'ya övgü şarkıları söylemeyi tercih ederler.”

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Surp Garabed Kilisesi’nin, yer aldığı alan erken dönemlerden başlayarak, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda önemli bir kültür merkezi olmuştu. İstanbul'da, sur içi Ermeni kiliselerinde, özellikle 17. yuzyılda sayısız minyatürlü eserler yazıldığı gibi bunlardan biri de Surp Garabed Kilisesi'nde hazırlanmıştı. 18. Yüzyılda İstanbul'da Katolik Rahipler tarafından kurulmuş Venedik ve Viyana'da cemaatleri bulunan Ermeni mezhebi Mıhritaristlerin Viyana'da 1811'de kurulmuş olan ve önemli sayıda antik ve ortaçağ el yazması, sikke, halk kostümü, halı, kitap, süreli yayın ve diğer eşyaları muhafaza etmekte olan (Die Wiener Mechitaristen Kongregation) Manastırın Yazma Koleksiyonu’nda korunan, el yazması, süslenmiş ve ciltlenmiş bir İncil'in yazarı olan Rahip Mikael, söz konusu el yazması incili Surp Garabed Kilisesi’nde 28 Mart 1643’te Sultan İbrahim döneminde tamamladığını belirtmekte ve bu incili yazarken öğretmeni rahip Asdvadzadur’dan ve Vartabed Garabed’den yardım aldığını açıklamaktadır. Bir kaynakta da bu el yazması incilin, 1958 yılında Peder Krikoris Manian tarafından İstanbul’dan Viyana’ya gönderildiği belirtilmektedir.

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Ermeni tarihçilerin bildirdiğine göre; kilisenin tam karşısında doğu yönünde, Bağlarbaşı Ermeni mezarlıklarına kadar uzanan etrafı duvarlarla çevrili büyük bir bağ yer almaktaydı. Çok geniş bir alanı kapsayan bağ, 17. yüzyılda Vank’ın bağı (manastırın bağı) olarak ünlenmiş, zamanla aynı adı taşıyan ve Ermenilerin yaşadığı havadar ve büyük bir mahalle haline gelmiş, fakat 19.yüzyıl sonlarında ve 20.yüzyıl başlarında terkedilmişti. Vank'ın bağı zaman içerisinde evrilerek semte “Bağlarbaşı” denmesine neden olmuştu.

Üsküdarlı Kıymat adlı bir Ermeni'ye ait olan bu bağın geliri, kesin olarak belirlenemeyen bir tarihte (1615- 1647 yılları arası olabilir) Kudüs Ermeni Patrikliği'ne bağlı Surp Hagop Manastırı’na bağışlamıştı. 1659-1660 tarihinde, kilisenin tam karşısına, Kudüs’ten gelen patrik, piskopos gibi yüksek rütbeli din adamlarının ve aydınların uzun süre konaklayabilecekleri, çalışmalar yapabilecekleri bir manastır inşa edilmişti, ancak günümüzde o manastırdan bir iz kalmamıştır ki, daha sonraki yıllarda bağın bu bölümüne Cemaran Okulu inşaa edilmişti.

Jacques Pervitich'in Eylül 1930 tarihli ve 75 Pfta Numaralı Sigorta Haritası'nda
Ermeni ve Rum Kabristanları

Semtin eski Ermeni sakinlerinin anlattıklarına göre Vank'ın Bağı'nın bitiminden başlayan Ermeni Kabristanı'nın kuruluşu 17. yüzyıl başlarına hatta daha öncesine dayanmaktadır. Bu bölge başlangıçta terkedilmiş, sahipsiz çukurluk bir araziyken zaman içinde defnedilen cenazeler ile dolmuş, 18. yüzyılda Kudüs'e kervan götüren Amidli (Diyarbakır) Atam adlı bir Ermeni katırcı (ya da kervancı) burayı Ermeni cemaatinin mülkiyetine geçirebilmek için bir servet harcayarak bu çukurluğun kuzeyine kadar olan geniş araziyi satın almış, kabristanı büyüterek Ermeni cemaatinin kullanımı için mezarlık olarak bağışlamıştı. 14 bin metrekarelik bu kabristan, günümüzde de korunmaktadır. Kuzey bölümü Surp Haç Kilisesi'ne, Güney bölümü ise Surp Garabed Kilisesi'ne ait olan mezarlığın arada kalan bir bölümü de, zamanla Rum cemaatine bırakılmıştır. Mezarlıktaki en eski mezarlık 1637 tarihlidir. Rum ve Ermeni mezarlıklarının arka tarafına bitişik olarak bir de Yahudi Maşatlığı bulunmaktadır. Mezar kitabesine göre 1718 yılında vefat eden kabristanın bağışçısı Amidli Katırcı Atam da buraya, Surp Haç Kilisesi'nin Kabristanı'na defnedilmişti. Ermeniler tarafından bu hayırsever, her yıl ölüm günü, kabri başında anılırmış. İbrahim Hakkı Konyalı bu mezarlık ile ilgili olarak şu hikayeyi aktarmaktadır; “Atam’ın atları bir gün burada bulunan bahçeye girmiş ve sebzeleri çiğnemiş, bozmuş, sahibi çıkışmış, davacı olmuş. Atam sormuş: 'Bahçen kaç lira eder?..' sahibi, 'Doksan altın!..' demiş. Bunun üzerine katırcı Atam, 'Al paranı!..' diyerek doksan lirayı saymış ve burayı mezarlık olarak vakfetmiştir.”

Surp Garabed Ermeni Gregoryan Kilisesi'nin, mimari özellikleri İstanbul'daki diğer Ermeni kiliselerinden daha farklıdır. Beşik tonozlu yapı, bazilikal bir plana sahip olup doğu-batı doğrultusunda uzanmaktadır. Birkaç istisna dışında zaten kiliseler doğu-batı ekseninde inşaa edilmişlerdir. Zira Matta İncil'inde İsa, “Çünkü şimşek doğudan gelip batıya kadar parladığı gibi, insanoğlunun gelişi de öyle olacaktır” demiştir. Bu nedenle de Hıristiyanlar “İkinci gelişte Mesih'in doğudan geleceğine inanıyoruz. Doğuya yöneldiğimizde, aslında kendimizi Mesih'e doğru yöneltiyoruz” demektedir. Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) döneminin en büyük teologlarından biri olarak kabul edilen Şamlı Aziz John da (Şamlı İoannis veya Yuhanna / Saint John of Damascus / Yuhannâ ed Dimaşkî) bunu “Hıristiyanların güneşin doğduğu yöne doğru dua ederek Mesih'e olan inançlarını teyit etmeleri” olarak yorumlamıştır. Kilise Latincesinde “doğuya” anlamına gelen “ad orientem” hıristiyan duasının ve ibadetinin doğuya doğru yönelmesini tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Bu durum kilisenin en eski ve yazılı olmayan yasaları arasındadır. Bunun yanısıra, kiliselerde çan kulesi ya da kuleleri ise hep batıda yer alır.

Vasiyet sokağı ile Muradiye Mektebi sokağı arasında yer alan kilisenin her iki sokağa da açılan beş adet kapısı vardır. Ancak kilisenin cümle kapısı, batı cephesindeki Vasiyet sokağındandır. Aslında bu sokak üzerinde iki kapısı vardır ve aralarında derin bir niş içerisinde üç adet oval yüzlü kitabesiz bir çeşme yer almaktadır.

Fotograf Hayati İnaç

Fotograf:Levent Civelekoğlu, 2024

Batı kenarında bir nartheksi, doğu kenarında ise yarım kubbe şeklinde kiremit çatılı bir apsisi vardır. Apsisin iki yanında birer küçük şapel yer almaktadır ve kuzey yönünde olan kilisenin vaftizhanesidir. Yapının batı cephesinde eksende, oldukça hoş görünümlü, iki yanı pilasterli, basık kemerli anıtsal giriş kapısı, bunun üzerinde Üç ayrı parça halinde iki Ermenice kitabe, bu kitabenin yanında da Hz. İsa’nın hayatını sembolleştiren, taşa oyulmuş bir arma görülür. Kapının her iki yanında süsleyici fonksiyona sahip birer pilaster vardır. Kilise, muntazam kesme taştan inşa edilmiştir ve iki katlıdır. Girişin sağında ve solunda ikişer, birinci ve ikinci katlarda beşer olmak üzere ön cephede toplam 14 adet penceresi vardır. Giriş cephesinin üzerinde üçgen bir alınlık bulunur. Alınlığın orta kısmına kabartma süslemeler işlenmiştir. Buradaki orta pencerenin her iki yanındaki pilasterlerin üzeri kabartma girlandlar ile süslüdür. Pencereler düz atkılıdır. Kuzey ve güney cepheler ise yuvarlak kemerli pencerelere sahiptir.

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Fotograf: Levent Civelekoğlu, 2024

Sütunlarla üç nefe ayrılmış kilisenin doğu nefi, ahşap oymalı korkulukları ile zeminden biraz daha yüksektir ve koroya ayrılmıştır. Kiliseyi, uzun bir beşik tonoz örter. Apsis’in iki tarafında, kırma çatılı, iki ayrı küçük şapel vardır. Bunlardan kuzeydeki vaftizhane ve güneydeki şapel olarak kullanılmaktadır. Batıdan girilen narteks, bu yönde iki pencere ile aydınlanmaktadır. Dışarı yarım yuvarlak taşma yapan apsisin, iki yanında yuvarlak kemerli birer niş vardır. Yan nefler karşılıklı olarak, yuvarlak kemerli, yüksek, üçer pencere ile kuzey ve güneye açılırlar. Kilisenin özellikle batı cephesi, sık tekrarlanan dikdörtgen pencere kompozisyonu ile dikkat çekmektedir. Ortada bulunan pencereler, cephede sütun ve payelerle hareketlendirilmiştir.

Fotograf Hayati İnaç

Surp Garabed Ermeni Gregoryan Kilisesi'nin bir diğer önemli özelliği, batı cephesinin her iki yanında, dört katlı ve kubbeli anıtsal çan kulelerine sahip olmasıdır. Kulelerin zemin katı için kemerli geçitler yapılmıştır. Kemerli zemin katın üzerindeki dört kat, zirveye kadar giderek daralmaktadır. Kulelerin birinci katında üçer adet düz atkılı pencere bulunmaktadır. Bu pencereler kilisenin ön cephesindekiler gibi demir parmaklıklıdır. Kulenin üst katları için ise kemerli ve dar boyutlu açıklıklar yapılmıştır.

Fotograf Hayati İnaç

Surp Garabed Ermeni Gregoryan (Manastırı) Kilisesi'nden başlayıp Ermeni kabristanına kadar uzanan bağlık bölgeye Osmanlı döneminde manastır anlamına gelen “Vank” sözcüğünden hareketle “Vank'ın bağı” ismi türetilmiş, sonraları da Vank'ın bağı, “Bağlarbaşı” olarak değiştirilmişti.

Hıristiyanlıkta gül çok önemli olmasa da zamanla kutsal anlamlar yüklenmiştir. Gülün kırmızı renginin, Hazreti İsa'nın çarmıha gerildiğinde akan kanı olduğuna inanılır. Meryem Ana’nın gül sevgisi ve Azizler-Azizeler ile anılan bazı hikâyeler, güle birçok farklı anlam yüklenmesine sebep olmuştur. Bizans döneminde VI. yüzyılın başlarında, İstanbul’da “okka gülü” ve “köpek gülü” adlı gül çeşitlerinin bulunduğu bilinmektedir. 19. yüzyılda İstanbul ve çevresinde, yetiştirdikleri güllerle nam salan ve özellikle birçok gül çeşidi üretmiş olan ünlü gül yetiştiricilerinin varlığı bilinmektedir. Ancak ne yazık ki bu gül çeşitleri ya günümüze ulaşamamış ya da isimleri unutulduğu için kaybolmuştur. Geçmişte varlığı bilinen önemli fidanlıklar ve gül bahçelerinden, günümüze ulaşabilmiş örnekler bulunmamaktadır. Bu fidanlıklardan geriye, ancak bazı sahaflarda bulunabilen nadir bitki katalogları kalmıştır. Bu kataloglardan biri de Vank'ın bağı'nda Arsen Efendi'nin tesis etmiş olduğu ağaç ve fidanların türleri ile fiyatlarını veren, 1323 (1907-08) tarihli 16 sayfalık büyük boy, resimli bir katalogdur. Arsène Momdjian (Arsen Mumciyan) Efendi'nin Vankınbağı'ndaki fidanlığı, dönemin başlıca gül bahçesi ve fidanlıkları arasında bilinen birkaç örnekten birisidir.

“Dersaadet Üsküdar Vank'ın bağı'nda vâki Arsen Efendi tesis etmiş olduğu
ağaç ve fidanlara mahsus katalog ve fiyat tarifesi, İstanbul 1323 (1904),
Matbaa-i Ahmed İhsan” 
(Ahmed İhsan* ve Şürekâsı Matbaası),
16 sayfa büyük boy, resimli, Osmanlıca-Fransızca

Arsen Mumcuyan'ın Üsküdar'daki Fidanlığı, 1906

* Ahmet İhsan (Tokgöz, 1868-1942): Ahmed İhsan Bey, 1890’da kurmuş olduğu ve ilk adı Alem Matbaası olan Ahmed İhsan ve Şürekası Matbaacılık Osmanlı Şirketi (Mustafa Nuri Efendi ve Mustafa Asım Bey ile birlikte) ile Türk yayın hayatına girmişti. Ahmet İhsan Bey, Jules Verne’in 12 eserini Türkçe’ye kazandırarak Batı Dünyası’nın yeni türdeki eserlerini Osmanlı toplumuna tanıtmış ve Ahmed Midhat Efendi (1844-1912) ile birlikte 1889’da kurmuş olduğu Servet-i Fünûn dergisi ile asıl ününü kazanmıştı.





Çevre Tarihi, Ortadoğu, Osmanlı İmparatorluğu, Sosyal Tarih ve Göç konularında araştırmalar yapan, yazar Chris Gratien, Georgetown Üniversitesi'nde Tarih üzerine doktora çalışması yaparken, 19 Ocak 2014'te, Resimli Ziraat Gazetesi, Cilt 1 / No. 42 (12 Kanunusani 1331) 470-473'üncü sayfasını kaynak olarak göstererek yazdığı, “When İstanbul was green” (İstanbul yeşilken) adlı makalesinde, Vankınbağı ve Arsène Momdjian (Arsen Mumciyan) Efendi'den bahsetmektedir;

“Osmanlı'nın son dönemi, İstanbul'da benzer kentsel genişlemenin yaşandığı bir dönemdi. Yirminci yüzyılın başlarında İstanbul, yaklaşık bir milyonluk nüfusuyla hızla büyüyen bir metropol haline gelmişti. Pera ve Üsküdar gibi şehrin kenarlarındaki mahallelerde, insan ve servet akını kentsel manzarada radikal değişikliklere yol açtı. Yine de, bu kentsel patlama yeşil bir renk tonuyla geldi. Osmanlı döneminin son on yıllarında, yükselen bir Osmanlı orta sınıfı arasında tarıma olan artan ilgi, imparatorluğun başkentine yeni türde bahçeler ve meyve bahçeleri getirdi.

1906'da (Mekteb-i Ziraat'ten) Midhat adlı bir Osmanlı ziraatçısının yazdığı bu makale, İstanbul'un yükselen bahçıvanlarından biri olan Arsen Mumcuyan Efendi'nin çalışmalarını içeriyor. Üsküdar'daki Manastır Bahçesi'ndeki (Vank'ın Bağı, Surp Garabed Ermeni Kilisesi'nin bitişiğinde) güzel fidanlığı, 'Resimli Ziraat Gazetesi' yazarlarının dikkatini çekti ve onlar da kış aylarında Mumcuyan'ı ziyaret ederek çabalarını değerlendirdiler. Bu ziyaret, Midhat'ın Osmanlı bahçeciliğindeki son gelişmeler hakkında bilgilendirici bir bakış açısı sunan derginin bir sayısında yayınlanan övücü eleştirisini ortaya çıkardı. Midhat, makalesine Osmanlı İmparatorluğu'nda bahçelerin ve meyve bahçelerinin son zamanlarda yaygınlaşması ve çiçeklere ve meyve ağaçlarına olan ilginin artmasıyla ilgili bir ifadeyle başladı. Elbette ağaç dikmede yeni bir şey yoktu; bu bahçelerin yapılış şekli çok yenilikçiydi. Birçok toprak sahibi Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nden ithal edilen en seçkin türlerdeki tohumları ekmeye veya ağaçları aşılamaya başlamıştı. Oldukça pahalı olmasının yanı sıra, bu uygulama uzmanlık ve ayrıntılara dikkat gerektiriyordu. Ne yazık ki Midhat, İstanbul bölgesindeki pazarlardaki ağaçların ve fidanların çoğunun yanlış etiketlenmesi veya hiç etiketlenmemesi nedeniyle herkesin yüksek bir düzen standardına uymadığından yakındı. Bu dikkatsizlik örneklerinin aksine, Mumcuyan'ın fidanlığının düzeni ona onay kazandıran şeydi. Ağaçları titizlikle numaralandırıldı, envanteri çıkarıldı ve basılı olarak kataloglandı (burada kataloğun bir kopyası gibi görünen bir bağlantı var). Midhat, fidanlığı erik, armut, şeftali ve hurmalardan elma, kayısı ve kirazlara kadar etiketli ağaç örnekleri arayanlar için 'küçük bir hazine sandığı' olarak adlandırdı. Dahası, Mumcuyan'ın bitkileri saksılarda değil, doğal toprakta yetiştirildi, diye ekledi Midhat, çünkü saksı bitkileri asla o kadar güçlü olmuyor. İster aşılamanın erdemlerini açıklasın, ister toprak türlerini belirlemenin önemini vurgulasın, Midhat'ın Mumcuyan'ın fidanlığı hakkındaki incelemesi, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerindeki bahçe uygulamalarına atıfta bulunarak bilinçli olarak oluşturulmuş düzenli ve bilimsel bir doğa anlayışını yansıtıyordu. Bugün, Osmanlı İstanbul'unun yeşil alanlarının çoğundan geriye kalan tek şey, uzun süredir ortadan kaybolmuş bahçelere, tarlalara veya meyve bahçelerine atıfta bulunan yer adlarıdır. Gerçekten de, Mumcuyan'ın fidanlığının bir zamanlar bulunduğu Üsküdar'daki Bağlarbaşı (kelimenin tam anlamıyla Bahçelerin Başı) mahallesi buna hazır bir örnek sunuyor. Belki de İstanbul'da nüfus ve emlak fiyatları arttıkça bu tür alanların yerleşim alanları tarafından talep edilmesi kaçınılmaz görünüyor. Yine de, bir bakıma Mumcuyan'ınki gibi bahçeler bir alışveriş merkezi veya apartman kompleksinden daha fazla "doğal" değildi. Kesinlikle farklı bir kentsel alan türüydüler ancak yine de bahçeciliğe ve bahçıvanlığa değer veren bir Osmanlı elit kültürü tarafından inşa edilmişlerdi.

İstanbul bugün bu tür alanlardan kesinlikle yoksunsa, bunun nedeni binaların organik yayılması tarafından yutulmuş olmaları değil, insanların bir zamanlar bitkilerin yetiştiği yerlere beton dikmeyi seçmiş olmalarıdır.”

Resimli Ziraat Gazetesi, Osmanlı Devleti'nde ziraat alanında yayın yapan gazetelerden birisidir. Kitapçı Karabet (Garabed) Keşişyan Efendi (1850-1911) tarafından çıkarılan gazete 14 Mart 1905'te yayın hayatına başlamış ve her hafta Perşembe günleri yayınlanmıştı. İlk sayısından itibaren 12 sayfa olarak yayınlanan gazete 35. sayısından itibaren 8 sayfa olarak yayınlanmış, 13 Mart 1906 tarihinde 46. sayısı ile yayın hayatına son vermişti. Gazetede Bursa Ziraat Mektebi'nden Kalfayan Efendi ve Halkalı Ziraat Mektebi'nden Bakyan Efendiler baş yazar olarak çeşitli yazılar kaleme almış, ayrıca Halkalı Ziraat Mektebi Müdürü İsmail Rıfkı, Belçika'da bahçıvanlık eğitimi almış olan Hüdaverdi ve Mehmet Ali Beyler ile, Selanik Hamid-i Ziraat Mektebi'nden Böcekçilik Muallimi İhsan, Mekteb-i Ziraat'ten Midhat, Mekteb-i Harbiye-i Şahane Sınıf-ı Baytariye'den Munis ve Mustafa Nurettin, Mülkiye (Sivil) Baytar Mektebi Müdürü Mehmet Nuri Bey'ler (Ural,1869-1942) yazar kadrosunda yer almışlardı.

Karabet Keşişyan Efendi'nin kamuoyuyla paylaşılmış ilk fotografı.
13 Ağustos 1891'de 
"An Editor's Life in Turkey" başlığıyla
Kokomo Daily Gazette Tribune'da 
yayımlanan fotografında
Mecidiye nişanı ile görülmektedir.

Kayseri'nin Talas köyünde dünyaya gelen Kitapçı Karabet Keşişyan Efendi (1850–1911), üretken ve girişimci bir isim olarak, II. Abdülhamid (1876–1909) döneminin en meşhur yayıncıları arasında sayılır ve Osmanlı matbuatına büyük katkılarda bulunmuştur. Bastığı çoğu kitapta Türkçe ve Fransızca olarak yer alan “Karabet Matbaası-Imprimerie Garabed” yazılı mühründe 1290 (1874) yazılı olmasından bu tarihte kütüphanesini kurduğu anlaşılır. 1885-1889 yılları arasında Kaspar Efendi ile ortak çalışan Karabet Efendi 1889'da kendi adına yeniden tesis ettiği matbaasıyla faaliyetlerini hızlandırmıştı. Karabet Keşişyan Efendi'nin bu alandaki faaliyetleri, XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen sosyokültürel değişimleri yansıtır. Karabet Keşişyan Efendi, Türk askeri ve mülki okullarının kitap tedarikçiliğini yapmaktayken ağırlıkla Türkçe ders kitapları yayımlamış ve kendi adına kurduğu matbaasıyla 1889’dan yirminci yüzyıl başlangıcına kadar bu alanda tekel sahibi olmuştu. Mecidiye ve Osmaniye nişanlarına layık görülen, “Umûm Mekâtib-i Askerîye ve Mülkiye-i Şahane Kitabcısı” ünvanına sahip olan Karabet Keşişyan Efendi uluslararası ödüller de almış, 5 Mayıs - 31 Ekim 1893 tarihleri arasında, Kristof Kolomb'un 1492'de Yeni Dünya'ya gelişinin 400. yıl dönümünü kutlamak için, Chicago'da düzenlenen, “Chicago Dünya Fuarı” olarak da bilinen “Dünya Kolombiya Fuarı”nda, bizzat fuara katıldığına dair bir kayıt olmamakla birlikte, altın madalyaya layık görülmüştü.


1908-1909'da Mokosyan Matbaası müdürü sıfatıyla Karabet Keşişyan Efendi'nin, İtalya-Bologna'da Il Papagallo, yani “Papağan” ismiyle çıkmakta olan mizah gazetesi ilgisini çekmiş, adeta “İtalyanlar'ın Papağan isimli mizah gazeteleri var da bizim neden olmasın” diyerek aynı format, aynı boyutta, iç sayfada çift tam sayfa renkli taş baskı afiş örneğini Türkiye'ye uyarlamış, ilk resimli mizah gazetesi olacak bu derginin ismini de çok değiştirmeden Musavver Papağan (Resimli Papağan) koymuştu. Bu 4 sayfa olarak çıkan gazete/dergi, hem içerik hem teknik bakımdan Türkiye'de bir ilk olmuş, hem renkli taş baskısıyla hem de Batılı ülkelere karşı tutum alışıyla Türkler'in üstünlüğünü vurgulamıştı.










Bir dönem Üsküdar İcadiye'de Hamambaşı sokakta oturan ve bu semtte de bir arazi satın alan Karabet Efendi, Meşrutiyetten önce Beyoğlu'ndaki Kitapçı Apartmanı'nda oturmuştu. Karabet Keşişyan Efendi, 11 Ocak 1911'de Pera'da hayata veda etmişti. Antaram hanım ile evli olan Karabet Keşişyan Efendi'nin bir kızı, Agop, Kapril ve Antarik adında üç oğlu olmuştu. Agop ve Kapril Cumhuriyet döneminde de Matbaacılık ile uğraşmışlardı. Halk Matbaası'nın sahipleriydiler.

1889-1910 yılları arasında toplam 406 tekil eser basan (86'sına ait en az bir tekrar baskı kaydı vardır ve tekrar baskıların sayısı da 157'dir) Karabet Keşişyan Efendi, Avrupa literatürünü yakından takip ederek, Babıâli'de Cağaloğlu Yokuşu Aşirefendi Caddesi kavşağındaki 133 numaradaki kütüphanesini bir mahfil haline getirmeyi amaçlamış, Osmanlı Entelektüel kesimini dükkanına çekme ve onların bu ilgilerinden yararlanma gayreti göstermişti. Karabet Keşişyan Efendi'nin bu dükkanının yerinde daha sonraki yıllarda Kanaat Yayınevi yer almıştı ki o bina halen ayaktadır ve kapanmasına rağmen Kanaat Kitabevi 1896 ve Kanaat Han tabelası taşımaktadır.




Eliya Behar (İlyas Bayar 1880-1945) tarafından kurulan (ortağı İsak Bayar'dır) Kanaat Kitabevi, başta Namık Kemal olmak üzere birçok jön Türk'ün yazılarını gizlice basıp dağıtmakla ün kazanmış, Jön Türkler’e verdiği aktif destek yüzünden de bir süre hapiste yatmıştı. 1934 yılında yayımlanan Soyadı Kanunu ile Bayar soyadını alan İlyas, esnaf Yako Behar’ın oğlu olarak 1880'de Balat'ta Kefevi Mahallesi Salma Tomruk (İstipol) Sokağı’ndaki evlerinde doğmuş, Balat Alliance Israélite Universelle Okulu'nda başlayan eğitimini, okumaya çok meraklı olmasına rağmen, aile geçimine destek olabilmek için henüz 14-15 yaşında iken terk etmiş ve Babıali’de Darüşşafaka Kütüphanesi’nde çırak olarak çalışmaya başlamıştı. Böylece orada tanıştığı kâğıt ve mürekkep kokusunun bağımlısı olmuş ve gönül verdiği yayıncılık mesleğini seçmişti. Kanaat Kitabevi gerçek büyük atılımını 1928 Harf Devrimi ile Latin harflerini kullanarak yapmış ve bu değişim yüzünden önemli maddi hasara uğrasa da bu davranışı ile kendisine ve yayınevine bir ayrıcalık kazandırmış, İsmet İnönü'nün büyük takdirlerini kazanmıştı. İlyas Bayar yayımlarında “kurt başı”nı simge olarak seçmiş ve kullanmıştı ki hatırlarım üzerinde kurt başı olan Türkçe-İngilizce Okul Lügat'im de vardı benim. İlyas Bayar’ın vefatından sonra oğulları, Saint Benoit ve Galatasaray Lisesi mezunu Yakup (1918-1985) ile Saint Benoit Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu Arslan (1919-1995) kendi aralarında yaptıkları bir iş bölümüyle Kanaat Kitabevi’ni geliştirip yaşatmaya devam etmiş, daha çok okul kitabı, atlas ve sözlük alanında yayıncılığı sürdürmüştü. Oğlu Yakup’un da işe dâhil olduğu dönemde Avusturya’daki ünlü harita yayıncısı Eduard Hoelzel ile anlaşarak duvar haritaları yayımlamaya başlamıştı. Kitabevi 70'lerin sonlarında yayıncılığa son verip işi kırtasiyeciliğe döndürmüş, Yakub Bayar 25 Ocak 1985 tarihinde vefat edince kardeşi Arslan işi 1990’lı yılların başına kadar tek başına yürütmeye gayret etmiş, 1995'te Arslan Bayar’ın vefatından sonra Kanaat Kitabevi tasfiye edilerek kapanmıştı. İlyas Bayar’ın ilk bastığı kitap Ali Reşad Bey’in (1877-1929) “Tarih-i Siyasi” adlı eseri, vefatından önce son bastığı kitap da Abdülhak Hamid Tarhan'ın (1852-1937) “Tezer”iydi.

Yaşıtlarımın bir çoğu gibi benim de İlkokuldan itibaren sahip olduğum, çok sevdiğim, hatta sayfalarını açıp şehir bulmaca oynamaktan çok keyif aldığımız, coğrafyacı ve yazar Prof. Faik Sabri Duran'ın (1882-1943) Büyük Atlası, coğrafyacı, yazar ve eğitimci Faik Reşit Unat'ın (1899-1964) Tarih Atlası da, Kanaat Yayınları tarafından basılmıştı. Prof. Faik Sabri Duran, Üsküdar'da doğmuş, İlkokulu Üsküdar Kızlarağası semtinde Tabutçular Çıkmazı'ndaki bir konakta yer alan ve 1892 yılında dönemin ünlü pedagoglarından Halil Rüştü Bey (?-1910) tarafından açılan, “Gelişme Bahçesi” anlamına gelen “Ravzaj Terakki”de (günümüzde Halil Rüştü İlköğretim Okulu), orta öğrenimini Üsküdar İdadisi'nde yapmıştı. Erol Simavi, babası Sedat Simavi’nin gazeteciliğe soyunduğu ilk dönemlerde İlyas Bayar’dan gördüğü maddi ve manevi desteği yıllar sonra bizzat torun (Aslan Bayar’ın kızı) Lüset Bayar’a anlatmış ve şükran duygularını iletmişti. İlyas Bayar 1942 yılında Varlık Vergisi uygulamasından da nasibini almış, bu uygulamayı hazmetmese de koyu bir milliyetçi ve idealist olarak ve kendisine çıkarılan varlık vergisini gayrimenkullerini ve stoğundaki bazı değerli kitapları değerlerinden çok düşük fiyatlarla satarak ödemişti. İlyas Bayar, 1915 yılında döneminin ünlü bir kâğıt tüccarı olan Haim Fresko’nun kızı Zümbül Lucie Fresko ile evlenmiş, Yako (Yakup) ile Yuda Leon (Arslan) adında iki erkek çocuğu olmuştu. İlyas Bayar, ani bir kalp krizi sonucu 26 Ocak 1945 tarihinde vefat etmiş, 28 Ocak 1945 günü Şişhane’de Kenesset Israel Sinagogu’nda düzenlenen cenaze töreninden sonra Ulus Musevi Mezarlığı’nda toprağa verilmişti. Kanaat Kitabevi’nin önemli bir klasiği de ilk cep ajandası olan, Mehmet Ragıp Uluğ tarafından hazırlanan Takvim-i Ragıp’tı. Cumhuriyet’in ilanı ile yaşıt olup günümüze kadar kesintisiz her yıl yayınlanan Takvim-i Ragıp, Kanaat Kitabevi kapanmasına rağmen, dede ve baba yadigârı olarak torun İlyas Bayar tarafından yayınlanmaya devam edilmektedir.

Kanaat Kitabevi’nin Ankara Caddesi’ndeki binası “2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası” gereğince İstanbul 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından 17 Ocak 1996 tarihinde “korunması gerekli kültür varlığı” olarak tescil edilmiş, varislerin “binanın taşıdığı tarihi ve kültürel değeri ile korunarak yenilenmesi” talebi üzerine bina güçlendirilmişti. Aile tarafından 2013 yılında satılan bina, halen Kanaat Han adını taşımaya devam etmekte ve bir bankanın hizmet ünitesi olarak işlev görmektedir.

Surp Garabed Kilisesi'nin planı, kesidi ve giriş cephesi




KAYNAKLAR:

1- Naim Avigdor Güleryüz, Türk yayımcılık hayatında bir köşe taşı: Kanaat Kitabevi ve Bayar Ailesi, Şalom Dergi, İstanbul 2 Ekim 2019

2- Salih Sercan Kanoğlu, NGBB Müdür Yardımcısı, Bahçecilik Bölümü Başkanı, Gül (Rosa sp.) ve Tarihten Notlar, Bağbahçe Çevre Bahçe Çiçek Dergisi, Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi, Ali Nihat Gökyiğit Vakfı Yayınları, Sayı: 108, Sf:24-25, İstanbul Nisan-Haziran 2024, bagbahce.com.tr

3- Chris Gratien, Georgetown University, When İstanbul Was Green, Tozsuz Evrak, No:98, 19 Ocak 2014

4- Görkem Can Aybaş, Resimli Ziraat Gazetesi'nin tasnifi (1905-1906), Yüksek Lisans Tezi, T.C. Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Aydın 2020

5- Muhammed Tatlısu, Kitapçı Karabet Efendi'nin Osmanlı Matbuatına Katkıları Üzerine bir Methal, YILLIK Annual of İstanbul Studies 3, İstanbul Research Institute, Sf:123-148, İstanbul 6. 2021

6- Merve Cemile Keyvanoğlu, Ankara Üniversitesi Araştırma Görevlisi, Üsküdar'da İki Yangın; Yenimahalle (1887) ve Sultantepe (Kaptanpaşa) (1889) Yangınları, Uluslararası Üsküdar Sempozyumu IX Bildiriler I, Sf: 169-188, İstanbul 11-13 Kasım 2016

7- Elmon Hançer, Üsküdar Ermeni Cemaati tarihinde bir gezinti, Üsküdar Sempozyumu I, Bildirilar, Cilt I, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi Yayın No: 10, Sf:140-155, İstanbul, Ocak 2004

8- Fatih Rukancı, Hakan Anameriç, Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası, DergiPark Akademik, Araştırma Makalesi, Sayı: 54, Sf: 149-188, 01.08.2009

9- Fatih Rukancı, Hakan Anameriç, Ahmed İhsan Tokgöz (1868 – 28 Aralık 1942), Atatürk Ansiklopedisi


Bir sonraki yazı; 30 yılın ardından Üsküdar'ın Bağlarbaşı'sı ve dağarcığımdakiler;

BÖLÜM XI:

MAHPEYKER KÖSEM VALİDE SULTAN'IN ÇİNİLİ CAMİİ ve AFGANΠKALENDERHÂNESİ

Hiç yorum yok: