Sayfalar

25 Ocak 2020 Cumartesi

Çamlıca’nın Efendi Hazretleri... Efendi Hazretleri’nin Çamlıca’sı... -I-


ABHAZYA’DAN, SOHUM’DAN BATUMA;
BATUM’DAN İSTANBUL’A...

2018’in bir Pazar günüydü, Haziran’ın 3’ü, Mahmud erkenden kalktı her zamanki gibi; Tatil de olsa alışmıştı erkenden kalkmaya, daha çocuklar da karısı da uyuyorlardı. Çocuklar uyusundu, Cumartesi top peşinde koşmaktan yorgun düşüyorlardı keratalar, ama karısı erken kalkardı da bu sabah dün gecenin rehavetini atamamıştı belli ki üzerinden. Pek ses etmeden üstünü giydi, çıktı evden, sokağın başında karşı köşedeki kahveye gidip bir çay içesi vardı, belki kimseler varsa bir iki de sohbet ederdi, ev halkı uyanana, çay demlenene, sofra hazırlanana kadar. Nasıl olsa bilirdi karısı Meryem, alışkındı onun bu sabah kaçamaklarına, telaş etmezdi nerede bu herif diye, nerede olacak ki, kahveye takılmıştır yine, cepte yok, avuçta yoktu ki, uzaklara gidebilsin.


17 sene olmuştu evleneli, 3 yaş vardı aralarında, ilk görüşte aşık olmuştu bu Çerkez kızına, 21’lik Abhaz delikanlı Mahmud. Mütevazı bir hayatları vardı, Mahmud evden işe, işten eve, gider gelirdi, sigara dışında kötü bir alışkanlığı yoktu pek, ki onu da evde içmezdi. Titizdi Meryem, güzel çerkez kızı, becerikli, erine sadık bir ev kadınıydı, bir dediğini iki etmezdi Mahmud’un. Becerikli olduğu kadar tutumluydu da, tek bir maaşla hem evi çekip çevirmek, hem de iki çocuk okumak kolay değildi. “Elden artmaz dişten artar” derdi anacığı, öyle yetişmişti, biliyordu ev ekonomisini, arada mahalledeki manifaturacıdan tekeş kalmış yünleri ucuza alır, renklerini uydurur, bere, kaşkol, battaniye örer, komşuları Makbule ablanın tezgahına katar satar, onunla üleşir, mutfak harçlığına destek çıkardı. İlk çocukları Nevruz’u 2003’te doğurmuştu, Mahmud’un büyük büyük dedesi Nouruz’un adını vermişlerdi ona, ikinci oğlunu da 2009’da almıştı kucağına, ona da dedesi Badur’un adına hürmeten Bahadır adını vermek istemişti. Nevruz 15, Bahadır 9 yaşındaydı, her erkek çocuğu kadar enerjik ve başına buyruktular, ancak okul konusunda onları pek üzmemişlerdi bu güne kadar. Tek sorunları vardı o da top peşinde koşup, ayakkabılarını eskitmekti, babaları sağolsun çalışır çabalar yenisini alır, eksik komazdı onları. Bir de Meryem’in sürekli yama üstüne yama yapmak zorunda kaldığı eşofmanları, burunlarını deldikleri çorapları vardı haylazların elbet, yeter ki dizleri yaralanmasın ayakları üşümesin der, sineye çekerdi...  

O sabahın en erkencisi Mahmud’tu, Mesud kahveyi açmış, çayı demlemiş, masaları düzeltmiş, yerleri süpürüyordu o geldiğinde. Bir çay söyledi, geçti camın kenarındaki masaya, severdi o masayı, ev de görünürdü üstelik, top sahasının ardında puslu şehir manzarası ile birlikte boğaz da, Kirazlıtepe...


Çayı geldi, tek şekeri kırıp yarısını atıp karıştırdı, yan masada dünden kalan okunmaktan içi dışına çıkmış gazetelere uzandı, çekti birini, çayından bir yudum aldı, önce düzeltti bir gazeteyi güzelce, sonra karıştırmaya başladı sayfaları. Sürekli geliyordu bu gazete kahveye, mahallede çok abhaz vardı, yoksa Mesud da mı abhazdı, onun da adı kendi gibi “t” yerine “d” ile bitiyordu zira, içinden güldü hatırlayınca; Neyse ne, birileri bulup getiriyordu işte; “Gurbetçinin sesi Abhaz Postası”… Aslında gurbetçi de değildi Mahmud, kaç kuşaktır İstanbullu, diğerleri de, çoğunlukla kim bilir kaç kuşak önce gelmiş yerleşmişlerdi buralara, gurbete. Sahi, gurbet miydi burası onlara, gurbetçilik mi kalmıştı bu zamanda, çoğu hatırlamıyordu bile o günleri, büyükler de birer birer göçtükçe, anlatacak da kalmamıştı ki o günleri, göçüp gelmek zorunda kaldıklarında artlarında bıraktıkları vatanlarını, topraklarını, evlerini. Taaa uzaklardaki Abhazya… Anlatsalar da, o gerçekler onlara buruk bir hikaye gibi geliyordu artık, yaşamamışlardı ki o sıkıntıları, acıları…
‘Yaşayan bilir’ derdi oysa babaannesi…

Iç sayfalardan birinde bir başlık dikkatini çekti,
1992-1993 Abhaz-Gürcü savaşında Abhazya’da işgalci Gürcülerin vahşetine tanıklık edenlerin ifadelerinin bir kısmı...” diye yazılmıştı, çayından büyükçe bir yudum çekip, devam etti okumaya;
.....

.....

“...silahlı sekiz muhafız Rabaya N.G.'nin alnına tabanca dayayarak evini aradılar ve tüm eşyalarını aldılar. Şu alaycı sözleri söylediler: ‘Burası artık Gürcü yurdu, sizin yeriniz Rusya'dır.’

Aiba A.M.'nin evi soyuldu ve arabası gasbedildi. Dipçiklerle dövülen ve hakaret edilen ev sahibi yerel milis merkezine götürüldü ve beş gün sonra değiş-tokuş edildi. 19 Ağustos’ta silahlı Gürcü askerleri cephane aramak bahanesiyle Djenia R.P.’nin evine girerek ev sahibine hakaret ettiler ve başına silah dayadılar. Kolhide’deki karargaha götürülerek sorgulama sırasında dövüldü ve hakaret edildi. Daha sonra değiş-tokuş edildi. 19-23 Ağustos arasında Dziapşipa N.D.'nin Gagra, Suhum Karayolu, 153’teki evi birkaç defa soyuldu. Soyguncular ara-sın-d. . . . .”


... durdu; ... Dziapşipa ???..
Dziapşipa… Dziapşipa… Dziapşipa… Dziapş…
bir kaç kez daha tekrarladı bunu kendi kendine Mahmud, nerede duymuştu bunu, hafızasına yer etmişti bu kelime, bir kaç kez daha tekrarladı, ki çıksın gelsindi hafızasının derinliklerinden; Ama gelmedi işte öyle hemencecik…

Dziapşipa’nın evi, Sohum Karayolu’nda…
Dziapşipa?.. Suhum?..

İkinci çayı ne ara bırakmıştı Mesud, farkında değildi, ne çaya iki şeker atıp karıştırdığını, ne de Meryem’in ön kapıya çıkıp sigara tellendirdiğini farketmemişti, dalmıştı iyice; Ne zaman ki “Babaaa!.. hayde annem seni çağırıyor, menemenin yumurtalarını kıracakmış, seni bekliyor, acıktık…” diye başına dikilen Nevruz’un sesini duydu, o an sıçrayarak kendine geldi. Hesapta gözü kapıdaydı, Meryem’in uyanmasını kapıya çıkmasını gözleyecekti. Sahi niye takılmıştı ki bu kadar o kelimelere?.. Kalktı parasını ödeyip iki çayın, evin yolunu tuttu.
.
.
.
Meryem kahvaltı sofrasını toplayıp, bulaşıklara girişmişti, kendi kendine “bugün pazarda bulursam bir kilo yeşil erik alayım da zamanı geçmeden erik sızbalı yapayım” diye düşünüp, dönmüş Mahmud’a “akşama sızbal yapayım mı sana?” demişti ki, Mahmud terliğini bile geçirmeden ayağına, bağdaş kurduğu sedirden fırlamış, karısına sarılıp alnından şap diye öpmüş, gerisin geri oturuvermişti sedire, bir ayağını yine altına alarak. Meryem ellerindeki sular yerlere damlarken şaşkın öylece kalakalmıştı, çocuklar desen onlar ayrı, ilk defa babalarını ortalık yerde annelerini öperken görmenin şaşkınlığı içindeydiler. Görülmüş şey miydi bu?.. Anneleri bayram sabahı namazdan dönen kocasının elini öptüğünde bile, Mahmud’un yanakları kıpkırmızı kesmez miydi hep. Şimdiyse aksine Mahmud bırak utanmayı, neredeyse def çalıp oynayacaktı. Ne olmuştu ki şimdi durduk yere, babalarının canı erik sızbalı mı çekmişti birden bire, bu kadar mı severdi onu?

“Çok yaşa be Meremim, az daha kafayı yiyecektim, sabahtan beri kafama takıldıydı durduk yere kahvede, bir türlü çıkartamıyordum, neydi neydi diye kafa patlattım, sayende hatırladım şimdi, rahatladım” diyerek, ortada kalakalan karısı ve çocuklarını daha da fazla merakta bırakmıştı şimdi.

“Eeee?.. hadi anlat da biz de anlayalım” dedi Meryem, elindeki köpüklü suları mutfak bezine silip sedirin kenarına ilişerek; Bulaşıklar az beklesindi, kocasını bunca sevindiren, coşturan şeyi o da merak etmişti.

“Erik sızbalını kim öğrettiydi sana, Merem ha? bi de bana...” Böyle eski günlere gidip, köklerini hatırladığında Meryem’e Merem derdi Mahmud. Çerkez kızının asıl adı Merem’di, döne dolaşa Meryem olmuştu, konu komşunun dili dönmemiş, alışamamışlardı. Merem’de takmaz olmuştu zaman içerisinde, varsın öyle desinler deyip bırakmıştı sürekli insanları düzeltmeyi.

“Adviye Koca Anam öğrettiydi ya, Nevruz’un doğumuna geldiğinde, o gün bugün yaparım, her seferinde onu rahmetle anarım”
deyince Meryem;
“Hah işte” dedi Mahmud, “Koca Anam Adiyef’i hatırlattın bana; Ondan duyduydum ilk kez, bugün kafama takılan o kelimeleri, çocuktum, küçüktüm daha...”

Aynı şekilde babaanne Adiyef’in adı da gel zaman git zaman, Adviye olmuştu; 2004’de Nevruz’un doğumuna geldiğinde 93 yaşındaydı, o da son görüşleri olmuştu zaten. Daha beli bükülmemiş, dimdik ayakta, aklı başındaydı, kendi işini kendi görebiliyordu da iki sene içerisinde gidiverdi, hiç beklenmedik bir şekilde. Gece ayak yoluna gideceğim diye kalkmış, ayağı kilime takılıp düşünce kalçasını kırmış yatağa düşmüştü. Kalça kırığından değil, ki onu başarılı bir operasyonla aşmışlardı, uzun süre sırt üstü yatmak zorunda kalınca, fazla kiloları yüzünden solunum yetmezliği çekmeye başlamış, o yüzden Adapazarı’nda Nazira bibinin evinde fenalaşmış, acile yetiştiremeden hakkın rahmetine kavuşmuştu.

“O zamanlar oturduğumuz evin bahçesinde erik ağaçları vardı, hatırlarsın sen Merem, ‘oğlum, prensim benim… hadi kalk mahallenin veletleri dalıp malamat etmeden, topla gel de biraz, size erik sızbalı yapayım’ demişti, sana da o sıra ‘gelin gel, bak sen de öğren bizim yemekleri, yaparsın çocuklarına, oğluma, ben bugün varım, yarın yoğum’ diyerekten; oy koca anam, pamuk anam, toprağı bol olsun…”

Meryem, “Sahi, Ahaluj Böreğini de, yumurtalı fasulye kavurmasını da, peynirli Açamukua tatlısını da öğrettiydi o gelişinde, rahmet istedi bak şimdi durup dururken Koca Adviye ana” demiş ve sabırsızlıkla eklemişti;

“İyi de!.. erik sızbalı diyon, Koca anam diyon da, bunların ne alakası var şimdi senin aklına takılanla ki?.. Mahmud” diye kendini tutamamış, parlamıştı...

“Dur gız! Anlatacağım, az sabret…” dedi Mahmud, önce bir dikeldi sedirde, yaslandı mindere, başladı asıl can alıcı meseleyi anlatmaya.

“Sen Koca anam’ı hatırlatınca, çocukluğumu gittim öyle; akşam olup bizim odaya geçince, Koca anam bizimle yatardı geldiğinde, sediri ona verirdi anam, Seher beşiğinde, ben de yer yatağında; önce Seher’i uyuturdu, bizim oralardan bir ninniyle, yarı Abhazca,

yarı Türkçe, mırıldanarak;


‘Ninni yavrum ninni,
uyu yavrum ninni,
evlerinde değilsin annenle babanın,
Karadeniz’in koynundasın...

seni sallayıp duruyor; 
Rüzgar estiriyor ağarmış yelkenleri, 
soyguncunun gemisi beşiğinde... 
uyu yavrum ninni, 
evlerinde değilsin annenle babanın, 
Karadeniz’in koynundasın... 

ufacık ülkelerini almak için, 
denizi nasıl tuzladığını hatırla, 
sürgünlerin gözyaşında... 
wıçüa sarpıs wa naniy, 
rıyuni yıqam wabiy waniy, 

Kabaran dalgalar, 
Shish Nane, shish nane, 
Esince kuvvetli rüzgar, 
Shish Nane, shish nane 
Amşıneykua wamamiy...’ 

Seheri uyutunca gelir çöker yere, yatağımın kenarına, bir yandan başımı okşar usul usul, bir yandan da anlatırdı, o zaman bana masal gibi gelen, bizim oraları, çocukluğunu, Karadeniz’i, bizimkilerin yaşadığı o zorlu günleri, hayat hikayelerini... onu anımsadım. Ondan duyduydum ilk kez, o zaman da dilimin zor döndüğü,
bu Dziapş-İpa’yı…”



“Neyi?.. neyi” dedi, hepsi bir ağızdan, Meryem kadar Nevruz’un da, şu an küçük olduğu için çok anlamasa da Bahadır’ın da “bu muydu?” dercesine gözleri fal taşı gibi açılmış, Mahmud’un ağzından çıkan kelimeyi bile tekrarlayamamışlardı.

“Dzi…?”
 “Dziapş-İpa… Dziapş-İpa… Dziapş-İpa” diye tekrarladı Mahmud üç kez daha, anlasınlar diye; Kendisi bile zor söylüyordu ya aslında halâ…

“Ben doğduğumda Koca anam tutturmuş adını ben koyacağım bu oğlanın diye; Eeee babaanne işte, ilk erkek torununa adını o verecek, kimse de ses edememiş. Mahmud olacak bu çocuğun adı demiş, Mahmut mu diyecek olmuşlar, hayır diye tutturmuş ille de Mahmud; “t” ile değil “d” ile…
Hatta üşenmemiş nüfus müdürlüğüne de gitmiş babamla, orada da bu israrından vazgeçmemiş; Nüfus memuru doğrusu Mahmut hanım teyze dese de, israrla hayır Mahmud, öyle yazın diye tutturmuş ve başarılı da olmuş; bakmış ki bu inatçı kocakarıyı ikna etmek zor, pes etmiş nüfus memuru sonunda, ‘bir harf için senin hatırını mı kıracağım anacığım’ diyerek yazmış adımı bi güzel, M a h - m u d...” gülmeye başlamıştı Mahmud, daha da komik olan bir şeyi hatırlamışcasına;
“İstediği sadece Mahmud olsa iyi, aslında istermiş ki ‘Mahmud Bey’ olsun benim adım… ‘Bey’den vaz geçirmek zor olmamış ama, nüfusa gitmeden daha evde, demişler ki Adiyef ana Efendi, Hacı, Hafız, Molla, Paşa, Hanım, Hazretleri gibi, Ağa gibi ünvanlar, Bey de dahil, 26 Kasım 1934’de Atatürk’ün çıkarttığı kanun ile kaldırıldı ya, lâkap ve ünvan gibi şeyler artık eskide kaldı, hem de yasaklandı, biliyorsun ya, o yüzden Mahmud Bey olmaz, sadece Mahmud yeter ha?’ demişler de kurtarmışlar beni; Atatürk’ün adı yetmiş,
kesmiş inadı, ayak diremeyi...
Düşünsenize bir hele ‘Bay Mahmud Bey’…” Hepsi birden kahkahalara boğulmuştu. “Bey’den kurtuldum ama gel bir de bana sor, yıllardır o bir tek ‘d’ yüzünden az sıkıntı çekmedim, çekmedik… Meryem sen en yakın şahidisin, evlenirken nikah memuru bile yanlış yazdıydı da az daha iptal ettirecekti koca anam nikahımızı. Her neyse bu Mahmud adının bir anlamı var elbette onun için; Durun hemen yazmayın öyle, kavuşamadığı yavuklusumuymuş filan diye… Öyle bir aşk-meşk hikayesi değil bu, ona da çocukluğunda anlatılan bir hayat hikayesi aslında; Anlatıla anlatıla, belki değişmiş, koca anam bazılarını unutmuş, bazılarını eklemişse de hikayenin özü şu:
Bir zamanlar bizim oralardan Moskof’un zoruyla yurtlarını terk etmek zorunda kaldıklarında, neleri var neleri yok satıp savmışlar, ceplerinde üç-beş kuruş para, ama gidecek yerleri yok. Büyük dede Nouruz’un yanında sığırtmaç olduğu ağası, Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa onlara kol kanat germiş. Rusların Sohum’u işgal ettiği yıllarda onların da kendisi ile birlikte halâ Osmanlı’nın yönetimindeki Batum’a gelmelerini teklif etmiş, böylece Batum’a gitmiş bizimkiler önce. Eşi Halime hanım’ın vefatından sonra Batum’da da tutunamayıp kalan üç kızıyla birlikte tekrar göç etmeye mecbur kaldığında, onları yine arkada bırakmamış Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa, Batum’dan kızları Melek, Ayşe Kemalifer ve Aliye ile birlikte bindikleri gemiye, onları da alıp İstanbul’a kadar taşımış, yeni bir hayatın kapılarını açmış. İşte koca anam’ın kahramanı, gözünde büyüttüğü, minnet duyulan bu adam yüzünden, bana da tutturmuş, onun adını yaşatmak için Mahmud adı verilsin diye, bir de biliyorsun ilk erkek torunuyum diye, arada bana ‘prensim’ de derdi, o da bu yüzdendi işte. Şimdi anladınız mı, bugün bu Dziapş-İpa kelimesini görünce gazetede, neden kafaya taktığımı? Bir türlü hatırlayamadıydım, sağolasın senin sayende rahatladım Merem şimdi. Demek ki hala oralarda Prens Mahmud Bey Dziapş-İpa soyundan birileri kalmış ki bunca yıl geçmiş, hala adı anılıyor oralarda, yazılıyor gazetelerde.”

Bahadır’ı sarmıştı bu hikaye en çok, “Sonra ne olmuş baba? O prens ve kızlarına ne olmuş? Kızları prenses miymiş? Güzel miymişler? Sarayları var mıymış?” diye sıralamıştı sorularını ard arda.

“Ben de çok iyi hatırlamıyorum koçum aslında, dedim ya küçüktüm, masal dinler gibi dinliyordum sizin gibi. Ama hatırladığım kadarıyla bu bir peri masalına dönmüştü, sonu pek güzel bitmese de, hüzünlü bir peri masalıydı onların yaşadıkları. Osmanlı’nın İstanbul’unda, padişahlar vardı, sultanlar, şehzadeler vardı, saraylar, köşkler, kasırlar, bağçeler, bağlar, şık uçuş uçuş ipekli elbiseler içinde cariyeler, atlar, şık giyimli, sırması bol süvariler vardı, olaylar, entrikalar, savaşlar vardı. Dedim ya bu bir peri masalıydı da, öyle pek sizin bildiğiniz gibi değil ama, o şaşaanın, şatafatın, zenginliğin ardında sürgün, işkence, cinayet, ölüm, kan ve gözyaşı da vardı, hepsi gerçekti, masal değil… Çocuk aklımla sizin gibi ben de bir çok soru sormuştum Koca anama, o da bildiği kadarıyla anlattıydı da çoğu uçmuş gitmiş aklımdan birer birer. Hikayenin sonlarına doğru biri vardı, onu unutmam ama, uykuya dalmadan az önce duyduğum o son adı, ad da değil aslında bir ünvan, içimi ısıtır her seferinde ne hikmetse.

‘Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’ derdi Adiyef anam, onu görüp tanımıştı çocukluğunda, Valide-i Atik Mahallesinde Çinili Hamam sokaktaki evlerinden yürüyerek gitmişlerdi bir bayram günü Altunizade’deki Millet Bahçesine de orada görmüş, sevmişti onu.”...
Altunizade Millet Bahçesi 1942.
Alttaki fotoğrafta Millet Bahçesi ve kırmızı ok ile işaretli Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’nin köşkü.


Recâizâde Mahmut Ekrem “Araba Sevdası” romanında “Millet Bahçesi”ni şöyle anlatır;
“...Üsküdar’dan Bağlarbaşı tarikiyle Çamlıca’ya gidilirken Tophanelioğlu’ndaki dört yol ağzı mevkiinden takriben bir yüz hatve (bir adım atışta iki ayak arasında kalan mesafe) ileriye medd-i nazar (görüş mesafesi) nazar olunur ise vâsi (geniş) şosenin münteha-yı vasatisinde (nihayetinde) etrafı birbuçuk arşın kadar irtifada duvar içine alınmış bir ağaçlık görülür. Bu ağaçlığa varıldığı gibi şose yol sağ ve sol olmak üzere iki şubeye ayrılır. Duvar ile muhat (etrafı çevrilmiş) olan ağaçlığın büyücek bir kapısı vardır ki iki yolun tamam nokta-i iftirakında (ayrıldığı) vakidir. Sağ ve soldaki yolların hangisine gidilecek olsa taraf-ı muhalifi mahut ağaçlıkla mahduttur. Ağaçlığın yanındaki duvar alçacıkzolduğundan üzerinden hayvan ve bahusus insan aşamamak için boyunca teller uzatılarak muhafaza olunmuştur. Mutedil bir yokuş üzerindeki bu yollardan seyr-i adi ile dört beş dakika kadar gidilince daima duvar ile muhat olan ağaçlık bir meydancığa müntehi (sona erer) olur. Ağaçlığın burada da cephede aşağıkine muhazi (aynı hizada) bir kapısı vardır. Yüksekten kuşbakışı bir nazarla bakmak mümkün olsa bir şekl-i mahrutîde (koni şeklinde) görünecek olan ağaçlık burada biter ise de iki yol yine birleşmez...”
Ayrıca yazar yine “Araba Sevdası” romanında “...Bahçe'nin iki kapısı vardır. İnsan aşağı kapıdan girdiğinde ağaçların muntazam bir biçimde dikildiğini görür. Kenarlarda salkım (akasya), aylandoz (kötü koktuğu için halk arasında kokar ağaç, osuruk ağacı da denir) , at kestanesi; orta yerlerde yer yer çınar, kavak, manolya, salkım söğüt benzeri ağaçlar vardır. Bu ağaçlar dışardan gelecek bakışları engellediği gibi sıklıklarıyla da güneş ışınlarını keser” diye anlatmaya devam eder. Ve yine Recaizade'nin anlatımınlarından Millet Bahçesinin, büyük, imarlı ve güzel tanzim edilmiş bir bahçe olduğunu, Ağaçların dışında çalgıcılar için bir yerin, kenarlarda yiyecek ve içecek satılan büfelerin, ortasında adacık olan bir havuzun, adayı kenara bağlayan köprülerin ve yukarıdaki kapıdan çıkıldığında da eski zaman binalarına benzetilerek yapılmış  bir gazinonun olduğunu anlarız. Çamlıca’daki Millet Bahçesi’nin 1870 yılının Mayıs ayında açıldığını, genç erkeklerin ve kadınların bu açılışı sabırsızlıkla beklediğini, kadınların elbiseler ve süslerle bugüne hazırlandığını, birçok ailenin Çamlıca civarında köşkler kiralayarak baharla birlikte oraya taşındıklarını da yine Araba Sevdası’nda okur öğreniriz. Bahçe oldukça geniştir. Bahçenin dışında şık beyler ve süslü kadınlar arabalarıyla seyran etmektedirler. Çiçekleri, ağaçları, köşkleri, havuzu ve oturma yerleriyle insanların rak yeridir. Bahçede “Belle Helene” operası çalgıcıları müzik ziyafeti vermektedirler.


...“1915 yılının Ramazan Bayramıymış, daha beş yaşındaymış Adiyef anam, koşup oynarken bahçede, iki at koşulu şık Talika’sı (Landolet) ile gelmiş de, lati lokum ve bayram harçlığı dağıtmış çocuklara; ‘Kim bu amca?’ diye sorunca, babası ‘Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’ o demiş, parmağının ucuyla Büyük Çamlıca tepesinin boğaza bakan yamacındaki büyük beyaz sarayını göstererek, orada yaşar, arada gelir buralara böyle diye. O şeker veren amcayı unutmamıştı Koca Adiyef anam, sonra sonra öğrenmişti o amcanın kim olduğunu aslında;
Orientalist İtalyan ressam Alberto Pasini (1826-1899) Talika* de Constantinople,1869
Tuval üzerine yağlı boya, 30 x 40 cm.
*dört tekerlekli, yaylı, üstü kapalı at arabası.
Padişah oğlu, şehzade olduğunu, Padişah olacak adam, yani Veliaht olduğunu ve onun hazin hikayesini... ‘Padişah’ gibi, ‘Şehzade’ gibi, ‘Veliahd-ı Âli-yi Saltanat Devletlû Necâbetlû Yûsuf İzzeddin Efendi Hazretleri bin Sultan Abdülaziz Han’ gibi süslü, şatafatlı ünvanlardansa onu halkın bildiği, çağırdığı adıyla ‘Çamlıca’nın Efendi Hazretleri’ adıyla benimsemiş, öyle kaydetmişti belleğine...
O da bizdenmiş derdi, en azından anası bizden, sütü bizden…”
“Çamlıca’nın Efendi Hazretleri” Çamlıca tepesinin eteklerindeki beyaz sarayı
Mahmud’un anlattığı bu hikaye kısa da olsa etkilemişti çocukları, meraklarını uyandırmıştı, öyle çok vatandı, yurttu, topraktı gibi kavramlara takılmasalar da şimdilik, ilgilerini çekmişti yine de işte, babaları ilk kez çocukluğunu, anılarını böyle apaçık tüm çıplaklığıyla koyuvermişti ortaya da ondan belki. Top peşinde koşmaktan bile vaz geçip, “Neden bir pazar günü kalkıp gitmiyoruz, görmüyoruz baba oraları, uzak da değil ki bize” diye dönendiler etrafında, “Saray duruyor mudur ki, kimler yaşıyor, acaba prensesler var mı halâ içinde?..” diyordu Bahadır; En çok da prensesler çekmişti ilgisini; Yüksek bir kulede oturup,
uzun saçlarını aşağı salıp, tarayan prensesler...

Mahmud giller, Merem, Nevruz, Bahadır, gittiler mi, gördüler mi o sarayı, hikayenin aslını, gerçeğini öğrendiler mi bilmem, ama bu hikayenin gerçek olan kısmını, bildiklerimi, okuduklarımı isterim ki ben anlatayım, yazayım size…
Çerkes Sürgününde köylerini bırakan dağlı Çerkesler,
Pyotr Gruzinski, 1872
ABHAZYA’NIN, SOHUM’UNDAN BATUMA,
BATUM’DAN İSTANBUL’A...

Sohumkale en son olarak 93 Harbi (1877-78) (rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiği için 93 Harbi olarak bilinir) olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ferik Fazıl Paşa komutasındaki Osmanlı filosu tarafından 23-24 Haziran 1877’de zaptedilmiş ancak bu da kısa sürmüş, Osmanlı İmparatorluğu 31 Ağustos – 7 Eylül 1877 tarihleri arasında Sohumkale’yi son kez tahliye etmek zorunda kalmışlardı.
Soukhoum-Kalé
Floriant Gille, Kafkasya ve Kırım Mektupları (Lettres sur Caucase et la Crimée) 1859, Sf:386
Böylelikle 1455 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Ceneviz Kolonisi olan Sebastopolis’i zaptederek Sohumkale adıyla Batum Sancağı’na bağlamasıyla başlayan 422 yıllık Osmanlı, Sohumkale ilişkisi sona ermişti. Sultan III. Ahmet’in padişahlığı (22 Ağustos 1703-1 Ekim 1730) sırasında 1725-1728 yılları arasında Hıristiyan Abhazlar’ın çıkarttığı isyan Çıldır Valisi Osman Paşa tarafından bastırılmış, Sultan III. Ahmet kalenin tekrar fethi ve isyanın bastırılması anısına bir kale kitabesi yaptırtmıştı.
Kırım Savaşı sırasında (4 Ekim 1853-30 Mart 1856) Osmanlı Ordularını Kumanda Eden Sırp kökenli Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, Kafkas cephesine yardım için
Sohumkale’ye çıkarken.
Sultan II. Abdülhamid 1877’de kale son olarak Ruslara terk edilirken bu kitabeyi, kendisine oraları hatırlatması için söktürtüp, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusuna “Selvili Yol” olarak anılan Bâbüssaâde’ye yakın bir yere, üzerine kendi tuğrasını işlettirerek koydurtmuştu ki,
halâ aynı yerde durmaktadır.
Sohumkale Kitabesi, Topkapı Sarayı
Üst bölümde Sultan II. Abdülhamid’in Sohumkale kitabesi yer alır;

Asr-ı Hân-ı Ahmed-i sâliste Sohum kal’ası da
Yapılub babının üstüne bu taş kondı hemân
Sonra Moskof eline geçmiş iken nice zamân
Vatan-ı yevm olub oldı nizâmı tâlân
Kal’ayı Rusya’dan Hân-ı Hamîd-i sâni
Zor ile aldı girüye şeh-i gâzi-i zamân
Geldi zaman-ı Hümâyunu ile işte bu seng
Buraya vaz‘ını emreyledi şâh-ı devrân

Türkçesi:
III. Ahmet zamanında Sohum Kalesinde
Bu taş yapıldı kondu hemen kapı üstüne
Sonra Moskof eline geçti uzun zaman
Vatan günlerinin düzeni bozuldu oldu talan

İkinci Abdülhamit Han Rusya’dan kaleyi
Geriye zorla aldı zamanın padişahı Gazi
İşte bu taş padişahlık zamanında geldi
Zamanın sultanı buraya konulmasını emretti

Alt bölümde ise Sultan III. Ahmed’in Sohumkale kitabesi;

Şehinşâh-ı cihân şevketlü Sultan Ahmed Gazi
Ki bâb-ı devlet-i İskender ü Dârâ’ya me’vâdır

Bu Hâkân-ı bülend-ikbal kim zât-ı hümâyunu
Kemâl-i izz ü câh-ı ma‘deletle âlem-ârâdır

Bu Hâkân-ı güzînin sıhr-i hâssı sadr-ı âlisi
Vezir-i pür-himem Damad İbrahim Paşa’dır

Cihânın eyleyüb her köşesin te’min-i a‘dadan
Bu semtin dahi oldı çünki emri hıfzına sâdır

Yapıldı himmetiyle bu muazzam kal‘a-i muhkem
Ki heybetle sanursın-kim ser-i Kâf üzre ankâdır

Kıla Hakk şehriyâr-ı âlemin ikbâlini efzûn
Ki zât -ı akdesi sermâye-i ârâm-ı dünyadır

Vezir-i azamın dahi kıla daim
Ki bâis böyle emn ü rahata ol sadr-ı dânâdır

Türkçesi:
Şevketli Sultan Ahmet Gazi cihan şahlarının padişahı
İskender ve Dara’ya barınaktır bu devletteki kapı

Bu Hakan ki kendisi padişah açık talihi
Kusursuz adaletle devlete değer kattı dünyayı süsledi

Bu seçkin Hakan’ın has damadı yüce sadrazamı
Damat İbrahim Paşa’dır çok gayretli veziriazamı

Dünyanın her köşesini düşmandan emin eyledi
Çünkü bu semtin dahi korunmasını emretti

Yapıldı emriyle bu muazzam sağlam kale
Sanırsın ki Kafdağı’nın başında ki Anka kuşu heybetle

Allah uzun eylesin âlem hükümdarının talihini
Ki kendi dünyanın en kutlu huzur sermayesi

Allah daima O’nu eylesin Veziriazam
Ki böyle emniyetli ve rahat kıldı o bilgin sadrazam

Sohumkale Kitabesi, Topkapı Sarayı
Osmanlı İmparatorluğu’nun müdahalelerine rağmen bölgede hakimiyetini kuran Rusya, ilk başlarda Abhazya’nın iç yönetimine ve geleneksel yapısına karışmamışsa da 1864’te artık hükümran Abhaz prensliğini lağvetmişti. Üç yıl sonra da merkezinde Sohumkale’nin bulunduğu yöredeki yerleşik Abhazların kendi yurtlarından sürülmesine başlanmıştı. 1867’de başlayan bu zorunlu göçe Abhazların etkili bir direniş gösterecek güçleri yoktu. Tüm Ortodoksların koruyuculuğuna soyunan Rus İmparatorluğu kendi politik çıkarları doğrultusunda, Rusya’daki  ve özellikle de Karadeniz kıyısında yaşayan Müslüman toplulukları (Abhazlar, Adigeler, Noyanlar, Tatarlar, Çerkezler), gerekirse yok etme pahasına etkisizleştirmek istiyorlardı.

Bunun sonucunda da Kuzey Kafkasya halklarının Osmanlı topraklarına zorunlu göçü başlamıştı. Öte yandan Karadeniz kıyısında ve içerlerde yaşayan Ubıh gibi bazı toplulukların Osmanlı ile, özellikle de harem için kadın ticaretine dayalı önemli bir köle ticareti ilişkileri vardı. Bu yolla varlıklarını arttırmış Osmanlı ile işbirliği içindeki bu topluluklar özellikle yoksul kesimin güzel köle kızlarını Osmanlı haremi için Türk köle tüccarlarına satıyor ve bu yolla büyük paralar kazanıyorlardı.



Bu işbirliği içinde yer alan bazı Abhazların da önayak olmasıyla 1864-78 yılları arasında 100-125 bin arasında olduğu tahmin edilen Müslüman Abhaz nüfusu Osmanlı Devleti’ne sığınmış, Düzce, Sakarya, Kocaeli ve İstanbul gibi şehirlere yerleştirilmişlerdi. 


Sohumkale

1867 yılıydı, Abhazlar yurtlarından göç ederek Anadolu’ya gelmişlerdi. Osmanlı-Rus Savaşları sonunda mağlup olan Abhazlar Osmanlı İmparatorluğu’na göç ederlerken “Sultan’ın ülkesine, cennet topraklara gidiyoruz” vaadleriyle binmişlerdi Sohum’dan gemilere. Daha yolculuğun başında işlerin söylendiği gitmeyeceği belli olmaya başlamıştı. Sultan’ın büyük vapurları Mart ayından itibaren gide gele Abhazları Osmanlı topraklarına taşımışlardı. Bütün vapurlar aynı büyüklükte olmadığından, bir çok yelkenli küçük gemi de Karadeniz’in dev dalgalarına doğru yelken açmak zorunda kalıyordu. Kaptanlar fırsattan istifade kişi başına para aldıkları için insanları adeta hayvan gibi tıka basa dolduruyorlardı gemilere. Karadeniz’deki zorlu ve çileli yolculuk sırasında çocuklar susuzluk ve açlıktan ölüyordu. Ölenler mecburen tayfalar tarafından denize atılıyordu. Gemide küçük bir oğlan çocuğundan başka kimsesi kalmamış olan dul bir kadın vardı ve küçük hasta bebeği kendisini sımsıkı saran annesinin kolları arasında can vermişti. Çevredekiler bebeğin öldüğünü anlasalar da anneyi üzmemek adına susmayı uygun bulmuşlardı. Talihsiz kadın, gemiciler yanından geçerken bebeği canlıymış gibi “şiş nani wa nani” diye ninni mırıldanıyor, gemiciler uzaklaşınca da gözlerinden boşanan kanlı yaşlar eşliğinde ninnisi ağıda dönüşüyordu. Günler geçip de bebeğin naaşı kokmaya başlayınca gemiciler kokunun kaynağını çok geçmeden bulmuş, bekletmeden annenin kucağından bebeği alıp denize fırlatmışlardı. Kadın bir an bebeğinin ardından bakmış, sonra da üzülerek izleyenlerin şaşkın bakışları arasında kendini denize atmıştı. Denizin karanlık suları bir anda zavallı anne ve bebeğini bir daha geri vermemek üzere yutmuştu.

Sohum’da başlayan “umuda yolculuk” yeryüzündeki bütün savaş sonrası zorunlu göçlerinde olduğu gibi “felaketlerle buluşma” yolculuğuna dönmüştü.

19. yüzyılda Sultan’ın vaprlarıyla İstanbul’a gelenlerin çıktığı Galata rıhtımı.
Kefken Babalı sahili, Kafkasya sahillerinden yola çıkanların karaya çıktıkları yerlerden birisidir. Kıyıya çıkabilenlerin bir süre o civardaki mağaralarda, (yaşadıkları o mağaralarda bugün bile o günlerden kalan bazı yazılar görülebilmektedir) yaşadıkları, daha sonraları Karaağaç köyüne yerleştikleri bilinmektedir. Şu an Karaağaç köyünde iki adet Abhaz kabristanı bulunmaktadır. Türkiye’deki Abhaz ve Kafkas sivil toplulukları geçmişin üzücü anılarını yaşatmak, kaybettikleri anmak için “Yas günü” ilan ettikleri her 21 Mayıs’ta Uzunkum sahilinde başlayarak, Karaağaç köyü Abhaz Kabristanı’na kadar süren bir etkinlik düzenlemekte ve denize karaya ulaşamayanlar için çelenkler bırakmaktadırlar.

O sürgün günlerine tanıklık etmiş yaşlı bir çerkes;

“Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem”

diye anlatmıştı.

Sohumkale 1877
Derler ki Karadeniz kıyısında yaşayan Abhazlar hala Karadeniz’e kin duyarlarmış. Hatta o tarihten beri “kardeşlerini yutan” Karadeniz’in balığını da yemezlermiş. Anlatılır ki, o yolculukta hayatta kalanların sayısı 60 bin, ölenlerin sayısı ise 70 bini bulmuştu.

Sohumkale
1917 Ekim Devrimi sırasında Abhazya, Rus sivil savaşı içinde yok olmuş, Kızılordu ve yerel güçler Sohum’u 4 Mart 1921’de ele geçirip Sovyet hükümranlığını ilân etmişlerdi.

31 Mart 1921’de Abhazya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti teşkil edilmiş, Sohum, Sovyet Andlaşmasına göre 1921-1931 yılları arasında Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı Abhaz Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Başkenti olmuştu.

Sovyetler Birliği’nin 1990’da dağılmasının ardından Gürcüler, Abhazlar, Ruslar ve Çeçenler arasında çıkan iç savaş sonunda Abhazya Gürcistan’dan ayrılmıştı.

1992-1993 yılları arasında Gürcistan Abhazya’yı işgal etmiş, Abhazya ile Gürcistan arasındaki şiddetli çatışmalar bir yıl boyunca sürmüştü.

Sohumkale

Gürcistan Devlet Konseyi askerleri tarafından işgal edilen Abhazya’nın başkenti Sohum’u geri alma operasyonu 11 gün sürmüş, nihayet 27 Eylül 1993 günü öğleden sonra Abhazya Silahlı Kuvvetleri, işgalcilerin sığındıkları son nokta olan Parlamento Binasını da boşaltılmışlar ve mutlak bir zafer kazanmışlardı.

Abhaz birliklerinin işgalcilerin inatçı direnişinin üstesinden geldiği, ülkelerini ve başkentlerini geri almayı başardıkları bu tarih, her yıl çeşitli coşkulu etkinliklerle kutlanır.

19. yüzyılda Sohum sokakları

30 Eylül 1993’te
Abhazya Bağımsızlığını ilan etmişti.


Osmanlı egemenliğinde Batum

Yazının devamı olan;
“Çamlıca’nın Efendi Hazretleri”
aşağıdaki linktedir:
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2020/01/camlcann-efendi-hazretleri-efendi_10.html



Kaynaklar:

1- “Kronolojik Abhazya Tarihi” Prof. Dr. Timur Açugba,
Çeviri: Oktay Chkatua, İstanbul 2015

2- “Dünya Harbinde Osmanlı Devleti ve Abhazya” Mesut Erşan. VAKANÜVİS-Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl:2, Kafkasya Özel Sayısı, Sf: 146-149

3- “Sohum Kalesi Kitabesi ve Kaybedişin Hikayesi” Hasibe Durmaz. Ahenk Dergisi, 62, Ocak-Şubat-Mart 2020

4- “Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları”, Leyla Açba,
Timaş Yayınları, Mart 2004

5- Vak’a-Nüvis Ahmed Lutfi Efendi Tarihi, c.X,
Yayına Hazırlayan: Münir Aktepe, Ankara, 1988, s.13–14, 92.

6- “Şehzade evliliklerinde değişim” Yrd. Doç. Dr. Cevdet Kırpık,
Erciyes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Güz 2009 

7- “Harem” M. Çağatay Uluçay
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1971

8- “1992-1993 Abhaz-Gürcü savaşında Abhazya’da işgalci Gürcülerin vahşetine tanıklık edenlerin ifadelerinin bir kısmı...” Gurbetçinin sesi Abhaz Postası, 2 Haziran 2018

9- “Ateş Altındaki Cennet- Abhazya” 24 Eylül 1993-30 Eylül 1993 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi’nin 21. Sayfasında Nazım Alpman’ın kaleminden yayınlanan, 7 bölümlük yazı dizisi

10- Tezâkir 13–20, Ahmed Cevdet Paşa, Ankara, 1991, s.146–147.

11- “Son Dönem Osmanlı Padişah eşleri / Kadın Efendiler 1839-1924”, Harun Açba, Profil Yayıncılık, İnceleme-Araştırma, Kasım 2007

12- “Abdülmecit, İmparatorluk çökerken sarayda 22 yıl”
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi

13- “Osmanlı’da Harem” Meral Altındal, Altın Kitaplar Yayınevi, 1993

14- “19. Yüzyılda Şehzade Olmak: Modernleşme Sürecinde Şehzadeler” Füsun Gülsüm Genç, Yüksek Lisans Tezi
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2015

15- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendinin İntiharı” İsmail Hakkı Uzunçarşılı
Resimli Tarih Mecmuası, Sy: 54, İstanbul 1954, Sf: 3150-3154.

16- ‘’Veliahd Yûsuf İzzeddin Efendi Nasıl İntihar Etti?’’
İsmail Baykal, Tarih Dünyası, 30 Ekim 1950.

17- “Cumhuriyet Öncesinde Türk Kad›n› (1839-1923)” Şefika Kurnaz, s:52 Ankara: Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, 1990.

18- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden Çamlıca” Adnan Giz, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Kasım 1969, Yıl:5, Cilt:2, Sayı:10, Sf: 26-31

19- “İki Aşina” Semiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006

20- “Hey gidi günler hey” Semiha Ayverdi,
Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2002

21- “Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi” İbrahim Hakkı Konyalı, Türkiye Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1977, 2 Cilt

22- “Meyyale” Hıfzı Topuz, İletişim Yayınları, İstanbul 1998

23- “Üsküdar’lı Meşhurlar Ansiklopedisi” Üsküdar Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, İstanbul Ocak 2012

24- Üsküdar Sempozyumu I, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi, İstanbul Ocak 2004

25- Üsküdar Sempozyumu II, Bildiriler, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi Yayın No:16, İstanbul Mart 2005

26- “Abdülhak Hâmid’in Hatıraları” Hazırlayan: İnci Enginün,
Dergah Yayınları, İstanbul 1994

27- “Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi Köşklerinin
XIX. Yüzyıl Türk Sanatı İçinde Değerlendirilmesi” Cavidan Göksoy,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997

28- “Sultan III. Mahmud,Cihan Hakanı ve Yenileşme Padişahı”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Haziran 2014

29- “Bir Darbenin Anatomisi”
Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, 1984

30- “Saraylı bir kadının gardrobu (19.yy.)” Serap Yılmaz
Bildiri, XIII. Türk Tarih Kongresi III. Cilt, II. Kısım

31- “Rıdvan Paşa Köşkü ve Yapıları: Nuriye Hanım Davet Köşkü, Restorasyon Önerisi” İlkay Kolbay, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı

32- Seda Özen Bilgili, twitter.com/Seda_Ozen

33- (Evvel zaman içinde) “Tarihimizde Hayal olmuş Hakikatler”
Ahmed Semih Mümtaz, İbrahim Hilmi Çığıraçan Kitabevi, İstanbul 1948

34- “Entertainment among the Ottomans” (Osmanlılar arasında Eğlence)
Ebru Boyar-Kate Fleet, Brill 2019

35- “Geçmiş Zamanların, Mekanların ve Hatırlamaların Rafında,
Kadıköy'ün Kitabı” Tamer Kütükçü
Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, Eylül 2014


36- “Recâi-zade Ekrem’in Araba Sevdası romanında gerçekçilik” Güzin Dino
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkiyat Mecmuası XI, İstanbul 1954 Sf:57-74

37- “Eski İstanbul’un mutena semtlerinden, Çamlıca” Adnan Giz

Hayat Tarih Mecmuası 5(10) Sf:27-31, İstanbul 1969

Hiç yorum yok: